Bir “Piyano Dehası”: Frederic Chopin
Maria’ya deyim yerindeyse deli gibi âşık oldum.
Hemen bir vals besteleyip ona ithaf ettim. Paris’e döndüğümde
aynı ilhamla bu kez, başlı başına bir şaheser olarak
nitelendirilen “Opus 29” baladımı yazdım.
Chopin, 70’inci sayfada kaldığı yerden yaşam öyküsünü anlatmaya devam ediyor. Sekiz ay kaldığım Viyana’dan Paris’e gittiğimde, Varşova’nın Ruslar tarafından işgal edildiğini duydum. O günlerde günlüğüme şunları yazmışım:
“Düşman evimde... Çaresizlik içindeyim, inliyorum, acı çekiyorum ve mutsuzluğumu piyanoya döküyorum.”
Paris’te konserler vererek elde ettiğim geliri, ülkemin direnişcilerine gönderdim. Benim bu çabam, ünümü daha da artırdı. Liszt, Mendelssohn, Berlioz, Meyerbeer ve daha birçok müzisyenle o dönemde dost oldum.
Paris’in ünlü bankeri Rothschild Ailesi ile tanışmam benim için bir dönüm noktası sayılabilir. Rothschild’ler evlerini açıp benim konserler vermemi sağladılar.
Evim bir sanat merkezi durumuna gelmişti. Polonyalı şairler, Fransız yazarlar, besteciler, sanatçılar ve sevgili Liszt, hemen her akşam toplanıp sanat üzerine sohbetler ediyor, şiirler okuyor, piyano çalıyorduk. Hemen eklemeliyim, o günlerdeki büyük aşkım Kontes Delfina Potocka da bu toplantıların başkonuğuydu elbet. Kontes, Polonyalı’ydı. Paris’te tek başına yaşıyordu. Beş çocuk doğurmuş, çocuklarının hepsi ölmüş ve eşinden çok çekmişti. En sonunda evini bırakıp Paris’e gelmişti. Mutsuzdu... Ona Paris’te “Mahzun Kontes” diyorlardı. Ona âşık oldum. Birlikte çok güzel günler geçirdik. Kontes Delfina çok zeki, bilgili, anlayışlı bir bayandı. Benimle ilişkisini aşırı bir çılgınlığa varmayacak kararda tutmasını bildi ve bu güzel ilişkiyi, beni incitmeden, kendine yakışacak incelikte bitirdi.
Sağlık sorunum da olmasa herşey çok güzeldi. Sanatçı hastalığı olarak adlandırılan akciğer tüberkülozu olduğum anlaşıldı.
1835 Ağustos’unda, 5 yıldır görmediğim babam ve annemle buluşmak üzere gittiğim Karlsbad kaplıcalarından dönüşümde, Kontes Teresa Wodzinska’nın davetlisi olarak bir süre Dresden’de kaldım. Yıllar önce, bu ailenin üç genç delikanlısı babamın işlettiği pansiyonda kalmışlardı. Onları görünce çok mutlu oldum.
Onların en küçük kız kardeşleri Maria, şimdi yetişkin genç ve güzel bir kız olmuştu. Artistik yetenekleri ve müzik tutkusu ile mükemmel biriydi. Ona deyim yerindeyse deli gibi âşık oldum. Hemen bir vals besteleyip ona ithaf ettim. Paris’e döndüğümde aynı ilhamla bu kez, başlı başına bir şaheser olarak nitelendirilen “Opus 29” baladımı yazdım.
Maria ve ailesi de kabul edince nişanlandık. Fakat bu nişanlılık uzun sürmedi. Sağlığıma önem vermediğimi ileri süren Maria nişanı bozdu. Bu mutsuz anıdan kurtulmak amacıyla 1837 Temmuz’unda Londra’ya gittim. İyi ki gitmişim çünkü orada kaldığım sürece birbirinden güzel yapıtlar besteledim.
Sevgili dostum Liszt, 1836 Aralık ayında bir akşam, yanında erkek adlı ve tavırlı yazar George Sand ile birlikte beni ziyarete geldi. Asıl adı Aurore Dudevant’miş. Ne güzel bir ad! Aurore, “Gün doğuşu tanrıçası” anlamına gelir... Onu ilk görüşte sevmediğimi itiraf etmeliyim. O gece geç saatlere dek sohbet ettik. Ayrılırken beni Nohant’daki şatosuna davet etti ama ben gitmedim. Çünkü aklım Maria’daydı.
Maria’dan, nişanı bozduğunu ve benden ayrıldığını bildiren mektubu aldığımda kendimi kaybetmişim. Odamda bitkin yatarken içeri Aurore girdi.
Neden bu duruma geldiğimi öğrenmek istediğinde Maria’nın bana yazdığı aşk mektuplarını ona verdim. O mektupları okurken ben uyumuşum. Uyandığımda Aurore yine yanımdaydı. Aramızda, ikimizin de alışık olmadığı güzel bir sevginin ilk ışıkları doğmaya başlamıştı.
Aurore’nin, Nohant’daki çiftliğine davetini bu kez kabul ettim. Liszt ve birlikte yaşadığı Kontes Marie d’Agoult da bizimle birlikte gelmişlerdi. Günlerimiz çok romantik geçiyordu. Gündüz ormanda gezintiler yapıyor, sohbetler ediyor, Liszt ve ben odalarımıza çekilip yeni besteler üzerinde çalışıyor, akşam da yemekten sonra yeni çalışmalarımızı birbirimize dinletiyorduk. Temiz hava ve huzurlu ortam, sağlığıma çok iyi gelmişti. Aurore’nin gösterdiği ilgiyi, aşk değil de anne şefkati gibi görüyordum. Ona her geçen gün daha fazla bağlandım.
Gittikçe kötüleşen sağlığımın yanısıra paramız da bitiyordu. Paris’e geçmeden önce bir süre Marsilya’da kaldık, oradan da Nohant’daki şatoya geçtik. Şatoda da çok güzel günler geçirdik. Ancak, bu güzel birliktelik, karşılıklı kaprislerimizle sarsılmaya başladı ve George Sand ile yollarımızı 1847’de ayırdık.
Londralı bir sanatsever zenginin kızı olan Jane Stirling’in davetlisi olarak 21 Nisan 1848’de Londra’ya gittim ve çok büyük bir ilgiyle karşılandım. İskoçya’da, Manchester ve Glasgow’da konserler verdim ama buranın havası da ciğerlerime iyi gelmedi. Londra’ya döndüğümde çok hastaydım. Buna karşın 16 Kasım 1848’de Londra’da Guildhall’de son bir konser daha verdim. Londra’da ölmek istemiyordum, kendimi biraz iyi duyumsayınca Paris’e döndüm.
Bu yaz kendimi biraz iyi duyumsadığımda birkaç beste daha yaptım ama artık herşeyin sonuna geldiğimi biliyorum. Ben belki yarın güneşin doğduğunu göremeyeceğim ama bestelerimin daha uzun yıllar sevilerek dinleneceğinden eminim. Bu da beni çok mutlu ediyor.
Büyük besteci Frederic Chopin 17 Ekim 1849’da yaşama veda etti. Vasiyeti gereği kilisede Mozart’ın “Requiem”i seslendirildi. Paris’te ünlü Pere-Lachaise Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yıllarca yanında taşıdığı Polonya toprağı da mezarına konuldu. Yine vasiyeti üzerine kalbi çıkarılıp Varşova’ya getirildi ve Krakow’da bir kilisede bir vazo içinde koruma altına alındı. Ancak Rus işgali sırasında Krakow bombalanırken kilise de yıkıldı ve Chopin’in kalbi Polonya toprağına karışmış oldu.