Alternatifim Cafe

Yirminci Yüzyılda Mantık

Discussion started on Mantık

Yirminci Yüzyılda Mantık

--------------------------------------------------------------------------------

Yirminci yüzyılda Batı felsefesi filozoflarından pek çoğu on dokuzuncu yüzyılda yapılan tartışmaları verimsiz ve gereksiz buldu, Aydınlanma sonrası dönemde felsefenin gerilediğini düşündüler. Bu gerilemeyi durdurmak ve felsefeyi yeniden baş sıraya oturtmak için birtakım görüşler geliştirdiler; böylelikle birtakım akımlar doğdu ve gelişti; söz gelişi mantıkçı pozitivizm, analitik felsefe ve Yeni-Kantçılık bu cümleden.


Yirminci yüzyılda mantık çalışmalarını sürdürenler de çoğu zaman matematikçiler veya fizikçilerdi. İmdi matematikçiler yüzyıla girişte ortaya çıkan birtakım paradokslar üzerinde düşünürken mantığın daha fazla formalleşmesine neden oldular. Fizikçiler ise Kuantum Mekaniğinde kaydedilen gelişmelere bağlı olarak mantık ilkelerinin evrensel olarak geçerli olup olmadığı temel sorunu çerçevesinde birtakım sorgulamalar yaptılar ve aykırı birtakım mantık dizgelerine giden yolun taşlarını döşediler. Mantık dizgeleri arasındaki görelilik sorunu da bu incelemeler sırasında gündeme geldi.


İmdi yirminci yüzyılda Batı felsefesi târihi içinde mantıkta olup bitenlere baktığımızda ana hatlarıyla şunları görüyoruz:


*


Bir önceki yüzyılda Alman İdealistlerinin öğretileriyle yerinde sayan Felsefe’nin doğa bilimleri karşısında güç yitirmesi onu doğa bilimlerinin yöntemleriyle iş gören bir alan hâline getirme çabalarını tetikler. Bu çabalara karşı büyük bir savaşım veren Husserl, Felsefe’nin kesin bilim olarak ancak nasıl olanaklı olduğunu serimlemeye çalışır, bunu da iki yolla yapar, bunlar: doğa bilimlerinin elini; yâni yöntemi olan doğal tavrı Felsefe’den çekmesini sağlamaya çalışmak ve Felsefe’yi dünyâ görüşlerinin tekelinden kurtarmak için çaba sarf etmek. Bunları yaparken Husserl de temel disiplin arama yarışına katılır ve bu disiplini bilinç fenomenolojisinde bulur. İmdi böyle bir ereğin içinde eridiği ve aynı zamanda da temel yapıtı olan Mantık Araştırmaları, Husserl’in mantık görüşlerinin olduğu kadar fenomenoloji hakkındaki görüşlerinin de bir özetiydi. Ancak bunlara geçmeden önce birincileyin Kesin Bilim Olarak Felsefe’de ortaya koyduklarına şöyle bir bakmak gerek:


Husserl’e göre Felsefe tâ başından beri kesin bilim olma iddiâsındadır(!?); ancak bunu bir türlü sağlayabilmiş değildir. Bu iddiânın yerine getirilebilmesi için Felsefe’de kullanılan yöntemi bilimsel bir hâle sokmak gerektiği görüşü(!?) Felsefe’yi doğa bilimlerinin güdümü altına sokmuştur. Ancak bunun sonrasında da Felsefe kesin bilim hâline gelmiş olmadı. Felsefe tüm bilimlerin en kesini olma iddiâsında olsa da(!?) henüz ne bilim olmayı başarabilmiştir ne de kesin olmayı(!?). Felsefe’de nesnel olarak kavranılmış ve bu şekilde temellendirilmiş bir kavrayış ortaya konabilmiş değildir(!?). İmdi bilimler zaman içinde ne kadar ilerleyip dallanıp budaklanır olursa olsun(!?) onlarda değişmeden kalan ve belirli bir nesnellik taşıyan belirli bir öğreti içeriği hep mevcut olmuştur(!?). Buna karşılık şimdiye kadar Felsefe’de hiçbir biçimde nesnel bir öğreti içeriği ortaya konabilmiş değildir(!?). İçinde bulunulan zaman îtîbârîyle de Felsefe’de ilerlemenin sağlanabilmesi için doğalcı sayıltı karşısında artık yeni bir devrime ihtiyaç vardır. Nitekim Felsefe’nin aslî görevinin nelik araştırmaları yapmak olduğu gerçeğinin görülmesi ve bu araştırmaların nasıl yapılması gerektiğinin kavranılması için doğalcı sayıltı iyicene eleştirilmelidir:


Doğalcı sayıltıya göre herşeyde bir doğadan bahsetmemizi haklı çıkartacak birçok gerekçe mevcuttur(!?). Doğa, uzam ve zaman içinde bulunan şeylerin doğasıdır. En temelde de fizik doğa bulunur. Bunun içinde yer alan herşey uzam ve zaman içindedir. Fizik doğanın yanı sıra bir de psikofiziksel doğa vardır. Bu doğa, bilinçten oluşur ve bu bakımdan bilincin de bir doğası vardır. Ben dediğimiz şey salt empirik ben’dir ve bilinç de bu empirik ben’in bilincidir. Ne var ki Husserl’e göre doğalcı sayıltı ben’in salt empirik kısmıyla ilgilenmekte ve bu bakımdan saf ben’e ilişkin gerçekleri kavrayamamaktadır. Saf ben’e ilişkin gerçeklerin kavranılmasının önemi ihtiyaç duyduğumuz ve salt kendisi aracılığıyla Felsefe’yi kesin bilim hâline getirecek olan nelik bilgilerinin öneminden gelir(!?). Felsefe târihinde bu bilgilere ulaşmak mümkün olmamıştır ki bunun nedeni de saf ben’in yapısı hakkında bilinenlerin eksik olmasıdır(!?). Dolayısıyla Husserl’e göre saf ben hakkındaki çalışmalar Felsefe’yi kesin bilim hâline getireceği gibi zâten tâ başından beri taşımış olduğu iddiâyı da gerçekleştirecektir(!?). Ne var ki doğalcı sayıltı saf ben’e ilişkin gerçekleri kavramanın olanaklı koşullarını ortadan kaldırmaktadır. Husserl ise saf ben’e ilişkin şöyle bir araştırma yürütür:


Husserl’e göre doğalcı sayıltı bilinci doğallaştırdığı için ondaki ideleri, mutlak ideâlleri ve normları da doğallaştırır. Mantık ilkelerini de birer doğa yasası olarak ele alır. Bilincin doğallaştırılması berâberinde bunların da doğallaştırılmasına neden olur ki bu da onların deneysel olgulara indirgenmesine neden olur. Deneysel olgular ise görelidir(!?). İmdi doğalcı sayıltı Felsefe’yi tamâmen göreli bir etkinlik olmaktan hiçbir zaman kurtarabilecek değildir. Aranılan mutlaklığın sağlanabilmesi için bilincin doğallaştırılmasına; yâni bilince ve bilinç ürünleri olan idelere, mutlak ideâllere ve normlara belirli bir doğanın atfedilmesine son verilmelidir.


İmdi doğalcı sayıltı birtakım doğabilimsel yöntemler kullanarak Felsefe’de ilerleme sağlayabileceği iddiâsındadır; ancak Husserl’e göre bu yöntemlerle bırakınız Felsefe’de ilerlemenin sağlanmasını, gerçekte Felsefe adına birşeyler yapılabilmesinin hiçbir yolu bulunmamaktadır. Nitekim bu yöntemler naif yöntemlerdir ve bunlar aracılığıyla nesneler şimdi ve burada olan nesneler olarak görülür, nesnelerin bilinç dışında onlar bilince verili olmasalar bile var oldukları kabûl edilir. Oysa ki biz ancak bilince verili olan şeyler hakkında konuşabiliriz ve bunların varlıkları hakkında konuşabilmemizi sağlayabilecek hiçbir haklı gerekçemiz de yoktur; imdi şeylerin ancak verilmişlikleri söz konusu edilebilir ki bu da doğabilimsel yöntemlerle kavranılamaz; bu verilmişlikler empirik ben’e değil; saf ben’e verilidir. İmdi saf ben’in yapısını ortaya koymak bilincin ve bilince verilenlerin yapısını ortaya koymak demeye gelir. Bunun anlamı da bilincin neliğini ortaya koymaktır ki doğalcı sayıltı bu nelik bilgisini ortaya koyamaz. Bilincin neliği hakkında bir bilgiye sâhip olmadan nelik araştırmalarına da kalkışılamaz(!?).


Husserl’e göre bilinci araştıran bilinç fenomenolojisi aslında olanaklı bilme fonksiyonlarını araştırır. İmdi bu da bilince verilenlerin verilmişlik tarzlarının peşine düşmek ve bu verilmişliklerden her birinin aslında kendine özgü bir nelik içerdiğini açığa çıkartmak demeye gelir. Bu iş de ancak fenomenolojik yöntemle sağlanır. İmdi nelik araştırmaları Skolastiklerin veya onlar gibi düşünenlerin iddiâ ettiğinin aksine dilsel çözümlemeler yapma işi değildir. Nitekim bu araştırmalar herhangi bir dilin sınırları içinde kalınarak yapılacak türden araştırmalar değildir(!?); salt bilincin sınırları içinde; daha doğrusu saf ben’in sınırları içinde yapılacak türden araştırmalardır(!?); imdi nelikler şeylerin kendilerinde(!?) değil(!?); saf ben’de bulunur(!?) ki bunları bulup çıkartmak da salt fenomenolojinin görevidir(!?). Bu bakımdan fenomenoloji herşeyden önce bilincin bilimidir; ama aynı zamanda da nelik bilgilerine ulaşmanın yoludur(!?). Fenomenolojinin asıl konusu saf ben’in yapısı, mâhiyeti ve muhtevâsıdır. Fenomenolojide bilinç deneysel psikolojide yapıldığı gibi incelenmez; onun yapısına, mâhiyetine ve muhtevâsına naif değil; fenomenolojik tavırla yönelinir ve bilince belirli bir doğa atfedilmez. İmdi deneysel psikoloji aslında empirik ben’i masaya yatırır; ama onun bu incelemesi de herşeyden önce saf ben’e ilişkin birtakım bilgileri gerekser. Dolayısıyla bu yöntemle ulaşılacak bilgiler; yâni hakîki anlamıyla bilinç biliminin ortaya koyacağı bilgiler olmadan deneysel psikolojinin ortaya koyacağı bilgiler herhangi bir dayanaktan yoksun kalacaktır. Deneysel psikoloji kullandığı naif yöntem îtîbârîyle kendi kavramları hakkında belirli bir irdelemenin yapıldığı veya yapılabileceği bir alan değildir; çünkü bu irdelemelerin yapılabilmesini olanaklı kılan nelikler empirik yollarla aslâ kavranılamaz(!?). İmdi deneysel psikoloji sırtını bilincin bilimine; yâni fenomenolojiye dayamak durumundadır. Hattâ deneysel psikolojinin bir bilim olması bile bilimde kullanılan kavramların taşıması gerekli bulunan açıklıktan ve bu açıklığı getirecek olanın da fenomenoloji olmasından(!?) dolayı yine fenomenolojiye bağlıdır, bu açıklık da nelik bilgilerinin açıklığından gelir(!?). Nelik bilgilerini ortaya koyan yönelme ne kadar safsa ulaşılan bilgi de yine o kadar saf; yâni aslına uygun olacaktır(!?).


Husserl’e göre nelik bilgileri doğrudan görmeyle sağlanır(!?) ve bu görülen şey de herkes için bir ve aynıdır, mutlak bilgilerdir bunlar. Nelik araştırmaları aslında saf bilinç çözümlemeleridir(!?) ki saf bilincin yapısının herkeste bir ve aynı olmasından dolayı bu bilgilerin de belirli bir mutlaklığı vardır(!?). İmdi saf bilinç şu ya da bu kişinin bilinci değil; genel olarak saf bilinçtir ki mutlaklığın kaynağı da burasıdır(!?). Fakat empirik ben’in muhtevâsında ise deneysel olgular bulunur ki bu olguların yapısı gereği onlar için herhangi bir mutlaklığın aranması boştur. Dolayısıyla neliği görmeyle sağlanacak mutlaklık deneysel genellemeye dayalı bir algı-anı-alışkanlık ilişkisi içinde ortaya çıkan bir mutlaklık değildir. Burada dedüksiyon, indüksiyon ve hesaplama gibi işlere de kesinlikle kalkışılmaz(!?). Nelik bilgilerinin mutlaklığını ıralayan unsur taşımış oldukları içsellikten gelir(!?).


İmdi Husserl bilincin yapısını, mâhiyetini ve muhtevâsını ortaya koyan, nelik bilgilerine ulaştıran; bu bakımdan da Felsefe’yi kesin bilim olarak kuracak olan fenomenojik yöntemi(!?) Fenomenoloji Üzerine Beş Ders’te üç ana basamakta serimler:


Birinci basamak: birincileyin bilginin olanaklığına ilişkin bir irdeleme yürütmemiz gerekir. Bilginin olanaklılığına ilişkin sorunlar henüz belirli bir çözüme bağlanmadan bilgi ile hakkında olduğu nesne arasındaki ilişkiler, bilgilerin mutlaklığa sâhip olup olmadığı, hangi bilgilerin hangi nedenle nasıl bir mutlaklığa sâhip olup olmadığı vb. sorunlar üzerinde herhangi bir tartışma yapmanın anlamsız olacağı görülmelidir. Bu bakımdan bu araştırmaya başlayabilmek için öyle sağlam bir bilgi gerekir ki bizi mutlaklık hakkında sağlam bir bilgiye götürebilsin. Bu bilgi şu ya da bu şeye ilişkin empirik bir bilgi olamaz. İmdi aradığımız gibi bir bilgiye ulaşmak için, Descastes’ın ortaya koydukları iyi bir başlangıç noktası olabilir; nitekim cogitationun bilgisi hakkında en ufak bir şüphe duymak aslâ mümkün değildir. Onun bu özelliği taşımış olduğu içkinlikten gelir. Ancak buradaki içkinlik reel içkinlik değildir. Mutlaklığa ulaşmak için de ancak bu içkinlikten hareket edilebilir. Bu bakımdan aşkın koyum bir tarafa bırakılmalıdır. Aşkın koyumu bir tarafa bırakmak için de fenomenolojik indirgeme yapmak gerekir. Bu indirgemede aşkın olan askıya alınır. İmdi nesnenin vâroluşu aşkın olarak kabûl edilmemeli; yâni doğalcı sayıltının yaptığının tam aksine nesnelerin bilinç dışında vâroldukları savı askıya alınmalıdır. Husserl’e göre biz nesnelerin bizim dışımızda var olup olmadıkları hakkında konuşamayız(!?); ancak onların verilmişlikleridir söz konusu olan ve bu verilmişlikler de aslında içkin verilmişliktir(!?). İmdi birinci basamakta bunlar kavranılmalı ve gerçekleştirilmelidir.


İkinci basamak: Descartes’ın cogitatiosu da yine fenomenolojik indirgemeden geçirilmelidir; çünkü cogitatioda da bâzı empirik unsurlar bulunmaktadır. İmdi bunun da sağlanmasıyla artık deneysel psikolojinin alanından tamâmen çıkılmış olacaktır. Bu yolla ben’in dışında bulunan bir şey hakkında değil; verilmişliğin kendisi hakkında konuşmanın olanağı da ortaya çıkacaktır. Bu olanağın gerçekleştirilmesiyle birlikte de artık saf fenomenler alanıyla karşılaşırız. Bu alanı anlamamızı sağlayan temel unsur ise ideleştiren soyutlamadır(!?). İmdi ikinci basamakta da bunlar kavranılmalı ve gerçekleştirilmelidir.


Üçüncü basamak: saf fenomenler alanında görünüş ile görünen şey karşı karşıya getirilir. Bu ikisi fenomen sözcüğü altında birleştirilir ve fenomenler aslında şeylerin bilinç içinde yeniden kurulması sonucu ortaya çıkar. Bilincin bu işlemi dış dünyâyı bilmemizi ve aşkın koyum hakkında konuşabilmemizi sağlar. Böylelikle bilincin yapısı, mâhiyeti ve muhtevâsı da ortaya çıkmış olur. Fenomenolojik yöntemin üçüncü basamağında da bunlar kavranılmalı ve gerçekleştirilmelidir.


Husserl, Mantık Araştırmaları’nı iki cilt hâlinde 1900 ve 1901 yılları arasında yayınladı. İlk cildine Saf Mantığa Prolegomena adını verdi ve burada fenomenolojiye dayalı görüşlerinden hareketle doğalcı sayıltıya bir dizi eleştiri yöneltti; imdi Husserl’e göre nasıl ki bir sanatçı estetik bilgisine sâhip olmasa da yaratma yeteneğini kullanabiliyor ve yaratma ediminin temellerini bu türden bilgilerde aramıyorsa mantıkçının da doğa bilimlerinden kendi alanına ilişkin alabileceği hiçbir bilgi yoktur ve mantık ilkeleri ile doğa yasaları arasında doğalcı sayıltının kurduğu ilişkiler ancak skeptik türden saçmalıklar doğurur. Husserl mantıkçının da mantık alanında yaratıcı olmak istiyorsa şâyet mantığın teknik konuları üzerinde; söz gelişi sembolik notasyon üzerinde, herhangi bir bilgi sâhibi olmasını da gerekli görmez.


İmdi Husserl’in dilinde mantık anlamların bilimidir, saf mantık ise hem anlamları tüm psikolojik ve dilsel bağlantılardan ayırma hem de a priori bağlantılar aracılığıyla özler ile bunların karşıladığı nesneleri ayırma işidir. Nitekim mantık saf aklın kendi üzerine belirli bir refleksiyonudur ve tüm bilimler kendi bilgi formlarını saf mantıktan alır.


Husserl’e göre mantığın teorik mantık ve uygulamalı mantık olmak üzere iki bölümü vardır. Bunlardan ilki doğrudan saf mantıkla ilgilidir. Uygulamalı mantık ise teorik mantığa dayalı olarak birtakım ilke ve kurallarla ilgilidir, bu ilke ve kuralların bilgisi ışığında akılyürütmeleri ve tanıtlamaları inceler. Husserl mantık işlemlerini saf ben’in bir etkinliği olarak inceleyen mantığa ise transendental mantık der ve bu mantığın aynı zamanda da klâsik mantığın temeli olduğunu savunur.


Mantık Araştırmaları’nın ikinci cildi ise bilme edimine ilişkin bir incelemedir. Ne var ki Husserl de bu incelemesi sırasında psikolojizme saplanıp kalır.


*


Hartmann’a göre mantığı temel disiplin yapma çabası tâ Aristoteles’ten Yeni-Kantçılara kadar ortak bir biçimde gerçekleştirilmeye çalışılan bir düştür. Hakîkate ancak mantık aracılığıyla ulaşılabileceği iddiâ edilir ki bu iddiâdan hareketle en kapsamlı sistemi Hegel kurdu. Ne var ki mantık aracılığıyla hakîkate ulaşabilmenin olanaklı koşulu kullanılan ilk öncülün hakîkati söylemesidir ve bu henüz kavranılabilmiş değildir. Hem üstelik böyle bir öncülü mantık kendi başına aslâ bulamaz ve mantığı temel disiplin yapmak isteyenler bunu bir türlü kavramak istemez.


*


Russell’a göre matematik mantığın nicel alana uygulanmasıdır; bu bakımdan uygulamalı mantıktır. Hem üstelik sayılar da mantık ilkeleriyle tanımlanabilir; ancak bu mantık hitâbet sanatı üzerinden gelişen klâsik mantık değil; matematiksel mantıktır. Tüm olanaklı dünyâlar arasında salt matematik önermeleri mutlaktır; imdi matematik niteliklere kayıtsızdır. Matematik basit önermelerden hareketle daha karmaşık önermelere ulaşır, felsefe(!?) ise karmaşık önermeleri daha basit önermelere ayrıştırır. Bu bakımdan felsefe(!?) belirli bir çözümleme etkinliğidir(!?). Ne var ki bu, geleneksel felsefede(!?) kavranılabilmiş değildir. Bunun kavranılabilmesi için birincileyin klâsik mantığa duyulan hayranlığın altı oyulmalı, ikincileyin de mantığın hitâbet sanatıyla ilişkisi kesilerek matematikle ilişkisi kurulmalıdır.


Russell’a göre mantığın konusu içermelerdir, bunların doğrulanmasını ise bilimlere bırakır. İçermeler önermelerle dile getirilir, Russell’ın dilinde önerme ise anlamlı olarak kabûl edilen ya da yadsınabilen şeydir. Önermeler iki türlüdür, bunlar: çekirdek önerme ve moleküler önerme. Russell’ın dilinde çekirdek önerme belirli bir olgu hakkında belirli bir nitelik veya ilişki dile getiren önermedir, moleküler önerme ise çekirdek önermelerin önerme eklemleriyle birleşmesiyle dile getirilen önermedir. İmdi çekirdek önermeler çekirdek olgulara, moleküler önermeler ise karmaşık olgulara karşılık gelir. Bu nedenle çekirdek önermeler söz konusu olduğunda mantık gereksizdir; ancak moleküler önermeler söz konusu olduğunda bu önermelerin doğruluk değerinin belirlenmesi sırasında mantığa iş düşer; mantıksal çözümleme yöntemi aracılığıyla bu önermeler çekirdek önermelere ayrıştırılır ve bu önermelerin doğruluk değerine göre moleküler önermenin doğruluk değeri saptanır.


Russell’a göre bir önermenin hakkında olduğu nesnenin zorunlu olarak vârolması gerekmez. Söz gelişi “Fransa’nın şimdiki kralı keldir” önermesi bu cümleden. Russell bu gibi önermelerin moleküler önerme olduklarını düşünür ve bunları çekirdek önermelere ayrıştırır. İmdi bu önerme “Fransa’nın bir kralı vardır”, “Fransa’nın ancak ve ancak bir kralı vardır” ve “Fransa’nın kralı her kim ise o kral keldir” önermelerinden meydana gelmiştir, bu önermenin doğruluk fonksiyonu da bu çekirdek önermelerin doğruluk değerine göre belirlenmelidir. İmdi Russell mantıksal çözümleme yöntemi aracılığıyla içinde dış dünyâda karşılığı bulunmayan deyilerin yer aldığı önermeleri de bu tür deyilerden oluşan önermelere ayrıştırarak mantık işlemlerine tâbi tutar.


Russell’a göre mantıksal çözümleme yöntemi felsefî sorunların(!?) bilimsel(!?) olarak tartışılmasında da son derece önemlidir. Oysa ki geleneksel felsefede(!?) bu yöntem kullanılmamış ve bir dizi spekülâtif argümantasyon geliştirilmiştir. Bu gelenekte mantık gerçekliği postüle etme amacıyla kullanılmış, pek çok keyfî çıkarım yapılmıştır. Nitekim geleneksel felsefede(!?) aynı anda pek çok seçeneğin mantıksal bakımdan eşdeğer olduğu bir durumda mantık aracılığıyla bunlardan salt biri dışında diğerleri çürütülmeye çalışılmış, geri kalan seçeneğin dış dünyâda kendini gerçekleştirmesinin zorunlu olduğuna inanılmıştır. Ne var ki “mantık, deney konularına uygulandığında yapımcı olmaktan çok çözümleyicidir; önsel olarak alındığında, ilk bakışta olanaklı görünen seçeneklerin olanaksızlığından çok, şimdiye dek gözden kaçmış olanların olanaklılığını gösterir. Böylece, dünyânın ne olabileceği üzerinde imgelemi özgürlüğe kavuştururken, dünyânın ne olduğunu yasallaştırmaktan kaçınır.” Russell’a göre geleneksel felsefenin(!?) en önemli yanılgısı ise mantığın özünü ontolojide aramasıydı. Oysa ki mantığın özünü matematik oluşturur ve ikisi bir ve aynıdır. Târih boyunca matematik bilimlerle kol kola ilerlerken, mantık ise hitâbet sanatıyla uğraşanların elinde evrilip çevrilerek yerinde saymıştır. Fakat on yedinci yüzyıldan îtîbâren mantık ile matematik yakınlaşması başlamış, bugün gelinen nokta îtîbârîyle bu ikisini birbirinden ayırmanın olanaklı bir yolu kalmamıştır.


İmdi Russell mantıksal çözümleme yöntemi aracılığıyla felsefî sorunların çözümlenip belirli bir çözüme bağlanabileceğini düşünür; söz gelişi indüksiyon sorunu bu cümleden. Ne var ki kendisi bu konuda değişik dönemlerde değişik görüşler ortaya koyar: Felsefe Sorunları’nda belirli bir indüksiyon ilkesinden bahsederek o da indüksiyonu bir tür dedüksiyona dönüştürür, Dış Dünyâ Üzerine Bilgimiz’de indüksiyonu sağduyu zemîninde temellendirmeye çalışır, geç dönem çalışmalarında ise indüksiyonu haklı çıkartacağına inandığı birtakım postulatlar dile getirir:


İmdi Felsefe Sorunları’nda ortaya koyduklarına bakılırsa bu sorunu indüksiyon ilkesi belirli bir çözüme bağlar: Russell bu ilkenin şu iki temel varsayıma dayandığına inanır: 1) Belirli bir şeyin belirli bir başka şeyle birlikte bulunduğu ve bu ikisinin hiç ayrı bir biçimde bulunmadığı gözlemlenmişse bu iki şeyin bir arada bulunduğuna ilişkin gözlemlerin sayısı arttıkça gelecekte de bunlardan birinin görüldüğü yerde diğerinin de bulunma olasılığı artacaktır. 2) Aynı koşullar altında iki şeyin birlikte bulunduğuna ilişkin gözlemlerin sayısındaki artış bu iki şeyin gelecekte de birlikte bulunma olasılığını kesinliğe yaklaştırır. Bu bakımdan söz gelişi çok sayıda beyaz kuğu gören bir kimse indüksiyon aracılığıyla bütün kuğuların beyaz olduğu hükmüne varabilir ve bu ilke aradaki bu geçişin mantıksal temelidir.


Ne var ki Dış Dünyâ Üzerine Bilgimiz’de ortaya koyduklarına bakılırsa indüksiyonun mantıksal temeli sağduyudur; nitekim “Yârın güneş doğacaktır” önermesinin doğru olduğunu söyleten şey sağduyudan başkası olamaz. Özellikle de bilimlerde kullanılan genel yasa önermelerinin oluşturulması sırasında sağduyuya büyük işler düşer; nitekim indüksiyonun sınırlarını sağduyu belirler. Söz gelişi “her ayın ilk günü boyunu ölçtüğünüz oğlunuzun belli bir süre sâbit bir artışla uzadığını görüyorsunuz. İnsanların büyümesine ilişkin hiçbir bilginiz yoksa, indüktif düşünme sizi oğlunuzun bu gidişle başı yıldızlara deyinceye dek uzayacağı sonucuna götürür.” İmdi sağduyu bu gibi yanlışlardan alıkoyar.


Ne var ki geç dönem çalışmalarında sağduyuyu da yeterli bulmaz ve birtakım postulatlar kullanarak indüksiyonu mantıksal bakımdan haklı çıkartmaya çalışır. İmdi bu postulatlar beş tâne: 1) Yarı-Süreklilik Postulatı: bir olguya yakın veya benzeyen başka olgular da vardır. 2) Ayrılabilir Nedensel Çizgiler Postulatı: bâzı durumlarda sınırlı sayıda gözlemden hareketle birtakım genellemelere gidebileceğimiz durumlar vardır. 3) Zaman-Mekân Sürekliliği Postulatı: iki olgu arasında nedensellik ilişkisi kurulabilecekse bu ilişkide ara halkalar da bulunmalıdır. 4) Yapısal Postulat: nedensellik ilişkilerinde iki olgunun zaman ve mekân içinde yapısal benzerliği olmalıdır. 5) Analoji Postulatı: iki olgu kümesinden birinin elemanları için gözlemlenenler bu iki küme arasında belirli bir ilişkinin olduğunu düşünmek için haklı bir gerekçemiz varsa diğeri için de geçerli olmalıdır.


*


Wittgenstein, Tractatus’ta dilin doğasını ve vârolma koşulunu, bu çerçeve içinde de felsefe sorunlarını(!?) dert edinir. Bu sorunların gerçek kaynağını göstererek(!?) aşılmasını sağlamaya çalışır(!?), geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirir(!?). İmdi Wittgenstein’a göre felsefe sorunları(!?) dilin mantığının yanlış kullanılmasından kaynaklanır(!?). Wittgenstein düşüncelerin dile getirilişine sınır çizmeye çalışır, hakkında konuşulamayanın konusunda susmayı öğütler. Ancak kendisi tüm kitap boyunca hakkında konuşulamayanın konusunda konuşarak “metafizik” yapar. Ne var ki ona göre bu bir istisnâdır: Tractatus’u üzerine çıkıldıktan sonra bir tarafa atılması gereken bir merdivene benzetir, dünyânın doğru bir biçimde görülmesinin olanaklı tek koşulunun bu merdivenin üzerine çıkılıp onun devrilmesinde yattığına inanır. (Tractatus 6.54) Bu aynı zamanda da felsefenin sonudur.


Tractatus’ta ortaya koyduklarına bakılırsa dünyâ içinde herşey nasılsa öyledir (Tractatus 1); imdi olması gereken diye bir şey yoktur, gerekir’li önermeler aşkındır; olması gereken betimlenemez. Dolayısıyla etik ve estetik aşkındır. Metafizik önermeler(!?) aşkın olmalarından ötürü anlamsızdır. Nitekim düşünceler olguların resmidir, olması gerekenlerin değil. İmdi düşünce olguların mantıksal tasarımıdır ve mantıksız hiçbir şey düşünemeyiz. Bu nedenle Wittgenstein’ın dilinde mantık düşünmenin veya dilin dayandığı formları imler, mantık bir öğreti değil; dünyânın bir ayna tasarımıdır. (Tractatus 6.13) Mantığın sınırları dünyânın sınırıdır, mantık dünyâyı doldurur. Böylelikle Wittgenstein, Tractatus’ta “dil temeline dayanan bir ontoloji yapar; yâni o, ontos ile varlık ile logos’u bir araya getirir. Wittgenstein’ın mantığı dünyâya ilgisiz bir şey değil, tersine o dünyâyı sımsıkı sarar, tıpkı Herakleitos’un “logos”u gibi.” İmdi bu mantık anlayışı onu mantığın sınırları olduğunu düşündürmeye zorlar: aksi taktirde hiçbir şeyin mantıksız olmayacağına inanır. Bunu anlamak için gerekli deneyimi de birşeyin böyle böyle olduğunun değil; olduğunun deneyimi olduğunu düşünür ve bunun gerçekte bir deneyim olmadığına inanır, mantığın bütün deneyimlerden önce geldiğini savunur; ne var ki bu, mantığın dünyâdan önce olduğu anlamına gelmez: dünyâ var ve mantık var.


Wittgenstein’ın dil ile dünyâ arasında kurduğu bu ilişki ona felsefenin tâ öteden beri ortaya koyduğunu düşündüğü metafizik önermeler(!?) karşısında susmak gerektiğini söyletir: Wittgenstein’ın dilinde felsefe bir öğreti değil; bir etkinliktir, amacı: önermelerin mantıksal çözümlemesini yaparak onları açık bir hâle getirmektir; imdi bir felsefe yapıtında salt bu tür çözümlemelerle karşılaşmamız gerekir; nitekim bu etkinlik bulanık ve kaypak dile getirilişleri sınırlandırır, onlara bir sınır çizer. İmdi hiçbir disiplin felsefeye temel olamaz ve psikoloji (de) felsefeye başka bilimlerden daha yakın değildir. (Tractatus 4.1122) Geleneksel felsefe(!?) metinlerinde karşılaşılan metafizik önermeler(!?) anlamsızdır. Bu anlamsızlık onların “saçma sapan” oluşlarından değil; belirli bir olgu bağlamına karşılık gelmemesinden ve bu nedenle şu ya da bu şekilde doğru ya da yanlış değerini taşıyamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla etik ve estetik alanlarında ortaya konanların tamâmı anlamsızdır ve bu konularda susmak gerekir. (Tractatus 7)


Wittgenstein’ın dil ile dünyâ arasında kurduğu bu ilişkiler onu adlar, tümceler ve gerçeklik arasında da şu ilişkileri kurmaya sürükler: Wittgenstein’a göre adlar nesneleri imler ve belirli tümceler içinde dile getirilirler. Adların doğruluğu âit oldukları tümcenin bağlamındadır. (Tractatus 3.3) Tümceler ise adların birbirine eklemlenmesiyle oluşur (Tractatus 3.202) ve belirli bir olgu bağlamının tasarımını dile getirir (Tractatus 4.032). İmdi dil bu tümcelerin toplamıdır; ne var ki tümceler kendilerini olanaklı kılan mantıksal biçimi ortaya koyamaz; nitekim bir tümce şu ya da bu şekilde mantığın hükmü altında dile getirilmiş bir tümcedir ve mantıksal biçimi dile getirmesi için mantığın hükmünden kurtarılması gerekir ki bu da mümkün değildir (Tractatus 4.121).


Wittgenstein’a göre tümcelerin temelinde atomsal önermeler vardır ve tüm atomsal önermeler verilecek olursa dünyânın resmi de çıkartılmış olacaktır (Tractatus 4.001). Bir tümcenin anlamlı olup olmadığı da atomsal önermelere geri götürülebilir olup olmadığına bağlıdır; nitekim geri götürülebiliyorsa anlamlı, geri götürülemiyorsa anlamsızdır. Atomsal önermelerin doğruluğu ise kendilerinden kaynaklanır ve bir atomsal önermeden başka bir atomsal önermeye gidilemez. (Tractatus 5.134) Bu önermelerin doğruluk olanakları da hakkında oldukları olgu bağlamının vârolup olmadığına ilişkin olanakları imler (Tractatus 4.3) (…)

Wittgenstein’a göre matematik önermeleri “yarım düzine temel yasa”dan sonuç olarak çıkar, bu yasalar da aslında birer yinelemedir (Tractatus 5.43), çözümleyici tümceler olmak bakımından yeni bir şey söylemezler (Tractatus 6.11). Wittgenstein matematik önermelerinin herhangi bir olgu bağlamına karşılık gelmemesinden dolayı onlara sözde tümce der (Tractatus 6.2) ve bu tümceleri mantık tümceleriyle bir tutar (Tractatus 6.22). Mantık tümceleri zorunlu olarak doğrudur; ne var ki mantık tümcesi olduğu düşünülen her tümce böyle değildir ve aynı zamanda zorunlu da değildir. Söz gelişi Russell’ın indüksiyon ilkesi bu cümleden. Nitekim bir olgu bağlamının vâroluşundan başka bir olgu bağlamına geçişin mantıksal bir temeli yoktur, bunu mümkün gören şey ise bâtıl bir inançtır. (Tractatus 5.135) İmdi geleceğin olayları hakkında bugünkülerden hareketle konuşulamaz (Tractatus 5.1361), indüksiyon süreci ise geçmiş deneyimlerimize uygun en yalın yasayı kabûl etme sürecimizdir (Tractatus 6.363).


Wittgenstein, Tractatus’ta dil ile dünyâ ve adlar, tümceler ve gerçeklik arasında kurduğu bu ilişkileri Felsefî Soruşturmalar’da yeni baştan ele alır ve daha farklı görüşler geliştirir; imdi bunlar arasında bir karşılaştırma yapmak gerekirse: Tractatus’ta mantığa yüklediği görevi Felsefî Soruşturmalar’da dilbilgisine yükler. Tractatus’ta metafizik önermelerden sakınmanın yolunu mantıksal çözümlemede görürken, Felsefî Soruşturmalar’da dilbilgisinde görür. Tractatus’ta dil ile mantık ilişkisine bağlı olarak tek bir dilin anlamlı olmasına olanak tanırken, Felsefî Soruşturmalar’da değişik ihtiyaçlara bağlı olarak anlamlı çok sayıda farklı dile olanak tanır. Tractatus’ta nesne ile anlam ilişkisine bağlı olarak tüm sözcüklerin ancak belirli bir nesneyi temsil ettiği sürece belirli bir anlama sâhip olabileceğini savunurken, Felsefî Soruşturmalar’da herhangi bir nesneyi temsil etmeyen sözcüklerin de belirli bir anlama sâhip olabileceğini savunur; söz gelişi defolmak bu cümleden. Tractatus’ta dili olguların mantıksal tasarımından oluşan bileşik bir yapı olarak nitelendirirken, Felsefî Soruşturmalar’da dil oyunlarından oluşan karmaşık bir yapı olarak nitelendirir. Tractatus’ta mantık ile matematik önermelerinin bir ve aynı olduğunu savunurken, Felsefî Soruşturmalar’da matematik önermelerini de dil oyunlarına indirger.


*


Viyana Okuluna göre iki tür anlamlı önerme vardır, bunlar: mantıksal içermeler ve empirik önermeler. İmdi mantıksal içermeler kendi terimleri sâyesinde doğru değerini alan önermelerdir; söz gelişi totolojiler bu cümleden. Empirik önermeler ise empirik olarak doğrulanması mümkün olan önermelerdir; söz gelişi “Su 100 ºC’de kaynar” önermesi de bu cümleden. Bu önermeler yanlış olsa bile yine de anlamlıdır; söz gelişi “Güneş dünyânın etrâfında döner” önermesi de bu cümleden. İmdi bir önermenin anlamlılık ölçütü o önermenin doğrulama yöntemidir; doğrulama yöntemi belli olmayan tüm önermeler ise anlamsız önermelerdir; söz gelişi metafizik önermeler de bu cümleden.


Bu okuldan Carnap’a göre anlamsızlığın iki türü vardır, bunlardan ilki sentaktik bakımdan düzgün; ancak semantik bakımdan anlamsız terimlerden oluşmuş önermelerde ortaya çıkar; söz gelişi hiçlik, varlığın özü, evrenin ilkesi vb. terimler bu cümleden. İçinde bu gibi terimler geçen önermelerin doğrulama koşulları belirlenemez. Anlamsızlığın ikinci türü ise semantik bakımdan anlamlı terimlerin sentaktik bakımdan düzgün olarak birleştirilmediği önermelerde ortaya çıkar ve bu önermelerin de yine doğrulama koşulları belirlenemez; söz gelişi “Ay yeşil peynirden yapılmıştır” önermesi de bu cümleden. Carnap’a göre metafizik önermeler çoğu zaman anlamsızlığın birinci türüne girer; ancak tüm metafizik önermeler için mantıksal çözümleme yöntemi deyim yerindeyse panzehirdir:


Carnap’a göre bir terimin anlamlı olup olmadığını belirlemek için birincileyin o terimin temel tümcesi belirlenmelidir. Söz gelişi taş için “X bir taştır” önermesi bu cümleden. Carnap temel tümcelere aynı zamanda da protokol önermeleri der; nitekim bu önermeler belirli bir protokol sonucu ortaya çıkar ve dile getirilir. İkincileyin bu temel tümce hakkında şu sorulara cevap verilmelidir: Temel tümce hangi tümcelerden türetilebilir ve hangi tümceler bu temel tümceden türetilebilir? Temel tümce hangi şartlarda doğru, hangi şartlarda yanlış olur? Temel tümce nasıl doğrulanabilir? Temel tümcenin nasıl bir anlamı vardır? İmdi a gibi bir terimin S(a) gibi bir temel tümcesi varsa a’nın anlamlı olduğuna hükmetmek için a hakkında deneysel imler gösterilebilmeli, S(a)’nın hangi protokol önermesinden çıkarsandığı belli olmalı ve S(a)’nın hangi koşullarda ve nasıl doğrulandığı da bilinmelidir. Ne var ki mantıksal çözümleme yöntemi aracılığıyla metafizik önermeler incelendiğinde görülecektir ki bu önermelerde geçen terimlerden hiçbiri bunları sağlamıyor ve bu önermeler anlamsız dile getirişler yapıyor.


*


Neurath’a göre protokol önermelerini bilim için sağlam ve güvenilir bir temel yapma girişimi boştur; nitekim hiçbir sağlam ve güvenilir bilgi yoktur ve protokol önermeleri de bu bilgileri olanaklı kılmaz. Asıl önemli olan şey ise herhangi bir çelişki barındırmayan belirli bir dizge kurmaktır ve mantık da bunu sağlar; imdi “yeni bir tümce ortaya konulduğunda onu elimizdeki dizgeyle karşılaştırarak, yeni tümcenin dizgeyle çelişip çelişmediğini sınarız. Yeni tümce dizgeyle çelişiyorsa, ya bu tümce uygulanamaz, yanlış olarak nitelenir ya da bu tümce kabûl edilerek dizgede bir değişiklik yapılır, dizgenin yeni tümceyle uyumu sağlanır. Bu son durumda tümceye doğru denir.”


*


Heidegger’e göre geleneksel felsefe(!?) insan realitesini mantık aracığıyla kavramaya çalışır, insanı birtakım şablonların içine oturtmaya çalışır. Oysa ki insan realitesi mantık aracılığıyla kavranılamaz; bunun yapılabilmesi için vâroluş yaşantılarından hareket etmek gerekir. Ne var ki tâ Antikçağ’dan beri egemen olan belirli bir düşünme biçimi nedeniyle vâroluş yaşantıları üzerinde düşünme çabası bir tarafa bırakıldı. Heidegger bu düşünme biçimine teknik düşünme biçimi der ve bunun temelinde insanın vârolanlar üzerinde denetim kurma çabasının yattığına inanır. İmdi insanın bu çabası onu hakîkatten uzaklaştırmış, hakîkatin üstünü örtmüştür. Öte yandan hakîkatin mantık aracılığıyla kavranılabileceği iddiâsı da geleneksel felsefenin(!?) boş bir sayıltısıdır. Hakîkate de ancak vâroluş yaşantılarından hareketle ulaşılabilir. Heidegger vâroluş yaşantılarına odaklanan düşünme biçimine de özlü düşünme der ve bunu teknik düşünme biçiminin karşısına koyar. Özlü düşünme aynı zamanda da metafiziktir; vârolanın bütününü ve ötesini düşünmedir ki bu, hakîkate giden yoldur.


*


Wittgenstein’ın önde gelen müritlerinden biri olan Ayer mantıksal olguculuğu Dil, Doğruluk ve Mantık’la İngiltere’ye taşır. Ayer de tıpkı Wittgenstein gibi felsefeyi mantıksal çözümleme etkinliği olarak görür(!?); ancak ona özel bir görev yükler: Ayer’in dilinde felsefe yapmak bilimin içine karışmış olan bilim dışı öğeleri dışarıya atmak(!?) ve bilimler içindeki tutarsızlıkları ortadan kaldırmaktır(!?) ki buna daha sonraları bilimsel felsefe diyeceklerdi. İmdi Ayer’e göre filozofların geleneksel tartışmaları verimsiz ve gereksizdir(!?) ve bunu da mantıksal çözümleme yöntemi gösterir(!?). Nitekim bunlara bir son vermenin en sağlam yolu felsefî araştırmaların özünü; yâni mantıksal çözümleme yöntemini(!?) ortaya koymaktan geçer(!?).


Böylelikle Ayer felsefî önermelerin(!?) olgusal değil; ancak dilsel önermeler olduğunu; yâni tanımları ya da tanımların biçimsel sonuçlarını serimlediğini(!?) iddiâ ederek mantığın felsefenin aracı değil; felsefenin mantığın bir bölümü olduğunu savunur. Bu bölüm Ayer’in gözünde o kadar önemlidir ki bunun ihmâl edilmesi durumunda tıpkı metafizikçiler gibi dilbilgisi kurallarına aldanılacağını ve bir dizi yanlış uslamlamaya gidileceğini(!?) düşünür; başka deyişle metafizikçiler de aslında anlamsız şeyler yazmayı kasıtlı olarak seçmemiş(!?); ancak bu öneme dikkat etmedikleri için(!?) bir dizi uslamlama yanlışı yapmış(!?). Oysa ki Ayer bu tür yanlışlardan(!?) sakınıldığında(!?) felsefenin amacının metafizik dedüktif bir dizge kurmak olmadığının gün yüzüne çıkacağına inanır.


İmdi Ayer’e göre felsefe; yâni mantıksal çözümleme yöntemi(!?) felsefî sorunları(!?) çözümleyip hangilerinin gerçek bir sorun hangilerinin de sözde sorun olduğunu göstermede onsuz olunmaz bir öneme sâhiptir(!?). Söz gelişi indüksiyon sorunu sözde bir sorundur. Nitekim bu soruna iki çözüm önerisi dile getirilmiştir, bunlar: indüksiyon ilkesi ve sağduyu. Ancak indüksiyon ilkesi indüksiyonu dedüksiyona dönüştürmüş ve genel yasa önermelerini de bir tür totoloji hâline getirmiş, sağduyu ise boş bir inanç yaratmıştır. İmdi indüksiyon sorunu sözde bir sorundur; çünkü ancak hakkında çözüm üretilebilecek sorunlar gerçek sorunlardır.


Ayer’e göre önermeler iki türlüdür, bunlar: idea ilişkileri hakkındaki önermeler ve olgu sorunları hakkındaki önermeler. Bunlardan ilki mantık ve matematik önermeleridir, bu önermelerin bilme türü a prioridir ve bunlar aynı zamanda da analitik önermelerdir. Bu nitelikleri onları kesin ve zorunlu yapar. Olgu sorunları hakkındaki önermeler ise olduğundan başka türlü olabilen önermelerdir, bu önermelerin bilme türü ise a posterioridir ve bunlar aynı zamanda da sentetik önermelerdir. İmdi Ayer’e göre analitik önermelerin geçerliliği içerdiği terimlerin tanımına bağlıdır ve bu önermeler hiçbir deneysel olguya göndermede bulunmaz. Sentetik önermelerin geçerliliği ise hakkında oldukları olgu bağlamına göredir. Dolayısıyla Kant’ın sentetik a priori olduğunu düşündüğü matematik önermeleri de aslında analitik a prioridir ve onların kesin ve zorunlu olmasının olanaklı koşulu da aslında bu niteliklerinden gelir.


Ayer’e göre analitik a priori önermeler söz konusu olduğunda mantıksal çözümleme yönteminin ve sembolik notasyonun önemi birkez daha karşımıza çıkar: kimi analitik a priori önermeler kendi içlerinde karmaşık birtakım dile getirişler içerir ve bu şekliyle onlar hakkında konuşmak oldukça güçtür. İmdi mantıksal çözümleme yöntemi aracılığıyla daha yalın dile getirişlere ayrıştırıldıklarında bunlar hakkında daha sağlıklı kararlar verilebilir. Bu dile getirişler sembolik notasyon aracılığıyla mantık işlemlerine tâbi tutulduklarında bunlar hakkındaki olanaklı tüm kuşkular da ortadan kalkacaktır.


*


Karısına verdiği popüler olma sözünü yerine getirmek için yazdığı Bilimsel Felsefenin Doğuşu’nda Reichenbach da Kant’ın mantık görüşlerine bir dizi eleştiri yöneltti, sentetik a priorinin çöküşü söylemi onun bu eleştirilerinin merkezinde yer alan temel söylemiydi. İmdi bu noktada Reichenbach’ın ve bilimsel felsefe taraftarlarının nasıl bir tartışma sürdüregelmekte olduğunu anlamak için şu birkaç hususu belirtmek sanırım yararlı olur:


Kant’a göre duyu bilgisinin kimi öğeleri deneyden gelmez ki bunlar uzam ve zamâna ilişkin olanlarıdır; Kant bunlara saf görü der. Bu görüler bilince doğrudan sunulmuştur, herkes için bir ve aynıdır, mutlak bir zorunluluğa sâhiptir. Kant’a göre geometri uzam görü formunu konu edinir ki bu nedenle kesin bilim olma özelliği taşır. İmdi bir bilim olarak geometri ile Euklides geometrisi arasında dolayımsız bir ilişki vardır; Kant başka geometri dizgelerinin olanağına aslâ imkân tanımaz; çünkü bu dizgenin dayanağı olan uzam görü formu başka bir geometri dizgesinin olanağına aslâ imkân tanımaz diye düşünür. Bu bakımdan Euklides geometrisinin dayandığı postulatları insan zihninin yapısının doğal bir gereği olarak ele alır ve onları birer değişmez doğru olarak kabûl eder. Aynı şekilde zaman görü formu için yaptığı çözümlemelerde de Newton fiziğinden farklı bir fiziğe olanak tanımaz; onun dayandığı postulatları da insan zihninin yapısının doğal bir gereği olarak ele alır ve onların da birer değişmez doğru olduğuna inanır.


İmdi Reichenbach’a göre tâ Platon’dan Kant’a kadar uzanan rasyonalist felsefe tüm bilgilerimizin geometrinin sağladığı modele uygun oluşturulması üzerinde ısrarla durdu. Rasyonalist filozof, argümanını iki bin yıl süresince su götürmez doğru sayılan geometrinin belli bir yorumu üzerine kurdu: bu yorum geometriyi hem saf aklın bir ürünü hem de fizik dünyâyı betimleyici saymadır. Oysa ki on sekizinci yüzyıldan sonra bilimler hızla ilerlemiş(!?) ve mutlak sayılan doğruların aslında hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmıştı. Kant’ın tartışmasız bir biçimde doğru diye kabûl ettiklerinin de salt Euklides geometrisi ve Newton fiziği için geçerli olduğu artık anlaşıldı; nitekim astronomik boyutlarda ve atomaltı düzlemde onun bu çözümlemelerinden hiçbiri geçerli değildi. Bu da sentetik a priori olduğu düşünülen doğa yasalarının aslında a priori bir tarafının bulunmadığı; onların da empirik temellere dayandığı anlamına gelir; söz gelişi Euklidesçi olmayan geometri dizgelerinde bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece etmez ve bu yalnızca birtakım empirik gözlemler aracılığıyla ortaya konabilir. Astronomik boyutlarda uzay geometrisinin de yalnızca Euklidesçi olmayan geometri dizgeleriyle açıklanabileceğini savunan Reichenbach buradaki a posteriori olma durumunu da şu şekilde örneklendirir: eğer üç sâbit yıldızı veya üç değişik galaksiyi köşe alan belirli bir üçgenin iç açılarını ölçebilseydik açısal toplamının 180 dereceden fazla olduğunu açıkça görebilirdik.


Böylelikle Reichenbach, Euklides geometrisinin asırlardır süregelen tekelinin kırıldığını ve Kant’ın görüşlerinin de yanlışlandığını iddiâ eder. Reichenbach’a göre Euklides geometrisinin görsel bakımdan anlamaya elverişliliği de başka geometri dizgelerini olanaksız kılmaz. Nitekim herhangi bir geometri dizgesi için temel unsur içinde herhangi bir çelişki barındırmamasıdır ki Euklides geometrisi kadar Euklidesçi olmayan geometri dizgeleri de bu cümleden. İmdi geometri de a priori değil; a posteriori bir bilimdir. Öte yandan Kant ve diğer filozofların başta indüksiyon sorununu çözüme bağlamak için savundukları nedensellik ilkesi de aslında idealize edilen ilişkilerdir ve bunların doğada geçerliliği yoktur. Nitekim Kuantum Mekaniği göstermektedir ki “Her olayın bir nedeni vardır” önermesi geçersiz bir önermedir.


Böylelikle Reichenbach da sentetik a priorinin çöküşü söylemiyle bilimlerin alanından bu tür önermeleri çıkartmaya çalışır, geriye kalan önermelerin de Aristoteles mantığında olduğunun aksine sembolik notasyon aracılığıyla mantık işlemlerine tâbi tutulması gerektiğini savunarak bu yolla karmaşık dile getirişlerin mantık bakımından çözümlemesinin hatâ payı en aza indirgenerek gerçekleştirileceğini ve böylelikle bilimsel sorunların hem dile getirilmesinin hem de belirli bir çözüme bağlanmasının olanaklı olduğu ölçüde en büyük başarıyla sağlanacağını iddiâ eder.


*


Lukasiewicz’e göre mantık ilkelerini a priori olarak türetme çabası yanlıştır. Klâsik mantıkta dile getirilen ilkeler ancak üst düzey bir genellemedir ve bunların evrensel bir geçerliliği yoktur. Bu geçerliliğe olan inancın temelinde ise nedensellik ilkesi vardır. Oysa ki Kuantum Mekaniği göstermiştir ki doğada nedensellik değil; olumsallık vardır ve bu da mantık ilkelerinin evrensel olarak geçerli olamayacağı anlamına gelir. Bu olumsallık nedeniyle bir önermenin doğruluk değeri her zaman doğru ya da yanlış değerlerinden birini taşımak zorunla olmayabilir ki bu da klâsik mantığın kabûl etmediği bir doğruluk değerini; nötr değerini de mantık işlemlerine sokmak demeye gelir.


Lukasiewicz’e göre matematiksel mantıkçıların elinde gelişen sembolik notasyon klâsik mantıkla uyum içindedir; imdi bu notasyon kullanılarak bu olumsallık mantık işlemlerine yansıtılamayacaktır. Bu nedenle kendisi yeni bir notasyon geliştirir. Bu notasyonda anılmaya değer belli başlı noktalar ise şunlar:


Lukasiewicz değil eklemini N, tümel evetleme eklemini K, tikel evetleme eklemini A, koşul eklemini C ve karşılıklı koşul eklemini de E biçiminde gösterdi. Basit önermelerin simgeleştirilmesinde ise p, q, r gibi küçük harfleri kullandı. Öte yandan doğru değerini 1, yanlış değerini 0 ve nötr değerini de 1/2 biçiminde gösterdi. (…)

Lukasiewicz’e göre bir tümel evetleme önermesinin (Kpq) doğruluk değeri iki basit önerme aynı değeri almışsa aynı, almamışsa daha küçük olanın değerini alıyordu. Bir tikel evetleme önermesinin (Apq) doğruluk değeri ise iki basit önerme aynı değeri almışsa yine aynı, almamışsa daha büyük olanın değerini alıyordu. Bir koşul önermesinin (Cpq) doğruluk değeri ise (1 veya 1 – [ (ön bileşenin doğruluk değeri) + (art bileşenin doğruluk değeri)]) formülündeki en küçük değeri alıyordu. Bir karşılıklı koşul önermesinin (Epq) doğruluk değeri ise ön bileşen ile art bileşenin aynı değeri alması durumunda 1, bileşenlerden birinin doğru diğerinin yanlış değerini alması durumunda 0 ve diğer durumlarda ise 1/2 değerini alıyordu. (…)

*


Quine’a göre mantık yalnızca tutarlılık ve geçerlilik denetlemeleri yapan bir araç değil; aynı zamanda da doğruyu arayan bir bilimdir; doğru önermeleri yanlış önermelerden ayırır. İmdi mantığın ancak biçimle ilgilendiği iddiâsı doğru bir iddiâ değildir ve Quine her türlü indirgemeci yaklaşıma bayrak açar. Özellikle de Viyana Okuluna karşı büyük bir savaşım verir. Bunu yaparken nominâlist bir yaklaşım benimser ve yeni bir tartışmalar başladır: Quine’a göre günlük dilde bir sözcüğün anlamı hakkında olduğu bağlamdan gelir. Bu bağlamlar belirli türden uzlaşımlara dayanır(!?) ve bu uzlaşımlar belirli bir dilin içinde gerçekleşeceğinden dolayı günlük dilde bir sözcüğün anlamını bir başka dilde bulmak mümkün değildir. Öte yandan bilimlerde kullanılan terimlerin anlamları ise evrensel olarak geçerlidir(!?). Nitekim bu terimlerin anlamları üzerine yapılan uzlaşımlar kişilerin kendi irâdelerinin ötesindedir. İmdi Quine’a göre bilimsel önermeler hâriç diğer bütün önermeler ancak âit oldukları dile göre anlamlıdır, bu önermeleri bir başka dile çevirmek mümkün değildir(!?) ve bir başka dile çevrildiklerinde doğru ya da yanlış olup olmadıkları hakkında konuşamayız(!?). Bu önermeler bir başka dilde ancak belirsiz değerini alır(!?).


*


Brouwer’a göre üçüncü hâlin imkânsızlığı ilkesi mantık için zorunlu bir ilke değildir. Hem üstelik matematik önermeleri mantık ilkelerinden çıkarsanamaz. Nitekim matematik önermeleri sonsuz bir içeriği ifâde eder ve bu önermelerin doğruluk değeri hakkında konuşulamaz; ancak doğru ya da yanlış olup olmadıkları hakkında sezgisel olarak karar verilir. Bu bakımdan bir aksiyomdan başka bir aksiyomu çıkartmak da aslında mümkün değildir; ama tanıtlamaya duyulan gereksinim sonucu böyle olduğuna inanmak isteriz.


*


Bulanık Mantık Okulu, Lûtfü Askerzâde öncülüğünde kendilerine belirsizlik fenomenini dert edinen bir grup mantıkçı tarafından kuruldu. Kısa zamanda çok yoğun bir ilgi topladılar ve bulanık mantık dizgesinin pek çok alanda uygulaması gerçekleşti. Ne var ki tüm bunlara deyinmek bu çalışmanın sınırlarının çok ötesinde. İmdi biz yalnızca mantıkta nasıl bir aykırılık yarattıklarına ve görüşlerini nasıl temellendirdiklerine bakalım:


Askerzâde’ye göre düşünme ediminin temelinde belirsizlik fenomeni bulunur(!?). Dolayısıyla yargıda bulunma ediminde bu fenomen başat bir konumdadır(!?). Ne var ki klâsik mantık ve matematiksel mantık bu fenomene karşı kayıtsızdır. Oysa ki mantık işlemleri bu fenomenden bağımsız olarak gerçekleşemez(!?). İmdi klâsik mantık ve matematiksel mantıkta kullanılan doğruluk değerleri ancak birer aşırı uçtur ve bu fenomeni mantık işlemlerine katacak ara değerlerle iş görülmeli(!?); böylelikle düşünme ve yargıda bulunma edimi ile mantık arasında tam bir uyum sağlanmalıdır(!?).


Bu okuldan Zekâi Şen’e göre “gerçek dünyâ karmaşıktır. Bu karmaşıklık genel olarak belirsizlik, kesin düşünceden yoksunluk ve karar verilemeyişten kaynaklanır. Birçok sosyâl, iktisâdî ve teknik konularda insan düşüncesinin tam anlamı ile olgunlaşmamış oluşundan dolayı belirsizlikler her zaman bulunur.” Bu belirsizlikler en çok dilde kendini gösterir; nitekim konuşmalarımız pek çok belirsiz sözcük içerir; söz gelişi “‘hava sıcak’ dendiğinde herkes, kesin olarak hava kelimesinin günlük hayattaki kullanımını anlamaktadır. Ancak ‘sıcak’ kelimesinin ifâde ettiği anlam izâfî (göreceli) olarak birbirinden farklı olabilir. Kutuplarda bulunan bir kişinin sıcak için 15 °C’yi algılamasına mukâbil, ekvator civârındaki bir kişi için bu 35 °C’yi bulabilir. Arada birçok kişinin görüşü olarak başka dereceler de bulunur. Böylece ‘sıcak’ kelimesinin altında, insanların da îmâ ettiği sayısal anlayışın bir sonucu olarak belirsiz bir durum vardır.”


Böylelikle Bulanık Mantık Okuluyla birlikte artık 0-1 bandında çok sayıda doğruluk değeri de mantık işlemlerine katılmaya başlandı. İmdi geldiğimiz şu nokta îtîbârîyle şu saptalamaları ortaya koymak istiyorum: mantıkçılık modası ilk defâ on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıktı. O dönemler bu moda mantığı matematiğe indirgeme ve mantık ile matematiği bir ve aynı görme sayıltısına dayanıyor, bu sayıltıyı benimseyenler el üstünde tutuluyordu. Ancak Bulanık Mantık Okuluyla birlikte bu sayıltı etkisini giderek azalttı; artık 0-1 bandında çok sayıda doğruluk değeriyle iş görme sayıltısı benimsendi ve genel kabûl görmeye başladı. İmdi mantıkçılık modasının ilk türüne matematikçilik, ikinci türünü de aradeğercilik adlarını vermek sanırım mümkün. İşte bu aradeğercilik modası klâsik mantıkta kabûl edilen doğru ve yanlış değerlerinin arasına az doğru, muhtemelen doğru, hemen hemen doğru vb. değerleri getiriyor ve bu yolla üçüncü hâlin imkânsızlığı ilkesine karşı çıkarak mantık işlemlerine başka bir biçim vermeye çalışıyor; ancak onlar nesneye bakmak yerine nesneye bakanlara bakmayı tercih ediyor ve bu nedenle pek çok sofistik yanılsamanın içine düşüyor. Ben bu yanılsamaları daha sonra ele alacağım. İmdi geldiğimiz şu nokta îtîbârîyle bu ara değerler ile mantık işlemleri arasında kurdukları ilişkilere biraz daha yakından bakalım:


Bulanık Mantık Okuluna göre örneğin “Ali çok uzun boyludur” önermesi Ali’nin boyunu tam olarak ifâde etmez, “Ali’nin boyu 1.86’dır” önermesi ise duru bir belirlenim dile getirir. İlk önermenin doğruluk değeri ancak görelidir, ikincisininki ise değil. İmdi klâsik mantık ilk önermeyi dışta bırakacak, salt ikinci önermeyi mantık işlemlerine tâbi tutacaktır; fakat düşünme ve yargıda bulunma edimi uzun gibi bir terime kayıtsız kalamaz, bunu da mantık işlemlerine tâbi tutmak ister(!?). İmdi bulanık mantıkçılara göre Ö1: “Ali çok uzun boyludur” (boyu 1.86 cm olsun), Ö2: “Ayşe uzun boyludur” (boyu 1.80 cm olsun), Ö3: “Ece kısmen uzun boyludur” (boyu 1.75 cm olsun) ve Ö4: “Serdar kısa boyludur” (boyu 1.60 cm olsun) olmak üzere bu dört önerme için F(x) gibi bir uzunluk fonksiyonu tanımlanmış olsun. Bu fonksiyonda Ö1 önermesi 1, Ö4 önermesi de 0 değerini alacak, diğer iki önerme de 0-1 bandında belirli ondalık sayı değerlerini alacaktır. Böylelikle 0’dan 1’e geçişte ara değerler de fonksiyon eğrisine sokulacak ve belirlisizlik fenomeni doğruluk değerlerine yansıtılacaktır.


(…)

#1 - Haziran 06 2006, 17:30:20

evet günümüz mantığından fazla farklı değil  :okey
#2 - Haziran 06 2006, 22:07:59

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.