Alternatifim Cafe

Frederic CHOPIN

Discussion started on Yabancı Sanatçılar -Gruplar

Fransız isimli bu müzisyen Rus tebaalı bir Polonya’lı idi. Değeri Almanya’da edildikten sonra sanatkar olarak Paris’e yerleşti. Bu durumu ile Chopin devrinin sembolü sayılabilir. Milli sınırların üzerinde olmak 19. yüzyılın eşiğinde zuhur eden yeni tip bir sanatkarın veya dahi virtüozların tipik durumudur. Gerçi enstrümanlarında virtüoz olan müsizyenler eskiden beri vardı. Fakat bu yeni tip, ihtisasını meslek edinerek, mesela yalnız (piyanist) olarak dünya konser salonlarını dolaşan virtüozlardır. Thalberg, Moscheles, Liszt gibi bu ayarda virtüozların yetiştiği çevre, müziksever zenginlerin hususi salon’larıydı. Müziğin saray çevresinden bugünkü aleni konser dünyasına gidişinde önemli bir rolü olan bu salon havasında Chopin de yaşadı. Bu, espri ve zarafetle dolu, muhteşem bir yaşama tarzını aksettiren bir çevreydi. Chopin’in sanatkarlığı o zamanki dünyanın merkezi olan Paris’ten ilham alarak gelişti. Onun her tesire açık harikulade ince ve hassas ruhunda, ihtilal endişelerinin de karıştığı restorasyon devrinin parlaklığı ile vatanındaki durumun sönmeyen acı hatirası birleşiyordu. Balzac, Musset, Meyerbeer, Heine, Liszt ve George Sand gibi şahsiyetlerin yaşadığı o zamanki Paris’te, vücudu kadar ruhu da son derece hasta olan Chopin’in yıldızı parladı ve söndü.


Chopin, Schumann gibi tam manasiyle romantik bir sanatkar, fakat yine yaratılış bakımından bambaşka bir şahsiyetti. Besteciliği bunu en açık şekilde gösterir. Pek az eseri istisna edilirse besteciliği tamamen piyanoya hasretmiştir. Piyanodan teshir edici yeni renk ve tınlama imkanları çıkarmış, ayrıca devrinin henüz ulaşamadığı teshirleri bile keşfetmiştir. Filhakika armonilerinin geniş ve zengin ifade sahası, çok farklı üstünlüğünü, bu melodiler ve onların icrasında beliren ritmlerin özel bir serbestlikle tertiplenişi ve nihayet lirik şiire has bir tatlılıktan gelişerek enerji dolu hamlelere kadar yükselen ifade kudreti gibi vasıflarıyla, Chopin’in Fransız müziğinin ancak çok daha sonra varabildiği özelliklerin ilk hatlarını tespit etmek mümkündür.


Bu romantik sanatkar, devrin ve geleceğin birbirine karışan esrarlı ışığı altında, milletleri birbirinden ayoran sınırların üstündedir. Buna rağmen derin bir hisle öz yurduna daima bağlı kalmıştır. Kendisinden önce konser salonlarında görülen Mazurka ve Polonezleri folklöe nevinden çıkarak şümullü bir sanat seviyesine yükselten odur. Bununla birlikte, prelüd ve noktürnleri (lirik bir ilhamdan doğan tasvirler) şeklinde vasıflandırılabilir. Buluş ve yapılış bakımından son derece zengin olan etüdleri bile bütün teknik güçlüklerine rağmen asıl etüd kalıbından çıkmış, irticalen çalmanın verdiği ilhamdan yine şümullü bir seviyeye yükseltilmiş harikalardır. Ancak kısa süren parçalarda değil, gelişme alanı ırticalen çaldığı anların yaratıcı kudreti yer yer hissedilir. Bunun için münhasıran piyano tesirlerine bağlı kalmayan liedleri ikinci planda kalmakta, her iki piyano konçertosunu da diğer eserleri arasında ayrı bir durum arzetmektedir.


Hastalık, vatan hasreti ve daimi özleyişlerin gölgesinde geçen hayatı, romana benzeyen yazılarda, sahte bir (şairliğin) konusu olmaktan kurtulamamıştır. Gerçekte, istidadı küçük yaşta beliren ve genç yaşta olgunlaşan bu sanatkar da çalışma yolunu tutmak zorunda kaldı. Beethoven’in öldüğü sene Joseph Elsner’in öğrencisi olarak Varşova’da umumi dikkat ve ilgiyi üzerine çekti. Viyana’da kaldıktan sonra (Temmuz İhtilali) sırasında Paris’e geldi. Orada piyanist olarak şöhret yaptı ve adı Avrupanın her tarafına yayıldı. Besteciliği de orada gelişti ve yükseldi. Bir yıl ölüm derecesinde hastalık çektikten sonra Paris’te öldü. Daha önce ölüm korkusu ile Majorka adasına çekilmişti.


Chopin’in yeni bir (fikri aristokrasisi)nin temsilcisi olarak gören Schumann genç besteciyi sonsuz takdir ifade eden şu sözlerle alenen selamlıyordu: (Şapkalarınızı çıkarın baylar, bir dahi geliyor. Şair olmak için kocaman ciltler doldurmak gerekmez; bir iki şiirle bu ünvana layık olabilirsin. Chopin de böyle şiirler yazmıştır).


 
 
 
 
#1 - Aralık 26 2006, 21:41:45
Enjoy the silence.

Bir “Piyano Dehası”: Frederic Chopin

Maria’ya deyim yerindeyse deli gibi âşık oldum.
Hemen bir vals besteleyip ona ithaf ettim. Paris’e döndüğümde
aynı ilhamla bu kez, başlı başına bir şaheser olarak
nitelendirilen “Opus 29” baladımı yazdım.



Chopin, 70’inci sayfada kaldığı yerden yaşam öyküsünü anlatmaya devam ediyor. Sekiz ay kaldığım Viyana’dan Paris’e gittiğimde, Varşova’nın Ruslar tarafından işgal edildiğini duydum. O günlerde günlüğüme şunları yazmışım:

“Düşman evimde... Çaresizlik içindeyim, inliyorum, acı çekiyorum ve mutsuzluğumu piyanoya döküyorum.”

Paris’te konserler vererek elde ettiğim geliri, ülkemin direnişcilerine gönderdim. Benim bu çabam, ünümü daha da artırdı. Liszt, Mendelssohn, Berlioz, Meyerbeer ve daha birçok müzisyenle o dönemde dost oldum.

Paris’in ünlü bankeri Rothschild Ailesi ile tanışmam benim için bir dönüm noktası sayılabilir. Rothschild’ler evlerini açıp benim konserler vermemi sağladılar.

Evim bir sanat merkezi durumuna gelmişti. Polonyalı şairler, Fransız yazarlar, besteciler, sanatçılar ve sevgili Liszt, hemen her akşam toplanıp sanat üzerine sohbetler ediyor, şiirler okuyor, piyano çalıyorduk. Hemen eklemeliyim, o günlerdeki büyük aşkım Kontes Delfina Potocka da bu toplantıların başkonuğuydu elbet. Kontes, Polonyalı’ydı. Paris’te tek başına yaşıyordu. Beş çocuk doğurmuş, çocuklarının hepsi ölmüş ve eşinden çok çekmişti. En sonunda evini bırakıp Paris’e gelmişti. Mutsuzdu... Ona Paris’te “Mahzun Kontes” diyorlardı. Ona âşık oldum. Birlikte çok güzel günler geçirdik. Kontes Delfina çok zeki, bilgili, anlayışlı bir bayandı. Benimle ilişkisini aşırı bir çılgınlığa varmayacak kararda tutmasını bildi ve bu güzel ilişkiyi, beni incitmeden, kendine yakışacak incelikte bitirdi.

Sağlık sorunum da olmasa herşey çok güzeldi. Sanatçı hastalığı olarak adlandırılan akciğer tüberkülozu olduğum anlaşıldı.

1835 Ağustos’unda, 5 yıldır görmediğim babam ve annemle buluşmak üzere gittiğim Karlsbad kaplıcalarından dönüşümde, Kontes Teresa Wodzinska’nın davetlisi olarak bir süre Dresden’de kaldım. Yıllar önce, bu ailenin üç genç delikanlısı babamın işlettiği pansiyonda kalmışlardı. Onları görünce çok mutlu oldum.

Onların en küçük kız kardeşleri Maria, şimdi yetişkin genç ve güzel bir kız olmuştu. Artistik yetenekleri ve müzik tutkusu ile mükemmel biriydi. Ona deyim yerindeyse deli gibi âşık oldum. Hemen bir vals besteleyip ona ithaf ettim. Paris’e döndüğümde aynı ilhamla bu kez, başlı başına bir şaheser olarak nitelendirilen “Opus 29” baladımı yazdım.

Maria ve ailesi de kabul edince nişanlandık. Fakat bu nişanlılık uzun sürmedi. Sağlığıma önem vermediğimi ileri süren Maria nişanı bozdu. Bu mutsuz anıdan kurtulmak amacıyla 1837 Temmuz’unda Londra’ya gittim. İyi ki gitmişim çünkü orada kaldığım sürece birbirinden güzel yapıtlar besteledim.

Sevgili dostum Liszt, 1836 Aralık ayında bir akşam, yanında erkek adlı ve tavırlı yazar George Sand ile birlikte beni ziyarete geldi. Asıl adı Aurore Dudevant’miş. Ne güzel bir ad! Aurore, “Gün doğuşu tanrıçası” anlamına gelir... Onu ilk görüşte sevmediğimi itiraf etmeliyim. O gece geç saatlere dek sohbet ettik. Ayrılırken beni Nohant’daki şatosuna davet etti ama ben gitmedim. Çünkü aklım Maria’daydı.

Maria’dan, nişanı bozduğunu ve benden ayrıldığını bildiren mektubu aldığımda kendimi kaybetmişim. Odamda bitkin yatarken içeri Aurore girdi.

Neden bu duruma geldiğimi öğrenmek istediğinde Maria’nın bana yazdığı aşk mektuplarını ona verdim. O mektupları okurken ben uyumuşum. Uyandığımda Aurore yine yanımdaydı. Aramızda, ikimizin de alışık olmadığı güzel bir sevginin ilk ışıkları doğmaya başlamıştı.

Aurore’nin, Nohant’daki çiftliğine davetini bu kez kabul ettim. Liszt ve birlikte yaşadığı Kontes Marie d’Agoult da bizimle birlikte gelmişlerdi. Günlerimiz çok romantik geçiyordu. Gündüz ormanda gezintiler yapıyor, sohbetler ediyor, Liszt ve ben odalarımıza çekilip yeni besteler üzerinde çalışıyor, akşam da yemekten sonra yeni çalışmalarımızı birbirimize dinletiyorduk. Temiz hava ve huzurlu ortam, sağlığıma çok iyi gelmişti. Aurore’nin gösterdiği ilgiyi, aşk değil de anne şefkati gibi görüyordum. Ona her geçen gün daha fazla bağlandım.

 Gittikçe kötüleşen sağlığımın yanısıra paramız da bitiyordu. Paris’e geçmeden önce bir süre Marsilya’da kaldık, oradan da Nohant’daki şatoya geçtik. Şatoda da çok güzel günler geçirdik. Ancak, bu güzel birliktelik, karşılıklı kaprislerimizle sarsılmaya başladı ve George Sand ile yollarımızı 1847’de ayırdık.

Londralı bir sanatsever zenginin kızı olan Jane Stirling’in davetlisi olarak 21 Nisan 1848’de Londra’ya gittim ve çok büyük bir ilgiyle karşılandım. İskoçya’da, Manchester ve Glasgow’da konserler verdim ama buranın havası da ciğerlerime iyi gelmedi. Londra’ya döndüğümde çok hastaydım. Buna karşın 16 Kasım 1848’de Londra’da Guildhall’de son bir konser daha verdim. Londra’da ölmek istemiyordum, kendimi biraz iyi duyumsayınca Paris’e döndüm.

Bu yaz kendimi biraz iyi duyumsadığımda birkaç beste daha yaptım ama artık herşeyin sonuna geldiğimi biliyorum. Ben belki yarın güneşin doğduğunu göremeyeceğim ama bestelerimin daha uzun yıllar sevilerek dinleneceğinden eminim. Bu da beni çok mutlu ediyor.

Büyük besteci Frederic Chopin 17 Ekim 1849’da yaşama veda etti. Vasiyeti gereği kilisede Mozart’ın “Requiem”i seslendirildi. Paris’te ünlü Pere-Lachaise Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yıllarca yanında taşıdığı Polonya toprağı da mezarına konuldu. Yine vasiyeti üzerine kalbi çıkarılıp Varşova’ya getirildi ve Krakow’da bir kilisede bir vazo içinde koruma altına alındı. Ancak Rus işgali sırasında Krakow bombalanırken kilise de yıkıldı ve Chopin’in kalbi Polonya toprağına karışmış oldu.

#2 - Şubat 06 2009, 17:26:17

nocturne no:20 tavsiye ederim.
#3 - Şubat 09 2011, 20:30:14

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.