On Yedinci Yüzyılda Mantık
--------------------------------------------------------------------------------
On yedinci yüzyılda Batı felsefesi filozoflarını meşgûl eden temel sorun töz sorunuydu ve bu sorunu Descartes başlatmıştı: Descartes’a göre töz vârolmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan şeydi (Felsefenin İlkeleri 51. önerme) ve sonlu töz ile sonsuz töz olmak üzere iki türlüydü, sonlu töz de ruh ve beden olmak üzere iki türlüydü; ancak töz vârolmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymuyorsa nasıl oluyor da insan söz konusu olunca biri diğerine ihtiyaç duyuyordu? Bu dönemde Batı felsefesi filozofları işte bu soruna çeşitli çözüm önerileri getirdiler, bunları yaparken de bir dizi epistemolojik tartışma başlattılar; söz gelişi bilginin kaynağı sorunu bu cümleden. Bu tartışmada üç ana kutup ortaya çıktı, bunlar: akılcılar (rasyonalistler), deneyciler (empiristler) ve duyumcular (sensualistler). Öte yandan bu her üç kutupta yer alan filozoflar doğru bilgiye ancak belirli bir sistem içinde sâhip olunabileceği görüşünde birleştiler; ancak kendilerine farklı hareket noktaları seçtiler.
İmdi on yedinci yüzyılda Batı felsefesi târihi içinde mantıkta olup bitenlere baktığımızda ana hatlarıyla şunları görüyoruz:
*
Bacon, Aristoteles’in mantık görüşlerine bir dizi eleştiri yöneltti: Bacon’a göre Aristoteles’in organonu bilimler için hiçbir şey ifâde etmez; nitekim bilimlerde yeni bilgilere ulaşma esâsı vardır; fakat bu organon bilinen şeyleri tekrar etmekten öteye geçemez. Bu nedenle doğanın incelikleri bu organonla açıklanamaz; bu organon önceliği onaylamaya vererek tekleri dikkate almaz ki bu da bilimlerden beklenenleri karşılayamaz. (Novum Organum 11. ve 12. önermeler) Öte yandan bu organonla kavramlar arasında gelişigüzel birtakım ilişkiler kuruluyor ve ortaya bir dizi hatâ çıkıyor (Novum Organum 13. ve 14. önermeler).
Böylelikle Bacon yeni bir organon geliştirir ve bu görüşlerini anlattığı yapıtına da Novum Organum adını verir. Bacon’ın novum organumunun temelini ise indüksiyon oluşturur ve bu indüksiyonu aynı zamanda da bilimlerin yöntemi olarak konumlandırır. Bu bağlamda Aristoteles’in epagogesine de bir karşı çıkış geliştirir; nitekim epagoge düzensiz ve yetersiz sayıda yapılan gözlemlere dayalı bir indüksiyondur ve Bacon’a göre çok daha sistematik ve yeterli sayıda gözlem yaparak bu indüksiyon kullanılmalıdır; imdi Bacon bu indüksiyonu gerçek indüksiyon olarak adlandıracak ve onu epagogeden ayıracaktır. (Novum Organum 19. önerme)
Bacon’a göre gerçek indüksiyon ikili bir yoldur; hem teklerden hareketle teklere ilişkin bir şey söylenir hem de yine teklerden hareketle tümele ilişkin bir şey söylenir. İmdi doğanın yorumu için de iki şey yapılabilir: 1) deneylerden aksiomlar yaratmak ve 2) bu aksiyomlardan da yeni deneyler yaratmak. Tüm bunlar ise üç adımda gerçekleştirilir: 1) duyu verileri toplanır, 2) bu veriler bellekte depolanır ve 3) bu veriler zihinde işlenir. Bu yolla önceki gözlemlerden hareketle henüz gözlenmemiş; fakat uygun koşullar sağlandığı taktirde gözlenebilecek şeyler hakkında birtakım bilgiler dile getirilir.
İmdi Bacon’a göre bilginin kaynağı deneydir; ancak bilgi oluşum sürecinde zihnin de önemli bir rolü vardır; bu rol de indüksiyonun zihin tarafından gerçekleştiriliyor olmasından gelir. Bu nedenle zihnin birtakım yapısal eğilimleri indüksiyonun sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesini engeller; söz gelişi idoller bu cümleden; nitekim Bacon’a göre insan zihni yeteri kadar aydınlanmış bir kimsede doğru yolu kendi başına bulabilir; ancak aydınlanmamış zihinlerde kendi hâline bırakıldığında idoller onu doğru yoldan uzaklaştırır. (Novum Organum 21. önerme)
Bacon’a göre dört tür idol var, bunlar: soy idolleri, mağara idolleri, çarşı-pazar idolleri ve tiyatro idolleri. Bunlardan soy idolleri insan doğasında bulunan idollerdir; nitekim insan anlamsız bir biçimde şeylerin ölçüsü olduğunu düşünür ve hem duyularının hem de zihninin bütün algılarının kaynağı olarak evreni değil; kendisini gösterir ki bu da soy idollerini yaratır (Novum Organum 41. önerme). Mağara idolleri ise bireysel idollerdir; her birey ya kendi tekliğini sağlayan yaradılışından ya eğitimi ve diğer kişilerle olan ilişkilerinden ya okuduklarından ya hayranlık ve saygı duyduğu kişilerin otoritelerinden ya da zihninde meydana getirdiği farklı etkilerden dolayı kendi bireysel mağarasına sâhiptir ve tüm olup bitenleri bu mağaradan süzen ışık eşliğinde görür ki bu da mağara idollerini yaratır (Novum Organum 42. önerme). Çarşı-pazar idolleri ise insanların birbirleriyle olan ticârî ve toplumsal ilişkileri sırasında oluşan idollerdir; nitekim insanlar dil aracılığıyla anlaşırlar; ne var ki kimi sözcükler çoğunluğun istediği gibi biçimlenir, zihin için şaşırtıcı bir engel olan sözcüklerin kötü ve uygunsuz yapılanması sonucu zihinde bu idoller ortaya çıkar (Novum Organum 43. önerme). Tiyatro idollerine gelince: bunlar birtakım felsefe sistemleri ve dogmalar aracılığıyla insan zihnini saran idollerdir, kusurlu ispat kurallarından kaynaklanırlar ve bu idoller kurgusal ve tiyatrovârî bir dünyâ yaratarak göz önüne serilen ve canlandırılan birçok oyunda olduğu gibi şimdiye kadar kabûl edilen ve tasarımlanan felsefe sistemleri ve dogmalar tarafından insan zihnine yerleştirilir (Novum Organum 44. önerme).
Bacon’ın gerçek indüksiyon hakkındaki bu görüşleri onu Aristotelesçi form öğretisine karşı çıkmaya sürükler: Bacon’a göre de bir nesneyi biliyor olmak onun formunu biliyor olmak demektir; ancak form Aristotelesçi öğretide benimsendiği gibi kendisi neyse o olan, nesne değişse de kendisi değişmeyen bir şey değil; nesneyle birlikte azalan ya da çoğalan, nesne kalkınca kendisi de tamâmen kaybolan bir şeydir ve formun bilgisine ulaşmak için tanrının inâyeti değil; gerçek indüksiyon gerekir.
Bacon’a göre gerçek indüksiyonu uygulamada üç tür tablo yapılmalıdır, bunlar: vârolanlar tablosu, vârolmayanlar tablosu ve bâzen vârolup bâzen vârolmayanlar tablosu. Söz gelişi ısının formunun bilgisine ulaşmak için vârolanlar tablosunda nelerde ısının vârolduğu, vârolmayanlar tablosunda nelerde ısının vârolmadığı ve bâzen vârolup bâzen vârolmayanlar tablosunda da nelerde ısının bâzen vârolup bâzen vârolmadığı sınıflandırılmalı; böylelikle gerekli elemeler yapılarak gerçek indüksiyon aracılığıyla bu formun bilgisine ulaşılmalıdır.
*
Hobbes’un Leviathan’ının ilk kitabı sözlük gibi. Burada üçüncü hâlin imkânsızlığı ilkesini varlıkla ilgili olarak şu şekilde içeriklendiriyor: Hobbes’a göre herhangi bir şey aynı anda tümüyle bir yerde ve tümüyle başka bir yerde olamaz; bu şey ya tümüyle bir yerdedir ya da tümüyle bu yerde değildir; imdi üçüncü bir durum aslâ söz konusu olamaz, bunun olabileceğini düşünenler ise aldanmış filozoflardan başkası değildir. Bu ilke aynı zamanda da bilgiyle ilgilidir; bir bilgi ya doğru bir bilgidir ya da yanlış bir bilgi. Ancak varlık için söz konusu olan bu durum bilince sunulu olmadan da geçerliyken, bilgiler söz konusu olduğunda bu ilkenin geçerli olduğunu savunmak için bu bilginin bilince sunulmuş bir bilgi olması gerekir. Bunun yolu da konuşmadır. İmdi bilgi önermeler aracılığıyla dile getirilir ki bu da bir önermenin doğruluk değerinden bahsedebilmek için o önermenin konuşma yoluyla bilince sunulmuş bir önerme olması gerektiği anlamına gelir.
Hobbes’a göre önermeler iki adın bir sonuç veya doğrulama üretecek biçimde birbirine bağlanmasıyla oluşur; söz gelişi “İnsan canlı bir yaratıktır” önermesinde insan ile canlı yaratık adlarının bir sonuç veya doğrulama üretecek biçimde birbirine bağlanması bu cümleden. Bu önermede geçen insanın göndergesi ile canlı yaratık’ın göndergesi örtüşüyorsa bu önerme doğru, yok eğer örtüşmüyorsa yanlış olacaktır. Hobbes bu gibi kuralları mantık kuralları olarak adlandırır ve önermeler ile konuşma edimi arasında kurduğu bu dolayımsız ilişki ona mantığın bir görevinin de konuşma edimini incelemek olduğunu düşündürür ve bu yolla konuşma yanlışlarından da sakınılacağına inanır. Bu amaç doğrultusunda kavramlar, deyimler ve tamlamalar üzerinde birtakım araştırmalar yapar ve bu gibi araştırmalarla başlamayan bir düşünüşün önünde sonunda hatâya düşeceğini savunur.
İmdi Leviathan’ın ilk kitabının niçin bir sözlük gibi olduğu da ortaya çıkıyor. Öte yandan bu yolla filozofların düşünce yapılarını mantık aracılığıyla denetleyebileceğimiz birtakım malzemelere de sâhip olabileceğimize inanıyor, bu malzemeleri vermeyen filozofların da sözlerine îtîbâr edilmemesi gerektiğini savunuyor.
*
Çağdaş felsefenin kurucusu olarak anılagelen Descartes da tıpkı Aristoteles Okulu, Stoa Okulu, Ockhamlı William ve İslâm düşünürleri gibi mantıkla ilgili birtakım kurallardan bahseder; ancak bir farkla: bunlardan birçoğu zararlı ve gereksiz:
Descartes’a göre de Aristoteles’in tasım öğretisi yeni bir şey öğretmez; bilinen şeyleri tekrar eder. Nitekim vargıda öncüldeki büyük terimin uygulandığı nesnelerden biri açıklanmış olur ki bu zâten önceden kabûl edilmiştir. İmdi bu öğreti mantık için doğru ve yararlı pek çok kural içerdiği gibi, aynı zamanda da pek çok zararlı ve gereksiz kural içerir ve bunları diğerlerinden ayırmak da oldukça zordur. Bu zararlı ve gereksiz kurallar da daha çok mantıkçıların ve geometricilerin boş zamanlarında oyalanmak için ortaya attıkları boş problemlere çözüm amaçlı geliştirilmiş ve sonradan bu öğretiye sokuşturulmuştur. Oysa ki mantıkçılar ve geometriciler daha ince akılyürütmeler geliştirmeyi sağlayacak kurallar üzerinde çalışmalı, zihin faaliyetleri sırasında sofistik yanılsamalardan sakınmanın yollarını araştırmalıdır. (Anlığın Yönetimi İçin Kurallar 4. Kural) Öte yandan bu zararlı ve gereksiz kurallar hakîkati bulmada kullanılamayacağı gibi pek çok yanlışı hakîkat olarak kabûl etmeye de sürükler (Anlığın Yönetimi İçin Kurallar 10. Kural).
Descartes’a göre bu öğreti içinde yer alan doğru ve yararlı kurallar ile zararlı ve gereksiz kuralları ayıklamada şu dört kural mihenk taşı görevi üstlenir: 1) apaçık doğruların dışında hiçbir şey doğru diye kabûl edilmemelidir, 2) ele alınan bir problem önce olanaklı en küçük parçalara ayrıştırılarak incelenmeli, 3) sonra bu parçalar birleştirilerek aralarında başka bağlantılar bulunabileceği varsayılmalıdır ve 4) bu işlemler tekrar tekrar gözden geçirilmeli ve başka bağlantıların olup olmayacağı sınanmalıdır. Böylelikle şu kuralları doğru ve yararlı kurallar olarak adlandırır ve diğerlerinden ayırır: 1) problemlerin çözümünde doğru yargılara ulaşmak amaçlanmalıdır, 2) bu yargılara ulaşmak için olanaklı zihin faaliyetlerinin kapsamına giren nesnelerle uğraşılmalıdır, 3) problemlerin çözümünde başkalarının görüşlerinin zihin üzerinde hâkimiyet kurmasından sakınılmalıdır, 4) problemlerin çözümünde yöntem esastır, 5) yöntemin zihin faaliyetlerini aşan bir yönü bulunmamalıdır, 6) bir problemi oluşturan parçalardan hangisinin en küçük hangisinin daha karmaşık olduğu doğru bir biçimde saptanmalıdır, 7) tüm bu parçalar tek tek incelenmeli ve düzenli bir bütün hâline getirilmelidir,
bu parçalar arasında olanaklı zihin faaliyetlerinin kapsamına girmeyen bir unsur varsa bu unsur incelemenin dışında bırakılmalıdır, 9) bu parçalar en açık ve duru şekilde kavranana kadar incelenmelidir, 10) bu kavranışın keskinleşmesi için daha önce bu şekilde kavrananlar üzerinde çalışılmalıdır, 11) bu şekilde kavranan bir önermeden çıkartılan bir başka önermenin de bu özellikleri taşıyıp taşımadığı sınanmalıdır, 12) zihin faaliyetleri sırasında imgelem kullanılmamalıdır, 13) problemlerin çözümünde gereksiz kavramlar kullanılmamalıdır, 14) problemler somut olgular aracılığıyla dile getirilmelidir, 15) bu dile getirişlerde duyulara öncelik tanınmalıdır, 16) bu dile getirişlerde problemlerin daha önemsiz parçaları üzerinde daha az durulmalı, daha önemli parçalara öncelik tanınmalıdır, 17) bu dile getirişlerde kullanılan terimlerin anlamları sezgisel olarak kavranmalıdır, 18) bunu yaparken de zihin faaliyetleriyle birtakım işlemler gerçekleştirilmelidir, 19) bu işlemler tüm terimleri kapsamalıdır, 20) tüm bunlar yapılırken de atlanan bir basamak olup olmadığı sınanmalıdır ve 21) böylelikle problemler yalın dile getirişlerle ifâde edilmeli, çözümleri de yine yalın dile getirişlerle sunulmalıdır.
Descartes da mantığı tıpkı Aristoteles gibi bir araç olarak görür; doğru bilgiye götüren bir araç. Ancak Descartes, Aristoteles’ten farklı olarak değişen ve devinen nesnelere ilişkin doğru bilgilerin de olanaklı olabileceğini düşünür ve bunlara da mantık aracılığıyla ulaşmaya çalışır, bunu kaparken de yöntemsel şüpheyi kullanır. İmdi Descartes yöntemsel şüphe aracılığıyla o zamâna dek tartışmasız bir biçimde doğru diye kabûl ettiklerini paranteze alır ve akıl yoluyla felsefî doğruluğa ulaşmaya çalışır. (Birinci Meditasyon 3. önerme) Böylelikle bilginin iki kaynağı olduğuna hükmeder, bunlar: sezgi ve dedüksiyon. Descartes’ın dilinde sezgi zihnin berrak ve şüphesiz kavrayışıdır, ilk ve kesin olarak bilinenler sezgi aracılığıyla bilinir, bunlardan doğru sonuçlar çıkartılırken ise dedüksiyon kullanılır. Descartes “Düşünüyorum o hâlde varım” önermesine sezgiyle varır; buna karşılık dış dünyânın bilgisine bu yolla ulaşamayacağını düşünür ve dedüksiyona başvurur; fakat bunu da tek başına yeterli bulmaz, bir de duyumlara gereksinimi olduğuna inanır. Nitekim Descartes’a göre iki tür duyum vardır, bunlar: iç duyum ve dış duyum. Açlık ve susuzluk gibi temel gereksinmelerin duyumlanmasını sağlayan duyuma iç duyum, diğer gereksinmelerin duyumlanmasını sağlayan duyuma ise dış duyum der. İmdi bu duyumlar günlük hayâtı sürdürebilmek için gereklidir. Öte yandan bunlar uyur bir hâlde bulunan doğuştan gelen idelerin uyanık hâle gelmesini de sağlar ve bu idelerden hareketle yapılan dedüksiyonlarla dış dünyânın bilgisine ulaşılır.
*
Pascal’a göre mantık aracılığıyla insan realitesi kavranılamaz; nitekim insan çelişki dolu bir varlıktır ve mantık ancak çelişkiden uzak nesneleri kavramada yol aldırabilir. İnsan fıtrî yapısı nedeniyle her an pek çok çelişki içindedir, insan vâroluşu vârolan ile vârolmayanın belirli bir sentezine dayanır ve her ikisinden de birtakım izler taşır. Bunu mantık aracılığıyla kavramanın olanaklı bir yolu yoktur. İnsan realitesini ancak hak din bildirir ki bu din de Hıristiyanlıktır. Bu konuda (da) Îsâ’nın yardımına ihtiyaç vardır. Ne var ki Kartezyenler, Îsâ’yı Hıristiyanlıktan “atarak” bu dîni mantıksal uslamlamalar aracılığıyla başka bir din şekline dönüştürmüş, tanrıyı da bir araç olarak kullanarak hakîkatin kavranılmasını imkânsız hâle sokmuştur ki bunlar da aslâ kabûl edilebilir değildir; imdi hakîkatin yeri yurdu semâdır ve Pascal filozofların hakîkate ulaşma ve ispat aracı olarak kullandıkları aklın karşısına kalbi ve îmânı koyar.
*
Spinoza için esas olan dünyâyı ussal bir biçimde açıklamadır. Onun bu açıklamasında çokluk birliğe indirgenir ve yine oradan çıkarsanır. Spinoza varlığın belirli bir bütünsellik içinde olduğunu düşünür ve ‘tanrı ya da doğa’ der; varlığı töz (substantiam) kavramından hareketle açıklamaya çalışır. Töz tanımını Etika’da buluruz: Spinoza’nın dilinde töz kendinde olan ve salt kendisi yoluyla kavranabilendir (Etika, Birinci Kitap Tanım: 3). İmdi tanrıdan başka bir töz vârolamaz ve kavranılamaz. Eğer olsaydı tanrıyla aynı doğada olan başka bir tanrının vârolduğunu ve onu sınırlandırdığını kabûl etmemiz gerekirdi ki bu saçmadır. (Etika, Birinci Kitap Önerme: 14)
Spinoza’ya göre tanrıya ancak tözün kiplerinin bilgisi aracılığıyla ulaşılabilir. İmdi Spinoza’nın dilinde kip tözün değişikliklerine/duygulanımlarına ya da kendi kendisine değil; başka bir şeyde vârolan ve bu şey aracılığıyla kavranılan şeydir (Etika, Birinci Kitap Tanım: 5). Bir kipin nedeni başka bir kiptir ve bu nedenler zinciri töze gelir dayanır. Teklerin varlığıyla ilgili olarak söylenenler de önünde sonunda tanrıyla (da) ilgili olacaktır; çünkü onlar tek bir töze âit; fakat farklı perspektiflerden dile getirilen yargılardır. Vârolanlar birer kiptir ve onları olanaklı etkilenimlerle biliriz. Vârolanlara ilişkin olarak insanın bilebildiği öz nitelikler uzam ve düşüncedir. Spinoza’nın dilinde öz nitelik ise anlama yetisinin tözün özünü oluşturan şey olarak algıladığı şeydir ve salt uzam ve düşünce insan bilgisine açık iki öz niteliktir. Başka deyişle vârolanlara uzam ve düşünce olmak üzere iki farklı perspektiften bakmak mümkündür. Her iki perspektiften de yine aynı tözün farklı görünümleriyle karşılaşırız. İmdi vârolanlar tanrının (ya da tözün) kendi özü gereği kendini açığa çıkartması veveya kendini gerçekleştirmesiyle varlık kazanır. Vârolanların ideaları tanrıdadır; tanrı kendini açığa çıkartırken bu idealara göre eylemde bulunur. Onun bilgisine ulaşıldığında ideaların bilgisine de ulaşılır.
Bu noktada mantığın ödevi ise vârolanların aslında ne olduğunu tanıtlamaktır. Spinoza’ya göre vârolanların düzeni ile ideaların düzeni bir ve aynıdır, uzam perspektifinden bakıldığında vârolanların düzenini, düşünce perspektifinden bakıldığında ise ideaların düzenini görürüz. İdeaların tanrıda olması onu sınırlandırır. Ancak bu sınır ontolojik değil; mantıksal bir sınırdır; ideaların birbirine bağlanma biçimi tanrının sınırıdır. Bu bağlanma biçiminde de belirli bir düzen olmalıdır; tanrı düzensizliğe imkân tanımayacak kadar yüksek bir varlıktır. Vârolanlar tanrının kendi özü gereği kendini açığa çıkartması veveya kendini gerçekleştirmesiyle varlık kazandığından ve bu iş de belirli bir düzen içinde gerçekleştiğinden dolayı vârolanların düzeni ile ideaların düzeni bir ve aynıdır.
Böylelikle Spinoza tanrıyı ve onun bilgisini mantık perspektifinden hareketle ele alır, Spinoza’ya göre bilgi kuramının ve bilginin temel işlevi de tanrının bilgisine ulaşmadır. Spinoza insan türünün her türlü ilkeyi keşfedebilme yetisine sâhip olduğuna; fakat her tek bireyin bunları keşfedebilecek bir donanıma sâhip olması gerektiğine inanır, donanım sâhibi insan ise vârolanların gerçek bilgisine; yâni özsel bilgiye götüren yolu ve kurallarını araştıran ve bulan insandır. İmdi Spinoza’ya göre dört tür bilgi vardır, bunlar: söylenti bilgisi, deney bilgisi, çıkarımsal bilgi ve özsel bilgi. Bu bilgi türlerinden ilk üçü sıradan bilgidir, özsel bilgi ise vârolanların gerçek bilgisidir.
Bu noktada şu soru sorulabilir: Spinoza’ya göre çıkarımsal bilgi hem sıradan bir bilgidir hem de Spinoza’nın ontolojisi bu bilgilerle iş görür ki bu bir çelişki değil midir? Değildir: Spinoza’nın bilgi kuramında iki tür çıkarımsal bilgi vardır: bunlardan bir tânesi salt günlük hayâtı sürdürebilmek için yapılan gündelik çıkarımlar aracılığıyla kazanılan bilgidir. Söz gelişi bulutlu bir günde yağmur yağma olasılığının daha yüksek olduğuna ilişkin bilgi bu cümleden. Öteki çıkarımlar; yâni felsefece girişilen işlerde kullanılan felsefî çıkarımlar aracılığıyla ortaya başka türden bir çıkarımsal bilgi konur ki Spinoza’nın ontolojisinde yer alan çıkarımsal bilgiler de bu cümleden. Bunlar arasındaki fark da çıkarımlarda kullanılan öncüllerin kaynağı ve yapısı arasındaki farktan gelir.
*
Mantıkla ilgilenen ilk büyük matematikçi olarak anılagelen Leibniz bilimlerde evrensel bir dil yaratmanın ve böylelikle evrensel bir uyum oluşturmanın peşindeydi. Bu dil tüm insanların kolaylıkla öğrenebileceği kavram ve terimlerden oluşacak ve tüm insanlar tarafından kullanılacaktı. Bu dilin felsefedeki önemi ise mutlak kesinliği olanaklı kılmasıydı. Nitekim filozoflar kullandıkları kavram ve terimlere birtakım spesifik anlamlar yükleyerek mutlak kesinliği imkânsız hâle getiriyordu.
İmdi Leibniz’in bu dil hakkındaki çalışmaları onu mantık üzerinde daha derin düşünmeye sürükledi; nitekim bu uyumu sağlayacak mekanizma mantıktan başkası değildi. Böylelikle bilgi türlerini inceledi ve iki tür bilgi olduğunu savundu, bunlar: akıl bilgisi (veya mantık bilgisi) ve olgu bilgisi. Bunlardan akıl bilgisi biçimle, olgu bilgisi ise içerikle ilgilidir. İmdi akıl bilgisi bilince dolayımsız bir biçimde sunulmuştur ve genel-geçerdir. Bu bilgiler iki temel ilkeye dayanır, bunlar: çelişme ilkesi ve yeter sebep ilkesi. Çelişme ilkesi aracılığıyla çelişik iki akıl bilgisinden salt birinin doğru olduğunu, yeter sebep ilkesi aracılığıyla da bir akıl bilgisinin yeter bir sebep olmadıkça doğru veya var olamayacağını anlarız. (Monadoloji 31. ve 32. önermeler)
Böylelikle Leibniz mantık ilkelerinin bilgisine nasıl ulaşıldığı sorununu ele alır ve çağdaşlarıyla birtakım tartışmalara girer: Descartes’a göre insan zihninde üç tür ide vardır, bunlar: doğuştan gelen ideler (ideae innatae), zihnin kendi ürettiği ideler (ideae factitiae) ve dışarıdan gelen ideler (ideae adventitiae). Dışarıdan gelen ideler duyu verilerine dayanır. Zihnin kendi ürettiği idelerde ise imgelem devrededir, bunlar gerçek ve saf olmayan idelerdir. Doğuştan gelen ideler ise kesin ve apaçıktır, bunların nesnel olgusallığı vardır. (Üçüncü Meditasyon 7. önerme) Fakat Locke’a göre ise insan zihni boş bir levhadır ve doğuştan gelen ideler olanaksızdır; nitekim bu ideler olanaklı olsaydı bunların çocuklarda ve budalalarda da olması gerekirdi; oysa ki çocuklar bu ideleri bilmediği gibi budalalarda da bu ideler yoktur. Leibniz’e göre ise ideler zihnin ürünüdür ve zihnin ide üretme yetisi doğuştan gelir. Bu idelerin üretilmesi de birtakım ilkelere dayanır ki bunlar mantık ilkeleridir. Bu ilkeleri ise belirli bir eğitim sonucu öğreniriz; imdi mantık ilkelerinin bilgisi doğuştan gelmediği için çocuklarda ve budalalarda bu bilgi yoktur.
Leibniz’e göre bu eğitimin özü birtakım maksimlere dayanır, bunlardan en temel olanları şunlar: 1) apaçık doğruların dışında hiçbir şey doğru diye kabûl edilmemelidir, 2) hakkında şüphe edilen şeylere ilişkin yargıda bulunurken acele edilmemelidir, 3) zihin faaliyetleri sırasında kurulan mantık zincirine sıkı sıkıya bağlı kalınmalı ve bu zincir her adımda denetlenmelidir, 4) incelemeye konu olan nesnenin benzerlerinden olan farkları açıkça ortaya konulmalıdır ve 5) bu ayrımlar yapıldıktan sonra ulaşılan bilginin doğru olduğundan şüphe edilmemelidir.
(…)