Dört yüz çadırlık Osmanoğulları aşiretinin yerleştiği Bilecik-Söğüt yamaçlarındaki bir levhada;
"Bak Oğul! Beni incit, Şeyh Edebali'yi incitme! O, bizim aşiretimizin mâneviyyât güneşidir. Terazisi dirhem şaşmaz!" öğüdü yazılıdır. Görünüyor ki, terazisi şaşmaz bir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vârisi, Devlet-i Aliyye'nin çekirdeği hükmündeki Osmanoğullarını Kur'ân'ın cihanşümul mesajına göre şekillendirmiştir.
Obanın ışığı olan Şeyh Edebali, onu sadece aydınlatmıyor, insanlarına bir ufuk, bir hedef de gösteriyordu. Osman Gazi, bir gün Edebali'ye; "Dünya ne kadar büyük değil mi?" diye sorduğunda, ondan;
"Dünya, senin gözlerinin gördüğü kadar büyük değildir. Dünyaya adalet lâzım, fazilet lâzım." şeklinde bir cevap almıştı.
Kalb gözü açık olan Edebali, asıl büyük mesajı Osman Gazi'nin rüyası üzerine vermişti. O, koynundan çıkan ayın Osman Gazi'nin koynuna girmesini ve sonra göbeğinden çıkan ağacın bütün dünyayı gölgesi altına almasını1,
'i'lâ-yı kelimetullah' bayrağının dünya sathında dolaştırılması davasına Osmanlıların namzed olduğu şeklinde tâbir ediyordu.Osman Gazi de Kayı Boyu'nun gâyesini; "Bizim mesleğimiz Allah'ın yolu, maksadımız ise, Allah'ın dinini yaymaktır." şeklinde özetliyordu. İslâmiyet'in doğuşu da çölde, küçük bir toplulukla başlamamış mıydı?!..
Fetih Sûresi'nde, Resûl-i Ekrem'in (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği dinin umum dinlere üstün geleceği belirtilmektedir. Bu müjde, o dönemde Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik gibi birçok mensubu bulunan dinlere veya Roma, Çin ve İran gibi büyük devletlere değil de, kabilesi bile kendini henüz tam anlamamış bir Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) verilmekteydi. Küçük bir topluluk olan Sahabiler, cihanşümul mesaja göre liyakat kesbettiklerinden ve Allah'ın dinini bütün insanlara ulaştırma gayreti içerisinde olduklarından, Kur'ân'da haber verildiği üzere kendilerine fetih müyesser olmuştur. Osmanoğulları bunu çok iyi anladıklarından, küçük bir topluluk olmalarına rağmen, bu ufku yakalamayı ve Allah'ın emanetini omuzlama cehdini varlık sebepleri bildiler. Osmanlı bey ve sultanları; mühür veya imza mânâsına gelen tuğralara 'el-muzaffer dâimâ' ibaresi koydurup, İslâm bayrağını yeni yerlerde dalgalandırmak için gayret sarf ettiler.
Osmanlı'nın Balkanlara uzanmasını, dal budak salmasını önlemek için, V. Urban'ın teşvikiyle Macar, Bulgar, Sırp, Eflak ve Bizanslılardan bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. Haçlılar, Sırp Sındığı denen yerde, ileri kuvvet olarak gönderilen 10.000 kişilik bir ordu tarafından bozguna uğratıldı (1364). Daha sonra oluşturulan 100.000 kişilik Sırp ağırlıklı ikinci bir Haçlı ordusu da, Kosova'da (1389) Murad Hüdavendigâr tarafından 60.000 kişilik bir kuvvetle mağlup edildi. Fakat Sultan Murad bir Sırp fedaisi tarafından bu savaşta şehit edildi.
Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) müjdesine mazhar olmak adına İslâm bayrağını devralan Sultan 2. Mehmed, birçok Avrupa devletinin Bizans'a açık-kapalı çeşitli yardımlarına rağmen hedefe yöneldi ve İstanbul'u fethetti. Dünya tarihinde İlk Çağ'ın en büyük imparatorluğu olan Roma İmparatorluğu'nun varisi sayıyordu kendini. Fakat düşmanları da çoğalmıştı. Sadece Batı'da Haçlı ittifakı değil, Doğu'da Uzun Hasan, Güneyde Memluklular, Anadolu'da Karamanoğulları ve diğer beylikler hep birden söndürmek istiyorlardı Sultan Fatih'in idealini.
"Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar..."Bu mısralarda anlatıldığı gibi, Sultan Fatih'i de hiçbir kuvvet durduramadı ve çekirdek kocaman bir çınar oldu. Fakat çınarın ayakta kalması da, en az fidanlığında olduğu kadar ihtimam gerektiriyordu. Kişi, padişah da olsa, kulluk şuurundan ayrılmayacak, fetihleri kendinden bilmeyecek, dünyevîleşmeyecekti. Tarihteki firavun ve kralların âkıbetinden ders alacaktı. Hâdimu'l-Harameyn Yavuz bu sırrı en iyi kavrayan hükümdarlardandı. Sultan Selim o mülke nail olduğu zaman:
"Elmülküllah men yazfera yenilü minni
Yeruddu dakheran ve yehvi nefsehu edderken
Lev kane li olgayri kadere enmeleFevkattürab likene el emru müştereken." (Zafere ancak Allah'ın yardım ve dilemesiyle ulaşılır, zafer ve başarılarda parmak ucu kadar dahi olsa 'ben yaptım' demek şirk olur.) ifadesiyle secdeye kapandı ve kulluğunu ilân etti.
Sultan Selim'in bir gün huzuruna getirilen dünya haritasına bakarak, "Dünya bir padişaha kifayet edecek kadar geniş değilmiş." dediği meşhurdur. Sultan Selim, tebâsını adaletle idare etti. Sekiz sene içinde milletinin fıtrî istidadını ortaya çıkarıp yükselttikten sonra, mülkünü iki kat genişleterek İslâm Halifesi ve Hâdimü'l-Harameyn (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) unvanlarını kazandı.
Yavuz ve Kanunî dönemlerinde önemli devlet hizmetinde bulunmuş olan Celâlzâde Mustafa, Yavuz'da gördüğü üstün vasıflarla ile ilgili şunları nakleder: "Mal, mülk ve cevherin onun yanında hiçbir değeri yoktu. Taç ve tahttan âr ederdi. Halifelik kaftanı sağlıklı uzun boylarına lâyıkıyla varis olmuşken, fakirlere yaraşır elbise ve kisveler seçip, atlas ve altın yaldızlı ipekli, sırmalı ve gösterişli giyeceklere önem vermezdi... Yeme ve uyumaya düşkün değildi. Cihan onun buyruğuna boyun eğerdi, yiğitler sözüne mum olurdu. Yeryüzüne baştanbaşa hükmedip, cihanı farz ve nafileye itaat ettirdi. Din sarayında küfrü tamamen yıkıp, din tahtına oturdu. Din onun gayretiyle yenilendi. Yüce eşikleri ilim ve sanat ehli, kılıç ve kalem sahipleri ile dolardı."
Gelinen noktada, Şeyh Edebali ve onunla aynı ufku paylaşanların mânevî rehberlikleri sadece bir obaya değil, dünyaya ışık olmuştu. Osmanlı bir cihan devleti hâline gelmiş, Avrupa'da Bulgaristan'dan Polonya'ya (Lehistan), Asya'da Irak'tan Yemen'e, Afrika'da Mısır'dan Somali ve Tanzanya'ya kadar (bugün 64 devlete bölünmüş) çok geniş bir coğrafyaya adalet ve huzur getirmişti. Osmanlı padişahları tarihî kayıtlara, "Cihanın asayişinin ve insanların huzurunun sebebi olan şevketlü padişah..." (Bâis-i asayişi cihan ve sebeb-i ârâmi-i âlemiyan) olarak kaydediliyordu. Hepsinin ruhları şâd, mekânları Cennet olsun! Cenab-ı Hak nefislerimizi ve nesillerimizi, bu tertemiz mâzimizi anlayan ve buna lâyık olma cehdiyle yaşayan bir topluluk hâline getirsin!