Kemalist Önderlik, gerek Kurtuluş Savaşı ve gerekse sosyal dönüşümler döneminde, sıradışı bir devrimci kararlılık göstermiştir. Devrimciliğin özü olan süreklilik, benzeri az görülen biçimde Türk Devrimi'ne egemen kılınmıştır. Hemen tüm devrimlerde görülen; iktidar sonrası "devrimcilikte yumuşama" ve "tutuculuğa kayma" eğilimi, Türk Devrimi'nde görülmez. Birbiriyle ilişkili olan devrimci atılımlar, hiçbir nedenle ertelenmez ve kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük, geriliğe ve gericiliğe karşı sürdürülen mücadeleyi hafifletmez, ödün verdirmez. Millet birliği esastır; bireysel, gurupsal ya da sınıfsal çıkarların önceliğine yer yoktur. Toplumun 'görünen ve görünmeyen' bütün güçleri, ulusal kalkınma ve bu kalkınmayı gerçekleştirecek ulus-devlet örgütleri için kullanılır. Kemalist devrimcilik anlayışı ütopik istemlere değil, bilimsel araştırmalara ve gerçekçiliğe dayalıdır. Kitlelerin istemlerine yönelik somut belirlemeler, devrimci dönüşümleri sağlayacak tutarlı bir strateji ve örgütlenmeye temel olan kuvvetler dengesi, devrimci atılımlar için önceden araştırılan ve saptanan temel öğelerdir.
Kapsamlı ve dikkatli bir hazırlık döneminden sonra karar verilen eyleme, ödün vermez bir kararlılıkla girişilir. Bu tavır, Türk Devrimi'nin geri dönüş sürecinin başladığı 1938'e dek eksiksiz bir biçimde uygulanmıştır. Kurtuluş Savaşı'nda gösterilen devrimci kararlılık, savaştan sonra daha atak ve daha ödünsüz bir biçimde sürdürülür. Mustafa Kemal bu süreci: "Ben Erzurum'dan İzmir'e sağ elimde tabanca, sol elimde idam sehpası öyle geldim." (24) ve "Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur." (25) diye ifade eder.
*
Cumhuriyetin ilanından sonra kimileri, Türk toplumunun geleneksel yapısına uygun olarak Çankaya'nın, savaş sırasındaki atılganlığından vazgeçerek, bir saray yaşantısına gireceğini beklemişti. Mustafa Kemal'in padişah ve halife olmasını isteyenler vardı. İktidar nimetleri 'tatlı'ydı ve bunu ele geçirenler bu 'tat'tan hiçbir zaman vazgeçmemiş, onun için her türlü ödünü vermişlerdi. Bu tavır, son yüzyılların adeta geleneği haline gelmişti. Ancak Çankaya, 1938'e dek 'bir devrim karargahı olmaya' devam etti. Girişilen devrimci eylemlerde göze alınan risk sınırı, devrimci kararlılığın da göstergesidir. Falih Rıfkı Atay, bunu şöyle anlatır: "Mustafa Kemal bir karşı ayaklanmadan korkmaz. Ordudaki zafer arkadaşlarına ve halk içindeki mistik nüfuzuna güvenmektedir. Komutanına ve subaylarına tamamen bel bağladığı muhafız kıtası vardır. Çankaya, Türkiye'de tutunabileceği tek tepe olsa, bu muhafız kıtasıyla ihtilalini o tepede savunacak ve oradan tekrar bütün memleketi etrafında toplayacaktır. Bu son silahtır." (26)
Devrimcilikte gösterilen kararlılık ve irade sağlamlığı, gerçekleştirilen tüm eylemlerde uygulanmıştır. İç ve dış, hiçbir karşı çıkış, bu iradeyle baş edememiştir. Yaşama geçirilen bu anlayış, belirlediği hedeflere ulaşmak için bilimi esas alır, somut olmayan amaçlara, temelsiz yargılara yer vermez. Atılacak devrimci adımın, toplumun tarihsel gelişim düzeyine uygun olmasına ve kitleler tarafından kabul görmesine, özel önem verilir. İçinde bulunulan ortam ve koşullar görülmek istendiği gibi değil, olduğu gibi görülür ve buna göre hareket edilir. Toplumsal değişim yasaları, özünden kavranmıştır. Hareketi ve sürekli gelişmeyi temel alan diyalektik mantığa ve buna bağlı olarak ileri bir tarih bilincine ulaşılmıştır.
Mustafa Kemal, 1918 yılında Karlsbad'daki tedavisi sırasında günlüğüne şunları yazmıştı: "Tutuculuk mu? Asla! Sürekli değişim zorunluluğunda olan evrende bir şeyi korumak nasıl mümkün olur? 'Konservatörler' (muhafazakarlar-y.n), o adamlar ki nehrin suyunu ellerinde tutmak isterler. Onların parmaklarında, bir parça çamurdan başka şey kalmaz. Tutucu değilim, çünkü eskimiş ve kırılmış bir alemi muhafaza edemem." (27)
Mustafa Kemal Atatürk'ün düşünce yapısının entellektüel kaynağı, Türk uygarlığı ve Batı aydınlanmasının üç yüz yıllık birikimidir. Bu döneme yönelik araştırma ve incelemelerinin yoğunluğu ne denli önemliyse, kullandığı sorgulayıcı ve eleştirici yöntem de o denli önemlidir. Herhangi bir kişi, inanç ya da düşünce akımının izleyicisi olmamış, değişik görüş ve düşüncelerden yararlanarak kendine özgü bir bütünlüğe ulaşmış ve görüşlerini dönemin sorunlarına yanıt veren, evrensel bir düşünce sistemi haline getirmiştir.
Atatürk'ün özel kitaplığına kayıtlı; 862'si tarih, 261'i askerlik, 204'ü siyasal bilimler, 181'i hukuk, 161'i din, 154'ü dil, 144'ü ekonomi, 121'i felsefe-psikoloji ve 81'i sosyal bilimler alanında olmak üzere 4289 kitap vardır. (28) Bu kitapların tümünün okunduğu, hem de dikkatlice okunduğu, kitap kenarlarına alınan notlardan anlaşılıyor. Özel kitaplığı dışında, İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere, diğer kitaplıklardan kitap getirtip okuduğu biliniyor. Okuma yoğunluğu, ilgisini çeken kitaplar için kimi zaman uyumadan 2-3 güne çıkıyordu. Örneğin Ahmet Hilmi'nin yapıtını 1916 yılında Silvan'da üç gün içinde dikkatlice okuyup incelemişti. Bir keresinde de, iki gece yatağa girmeden yalnızca kahve içerek, arada bir de sıcak banyo yaparak H. G. Wells'in "Dünya Tarihinin Ana Hatları"nı okumuştu. Okuduğu düşünürler içinde Jean Jacques Rousseau, Montesquieu, Descartes, Kant, Auguste Comte, Kari Marks, Alphonse Daudet, Shtart Mili, Ernest Renan, E.Durkheim, Herbert George Wells, Abdurrezzak Sonhoury, Max Silberschimidt, Tollemache Sinclair, Poul Gaultier gibi yabancılar ile Namık Kemal, Tevfik Fikret, Şehbender-Zade Ahmet Hilmi, Mizancı Murat, Ziya Gökalp, Mustafa Celalettin, Celal Nuri, Ali Suavi gibi yerli düşünürler önemli yer tutar. Ayrıca yoğun bir biçimde, İslami eserleri de incelediğini belirtmek gerekir.
*
Mustafa Kemal Atatürk, Türk toplumunun sosyal yapısını, sınıfsal ilişkilerini ve kitlelerin ruh halini bilime uygun olarak saptamış ve bu saptamalara dayanarak oluşturduğu mücadele stratejisini, devrimci bir anlayışla uygulayarak başarıya ulaşmıştır. Evrensel değerlerden yararlanılmasına karşın, Türk toplumunun özgün yapısı hiç gözden uzak tutulmamış, yaratılan devrim örneğiyle de Türk Devrimi evrenselliğe taşınmıştır. "Hiçbir ulus başka bir ulusun taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir ulus, ne taklit ettiği ulusun aynısı olabilir; ne kendi ulusu dahilinde kalabilir. Bunun sonucu kuşkusuz ki hüsrandır" (29) diyordu. Bu sözlerde ifadesini bulan anlayışın önemi; Sovyet modelini uygulamaya çalışan Macaristan, Çin, Vietnam vb. ülkelerdeki gelişmeler hatırlanırsa, daha iyi ortaya çıkacak ve Türk Devrimi'nin her aşamasına egemen olan bu anlayışın sağladığı başarı, daha iyi anlaşılacaktır.
Türkiye'ye özgü bir demokratik devrim programı olan Kemalist kalkınma programı, kaynağını yukarıda aktarılan birikimden alır. Bu program, nüfusun ezici çoğunluğunu köylülüğün oluşturduğu, sanayinin hemen hiç olmadığı, bankacılık, iç-dış ticaret ve teknik hizmetlerin azınlıkların elinde olduğu; sahip olduğu toprakların çok azını tarıma açabilen, ulaşım, enerji ve makinalı üretimin hemen hiç olmadığı Türkiye'nin, toplumsal ilerleme isteklerine yanıt veren gerçekçi bir programdır. Mustafa Kemal program konusunu 1923 yılında şöyle dile getirir: "Program yaparken hayallere kapılmamak gerekir. Dolayısıyla biz haddimizi ve girişimimizde atacağımız adımın derecesini düşünerek program yapmalıyız. Bizim şimdiye kadar (Kurtuluş savaşından önce y.n.) işlerimizdeki başarısızlığımız, sonsuz istek ve hayaller peşinde dolaşmamızdandır. Somut maddi koşullar ve akıl çerçevesinde kalınmalıdır. Kuruntuya değer vermemeliyiz. Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz." (30)
O dönemde etkisi bütün dünya'ya yayılmış olan Rus devriminin ideolojik öngörülerinden, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içine girilmiş olmasına karşın, öykünme anlamında etkilenilmemiş ve belirlenen programdan hiçbir şekilde ödün verilmemiştir. Oysa o yıllarda, bolşevik uygulamaların hiç değilse bir bölümünün, Türkiye'de de uygulanabileceğine inanan ve isteyenler az değildi. Bu tartışmalar içinde Mustafa Kemal, 1920 yılında Meclis'te yaptığı konuşmada; "Bizim görüşümüz bilinir ki, Bolşevik ilkeleri değildir. Bolşevik ilkeleri ulusumuza kabul ettirmeyi, şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde bulunmadık... Özellikle Bolşevizm ulus içinde gadre uğramış bir sınıf halkı gözönüne alır. Bizim milletimiz ise tümüyle gadre uğramış, zulüm görmüştür." (31) diyerek Türkiye'nin sınıfsal değil, ulusal nitelikte bir mücadeleye gereksinimi olduğunu ortaya koyar