Ortaçağ ve Rönesans’ta Mantık
--------------------------------------------------------------------------------
Ortaçağ Hıristiyan felsefesi Antikçağ Yunan felsefesini yetkinliğe ulaşmış bir sistem olarak gördü. Bu filozoflardan özellikle de Aristoteles, Kiliseye göre doğru olanı bulmuştu. Hıristiyan düşünürler Antikçağ’da söylenenleri inceleyerek onlarda birtakım düzenlemeler yapmayı ve böylelikle Antikçağ Yunan felsefesini kilise dogmalarıyla uyumlu bir hâle getirmeyi kendilerine görev seçti.
Ortaçağ’da teolojik problemlerin çözümlenmesi ve belirli bir çözüme bağlanması için felsefî-mantıksal argümantasyonlar kullanıldı: Ortaçağ düşünürlerinden; aslına bakarsanız teologlarından pek çoğu kimi felsefe târihçisi ve filozofa göre bu dönemde Felsefe’ye herhangi bir yeni açılım getiremeyecek olsalar da çağdaş felsefenin temellerini attılar -söz gelişi Augustinus, Descartes’ı öncülledi.
Ortaçağ Hıristiyan felsefesinde tanrı tanıtlamaları gündemde ağır bir yer işgâl eder. Bu tanıtlamalar inanmayanlara yönelik değil; daha çok bu konularla ilgilenenler için geliştirildi; çünkü insan en azından tanrının varlığını bilebilirdi ve bu nedenle Hıristiyan düşünürler bu kimselerle “uğraşmak” yerine salt kendi aralarında bir açıklama çabası içine girdi ve bu çabalar eşliğinde ontolojiyle ilgilendi. Ontolojiye yönelen bu yoğun ilginin ardında evrenin yapısını hakîki bir ontolojik yaklaşımla açıklama çabası da vardı. Hıristiyan düşünürler özellikle de Epikürosçuların öne sürdüğü evrende tüm olup bitmelerin ancak doğal nedenlerle şekillendiği; onları yöneten veveya etkileyen bir varlığın bulunduğu inancının insanların kuruntusu olduğu ve bunun aşılabilmesi için tüm olup bitmelerin ancak doğal nedenlerle olduğunun tanıtlanması gerektiği yollu görüşleri en iyi biçimde çürütmek için Felsefe’yi teolojinin hizmetçisi konumuna getirmeye çalıştı ve bu yolla, Kilisenin üzerlerine vergi kıldığı borcu; yâni akıl ile îmân arasındaki uçurumu kapatma borcunu ödemeye koyuldu. İmdi bu dönemde Epikürosçuların doğal nedenlerinin karşısına Yeni-Platonculuğun kurucusu olan Plotinos’un etkisiyle tanrı konuldu ve hem ona hem de onun bilgisine ulaşmak için mantık kullanıldı.
İmdi Ortaçağ’da Platon ve Aristoteles öğretisinin Kilise tarafından bu kadar el üstünde tutulmasının nedenleri de aslında burada gizli: Platon’a göre bilgi, değişmeyen ve kendi kendisiyle hep aynı kalanın (idea’nın) bilgisidir ve bu bilgiye de mantık aracılığıyla ulaşılır. İmdi Ortaçağ’da değişmeyen ve kendi kendisiyle hep aynı kalan, tanrı olunca tanrıya ulaşmak için de mantığa başvurmak gerektiği düşüncesi gündeme geldi ve tanrı tanıtlamaları işine kalkışıldı. Bu noktada da Hıristiyan düşünürlerin akıllarına hemen Aristoteles’in kendilerine iyi bir kılavuz olabileceği düşüncesi geldi ve böylelikle Aristoteles’in mantık çalışmaları Hıristiyan düşünürlerin hayranlığını topladı. Öte yandan Aristoteles’e olan bu yoğun ilginin tek nedeni bu da değildi: Aristoteles’in dört neden öğretisi de kilise dogmalarına uygundu. Böylelikle Ortaçağ Hıristiyan felsefesi Epikürosçuların ve onlar gibi düşünenlerin aksine tanrının var olduğunu kabûl ederek ona ve onun bilgisine nasıl ulaşılacağını araştırdı ve Aristotelesinkine koşutluk taşıyan çeşitli öğretiler geliştirilerek tanrı tanıtlamalarına olgusal bir içerik kazandırmaya çalıştı.
Ortaçağ Hıristiyan felsefesine damgasını vuran tartışma tümeller tartışmasıydı ve bu tartışmayı Porphyrios’un İsagoge’si başlattı; Aristoteles’in Kategoriler’i üzerine yaptığı yorumda kategorileri açıklamak isterken sorduğu “Cinsler ve türler doğada gerçekten var mıdır yoksa bunlar zihnin yapıntıları mıdır?”, “Eğer tümeller gerçekse onlar maddî bir töze mi sâhiptir yoksa soyut bir yapı mı taşır?” ve “Tümeller duyulur şeylerden ayrı mıdır yoksa onların içinde midir ve biz onları nasıl bilebiliriz?” soruları bu tartışmayı başlattı (İsagoge 1-15).
Tümellerin nesneden önce mi yoksa sonra mı geldiği sorununa üç çözüm önerisi getirdiler, bunlar: ante rem, post rem ve in res adlarıyla anılan kavram realizmi, nominâlizm ve ılımlılıktı. İmdi kavram realistlerine göre tümeller tanrının zihnindedir ve nesneden önce gelir; tanrı evreni bunlara göre yaratmıştır. Nominâlistlere göre ise tümeller aslında uzlaşım yoluyla verdiğimiz adlardır ve temeli soyutlamaya dayanır. Ilımlılara göre ise tümeller nesnenin içinde; onlarla kaynaşık bir hâlde bulunur.
Ortaçağ felsefesinin bir diğer kanadını öbeklendiren İslâm düşünürlerine bakıldığında ise mantık için düşünülenlerde ve mantığa yüklenen ödevlerde oldukça renkli bir tabloyla karşılaşırız; nitekim hem ele aldıkları sorunlar çok çeşitliydi hem de hareket noktaları arasında çeşitlilik vardı. Kimi İslâm düşünürleri Kuran âyetlerini açıklamak ve/veya zamânın şartlarına göre yorumlamak, kimileri sahte olduğu düşünülen hadisleri ayıklamak, kimileri birtakım siyâsî sorunları çözümlemek ve belirli bir çözüme bağlamak, kimileri siyâsî iktidarların görev ve sorumlulukları ile İslâmî hükümler arasındaki ilişkileri incelemek ve kimileri de fethedilen ülkelerin insanlarına İslâm dînini benimsettirmek için uygun argümantasyonları geliştirmek vb. işlerle uğraşırken mantığa başvuruyor ve böylelikle mantık tartışmaları da değişik boyutlar kazanıyordu.
İmdi Ortaçağ’da Batı felsefesi târihi içinde mantıkta olup bitenlere baktığımızda ana hatlarıyla şunları görüyoruz:
*
Plotinos’a göre Hen (Bir) mükemmel bir varlıktır ve kendisini başka varlıklarda seyretmek için zorunlu olarak taşar. Böylelikle Nous meydana gelir ve Hen’i seyreder ki bu theoria etkinliğidir. Nous hem birliktir hem de çokluk; birlik olmasının nedeni kendisinden meydana geldiği Hen, çokluk olmasının nedeni ise ideaları kendisinde taşımasıdır. Nous’un taşmasıyla da Ruh, Ruh’un taşmasıyla da Madde meydana gelir. İnsan ruhu katharsiz etkinliğiyle (arınma) maddî dünyâdan uzaklaşarak idealara ulaşır, bu idealar da ona mutluluk getirir. Katharsiz etkinliği dialektikle gerçekleşir; dialektikle ruh kötülüklerden arındırılır. Böylelikle insan ruhu maddî dünyâdan düşünce dünyâsına geçer ve tanrının lûtfuyla dolup taşar. İmdi Plotinos’la birlikte dialektiğin mantıkla olan göbek bağı kopar. Kendisinden sonraki Hıristiyan düşünürler de bu dialektik’e tanrının inâyeti veya tanrısal kayra gibi isimler verir.
*
Augustinus’un Akademicilere Karşı’da mantık ilkeleri hakkında ortaya koydukları Antikçağ’da söylenenlerle karşıtlık içinde: Augustinus’a göre mantık ilkeleri ne varlıktadır ne de doğada; ancak zihindedir. İmdi Augustinus’a göre kimi hakîkatlerden aslâ şüphe edilemez, bunlardan biri de mantık ilkeleridir. Nitekim iki çelişik önermeden biri doğrudur ve bunun doğru olduğunun anlaşılması iki şeye bağlıdır: buna hükmedecek bir zihin ve bu zihinde bulunan mantık ilkeleri. Akademiciler ise bunlara karşı çıkmakta, kendi varlıklarından bile şüphe etmektedir ki bunlar aslâ kabûl edilebilir değildir.
*
Boethius’a göre felsefe, teorik ve pratik olmak üzere iki disiplinden oluşur, teorik felsefe ise fizik, matematik, teoloji ve mantık olmak üzere dört alt disiplinden oluşur. Boethius da mantığı tıpkı Aristoteles gibi bir araç olarak görür. Ayrıca Kategoriler ile İsagoge’yi Latinceye çeviren ve Hıristiyan düşünürlere Aristoteles ile Porphyrios’u tanıtan da Boethius’tur. Öte yandan tümeller tartışmasına da katılır ve belirli bir soyutlama teorisi geliştirir, bu teoride de mantığı başat bir konuma yerleştirir. İmdi Boethius’a göre her vârolanın belirli bir formu vardır ve vârolanlar ile formlar kaynaşık bir hâldedir. Belirli bir soyutlama sonucu vârolanların tözsel nitelikleri bir kenâra bırakılarak formlara ulaşılır ve bunlar teklerle birlikte düşünüldüklerinde tümelleri meydana getirir. Bu işlemler de mantık aracılığıyla gerçekleştirilir.
*
Erigena’ya göre evrende hiyerarşik bir düzen var ve bu düzenin en tepesinde tanrı, en altında da hiçlik yer alır. Erigena bu hiyerarşiyi mantıksal argümantasyonlarla kurar, temellendirmesini de bunlar aracılığıyla gerçekleştirir. Bu argümantasyonları da daha sonraları kullanılan tanrı tanıtlamalarına örnek olur; söz gelişi Anselmus’unki bu cümleden:
Anselmus’a göre kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen bir şey işitildiğinde anlaşılabilir. Anlaşılan bu şey zihindedir. Bu şey ya sâdece zihindedir ya da hem zihinde hem de gerçekliktedir. İmdi bu şey sâdece zihinde olamaz; böyle olsaydı gerçeklikte bu şeyden daha büyük bir şeyin olduğunu düşünmek gerekecekti ki bu da öncülle çelişir. Dolayısıyla bu şey hem zihindedir hem de gerçekliktedir ve bu şey, tanrıdan başkası değildir.
*
Ockhamlı William mantık hakkında kendisinden öncekilerce dile getirilenleri derleyip topladı ve birtakım çözümlemeler yaptı, işe ilk önce yargıda bulunma edimini incelemekle başladı. İmdi Ockhamlı William’a göre mantık işlemleri bu edim aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu edim yoluna ve yordamına uygun bir biçimde gerçekleştirilirse yanılmalardan da sakınılır. Kendisi bu bağlamda terimleri, önermeleri ve akılyürütmeleri inceler ve şu çözümlemeleri yapar:
Ockhamlı William’a göre üç tür terim vardır, bunlar: yazılı terimler, sözlü terimler ve kavramsal terimlerdir. İmdi yazılı terimler yazıya kaydedilen önermelerin bileşenleridir ve bunlar gözle görülebilme imkânına sâhiptir. Sözlü terimler ise yazıya geçirilmemiş önermelerin bileşenleridir ve bunlar da işitilebilme özelliğine sâhiptir. Kavramsal terimler ise birer duygulanım bildirir.
Ockhamlı William’a göre bir tümel evetleme önermesinin doğru olması için bu önermeyi meydana getiren önermelerin doğru, bu önermelerin doğru olması için de bunları meydana getiren terimlerin nesnesine uygun olması gerekir. Bir tümel evetleme önermesinin zorunlu olması ise bu önermeyi meydana getiren önermelerin zorunlu, bu önermelerin zorunlu olması için de bunları meydana getiren terimlerin zorunlu olması gerekir. Fakat bir tikel evetleme önermesinin doğru olması için bu önermeyi meydana getiren önermelerden salt birinin doğru olması yeterlidir; ancak bu önermenin zorunlu olması için bu önermelerden birinin zorunlu olması gerekmez.
Öte yandan Ockhamlı William’a göre üç tür akılyürütme vardır, bunlar: tanıtlayıcı akılyürütme, topik akılyürütme ve ne tanıtlayıcı ne de topik akılyürütme. Tanıtlayıcı akılyürütmede kullanılan öncüller ilk ve doğru öncüllerdir; bu bakımdan herhangi bir akılyürütmeye dayanmazlar ve doğruluklarından aslâ şüphe edilemez. Topik akılyürütmede kullanılan öncüller ise olumsal öncüllerdir ve bunlardan ancak olumsal vargılara ulaşılır. Ne tanıtlayıcı ne de topik akılyürütmede kullanılan öncüller ise zorunlu veya olumsal olduğuna karar verilemeyen öncüllerdir.
Ockhamlı William’a göre hangi akılyürütme söz konusu olursa olsun her bir akılyürütme şu sekiz kuralı gözetmelidir: 1) doğru bir öncülden hiçbir zaman yanlış bir vargı çıkmaz, 2) bâzen yanlış bir öncülden sonra doğru bir öncül, bâzen de bunların arkasından yanlış bir vargı gelebilir, 3) geçerli bir akılyürütmede öncüllere karşıt bir önerme vargıya da karşıttır, 4) öncüllerde olmayan bir terim vargıya aslâ çıkmaz, 5) geçerli bir akılyürütmede öncüller ile vargı tutarlıdır, 6) vargıyla tutarsız bir önerme öncüllerle de tutarsızdır, 7) zorunlu bir öncülden aslâ olumsal bir vargı çıkmaz ve
olanaksız bir öncülden aslâ olanaklı bir vargı çıkmaz.
*
Zamanla Ockhamlı William’ın açtığı yoldan ilerleyen Hıristiyan düşünürler mantıkta söylenenleri derleyip topluyor, mantığın gelişebilmesinin ön koşullarını hazırlayarak mantığa böyle bir katkı sağlıyordu. Ne var ki Reichenbach bu katkıları önemsiz buluyor ve bakınız ne diyor: “(…) Orta Çağların ayrıntılarda kalan bir iki önemsiz katkısı dışında 19. yüzyıla gelinceye dek bir ilerleme göze çarpmaz.” Böylelikle “çömezleri ayrıntılarda birçok ekleme yaptılarsa da ustalarının çizdiği sınırları pek aşamadılar” yollu görüşünü içeriklendirmeye çalışıyor. Ne var ki kendisinin klâsik mantığa olan antipatisi bu katkıların mantığın gelişmesinde nasıl bir rol üstlendiğini anlamasını engelledi. Reichenbach bir tarafa, maalesef Russell da onun gibi düşünüyor ve o da bakınız ne diyor: “Mantık, Ortaçağ’da ve oradan günümüze dek, tasımsal çıkarımın teknik terim ve kurallarının skolastik bir derlemesi olmaktan öte bir anlam taşımamıştır. Aristoteles söylemişti ve daha küçük insanların payına da, ondan sonra onun dersini yinelemek düşüyordu.” Oysa ki bu katkılar salt mantığın gelişmesinde değil; aynı zamanda değişik türden bilgisel araştırmalarda da büyük bir rol üstleniyordu. Örneğin Kant bakınız ne diyor: “Mantıkçıların çalışmaları, bâzı eksikleri olmakla birlikte, önümde hazır duruyordu; böylece ben, her türlü nesne bakımından belirlenmemiş olan anlama yetisinin saf işlevlerinin tam çizelgesini çizecek duruma geldim.”
Öte yandan şunları da unutmamak lâzım: Strabon ile Ploutarkhos’ın aktardıklarına bakılırsa Aristoteles el yazmalarını öğrencisi Theophrastos’a, o da kendi öğrencisi Neleus’a bıraktı, Neleus da bunları Atina’dan çıkartıp kendi memleketi olan Skepsis’e getirdi; ancak Bergama kralının bunları ele geçirmesinden endişe ederek bir depoya sakladı ve yazmalar yaklaşık iki asır boyunca orada kaldı. Daha sonra Apellikon isimli bir kütüphâneci bunları buldu ve incelemesi için Aristoteles’in Atina’daki okuluna gönderdi. O sıralar Atina, Romalılar tarafından işgâl edilmişti ve yazmalar kısa zamanda diktatör Sylla’nın eline geçti, Sylla da bunları incelemesi için Tyrannion isimli bir dilbilimciye verdi. Tyrannion’un eline geçinceye kadar yazmalar fazlasıyla tahrip olmuş, sırası bozularak karmakarışık bir kâğıt yumağı hâline gelmişti. Tyrannion da bunlarla baş edemedi ve Aristoteles Okuluna geri yolladı. Burada Andronikos öncülüğünde yapılan uzun incelemeler sonucunda yazmalar belirli bir düzene sokuldu, daha sonra da bir katalogla birlikte yayınlandı. Ne var ki bu yayınlar da pek çok eksikliğe ve karışıklığa sâhipti ve bunlar ancak zaman içinde aşılabildi. İşte bu nedenlerle Hıristiyan düşünürlerin bu katkıları aslâ önemsiz değildir ve bu maalesef pek de anlaşılabilmiş değildir.
Aristoteles’in yapıtlarındaki bu gibi sorunların aşılmasına en önemli katkıyı yapanlar ise İslâm düşünürleri oldu. Nitekim fetih hareketleriyle genişleyen İslâm coğrafyasında Araplar felsefeyle tanışmış ve pek çok konuda mantığa ihtiyaç duymuş, bu ihtiyaçları karşılamak için İslâm düşünürleri bu yapıtları incelemiş ve birtakım düzenlemeler yaparak bu ihtiyaçlara cevap vermişti. İmdi bir de İslâm düşünürlerinin mantık görüşlerine şöyle bir bakalım:
*
İlk İslâm düşünürü olarak anılagelen Kindî’ye göre evren sıralı bir bütündür ve bu bütünün her bir parçasında nedensellik ilkesi geçerlidir. Bu bütünün en başında ise Allah vardır ve ilk ve gerçek neden Allah’tır. Bu bütün içinde nedensellik ilkesi beş farklı unsurun biraraya gelmesiyle işler, bunlar: madde, form, hareket, uzam ve zaman. İmdi evrende olup bitenleri açıklarken Demokritosçu bir mekanist görüş kullanılamaz ve oluş sorunu bu ilkeye başvurmadan çözülemez. Nitekim oluş Allah’ın taktiriyle işeyen nedensellik ilkesine göre gerçekleşir ve bunun bilgisine sâhip olmak istendiğinde nedensellik ilişkileri kendisini mantıksallık ilişkileri biçiminde gösterir.
*
İkinci öğretmen olarak anılagelen Fârâbî’ye göre mantık bilinenlerden hareketle bilinmeyene ulaşmayı sağlayan akılyürütme işlemidir. Her türlü bilgisel etkinlik mantığa dayanmalı; bu etkinliklerde yapılan tanıtlamalar mantık kurallarına uygun olmalıdır. Ayrıca bilgisel etkinliklerde başarıya ulaşmak için sağlam bir metodolojiye ihtiyaç vardır ve araştırmaya nereden ve nasıl başlanacağı iyi bilinmelidir. Böylelikle Fârâbî bilimleri sınıflandırmayı dener ve mantığı bu sınıflandırmanın temeline yerleştirir. Öte yandan kendisi de tanrı tanıtlamaları işine kalkışır ve şöyle bir tanıtlama geliştirir: zorunlu olmayan varlıkların gerçekleşmesi de gerçekleşmemesi de mümkündür; ancak bu varlıkların bir başlangıcı ve bir de sonu olmalıdır; nitekim herşeyin bir başlangıcı ve sonu vardır ve bu varlıklara bunu sağlayan zorunlu bir varlık olmalıdır ki bu Allah’tır. Böylelikle Fârâbî üç tür zorunluluk olduğunu savunur, bunlar: ontolojik zorunluluk, mantıksal zorunluluk ve teolojik zorunluluk.
*
İbn-î Sînâ mantığın önemli bir disiplin olduğunu; ancak alanının sınırlı olduğunu düşünür. İbn-î Sînâ’ya göre mantığın temel görevi akılyürütmelerde hatâya düşmeyi engelleyecek birtakım kurallar saptamaktır. İmdi mantık yeni bilgiler vermez; zâten mevcut olan bilgilerin doğru bir biçimde kullanılmasını sağlar. Bu bakımdan mantık doğru düşünme bilimidir. Dayanağı olan mantık ilkeleri ise sezgi aracılığıyla bilinir; nitekim bu ilkeler deneyden gelmez, deney bunların doğru olduğunu kabûl etmemizi sağlar. Bu bakımdan mantığın iki temel konusu vardır, bunlar: kavramlar ile yargıların oluşumu ve yargılar arasındaki ilişkiler. İmdi kavramlar birer algı nesnesidir ve nesnel bir tasarıma sâhiptir. Yargılar ise kavramların birbirine bağlanmasıyla oluşur. Mantık ilkeleri ise yargılar arasındaki ilişkilerde sınırları belirler.
*
İbn-î Hazm’a göre mantık âlemin bütüncül bilgisine ulaşmada gidilen yoldur. Bu yolda ispat aracılığıyla yürünür. Mantık aynı zamanda da bilimler arasında doğruyu yanlıştan ayırmada en çok yarar sağlayan bilimdir. Fakat mantıkçıların ortaya koyduğu kimi bilgiler sofistik amaçlarla kullanılıp istismâr edilebilir ki bundan sakınmak için bu bilgelerin belirli bir düzene konulması; kolay anlaşılabilir bir şekle sokulması gerekir. İmdi İbn-î Hazm el-Takrib li Haddi’l Mantık’ında bunları sağlamaya çalışır.
*
Gazâlî’ye göre mutlak hakîkate ancak mistik sezgi aracılığıyla ulaşılır; imdi filozofların kullandığı akıl bilgisine ve mantığa güven olmaz. Nitekim akıl duyu verileriyle çalışır ve duyuların yanıltması durumunda akıl da insanı yanıltır; dolayısıyla mantık aracılığıyla elde edilen bilgilere de güven olmaz. Mutlak hakîkate ulaştıran mistik sezginin temelinde ise Allah’ın tecrübesi vardır. Filozoflar ise mutlak hakîkate akıl ve mantık aracılığıyla ulaştıklarını iddiâ eder ki bu aslâ kabûl edilebilir değildir. Ayrıca akıl ve mantık metafizik olayları anlamada ve açıklamada da yersiz ve yanlıştır; söz gelişi mucizeler bu cümleden. İmdi filozoflar bu olayları da anlayamaz ve açıklayamaz.
Gazâlî’nin bu görüşlerine en büyük eleştiri ise İbn-î Rüşd’ten geldi. İmdi İbn-î Rüşd’e göre ilk ve gerçek nedeni kavramayı sağlayan tek yeti akıldır ve aklı reddeden bir kimse bunu da reddetmiş olur. Mantık ise varlıkları bilmenin ancak bu nedeni bilmekle mümkün olduğunu gösteren sanattır ve ancak bu sanat aracılığıyla insanlar sallantılı kanılardan kurtarılır ve mutlak hakîkate de ancak mantık aracılığıyla ulaşılabilir ki bu hakîkat de bu nedeninin bilgisidir.
*
Rönesans, Avrupa’nın Kilise baskısından kurtulduğu bir dönem olarak anılır. İmdi Kilise, Ortaçağ’da Hıristiyan düşünürlerin üzerine akıl ile îmân arasındaki uçurumu kapatmayı vergi kılmıştı. Fakat Rönesans’ta ise filozoflar akıl ile îmân arasındaki uçurumu göstermeyi kendi üzerlerine vergi kıldı. Rönesans filozofları bilginin neliğini ve bilme süreçlerinin yapısını araştırarak aklın seküler kullanımı dert edindi. Bu dönemde filozofların zihinlerini gelişen doğa bilimlerinin de etkisiyle tanrı yerine doğa meşgûl etmeye başladı.
Rönesans’ta mantıkta olup bitenleri iki başlık altında incelemek mümkün: analiz-sentez öğretisi ve indüksiyonun keşfi. Antikçağ Yunan felsefesi değişen ve devinen nesnelere ilişkin bir epistemenin olanaksız olduğuna inanıyor, bunları araştırmıyordu; ancak Rönesans filozofları bu görüşe önemli bir eleştiri yöneltti ve bu nesnelere ilişkin bir epistemenin nasıl olanaklı olduğunu araştırdı. İşte analiz-sentez öğretisi ile indüksiyonun keşfi de bu araştırmalar sırasında gündeme geldi.
(…)