Alternatifim Cafe

Sümer Medeniyeti Üzerine Bir İnceleme ( sosyolojik araştırma ! )

Discussion started on Sosyoloji

Sümer Medeniyeti Üzerine Bir İnceleme

--------------------------------------------------------------------------------







Mezopotamyada kurulan medeniyetlerden en eskisi Sümer medeniyeti. Bu medeniyeti incelemeye geçmeden önce şu birkaç hususu belirtmekte fayda var: Mezopotamya, Eski Yunancadan gelme bir sözcük; mesos (orta) ve potamos (ırmak) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuş ve ırmaklar ortasında kalan yer demeye geliyor; imdi Mezopotamya, Fırat ile Dicle ırmakları arasında kalan bölgedir. Bu bölgeye Araplar Beynnennehr derken, bu bölgenin adı Tevrat’ta da Sincar olarak geçiyor. Zaman içinde bu bölgeye Sâmiler, Sübârîler, Gutiler, Fenîkeliler ve İbrânîler başta olmak üzere çok sayıda kavim yerleşmiş.


Sümerlerin yaşadığı coğrafya bugünkü Bağdat’tan Basra Körfezine kadar uzan coğrafya. Bu coğrafyada ilk yerleşimlerin M.Ö. 4000-3500 târihleri arasında Obeytlilerle başladığı sanılmakta. Obeytlilerin kökeni tam olarak bilinmese de Sâmi ırkından olmadıkları hakkında genel bir kabûl var. Ancak zaman içinde Güney Mezopotamyaya kuzeyden inen Sâmiler, Obeytlilerle kaynaşınca ve bir de bölgeye Sümerler gelince ortaya melez bir ırk çıktı. İlk Obeytlilerin ise Îran üzerinden geçerek buraya geldiği sanılıyor. Bu kavmin gerçek adı ise bilinmiyor, kurdukları yerleşim bölgelerine âit hemen tüm kalıntıların Tel el-Obeyt köyünde bulunmasından dolayı onlara Obeytliler adı veriliyor. Obeytlilerin yanlarında Îran medeniyetinden birçok unsur getirdikleri sanılıyor; söz gelişi tarıma elverişli olmayan toprakları elverişli hâle getirmeyi sağlayacak yöntem ve teknikler hakkında bilgi ve araç gereçler ile çanak çömlek yapımcılığı bu cümleden. İmdi kimi târihçiler Sümer medeniyetine Obeyt kültürünün özgün katkılarının olduğunu düşünüyor, kimi târihçiler de aslında Obeytlilere özgü bir kültürün mevcut bulunmadığını, onlara özgü sanılan kültürün oluşturucu öğelerinin başka kültürlerden devşirme olduğunu savunuyor. Ancak şurası kesindir ki Güney Mezopotamyada tarımcılığın başlamasına ve gelişmesine ilk ve en önemli katkıyı Obeytliler yaptı. Daha sonra da Sümerler bu işte büyük başarılar kaydettiler, bunları yaparken de işe ilk önce bataklıkları kurutmakla ve su depoları ile sulama kanalları yapmakla başladılar. Zamanla da bu başarılarla anılmaya başladılar; imdi Sümer adı yerel dilde Sum-Er olarak bilinir ve anlamı da su adamı veya suyu denetleyen adamdır.


Sümerlerin kökeni hakkında da kimi araştırıcılar çeşitli görüşler ileri sürmekte. Bu araştırıcılardan kimileri Sümerlerin Orta Asya’dan M.Ö. 4000’lerde kalkıp Mezopotamyaya geldiğini ve Eski Türklerle akraba olduğunu iddiâ ediyor. Bu araştırıcılara göre neolitik çağda ortaya çıkan birtakım iklim değişiklikleri Orta Asya’da büyük kuraklıklar meydana getirdi ve bu coğrafyadan göçler başladı, Sümerler de bu göçlerle Mezopotamyaya geldi. Öte yandan kimi araştırıcılar da Sümerlerin Anadolu’ya oldukça yakın bir bölgeden M.Ö. 3300’lerde göç ederek Mezopotamyaya geldiğini iddiâ ederken, kimi araştırıcılar da Sümerlerin Hint kökenli bir kavim olduğunu ve siyâsî anlaşmazlıklar nedeniyle Hindistan’dan göç ettiğini iddiâ ediyor. Ne var ki Sümer dilinin Hint-Avrupa dillerinden hiçbiriyle en ufak bir akrabalığı kurulamamış ve Hint kökenli bir kavim olduklarını doğrulayabilecek sağlam bir bulguya da ulaşılamamıştır. Nitekim Sümer dili Hint-Avrupa dillerinden farklı olarak çekimli değil; tıpkı Türkçe gibi eklemeli bir dildir; ancak ekler de Sâmi dillerinden farklı olarak ön ekler biçiminde değil; son ekler biçiminde eklenir ve kök sözcüklerde de herhangi bir değişiklik yapılmaz. İmdi Sümer dili ile Türkçe arasındaki bu benzerlik Sümerler ile Eski Türklerin akraba olabileceğini düşünenlerin ellerini güçlendirebilecek türde bir argüman. Hem üstelik Sümerlerin siyâsî ve toplumsal yaşamları da Eski Türklerinkiyle çok ciddî birtakım koşutluklar taşıyor. Ne var ki bütün bunlar bu akrabalık ilişkisini olumlamamız için yeterli değildir. Öte yandan şunu çok açık bir biçimde görmemizi sağlamaktadır: kavimlerin yaşadığı benzer siyâsî ve toplumsal koşullar benzer kurumlar ve ilişki biçimleri doğurur.


*


Mezopotamyada tarımcılığın gelişmesi ve dolayısıyla da medeniyetlerin doğuşu hiç de kolay olmadı. Bölgeye su getiren Fırat ve Dicle ırmakları her mevsim cömert davranmıyor; bölgede yaz mevsimlerinde su bulmak büyük bir sorun hâline geliyordu. Hâl böyle olunca su depolarına ve sulama kanallarına ihtiyaç duyuldu. Ancak bunların sağlanması için de tek tek bireyleri aşan örgütlü bir mekanizmaya gereksinim vardı. Bu gereksinim de ilk defâ Sümerlerde ortaya çıktı. İmdi Sümerler, Güney Mezopotamyada tarıma elverişsiz bir toprak yapısı bulmuştu. Her ne kadar Obeytliler tarımcılıkta önemli adımlar atmış olsalar da bölgenin genel dokusunu değiştirememişlerdi. Sümerler ise gidecek başka bir yer arama arayışına girmediler ve bölgenin toprak yapısını değiştirmeye koyuldular. Bunu da en temelde su depoları ve sulama kanalları yaparak başardılar. Ne var ki bu işler tek tek bireyleri aşan işlerdi ve kollektif bir teşkilâta ihtiyaç duydular. Zaman içinde geliştirdikleri mekanizmalar aracılığıyla da devletin doğuşunu sağladılar.


Kent-devletleri içinde yaşamlarını sürdüren Sümerler tarım ve hayvancılıkta kazandıkları başarılar sâyesinde kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayabiliyor, başka kavimlerle erken dönemlerde herhangi bir alışverişte bulunmuyordu. Bu kavimlerden her birinin de kendine özgü bir kültürü vardı ve bunlar kendi kültürlerini diğerlerine benimsetmeye de çalışmıyordu. Bu kavimler kendi kültürlerini salt kendi nesillerine aktarıyor; böylelikle kültürlerini koruyabiliyordu. Buna da en büyük katkıyı kuşkusuz çivi yazısı yapmıştı.


Zamanla Mezopotamyalı kavimler arasında tarıma dayalı ticâret başladı. Daha sonra da Mısırlı tüccarlarla birtakım ticârî faaliyetlere giriştiler. Böylelikle Mezopotamyada değerli mâdenlerde bir artış ortaya çıktı ve tüccarların toplumsal statüleri de yükseldi. İmdi bölgede ticâret geliştikçe güvenlik gereksinmeleri de artıyordu. Nitekim Avrasya’dan gelen istilâcı-göçebe kavimler ticâret yolları üzerinde birtakım tehlikeler yaratıyor, tüccarların gözünü korkutuyordu. Öte yandan bu kavimler su depoları ve sulama kanalları için de önemli bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Böylelikle Sümerlerde devlet mekanizmaları giderek güçlenmeye ve halka güven telkin edecek bir yapılanma oluşturmaya başladı. Bu süreç içinde halktan alınan vergiler de arttırıldı ve ilk olarak da askerî teşkilât kuruldu. Zamanla kent-devletleri arasında bir tür silâhlanma yarışı başladı ve artık salt öteki kavimleri değil; birbirlerini de birer tehdit olarak algılamaya başladılar, en çok da güçlü bir kent-devletinin başka bir kent-devletini siyâsî egemenliği altına almasından ve insanlarını köleleştirmesinden endişe ettiler. Öte yandan yöneticiler de bu tehdit algısını sürekli arttırıcı bir rol üstlendiler; bu artışla birlikte de siyâsî egemenliklerini güçlendirmeye çalıştılar.


Yöneticilerin siyâsî egemenliklerini güçlendirmede kullandıkları araçlardan bir diğeri de halkın inançlarıydı: Güney Mezopotamya coğrâfî özellikleri nedeniyle gökyüzü olaylarını izlemeye pek elverişliydi. Zamanla bu olayları şu ya da bu şekilde anlamlandırmaya çalışan bir insan kitlesi ortaya çıktı ve kendilerine gizemli bir görünüm vererek inanları etkilemeyi başardılar. Bu insan kitlesi bölgedeki ilk râhiplerin de hocaları oldu. Zamanla râhipler ve yaptıkları işler hem nitelik hem de nicelik bakımından arttı ve baş râhibin yönetici olması uygulamasına geçildi; böylelikle Sümerlerde monarşi rejimi kurulmuş oldu. Zamanla bu gökyüzü olaylarını birtakım tanrılarla ilişkilendirmeye başladılar ve böylelikle kendilerine belirli bir inanç sistemi kurdular. İmdi baş râhip olan krallar yapıp ettiklerinin tanrıların isteği olduğunu halka kabûl ettirmeye çalıştılar ve iktidarlarının meşruiyetini de teokratik bir temele oturttular. Siyâsî egemenliklerini bu yolla da güçlendirmeye çalıştılar. O kadar ki kimi krallar kendilerini tanrı ilân etmeye kalkıştı. Söz gelişi Kral Naram-Suen bu cümleden. Ayrıca kimi krallar da halkı belli başlı birtakım tanrıların oğulları olduklarına inandırmaya çalıştı. Söz gelişi Kral Gudea da bu cümleden.


Böylelikle Sümerler tanrılarına ve tanrılaştırdıkları krallarına ibâdet amacıyla özel birtakım tapınaklar kurmaya başladılar ve zamanla bu tapınaklar toplumsal yaşam ve ilişkilerde merkezî bir konum kazandı. Tapınakların yanına da tapınak kuleleri; nâmı diyar: zigguratlar inşâ ettiler ve tanrılarının yeryüzüne indiklerinde bu zigguratların üst bölümünde ikâmet ettiklerine, oradan aşağıya da büyük ve uzun merdivenlerden indiklerine ve halkı denetlediklerine inandılar. Ayrıca bu üst bölümlere özel birtakım odalar yaparak buralarda tanrılarının özel birtakım ihtiyaçlarını karşıladılar; söz gelişi tanrılarına banyo yaptırdılar, elbiselerini değiştirdiler, tuvalet ihtiyaçlarını karşıladılar. Hem üstelik tanrılarının evlilik törenlerini ve gerdek gecelerini de bu özel odalarda gerçekleştirdiler. İmdi Sümerler tanrılarına pek çok insansal özellik atfetmişti ve bunlardan bir diğeri de ölümdü; böylelikle zigguratların özel bir bölümünü de türbelere ayırdılar. Tapınakların orta kısmına da birer sunak yaptılar ve çeşitli zamanlarda çeşitli törenlerde tanrılarına hediyeler sundular. İmdi her kent-devletinin kendi tanrıları, kimilerinin de kendi tanrı kralları vardı ve onların tapınakları kent-devletlerinin en görkemli yapılarıydı. Evlerini, iş yerlerini, pazarlarını vb. de bu tapınakların etrâfına inşâ ettiler. Kısa zamanda bu tapınaklar salt ibâdet mekânları olmaktan çıkarak ekonomik, siyâsî ve kültürel birtakım faaliyetlerin yürütüldüğü mekânlar hâline geldi. Ortak kültürel bağlar geliştikçe de bir kent-devletinin tanrısı başka bir kent-devleti tarafından da benimsenmeye başlandı ve böylelikle Sümer mitolojisi önemli gelişmeler kaydetti.


*


İmdi bu noktada Sümer kent-devletlerini biraz daha yakından inceleyelim: Tevrat’tan öğrendiğimize göre Sümerlerin önde gelen kent-devletleri şunlardı: Uruk, Lagaş, Eridu, Nippur, Kiş ve Ur. Bu kent-devletleri arasında en çok Uruk, Sümer medeniyetinin gelişmesinde büyük bir rol üstlendi; nitekim Uruk’ta ticâret ve ticârete bağlı diğer gelişmeler daha yoğun bir biçimde kaydedildi. Hâl böyle olunca Uruk kralları da diğer krallar gözünde hep daha fazla îtîbâr topladı. İmdi bu kent-devletini biraz daha yakından inceleyelim:


Uruk kenti Tevrat’ta Erek adıyla anılır. Sümerler ise Unug demiş. Uruk adı ise Akadlıların verdiği bir ad. Kentin surları ise Gılgamış tarafından yaptırılmış ve uzunluğu da yaklaşık olarak 10 km. Neolitik çağda bu kent kısa bir zaman içinde tarım kenti hâline gelmiş. Kentte ticâretin gelişmesi daha sonraları olmuş. Nitekim Urukluların evlerinde yapılan kazılarda rastlanan metâl eşyâlar geç dönemlere târihlenir.


Urukluların kent tanrısı Anu’ydu ve kentlerinin koruyucusu da İnanna’ydı. Sümer mitolojisinde Anu gök tanrısı, İnanna da bereket tanrıçası olarak anılır. Ben bu mitolojiye daha sonra bakacağım, şimdilik bunları bir tarafa bırakalım. İmdi kentin en önemli yapıları da Anu tapınağı ile İnanna tapınağıydı, İnanna tapınağının adı Ana’ydı. Bu tapınaklara çok sayıda ve geniş odalar yapmışlar. İmdi bu da Uruk’un zengin bir kent-devleti olduğuna yoruluyor. Hem üstelik râhiplerin tuttuğu tapınak kayıtları da bunu destekliyor. Bu iki tapınak aynı zamanda da tapınak süslemeleri ve kabartmalarıyla pek meşhurdu.


Uruk kenti hakkında Sümer mitolojisi bir dizi anlatıyla dolu. Bunlardan en önemlisi de kuşkusuz Gılgamış Destânı olsa gerek. Bu destâna bakmadan önce Sümer mitolojisinin Uruk kentinin nasıl zengin bir kent olduğunu açıkladığı Uruk Destânına şöyle bir bakalım: bir vakitler Fırat’ın kenârında bir söğüt ağacı varmış. Şiddetli rüzgarlar onu kökünden kopartıp sürüklemiş ve Ana’nın bahçesinde gezinirken İnanna bu ağacı görmüş. Kendisi bundan bir sedir yapmak istemiş; ancak ağaç yeteri kadar büyük değilmiş. Bunun üzerine İnanna onu bahçesine dikmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş ve artık sedir yapma zamânı gelmiş. Fakat ağacın dibine yılanlar, tepesine de kuşlar yuva yapmış. Buna üzülen İnanna ağlamaya başlamış. O sıralarda tapınakta olan Gılgamış, İnanna’ya onu üzen şeyin ne olduğunu sormuş. İnanna da olayı anlatınca Gılgamış derhâl kılıcına davranmış ve ağacı yılanlardan ve kuşlardan arındırmış, sonra da keserek Uruklulara sedir yapmaları için vermiş. Kısa bir süre sonra İnanna karşısında sediri görünce çok sevinmiş ve Uruklulara birtakım hediyeler sunmak istemiş. Derken Uruk’u Sümer ülkesinin en gelişmiş kenti yapmaya karar vermiş ve babasının sarayından bilgelik yasalarını çalarak Uruklulara hediye etmiş. Bunun üzerine Uruk, Sümer ülkesinin en gelişmiş kenti olmuş.


Gılgamış’ın asıl ünü ise Gılgamış Destânından gelir: kendisi çok güçlü, çevik, atılgan, cesur ve bilgin bir kralmış. Karşısına güreşmek için çıkan tüm rakiplerini bir solukta yere serermiş. Zamanla ünü tüm Sümer ülkesine yayılmış. Sümerler onu tanrılaştırmış. Ne var ki tanrılar Gılgamış’ı ve îtîbârını kıskanmışlar. Bunun üzerine Anu’dan Gılgamış’ın îtîbârını sarsacak bir yarı tanrı yarı insan yaratmasını ve Gılgamış’ın üzerine yollamasını istemişler. Anu da Enkidu’yu yaratmış ve Gılgamış’ın önüne çıkartmış. Hemen orada güreşe tutuşmuşlar ve günlerce yenişememişler. Bunun üzerine güreşi bırakmaya ve dost olmaya karar vermişler. Dostluklarını ölümsüz kılmak için de bir orman kurmak istemişler. Ne var ki Huvava’nın arâzîsinden izinsiz geçmeleri üzerine Huvava onları tanrılara şikâyet etmiş. Böylelikle tanrıların bu ikiliye olan öfkesi artmış. Onları öldürmesi için üzerlerine bir boğa göndermişler. Ancak bu ikili bu boğayı öldürmeyi de başarmış. Enkidu’nun hangi amaçla yaratılıp sonunda hangi işlere kalkıştığına çok daha fazla öfkelenen tanrılar onu (kaynaklarda adı geçmeyen) bir hastalıkla cezâlandırılarak öldürmüşler. Buna Gılgamış çok üzülmüş, sıranın şimdi kendisinde olmasından da çok korkmuş. Bunun üzerine kendisini ölüm cezâsından kurtaracak bir formül arayışına geçmiş ve bu formülü verebilecek bir bilge aramaya başlamış. Tanrılar nasıl olsa böyle bir formül bulamaz diye Gılgamış’ı engellememişler; hem üstelik bu arayış sırasında yorgun düşmesine ve çeşitli acılar çekmesine de fırsat vermişler. Gılgamış yıllarca böyle bir bilge aramış, günlerden bir gün de tanrıça Siduri’ye rastlamış. Siduri onu bu arayışından vaz geçirmeye çalışmış, günü geldiğinde nasıl olsa öleceğini söylemiş ve şimdi zamânı varken hayâtın güzelliklerinin tadını çıkartması gerektiğini öğütlemiş. Fakat Gılgamış, Siduri’yi dinlememiş ve yine yollara düşmüş. Sonunda da bilge Utnapiştim’e rastlamış. Utnapiştim de ona ölümsüzlük bitkisinin yaprağından yemesini ve bu bitkiyi nerede bulacağını söylemiş. Bunun üzerine Gılgamış yine yollara düşmüş ve aylarca yol gitmiş. Sonunda da bu bitkiyi bulmuş; ancak yaprağı hemen yemek istememiş. Bedeni çok yorgun, üzeri de kir pas içindeymiş ve bu şekilde ölümsüzleşmek istememiş. Bunun üzerine bir parça yaprak kopartmış ve cebine koymuş, sonra da yakınlardaki nehre gidip hem bedenini dinlendirmeye hem de üstünü temizlemeye karar vermiş. Bunu fırsat bilen tanrılar da nehirdeki bir yılana Gılgamış’ın cebindeki yaprağı yemesini buyurmuş. Yılan da sinsice Gılgamış’ın yanına sokularak yaprağı yemiş. Bunu gören Gılgamış da artık yolun sonuna geldiğini anlamış ve hemen orada cezâsı infaz edilmiş.


Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Lagaş’tı. Bu kentin araştırıcılar için önemi büyük; nitekim Lagaş kazılarında binlerce tablet bulundu ve bunların neredeyse tamâmı okundu. Sümerler hakkında bugün îtîbârîyle bilinenlerin büyük bir bölümü de bu tabletlerden sağlandı. İmdi Lagaş da oldukça zengin bir kentti. Bu kentte çok sayıda tapınak vardı ve bunların odaları da fazlaydı. Lagaş en zengin dönemini ise Kral Urgakina döneminde yaşadı. Bu zenginlik zamanla diğer kent-devletlerini kıskandıracak düzeye ulaştı ve Lagaş üzerinde siyâsî egemenlik kurmaya çalıştılar. Lagaş’ı siyâsî egemenliği altına almayı başaran ise Uruk kralı Lugalzagizi oldu. Böylelikle Uruklular ile Lagaşlılar zaman içinde kaynaşacak ve ortak kültürel bağlar kuracaktı.


Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Eridu’ydu. Kimi araştırıcılar Eridu’nun Sümer ülkesinin ilk yerleşim bölgesi olduğunu ve Sümer ülkesine yayılımın buradan başladığını söyler. Kentteki kazılar da Eridu’nun tufandan önce kurulduğunu gösteriyor. Ayrıca bu kazılarda Obeytlilere âit çok fazla buluntuya da ulaşıldı. Eriduluların kent tanrısı ise Enki’ydi. Sümer mitolojisinde Enki su tanrısı olarak anılır. Enki’nin tapınağının adı da Abzu’ydu ve Abzu sık sık diğer kent kralları tarafından da ziyâret edilir, bu krallar tarafından Enki’ye hediyeler sunulurdu. Abzu’nun girişinde de iki büyük aslan kabartması vardı ve Abzu’nun bunlar tarafından korunduğuna inanılıyordu. Ayrıca Eridulular nehirlerin ve göllerin sularının kaynağının da Abzu olduğuna ve Abzu’nun altında da yeraltı dünyâsının olduğuna inanıyorlar ve bu dünyâya ganzir, ganzirde yaşayan ruhlara da gidim diyorlardı. Gidimlere hediyeler sunup onların rahatlarını sağlamaya çalışıyorlar, bunu başaramadıkları taktirde gidimlerin yeryüzüne çıkarak kendilerini korkutmasından endişe ediyorlardı.


Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Nippur’du. Nippur kazılarında da yine binlerce tablet bulundu ve bunların da neredeyse tamâmı okundu. Bu tabletlerden önemli bir kısmı da bir tür Sümer sözlüğüne âitti. Ayrıca bu kazılarda bir tür yazı okulu olduğu düşünülen bir yapıya da rastlandı. Nippurluların kent tanrısı ise Enlil’di. Sümer mitolojisinde Enlil de hava ve güç tanrısı olarak anılır. Enlil’in tapınağının adı da Ekur’du. Zamanla Enlil de Nippurluların kent tanrısı olmaktan çıkarak Sümer mitolojisinde önemli bir konuma gelmiş. Bunda Ekur râhiplerinin payı kuşkusuz büyük oldu. Nitekim bu râhipler Nippur’u Eridu’dan daha önemli bir kent yapmak istediler ve bu amaç doğrultusunda Enlil’e büyük değerler atfederek onun görev ve sorumluluklarını arttırdılar. Söz gelişi Enlil’i tanrıların kararlarını insanlara bildirmekle ve tanrılar ile insanlar arasında iletişim kurmakla görevlendirmeleri bu cümleden. Zamanla Ekur’a tüm Sümer ülkesinden insanlar gelmeye başladı ve odaları hediyelerle dolup taştı. O kadar ki Gılgamış bile İnanna’dan yardım dilemek yerine çoğu defâlar Ekur’a gelip Enlil’den yardım dilermiş. Böylelikle Nippur’un önemi de Eridu’yu aştı ve öyle bir noktaya ulaştı ki artık salt insanlar veya krallar değil; aynı zamanda pek çok tanrı da Ekur’a tören alaylarıyla taşındı ve bu tanrıların Enlil tarafından kutsanacağına inanıldı. Zamanla Ekur tanrıların toplanma yeri hâline gelmeye başladı ve Ekur râhipleri burada ukkin plahrumu (tanrılar meclîsini) kurdular. Böylelikle Sümerler ukkin plahrumda tanrıların çeşitli konularda birtakım görüş alışverişi yaptığına ve aldıkları kararları da kendilerine tebliğ etmek üzere Ekur râhiplerine ilettiğine inandılar.


Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Kiş’ti. Kimi araştırıcılar Kiş’in de tufandan sonra büyük bir ticâret ve kültür merkezi hâline getirildiğini ve krallarının da büyük îtîbâr sâhibi olduğunu söyler. Ne var ki Kral Agga’nın Gılgamış tarafından alt edilmesinden sonra Kiş kralları bir daha hiç îtîbâr sâhibi olamamış. Tüm kralları arasında en fazla îtîbâr sâhibi olan ise Kral Etana olmuş. Etana’nın asıl ünü ise Etana Destânından gelir: vakti zamânında yılanın biri ve bir kartal birlikte yaşarmış. Günlerden bir gün kartal yılanın yavrusunu yemiş. Yılan da ağlaya ağlaya Utu’ya giderek durumu anlatmış. Utu’nun tavsiyesi üzerine ölü bir öküzün karnına saklanmış ve kartalın gelmesini beklemiş. Leşi gören kartal aşağıya inince yılan ona saldırmış ve pençelerini kırmış, tüylerini de yolarak onu kayalıklara fırlatmış. O sıralarda Etana da kısırlığını aşmak için Utu’dan yardım istemekteymiş. Utu da ona kartala yardım etmesini ve bunun karşılığında doğurma bitkisine ulaşmak için kendisini gökyüzüne taşımaya iknâ etmesini tavsiye etmiş. Etana da bu tavsiyeye uyup kartalı hayâta döndürmüş ve sonunda da bu bitkiye ulaşarak kısırlığını aşmış.


Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Ur’du. Kenti erken dönemlerde Fırat besliyordu. Ne var ki zamanla Fırat’ın yatağı değişince Ur’da da yaşam zorlaştı. Kimi araştırıcılar tufandan sonra ise Ur’da yaşamın tamâmen sona erdiğini söyler. Fakat Ur’da yapılan kazılar göstermektedir ki tufan sonrasında bölgede tarıma elverişli bir toprak yapısı oluşmuş ve kısa zamanda tarım ve hayvancılık büyük gelişmeler göstermiş.


*


İmdi bu noktada bir de Sümerlerde toplumsal tabakalaşmayı biraz daha yakından inceleyelim: bu tabakalaşma içinde krallar, râhipler, tüccarlar, yazıcılar, köylüler ve çiftçiler, zanaatçılar ve sanatçılar, askerler ve köleler vardı. Bunlardan her birinin kendine özgü görev ve sorumlulukları, bunlara bağlı olarak da toplumsal statüleri vardı. İmdi Sümerlerde eşitlik düşüncesi yoktu; hem üstelik bu statülerin öteki dünyâda da korunacağına inandılar. Dolayısıyla da bu dünyâda krallarına ve kânunlarına karşı gelerek âsî konumuna düşüp cezâlandırıldıklarında bu cezâların öteki dünyâda da süreceğine inandılar ve statükoyu olumlamayı baş değer olarak kabûl ettiler. Bu değer onlara namtar’la aktarıldı; imdi Sümer dilinde namtar tanrısal düzen anlamına geliyordu. Bu düzen her bir tabakanın kendi görev ve sorumluluklarını yerine getirmesiyle tesis edilirdi ve bunu bozan bir kimse de tanrılar tarafından lânetlenecekti.


Sümer ülkesi râhip krallar tarafından yönetiliyordu. Yerel dilde bunlara patesi veya ensi deniyordu. Ülkelerini de üç temel bölgeye ayırmışlar; kuzeye Âsur; güneye Sinear ve iç bölgeye de Kalde adını vermişlerdi, aralarında siyâsî bir birlik de yoktu. Kralların görev ve sorumlulukları öteki dünyâda da geçerliydi ve onun hizmetçisi olmak büyük bir şerefti. Bu dünyâda krallarına üstün hizmetlerde bulunan hizmetçiler de öldükten sonra krallarının mezarlarına defnedilirdi. Ayrıca kral mezarlarına çok sayıda muhafız, binek hayvan, çeşitli kap kacaklar, süs eşyâları ve bol miktarda değerli mâdenler konurdu. Öte yandan Ur kazılarında kral mezarlarında çok sayıda müzik âletine de rastlandı, bu âletlerin de öteki dünyâya geçişte çekilen ruh sıkıntılarını azaltması için konduğu, mezar kapandıktan sonra bu işle görevli hizmetkârların; yâni naruların birtakım dînî törenler yaptığı sanılıyor.


Sümer ülkesinde râhiplerin pek çok görevi vardı. Râhipler arasında da özel bir tabakalaşma vardı. Her tapınakta bir baş râhip bulunur, baş râhiplerin öncelikli görevi de kent tanrılarının özel işleriyle ilgilenmek olurdu. Yerel dilde bu râhiplere en, diğer tapınak yöneticilerine de şatam derlerdi. Tapınaklarda dînî törenleri düzenlemek, büyülerden korunmak, kehânette bulunmak, rüyâları yorumlamak ve yemek pişirmek ayrı ayrı râhipler tarafından yerine getirilirdi. Dînî törenleri düzenlemekle sorumlu râhiplere paşişu derledi. Dînî törenler arasında en önemlisi de bayramlardı; bayramlar yıl içinde belirli dönemlerde tarım tanrısı Tammuz’un onuruna düzenlenen törenlerdi. Bu törenlerde Tammuz’a adaklar adanır, tapınaklara bağışlar yapılır ve böylelikle toprakların kirâsı ödenirdi. İmdi bu râhipler halkı toprakların asıl sâhibinin Tammuz olduğuna ve onun isteği üzerine kendileri tarafından köylülere ve çiftçilere kirâ edildiğine inandırmıştı.


Sümer ülkesinde paşişular bilimin gelişmesinde etkin bir rol üstlendiler. Nitekim dînî törenlerin ne zaman düzenleneceğinin belirlenmesi için özel bir takvim geliştirdiler; böylelikle rakamları çivi yazısıyla göstermeyi başardılar, çarpım tablosu ve onluk tabanda sayı sistemini de buldular. Paşişuların takviminde bir yıl 355 günden oluşuyor ve içinde 12 ay bulunuyordu, ayrıca bir ay 4 haftadan, bir hafta 7 günden, bir gün 24 saatten ve bir saat de 60 sâniyeden oluşuyordu. Bu takvimde paşişular ayın 7., 14., 21. ve 28. günlerini tâtillere ayırmışlar, dînî törenleri de bu günlerde düzenlemişlerdi.


Sümerler büyülerden korunmakla sorumlu râhiplere aşipu diyordu. İnsan yaşamında büyülerin çok etkin bir rol üstlendiğine inanıyorlar, bunlardan sakınmak için bu râhiplerden yardım istiyorlardı. Kehânette bulunmakla sorumlu râhiplere ise maş-şu-gid-gid diyorlardı. Maş-şu-gid-gidler ise zigguratları bir tür rasathâne olarak kullanıyor, burada yıldızların hareketlerini inceleyerek birtakım kehânetlerde bulunuyordu. Rüyâları yorumlamakla sorumlu râhiplere de şa-ilu diyorlardı. Şa-ilular da özellikle de krallar üzerinde etkili oluyor, krallar önemli kararlarını onlara danışarak veriyordu. Ayrıca yemek pişirmekle sorumlu râhiplere de nuhammitu diyorlardı.


Tapınak râhiplerinden farklı olarak diğer râhiplerin başlıca görevi ise hekimlikti. Sümerlere göre hastalıklar kişilerin üzerlerindeki tanrı himâyesini kaybetmeleri sonucu ortaya çıkıyordu; nitekim tanrılar insanı su ve topraktan yaratmış ve ona kendi soluklarından üfleyerek yaşam vermişti ve insanların başlıca görevi de tanrılara hizmet etmekti; ancak kimi insanlar bu görevlerini yerine getirmeyince üzerlerindeki tanrı himâyesini kaybeder ve böylelikle kötü ruhların saldırılarına açık bir hâle gelirdi; imdi hastalıklar da bu saldırılar sonucu ortaya çıkıyordu. Râhiplerin ise saygın ruhlar taşıdığına ve tanrılara yakarmaları sonucu üzerlerindeki himâyelerinin yeniden tesis edileceğine inanıyorlardı. Tedâvîlerde de esas olarak büyü çemberi kullanılırdı; bu çember yere un serperek oluşturulur, birtakım ilâhîler sonucu tanrıların isteği üzerine kötü ruhların bu çemberlerin dışına atılacağına, bu iş sırasında râhipleri özel olarak Guna isimli bir tanrıçanın koruduğuna inanırlardı.


Sümer ülkesinde râhipler sık sık halk arasına karışır, onlarla sohbet ederdi. Evlenmeleri hakkında da herhangi bir yasak yoktu ve çocukları da yine râhip olurdu. Nitekim Sümerler râhiplerin taşıdığı saygın ruhların çocuklarına da geçeceğine inanıyor ve böylelikle râhiplik babadan oğula geçen bir meslek hâline geliyordu.


Sümer ülkesinde tüccarlar hakkında daha önce konuştuğumuz için şimdi yazıcılara geçelim: yerel dilde yazıcılara lugaliz derlerdi. Her kral kendi sarayında çok sayıda lugaliz barındırır, onlara büyük bir önem verirdi. Lugalizlerin başlıca görevi kralların emir ve buyruklarını ve kânunlarını yazıya geçirmekti. Ayrıca krallarının yapıp ettiklerine dâir methiyeler yazar, bunları anal dedikleri arşivlerde saklarlardı. Kalan zamanlarında da tapınaklara gider, kayıt tutmaları sırasında şatamlara ve dînî törenlere ilişkin esasları, ilâhîleri ve birtakım ahlâk kurallarını yazıya geçirmekte olan paşişulara yardım ederlerdi.


Daha önce de belirttiğim gibi Lagaş kazılarında binlerce tablet bulunmuştu ve Sümerler hakkında bugün îtîbârîyle bilinenlerin büyük bir bölümü de bu tabletlerden sağlanmıştı. Lagaş en zengin dönemini ise Kral Urgakina döneminde yaşamıştı. İmdi Urgakina sarayına çok sayıda lugaliz yerleştirmiş ve öncelikle kendi dönemi ve sonra da neredeyse tüm Sümer medeniyeti hakkında çok önemli bilgileri yazıya geçirtmişti. Sarayındaki analın çözülmesi üzerine Lagaşlıların edebiyatta da büyük başarılar kaydettiği anlaşıldı. Özellikle de Urgakina’ya adanan methiyeler ve hakkındaki kahramanlık destanları Sümer edebiyâtında önemli bir yer işgâl eder. Öte yandan bu edebiyâtın çözülmesinde Urgakina’nın lugalizleri tarafından çıkartılan katalogların payı da büyük oldu.


İmdi Sümer ülkesinde lugalizlerin bu görev ve sorumluluklarının önemi zamanla Nabium kültünü geliştirmelerini sağladı. Nitekim Nabium lugalizlerin tanrısıydı ve onları kötü ruhlara karşı koruyordu. Sümer mitolojisinde Nabium’un simgesi olarak da kama kabûl edilmiş, tasvirlerde de hep yarı yılan yarı ejderhâ bir canlının üzerinde gösterilmişti.


Sümer ülkesinde erken dönemlerde köylülerin ve çiftçilerin toplumsal statüleri oldukça yüksekti. Nitekim tarım ve hayvancılık onların özverili çalışmalarıyla başlamıştı. Bunun ardındaki en önemli gelişmelerden biri de bugünkü buğdayın atası olan bir buğday türünü ekmeyi ve bundan çeşitli tahıl ürünleri yetiştirmeyi başarmalarıydı. Bu başarının tam olarak nasıl gerçekleştiği bugün de gizemini koruyor, kimi araştırıcılar türlü türlü görüşler ileri sürüyor. Hattâ kimilerine göre Sümerlere bu ilk buğdayı veren ve onu nasıl ekeceklerini gösteren uzaylılarmış ve Uruk’ta kaydedilen gelişmeler bu uzaylıların sâyesinde başlamış; ancak zamanla bunlar mitleştirilmiş ve Uruk Destânında da İnanna’ya atfedilmiş. Bunlar bir tarafa, şurası kesindir ki Sümerli köylüler ve çiftçiler erken dönemlerdeki toplumsal statülerini korumayı başaramadılar; bunları tüccarlara kaptırdılar. Nitekim zenginlik algısında önemli bir değişiklik ortaya çıktı; erken dönemlerde artı-ürün fazlası zenginlik olarak algılanırken, ilerleyen dönemlerde değerli mâdenler fazlası zenginlik olarak algılanmaya başlandı ve bu mâdenleri Sümer ülkesine taşıyan tüccarların toplumsal statüleri de yükseldi. O kadar ki zamanla kralları üzerindeki ekonomik ve siyâsî nüfuzlarını arttırdılar ve pek çok kânun onların istediği doğrultuda çıkartıldı.


Zamanla köylüler ve çiftçiler toprakları Tammuz kültü etkisiyle râhiplerden kirâlamaya başladılar, sözleşmeleri de lugalizler tarafından kudurru denilen parlak taşlar üzerine yazıldı. Kudurrular aynı zamanda da topraklar arasında bir tür sınır taşı olarak iş görüyordu. Ayrıca tapınak kazılarında da çok sayıda kudurruya rastlandı, bunlar da fethedilen yerlerin köylülere ve çiftçilere kirâlanmak üzere tapınaklara devredildiğine ilişkin tutanaklardı. Tüm bu kudurruların üzerinde de tanrıların simgeleri bulunur, bunlarda yazılanların yerine gitirilip getirilmediğinin bu tanrılar tarafından denetleneceğine ve bunları yerine getirmeyenlerin bu tanrılar tarafından cezâlandırılacağına inanılırdı.


Sümer ülkesinde zanaatçılar ise daha çok duvar rölyefleri, ev mobilyaları, süs eşyâları, silâhlar ve hayvan heykelleri yapımıyla uğraşıyordu. Bu heykeller de daha çok boğalara, aslanlara ve sfenkslere âitti. Tapınak duvarlarına rölyef yapmakla uğraşan zanaatçılar şatamların denetimi altında çalışır, bunların toplumsal statüleri de diğer zanaatçılara oranla daha yüksek olurdu. Bunlar arasında da Eriduluların daha bir önemi vardı; nitekim Eridulu ustalar gerek Obeytlilerden gerekse Îranlılardan pek çok yöntem ve teknik öğrenerek bunları geliştirmeyi başarmıştı. Zanaatçılar erken dönemlerde taşı işleyerek zanaatlarını gerçekleştirirdi; ancak ilerleyen dönemlerde bölgede ticâret gelişip değerli mâdenler artınca zanaatlarını bunları işleyerek gerçekleştirdiler. Zamanla da bölgede farklı beğenilere sâhip bir insan kitlesi ortaya çıktı ve bu da sanatçıların doğuşunu sağladı.


Sümer ülkesinde askerler ise erken dönemlerde düzenli bir ordu içinde yer almıyor, savaş zamanları bir araya geliyordu. Gönüllü askerlerin örgütlenmesini de bu askerler yapıyordu. Zamanla düzenli ordular kurmaya başladılar ve birtakım görev dağılımları yaptılar. Askerler arasında saray muhafızlarının toplumsal statüleri ise daha yüksekti ve hem silâhları hem de giysileri daha gösterişliydi. Askerler kazandıkları her bir başarının ardından kent tapınaklarına giderek tanrılarına hediyeler sunar, kazandıkları ganîmetlerden bağış yaparlardı. Savaşlarda esir olarak ele geçirilenler de tapınaklara getirilir, isimleri ve yaşları şatamlar tarafından tek tek kaydedilir ve çeşitli işlerde çalıştırılmak üzere tapınaklarda bekletilirdi. Beslenmeleri de nuhammitular tarafından sağlanırdı. Köleler daha çok tapınak ve pazar yerlerinin inşâsında kullanılırdı. Ayrıca belirli süreler için isteyene kirâlanır, daha çok ev inşâsında çalıştırılırdı.


*


İmdi bu noktada bir de Sümerlerde toplumsal yapıyı biraz daha yakından inceleyelim; bunu yaparken de aile ve din kurumlarına ve hukuk sistemlerine şöyle bir bakalım: Sümerlerde aile kurumu tek eşliliğe dayanıyordu; imdi toplumsal statüsü ne olursa olsun bir erkek ancak bir kadınla evlenebiliyordu. Erkekler ile kadınlar arasında cinsiyete dayalı bir statü farklılığı da yoktu; ancak toplumsal tabakalaşmaya dayalı bir statü farklılığı vardı. Öte yandan Sümerlerde fahişeliğe de sık rastlanırdı. Sümerler evliliğe büyük önem verdikleri için fahişeleri hep kınarlardı; o kadar ki sonunda fahişeler İnanna’nın koruyuculuğunu hak edebilmek için tapınaklara yüklü bağışlar yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Zamanla fahişelik de tapınak hizmetleri arasında anılmaya başlandı ve çeşitli tanrıçalara da atfedildi; böylelikle birtakım mitler ve dînî törenler geliştirildi ve bu törenlerde fahişeler kullanıldı, bu tapınak fahişelerine de kulmaşitu denildi.


Cinsellikle ilgili bir diğer tapınak hizmeti de adama törenleriydi. İmdi Sümerler cinsel bozuklukların (da) tanrılarına karşı işledikleri günâhların cezâsı olduğuna inanıyor, sağlıklarına kavuşabilmek için tapınaklara gelip paşişulardan yardım istiyordu. Paşişular da hastalarının cinsel organının maketini yaptırıp bunları tanrılarına adıyor ve böylelikle bir tür diyet ödeyerek hastalarını sağlığına kavuşturmaya çalışıyordu.


Sümerlerde din kurumu ise çok tanrıcılığa dayanıyordu. Bu çok tanrıcılık da yeryüzünde olup bitenleri gökyüzünde olup bitenlerle ilişkilendiren râhipler aracılığıyla doğmuş ve gelişmişti. Bugün îtîbârîyle Sümer panteonu büyük oranda çözülmüş durumda ve Sümer mitolojisi hakkında da fazlasıyla bilgi sâhibiyiz. Ne var ki tüm bunları kapsamlı bir biçimde incelemek bu çalışmanın sınırlarının çok ötesinde bir iş. İmdi burada bu panteonun salt genel bir görünümüne şöyle bir bakalım:


Sümer panteonunun özünü Nammu kozmogonyası oluşturur. Bu kozmogonyaya göre deniz ezelî ve ebedîdir; var olmuş ve yok olacak bir şey değildir, tüm yaşam unsurlarını da içinde taşır. Günlerden bir gün deniz tanrıçası Nammu, gök tanrısı Anu ile yer tanrıçası Ki’yi doğurur. Böylelikle deniz ilk evrimini geçirmiş, gökyüzü ile yeryüzünü meydana getirmiştir. Anu ile Ki’nin ilişkiye girmesi sonucu da hava ve güç tanrısı Enlil doğar. Enlil kendini karanlık bir dünyâda bulur ve bunu aydınlatması için ay tanrısı Nanna’yı yaratır. Nanna da kendisine yardımcı olsun diye güneş tanrısı Utu’yu yaratır. Utu’nun bir de kardeşi olur: bereket tanrıçası İnanna. İmdi Nammu kozmogonyasına göre gökyüzü ile yeryüzünün birbirinden ayrılması sonucu hava meydana geldi ve hava genleşerek yukarı çıktığında da ayı meydana getirdi. Aydan kimi parçalar kopunca da güneş meydana geldi. Enlil günlerden bir gün annesi Ki’yle ilişkiye girer ve böylelikle su tanrısı Enki doğar. Enki’nin doğumu üzerine Nammu bir ziyâfet verir ve burada içkiyi fazla kaçırır, sonunda da denizin dibinden bir parça çamur çıkartarak ona biçim verir, Enki de onun kaderini çizer ve ona yaşam verir; böylelikle ilk insan yaratılmış olur. Günlerden bir gün Enlil, Enki’yi görevlendirerek yeryüzünde gelişmiş bir medeniyet yaratmasını ister ve ona bir dizi yöntem ve pek çok bilgiler öğretir. Enki bu amaç doğrultusunda yeryüzüne indiğinde ilk olarak Ur kentinde mola verir ve Sümer ülkesinin topraklarını verimli bir hâle getirsin diye Fırat ve Dicle ırmaklarını kutsar, bâzı tanrıları da bunları korumakla görevlendirir. Böylelikle Sümer ülkesinde artık tarım başlar.


İmdi bu noktada bir de hukuk sistemlerini biraz daha yakından inceleyelim: Sümerler kent-devletleri içinde yaşamlarını sürdürdükleri için hiçbir zaman ortak bir hukuk sistemine sâhip olamadılar ve her bir kent-devletinde hukuk normları yerel ihtiyaçlar ve talep ve beklentiler doğrultusunda belirlendi. Bu kent-devletleri arasında en gelişmiş hukuk sistemini ise Lagaşlılar ortaya koydu; imdi Kral Urgakina döneminde Lagaş’ın kaydettiği gelişmeler onları daha gelişmiş bir hukuk sistemi ortaya koymaya itti. Urgakina başta Lagaşlılar olmak üzere Sümerler tarafından benimsenen tüm örfî ve ahlâkî normları derleyip toplattı ve bunları hukuk normları hâline getirdi. Özel olarak da ticâret hukuku ve vergi hukuku üzerinde bizzat kendisi çalıştı. Toplumda herhangi bir ahlâkî çöküşe yol açabilecek tüm fiillere; söz gelişi adam kayırma ve rüşvet bu cümleden, ağır cezâlar getirdi. Öte yandan râhipler üzerinde de denetimleri arttırdı ve görev ve sorumluluklarını kânunlarda öngörüldüğü gibi yerine getirmeyen râhiplere de ağır cezâlar uygulattı. Zamanla Urgakina kânunları tüm Sümer ülkesine önemli bir model teşkil etti; hem üstelik başka kavimlere de örnek oldu; söz gelişi Hammurâbi kânunları da bu cümleden.


*


Sümer ülkesi M.Ö. 1950’lerde kuzeyden gelen kavimlerin saldırılarına dayanamadı ve bağımsızlığını koruyamadı. Önce Elâmlılar, sonra Akadlılar, daha sonra da Âsurlular ve Amorîler tarafından işgâl edildi. Ülke üzerinde siyâsî egemenlik kurmayı başaran kavim ise Akadlılar oldu, kralları da Şarrukin’di. Şarrukin ilk iş olarak Sümer dilini yasakladı ve Akad dilini resmî dil hâline getirdi. Zamanla Sümerler, Akad siyâsî egemenliğine karşı isyan bayrakları çektilerse de başarı kaydedemediler; nitekim Sümerler arasında hiçbir zaman siyâsî bir birlik oluşmadı ve kent-devletleri hiçbir zaman ortak hareket etmeyi başaramadı. Bu isyanlarda da daha çok Lagaşlılar etkindi. Hattâ bir dönem Akad yönetimine karşı Gutilerle birlikte hareket etmeyi bile denediler; fakat bu sefer de Gutilerin Sümer ülkesi üzerinde siyâsî egemenlik kurmaya çalışması üzerine bu işbirliğini bozdular ve bağımsızlıklarını Sümer kent-devletleriyle birlikte korumaya çalıştılar; ancak aralarında siyâsî bir birlik olmamasından dolayı bunu başaramadılar. Sümerlerin aralarında gelişen tek ortaklık ise kültürel bağlardı ve bu bağlar Sümer medeniyetinin oluşmasında ve gelişmesinde etkin bir rol üstlendi.


***


A. S.


Eryaman/Ankara


Eylül 2004




Kaynakça:


Mehmet Ali Ağaoğulları; Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara 1994


Ekrem Akurgal; Anadolu Kültür Târihi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara 1997


Jeremy Black/Anthony Green; Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü, Aram Yayıncılık, İstanbul 2003


Will Durant; Medeniyetin Temelleri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1996


Roger Garaudy; İnsanlığın Medeniyet Destânı, Pınar Yayınları, İstanbul 1995


Altay Gündüz; Mezopotamya ve Eski Mısır, Büke Yayınları, İstanbul 2002


Erik Hornung; Mısırbilime Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004


Samuel Noah Kramer; Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001


Aydın Sayılı; Mısır ve Mezopotamya’da Bilim, A. Ü. DTCF Yayınları, Ankara 1966


Server Tanilli; Uygarlık Târihi, Say Yayınları, İstanbul 1981


 

#1 - Haziran 06 2006, 17:43:13

evet tanınmış arşatırmalardan seçim yaptım  ileride yenilerinide ekliycem  :okey
#2 - Haziran 06 2006, 19:44:20

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.