Türk Dünyası denilince Türklerin yaşam sahası akla gelmektedir. Popüler içeriği bu şekilde algılanır. Ancak Türk Dünyası değiminin geniş anlamda, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, coğrafi açılımı bizi, tarihi derinliği olan geniş bir alana taşır.
İnsanlık tarihinin iri bir bölümünü kapsayan Türk olgusu, eski dünyanın her yerinde siyasal ve kültürel disiplinleriyle yükselmiş ve kurumlaşmış bir varlık olarak bütün tarihlerde kaydedilmiştir. Bu bakımdan Türklük sözüyle ifade edilen ve uzantısı olup misyonunu taşıdığımız varlık, yaşam alanı yaptığı büyük coğrafyaları ve insan gruplarını, kültürel yapılarıyla tanımak tecrübesiyle ve bulunduğu her coğrafyanın insanlarıyla ortak yaşam düzeni kurmayı başardığı tecrübe ve birikimleriyle insanlık sıralamasının en ön safında yerini almıştır.
Bu gün bu tecrübe ve birikim 7 bağımsız devlet, çeşitli devlet ve coğrafyalarda çok sayıda iç muhtar cumhuriyet ve topluluklarca taşınmakta ve temsil edilmektedir.
Çağımızda, uygulama alanına çıkan, “Yeni Dünya Düzeni” ya da Küresel stratejiler doğrultusunda uluslar arası birlikteliklerin kurulduğu dünya siyaseti içinde, Türklerin, ifade edilen tecrübe, bilgi ve birikimlerini kullanmaları gerektiğini ve neden kullanamadıklarını Türkiye ekseninde değerlendirmeye çalışacağız.
Uluslar arası ilişkilerde karşılıklı olarak birbirleri hakkında edinilen bilgiler, aralarında kurulması düşünülen veya kurulan ittifakların alt yapısında önemli bir rol oynar.
Bu ilişki ağını daha çok batılılar emperyalist politikalarında kullana gelmişlerdir.
19. Yüzyıl’ın başlarından itibaren sömürge ağının genişletilmesi amacıyla batılı devletlerin, Asya toplumlarını özellikle de Türkleri tanımak amacıyla, birçok araştırmacı bilim adamı, misyoner ve seyyahları Orta Asya’ya gönderdikleri ve bu yolla edindikleri bilgileri stratejik planlarında kullandıkları bilinmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, İngilizlerin Asya siyasetinden verelim:
Hindistan’da 1857 yılında meydana gelen “Sipahi İhtilali” sırasında, Anadolu Türkleriyle Doğu Türklerinin müşterek bağlarını iyi tespit etmiş olan İngilizler, Osmanlı Sultanı/Halifesi Abdüimecit’e müracaatla Türk/Müslüman Hindistanlıların, İngiliz Kraliçesine itaatlerini tavsiye eden bir ferman çıkartmışlar ve bundan faydalanmışlardır.
Yine Osmanlı-İngiliz ilişkilerinin iyi olduğu bu dönemde, Osmanlı devletinin Orta Asya ile olan müşterekliklerinden faydalanmak amacıyla, Kaşgar Hanı Yakup Bey’le Osmanlı devletinin irtibatını kurarlar ve Yakup Bey’i, Osmanlı devletinin himayesini İngilizler lehine sağlamak üzere İstanbul’a gönderirler. Talep gerçekleşir, böylece İngilizler bölgede önemli destek ve avantajlar elde ederler.
Kısa örneklerle işaret etmeye çalıştığımız bu avantajımız, günümüzde daha da gelişmiş ve etkinleşmiş olmasına rağmen, neden Türk Dünyası ile olan ilişkilerimiz siyasal, ekonomik ve kültürel bir birliğin kurumlaşmasında aktif hale getirilemiyor? sorusu, cevaplandırılması elzem olan stratejik bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Türkiye’nin etki alanlarının-hinterlandının farkında ve bilincinde olan batılı emperyalist devletler, Türkiye’nin bu birikim ve avantajını kullanmasına engel olabilecek siyasetlerini her zaman hassasiyetle gündemde tutmuşlardır.
Ancak batılılar, kendi stratejik planları doğrultusunda, Türkiye’nin bu birikimini, gerek dış politikamızda gerek iç politikamızda kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmişlerdir.
Türk coğrafyasının büyük bir bölümünü işgal altında bulundurmuş olan Çarlık Rusyası’nda, 20 Yüzyılın başlarında görülen “Avrasya Birliği” programı tartışmalarında, Türklerin anılan avantajlarına vurgu yapılarak Avrasya tezi güçlendirilmeye çalışılmıştır. Türk potansiyelinin bu projeye katılımını sağlamak amacıyla, Türk tarihinden bir örnek gibi Büyük Cengiz İmparatorluğu ele alınarak, Avrasya birliğinin tarihte Türkler tarafından başarıyla gerçekleştirilmiş olduğu ileri sürülerek Avrasya tezinin propagandasına dönüştürmüşlerdir.
Tez savunucularınca, Türklerle birlikteliği de ifade eden bu olgunun, şimdi de Moskova merkezli gerçekleştirilme şansı yakalandığı ileri sürülmektedir ki, buna karşılık henüz bir Türk tezi tartışma alanında yerini alamamıştır.
Bugün “Türk Dünyası” söyleminin içeriğinde yer aldığını düşündüğümüz siyasi, ekonomik, kültürel coğrafi alanları kapsayan stratejik muhtevanın, Türkiye’nin genel siyasi yapısında gereği kadar yer almadığını, halen romantik, kimi dönemlerde ütopik sınırlarını aşamadığını itiraf etmemiz yerinde olur.
Bazı dönemlerde konunun, bu sınırların aşılarak siyasi içerikle gündeme getirilmesinin arka planındaki dış etkilerin yönlendirici rolünü dikkat merkezimizden kaçırmamamız gerekir.
Bugün uygulama alanına taşınmış bulunan ve “süper emperyalizm” çağı olarak ta algılanan, Batılı emperyalist merkezlerin küresel stratejik politikaları, Türkiye’nin milli bütünlüğünü tehdit ettiği gibi, Kuzey Amerika, Orta ve Batı Avrupa dışında kalan dünyayı da tehdit etmektedir.
Bu bakımdan konuyu, Türk dünyası ilişkilerimizde, “Türk Devletleri Birliği” düşünce merkezimizde olmakla, daha geniş bir stratejik alanda ele alıp değerlendirmek gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esasını teşkil eden potansiyel birikim, küresel siyaset tecrübelerine sahip bir kabiliyeti içinde barındırır.
Emperyalist merkezler bunun farkındadır. Sorun da buradadır.
Batı’nın sanayi devrimini yaşadığı bir dönemde, 1789 Fransız İhtilali’nin de getirileriyle millet devleti yapılaşmasının ve güçlendirilmesinin sürecinde, Osmanlı İmparatorluğu bir kırılma dönemine girmiş bulunuyordu. Modernleşme girişimleriyle başlayan, 1838 Balta Limanı antlaşması, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanıyla devam eden süreçte, Osmanlı devleti batı etkisine tam girmiş, Duyun-u Umumiye kurumunun devreye girmesiyle, batı uzantısı, devletin içine sokulmuş, bir çeşit yönetime ortak olmuştu.
İşte bu dönemde Osmanlı aydınları arasında ve fikir sahamızda Türk kimliğine ilgi başlar. Bu konuda yapılan çalışmalar milli devlet arayışlarına yönelir.
Osmanlı toprak kayıplarına uğramaktadır. Çok dinli, çok dilli bu coğrafyayı elde tutabilmek için Osmanlılık ya da Osmanlıcılık politikası öne çıkarılır. Yani dini, dili, etnik kökeni ne olursa olsun, ahali Osmanlı tebaalığı ile tanımlanmaya başlanır.
Hıristiyan ahaliyi barındıran topraklar kaybedilip Müslüman çoğunluğun yaşadığı topraklarla baş başa kalınınca, bu alanın müşterek unsuru olan din birliği, yani İslamcılık politikası öne çıkarılır. Ancak etkili olmaz. Artık Müslüman kesimlerde de ayrılmak temayülleri başlamıştır.
Bu şartlar altında Türklük çalışmaları hızlanarak güçlenir ve ideolojik bir içerik kazanmaya başlar. Çeşitli tarihlerde Rusya’dan kaçarak Türkiye’ye gelen Türk aydınlarının etkisiyle ilk defa “Dış Türkler” diye anılan Türkiye dışındaki Türkler problemi gündemimize girer.
Burada şunu hatırlayalım ki, bu konuda günümüze kadar, henüz bir siyasal program ve stratejik bir plan gündemimizde yer almamıştır.
Birinci Dünya savaşında İttihat ve Terakki hükümetinin, daha sonra Enver Paşa’nın Kafkasya ve Orta Asya’daki teşebbüsleri ulusal bir program ve stratejiye dayanmamaktaydı.
Bu teşebbüsler, o zaman ittifak içinde olduğumuz Alman devletinin milli stratejilerinin yardımcı unsuru olmaktan öteye gitmeyen Türk ideolojik romantizminin plansız, programsız tepkileriydi.
Atatürk döneminde, Türk Dünyası, Tarih, dil ve kültürel boyutlarıyla incelenmeye başlanmış, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu amaçla kurulmuştur.
İkinci Dünya savaşının başlarında Alman-Sovyet savaşı sırasında Turancılık olarak adlandırılan bir hareketle, Türk Dünyası sorunları tekrar gündeme oturmuştur.
Almanların galibiyetiyle, Sovyet işgalindeki “Esir Türkler”in bağımsızlığına kavuşacağı düşünülmektedir.
Devrin Türk hükümeti savaş dışı kalmak için çaba göstermektedir.
Ancak hükümet, açıkça destek veremediği Almanların başarı şansının yüksek olduğu algısıyla, Alman devletine örtülü mesaj vermek amacıyla, zamanın Türkçü-Turancı diye bilinen ve bazı dergiler etrafında toplanmış olan küçük ideolojik grupları öne çıkarır.
Hükümet, bir taraftan da, bu grupların içinde yer alan bazı şahısların da bulunduğu istihbarat elemanları aracılığıyla, Alman hükümetinin ilgili kurumlarıyla irtibat sağlamaktadır.
Bu gruplar, Esir Türklere hürriyet içerikli antisovyet propagandasını olabildiğince hızlandırırlar.
Beklenti bellidir; Sovyetler yenilirse Türk Yurtları bağımsız olacak “Turan Birliği” kurulacaktır. Bu da, savaş galibi Almanlar vasıtasıyla gerçekleşecek.
Bu düşünce ve arzular, her Türk’ün reddedemeyeceği duygusal tercihidir.
İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, İkinci Dünya savaşı sırasındaki bu düşünce ve çıkışlar da, stratejik içeriyi olmayan, bir siyasi programa dayanmayan, sadece Almanların Rusya’yı yenilgiye uğratması neticesinde beklenen, ideolojik ve romantik duygulara dayanmaktadır.
Neticede, Almanların yenilmesiyle bu sefer hükümet Sovyetlerle arasında bir gerginliğe girmemek amacıyla, Sovyetlere mesaj içeren bir hareketle, bu Türkçü-Turancı grupları, “Turancılık” suçlamasıyla mahkemeye verir.
Bu gibi siyasi sorunlar, bilimsel bir çalışmaya dayanmadığı, siyaset laboratuarının deneyiminden geçmediği ve derin bilgilere dayanmadığı sürece yukarıda örneklediğimiz gibi, kişisel romantizm alanından çıkamaz, etki de yaratamaz ve dayandığı ideolojinin ciddiyetini de yıpratır.
Milli Kurtuluş hareketimizin başlangıcından II. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde, Türkiye ile ilişkilerini neredeyse durdurmuş olan batılı devletler, savaş sonrasında, jeopolitik önemi daha da öne çıkan Türkiye ile yakın ilişkilere girerek her vesileyle dostluk köprüleri kurmaya başlarlar.
Savaştan süper güç olarak çıkan Sovyetler Birliği, batılılarca, bir güvenlik tehdidi olarak algılanmış, Türkiye ile olduğu gibi birçok devletle de ittifak ve güç birliğine yönelmişlerdi
Savaş sonrası, Moskova’nın Gürcistan ve Ermenistan eksenli –batılılar tarafından abartılarak yoğun bir propagandaya dönüştürülen– talepler seslendirmesi karşısında, Türkiye’de bir panik yaratılır ve başta ABD olmak üzere batılı devletlerle, onların stratejik planları doğrultusunda ittifaklara girilir, NATO askeri birlikteliğine dahil olunur. ABD’nin ve bazı batı devletlerinin askerî ve ekonomik yardımları başlar, krediler açılır.
Soğuk Savaş döneminin bu başlangıç safhasında, ABD’nin antisovyet stratejisi öne çıkarılır. “Esir Türklere Hürriyet” sloganıyla, Sovyet işgali altında bulunan Türk yurtlarının bu durumu Sovyet karşıtı güçlü bir propagandaya dönüşür. Yine burada da bir program, teorik bir içerik yoktur. Propaganda, ABD’nin antisovyet stratejisinin disiplini içinde yürütülmektedir.
O dönemlerde Türk dünyası sorunu Türkiye’nin boyunu aşan bir sorundu. Türkiye’nin Küresel oyunda katılımını sağlayacak ekonomik ve askeri güce ulaşması beklenmelidir.
Zaten Türkiye, 1929 dünya ekonomik bunalımının başladığı sıralarda “devletçilik prensibini öne çıkarmış, kalkınmanın ana sahası olan teknolojik gelişme ve sanayileşmeyi programına almış, milli devlet politikası olarak belirlemişti. ABD ve Avrupa devletleriyle kurulan ittifaklar doğrultusunda Türkiye’ye verilen yardım ve krediler bu sahaların dışında kullanılmak şartıyla verilmektedir. Amaç Türkiye’nin güçlenerek kontrolden çıkmasını önlemektir.
Türkiye’min yönetici ve yönetim dışı siyasal kurum ve kuruluşları, bu durumun farkına gecikerek varmış, 1958-1959 yıllarında nasıl bir emperyalist muhasaraya girdiklerini sezmeye başlamışlardı.
Dönemin başbakanı Menderes, anılan yıllarda, devlet politikası olarak belirlenmiş olan stratejik kalkınma hedefleri doğrulusunda, Başta ABD olmak üzere ittifak içinde olduğumuz “dost” ülkelere bizzat gitmek suretiyle teknoloji gelişim ve ağır sanayi kurmak doğrultusunda proje ve kredi taleplerinde bulunur. Neticede olumsuz yanıtlar alınır.
Sovyetler Birliği Türkiye’nin bu ihtiyacına olumlu yaklaştığının sinyallerini vermektedir. Menderes, Sovyetler Birliği ile ilişkiye girer ve olumlu yanıtlar alır. Menderes bu konularda ön anlaşmalar yapmak üzere 1960 yılının Haziran ayı başlarında alınan randevuyla Moskova’ya gidecektir. 27 Mayıs 1960 günü İhtilal patlak verir ve Menderes düşürülür. İhtilal beyannamesinde, ABD ve batılı devletlerle yapılmış ittifaklara, NATO’ya, CENTO’ya bağlı kalacakları önemle vurgulanır.
İhtilalin yöneticisi olan Millî Birlik Komitesi arasında guruplaşma başlar ve 13 Kasım 1960 günü, İhtilalin bildirisini kaleme alan ve duyuran, 14’ler olarak anılacak kesim –antiamerikancılar tarafından– saf dışı bırakılarak yurt dışına sürülür. Yeni bir dönem başlamıştır.
1961 Anayasası kabul edilir. Yeni anayasa, başta ABD olmak üzere Kapitalist batı ülkelere muhalif sol düşüncelere geniş imkânlar getirir. İçinde bulunduğumuz siyasal şartlar, girmiş olduğumuz ittifaklara ve ilgili devletlere, devlet adından tepki şansımız kaybedilmiş durumdadır. Bu durumdan dolayı, sanki devletçe yapılamayan, “müttefiklerimize” muhalefet görevi ve imkânı sol düşünce guruplarına verilmiştir.
ABD, Türkiye’deki gelişmelerin, kendi aleyhine dönüşeceğinin farkındadır. Türkiye’nin, ABD ile ilişkili konularında yeni problemler oluşmaya başlar ve Türkiye sıkıştırılmaya ve tehdit edilmeye başlanır. Kıbrıs sorunu kurcalanır ve bu vesileyle ABD başkanı Johnson’un mektubu olayı patlak verir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü’nün sert karşılığı ile ABD karşıtlığı yükselmeğe başlar.
“Tam Bağımsız Türkiye” haykırışı ile ABD kapitalizmini ve emperyalizmini yeren kitlesel tepkiler kabarır. Ne yazık ki bu direniş hareketleri esasen, devletimizin kuruluşunun ve Tam Bağımsızlık prensibimizin temel felsefesi olan milliyetçiliğin/ulusçuluğun kıpırdanışı olarak algılanamamış ve değerlendirilememiştir.
Batı ve ABD, Türkiye’ye verdiği yardım ve kredileri, teknoloji ve sanayi yatırımlarının dışında ölü yatırımlara yönlendirmedeki kontrol ve ısrarını devam ettirmektedir. 1965 yılında iktidara gelen Demirel hükümeti de, Türkiye’nin vazgeçilmez devlet politikası haline gelmiş sanayileşme programını devam ettirmek üzere ABD ve diğer batı ülkelerine girişimlerde bulunur ve netice olumsuzdur.
Türkiye Sovyetler Birliğine yönelir, dev yatırımlarda anlaşmalar imzalanır. Çok kısa sayılabilecek bir sürede, İskenderun Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum, Aliağa rafinerisi gibi dev kuruluşlar inşa edilir.
Bir taraftan kapitalist ülkelere, bir taraftan da Sovyetler Birliğine tepki ve reddiye hareketleri geliştirilen bir ortamda, anılan yatırımlar ilişkisinin de etkisiyle Sovyetler birliğine olan tepkinin azalarak bazı çevrelerde de sempatiye dönüşmesiyle, ABD’nin Türkiye ilişkileri yeni bir döneme sahne olur. 12 Mart 1971 müdahalesiyle, başta ABD olmak üzere, batılı müttefiklerle müştereken yürütülmekte olan anti-Sovyet stratejisine rağmen, Sovyetler birliğine yaklaşan Demirel hükümeti düşürülür.
Buraya kadar anlatılmak istenen şudur: Büyük Atatürk’ün ölümünden sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin Tam Bağımsızlık ilkesi ve duruşu korunamamış ve devam ettirilememiştir.
Sovyet karşıtı olarak ele alınan “Esir Türklere Hürriyet” sloganıyla gündemde tutulan Dış Türkler yahut Tük Dünyası sorunu da, ABD karşıtlığının yoğunlaştığı bir ortamda, ABD kaynaklı bir propaganda olarak algılanarak şüpheyle karşılanmış, gündem dışına itilmiş dolayısıyla oldukça yıpratılmıştır.
Hatta, konuyu üstlenmiş olan kesimin dışındaki, geniş alanları dolduran karşıt gruplar, Dış Türkler konusunun, ABD’nin Türkiye üzerinde kurduğu hegemonik ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan milli meseleleri dikkatlerden kaçırmak için ABD’nin öne sürdüğü Sovyet karşıtı bir proje olduğu algısıyla, Türkiye dışındaki Türkler sorunu tepkiyle karşılanmaya başlanır ve gündemlerinden çıkarılır.
Türk devletinin mahrem mekanizmalarına kadar sokulmuş, bu şekilde, neredeyse etkinliğini kurumlaştırmış olan ABD’nin, bu etkinliğine karşı, “Tam bağımsızlık” taleb eden karşıt hareketlere 12 Mart 1971 müdahalesiyle son verilir, sıkıyönetim ilan edilir ve büyük çapta tutuklamalar olur.
Bu durgunluk döneminde, tutukevlerinde ve dışarıda eylem kapasiteleri olan bütün ideolojik gruplar, ABD organlarınca kontrole alınır, daha doğrusu bu gruplar üzerindeki mevcut kontrol mekanizmaları derinleştirilir. Böylece, her kesimde CIA yönetimindeki provakatör elemanlar yerini almış, kontrol mekanizmaları işletilmeğe başlanmıştır. 1960 sonrasında olduğu gibi Kıbrıs sorunu kurcalanır. Türkiye’yi büyük ölçüde tehdit altına alan bilinen bu olaylar neticesinde, ABD ve Avrupa devletlerinin karşı durmasına rağmen Türkiye, derinden gelen bir “dip dalga” ile Kıbrıs’a müdahale eder ve onurlu bir ulusal duruş sergiler. Bu olay Avrupa’da, Türklerin batıdan toprak koparışı olarak algılanır.
Türkiye’nin, Milli Kurtuluş Hareketi sürecinde de gözlendiği gibi, kontrol edilemez olan bu “dip dalga” refleksi masaya yatırılır, yeni ve daha etkin kontrol yöntemleri aranır.
Onlara göre, Türkiye’nin bu ulusal refleksi kontrole alınmazsa, başka alanlarda da ortaya çıkabilir, engeller yaratabilir. Şöyle ki:
ABD’nin küresel programının uygulanışı sürecinde, Türkiye hinterlandında, Balkanlarda, Kafkasya’da, güney komşularında ve diğer ilgili alanlarda, kendi güvenliğini tehdit edici olarak algılayacağı olaylarda da bu ulusal refleksi gösterebilir ve müdahale edebilir. ABD, bu refleksin gösterilebileceğine kesin gözüyle bakmaktadır.
Bu sefer etkisizleştirme operasyonları Türkiye’nin içinden başlatılır. Her gün onlarla insanın öleceği, “sağ-sol çatışması” diye adlandırılan olaylar tırmanışa geçirilir. Sahneye yeniden çıkarılan gruplar 1971 öncesinden çok farklı bir görünüme girmişlerdir.
Sol kesimde görüş ayrılığından doğan birçok örgütlenmeler ortaya çıkarılır. Bunlardan daha çok öne çıkarılıp propaganda aracı olarak kullanılanlar, bölücü, yıkıcı, Cumhuriyetin bütün vazgeçilmezlerine yönelmiş marjinal gruplardır. Bu şekilde kamuoyu ürkütülmeye başlanır. 1971 öncesi sol’un anti-emperyalist, Tam Bağımsızlıkçı duruşu parçalanmış dağıtılmış, genel görünümü gayri milli bir eksene oturtulmuştur.
Aynı duruşu sergileyen ülkücü kesimler de aynı akıbete uğratılmış, Türk Milliyetçiliğinin, Atatürk, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, hatta bugün aynı kesimlerce bayraklaştırılan Nihat Atsız gibi sembolleşen şahsiyetleri dışlanmış, yazılarının ve kitaplarının okunması yasaklanarak, dinî söylem ve sloganlarla, tarikatlara, şeyhlere yönlendirilmiştir.
1980 öncesi olayların dışında kalarak pek dikkati çekmeyen koruma altına alınmış iki kesim, fevkalade maddi desteklerle örgütlenme ve eğitim faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bunlardan biri, Özal hükümetinde ve kadrolarında büyük ölçüde yer almış marjinal bir grup olan Adalet Partisi gençlik kolu mensuplarıdır. Diğeri ise, Erbakan’ın partilerine mensup, tarikat kökenli Akıncılar denilen şeriatçı kesimdir ki, bugünkü AKP’nin hakim alanının hemen hemen tüm önemli kadrolarını oluşturmuşlardır. Bu grubun mensupları sıcak çatışma alanlarından uzak görünmekle beraber, 30’dan fazla yurttaşımızın hayatını yitirdiği 1 Mayıs Taksim olayları gibi bazı büyük olaylara karıştıkları çokça yazılıp söylenmektedir.
Kıbrıs Barış Harekatı dolayısıyla, ABD ve Avrupa devletlerinin tepki ve baskıları karşısında dik duruş sergileyen Türkiye’ye ekonomik ambargolar uygulanmaya başlanır ve giderek genişletilir, ülkemiz tehlikeli bir kıskacın içine sokulur.
Türkiye, anti-Sovyet programın en önemli ülkesi görünümünde olmasına rağmen, tekrar Sovyetler Birliği ile –özellikle teknoloji ve ağır sanayi alanında– ilişkiler geliştirmeye başlar. Bu, Türkiye’nin, içine düştüğü muhasarayı kırmak için denge politikaları oluşturmak teşebbüsüdür.
Ancak, bu ve aynı amaçlı benzer teşebbüsler, 12 Eylül 1980 müdahalesiyle kırılarak, ABD’nin devlet içindeki etkinliğinin devamı sağlanır. İhtilal kadrosu okyanus ötesinden “bizim çocuklar” olarak tanımlanır.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri oluşturduğumuz millî enerjimizin aktif gücü olan Türk gençliği, “sağ-sol çatışması” alanına sürülmüş, suçlu hale getirilmiş ve onların üzerinden bu millî enerji kitlesi kirletilerek 12 Eylül sürecinde yok edilmiştir. Ulusal duruşumuzun, Tam Bağımsızlık prensibimizin siyasi adı ve Cumhuriyetimizin kurucu felsefesi olan “Türk Milliyetçiliği” sözü anayasadan çıkarılmış, 1961 Anayasası’nın açtığı anti-emperyalist alan, 1982 Anayasası’yla tahrip edilmiş, oldukça daraltılmıştır.
1983 seçimleriyle iktidara gelen ya da getirilen Özal hükümetiyle, ilk defa Cumhuriyetin ana hedeflerinden sapmalar başlamış, Cumhuriyetin kuruluşundan beri, çağdaş seviyeye ulaşmanın ana hedefi olarak devletin vazgeçilmez millî politikası olan Teknolojik Gelişme ve Sanayileşme programı devletin gündeminden çıkarılmıştır.
En önemlisi, Özal’ın yönetiminde, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” diye tanımladığı millî kimliğimiz “mozaik toplum biçimi” olarak tartışmaya açılmıştır. Bunun, Birleşik Batı’nın “Şark Meselesi” denilen ütopyaları doğrultusunda emperyalistlerin Sevr antlaşmasıyla da Türkiye’ye dayattıkları, Türk toplumunun millî ve sosyal yapısını ayrıştırıcı politikalarını çağrıştırdığı şeklinde yorumlanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin Özal ve hükümetinden aldığı derin bir yara olarak algılanmıştır.
Türkiye’deki Türk varlığının bile tartışılır bir hale getirildiği siyasal bir ortamda, Türkiye dışındaki Türklerle ilişkilerimiz sorununun gündemde kalabilmesi mümkün müdür?
1990’ın 20 Ocağında Azerbaycan’da meydana gelen olaylar karşısında, Turgut Özal’ın, “Onlar Şiîdir, ‘bizimle ilgileri yoktur’, İran’a yönelsinler” mealindeki tepkici açıklaması karşısında, Türkiye Cumhuriyetinin nasıl algılandığı ve hangi eksene oturtulmaya çalışıldığı anlaşılmıyor mu? Bu anlayışın dalgalandırıldığı bir ortamda, Türkiye dışındaki Türklerle Türkiye’nin ilişkileri konusunu nasıl gündemde tutabilirsiniz?
1990’larda, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dünya siyasetinde olduğu gibi, ülkemizde de yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde, rakipsiz tek süper güç olarak sahnede yerini alan ABD, küresel yayılma stratejisinin siyasal sürecini başlatır. ABD’nin örtülü rakibi durumunda olan Avrupa Birliği de siyasal alanını küresel boyutlara tırmandırır.
Antikomünist propaganda son bulur, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, dış stratejiler içinde konumlandırılmış “Turancılık” (dış Türkler davası) akımının da hızı kesilir ve pasifize edilir.
Türk Dünyasının merkezi coğrafyasındaki ana hissesi “esaret” altındayken aktif eylemlerini ara vermeksizin sürdüren anılan kesimler, merkezi coğrafyamızda 5 bağımsız Türk Cumhuriyetini ortaya çıkmasıyla, Türklerin birliktelikleri doğrultusunda stratejik programlar üreterek eylem halini devam ettirmeleri yerine neden suskunluğa gömüldüler? Bu soruyu gündemlerine alarak, geçmişi bir özeleştiriden geçirmeleri neticesinde yakalayacakları çizgide Türklerin birlikteliği sorununa önemli katkılar sağlayabileceklerini de belirtmek isterim.
Ulusal sorunlar, yabancı stratejiler alanında yer almamalı, bilgi yeterliliği ile kendi ihtiyaç, imkân ve şartları içinde düşünülmeli, planlanmalı ve ulusal bir stratejik zemine oturtulmalıdır.
Burada, özeleştiri amacıyla bir olayı hatırlatmakla örneklendirmek isterim:
Tarihini tam hatırlayamadığım, Genelkurmay Başkanı Sayın Kıvrıkoğlu döneminde, ABD Genelkurmay başkanı davetli olarak Türkiye’ye gelecektir. O sıralarda, ABD’den güvenliğimizi ilgilendiren, onur meselesi yapmamız gereken bir açıklama yapılmıştır. Buna karşı Türkiye’den tepkiler yükselmektedir. ABD genelkurmay başkanının geleceği gün, onu karşılaması gereken Sayın Kıvrıkoğlu aynı gün erken saatlerde, bazı (askeri) anlaşmalarla ilgili aniden Çin’e gider. ABD. Genelkurmay başkanı diğer yetkililerce karşılanır. Hatırladığım kadarıyla, aynı gün akşamın erken saatlerinde, Çin’de Kıvrıkoğlu’nun katıldığı toplantı yapılmaktadır. Bu durumda Kıvrıkoğlu’nun Çin’e gitmesi, ABD’nin açıklamasına bir tepki olarak algılanmıştı. Aynı saatlerde bir televizyon kanalında canlı olarak şu haber veriliyordu. Görüntüler Ankara Çin Büyükelçiliğinin önünden verilmektedir. “Doğu Türkistan Vakfı veya Derneği yazılı bir pankartın arkasında toplanmış olan bir gurup, “Doğu Türkistan’a hürriyet” sloganlarıyla Çin’i protesto etmektedirler. Topluluğun ekseriyeti eli ile Kurt işareti yaparak protestoya katılmaktadır.
Yıllardır Doğu Türkistan meselesini hatırlamayanlar, neden ABD’nin onurumuzu incitecek beyanına karşı ulusal bir duruşla bunu protesto eden Genelkurmay başkanımızın Çin’de toplantı halinde bulunduğu saatlerde Doğu Türkistan’ı hatırlıyorlar ve neden o olaydan yıllar geçmesine rağmen aynı topluluk Doğu Türkistan’ı hatırlamamaktadırlar. O günün önemi neydi, o gün seçilmesinin kaynağı Türkiye içinde miydi? O toplantıya katılanların ve onlarla aynı ideolojiyi paylaşan Yurtseverlerin, milliyetçilerin, başa da kendimi koyarak, bu soruların cevabını aramaları gerekmez mi?
İdeolojik davalarda, bilgisiz bir halde, sadece duygularla yetinmek faydadan çok zarar getirir ki, taraf kitleler, başkalarının yönlendirilmesine ve kullanımına açık olurlar.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Dünya ABD eksenli tek kutup bir döneme girer. Türkiye ile olan antikomünist harekette ve Yeşil Kuşak teorisindeki ortaklık da son bulmuştur. Türkiye’nin ABD nezdindeki jeopolitik önemi azalmıştır. Yeni Dünya Düzeni teorisiyle ABD’nin Küresel yayılması başlamıştır. Bu sıralarda, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde de değişimler gözlenmektedir. Bu süreçte öne çıkan en önemli gelişme, her iki tarafça da, Türkiye’nin yalnızlaştırılmasıdır.
İlişkilerde ileri sürülen öneri ve dayatmalar, Türkiye’nin ulusal güvenliğini sarsacak mahiyettedir.
Dönemin Cumhurbaşkanı bu durumu “bize Sevr’i dayatıyorlar” diye açıklar.
Türkiye’nin siyasi düzeninde de değişim ve başkalaşımlar olmaya başlar. Bu durum, Türkiye’ye içeriden müdahalenin açık işaretleridir.
Nihayet, 23 Kasım 2002 seçimleriyle, hiç alışmadığımız, asla da alışamayacağımız bir süreç başlatılır. Yukarıda andığımız Cumhurbaşkanından sonraki Cumhurbaşkanımız da bu süreci “Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri ilk defa bu kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyoruz” sözleriyle tanımlar.
Kısaca, gelinen noktada, dış muhasara operasyonu tamamlanmış, Türkiye içinde de muhasara amaçlarıyla bütünleşmiş yandaşlar bulunup sahaya indirilmiştir. Yani, küresel saldırının içerideki küresel araçlara “bindirilmiş kıtaları” da hazır hale getirilmiş, halkı da istedikleri gibi yönlendirebilecekleri propaganda imkân ve araçları büyük ölçüde elde edilmiştir.
Yeni kurulan hükümet, Geçmişte, dinî içerikli fikir yapısıyla, kimi zaman da Osmanlıcılık ideolojisiyle, Halifelik yanlılığı duruşuyla ve Türkiye Cumhuriyeti’ne keskin muhalefetiyle reddiye cephesinde yer almış olan bir ekolden gelen şahsiyetlerden oluşturulur.
Dinî söylem ve propagandayla parti olup iktidarı elde eden bu heyet, iktidarı döneminde dinî içerikli yaklaşımlardan özellikle uzak durmuş, genel başkanları ve başbakan bay Erdoğan tarafından –demokrasi gibi– dinin yani İslam’ın amaç değil bir araç olduğu yeri geldikçe vurgulanmıştır. Bunun içindir ki, kendisine bir “gizli gündem”i olduğu iddiası yönlendirilmiştir.
Dinler arası diyalog diye başlatılan süreçte dinimize “ılımlı İslam” kimliği verilmiş, Türkiye misyonerler yurdu haline getirilerek, binlerce tek odalı kiliseler hortlatılmıştır. Sanki, batı emperyalizminin “Şark Meselesi” doğrultusunda, Hıristiyan alemine yönlendirdikleri “Anadolu İsa’nın ve Hıristiyanlığın yurdudur” propagandasındaki amaç gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bin yıldır temsilciliğini yaptığımız dinimiz İslam’ın, dinler arası diyalog operasyonunda “İbrahimî din” –kimi muhitlerde de İsevî din– olarak tanımlanması, AKP heyeti tarafından kabul görmüştür. İddia edildiğinin aksine AKP heyetinde, anlatılanlar gibi pek çok alanda dinî kaygı gözlenememiştir.
Başbakan tarafından araç olarak ifade edilen dinî görüşler, Cumhuriyet dönemi boyunca bir dinî düzen alternatifi oluşturamamıştır, daha doğrusu oluşturmamışlardır. Çünkü, anlaşılmıştır ki, ümmetçilik dayatmalarının arka planında Türk kimliğini yıpratma ve ona yönelik kabulsüzlük yatmaktadır.
Bin yıldan beri, bayraktarlığını, savunmasını ve kutsal sorumluluklarını üslenip sürdürmekte olduğumuz dinimiz İslâm, Türksevmezlikle donatılmış olan siyasal etnik zafiyetlerin saklanma ve kamuflaj alanına çevrilmiştir.
İdeolojik fikir yapısının, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız anlayışlarla örtüştüğünü algıladığımız, başbakan bay Erdoğan’ın hükümet üyelerinin, danışmanlarının ve diğer yönetici kadrolarının içinden kimliğini “ben Türküm” diye ifade eden ve siyasî ve millî kimliğimizin şifresi olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini ağzına alan bir şahsiyete şimdiye kadar rastlamamış olmamız, bu konudaki endişelerimizi haklı çıkarmaktadır.
Bugün, dinî enstrümanlarla fikir ve siyasi hayatımızda boy göstermiş olanlarla, hayatları boyunca bunlara karşı olan birçok liberalin, solun çeşitli fraksiyonlarına mensup bazı siyası şahsiyetlerin, milliyetçiliği din ve Osmanlı yanlılığı olarak algılayıp Cumhuriyete reddiye düzenlerin, “II. Cumhuriyetçi”lerin ve ülke sorununu sadece laik-anti laik ekseninde seslendirenlerden bazı şahsiyet ve kuruluşların, ABD ve AB dostu ve küresel stratejilerin savunucusu bir duruşla yine ABD ve AB dostu AKP heyeti ile aynı safta yer alması saldırının hangi boyuta ulaştığını göstermiyor mu?.
Bütün bunlara rağmen, hiçbir güç aklından çıkarmasın ki:
Türkiye Cumhuriyeti bir Türk Devleti’dir ve demokratik, çağdaş hukuk, sosyal adalet ve insan hakları ilkeleriyle yönetilmektedir. Millî kimliğimiz, Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir” sözleriyle ve Anayasamızca sadece Türk olarak tanımlanmıştır. Türk Devleti, felsefesiyle, Anayasasıyla, din, dil, ırk vs farklılıkları gözetmeksizin bütün yurttaşlarını eşit kabul etmiştir. Bu prensip devletin ve bütün yurttaşlarımızın olmazsa olmazı, kutsal vazgeçilmezidir.
Böyle kalacağız böyle de yaşayacağız.
Türkiye Cumhuriyeti, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız vasıflarıyla, aynı zamanda küresel bir olgunun, Türk varlığının, Türk kültür ve medeniyetinin tarihi temsilcisi ve taşıyıcı kurumudur. Küresel stratejiler oluşturmaya ve uygulamaya müsait bir alt yapıya ve jeopolitik önemi yüksek bir coğrafyaya sahiptir.
Batıyla olan ilişkilerinde, tarih boyu sürekli kayıplara uğramıştır. Tarih bize öğretmiştir ki, Batı ittifak alanı Türkiye için tehlikeli mıntıkadır. Türkiye küresel boyutta uluslar arası ittifaklarda Asya’yı tercih etmelidir. Çünkü biz Asyalıyız. Asya Türk Dünyasıdır.
Türkiye, Türk devletleriyle birlik ittifakını “Türk Birliğini” gerçekleştirmeli, bu kimliği ile tarih boyu Batı emperyalizminin soygun ve sömürü alanı haline getirdiği Asya’da “Asya Milletler Birliği”nin gerçekleşmesine ve kurumlaşmasına güç vermelidir. Dünya dengeleri ve barışının devamlılığı ancak bu şekilde sağlanabilir.
Bunun içinde, Türkiye içinde bulunduğu Küresel muhasarayı yarmalı, onun yaratmış olduğu, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi iç ve dış sorunlardan kurtulmalıdır. En önemlisi de, Türksevmez yönetim ve yöneticilerden kurtulmalı, varlığını Türk varlığına adayabilecek yönetim ve yöneticilere kavuşmalıdır