Alternatifim Cafe

Altay ÖKTEM

Discussion started on Yazarlar

dark



Altay ÖKTEM 
Yerli, Yazar ve Şair 

Hayatı ;
Altay Öktem 1964 yılında İstanbul'da doğdu. Kuleli Askeri Lisesi ve Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1992'de yayınladığı Eski Bir Çocuk ve Sukuşu adlı kitaplarının ardından Beni Yanlış Öptüler Aslında, Çamur Şiir, Herşey: Oda Kırbaç Ayna ve Sokaklar Tekin Değil adlı şiir kitaplarını yayınladı. Filler Çapraz Gider ve Tanrı Acıkınca adlı romanları ve Aslında Saçları Siyahtı adlı öykü kitabı bulunan Öktem, alt kültürlerin iletişim araçlarını; fanzin ve müzik demolarını incelediği çalışmasını Şeytan Aletleri adıyla kitaplaştırdı. Türkiye'nin ilk fanzin sergisini açan, fanzin şiir antolojisi hazırlayan Öktem, sürekli olarak Hayvan, Penguen ve Yasakmeyve dergilerinde yazıyor.

Tüm Eserleri;
Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak,
Filler Çapraz Gider,
Genel Kültürden Kenar Kültüre 101 F,
Hayat Bazen Çentiklidir,
İçimde Bir Boşluk Var,
Parça Tesirli,
Sokaklar Tekin Değil,
Tanrı Acıkınca,



#1 - Ocak 10 2007, 18:21:54

Her uçurum kendinden daha büyük,
Daha görkemli bir uçurumdur aslında.
Başka bir yaraya dokun, başka bir dala;
Başka bir hayatla ödüllendir kendini.
Yaklaşan bir tufan kalsın geriye,
Gecikmiş
Bir kanama.

Kabuk tutmuş yaralarımı göstereyim,
İstersen usulca dokun damarlarıma.
Boşluğa bir ad takabildiysen eğer,
Sürtünürken zevk aldıysan kayaya
Boynu bükük durma!
Uçurumlar yaklaşıyor,
Yırtılıyor o buruşuk harita.

Atlılar geçiyor patikalardan,
Rüzgar tersten esiyor.
Bir gemi alabora oluyor kıyıda,
Eski suçlarımızı anlatıyor ayyaş bir keşiş
Bir yandan da övgü düzüyor yaraya.

Temiz bir uçurum bul kendine,
Kabuk tutmuş yaraları kaldırıp da yalama!
Doldur içine acemi bir rüzgarı, yutkundukça.
Uçurumlar doğrusun sana,
Düşerken tutunacak dallar doğursun,
Ufalanmış taşlar,
Yosunlu aşklar,
İlahi bir silah sesi doğursun.

Kabuğunu soy yaramın,
Bir yüzük gibi dola
Tetiğe dokunan parmağına.


Öteki-siz
(Eylül 2001 Sayı 9-Altay Öktem)
#2 - Ağustos 12 2008, 14:19:32

AÇIK KALP AMELİYATI

hepimize yeter bu aşk aralık tut kalbini
üşürsen temmuz tut, kar tanesinin
yumuşacık süzülüşü gibidir sevişmek bu kalabalıkta
her aşk biraz yaklaşmaktır kansız bir cinayete
her aşk taslaktır, tasadır belki de
yalnızca 5'i olan bir saate bakıp bakıp
ağlamamaktır, tutmaktır kendini boşalırken bile
kaybolan ya da ne bileyim güpegündüz çalınan
kum saatidir, çingene sesidir, hepsidir.

neşter girdi mi kalp guguklu saatin
ötmesini öğretir zamana; hasrettir zaman
kırılan aynaya. hepimize yeter bu aşk
neşter yetmez ama; tahta bir kazık, kızgın yağ
bir poşet tiner, yeni çekilmiş
ayak tırnağını yalamaktır
kapana uzatmaktır dilini
işlenmemiş suçları itiraf etmektir aşk

herkes birbirine fazla narkoz versin lütfen
rica ederim zorluk çıkarmayın baltaya
korkuluklara saygılı olun mesela, tırmanmayın
direklere neye yarar bu; neye yarar ısıtmak
dün ölen bir kadavrayı mor bir aşk uğruna

açık bırakıp bu kalbi ameliyat masasında
resim yapmalı, deli gibi resim yapmalı
kayıp bir turuncu kokusu var havada..




AŞK

biz seninle ikimiz şubat gibiydik
kayadan düşsek ağrımazdı bir yerimiz
küçücük bir taş görsek irkilirdik

öyle sıkılırdık ki birbirimizden içimiz kalkardı
bir şiiri tersten okumak bile anlamlıydı
karıncaları başparmağınla ezmek
sinek kanatlarını yakmak o günlerde

hiç boş kalmayan ama hep yalnız
bir otel odası gibiydik seninle
boşuna aldatılırdık, boşuna susardık
boşuna bakardık çöken bir balkondan kendimize

bir anlam veremezdik çekip gitmememize

her aşk
aynıdır zaten çoğalır kan kaybettikçe



AŞK ÜÇ KİŞİLİKTİR

yüzümde metresine dantelli don almış
taşralı tüccar mutluluğu var
yüzümde kırık bir şişeyi andıran
yanık izi var baba beni tahrik et
yaralı bir kuşun yanına göm beni
tek koluyla savaşarak tarihe geçen
bir halk kahramanı gibi abart kendini

acı dediğin yaşadıklarının izi değil
yaşamayı ıskaladıklarındır asıl
baba beni ahşap bir ev gibi düşün
yıkık dökük bir han gibi
uyurken saçımı okşa, uyanınca kundakla

herkes bilir; iki kişi sohbet edebilir ancak
bir kişi daha girmezse hayatlarına
aşk falan yoktur. aşk üç kişiliktir baba
cinayet içinse yüzlerce kişi gerekir

metresine molotof kokteyli taşıyan
pis bakışlı kambur bir oğlan kadar mutluyum
dönmemi bekleme boşuna, vuracaksan
sırtımdan vur beni baba
ne yana dönsem arkamda kalıyor hayat
ne yana dönsem sütü taşırmış
bir kadın telaşı. yüzüme bak baba;

sapından koparılmış gül kırmızısı..



AYNA

beni yanlış evlerde aradılar, süt dökmüş kedilerin,
kapısı kilitli dağların yamacında. gereğinden fazla
süren suskunluğun eşiğindeydim oysa.

kadınları, kuşları, kendimi. pamuk tarlalarını hiç
terketmedim ama. beni yanlış evlerde aradılar, ku-
rumuş bir bahçenin duvarında.

yüzüne yaz değmiş çocukluğun saflığındaydım,
kıskacında. orada.

çay içiyordu. sıkılıyordu. hamamda şarkılar söylü-
yordu görüntüm. işbaşı yapıyordu çalıntı zamanlarda.

oysa geri dönecek gücü kalmayana dek yüzüyordu su-
larda. ölümsüzlüğü düşlüyordu; paylaşılan bir ölümün
sınırını. iki yüzü keskin bir bıçağın kınını, onu.

ayna.

beni yanlış öptüler aslında.



DERS

-neden yalnızca geçmişin tarihi yazılır?
hocam, bir akarsu; adı yeryüzünde olmayan
dağlara tutunarak, göğe sürtüp yüzünü
beklenmedik denizlere kavuştuğu an

su,
susalım hocam

önce çocuklar konuşsun sonra hep
çocuklar konuşsun!

tek atışta ıskalanan bütün bilyeleri
toplasak hatmileri, begonyaları, yaşlı yüzleri
yoksul çocuk kentleri ele geçirilmeden
ne olurdu hocam paylaşsak şu ölümü

tarih sırra kadem basar mıydı ola?

zamanımız doldu hocam bu ders de bitti
artık vurabilirim seni



HERŞEY: ODA KIRBAÇ AYNA'DAN
EK III: DÜŞLER


ölüler sessizce çekip gitmeli hayatımızdan
bıktım kendimi yaralı
bir geyik gibi sırtımda taşımaktan
anı defterlerinin arasında kurutulmaktan
aslında hiç yaşanmamış olduğunu sandığım
o eşsiz yazdan

ölüler sessizce çekip gitmeli hayatımızdan
o düşü gördüğümü sana söylememiş miydim? o kadar mı
aldattım kendimi sana bunca yakınken.bunca yalanken ya-
şadığımız tek kişilik oda.
odalar. onlar. en yalın gerçeğimiz. ken.
bunca,
hayatı aynı anda nasıl yaşadık hâlâ
bir anlam veremiyorum kendi yalanlarıma
o düşü gördüğümü sana söylemiştim, emin değilim. simsi-
yah bir odadaydık ikimiz diğeri yoktu. diğeri yoktu bizi
kendimizle avutacak.

yetmedi çırılçıplak soyunduğumuz. daha da
çıplak olmalıydın çünkü dahası vardı çıplaklığının
derini soydum incecik. gittikçe daha şeffaf oluyordun kork-
muyordum bundan. kıpkırmızı titreşiyordu elimin altında
etin. göğüslerinin içi sapsarı yağ tanecikleriydi. incecik, be-
yaz, parlak sinirlerle doluydu her yanı
onları öylesine içten emdim
simsiyah bir odadaydık, artık eminim. o düşü gördüğümü
sana söyledim
sana başka şeyler de söyledim, artık önemi yok onların.
bunca yıl kendi yalanlarımla
ben ne mutlu yaşadım.

ölüler çekip gitmeli hayatımızdan
çünkü bir tek sen kaldın inandığım.

hatırlar mısın seni görmüştüm düşümde. bir kır kahvesinde
oturuyordun sarı tüyler vardı bacaklarında. göğüslerin çıp-
laktı
garson mağrur bir söğüt dalı gibi uzanmıştı yanına. elinde
pembe kapaklı bir kitap vardı. seni okuyorum, demiştin.
nasıl bir kitaptı, ne zaman yazmıştım, bilmiyorum. pembe
kapaklı bir kitaptı yalnızca
46.sayfayı açtın. daha dünmüş gibi hatırlıyorum
daha ölmemişsin gibi,sımsıcakmış gibi
avuçlarının içi,annem annem üstümdeki
hırkayı daha örmemiş gibi hatırlıyorum
46.sayfayı açtın.

kırmızı bir rujla altını çizmişsin bir dizenin,düş işte.
kırmızı bir rujun varmış gibiydi zaten
dudakların
bu dizeyi ancak bir kadın yazdırabilir insana
diyen sesin hâlâ kulaklarımda
oysa bir tek kadın bile tanımadım ben hayatımda
o dizeyi yazdıran zambak kokulu
küçük bir kızdır olsa olsa
hâlâ pişmanım bu gerçeği
hiçbir zaman söyleyemedim sana



İBRANİCE SEVDİM SENİ


*** bir kuşun kanadını okşar gibi
boynu kırılmış bir simitçinin yerlere yayılan
tezgahını toplar gibi ibranice sevdim seni

değişen bir şey yoktu, aynı sokaklardaydı bata çıka
yürüdüğümüz, durup kıyısında kustuğumuz aynı
cami avlusuydu, aynı bıçaktı dokundukça
parmakuçlarımız ıslandıkça, ağzımız kalınlaştıkça
kabardıkça sesimizin ulaştığı yerlerimiz
aynı bıçaktı girip girip çıkan yalnızlığımıza

kan akmazdı çünkü kandan daha anlamlıydı sevgimiz
canımız acımazdı elbet birbirimizden
acı yoksul bir köylünün kara sabanına takılan
altın dolu küpü sırtlamaktı, sarı bir hatıraydı
savrulup giden bir yaprağın ardında bıraktığı

bütün dillerini öptüm, yalnızca
ibranice sevdim seni..



KEDİLER

krallara yakışır asılmak
bir tüyün usulca düşüşü yere
gibi sessizce gelir karanlık
son sığınak da terk edilir
kediler ölmeden önce

üstüme gül koklayan bu kenti bırakırım
bırakır giderim, kentler kuşatılırken
kuşlar ölürken gökyüzü yalnızdır

ancak krallara yakışır asılmak
bir tüyün usulca düştüğü yerde
peygamberler gül koklamaz, yalan
çocuklar büyümek istemiyor işte
biz aşınıp küçüldükçe

son sığınak da terk ediliyor
kediler ölmeden önce

kafka, kutsa beni bu gece..



KUŞLARIM ÜŞÜYOR

cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
ben de üşüyorum desem kim inanır
bunca yıkıntının altında
bunca kırık cam batmışken ayaklarıma

belki yine seviyordur diye bir papatya kopartıyorum
yapraklarını yoluyorum, çiğniyorum, zıplıyorum üstünde
nasıldı bu fal, yani nasıl açılırdı bir kapının kilidi
anahtarı deliğe sokmadan önce

tüfek omuza deme komutanım, komik oluyorsun
omuzum olsa başka şeyler yüklerdim üstüne
bir palyaçonun burnunu örneğin
dövüşçü horozların kopan tüylerini
kullanılmış bir mendili koyardım
sonra sıyırırdım kendimi yeryüzünden
yok, yeryüzünü sıyırırdım kendimden

cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
geriye sayacağım söz veriyorum, vurmayın
vurmayın kuşlarım ağlıyor, geriye sayacağım
anne, hangi sayıdan başlayacağım?



MASAL

kavrulmuş bir karıncanın sağ salim
yuvasına dönüşü şarkılarda anlatılmaz
başka bir ses gerekir belki de, bilinen
tüm seslerin ötesinde; anne
koynuna al beni rahmine söz geçmez bu ıssız gecede

gitar çalma, susalım biraz yoruldum ağrımaktan
yoruldum bunca kesik ruhu tek başıma
taşımaktan, bir avuç kızgın kum bile yok
tutuşmuş saçlarını özlemeye vaktim yok
yok. yangınlara kızanları sildim kareli defterimden

bir kare de sen koy, üşenme
sanki soldan sağa ölmüş gibiyiz bu bilmecede
bu masalda dere tepe düz gitmiş kadar yorgunuz
argınız. azgınız. vallahi azız.
çok daha az olacağız bu pis gidişle
belki de seviştirmeye
vaktim olmaz kimseyi kendi bedenimle

çok gittik. dere tepe düz gitmiş bile
olabiliriz. ne dersin geri dönmeye; anne
sana söylüyorum olur olmaz zamanlarda ölme
taşınacak bir yük bile kalmayacak yoksa
bu kırışık cennette
yarım yamalak yaşayalım senle
kavrulmuş bir karınca kararınca; anca.



MAVERAÜNNEHİR DÖKÜLMEZ!

belki seni severim umurumdasın
yalnızsın, yaralısın, sarışınsın
bir kedi yavrusunun damdan düşüşü
kadarsın, ılıksın, suçlusun

çocuklar kızmazlar bana gidersem
susarlar derslerde -bu iyi- denklem çözmezler
fatih istanbul'u alır mı bilmem
ama maveraünnehir dökülmez!

önce ben öperim gizli yerlerinden
sıcak yerlerinden, buruk yerlerinden, korkak yerlerinden
sonra bütün mahalle öper umurumdasın
çocuklar kızmazlar bana dönersem
nasılsa maveraünnehir dökülmez!

bileyciler, çingeneler, teneke tamircileri...
her sözcük bir mermi gibidir bana
bir kadını bir kadın gibi izinsiz sevemem

belki umurumdasın evet umurumdasın
bir yaprak düşer yere; çıt. işte sonbahar
gibisin, ıslaksın, çok uzaktasın..



ŞİDDET, ELBET

bilgece susuyoruz artık saklamayalım
yıldızları tartaklanmış bir sonbahar gecesi
diz çökmüştük hatırla öteki dünyalara
dünyalar dediğim de ne, boşuna abartmayalım
karalarla denizler, çamurlar falan yani
toplasan hepsi hepsi batan bir geminin
sessiz, kıpırtısız can yelekleri

söze nasıl başlamalı basbayağı kan akıyor
ağzımı açtığımda düşlerimden içeri

bilgece susuyoruz çünkü susmak gecesi
patikada kaybolan o yaşsız çocukların
bir bildiği var elbet boşuna kaldırmazlar
coğrafya derslerinde küçük parmaklarını
ıslık çalmazlar, kuş vurmazlar, ağlamazlar boşuna

şiddet diyorsun ne güzel; şiddet, elbet
yoksa yalnız bir ardıcın dalları kırılır
çok ölünür daha, çok kaybolunur
biçimsiz bir kanamadır ah! hayat, anlamsız toprak
hiç kımıldamamış yaprak

bilgece susuyoruz artık saklamayalım
şiddet diyorsun ne güzel; şiddet, elbet
elbet, şiddet

elbet.



YALNIZLIK CİNAYETTİR

kendime kuytu bir ölüm arıyorum yalnızca kendime
düşlerime sokak kedilerinin gözleri giriyor, korkuyorum
boynunu kendi bileğine dolayıp asılan bir adam
kanını sulandırılmamış alkole banan
sokak satıcıları epey bilir bunu yalnızlık cinayettir

yalnızlık cinayettir bütün notalarda, bütün dillerde
bütün hecelerde, "a" sesinde, re minörde, mors alfabesinde
yalnızlık cinayettir kendi tükürüğüyle
ıslanan bedenlerde eski bir kokudur, yalnızca budur

ıslak paspas kokusudur, gece morudur
bileği tahriş olmuş bir kadının dinmeyen korkusudur
ansızın yakalanmasıdır bir kuşun kapana
trenin gecikmesidir istasyona yalnızlık cinayettir

sevişirken kramp girmesidir, ölürken birdenbire
sıçramaktır başka bir zamana, kadeh tutarken
elinin titremesidir, sesinin duyulmasıdır susarken
karnına saplanan bıçağı sevmektir yalnızlık cinayettir

cinnettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok iyi biliyorsun bunu
düşlerime kalabalık bir cadde giriyor. korkuyorum
saçlarını sırtından sallandıran kadınlar kadar
uzayıp gitmesi kadar bir aşkın telaşla
yanlışlıkla, su katılmamış bir sevişmenin ardından
ters yakılması kadar sigaranın, benim kadar
yani ellerim kadar, bedenim kadar, düşüncelerim
sırlarım, kaçışlarım kadar saçmadır yalnızlık cinayettir

cennettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok görüyorsun bunu
bütün delillerimi yaktım, beni ötelere götürecek
yollardan zaten uzaktım
her kadına yeni, bir zevk, her kadına
yeni kurulmuş tuzaktım bütün delillerimi yaktım
sonrası yok. sonrası çok gizli bir fotoğrafın arabı
yüzümüz siyah ve anlamsız, dışımız beyaz ve derin
sanki bir diktatör anıtı, kan akıtan bir nehir
işlenmemiş suçlarımız sanki yalnızlık cinayettir

cennettir
cinnettir
cinayettir.

zaman doldu
artık gidiyorum arkama bile bakmadan
arkaya bakmak çok eski huyudur
bazı çirkin adamların
zaman doldu
artık gizlemiyorum kendimi çok kadınla seviştim çoğu buluttu
basbayağı buluttu bildiğimiz buluttu dağılıp gidiyordu ben ço-
ğalttıkça
bir akşam usulca girdim kanıma
kendim karar verdim hep kendim karar verdim
yanlış da olsa sevdim pişman değilim, neden olayım?
bir akşam; üç gün üç gece poker oynamıştım
ne güzel. üç gün üç gece yeterince
içmiştik demek ki onar şişe, belki on beş
yirmi belki de.
abdullah, ah dostum, sevdiğim, çalı yüzlüm abdullah
kaç kurşun sıktı üstüme
yeterince içmiştik. vuramadı
vurdu, ben anlamadım belki de
belki de yavaş yavaş devam ediyorum ölmeye.
#3 - Kasım 08 2008, 14:06:50

Yeni Bir Günah Bulmalıyız Kendimize

İnsanın içinden vapur iskelesini yakmak geliyorsa ya insanın içinde ya da iskelede bir sorun var demektir.
Kutsal kitaplara kalırsa sorunun nereden kaynaklandığını bulmak kolay. Ama hayat aynısını söylemiyor bize. Yine de kutsal kitaplara; Nietsche'nin Zerdüşt'üne, Thomas Mann'ın Ütopia'sına, ya da yardımcı ders kitabı sayılabilecek Kozinski'nin Boyalı Kuş'una göz atmakta sayısız yarar var.

Bir sorunu çözümlemek için kuramsal yaklaşımlar yeterli olmaz, psiko-sosyal açıdan da kendimizi hazır hissetmemiz gerekir. Örneğin, faşistçe seviştiğimiz bir gecenin sabahı bu iş için uygundur. Ama ortalığı toplamak kaydıyla. Yatağın yaylarını tamir edip, devrilen bibloları kaldırmalı, avizenin kırılan parçalarını birleştirip tavana asmalıyız. Yanan perdeleri çıkarıp çöp kutusuna atmak, duvardaki lekeleri kazımak da gerekir.

Ayrıca geceden kalan yaraları varsa tentürdiyotla, yoksa kolonyayla temizlemeli, mümkünse gazlı bezle kapatmalıyız. Bu arada Camille Paglia'nin "Toplum ya da ahlak kurallarına uygunluk, ne politik sol ne de sağ tarafından sabitlenemez. Çünkü doğanın faşizmi, herhangi bir toplumunkinden daha ağırdır." sözünü hatırlayabiliriz. Ama şart değil.
Ancak ondan sonra vapur iskelesiyle ilgili sağlıklı bir karar verebiliriz. Elbette sağlıklı karar, çoğunluğun kabul edebileceği karar olmaz. Dünya tarihine kısaca göz atarsak çoğunluğun neler istediğini, bu isteklerin bizi hangi felaketlere sürüklediğini görürüz.
Doğanın faşizmi Hitler'in bile dudağını uçuklatabilecek boyuttadır. Ben doğa dedim ama siz daha kutsal isimler de takabilirsiniz. İki satır arasında adını anıverdiğimiz Hitler'in, kurmaylarına "halkın tabanına yönelik propaganda yapın" dediği de biliniyor. O gün bu gündür herkes bu geniş tabanı hedefliyor. Başarılı da oluyorlar. Çoğunluğa hitap etmek, çoğunluğu etkilemek onlar için başarının anahtarı.
Bu sihirli formülü her konuya uygulayabiliriz. Diyelim şarkı sözü yazacağız, çoğunluğu göz önünde bulundurarak "oynama şıkıdım şıkıdım" şeklinde bir cevher yumurtlarsak, tutar. Tabii bunu yumurtlayabilecek kadar dar açılı bir dübürümüz varsa...

İnsan doğanın bir parçası olmasına karşın, insan eylemlerinden bir tek sevişmenin faşizanlığı hoş görülebilir. Hatta teşvik edilebilir. Çünkü güzellik kavramı görecedir ve bizim güzel dediğimiz şey bir sanıdan ibarettir. İnsanlar ne kadar az terbiye edilmişlerse -yani ne kadar az toplumsallaşmışlarsa- cinselliğin içerdiği şiddet dozu o derece yüksektir.
Kendi doğal yapısının tersine, toplumsallaşan, terbiye edilen insanın yaşadığı trajediyi hepimiz görüyoruz.
Kusura bakmayın, acele ediyorum; elimdeki kibrit sönmeden şu iskele sorununu çözümlemem gerek. İskele burada bir metafor. Direkt olarak iskeleden söz etmiyorum. Siz onun yerine kendi kafanızdaki iskele imajını koyabilirsiniz. Yerine göre bir dağ kulübesi de olabilir bu, bir gökdelen de. Yatak odanızdaki elbise dolabı bile olabilir.
Elinize büyükçe bir terzi makası alıp dolaptaki elbiselerin hepsini küçük parçalara ayırırsanız sorun kendiliğinden çözülür. En azından büyük bir yükün sırtınızdan gittiğini hissedersiniz. Hem yük burada metafor falan değil. Gerçek anlamda yük.

O zaman kibrite de gerek kalmaz. Üfleyin gitsin.

İskeleye bağlanmış bir vapurla; açık denizlerde sürtmeye kalkan, hiçbir iskeleye yanaşmayı kendine yediremeyen, gerekirse bu uğurda batmayı bile göze alan bir vapur arasındaki farkı anlamak kolaylaşır.
O faşistçe seviştiğimiz gece, eğer sabahında bu farkı anlamamızı kolaylaştırıyorsa, işlevini fazlasıyla yerine getirmiş demektir. En azından, yeni bir günah bulmuşuzdur kendimize.
Bir deneyin. Herhangi bir gece... hatta zaman kaybetmeyin, hemen bu gece... Neyse, canınız cehenneme!


Altay Öktem
#4 - Haziran 30 2009, 00:18:32

Katil Bulunana Dek Her Ceset Masumdur

solmuş bir çiçek kadar erdemlisin sevişirken
kırılgan ve biraz hafif
bir tüy süzülüyor gözlerinin önünden
zirveye düşer gibi ölüyorsun aniden
aniden paslı bir maymuncukla açılıyor yüz yıllık kapın
tastamam uyuyor deliğe ayna
çünkü yüzün yansıyor ıskalanmış aşklara

katili bulunana dek her ceset masumdur
herkes geç kaldığı kadar aittir hayata

kolay ölümler yavaşlatır zamanı
ağır ağır soyunursun, göğüslerin uzaklardan bir anı
kanamalı bir ilkbahar sabahı, çarpık
bir hüzünle istasyona yanaşan
buharlı bir kara tren bacaklarının arası

nemli, hep buharlı, isli ve suskun
kanattığı yerden başlar onarılmaya
buruşturup atar geçtiği rayları

katili bulunana dek her ceset masumdur
morardıkça güzelleşir, koktukça çürütür aşkı

kara bir tren kadar seviyorum,
buruşmuş raylar kadar
boğazını parçalayan itinalı bıçağı

(Varlık, Nisan 2001)
#5 - Haziran 30 2009, 13:37:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''


Tuğla


sarayıma kim soktu bu kadar soytarıyı
bu kadar ölüme aynı anda
nasıl katlanır insan üstelik yalnızsa
üstelik bir tren çıktığı raya
tekrar dönmek için kendini yakmışsa

küçük kırmızı tuğla
her şeyi baştan anlat bana

"serseri"yi en çok kurşunda seviyorum
yeniden kanarken seviyorum
kabuk tutmuş yaraları, ruhumdaki
delikleri tıka basa dolduruyorum
sokaktan topladığım paçavralarla

küçük kırmızı tuğla
her şeyi baştan anlat bana

her adımda yepyeni bir uçurum
keşke düşsem diyorum tam kurtulurken
tam ölürken ter içinde uyandırılıyorum
minik bir serçe yavrusunun tırnakları
onarıyor uykulu bakışlarımı

küçük kırmızı tuğla
her şeyi baştan anlat bana

anlat: kim soktu bu kadar soytarıyı sarayıma
cariyemi kim değiştirdi gündüz vakti
vahşi bir kaplan yavrusuyla
vezirimi kıran taşı kim yükledi sırtıma

anlat bana küçük kırmızı tuğla
nasıl düştün bu yanlış
hayatın arka sokağındaki kaldırıma




Düşler

ölüler sessizce çekilip gitmeli hayatımızdan
bıktım kendimi yaralı
bir geyik gibi sırtımda taşımaktan
anı defterlerinin arasında kurutulmaktan
aslında hiç yaşanmamış olduğunu sandığım
o eşsiz yazdan

ölüler sessizce çekilip gitmeli hayatımızdan
o düşü gördüğümü sana söylememiş miydim? o kadar mı
aldattım kendimi sana bunca yakınken. bunca yalanken ya-
şadığımız tek kişilik oda.
odalar. onlar. en yalın gerçeğimiz. ken.
bunca,
hayatı aynı anda nasıl yaşadık hâlâ
bir anlam veremiyorum kendi yalanlarıma
o düşü gördüğümü sana söylemiştim, emin değilim. simsi-
yah bir odadaydık ikimiz diğeri yoktu. diğerleri yoktu bizi
kendimizle avutacak.




#6 - Eylül 20 2009, 22:54:42
”Yaşıyorum, beni meşgul etmeyin. “ Bu bir cümledir. Fakat isterse dize de olabilir, özlü söz de. İnsan da böyledir. Ne isterse olabilir, hatta insan bile olabilir.

Aşk Filmine İki Kişilik Bilet Alınmaz

Hiç kimseyi özleyecek kadar sevmiyorum kendimi. O yüzden sevdiğim her kadını, bırakıp gittiğim her şehri, katlayıp arka cebime koyduğum, ayılınca bulamadığım her şiiri bir daha asla hatırlamıyorum. Yalnızca kadınları, şehirleri şiirleri değil, kendimi de unuttuğumu gösteriyor bu. İnsan en çok kendini terk ediyor.

Aşk anlatan filmlere bir bilet alıyorsak ve karanlık bir salona girip filmin başlamasını bekliyorsak terk edilmişiz demektir. Hem de bir başkası terk etmemiştir, düpedüz kendimiz terk etmişizdir, kendimizi.

Dışarıda sevişebileceğimiz onca yer vardır oysa. Sinema solunuysa karanlıktır. Senarist başarılıysa iyi bir öyküsü, bir kurgusu vardır filmin, oyuncular başarılıysa çok gerçekçi oynamışlardır rollerini kameralar başarılıysa çok güzel açılardan, çok etkileyici sahnelerden göreceğimiz kesindir. Film bizi oturduğumuz koltuktan alıp bambaşka dünyalara savuracaktır. Hiç farkında değilizdir ama; aslında kendi hayatlarımız bambaşkadır!

Oysa soğukta, bir sokak arasında sevgilinin çatlak dudaklarına kaçamak bir öpücük konduran kişinin cebimde bir değil, iki bilet vardır. Gören olur diye kaçamak, tedirgin bir öpücük kondurur önce; ama dudaklar birleştiği anda kim görürse görsün; hararetle emme işlemi başlar. Eğer cebindeki iki biletin farkındaysa insan, ne soğuğa ne de sokağa aldırır; ortalıkta sevişir. Bir daha da gitmez aşk filmlerine.

Sinema salonunu dolduranlarsa yalnızdır, yaralıdır. Her zaman tek bir bilete yetecek kadar cesaretleri vardır. Cebinde iki bileti olanlarsa sokaklardadır zaten.

Aşk asla filmler gibi yaşanmaz. En gerçekçi filmde bile ince ince hesaplanmış, nakış gibi işlenmiş bir kurgu vardır. Kurgu işte; adı üstünde, kurulan şey. Giriş, gelişme, sonuç falan...

Gerçek yaşamdaki aşkta bu bölümlere rastlayamayız. Rastlasak da bu sırayla ilerlemez aşk. Örneğin giriş bölümü aşkın sonunda olabilir.En baştan girilirse belki işin heyecanı kalmaz, gizemi bozulur, hiç girmezsen de platonik aşk olur, o da sıkar tabii. Gelişme diye bir şey yoktur aşkta. Çünkü gelişme bir sürekliliği içerir aşkta ise sürekli olan hiçbir şey yoktur. Bir gelişir, bir geriler, karışık, karmakarışık olur hayatın. Filmlere en benzemeyen yanı da sonuç bölümüdür aşkın. Filmin sonunda ışıklar yanar, salon aydınlanır ve kalabalığa karışırsın. Aşkın sonunda ise yapayalnız kalırsın.

Aşk filmine iki kişilik bilet alınmaz. Zaten iki kişilik aşk da olmaz. İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir, kavga edebilir, yemeğini paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk,
bir başkasına "rağmen" yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken yalnızca onu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir.

Peki aşk filmine üç kişilik bilet alınabilir mi? Alınır tabii. Üç, dört, yada beş kişilik... O zaman grup olarak sinemaya gidilmiştir, bu da çok doğal, hatta eğlenceli bir durumdur. Tek kişi yalnızlıktan, böyle bir kalabalık ise birlikte eğlenme isteğinden aşk filmine gidebilir, çok normal. Ama birbirine aşık olan iki kişi asla aşk filmine gitmez. Çünkü filmin konusunun hayatın konusuna hiç benzemediğini yaşayarak öğrenmiştir onlar.

Tesadüf bu ya; cebinde tek bir biletle sinema salonuna girip, koltuğa kurulup filmin başlamasını beklerken yine cebinde tek bir bileti olan biri gelip yanınıza oturabilir. Sokakta karşılaşsanız belki aşık olacaksınız birbirinize. Ama iki saat boyunca yan yana oturursunuz, soluklarınız birbirine karışır ve hiçbir şey hissetmezsiniz. Oturup
filmi izlersiniz paşa paşa. Nedeni çok basit, yan yanasınız ve tam karşınızda bir perdede olup biteni seyrediyorsunuz yalnızca.


Aşkta karşı karşıya olabilirsiniz, yada arka arkaya, o kadar.


Aşk, asla yan yana olmamaktır...
#7 - Ekim 19 2009, 23:37:44
« Son Düzenleme: Ekim 19 2009, 23:38:09 Gönderen: Diyez »

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.