Alternatifim Cafe

12 Eylül ve Felsefe

Discussion started on Felsefe

1980’li yıllardan sonra düşünce hayatımızın genel özellikleri köklü olarak değiştirilmiştir. Bu ülkede yaşayan insanlar bir bütün olarak düşünceden, sistematik fikirden, ideolojilerden, estetikten, etikten, bilimden uzaklaştırılmıştır. Bu yıllarda insanların temel referans kaynakları önemli oranda yerle bir olmuş, bunun yanı sıra okuma edimi köklü olarak aşağılanmıştır. Darbenin doğrudan etkilerinden birisi “okuma ediminin” bir bütün olarak hor görülmesi, aşağılanması, tehlikeli bulunması ve üniversitelerde öğretim görevlilerinden öğrencilere kadar her kesimde orijinal metinlere yönelik okumaların yapılmamasının olağan bir hale gelmesidir. 1980’li yılların ilk üç yılı televizyonlardan yasak yayın diye önemli ölçüde bilimsel, sanatsal, edebi ve felsefik yayınların gösterilmesiyle geçmiştir, öyle ki bu yayınların önemli bölümü pek çok Avrupalı ülkede üniversitelerde ders kitabı olarak okutuluyordu, bunun yanı sıra aynı yıllarda yakılan kitap sayısı milyonları geçiyordu.

Bu yıllarda toplumun kendi geçmişine yönelik “korkunç bir tablo çizilmiş”, bu tablonun yaratıcısı olarak da öğrenciler ve aydınlar gösterilmiştir. Aydın düşmanlığı 1980’lerin en tipik özelliklerinden birisidir. Kamusal mekânlarda insanların birbirlerine yönelik söyledikleri “iki negatif emir” kipi olarak “entellik yapma”, “felsefe yapma” deyimleri o kadar yaygın hale gelmişti ki, Özal’ın vizyonunda insanların pratiği yüceltme ve para kazanma eğilimi bir bütün olarak toplumu ahlaken, aklen, varoluşsal düzlemlerde kirletmiştir. Bir bütün olarak düşünmekten ve felsefenin en önemli ereği olarak tutarlı ve sistematik olmaktan uzaklaştı düşün hayatımız.

Bunların yanı sıra aynı zamanda kendilerince yeni filozofları, siyaset teorisyenlerini baz alarak yeni bir kültür icat etme eğilimi de vardı. Öylesine düzeysiz, öylesine bulamaç halinde metinler çıktı ki bu eğilimden ortaya reklâm metni yazarlığı düzeyinde “eserler” kalmıştır. Ancak Türkiye’de yapısal bir bozukluk olarak teori üretemeyince onu ithal etme, farklı akımların ve farklı yazarların taşıyıcısı olma eğilimi de bu dönemde belirleyici bir hastalık olarak öne çıktı. Aslında felsefeyle uğraşanlar bunu yakından bilir, kendinizi yeterince geliştirmemişseniz, belirli bir sistematiğe ulaşamamışsanız, öğrendiğiniz her yeni bilgi kıtası karşısında onun esiri olursunuz, dolayısıyla felsefenin doğası gereği içermesi gereken bir yön duygusu, bir bütün oluşturma, belirli bir bilgi kıtasının içinde yer alma yerine, eklektik ve parçalı bir anlatıcı olursunuz. Türkiye’de bir felsefe akımı, bir düşünsel sistem oluşturmak yerine, bizzat felsefe yapamamaktan dolayı, diyalektik uslamlama yerine belirli felsefi akımların pedagojik söylemli taşıyıcısı ve öğreticisi olursunuz: bunun adı sıradanlaşmadır, esoterik değil eksoterik üretimdir, Türkiye’deki felsefe çalışmalarının tipik özelliğidir. Ülkemizde son çeyrek yüzyıllık dilimde pek çok batılı felsefecinin taşıyıcısı olduğunu ileri süren, ama kendisinin hiçbir felsefi eseri olmayan birçok prof’umuz mevcuttur; unutulan özellik, eleştirel teorileştirme çabasıdır, felsefe kendilerinden önce yapılan düşünsel üretimi yeniden okuma, yeniden yazma, yeni bir bütün oluşturma, yaşamla felsefe arasındaki ilişkileri bütünüyle yeniden kurma çabasıdır. Felsefe akılcı bir yapıya sahip olduğu kadar etik bir varoluş alanı yaratma çabasıdır da. Aynı zamanda felsefe dünyayı bütünüyle yeniden yorumlama, onu yepyeni bir gözle görebilme çabasıdır.

Özellikle diğer pek çok alandaki gelişmelerden yararlanıp yeni felsefi disiplinlerin oluşturulması aşamasında;

1) örneğin bir tarih felsefesi,

2) örneğin yeni bir toplum-birey ilişkisi kurulması,

3) örneğin insanın bilgiye nasıl ulaştığı ve bilgiyle modern toplumsal ilişkilerin arasındaki gerilim noktaları,

4) bilim-düşünce arasındaki ilişki -bilimin modern toplumlardaki yeni işlevleri- bilimsel bilgiyle siyasi iktidarların ilişkisi ve onu kullanma biçimleri,

5) aynı şekilde modern bir alan olarak siyasi iktidarın insanlık tarihinin temel özlemi haline gelmiş bir kavram olan özgürlük üzerine etkileri ve yaşamın bir bütün olarak gözetim altına alınmasının özgürlük dediğimiz kavramı nasıl yeniden tanımlamaya bizi ittiği gibi alanlar,

6) insanın varoluş koşullarının ve mekânlarının nasıl önemli ölçüde değiştiği,

7) bunun sonucunda yeni bir başlık olarak etik (modern toplumsal yapılarda varoluşsal bir sorun olarak etik),

8.) sanat-toplum ilişkileri arasındaki ilişkilerin ve sanatçıların yaşam koşullarının ve izleyiciyle-okuyucuyla karşılaşma alanlarının ve biçimlerinin yapısal değişimiyle bir sanat felsefesi oluşturulmasının gerekliliği ve hatta zorunluluğu…

Felsefe aslında bir bütün olarak neo-liberalizmle birlikte dünya sahnesinde gerilemektedir ve yaşamın gitgide uzağına düşmektedir, bu belirli ölçülerde geçmişte felsefenin iktidara hakikati söyleyen bir yapıya bürünmesi sürecinden, günümüzde iktidarın saflarına geçmiş, onun bir aracı haline gelmiş, eleştirel söylemini kaybetmiş, insanlığa yeni bir yaşam ve yeni bir varoluş tarzı sunmaktan uzaklaşmış hale gelmesinin doğal sonucudur. Dolayısıyla toplumun ve insanlığın ona en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde felsefe kamusal yaşamın dışına itilmiştir. Geçmişin diyalektik felsefesi günümüzde önemli ölçüde skolâstikleşmiştir. Yaşamsal işlevini kaybeden felsefe giderek kendi yaşam koşullarını, raison d’etre (varlık nedenini) kaybetmektedir. Öyleyse yaşamı yorumlamak kadar, insana yaşanılası bir dünya sunma çabası da, insan için kendi kaderini tanrıların buyruklarından çıkarma iradesi ve özgürlük aranışı sunma çabasını vermek de gereklidir. Tanrı adına felsefe yapmak bir yerden sonra insan dolayımıyla tanrısal kanunlar, yasaklar koyma çabasından başka bir şey olamayacağını aslında insanlığın felsefe öyküsünde bulmak olasıdır. Felsefe bugün en çok özlemini duyduğumuz varoluşsal alan olarak özgürlüğü yaşamak ve yaşatmak mücadelesinin bir parçası olmalıdır. Felsefe bir direnme biçimidir, geçmişte de böyleydi.

Oysaki çağımızda felsefe yaşamı yaşanılası kılma çabasından uzaklaştığı ölçüde, bir tür metalaşarak ve aynı zamanda skolâstikleştirilerek bir tür “kendi içinde bilme ereğine” dönüşerek aklın anlama çabasından aklın köleleştirilmesi sürecine bir geçiş “çağımızın vicdanı-insanlığın ulaştığı son evre” olarak insanımıza sunulmaktadır. İdeolojisiz bir toplum ve ideolojisiz bir insan nasıl düşünebiliyorsa (felsefik olarak böylesi bir tanım kullanmak imkânsızdır. Nasıl ve neyi savunduğunu bilmeyen insanların çoğunlukta olması, çelişkili düşünceleri aynı anda taşımak gibi unsurlar vardır, kendi düşüncelerinin felsefik ve ideolojik adlandırmasını bilmeyen ve yapamayan insanların çoğunlukta olması, onların belirli bir ideolojinin taşıyıcısı olduğu gerçeğini değiştirmez.), ideolojiler öldü denildiğinde aslında denilmek istenen bir tür “evrensel insanlık ideallerin” ölüm fetvasıdır. Bu anlamda ikinci dünya savaşı sonrasında yaygınlaşan ve “öznenin ölümünü” ilan eden felsefe bir tür itaatin yazıcısı-meşrulaştırıcısı, bir tür insanın köleleştirilmesidir. 1990 sonrasında post-modernist söylemler sol liberaller tarafından insanlığın ulaştığı son safha olarak, aynı zamanda gerçek doğruları bulmuş bir eda takınarak pazarlandı bu ülkede. Genel söylem bir insanı aşağılama, küçük ve ucube bir yaratık olarak insanın portresini çizme olarak bir değişikliğe uğramıştı.

Benim her zaman şaşırdığım ve anlamsız bulduğum bir diğer önemli belirleyende kültür-felsefe-siyaset alanlarında referans noktalarının giderek şiddetli bir biçimde “felsefe bilmez, tarihten anlamaz, kendilerini süper insanlar olarak gören, cahilliğiyle ve dindarlığıyla ünlü” ABD kaynaklarının son çeyrek yüzyıllık dilimde çok daha fazla kullanılmasıdır. Komik bir tragedya olarak siyasi iktidarların toplumların geleceği üzerinde en fazla etkin oldukları dönemlerden birisi olan son çeyrek yüzyıllık dilimde, papağanlar korosu olarak “öznenin ölümü”nün ilan edilmesidir. Devasa bir tümöre dönüşen kapitalist ve emperyalist iktidarlar karşısında umutsuzluk ve değiştirilemezlik vaazları vermek düpedüz gericiliktir; en azından yüzlerine ne kadar ucuz felsefeye sahip olduklarını haykırmamız verdiğimiz özgürlük mücadelesinin bir gereğidir. Toplumları manipüle etme araçlarının çok yoğun olarak geliştiği, insan yaşamının gitgide batılı toplumlarda sistematik olarak “kontrol ve gözetim” altına alındığı yıllarda varolan iktidarların ötesi imkânsız olarak gösteriliyordu. Felsefe bir anlamda işlevsizleşmiş, insan yaşamını yönlendiren, insana bir yaşam alanı sunan, yaşamı ve bilgiyi sorgulayan, iktidara hakikati söyleyen özelliklerini kaybetmiş, gitgide statükocu özellikler kazanmıştı bu yıllarda. Dolayısıyla 1980’li yıllarda ithal edilen ve baş tacı edilen felsefe bu felsefedir ve reddedilmesi gereken felsefe de bu felsefedir, çünkü ucuz ve hiyerarşik ve iktidar yanlısı bir felsefedir. Dolayısıyla bu anlamda felsefe, batı siyasetinin taşıyıcısı, bir tür siyasi iktidarın kendini rasyonalize etme çabasının aracı haline geldiği ölçüde toplumsal dayanaklarını kaybetmektedir; doğal olarak bu süreç kaçınılmaz olarak etik olmayan ve etikten gittikçe uzaklaşan bir forma bürünmeye zorlanmaktaydı insanları, nitekim de öyle olmuştur. Eğer sosyalist terimlerle konuşursak, burjuva felsefesi giderek küçük burjuvalaşmış, insanlar dünyayı anlamak için değil, kendilerinin merkezde olduğu bir portre çizmek için “varolanı meşrulaştırıcı”-“çıkışsız”-“değiştirilemez” bir evrende her şey mubah demek için başvurulan bir alana dönüşmüştür. Akıl kendini güçsüz hissettikçe haksız-ve-güçlü olana yaslanmak için, ona hizmet etmeye adamıştır kendini. Sorgulanmayan yaşam, yaşanmamış ve insani olmayan bir sürecin sorgulanması -çıkışsız ve reddettiğimiz miras budur. Tarihi yeniden yazmak için yeni bir tarih yazmak da zorunlu ve kaçınılmazdır. Bir Arjantinli yönetmenin Resmi Tarih adlı filminde çok önemli bir sahne vardır; darbeden bir hayli nemalanan bir burjuvanın karısı tarih öğretmenidir. Arjantin tarihi üzerine bir öğrenci kendi tarihlerinin büyük katliamlarını anlatır sınavda. Öğretmen liberal bir edayla sınıfa gelip “Tarih kitaplarının böyle anlatmıyor” dediğinde, öğrencinin yanıtı sınıfta buz gibi bir hava estirir; “Eli kanlı köpekler tarihi yazarlarsa, kimlerin mazlumların katili olduğu bilinemez.” Dolayısıyla yeni bir tarih yazma çabası aynı zamanda yeni bir tarih yaratma çabasıdır da. Özgürlüğü arayanlar özgürlük mücadelesinin bir parçası da olmalıdır.

#1 - Şubat 03 2009, 21:03:53

İkinci dünya savaşı sonrasında her türlü siyasete yönelik aşağılama eğiliminin ve güvensizliğin, çeyrek yüzyıl sonra, hiçbir şey değiştirilemez düşüncesine ulaşması, genel olarak insanı aşağılaması, kötümserlik ve öznenin ölümünün ilan edilmesi; bunlar arasında bir ilişki gör(e)memek, saçma olurdu.

Belirli bir süreklilik ve ardışıklık olduğu sürece, bu sürecin tarihsel olarak incelenmesi hem bir özgürlük aranışı için gereklidir, hem de insanın özgürleşmesi için çıkış noktasıdır.

Felsefe metinlerinde bin yıldan fazladır temel belirleyici unsur olarak “tutarlılık-geçerlilik-meşruluk-doğruluk” aranışı varken, çağımızın batı felsefesi önemli ölçüde bir kolaja dönüşmüştür, bunun çevre ülkelerine yansıması bir tür karikatür biçimine bürünerek anlamsız imgeler yığını halinde konfüzyon içindeki taşıyıcılar tarafından yeniden topluma sunulmasıdır. Artık batılı toplumbilimlerde ve aynı şekilde düşünce dünyasında (felsefe de dâhil olmak üzere) bütünsellik-süreklilik-düşünsel kökler konusu unutulmaya yüz tutmuş, bunun sonucu olarak da geçmişin mirasına doğrudan yönelmek, insanlığın ürettiği metinleri orijinal kaynaklarından okumak unutulan bir edim haline gelmiştir. Türevin sonu yoktur, sistematik yanılgı belirli ölçülerde buradan kaynaklanmaktadır, tüketim toplumunun tüketici ideolojileri, ülkemizde hayranlık ve övgüyle karşılanan think-tank’lere bahşedilen her şeyi bilen adlandırılmalarıyla bir bütün olarak oyun olgusu içinde incelenmiştir. Ne felsefe bir oyundur, ne de yaşam ve insan hayatı etik-dışı bir konu.

Yeni bir felsefenin kendi varoluşsal ilkeleri yalındır oysa ki;

Yaşamı ciddiye almak,

felsefeyi yaşama yöneltmek ve yaşamdan beslenmek,

aklı sorgulamak için göreve çağırmak,

felsefeyi insanlığın bilgi birikiminin bir parçası yapmak ve

insanların merak-boş zaman kullanım alanlarından çıkarıp yaşamsal-işlevsel-etik bir yapıtaşı haline getirmek,

felsefeyi insanlığın özgürlük mücadelesinin bir parçası yapmak,

insanlığın tarihindeki köklü işlevlerine yeniden kavuşturmak,

felsefeyi bir kez daha aklileştirmek,

aklımızı köleleştirmemek… dolayısıyla iktidarı hakikati söyleme çabası aynı zamanda direnişin destanını yazma çabasıdır.

Bu bağlamda felsefeye yeniden yönelmek, belirli disiplinler halinde kendi alt dalları içindeki önemli metinleri okumak ve en önemlisi de bunları tartışmak, felsefenin yüzünü yeniden yaşama döndürmek ve aynı zamanda yaşamı bu düşüncelerin doğrultusunda yeniden sorgulamak. Sanıyorum ki felsefe içine düştüğü nihilizmden, işlevsizlikten ve toplumsal ilgisizlikten çıkmak için yeni bir yörüngeye girmek durumunda ve kendisinden önceki düşünürlerle belirli bir tanışıklık, belirli bir hesaplaşma, belirli düzeylerde onları kapsama çabası göstermeden böylesi bir silkinişi gerçekleştiremez. Bu anlamda son çeyrek yüzyıllık dilimin yalnızca ülkemizde değil, dünya genelinde geçmişin mirasını kendi yazarlarından değil, türetilmiş ve açıkçası çarpıtılmış yorumlardan öğrenme girişimi büyük bir akıl kirliliğiyle sonuçlanmıştır. Temel psikanalizden hiç anlamadan Lacanvari yorumlar yapmaya çalışmak ve bu medikal-felsefik-kültürel terimleri büyük oranda yanlış kullanmak günümüzün olağan olguları arasına girmiştir. Öyle ki, bırakın eleştirmenleri, psikiyatristler içinde bile çoğunluk bir Elektra’yı bir Kral Oidipus’u okumamaktadır, temel kavramların inşa edildiği literatürden habersiz olmak günümüz için olağan bir olgudur. Türkiye’de her alanın sayısız “bilmez-bilirkişileri” mevcuttur. Sadece televizyonları seyredip, bilirkişileri dinlerseniz bile, belli bir birikiminiz olduğu anda teşhiste zorlanmayacaksınız bu toplumsal olgunun. Türkiye bir anlamda felsefik anlamda son yüzyıllık tarihinin en yoksul dönemini yaşamaktadır, geçmişte felsefe denilince bilme isteği ve bildiği düşünülen insanlara yönelik duyulan saygı da bu süreçte yıpratılmıştır.

Peki, bu anlamda bugün ne yapabiliriz? Günümüzde felsefeye gereksinim duyan, düşünmeyi zül görmeyen, yaşamı sorgulamaya çalışan, bir ot gibi yaşamak istemeyen insanlar için felsefe pek çok nedenle günceldir, insan olan insan için zorunludur da. İnsanlığın siyaset, sanat, kültür, psikoloji, sosyoloji, iktisat ve hatta teoloji için ürettiği kavramların önemli bir kısmı kökenini felsefecilere borçludur. Geçmişin felsefecileri kendi çağlarının bilim adamlarıydılar ve ürettikleri düşünceler belli oranlarda çağlarının aklını temsil ediyordu, buradan devam edersek, günümüz yaşamının akıl-dışılığıyla felsefenin “öteki” muamelesi görmesi arasında yoğun ve belli ölçülerde doğrudan bir ilişkisi olduğu da iddia edilebilir. Eğer çağımızın geçer akçesi olan ve belli ölçülerde varolan durumu nitelemek için kullanılabilecek “çağımızın vicdanı” için etik-dışı denilebilirse -ki rahatlıkla denilebilir- bununla siyasi iktidar ve birey ilişkisinin doğrudan bir ilgisi vardır. Birey bu kadar yoksul olmasaydı bilimsel ve toplumbilimsel bilginin bu kadar yoğun üretildiği çağda insan yaşamı da bu kadar yıpratıcı-yok edici-yaşanmaya değmez olmazdı. Ama asıl açmaz buradadır, tek tek insanlar dünyayı kavrama çabasını kendi başlarına yaşatamazlar. Böyle bir çabaya girişenlerde buldukları sonuçları yaşama geçirmek için yine tek başlarına etkin olamazlar. Dolayısıyla bir kez daha örgütlülük ve anlama çabasıyla örgütlülük iç içe geçmelidir; düşünceyi üreten düşünceyi yaşamsallaştırma çabasında kendini yalnız hissettiği anda, kaçınılmaz olarak kolaylıkla ve ivedilikle umutsuzluk kapısını çalacaktır. Kendi yaşamımızı yeniden üretmek için bilmeye ihtiyacımız var. Bugün milyarlarca insan için insanlığın bilgisine sahip olma, insanlığın bilgisinden yararlanma ve kendilerini yetiştirme olanağı kalmamıştır. Siyasi iktidarlar bilgiyi ve dolayısıyla felsefeyi metalaştırarak, insanları daha kolay yöneteceklerini biliyorlar, insanlarımız bilmedikleri ölçüde katlanmayı-sinmeyi-itaat etmeyi öğreniyor. Bilmemek belirli anlamlarda dünya genelinde köleleştirme süreçlerinin bir parçası haline geliyor. Bilmeyen insanların yoğun olduğu yerde bilmez-bilirkişilerin yoğunluğu da olağan hale geliyor. Felsefe kendi içinde yoğun bir bilme ve anlamlandırma çabasının bir ürünüdür. Oysa günümüzde bırakın toplumun yapıtaşı olan sıradan insanları, felsefe öğrencilerinin bile önemli kısmı felsefe üzerine ciddi bir literatürü takip etmemektedir. Ama en korkuncu, ülkemizde 1980 sonrasında 10 yıllık bir süre yaşayan ve düzenli çıkan tek bir önemli felsefe dergisinin bile olmamasıdır. Bırakın felsefe öğrencilerini, önemli sayıda akademisyen hayatları boyunca kendi alanlarının felsefesi üzerine hiçbir üretmeden koltuklarında yan gelip yatmaktadır. Sonuç olarak sanat sosyolojisi dersleri de veren bir Emre Kongar, kendi sitesinde Vizontele’yi “en iyi Türk filmi” olarak lanse edebilmişse, bilin ki sanat felsefesi hakkında yalnızca bir hiç olduğundandır.

Böylesi konularda okumak isteyen insanlar her zaman nereden başlanacağı sorusu karşısında kendini çaresiz hisseder; dolayısıyla Felsefe Yazarlarından Seçme Metinler bu soruya verilebilecek ilk elden yanıtlardan birisi olabilir. Bu kitap böylesi “düşündürücü” tablo düşünülerek hazırlanmış bir eserdir. İçinde Antik Yunan’dan günümüz felsefecilerine kadar önemli filozofların binyıllar boyunca ürettiği metinler belirli konular halinde gruplandırılarak, belirli bir mantık gözetilerek oluşturulmuştur. Hayatı bilmeden yaşamak istemeyenler için, bilmeden eylemenin sonuçlarına katlanmamak isteyenler için bir başlangıç noktası olabilir.


Zahit Atam
#2 - Şubat 03 2009, 21:04:42

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.