Alternatifim Cafe

Albert Camus

Discussion started on Yazarlar



Albert Camus (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960), Fransız bir yazar ve filozoftur.

Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Cezayir Fransız'ı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.

1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Stalinist komünizme yakınlığından kaynaklanan Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.

1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

Camus II. Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.

Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.

Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.

Camus, 1950ler'de kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.

Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Nobel ödülünü aldıktan sonra büsbütün genişleyen ünü, onu XX. yüzyıl dünya edebiyatının başköşesine yerleştirit. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu. Fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı

Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.
Albert Camus, mezartaşı

Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.

Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söylencesi"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.

Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.

Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.[1]

Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:

    "Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."

Camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir. Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceğini sorduğunda, "Tereddütsüz futbol" cevabını vermiştir. [3] . Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950`li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir:

    "Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum."...

Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.

 Filmler

    * İtalyan yönetmen Luchino Visconti Yabancı`yı 1967`de sinemaya uyarladı, başrolündeMarcello Mastroianni oynuyordu.
    * Luis Puenzo and Felix Monti Veba`yı 1991`de piyasayı çıkardı. Filmin başrolünde William Hurt oynuyordu.
    * Zeki Demirkubuz 2001`de Yabancı`yı Yazgı ismiyle sinemaya uyarladı. Kitapla çeşitli farklılıklar olsa da Musa karakteri Meursault`u çağrıştırmaktadır.

Şarkılar

    * The Cure grubu 1978`de Yabancı`ya dayanan Killing an Arab isimli bir parça çıkardı. Meursault`un sahilde bir arabı öldürmesini konu alan bu şarkıyı son yıllarda grup "Kissing an Arab" ve "Killing Another" biçiminde seslendirmektedir.
    * Streetlight Manifesto ve Bandits Of The Acoustic gruplarının parçası Here`s to life`da Camus`den bahsedilmektedir.
    * Post Punk grubu The Fall ismini "Düşüş"`ten almaktadır.


 Romanları

    * Yabancı (L'Étranger) (1942)
    * Veba (La Peste) (1947)
    * Düşüş (La Chute) (1956)
    * Mutlu Ölüm (La Mort heureuse) (ölümünden sonra, 1970)
    * İlk Adam ((Le premier homme) (ölümünden sonra, 1995)

Hikayeleri

    * Sürgün ve Krallık (L'exil et le royaume) (1957)

Oyunlar

    * Caligula (1938`de yazıldı, 1945`de oynandı)
    * Ecinniler (Les Possédés) (1959)

yabancı isimli eseri 1965 yılında bursa oda tiyatrosu tarafından oyunlaştırılarak dünyada ilk defa sahneye konmuştur. yönetmen mustafa özcani dekor kostüm ataman ayvaz. başrol nevzat şenol. [ref. ataman ayvaz

Denemeler

    * Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) (1942)
    * Denemeler
    * Tersi ve Yüzü (L'envers et l'endroit) (1937)
    * Başkaldıran İnsan (L'Homme révolté) (1951)
    * Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar (Lettre a un ami allemand) (1945)
#1 - Mart 03 2009, 01:37:59

Bilmece

Göğün tepesinden düşen güneş dalgaları, çevremizdeki kırda sıçrayıp duruyor kırasıya.gürültü patırtı karşısında susuyor her şey. Karşıda Luberon Dağı soluk almadan dinlediğim bir donmuş sessizlik yığını sanki.

Kulak kabartıyorum: Uzaktan gelenler var bana doğru;gözle göremediğim dostlar çağırıyor beni; sevincim büyüyor, eskisi gibi. İşte, yeni bir mutlu bilmece her şeyin gizini açıyor bana.

Dünyanın saçmalığı nerede? Bu parıltıda mı, yoksa onun yokluğunu düşünmemde mi? Kafamdaki bunca güneşlere karşın, neden saçmadan,karanlıktan yana gittim? Çevremde herkes şaşıyor.Bu sözcüğü absürde karşılığı kullanıyoruz.Absürde,akla sığmayan, mantığa aykırı anlamına gelir ve batı dillerinde bir felsefe terimi olarak kullanılır. Matematikte bir düşünce yöntemi olarak da kullanılır.

Şöyle diyebilirim onlara ve kendime :Güneşin kendisi götürdü beni karanlığa; öylesine kalındı ki aydınlığı,evreni bütün biçimleriyle pıhtılaştırıyor, bir karanlık parıltıya boğuyordu.Ama, bu başka türlü de söylenebilir. İsterdim ki, bu alacakaranlık — ki benim için, her zaman gerçeğin ta kendisidir — karşısında, kendimi rahatça anlatayım. Bu alacakaranlığı, dünyanın bu saçmalığını öylesine biliyorum ki, ondan kabaca konuşulmasına dayanamıyorum.

Aslında, alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin ta kendisine götürecektir.Kimse ne olduğunu söyleyemez.Ama, ne olmadığım söylediği olur.İstiyorlar ki,arayan adam, neyi
bulduğunu söylesin.Bin ağızdan ona neyi bulduğunu söylerler. Ama,kendisi,daha bulamadığını bilir. Diyeceksiniz ki, sen ara ve bırak onlar konuşsun. Doğru. Ama uzaktan uzağa insanın kendini savunması da gerek. Ben neyi aradığım: biliyorum, onu ürke ürke adlandırıyorum, o değil diyorum,odur diyorum,ileri varıyorum,geriliyorum. Ama, zorluyorlar beni, bulduklarının adını ver, adını ver, kestir at, diyorlar bana. Şahlanıyorum o zaman. Bir şey, adı konduğu anda yitirilmiş değil midir? İşte, hiç olmazsa bunu söyleyebiliyorum.

Bir dostumun dediğine bakılırsa, bir adamın iki kişiliği vardır : Biri kendininki, biri de karısının onda gördüğü. Karısına toplum diyelim, o zaman anlarız bir yazarın bütün bir duyuşa verdiği adın,bir yorumla nasıl ondan ayrıldığım ve yazar bir başka şeyden konuşmak istedikçe yüzüne vurulduğunu. Bir şey söylemek, onu yapmak gibidir : «Bu çocuk sizden mi dünyaya geldi?» «Evet»,«öyleyse sizin oğlunuz bu çocuk.» «O kadar kolay değil bu iş!» Nitekim, Nerval, berbat bir gecede iki kez astı kendini;bir kez kendi dertlerine son vermek için,bir de başkalarına para kazandıracak bir söylence yaratmak için.Kimse ne gerçek mutsuzluk üzerine yazı yazabilir,ne de kimi mutluluklar üzerine.Ben de bunu deneyecek değilim.Ama söylenceye gelince,onu anlatabilir insan, ve bir an için olsun, onu söylencelikten çıkardığını sanabilir.

Bir yazar, çokluk, okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım, ama inanmayalım onlara. Bununla birlikte, bizde yazar, gittikçe okunmama onurunu kazanmak için yazıyor. Yazar, bizim çok satılan gazetelerimizde göz alıcı bir yazı konusu olabildi mi, birçok insanca tanınabilir. Ama, bu insanlar onu hiçbir zaman okumayacaklar, adını ve onun üstüne yazılanları bilmekle yetinecekler. O andan sonra bu yazar olduğu gibi değil, aceleci bir gazetecinin onu tanıttığı gibi bilinmiş (daha doğrusu, unutulmuş) olacak. Demek ki, edebiyat dünyasında ad yapmak için artık kitap yazmak gerekli değil. Akşam gazetelerinin ondan bir kitap yazmış gibi söz etmeleri elverir ve kimse de artık bu haberden öteye gitmez.

Kuşkusuz, bu ün büyük küçük, çalınma bir ündür. Ama, ne yapabiliriz? Bundan bir hayır gelmesini beklemekten başka çare yok. Hekimlere göre, kimi hastalıklar hayırlıdır. Çünkü, onlar daha büyük birtakım güçlükleri önlemiş olurlar.Böylece, mutlu kabızlar,insana Hızır gibi yetişen damar hastalıkları vardır. Her yaptığımız işin bir sürü lafa ve çabuk yargılara boğulması Fransız yazarına hiç değilse bir alçak gönüllülük dersi verebilir. O yazar ki, mesleğine gittikçe ölçüsüz bir önem veren bir toplum içinde bu alçak gönüllülüğe son derece gereksinimi vardır.

Bildiğimiz birkaç gazetede adını görmek insan için yararlı bir sınav oluyor. Ne mutlu bize ki, her gün bedavadan övülerek şanın şerefin boş şeyler olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Koparılan gürültü ne kadar güçlü olursa, o kadar çabuk sönüyor. Altıncı Alexandre'ın bu dünyadaki şanın şerefin bir duman gibi gelip geçtiğini unutmamak için önünde yaktırdığı pamuğun alevi gibi.

Ama acı şakayı bırakalım. Bizim konumuz için şu kadarım söylemek yeter : Sanatçı, ister istemez,dişçi ve berber salonlarında hiç hak etmediğini bildiği bir ünün kendi üstünde bir kimlik bırakacağını bilmek ve bunu hoş görmek zorundadır. Zamanımızda beğenilen bir yazar tanıdım. Adı hovardaya çıkmıştı : Her gece, içkili kadınlı cümbüşlerde, çıplak kadınlar, kirli pasaklı çapkınlar arasında yaşıyormuş. Peki ama, nasıl oluyor da bu adam, kitaplıklar dolusu yapıt vermiş, buna nerden vakit bulmuş, diye düşünmemiş kimse. Aslında bu yazar, daha birçokları gibi, geceleri uyur, gündüzleri de saatlerce masası başında çalışır, karaciğerini korumak için de madensuyu içer. Ama, orta Fransız dinler mi? Kendisi sanki çöl insanları gibi ağzına içki koymaz,sabah akşam yıkanırmış gibi,yazarlarımızdan birinin içki içmeyi, yıkanmamayı öğütlemesine ifrit olur. Buna bol bol örnekler verilebilir.Ben kendim, bir insanın ne kadar ucuza sofuluk ünü kazanabileceğine örnek olabilirim.(Gerçekten ben böyle bir ünün baskısı altındayım, ama dostlarım gülüyor buna. Hiç hak etmediğim ve bile bile katlandığım bu ün yüzümü kızartıyor benim). Değer vermediğiniz bir gazete sahibinin çektiği şölene gitmek onurunu teptiniz mi tamamdır. En basit dürüstlükte, herkes, gizli kapaklı birtakım ruh sakatlıkları bulmaya çalışır. Kimse düşünmez ki, bu gazete sahibinin şölenine gitmemeniz, ona değer vermediğiniz ya da sıkılmaktan korktuğunuz içindir. Az mı sıkıntılıdır Paris'in o ünlü şölenleri!...

Kısacası,katlanmak gerekiyor buna.Ama sırası gelince,insan yanlışı düzeltmeye çalışabilir,diyebilir ki, insan her zaman saçma üstünde durmaz ya, kimse de umutsuz bir edebiyata inanmaz.Saçma kavramı üzerinde bir deneme yazmak ya da yazmış olmak, olağan bir şeydir. Ama insan, hiç de zavallı kızkardeşine saldırmadan da korkunç günahlar üstüne yazabilir, örneğin, ben hiçbir yerde Sophokles'in babasını öldürdüğünü ve annesiyle günaha girdiğini okumadım.Her yazarın,ister istemez, kendini anlattığı ve kitaplarında yalnız kendisi olduğu düşüncesi bize romantizmin bıraktığı çocukça inançlardan biridir.Tam tersine,bir sanatçının ilkin başkalarıyla, yaşadığı çağla ve çevresindeki insanlarla ilgilenmesi hiç de olmayacak bir şey değildir. Hatta, kendini ortaya koyduğu olsa bile, gerçekten ne olduğunu söylemesi binde bir görülecek şeylerdendir.Bir insanın yapıtları,çoğu kez, onun özlediği, heveslendiği şeylerin öyküsüdür. Yapıtınız hiçbir zaman kendi öykünüz değildir, hele yaşamöykümüz olmak savındaki yapıtlarda.Hiçbir insan, hiçbir zaman, kendini olduğu gibi anlatmayı göze alamaz.

Ben, tam tersine, olabildiğim ölçüde nesnel bir yazar olmayı isterdim. Benim nesnel dediğim yazar,konularını hiç kendini hesaba katmadan seçen yazardır.Ama, çağımızın, yazan konusuyla karıştırma tutkusu, bu kadarcık özgürlüğü bile çok görür yazara. Ve işte böylece insan, saçmalığın peygamberi oluverir.Oysa ben,zamanımda,sokaklarda bulduğum bir düşünce üzerinde kafa yormaktan başka ne yaptım ki?Böyle bir düşünceyi beslemedim mi, hâlâ da bir yanımla beslemiyor muyum bütün benim yaşımdakilerle birlikte? Hayır,diyemem buna. Şu var ki, ben konuyu incelemek, mantığına varabilmek için gerektiği kadar uzağında durdum. Daha sonra yazdıklarım bunu yeterince gösterir.Ama,bir kalıp-düşünceyi işlemek, bir incelik üzerinde durmaktan çok daha kolaydır. Benim için kalıp-düşünceyi seçtiler : Ben de saçma oldum kaldım.

Beni ilgilendiren ve bir ara üstünde yazı yazdığım yaşantı içinde saçma,yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir.Onu anımsamak,coşkusunu duymak, sonraki davranışlarıma karışmış olsa bile.Ama,neye yarar bunu söylemek? Haddimi aşmayayım ama, Descartes'in yöntem olarak ele aldığı kuşku da onun bir kuşkucu..olmasını gerektirmez. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan? İşi pek derinleştirmeden şu kadarını olsun söyleyebiliriz: Salt maddecilik diye birşey olamaz, çünkü bu kavramı kurabilmek için dünyada maddeden başka bir şey daha olduğunu kabul etmek gerekir.Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur, demek,her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama,yaşamak ve örneğin,yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme,mezar ya da uçurumdur.Umutsuzluk konuştu mu, düşündü mü, hele yazdımı,hemen bir kardeş el uzanır sana,ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü, edebiyat olan her yerde umut vardır.

Elbette bir çeşit iyimserlik var ki, ben onda yokum. Bütün benim yaşımdakiler gibi ben de, Birinci Dünya Savaşının trampet sesleri arasında büyüdüm. O gün bugündür de bizim tarihimiz hep kanla,haksızlıkla, zorbalıkla dolu.Ama,bugün insanlar kötümserlik dedikleri bunca canavarlıkları ve aşağılıkları büyütmekle kalıyorlar. Ben kendi hesabıma insanlığın yüzkarasıyla savaşmaktan hiç geri kalmadım, katı yürekli insanlardan tiksindiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmedim. Şu var ki, en koyu umutsuzluğumuz içinde, bu umutsuzluğu (bu yadsımacılığı) aşmanın yollarını aradım. Bunu da iyiliğimden, herkesten daha üstün ruhlu olduğumdan yapmış değilim. Ama, ben doğuştan içimde taşıdığım bir sezgi ışığına bağlıyım. Bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir.

Aiskhylos umutsuzdur çok kez, ama yine de ışık saçar dört bir yana, ısıtır insanı. Onun dünyasının ortasında bulduğumuz cılız bir anlamsızlık, saçmalık değil, bir bilmecedir. Yani,insanın gözünü kamaştırdığı için pek çözemediği bir bilmece.Bunun gibi,eski Yunana layık olmayan ama, ona canla başla bağlı kalan bir sürü insan olduğu gibi,tarihimizin yakıcılığı da bize acı gelebilir. Ama, yine de bu tarihi tutuyorlar, çünkü onu anlamak istiyorlar.

Kara da olsa, yapıtımızın göbeğinde tükenmez bir güneş parıldıyor ki, o da bugün ovada, tepelerde bağıran güneştir.Bu böyle olduktan sonra sinsi pamuk ateşi yanabilir ; bizi şöyle görüyorlarmış, böyle görüyorlarmış, layık olmadığımız rütbeleri alıyormuşuz, ne çıkar bundan? Biz neysek, ne olacaksak, bu, yaşamımızı, çabamızı doldurmaya yeter. Paris görülmedik bir mağaradır, içinde yaşayanlar, dipteki kayada kımıldanan kendi gölgelerini gerçeğin ta kendisi sanıyorlar.Bu kentin insana kazandırdığı garip ve uçucu ünler de böyle bir şeydir. Ama, biz Paris'ten uzakta öğrendik sırtımızda bir başka aydınlık olduğunu, onunla yüz yüze gelmek için zincirlerimizi koparıp arkaya dönmemiz gerektiğini,ölmezden önce ödevimizin her sözümüzde onu dile getirmek olduğunu. Her sanatçı kuşkusuz kendi doğrusunun peşindedir. Büyük bir sanatçı ise, her yapıt onu bu doğrudan yana yaklaştırır ya da, hiç değilse, o kaynağa doğru çeker. O kaynak ki, günün birinde her şeyin içine dökülüp yanacağı uzak güneştir. Eğer şöyle böyle bir sanatçıysa, her yapıtı onu güneşten uzaklaştırır ve o zaman kaynak her yandadır, aydınlık dört bir yana dağılır, eriyip gider.Sanatçıyı inatçı araştırmasında yalnız onu sevenler destekler, bir de,sevdikleri ya da kendilerini yarattıkları için, kendi tutkularında her tutkunun ölçüsünü bulan ve giderek yargılamasını bilen insanlar.Evet, nedir bütün bu gürültü... sessizce sevmek ve yaratmak varken! Ama beklemesini bilmeli. Ha biraz daha, güneş nerdeyse tıkayacak ağzımızı.
#2 - Nisan 20 2009, 21:35:43

    * Adalet olmadan düzen olmaz.

    * Ağın ilmiklerine takılmış bir balık gibi çırpınıyorum.

    * Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.

    * Alçalmak, yükselmekten çok daha kolaydır.

    * Aslında zeki bir insan, bunu siz de pek iyi bilirsiniz, haydut olup topluma sadece şiddetle hükmetmenin hayalini kurar. Bu da birtakım romanlarda okuduğumuz kadar kolay olmadığından, genellikle siyasete girilir, en zalim partiye koşulur. Aklımızı ayak altına alıyormuşuz, ne önemi var, değil mi? Böylece dünyaya hükmedebildikten sonra... İçimde zulümle ilgili tatlı hayaller buluyordum.

    * Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır.

    * Aşk, akıllı aptal demeden tüm insanlara bulaşan bir hastalıktır.

    * Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür.

    * Basın özgürlüğü belki de özgürlük düşüncesinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş özgürlüktür.

    * Başardığımız her iş bizi köleleştirir, çünkü daha iyisini yapmaya zorlar

    * Başarı kolay elde edilir, zor olan başarıyı hak etmektir.

    * Ben dilimin sınırlarında nöbet beklerim.

    * Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum

    * Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır. Hepsi bu.

    * Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: 'Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, hayattaki inancının tükendiği an gelmişti.' cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.

    * Bir insan söyledikleri kadar söylemedikleri ile de insanlaşır.

    * Bir insanı sevmek, onunla birlikte yaşlanmaya razı olmaktır.

    * Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir.

    * Bir yapıtın kalbinde, orası karanlık bile olsa sönmeyen bir güneş parlar.

    * Bir kalıp düşünceyi işlemek, bir incelik üzerinde durmaktan çok daha kolaydır. Benim için kalıp düşünceyi seçtiler: Ben de saçma oldum kaldım...

    * Bir yazarım. Ben değil kalemim düşünür, anımsar ya da kuşatır.

    * Bu dünyada en büyük suç, insanların taşıdıklarından kaçmak değilse nedir?

    * Bugün annem öldü, veya dün, tam hatırlamıyorum.

    * Bugün karım öldü fakat neyse ki masamın üstü beni oyalayacak bir sürü evrakla dolu.

    * Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan, suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın güzelliklerine açacak yerde, yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri kapıyorlar.

    * Bütün büyük olayların, büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır.

    * Büyük olmanın yolu da, deha gibi çalışma ve alınterinden geçer.

    * Çağdaş siyasi toplum, insanları mutsuzluğa düşürme makinesidir.

    * Dostlarım, şimdi ben size büyük bir şey söyleyeceğim. Sakın kıyametin kopmasını beklemeyin, o hergün kopmaktadır.

    * Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı.

    * Dünyada her kötülük, hemen her zaman cehaletten gelir.

    * Düşüncenin haline ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım yeter.

    * Eğer tanrı olmasaydı, bir insan aziz olabilir miydi; bu benim bugün bildiğim tek samimi problemdir.

    * Evren insan için uyumsuzdur ve bilinemez.

    * Evrenimin gizi: İnsandaki ölümsüzlük isteğine kapılmadan Tanrı'yı düşlemek.

    * Felsefe, utanmazlığın çağdaş biçimidir.

    * Geceler sonsuz değildir.

    * Gençlik kolay mutluluklar için parlak bir çağdır.

    * Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ve uçurumdur.

    * Gölgesiz güneş yoktur.

    * Günü gününe kadınlar, günü gününe erdem ya da erdemsizlik, günü gününe, köpekler gibi, ama her gün sağlamca yerinde duran kendim. Böylece yaşamın yüzeyinde ilerliyordum, sözcükler içinde, hiçbir zaman gerçek içinde değil. Tam okunmamış o kitaplar, tam sevilmemiş o dostlar, tam gezilmemiş o kentler, tam sarılmamış o kadınar!

    * Haklı olma ihtiyacı, sıradan insanlara özgüdür.

    * Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız.
    * Hayat bir şey değildir. İtinayla yaşayınız.

    * Hepimiz öleceğimize göre, ne zaman ve nasıl olduğunun önemsizliği meydandadır.

    * Her şeye katlanabilirim, yeter ki içimde o yoğun ve coşkun yalımı duyayım.

    * Hiçbir sanatçı gerçekten vazgeçmez.

    * Hiçbir şey, büyüklük kadar sade değildir; çünkü sade olmak, biraz da büyük olmaktır.

    * Hürriyet, tarihin kaybolmayan tek değeridir.

    * İnancın yere düşerse silahın da yere düşer.

    * İnsan hiçbir zaman tamamıyla mutsuz olmaz.

    * İnsan kendisi için gerçek ve mutlak olan mutluluğa yaşamı boyunca yalnız bir kez erişir ve geri kalan tüm yaşamını bu mutluluğa tekrar ulaşmaya adar.

    * İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır.

    * İnsan söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle insanlaşır.

    * İnsan tümüyle suçlu değildir çünkü tarihi o başlatmadı, ama tümüyle suçsuz da değildir çünkü tarihi sürdürdü.

    * İnsan, kendisine bir mânâ vermeye çalışan tek mahlûktur.

    * İnsan, kendi kendisinden saklamaya çalıştığı yanını sevmez.

    * İnsan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiç bir şey yoktur; ama yine de yaşamak gerekir.

    * İnsanı akıllı yapan tek şey nefrettir.

    * İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm.

    * İnsanın eninde sonunda alışamayacağı bir düşünce yoktur.

    * İnsanın her gün yaptığı en iyi şey intihar etmemeye karar vermektir.

    * İnsanın parası varsa çalışmak zorunda kalmaz. Böylece zamanı satın alır. Bu kalan zamanda da kendini mutlu edebilecek şeyleri yapar. Yani para mutluluğu satın alır.

    * İnsanlar için en ideal düzen, onların mutlu olduğu düzendir.

    * İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır.

    * İnsanlarla uzun süre yaşayamıyorum. Sonsuzluğun payından bana biraz yalnızlık gerek.

    * Kelimeler torba gibidir, içine konan şeyin şeklini alır.

    * Kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.

    * Korkunç bir bırakılmışlık duygusu. Dünyanın bütün varlıklarını göğsüme sarsam bile, kendimi hiçbir şeyden koruyamazdım.

    * Kötülük cehaletten gelir.

    * Merhamet faydasız olunca, insan ondan bıkar usanır.

    * Mutluluk şansı olmasaydı, adaletin hali ne olurdu.

    * Mutluluk, bizi zorlayan kadere karşı kazanılan zaferlerin en büyüğüdür.

    * Ne Faust, ne Don Kişot birbirini yenmek için yaratılmamışlardır; ve sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.

    * Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. 05.Ocak.2008

    * Ölüm korkusunu aşmadıkça insan için özgürlük yoktur. Ama intihar ile değil. Bu korkuyu aşmak için kendini bırkmamak gerekir. Hiç burukluk duymadan, korkmadan ölebilmeli.

    * Önümden gitme seni izleyemeyebilirim, arkamdan da gelme yol gösteremeyebilirim; yanımda yürü ve yalnızca dostum kal.

    * Özgürlük gelecek umudu değildir. O, şu 'an'adır ve insanlarla ve şu andaki dünyayla uyumludur.

    * Polemik yüzünden çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz.

    * Politika için yaratılmadım. Çünkü hasmın ölümünü istemekten ya da kabul etmekten acizim.

    * Politika ve sanat dünyanın düzensizlikleri karşısında başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür.

    * Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir. Kabil, Habil'i bugün öldürmüş değil, ama bugün Kabil, Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.

    * Sanat bence en büyük sayıda insanı ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.

    * Sanat hem bir coşma, hem de bir yadsıma işidir.

    * Sanat zorbalığa karşıdır.

    * Sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar.

    * Sanatçı başkalarının katlandığı acıları uyuşturmasın içinde.

    * Sanatçı tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez.

    * Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz.

    * Sanatçılar yaşamdan yanadırlar ölümden yana değil.

    * Sevmenin sınırı olamaz.

    * Sözün gelişi 'dostlarım' diyorum, dostum yok artık, sadece suç ortaklarım var. Onların da sayısı pek çoğaldı, bütün insanlar suç ortağım benim. En başta da siz geliyorsunuz. Kim yanımdaysa birinci odur.

    * Şerefini bir yana bırakan inkılap, bu duygunun egemen olduğu kaynaklarına ihanet etmiş olur.

    * Tarih insanların, düşlerin en aydınlık olanlarını gerçekleştirmek için giriştikleri umutsuz bir çabadan başka bir şey değildir.

    * Ya tüm çırpınmalarını aşan daha yüksek bir anlamı vardır bu dünyanın, ya da bu çırpınmalardan başka hiçbirşey gerçek değildir.22 Haziran 2008

    * Ya zamanla birlikte yaşar ölürsün, ya daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkarsın.

    * 'Yabancı' saçmanın karşısındaki insanın çıplaklığını gösterir.

    * Yaratıcı olarak ölümün kendisine hayat verdim. Ölmeden önce yaptığım şey bu.

    * Yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama aşkı da yoktur.

    * Yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Nefes almak ise; yargılamaktır.

    * Yaşamanın tadını çıkarmaktan korkana aptal derim.

    * Yazar, sanatını büyük yapan şu iki görevi yüklenmelidir; gerçeği ve özgürlüğü.

    * Yazarlık sanatı korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır; bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.

    * Yazılan her şey yaşanamaz, ama insan bunu yapmayı deneyebilir.

    * Yirminci yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir, ama bu korkuda bilimin payı var.

    * Zamanımdan ayrılamayacağımı anlayınca, onunla birleşmeye karar verdim.
#3 - Kasım 26 2009, 21:46:58
« Son Düzenleme: Kasım 26 2009, 22:01:26 Gönderen: Valérie »

İSVEÇ SÖYLEVİ
Ben kendi hesabıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim. Tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, benim için tek basma tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler kısa bir zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve başkalıklarım ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler. Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelme ile yoğurur : Vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da, Nietzsche'nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.

Buna inandık mı, yazarın rolü, ister istemez, güçleşiyor. Sanatçı, tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez : Tersine, ona katılanların buyruğundadır. Yoksa, tek başına ve sanatının uzağında kalır. Zorbalık milyonlarca adamı ile birlikte onu yalnızlığından ayıramaz, onlara ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta, asıl o zaman. Ama, dünyanın öbür ucunda hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi. yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.

Hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. İster bütün .ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur : Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır : Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.

                                                                                                                                                                                                                             Albert CAMUS




KÖTÜMSERLİK, İYİMSERLİK
Birkaç zamandır bazı yazılar çıkıyor. Bunlarda, kötümser sayılan kimi yapıtların insanı dosdoğru en aşağılık köleliklere götürdükleri ortaya konmak isteniyor. Bu yazılarda yürütülen akıl bir hayli basittir. Kötümser bir felsefe, özü gereği, umudunu yitirmiş, yılgın bir felsefedir ve dünyanın iyi olmadığına inananlar, ister istemez zorbalığa alet olurlar, demek isteniyor. Bu yazıların en iyisi olduğu için en etkini Georges Adam'ın Lettres Françaises’deki yazısıdır. Georges Adam L'Aube gazetesindeki son yazılarından birinde bu suçlamayı, şu olmayacak başlıkla yeniden ele alıyor : «Nazilik ölmedi mi?>>

Bu çekişme karşısında bence yapılacak tek şey, açık konuşmaktır. Sorunun beni aşmasına, Malraux'yu, Sartre'ı ve benden önemli daha başkalarını ilgilendirmesine karşın, kendi adıma konuşmamanın da bir ikiyüzlülük olduğunu görüyorum. Ama, yine de çekişmenin özü üzerinde duracak değilim. Kötümser bir düşüncenin, ister istemez yılgın olacağını sanmak hamca bir düşüncedir, ama çürütülmesi de bir hayli uzun sürer. Ben yalnızca bu yazıları yazdıran düşünce yolundan söz edeceğim.

Hemen söyleyelim ki, bu yol olayları hesaba katmak istemeyen bir yoldur. Bu yazıların çattığı yazarlar, bulundukları yerde ve ellerinden geldiği kadar göstermişlerdir ki, filozof olarak iyimser olmasalar bile, insan olarak ödevlerini bilmemiş değillerdir, öyleyse, yan tutmayan düşünce şunu kabul eder ki, yadsımacı bir felsefe, olaylar karşısında, özgürlük ve yiğitlik ahlakıyla pekâlâ bağdaşabilir. Bunda, olsa olsa, insan yüreğini biraz daha iyi öğrenmek fırsatını bulurum, der.

Yan tutmayan düşünce bunda haklı. Çünkü, kimi kafalarda, yadsıma felsefesiyle, olumlu ahlakın buluşması, aslında, yaşamamızı bunca derinden sarsan büyük sorunu ortaya koymaktadır. Kısaca-söylemek gerekirse, bu bir uygarlık sorunudur ve bilinmesi gereken şudur : İnsan, ne Tanrının, ne de akılcı düşüncenin yardımı olmadan, tek başına kendi değerlerini yaratabilir mi? İşte, bunun karşılığını vermeye hiçbirimizin gücü yetmiyor. Bunu açıkça söylüyorum, çünkü, Fransa ve Avrupa bugün ya yeni bir uygarlık yaratmak ya da yok olmak durumundadır.

Ama, uygarlıklar, onun bunun kulağını çekmekle kurulmaz. Uygarlıklar, düşüncelerin çatışması, düşüncenin kanamasıyla, acı ve yürek ile kurulur. Olacak şey mi, Avrupa 'yi yüz yıldır uğraştıran sorunları Aube gazetesinde bir başyazar bir anda çözüversin? Hem de öyle yazar ki, kılı kıpırdamadan Nietzsche'yi bir ten düşkünü yapıyor. Heidegger'e de yaşamanın boş olduğu düşüncesini yüklüyor. Benim o çok ünlü existentialisme'e pek bağlılığım yok. Uzun sözün kısası, bu felsefenin verdiği sonuçları yanlış sayıyorum. Ama, ne de olsa, bu felsefe insan düşüncesinin büyük bir serüvenidir ve Bay Rabeau'nun yaptığı gibi onu en kısa görüşlü konformizm ile yargılamak insanın gücüne gidiyor doğrusu.

İşin doğrusu şu ki, bu sorunlar ve bu çabalar zamanımızda hiç de yansızlığın kurallarına uygun olarak ele alınmıyor, değerlendirilmiyor. Onları olaylara bakarak değil, bir öğretiye göre yargılıyorlar. Komünist ve Hıristiyan arkadaşlarımız bizimle konuşurken, bizim saygı beslediğimiz öğretilerinin yüksek kürsüsünden konuşuyorlar. Bu öğretiler bizim öğretilerimiz değil ama, hiçbir zaman bu öğretilerden onların bizim üstümüze konuştukları eda ile konuşmak aklımızdan bile geçmemiştir.

Bıraksınlar bizi, karınca kaderince bu denemeyi ve kendi düşüncemizi yürütelim. Bay Rabeau, fazla okuyucumuz var diye kınıyor bizi. Bunda ileri gidiyor, sanırım. Ama, bunun doğru bir yanı varsa o da şudur : Bizim üstünde durduğumuz sıkıntı, bütün bir çağın sıkıntısıdır ve biz kendi yaşantımızdan ayrılmak istemiyoruz. Biz kendi tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz. Biz,inanıyoruz ki, bu yaşamın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erilebilir. Çağımız nihilisme'den çok çektiyse, aradığımız ahlaka nihilisme'i bir yana bırakmakla varılamaz. Hayır, her şey yadsımada ya da saçmada bitmiyor, biliyoruz bunu. Ama, önce yadsımayı ve saçmayı ele almalı. Çünkü, bizim kuşağımız önce onlara rastladı ve ilkin onlarla kozunu paylaşmak zorundadır,Bu yazıların çattığı insanlar, hem yapıtları hem de yaşayışlarıyla bu sorunu dürüstçe çözmeye çalışıyorlar. Başkalarının var güçleriyle uğraştıkları halde çözdüklerinden emin olmadıkları bir sorun birkaç satırla kesilip atılamaz; o kadar güç mü bunu anlamak? iyi niyetle girişilen her iş gibi, onlar karşısında da sabredilemez mi biraz? Daha alçaktan konuşulamaz mı onlarla?Bu protestoyu burada kesiyorum. Çatışmaya bir ölçü getirmiş olduğumu umarım. Ama, sözlerimin büsbütün öfkesiz olmadığını da söylemek isterim. Yansız eleştirme bence en güzel şeydir. Filan yapıt kötüdür ya da falan felsefe insan yazgısına zararlıdır denmesini anlarım. Yazarlara! yazdıklarından sorumlu olmaları doğrudur. Böyle olunca daha derin düşünmek zorunda kalırlar ve hepimizin derin derin düşünmeye öyle gereksinmemiz var ki! Ama, bu ilkelere dayanarak şu ya da bu adamda kulluk eğilimi görmek (hem de tersini gösteren kanıtlar varken), filan ya da falan düşüncenin, ister istemez Naziliğe götüreceği sonucuna varmakla, adlandırmak istemediğim bir çeşit insan olmuş ve iyimser felsefenin ahlak yönü üstüne kötü örnekler vermiş oluyorlar.
                                                                                                                                                                                                                        Albert CAMUS



KORKU ÇAĞI
XVII. yüzyıl, matematik çağı, XVIII. yüzyıl fizik çağı, XX. yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama, bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez.

Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır. Doğrusunu isterseniz, benim kuşağımdakiler ve bugün atölyelere ve fakültelere girenler köpekçe yaşamış ve yaşamaktadırlar.

İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü, dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırd?? bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiç bir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü, kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.
İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbette korkulur...

... Bu korku ile hesaplaşmak için onun ne demek istediğini, neden kaçtığını bilmek gerekir. Onun demek istediği de, kaçtığı da aynı şeydir : Öldürmenin haklı görüldüğü, insan yaşamının hiçe sayıldığı bir dünya. îşte, günümüzün başlıca siyasal sorunu budur, öteki sorunlara geçmezden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu ilci soru
üzerinde durmalıyız : Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla öldürülmek ya da işkence görmek ister miriniz, istemez misiniz? Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez misiniz? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürükleneceklerdir. Ben, bu sonuçlardan birkaçı üzerinde durmak istiyorum. Bu arada iyi niyetli okuyucum, kendi kendine aynı şeyi sorsun ve karşılığım versin.
                                                                                                                                                                                                                           Albert CAMUS


#4 - Kasım 26 2009, 21:58:18

Şu an Nobel Ödüllü kitabı olan "Veba"yı okumaktayım ve gerçekten çok iyi bir anlatımı var. Aynı zamanda çok iyi de bir filozof.
Zaten kendisi de Fransızların en sevdiği yazarlar arasındaymış.
#5 - Kasım 26 2009, 22:17:48

Perfect Circle

Varoluşçudur, Franz Kafka'nın veliahtıdır. Herkes'in harcı değildir kullandığı anlatım, tekrar tekrar okumayı gerektirir. Favorim ''Düşüş''tür. Felsefi olarak ise ''sisifos söylemi'' dir.
#6 - Eylül 12 2010, 13:54:46

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.