Alternatifim Cafe

Türk Devlet ve Siyaset Adamları

Discussion started on Tarih

Reşid Paşa (Mustafa Reşit Paşa, Büyük Reşit Paşa)
Osmanlı sadrâzamlarından. Tanzimat hareketinin mîmârı. Koca, Büyük Reşîd Paşa diye meşhur olmuştur. 1800’de İstanbul’da doğdu. Babası, İkinci Bâyezîd evkafı rûznâmecisi Mustafa Efendidir. İlk okuma yazmayı babasından öğrendi. Sonra medrese tahsiline başladı. Babasının 1810 yılında vefât etmesi üzerine tahsilini tamamlayamadığı gibi, devrin ilim dili olan Arapça ve Farsça'yı da tam olarak öğrenemedi. Eniştesi Ispartalı Seyyid Ali Paşanın himâyesinde büyüdü ve bir müddet sonra onun mühürdârlığına tâyin edilerek, ilk memuriyetine başladı. 1821 Ekim ayında Rum isyânını bastırmak için, Mora seraskerliğine tâyin edilen eniştesiyle birlikte, sefere gitti. Seyyid Ali Paşa, Mora seraskerliğinden azledilince, İstanbul’a geldi. Bu sırada Mısır’ın dîvân efendisi İbrâhim Efendinin kızı Emine Şerîfe Hanımla evlendi ve kayınpederinin konağına yerleşti. Bu evliliğinden ilk oğlu Mehmed Cemil doğdu. Bir-iki yıl sonra eniştesi ölünce, Emine Şerîfe Hanımı boşayarak, zenginliğine kapıldığı, eniştesinin câriyelerinden olan Âdile Hanımla evlendi ve onun Kabataş’daki konağında yaşamaya başladı. İkinci evliliğinden Ali Gâlib, Ahmed Celâl, Mazhar ve Sâlih adında dört oğlu dünyâya geldi.

1826’da Bâbıâlî Mektûbî Kalemine memur oldu. 1827’de Osmanlı-Rus Harbi esnâsında, sefere memur edilen Sadrâzam Selim Mehmed Paşa, onu ordu kâtipliğine getirerek, berâberinde götürdü. Sefer dönüşü, Pertev Efendinin tavsiyesiyle, Sultan İkinci Mahmud Hanın iltifâtına kavuştu ve Fransızca öğrenmesi tavsiye olundu. Maaşı 1500 kuruşa çıkarıldığı gibi, amedî odası hulefâlığına tâyin edildi. 1829’da Girit Adası iânesine teşvik memuriyetiyle Mısır Vâlisi, Kavalalı Mehmed Ali Paşaya gönderilen Pertev Paşayla birlikte Mısır’a gitti. Mısır dönüşünü müteâkip, 1831’de amedî vekîli, 1832’de asâleten amedî tâyin olundu ve yabancı sefirlerle irtibâtını artırdı. 1832’de Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın isyânı sonunda, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar ilerlemesi üzerine, Mart 1833’te Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşayla görüşmek üzere gönderildi.

Varılan antlaşma neticesinde, Reşîd Beyin, Şam ve Halep eyâletlerinden başka, Fransız maslâhatgüzârının tesirinde kalarak, Adana muhassıllığını da İbrâhim Paşaya vermesi Sultan İkinci Mahmud Hanın hiddetine sebep oldu. Fakat bâzı dostlarının teşebbüsleri netîcesinde affedildi.

Reşîd Bey, dâimî sefâretlerin kurulmasından sonra 1834 senesi Temmuz ayında, fevkalâde orta elçilikle Paris’e gönderildi. Reşîd Bey, iyi bir tahsil görmediği, İslâm bilgilerinden ve millî meziyetlerden mahrum olduğu için kısa zamanda Avrupaî fikirlerin tesirinde kaldı. 1835 yılı Mart ayı sonlarında, elçilik tercümanı Ruheddîn Efendiyi Paris’te maslâhatgüzâr bırakarak, İstanbul’a döndü.

İstanbul’a gelişinden üç ay kadar sonra, büyükelçilikle tekrar Paris’e, sonra Eylül 1836’da, Londra büyükelçiliğine nakledildi ve hâriciye müsteşarlığı pâyesi verildi. Londra’da sefirliği sırasında Lord Stratford Redcliff Rading ile dostluk kurup, mason locasına girdi.

Mustafa Reşîd Bey, 1837’de müşîr rütbesi verilerek hâriciye nazırlığına tâyin edildi. Hâriciye nâzırlığı sırasında, Sultan İkinci Mahmud Hana, Avrupaî tarzda ıslâhâtlar yapılması teklifinde bulundu. Batılıların, Osmanlı Devletine, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan tebaa arasında eşitlik gözetilmediği için düşman olduğunu, Müslim ve gayrimüslim ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarla ilgili yapılacak ıslâhâtı, bir hatt-ı hümâyûnla îlân etmesini teklif etti. Hazırladığı lâyihada bu ıslâhâtın esaslarını pâdişâha arz etti. Ancak, Reşîd Beyin anlattıklarının İngiliz isteklerinin aynısı olduğunu bilen İkinci Mahmud Han, bunu reddetti.

Mustafa Reşîd Paşa, hâriciye nâzırlığını bilfiil idâre ettiği bu dönemde, İngilizlerle, Osmanlı Devletini iktisâdî bakımdan çökertecek Baltalimanı Antlaşmasını imzâladı (1838). Baltalimanı Antlaşmasının imzâlanmasıyla, Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında anlaşmazlığa yol açan hususlar, İngiltere’nin lehine çözülmüş oldu. Antlaşma yürürlüğe girdikten sonra; ötedenberi Osmanlı Devletinde uygulanmakta olan tekeller kaldırılınca, Osmanlı hazînesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum edildi. Ayrıca, iç ticâret, Osmanlı vatandaşlarına münhasır olmaktan çıkarılarak istisnâsız bir şekilde İngiliz tüccarlarına verildi. Bir de bu antlaşmaya, antlaşma şartlarını isteyen bütün devletlere de istisnâsız uygulanacağı hükmü eklendi. Avusturya başbakanının; “İşte Osmanlı şimdi bitti” diye ifâde ettiği Baltalimanı Antlaşması, esnaf ve tüccarlarımızı uşaklığa; devletimizi de borç bataklığına sürükledi (Bkz. Baltalimanı Antlaşması).

Mustafa Reşîd Paşa, 1838 Ağustos’unda hâriciye nâzırlığı uhdesinde kalmak üzere Londra büyükelçiliğine tâyin olunarak, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Reşîd Paşa; “...Türkiye için en büyük iş, reâyâ meselesidir. Eğer reâyâya verilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetsem, ülkemde bana kötü bir Müslüman gözüyle bakılır. Hâlbuki İslâmlığın kurtuluşu reâyânın hür ve mesud olmasına bağlıdır. Bu konuda yüksek sesle konuşmak, Avrupa devletlerine düşer. İmparatorlukta (Osmanlı Devletinde), Hıristiyanlar üzerindeki baskı için sesinizi çıkaramaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedir. Bu uygulamalar, sizin âdil bir vergi dağılımı istemenizi gerektiriyor. Reâyâ, haraç yüzünden isyân etmekte ve düzenli vergi istemektedir. Vergi sistemi, Hıristiyanlar için yerleşirse, Müslümanlara da bunu kabul ettirmek için önemli bir adım atılmış olacaktır. Böylece İmparatorluğun yenileşmesi için ilk mesâfe alınmış olacaktır...” (Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Turque, Documents et Memoires, volume-44) diyerek batılı devletleri Osmanlı Devletine müdâhaleye çağırıyordu.

Reşîd Paşa, ayrıca, kendisinin ve reformlarının, Osmanlı Devletindeki başarısının Mehmed Ali Paşanın başarısızlığı nispetinde olacağını biliyordu. Zîrâ, Mehmed Ali Paşa, Mısır’da başarılı reformlar yapmış, batıya yanaşmadan da güçlü bir idârenin kurulabileceğini göstermişti. Reşîd Paşa ise, imparatorluktaki batılılaşmanın sembolü durumundaydı. Mehmed Ali Paşa, mağlup edilmediği takdirde, Sûriye’ye de hâkim olacak, devlet içindeki tesir ve nüfûzu artacaktı. Bu durumun ise kendi siyâsî hayâtının sonunu getireceğini düşünen Reşîd Paşa, büyük tâvizler verme pahasına da olsa Mısır meselesine Avrupa devletlerinin müdâhalesini istedi. Onun bu tutumu, Sultan İkinci Mahmud Hanın, onu İstanbul’a çağırtmasına ve îdâmına irâde çıkarmasına sebep oldu. Fakat, İstanbul’daki dostları vâsıtasıyla, Paris’e geldiğinde îdâmı haberini öğrenip gelmekten vazgeçti. Sultan İkinci Mahmud Hanın vefâtı üzerine tahta çıkan yeni pâdişâh Abdülmecid Hanın cülûsunu tebrik etmek üzere, Ağustos 1839 başında İstanbul’a geldi. Osmanlı Devleti o sırada en buhranlı dönemlerinden birini yaşıyordu.

Bu durumu fırsat bilen Reşîd Paşa, İngiltere’de esaslarını tespit ettiği reformları Avrupalıların ve bilhassa İngilizlerin yardımını sağlamak gibi bir bahâneyle, 16 yaşındaki genç pâdişâh Sultan Abdülmecid’e kabul ettirerek Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu adıyla meşhur olan Tanzîmât Fermânını yayınlattı. (Bkz. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu)

Gülhâne meydanında Reşîd Paşanın îlân ettiği bu ferman, yozlaşma ve mânevî değerlerden uzaklaşmaya yol açtı. Böylece, Koca Osmanlı Devletinin içerden yıkılması, parçalanması plânlarının birinci ve en tesirli adımı atıldı.

Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak için anlaşanların oyununun ikinci perdesi açıldı. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzâ edildi. Buna göre, Mehmed Ali Paşa, Girit, Adana, Sûriye, Hicaz ve Lübnan bölgesini derhâl boşaltacak, ordusunu ve donanmasını dağıtacak ve yalnız Mısır Vâliliğiyle iktifâ edecekti. Şâyet on gün içerisinde bu şartları kabul etmezse, adı geçen devletler müdâhalede bulunacaktı. Reşîd Paşa, Londra Antlaşmasının ültimatomlarını tebliğ etmek üzere müsteşarı Sâdık Beyi, Kahire’ye yolladı. Mehmed Ali Paşa ise, Sâdık Beye; pâdişâhın herhangi bir fermânına karşı boynunun kıldan ince olduğunu söyleyerek, yabancı devletlerin bu gibi tehditlerinin Osmanlı Devletinin işlerine müdâhale olacağını, kendisinin bizzat pâdişâhla görüşmeye hazır olduğunu belirtip ültimatomları reddetti. Reşîd Paşa, Mehmed Ali Paşanın antlaşma tekliflerini dikkate bile almadan dört devletten Londra Antlaşmasının hükümlerine uymalarını istedi. Nitekim harekete geçen müttefik kuvvetler, 13 Kasımda Halep’e ve 29 Aralıkta Şam’a girdiler. Mısır kuvvetleri, bozularak geri çekildi. Bu andan îtibâren, târihî İngiliz siyâseti bir defâ daha tekerrür etti. Londra Antlaşmasına göre, Mısır ve Sûriye’nin de Osmanlılara bırakılması îcâb ederken, bu bölgede güçsüz ve merkezden uzak bir yönetimin bulunması İngiliz menfaatine daha uygun görüldü ve bu eyâletler Mehmed Ali Paşaya verildi. Ciddî bir ordu ve donanmadan mahrum bulunan Osmanlı Devleti, bu emr-i vâkîyi kabul etmek zorunda kaldı ve 24 Mayıs 1841’de Mısır’ın statüsüyle ilgili ferman yayınlandı.

Bu arada Mustafa Reşîd Paşa ile Mehmed Ali Paşa arasında yeni ihtilafların ortaya çıkması üzerine tekrar yabancı devletlerin müdâhalesine meydan vermek istemeyen pâdişâh, Reşîd Paşayı hâriciye nâzırlığından azletti ve Temmuz 1841’de Paris elçiliğine gönderdi.

Paris’te bulunduğu sırada sağlık durumunun iyi olmadığından şikâyet eden Mustafa Reşîd Paşa, İstanbul’a dönmek istedi, fakat bu isteği kabul edilmedi. Aşırı ısrârı üzerine İstanbul’a dönmesine müsâade edildi. Paris’ten İstanbul’a döndüğü sırada, Edirne vâliliğine tâyin edildiyse de gitmedi. İki yıl kadar memuriyetten uzak kaldı. Nihâyet 1843 yılı sonlarında tekrar Paris elçiliğine gönderildi. 1844 senesi sonlarında ikinci defâ hâriciye nâzırlığına getirildi.

Bir müddet bu görevde kalan Reşîd Paşa, bilhassa İngilizlerin yoğun baskı ve faâliyeti sonucu 28 Eylül 1846’da sadrâzamlığa getirildi. İş başına gelir gelmez İskoç mason teşkilâtı üyesi Lord Rading ile büyük vilâyetlerde mason locaları açtırmaya devam etti. Böylece, Osmanlı Devletinin parçalanması, yıkılması için açılan câsusluk ve hıyânet ocakları çalışmaya başladı.

Bu senelerde Avrupa’da fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda ise, bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ Mustafa Reşîd Paşa, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini, büsbütün kaldırdı. “Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir” diyerek, kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmesini engelledi. Mustafa Reşîd Paşa, bir yıl yedi ay devâm eden bu vazîfeden, 27 Nisan 1848’de Sultan Abdülmecid Han tarafından azledildi. Fakat üç buçuk ay sonra tekrar sadrâzamlığa getirildi. Üç buçuk yıl süren bu sadâreti sırasında Fransız akademisi örnek alınarak kurulan Encümen-i Dâniş açıldı. Bu sadâretten de 26 Ocak 1852’de azledilerek, Meclis-i vâlâ reisliğine getirildi. Mustafa Reşîd Paşa, sadâretten uzaklaştırılmasının üzerinden kırk gün geçtikten sonra üçüncü defâ sadrâzamlığa getirildi. Beş ay kadar süren bu sadâretten de Damad Fethi Paşa ile aralarında meydana gelen ihtilâf üzerine azledildi. Yerine, Âlî Paşa getirildi.

Reşîd Paşa ile Âlî Paşa şahsî hırslar yüzünden birbirleriyle çekişirken, bu durumdan faydalanan İngiltere, Hindistan’daki büyük İslâm devleti Gürgâniye’yi parçalamak ve Asya’daki Müslümanları başsız bırakmak istiyordu. Bu arada kendisine engel olacağından çekindiği Osmanlı Devletini başka meselelerle meşgul etmek için, Rusya’yı devamlı tahrik ederek bir Osmanlı-Rus Harbi çıkarmaya çalışıyordu. Sadrâzam Mustafa Reşîd Paşayı kandıran İngilizler, onun Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını sağladılar. Netîcede İngiltere’nin tahrikleri sonucu Rusya, Eflâk ve Boğdan’ı işgâl etti. 4 Ekim 1853’te Rusya’ya harp îlân edildi. 23 Ekim 1853’de Kırım Savaşı olarak bilinen harp fiilen başlamış oldu.

Yaklaşık üç yıl devâm eden ve 30 Mart 1856’da Paris Antlaşmasıyla sona eren Kırım Savaşı, Osmanlı Devletinin toprak kaybına sebep olmamasına rağmen, siyâsî olarak aleyhine oldu. Devlet, iktisâden çöktü. Osmanlı Devletini Rusya ile meşgul eden İngiltere, az bir kuvvetle Osmanlı Devleti yanında savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devletini yıktı. Topraklarını işgâl ederek, Hindistan hazînelerine sâhip oldu ve ticâretini geliştirdi. Ayrıca, Osmanlıyı kullanarak, Rusların sıcak denizlere inmesini de önledi.

Öte yandan sıkıntı içerisine düşen Osmanlı Devleti, yine Mustafa Reşîd Paşanın dördüncü sadâreti zamânında ilk defâ borçlandı.

Mustafa Reşîd Paşa, 4 Mayıs 1855’te sadrâzamlıktan azledilerek yerine, tekrar Âlî Paşa getirildi. Âlî Paşanın yaptığı her icraatı şiddetle tenkit etmeye başladı. Sâdece iktidâr hırsı sebebiyle, Âlî Paşanın hazırladığı Hıristiyanlara daha fazla imtiyazlar tanıyan Islâhât Fermânına, şiddetle karşı çıktı.

Sultan Abdülmecid Han, kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) yüzünden, İngiliz elçisinin de tavassut ve teşvîkiyle 1 Kasım 1856’da Mustafa Reşîd Paşayı beşinci defâ sadrâzamlığa getirdi. Âlî Paşanın sadâretten ayrılmasını hazmedemeyen Fransa hükümeti, Boğdan seçimlerine fesat karıştırıldığını iddiâ ederek, iptâlini istedi. Osmanlı Devletiyle siyâsî münâsebetlerini kesmeye kalkıştı. Fransa ve İngiltere hâriciyelerinin birbirleriyle temas ederek seçimin feshini kararlaştırmaları üzerine, Sultan Abdülmecid Han, sadrâzamı azlederek işin önünü almak istedi. Beşinci sadâretten 6 Ağustos 1857’de azledilen Mustafa Reşîd Paşa, Meclis-i Tanzîmât reisliğine naklolunduysa da bir ay içinde oradan da alındı. 22 Ekim 1857’de altıncı ve son defâ sadârete getirildi ise de, iki ay kadar sonra hastalandı. Bir müddet Bâbıâlî’ye gidemedi. 7 Ocak 1858 Perşembe günü, hamamda geçirdiği kalp krizinden öldü. Beyazıt'ta Okçular Caddesindeki türbeye defnedildi.

Hepsi Sultan Abdülmecid Han zamânında, aralıklarla toplam altı sene sekiz ay on dokuz gün sadrâzam olan Reşîd Paşa, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnunu hazırlayıp îlân ettirmekle; Osmanlı Devletinin temeline dinamit koydu ve kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) devrinin açılmasına, Osmanlı Devletinin boynuna “Hasta adam” yaftasının takılmasına sebep oldu.

Netîce îtibâriyle, Reşîd Paşa, iyi bir eğitim görmemiş, millî ve mânevî değerlerden yoksun yetişmiştir. Osmanlı Devletinin idârecilerinin en önemli özelliklerinden biri, önce devlete sadâkat vasfıdır. Reşîd Paşa, bu vasıftan mahrumdu. Masonlukta yüksek derece sâhibi olması, bu mahrûmiyetine eklenince, devlet için zarârı telâfi edilemeyecek sonuçlar meydana getirdi. Nitekim Reşîd Paşadan sonra, onun yetiştirmeleri ve ardından da İttihat ve Terakkî mensupları, devletin kısa zamanda yıkılmasını sağladılar. Bugünkü sosyal hastalıkların çoğunda, onun açtığı yıkım hareketinin payı büyüktür.

Batılıların Reşîd Paşa hakkında düşünceleri şu şekildeydi. Fransız elçisi Pontois, Paşayı; “Reşîd Paşada kendini gösterme ve yükselme merâkı aşırıdır. Bu yönü biraz övülür ve pohpohlanırsa, büyük tâviz elde etmek için küçük şeyler üzerine tâvizler verilirse, ondan her şey elde edilebilir” diye târif etmektedir. Avusturyalı Goizot ise; “Mustafa Reşîd Paşada, ülkesinde yapmak istediği işlerin başarısı için, çok lüzumlu olan vasıflardan biri eksiktir. Türkiye’de güçlü bir ıslahatçı olmak için Türklük vasfı lâzımdır. Onda ise bu vasıf çok azdı. Gençliğinden îtibâren, Türkiye’nin Avrupa ile münâsebetleri konusuyla ilgilenmiştir. O daha çok Avrupalı bir diplomata benziyordu” diye vasıflandırıyordu.
#201 - Eylül 23 2008, 03:17:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rıza Nur
Türk Kurtuluş Hareketine katılmış ve bu hareket içerisinde aktif ve siyâsî rol almış yazar ve şâir. 30 Ağustos 1879 yılında Sinop’ta doğdu. Mülkiye Rüştiyesinden sonra, İstanbul Askerî Rüştiyesinden mezun oldu. Bir süre de Kuleli Harbiye İdâdisinde okudu. Askerî Tıbbiyeden doktor yüzbaşı olarak mezun oldu ve 1902’de stajını yaptı. 1905’te de doçentlik imtihânını kazandı. 1907’de Gülhâne’ye Cerrahî Öğretmen olarak tâyin edildi. 1908 yılında da Sinop milletvekili seçildi. 1910 yılında askerlikten ayrıldı. Buna rağmen Balkan Savaşına katıldı. Daha önceleri berâber çalıştıkları İttihatçılara muhalefetten yurtdışına sürüldü. Millî Mücâdeleye aktif olarak katıldı. Birinci Millet Meclisine tekrar Sinop milletvekili olarak girdi. Millî Eğitim ve Sağlık bakanlıklarında bulundu. Lozan Antlaşmasını imzâlayan Türk delegasyonu içinde ikinci adam olarak bulundu. Onun Lozan Antlaşması ile ilgili olarak söylediği şu sözleri çok mânidârdır:

“Lozan, Türk zaferinin bedeli değildir. Eksiktir, noksandır, kusurludur. Oluk gibi akan Türk kanı ve zafere bağlanan Türk ümidinin karşılığı olmamıştır.”

Siyâsî şahsiyetlerle arasının açılması sebebiyle, öldürüleceğinden korkarak vatanı terk etti. Paris ile İskenderiye’de, uzun yıllar sürgün hayâtı yaşadı. 1938’de yurda dönünce Tanrıdağı dergisini çıkardı. 1942 yılında, İstanbul’da öldü.

Şâirliğinden ziyâde yazarlığı ile tanınır. O, Türklüğe ve Türkçülüğe hayran bir şâir ve yazardır. Zaten; “En büyük iftihârım Türk yaratıldığımdır. Bu kadar târih okudum, Türk kadar kahraman, mert, iyi yürekli, zeki, aklıselim sâhibi insan, Türk kadar büyük ve yüksek bir târihe mâlik millet görmedim. Bu kadar millet tanıdım, bugünkü medeniyet âleminde en yüksek mevkie çıkmak lâzım olan kâbiliyetten kendinde ve yurdunda bugünkü kadar toplamış olanını görmedim” derdi. Buna rağmen, İngiliz medeniyetine de hayrandı. İlerlemeyi İngiliz medeniyetini almakta görür, ancak, milliyetçiliğinden de tâviz vermezdi.

Çok zeki yaratılışa sâhip olan Rıza Nur, aynı zamanda açık yürekliydi. Düşünce ve fikirlerini çekinmeden ortaya atardı. Kendi özel hayâtını dahi, olduğu gibi, çekinmeden kaleme almayı göze almıştır.

Yazar, târihe ve târihçiliğe merakı ile tanınır. 12 ciltlik Türk Târihi eseri mevcuttur. Bu eserde, Türklüğü, başlangıcından Cumhûriyete kadar incelemeye çalışmıştır. Dili sâdedir. Üslûbu pek akıcı değildir. Şiirleri genellikle Türklük ve Türkçülük üzerine yazılmış şiirlerdir. Destanımsı bir hava taşımaktadır.

Bütün kitaplarını ve servetini, bir vakıf kurmak sûretiyle, Sinop Kütüphânesi'nde Sinoplulara hâtıra olarak bırakmıştır. Yetmişten fazla eserinden bâzıları şunlardır:

Türk Târihi (12 cilt); Türk Birlik Revüsü (8 cilt); Oğuz Kağan (6000 mısralık destan denemesi); Türklük mü, Frenklik mi?; Hayat ve Hatıratım (4 cilt).

Bu eserlerinin hâricinde, ayrıca, kendisine yapılan hücumlara cevap olarak yazdığı, Hücumlara Cevaplar (1941) isimli bir eseri de mevcuttur.
#202 - Eylül 23 2008, 03:17:58
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rıza Tevfik Bölükbaşı
Şâir, felsefeci ve devlet adamı. 1868 yılında eski Edirne ilinin bugün Bulgaristan’a kalan Cesirmustafapaşa kazâsında doğdu. Mülkiye memuru olan babası onu İstanbul’a getirip, Mûsevî okuluna verdi. Rıza Tevfik, kuvvetli hâfızası ile iki yılda İspanyolca ve Fransızca’yı öğrendi. Rüştiyeyi (Ortaokul) babasının kaymakam olduğu Gelibolu’da bitirdi. 1890’da girdiği Tıbbiye'de taşkın mizacı yüzünden barınamadı, hapse atıldı. Orada mahkûmları isyana teşvik etti. Birkaç defâ hapse girip çıktı. Ancak, 1899’da okulu bitirip doktor olabildi.

1907’de İttihat ve Terakki Cemiyetine giren şâir, güçlü hatipliğiyle şöhret kazandı. Bir yıl sonra, İttihatçıların Edirne mebusu oldu. İsyancı mizâcıyla, çok geçmeden İttihatçılardan ayrılarak onların karşısına geçti. Balkan Harbinin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanıyor ve hele Birinci Dünyâ Harbine girilmesini hiç istemiyordu. Bu sebepten İttihatçılara muhalefeti bir kin hâline geldi. Onlarla mücâdele için Hürriyet ve İtilaf Partisine katıldı. Bu sırada, vaktiyle çok hakâret ve iftira ettiği Sultan Abdülhamid Handan özür dileyen şiirler yazdı. Şûra-yı Devlet (Danıştay) reisliği, Darülfünun müderrisliği ve son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırlığı (Eğitim Bakanlığı) yaptı.

Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşmasını (1920) imzâlayanlar arasında bulundu. Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı çıktığı için yüzellilikler listesine alındı. Bu sebeple 1922’de vatanından ayrılmak zorunda kaldı. 21 yıllık ömrünü, vatan hasretinin sızlanışları içinde Mekke ve Amman gibi yerlerde geçirdi. Af Kânunu’ndan istifâde ederek, 1943’te kendi ifâdesiyle, “Hesaplaşmak için değil vedâlaşmak için” yurda döndü. 31 Aralık 1949’da vefat etti. Kabri Zincirlikuyu Asrî Mezarlığındadır.

Rıza Tevfik, düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi sâhibidir. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Lâtince, İspanyolca, Arapça ve Farsça gibi sekiz lisanı okur, yazar ve konuşurdu. Târih bilgisi, hâfızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi bütün tanıyanlarca övülür. Bundan başka hatip, şâir, pehlivan, doktor, sahne sanatçısı... kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdı.

Rıza Tevfik, okul hayâtından beri isyancı, ferdiyetçi, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhâlif mizâcı ile tanınır. Felsefî nesir, edebî inceleme, tenkit ve şiir türlerinde eser vermiştir.

Eserleri:

Felsefî sahada: Felsefe Dersleri, Mufassal Kâmûs-ı Felsefe (c harfine kadar), Abdülhak Hâmid’in Mülahazat-ı Felsefiyesi.

Tenkit ve incelemeleri: Ömer Hayyam, Tevfik Fikret.

Bir kısım hatıralarını, Biraz da Ben Konuşayım adıyla kaleme almış, şiirlerini Serâb-ı Ömrüm adıyla toplayıp bastırmıştır. Birçok mizahlı ve taşlamalı şiirlerini bu kitaba almamıştır.

Şiirlerinde Yunus Emre’den Dertli’ye kadar, Halk ve Tekke şâirlerinin kullandığı canlı dili ve hece veznini örnek almıştır. Bu yüzden, halk ve gençler üzerinde etkisi büyük olmuş, 1914’ten sonra yetişen Beş Hececiler de az çok onu tâkip etmişlerdir.

Çocukluğundan beri başına gelenler ve bilhassa gurbette geçen acı yılların tortusu, çoğu şiirlerine bezginlik, hüzün ve kötümserlik hâlinde sinmiştir. Her zaman içli ve ilhamcı şiire meylettiği için bilgiçliğe sapmamış, didaktik (öğretici) şiiri benimsememiştir. En çok, koşma nazım şeklini kullanmıştır.

Hece veznini ısrarla savunduğu halde, aruz ve heceyi birlikte kullanmıştır. Mecaz dünyâsı zengin ve tâzedir. Şiirinde konu ve temalar çok geniştir. Gurbet üzüntüsüyle karışık vatan ve gençlik özleyişlerini sanki gözyaşı damlaları hâlinde şiirleştirmesi bakımından Rıza Tevfik edebiyatımızda benzersizdir.

KOCA HASAN DAYI

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın bu şiiri, otuz kıtalık bir manzum hikâyedir. Şâir, Rumeli’de bir köyde dolaşırken, ihtiyar bir çınara yaslanmış, asırlık bir köylüye rastlar. Şâirin İstanbullu olduğunu öğrenince ihtiyar konuşmaya başlar:
Sultan Mahmud sağ mı? dedi, sonra birden coşarak:
Tam beş yıl askerlik ettim, ekmeğini yedimdi.
Hey devletli koca sultan, hey celâlli arslan hey!
Bir kır ata biner gelir, gelen şâhin sanırdım.
Bin yiğidin arasında bir görüşte tanırdım.
Ak sakallı vezirleri karşısında titrerdi,
Ardı sıra deryâ gibi kullar yürür giderdi.
Fermânına yedi kral baş eğermiş derlerdi.
Evliyâ kuvveti vardı, ona “ermiş” derlerdi.
Biz ne mutlu günler gördük, de hey deli devrân hey!
Delikanlıydım o zaman kapısında çavuştum.
Beş sene hizmetten sonra geldim köye kavuştum.
Bir daha çıkmadım artık, tarla takım edindim,
Elli sene şu toprakla güreş ettim, didindim.
Çocuklar askere gitti, biri geri gelmedi.
Hiçbirinin bugüne dek bir haberi gelmedi.

Hürriyet ve adâlet nutukları ile idâreyi ele geçirdikten sonra ülkeyi ne hâle koyduklarını, bir de ihtiyarın ağzından dinleyen şâir, büyük bir üzüntü içinde onu İstanbul’a götürmek isterse de şu cevabı alır:

Dedi: Oğlum, bu dünyâda artık nedir umudum!
Allah senden râzı olsun, ben köyümden hoşnudum.
Gönlüm gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür,
Hepsi yalan, geldi geçti; fâni dünyâ bir düştür.
Arslan gibi üç oğlumu fedâ ettim uğrunda,
Çifti sattım, evi barkı vîrân ettim uğrunda,
Altmış sene oldu belki, ben bu köyden çıkmadım,
Ormanından, deresinden, kuşlarından bıkmadım.
Oğul arzum budur benim, burda ölmek isterim,
Yâdellerde neylerim?
(Serâb-ı Ömrüm, 1915)

SULTAN ABDÜLHAMİD HANIN RUHANİYETİNDEN İSTİMDAD

Nerdesin, şevketli Sultan Hamîd Han,
Feryâdım varır mı bârgâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına!

Târihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek, hey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftirâ atan
Asrın en siyâsî pâdişâhına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sâde deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fenâ,
Bir sürü türedi, girdi meydâna.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına.
#203 - Eylül 23 2008, 03:18:43
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rüstem Paşa (Damat)
Osmanlı devlet adamı. Boşnak asıllı olup, 1500 yıllarında Bosna’nın doğusunda bir köyde doğduğu tahmin edilmektedir. Babası, Hacı Ali oğlu Mustafa Paşadır. Yeniçeri ocağına alınıp normal acemilikten sonra Osmanlıların en önemli okulu olan Enderûn’a girdi. Mohaç Seferine Kânûnî Sultan Süleymân’ın silahtârı olarak katıldı. Sefer dönüşü önce Diyarbakır ve ardından Anadolu Beylerbeyi oldu. 1539’da vezirliğe tâyin edilen Rüstem Paşa, aynı yıl Sultan Süleymân’ın kızı Mihrimah Sultanla evlendi. 1541’de ikinci vezir, 1544’te vezîriâzam oldu. Veliahd Mustafa Çelebi’nin ölümünden sonra bir müddet sadâretten ayrıldı ise de 1555’te ikinci defâ vezîriâzam oldu. İkinci defâ getirildiği bu makamda 1561’de ölünceye kadar kaldı. Şehzâde Câmii bahçesindeki türbesine gömüldü.

Ciddiyeti, gülmeyen yüzü ile tanınan Rüstem Paşa, iyi bir asker, harp sanatı inceliklerine vâkıf bir vezirdi. Ordu ve donanmanın hazırlanmasında ve onların başarılarında büyük payı oldu. Avusturya ile Papalık, Fransa ve Venedik’in de katıldığı bir antlaşma imzâlamış ve Avusturya’yı yılda otuz bin duka altın ödemeye mecbur etmişti. Aldığı bâzı tedbirlerle de hazînenin gelirlerinin artmasını sağlamıştı.

Rüstem Paşa, kendi adıyla anılan zarif câmiden başka, Anadolu ve Rumeli’de câmi, medrese, imâret, su yolu, köprü, kütüphâne gibi hayır eserleri; bunların bakımları için han, kervansaray gibi gelir kaynakları yaptırmıştır. Bunların yanında bıraktığı Tevârih-i Âli Osman veya Târih-i Rüstem Paşa adlı eseri önemlidir. Osmanlıların kuruluşundan kendisinin ölümüne kadar olan zamânı anlatan bu eserin en değerli bölümü Kânûnî Sultan Süleymân devridir.

#204 - Eylül 23 2008, 03:19:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Mütercim Rüştü Paşa (Rüşdî Paşa)
On dokuzuncu yüzyılda yaşayan Osmanlı devlet adamlarından. 1811 yılında Sinop’un Ayandon köyünde doğdu. Hasan adında bir kayıkçının oğludur. Çocukluğunda âilesiyle İstanbul’a yerleştiğinden tahsiline burada başlayıp, devam etti. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra Tophâne’de açılan Asâkir-i Muntazam taburuna girerek bir müddet sonra teğmen oldu. Bu arada özel öğretmenlerden ders alarak Arapça, Farsça ve Fransızca'yı öğrendi. Fransızca'yı bilmesinden dolayı Seraskerlik Dâiresinde, Nâmık Paşanın yanına verildiğinden “mütercim” lâkabı ile anılmaya başladı.

Yüzbaşılığı sırasında Trakya, Anadolu ve Suriye’de görevlerde bulunduktan sonra binbaşı, alay emini, kaymakam ve 1839’da miralay (albay) oldu. Redif kuvvetlerinin kuruluşu ile görevlendirildiği zaman ferik (tümgeneral) rütbesindeydi.

Yükselmesine devam eden Rüşdî Paşa, 1851’de seraskerliğe, çeşitli zamanlarda beş defâ seraskerlik, beş defâ sadrâzamlık makamına getirildi. Sultan Abdülaziz Hanın şehit edilmesi sırasında, sadrâzam olarak bulunuyordu. Hayâtı boyunca zor ve sorumluluk isteyen görevlerden devamlı kaçması, hal' olayında zorla bulunduğu düşüncesini akla getirmektedir. Sultan Murâd Han ve Sultan İkinci Abdülhamid Hanın ilk yıllarında sadârette kaldıktan sonra 1876’da görevinden istifâ ederek ayrıldı. Ali Suâvi olayından sonra istifâ eden Sâdık Paşanın yerine beşinci defâ sadârete getirildi. Fakat kabine kurarken bâzı şüpheli şahısların durumlarında ısrar etmesi ve Ali Suâvi taraftarlarını affettirmek için uğraşması sonucunda bir hafta sonra görevden alındı.

Manisa’da yerleşen Rüşdî Paşa, Sultan Abdülazîz’in şehit edilmesiyle ilgili olarak, İzmir’e götürülerek sorguya çekildi. Manisa’ya tekrar dönüp, 1882 yılında öldü. Hâtuniye Câmii bahçesine defnedildi.

Çalışkan, tedbirli, dürüst olduğu bildirilen Rüşdî Paşa, zor görevden kaçması, tehlikeli gelişmelerde hemen istifâ etmesiyle tanınır. Bu sebepten kısa sürelerle görevde kaldığı sadâret makâmında, devlet ve millet yararına faydalı işler yapamadı.
#205 - Eylül 23 2008, 03:19:57
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sadullah Paşa
Tanzimat devri devlet adamı ve şâir. 1838’de Erzurum’da doğdu. Babası çeşitli illerde vâlilik yapmış Esad Muhlis Paşadır. İyi bir tahsil gören Sadullah Paşa, babasının kontrolünde özel hocalardan Arapça, Farsça, Fıkıh, Akaid, Tabiiyye, Kimyâ ve Fransızca dersleri aldı.

1853’te ilk memuriyetine başlayarak, mâliye Vâridat Kaleminde vazifelendirildi. Üç sene kadar burada çalıştıktan sonra, Bâbıâli Tercüme Odasına geçti. Kısa zamanda memuriyette derecesi yükseldi ve sırasıyla Mesahib Kalemine (1866), Şûrâ-yı Devlet Maârif Dâiresi Başmuavinliğine (1868) ve ardından da Başkitâbetine (1870) geldi. Dîvân-ı Hümâyun Tercümanlığına (1871), Dîvân-ı Hümâyun Amedliğine ve Defter-i Hâkânî Nezâretine (1874), Temyiz Mahkemesi Reisliğine (1876), Ticâret Nezâretine ve Sultan Murâd’ın tahta geçmesiyle de Mâbeyn Başkâtipliğine (1876) tâyin edildi.

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamânında, Bulgaristan Meselesini yerinde incelemek üzere Filibe’ye gönderilen komisyona başkanlık yaptı. Bu vazîfesini tamamladıktan sonra Berlin’e elçi olarak gönderildi. Buradayken Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Kongresine ikinci murahhas olarak katıldı. Berlin’deki başarılı çalışmalarından dolayı vezirlik rütbesi verildi (1881). 1883’te Viyana Büyükelçiliğine tayin edildi. 1891’de Viyana’da intihar etti. Cenâzesi İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmud Hanın türbesinin bahçesine gömüldü.

Sadullah Paşa, devlet adamlığı yanında edebiyatla da uğraşmıştır. Fakat yazdıklarının pek çoğu ele geçmemiştir. Yazdıklarının içinde en önemlisi On dokuzuncu Asır manzumesidir. Bu manzumede batının ilerlediği müspet ilimlere, Türklerin de ayak uydurması gerektiğini savunmaktadır. Sadullah Paşanın batı dillerinden yaptığı tercümelerin en meşhuru Göl adlı eseridir. Berlin Mektupları, Charlottenbourg Sarayı, Paris Ekspozisyonu, Cevdet Paşaya Mektup, bilinen eserleridir. Berlin Mektupları, Tanzimat devri seyahat edebiyatının ilk örnekleridir.
#206 - Eylül 23 2008, 03:20:20
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Said Halim Paşa (Mehmed)
Osmanlı sadrâzamlarından, 1863 yılında Kahire’de doğdu. Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğullarından vezir Halim Paşanın oğludur. Said Halim Paşa, mükemmel bir eğitim ve öğretim gördü. Doğu ve Batı dillerinden Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca'yı öğrendi. İsviçre’de üniversiteye giderek beş yıl süreyle Science Politique öğrenimi yaptı. Üniversite öğrenimini tamamlayınca İstanbul’a geldi.

1888 yılında Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) üyeliğine seçildi. Bu sırada rütbesi mîrmîran idi. 1900 yılında ise, Rumeli Beylerbeyliği rütbesini aldı.

Said Halim Paşa, zararlı neşriyât ve silâh bulundurmakla itham edilip, hakkında soruşturma açılınca, ülkeyi terk etti. Önce Avrupa’ya sonra da Mısır’a gitti.

23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet îlân edilince, tekrar İstanbul’a döndü. Halim Paşa, Şûrâ-yı Devlet üyesi olmak istediyse de, kadrosuzluk sebebiyle bu isteğine kavuşamadı. Bu durum üzerine Halim Paşa, İttihat ve Terakki Partisine girerek politikaya atıldı. Bu partinin adayı olarak belediye seçimlerine katıldı ve Yeniköy Belediye Dairesi Başkanlığına seçildi. Halim Paşa, Cemiyet-i Umûmiye-i Belediye İkinci Başkanlığına, daha sonra da Âyân Meclisi üyeliğine getirildi. Said Halim Paşa, Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına seçildiyse de, bu vazîfeden kısa bir süre sonra 1912’de ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri oldu. 1913’te Mahmud Şevket Paşa kabinesinde Şûrâ-yı Devlet Başkanı ve üç gün sonra da Hâriciye Nâzırı oldu. Sadrâzam Mahmud Şevket Paşanın, 11 Haziran 1913’te Divanyolunda otomobilinde öldürülmesi üzerine Said Halim Paşa, Sadâret Kaymakamı oldu. Ancak İttihat ve Terakki Partisinin, Sultan Reşad’a baskısı üzerine, 12 Haziran 1913’te sadrâzam, sadâreti süresince de Enver, Talât ve Cemal Paşaların kuklası oldu. Halim Paşa, kurduğu kabinede Hâriciye Nâzırlığını da kendisi aldı.

Birinci Dünyâ Harbi sırasında hükümet başkanı olan Said Halim Paşa, kendisinin haberi olmadan İttihatçılar tarafından harbe girildiğini sonradan öğrendi. İstifâ etmesine rağmen, ısrarlar üzerine vazgeçti. Fakat kendisinden habersiz kânunlar çıkarıldığını görünce, 3 Şubat 1917’de sadâretten ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisinin iktidardan düşmesi üzerine, harp suçlusu olarak mahkemeye verildi.

İstanbul’un işgali sırasında, İngilizler tarafından 1919’da Malta’ya sürüldü. Bir müddet sonra serbest bırakılınca Roma’ya gitti. 18 Aralık 1921’de, evinin önünde bir Ermeni tarafından vuruldu. Mezarı İstanbul’da, Sultan Mahmud Türbesi bahçesindedir.

Said Halim Paşanın, İslâmlaşmak ve Taassub, Mukallidliklerimiz, İnhitât-i İslâm, Buhrân-ı Siyâsimiz, Meşrutiyet, Buhrân-ı İctimâîmiz, Buhran-ı Fikrimiz adlı eserleri vardır.
#207 - Eylül 23 2008, 03:22:43
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Said Paşa (Küçük Mehmed)
Osmanlı sadrâzamlarından. 1838 yılında Erzurum’da doğdu. Babası Seb’a-zâde Ali Nâmık Efendidir. Zamânın Bahriye Müşîri Eğinli Said Paşadan ayırmak için “Küçük” lakabı takılmıştır.

Öğrenimine Erzurum’da başladı ve İstanbul’da devam etti. Meclis-i vâlâ mazbata odasına kâtip yardımcısı olarak girdi. Bu sırada Fransızca'yı öğrendi. Sırasıyla, Şûra-yı Devlet üye yardımcılığı, Takvimhâne Müdürlüğü, Tahrîr-i Emlâk Müdürlüğü, Ticâret Nezâreti Mektupçuluğu ve Sadâret Mektupçuluğu vazifelerinde bulundu. Sultan İkinci Abdülhamid Han, tahta geçtikten sonra, Mabeyn-i Hümâyûn Başkâtipliğine tâyin olundu. Bundan sonra vezir pâyesini alarak, Meclis-i Âyân üyesi, Hazîne-i Hassa Nâzırı ve Dâhiliye Nâzırı vazifelerinde bulunduktan sonra, 18 Ekim 1879’da Sadrâzam oldu. Sadâret makamına geldiğinde kırk bir yaşında idi. Said Paşa, dokuz defâ sadrâzamlık makâmına tâyin edildi. Sadrâzamlığı yedi yıl, bir ay yirmi dokuz gündür.

Meşrûtiyete karşı olmakla berâber, çekingen ve sorumluluktan kaçan bir karaktere sâhip olduğu için, 31 Mart hâdisesinde pasif kalmıştır. Said Paşa, İkinci Meşrutiyette Meclis-i Âyân Reisi oldu. Mahmud Şevket Paşanın kabinesinde, nâzırlık vazifesinde bulundu. 1914’te yetmiş altı yaşında vefât etti. Mezarı, Eyüp Türbesinin girişindedir.

Said Paşa, Doğu ve Batı kültürüne sâhip olup, kitaplara karşı büyük bir merakı vardı. 1965’te, zengin kütüphânesi bir banka tarafından satın alınmıştır. Sadrâzamlığı zamânında ilmî, siyâsî, ekonomik alanlarda alınan bütün iyi kararları, kendisine mâl eden bir hatıra yazmıştır. Halbuki, yaptığını ileri sürdüğü bütün işler, bizzat Sultan İkinci Abdülhamid Hanın emirleriyle yerine getirdiği hususlardır.
#208 - Eylül 23 2008, 03:23:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Salih Reis (Paşa)
Büyük Osmanlı amirallerinden. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekle beraber, Çanakkale veya Edremit yakınlarındaki Kazdağı’nda 1488’de dünyâya geldiği tahmin edilmektedir. Çocuk denecek yaşta Oruç Reis’in maiyetinde levend olarak yetişti. Barbaros kardeşlerin Akdeniz’e nam ve korku salan seferlerinde bulundu. Oruç Reis’in şehit edildiği 1518’de otuz yaşlarında olup, tecrübeli, korkusuz, düşmana aman vermeyen tam bir deniz akıncısıydı. Oruç Reis’in şehâdetinden sonra, Barbaros kardeşlerle berâber çalıştı.

Kânûnî Sultan Süleymân Hanın, Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a dâvetinde, onunla beraber gelen reislerin arasında Sâlih Reis de vardı. Sultanın huzûruna, Hayreddin Paşa ile berâber kabul edildi ve deniz albayı rütbesi verildi. Sonra bahriye sancakbeyliğine (tümamiral) terfi etti. Akdeniz’de korsan gemilerine diğer reislerle berâber göz açtırmayan Sâlih Reis, 1540’ta Korsika’nın bir limanında âni baskın neticesinde, Turgut Reisle berâber esir düşüp forsaya vuruldu. Akdeniz’in kendilerine dar geldiği bu korkusuz denizciler, üç yıla yakın eziyet ve sıkıntılar içinde kürek çektiler. Barbaros Hayreddin Paşa, bunların bulunduğu geminin Cenova Limanında olduğunu, câsusları vâsıtasıyla öğrenince, yüz parçalık muhteşem donanmasıyla derhal oraya gitti. Şehrin doçunu, amiral gemisine çağırarak, Sâlih ve Turgut Reislerin akşama kadar teslimlerini istedi. Yoksa Cenova limanında taş taş üstünde bırakmayacağını bildirdi. Bir müddet sonra reisler getirilip teslim edildi.

Sâlih Reis, Preveze Zaferinde (1538) Donanma-yı Hümâyûnun sağ kanadına kumanda etti. 1551’de bahriye beylerbeyi (oramiral) rütbesine yükseltilerek Cezayir eyâletinin beylerbeyliğine getirildi. Fas’ın İspanyollarla anlaşmasına meydan vermeden gerekli tedbirleri alması emredilince, 1553’te Fas topraklarına girdi. Böylece Osmanlı sınırları Atlas Okyanusuna kadar genişledi.

Osmanlıların Akdeniz hâkimiyetlerinde, büyük gayretleri görülen Sâlih Reis, çalışkan, zeki, teşebbüs sâhibi, idâreci, kâbiliyetli bir deniz amiraliydi. Barbaros kardeşler gibi dîne, devlete hizmet etmeyi şeref sayardı. Bu meziyet ve kâbiliyetleriyle denizlerde uzun yıllar, şerefli hizmetlerinden sonra, 1556 yılında Cezayir’de vefât etti.
#209 - Eylül 23 2008, 03:23:49
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sami Paşa (Abdurrahman)
Osmanlı Devletinin kıymetli vezirlerinden, âlim ve edib bir zât. Sâmi, şiirdeki mahlasıdır. Asıl ismi Abdurrahmân’dır. 1792’de Mora’nın Trapoliçe kasabasında doğdu. 1878’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Sultan İkinci Mahmud Han türbesindedir.

Mora eşrâfından, Şeyh Necîb Efendinin oğludur. Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kâhire’deki meşhur Bulak Matbaasına müdür tâyin edildi. Daha sonra, Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti. Rumların elinde esir kalan kardeşleri Mahmud ve Hayrullah efendileri kurtarıp, Mısır’a götürdü. Mısır’a dönüşünde, Mehmed Ali Paşanın Divân Muâvinliğine tâyin edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır kabînesinde Reîs-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl) rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti. 1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.

Sâmi Paşa, 1849’da İtanbul’a gelip, Bâbıâlî’de vazîfe aldı. Tırhala mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu. Bosna, Trabzon, Vidin ve Edirne Vâliliği yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de ise, Girit Vâliliğine tâyin edildi. Aynı sene, sekiz ay da Edirne Vâliliği yaptı. Daha sonra değişik meclislerde âzâ oldu.

Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. İskenderiye’de, büyük merâsimle, toplar atılarak karşılandı ve Re’süddîn Sarayında misâfir edildi. Sultan Abdülazîz Hanın Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edildi. 1868’de Meclis-i âlîde vazîfelendirildi. Sultan Abdülhamid Hanın tahta çıktığı ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu.

Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptı. Seksen dokuz yaşında hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sultan İkinci Abdülhamid Han karşılayıp, Sultan İkinci Mahmud Han türbesine defnettirdi. Sâmi Paşanın evlâdı çoktu. Suphi Paşa, Necip Paşa, Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler onun oğullarındandır. Oğlu Ahmed Necip Paşa, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın eniştesi olup, Medihâ Sultanla evliydi.

Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir zâttı. Kişver-i Derûn adlı İslâm ahlâkını anlatan bir eseri vardır. Bu eseri, Arap ediplerinden Trablusşamlı Abdüllatîf Efendi tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve Arapça olarak basılmıştır. Bu eserinden başka, dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır.

Abdurrahmân Sâmi Paşanın yazdığı aşağıdaki şiir, Fuâd Paşanın kabrine kazınmıştır:

Ey zâir-i sâhib-nefes,
Hubb-ı sivâdan meyli kes
Dünyâda kalmaz hiç kes,
Allah bes, bâkî heves

Her ten biter bir derd ile,
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmağa bir ferd ile,
Değmez bu dünyâ-yı ehas

Ben de ferîd-i asr idim,
Fass-ı nigîn-i sadr idim
Nakş-ı hümhayûn-ı satr idim,
Gösterdi çarh rûy-ı abes

Dil-haste oldum bir zemân,
Tedrîc ile bitdi tüvân
Uçdu nihâyet murg-ı cân,
Çünki harâb oldu kafes

Söndü çerâğ-ı âfiyet,
Zulmetde kaldı şeş cihet
Açıldı subh-ı âhiret,
Envâr-ı Hak’dan muktebes

Buldum o dem Sübhân’ımı,
Arz eyledim isyânımı
Matlûb idüp gufrânımı,
Rahmetle oldu dâd-res

Yâ Rab! Bu abd-i rû-siyâh,
Etdimse de yüz bin günâh
Dergâhını kıldım penâh,
Afvındır ancak mültemes

Târîhdir ism-i Gafûr,
Lâbüdd ider sırrı zuhûr
Afv olunur her bir kusûr,
Allah bes bâkî heves.
#210 - Eylül 23 2008, 03:24:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Samsa Çavuş
Ertuğrul Gâzi ve Osman Gâzinin silâh arkadaşı. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Osmanlı Devletinde, çavuş unvânını ilk kullanan kişidir.

Ertuğrul Gâzi ile birlikte, kendisine bağlı aşîret ve obalarla Söğüt’e geldi. Osman Gâzi zamânında birçok gazâlara iştirâk etti. Pelekanon Muhârebesinde bulundu. İznik ve Sorkun’un fethinde, büyük kahramanlıklar gösterdi.

Orhan Gâzi, Kara Tegin Kalesini fethedince, muhâfızlığına Samsa Çavuşu tâyin etti.

Ömrünü daha ziyâde Sakarya boyunu tutmakla geçiren Samsa Çavuş, 1330 târihinden sonra vefât etti. Kabri, Mudurnu yakınlarında Hacı Mûsâlar köyündedir.
#211 - Eylül 23 2008, 03:25:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Selman Reis
On altıncı yüzyıl Osmanlı denizcisi. Korsanlıktan yetişerek Osmanlı hizmetine girdi. Venediklilere karşı yapılan Mora Seferine, meşhur denizci Kemâl Reis’in maiyetinde bahriye sancak beyi olarak katıldı (1499-1500). 1498 yılında Ümit Burnundan dolaşarak Hindistan’a ulaşmanın mümkün olduğunu fark eden Portekizliler, Kızıldeniz ve Atlas Okyanusunda, Müslümanlara sıkıntı vermeye başladılar. Sultan İkinci Bayezid Han tarafından, Portekizlilerin zararına mâni olmak için, teknik ve stratejik malzemeyle birlikte Mısır’a gönderildi. Mısır donanmasını, Osmanlı donanmasına benzer şekilde teşkilâtlandırdı. Basra Körfezi ve Kızıldeniz girişlerindeki stratejik noktaları zaptederek, Hindistan- Ortadoğu ticâret yolunu ele geçirmeye çalışan Portekizlilere karşı mücâdele etti. Gurab adıyla bilinen 50 çektiriden müteşekkil bir Mısır-Memlûk filosuyla çıktığı sefer, Yemen’de ortaya çıkan isyân sebebiyle netîcesiz kaldı. Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim Hanın emri üzerine, eli altında bulunan donanmayı Cidde’den Süveyş’e getirdi (1517). Bir süre burada kalarak, Süveyş Tersânesini genişletti. Sonra, Haliç Tersânesinin genişletilmesiyle vazifelendirildi (1518) ise de, Kânûnî başa geçince, Hind kaptanlığı unvânı ile, doğrudan doğruya Dîvân-ı hümâyuna bağlı olarak Süveyş’teki Osmanlı filosunun başına tâyin edildi. Bir taraftan Süveyş Tersânesini tanzim ederken, diğer taraftan Portekizlilere karşı mücâdeleye devâm etti. Mısır’a gelen Makbul İbrâhim Paşayla bizzat görüşerek, kendi adıyla anılan lâyihâsını sundu. Lâyihâda; Portekizlilerin elinde bulunan limanların durumunu, Hint deniz yolunun Osmanlı ticâretine sağlayacağı faydaları anlattı. İbrâhim Paşanın emriyle Süveyş kaptanlığını kurdu (1525). Süveyş’te inşâ ettiği kırk beş parçadan müteşekkil donanmasıyla, Hint Okyanusuna doğru yola çıktı. Aden’i aldı. Fakat ömrü Hind sularında dolaşmaya yetmeyip, gemisinde vefât etti (1529).

Osmanlı denizcileri, Selman Reis’in tecrübesinden istifâdeyle, Süveyş’ten Endonezya’ya kadar Müslümanların yardımına koştular. Devamlı şekilde Portekiz, Hollanda ve İngiliz donanmaları ile mücâdele ettiler. Osmanlı Devleti güçsüz kalınca, yüz binlerce Müslüman, vahşî Haçlı denizcileri tarafından hayâsızca katledildi.
#212 - Eylül 23 2008, 03:25:40
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Seydi Ali Reis
Türk denizcisi ve ilim adamı. 1498 yılında doğdu. Sinoplu bir âileden gelmedir. Babası Hüseyin Reis, Galata’daki Bahriye Dârü’s-Sınaasında kethüda idi. Kendisi de bu mesleğe girerek tersâne kâtipliği yaptı. Denizci olduğu kadar, müspet ilimlere de ilgi duydu ve kendisini yetiştirdi.

Tersânede reis olarak çalıştı. 1522 Rodos Fethinden îtibâren, Osmanlı donanmasının Akdeniz’deki bütün faaliyetlerine katıldı. Hayreddin Paşa ile Preveze Savaşında, Sinan Paşa ile Trablus Fethinde bulundu. Azepler kâtibi, tersâne kethüdâsı ve hassa donanma reisi, yâni Osmanlı merkez filosu kumandanı oldu. Piri Reis’in, Umman Seferinden başarısız dönüşü üzerine, Kânûnî Sultan Süleyman Han tarafından, Mısır donanması kumandanlığına getirildi. Seydi Ali Reis, 1554 yılı başında Basra’ya gelip, donanmayı teslim aldı. Hürmüz Boğazından çıkıp Hind Denizine açıldı. Aynı yılın Ağustos ayında Hurfakan önünde bir Portekiz filosu ile karşılaştı. Zâyiat verdirerek çekilmeye mecbur etti. Kalkat yakınlarında ikinci bir Portekiz filosunun hücumuna uğradı. Düşmana epey zarar verdirmekle berâber, kendisi de kuvvet kaybettiği için, o sırada kopan şiddetli fırtınanın da tesiriyle savaşı bırakıp, Umman Denizine yelken açtırdı.

Umman açıklarında, Fil kasırgası denilen müthiş bir fırtınaya tutulan Seydi Ali Reisin gemileri, Hindistan’a kadar sürüklendi. Bu arada büyük zâyiata uğrayan Ali Reis, Demen Kalesi önüne gelip, kalenin hâkimi Esed Handan iltica hakkı istedi. Esed Han tarafından iyi karşılanan Seydi Ali Reis, batan gemilerin toplarını ona emânet bırakıp Surat’a hareket etti. Surat Hâkimi Hüdavend Hanla iyi münâsebetler kurdu. Onun Bruc üzerine yaptığı sefere de katıldı. Portekizlilerden yol bulup, Mısır’a ulaşmak ümidi kaybolunca, Seydi Ali Reisin gemiciler üzerindeki otoritesi de sarsıldı. Gemicilerin bir kısmı Esed Hanın, ekseriyeti de Hüdavend Hanın hizmetine geçince, Ali Reis, memlekete kara yolundan dönmekten başka çâre göremedi.

Gemileri, silâh ve teçhizâtı, Hüdavend Hana satarak, bedellerinin İstanbul’a gönderilmesi şartıyla senet alıp, kendisine bağlı kalan 50 kadar levent ve yeniçeriyle, 1554 Kasımında Ahmedâbad’a doğru yola çıktı. Gücerât Hâkimi Ahmed Han tarafından iyi bir şekilde karşılanan Ali Reis, onun yüksek ücretli, parlak vazîfe tekliflerini reddederek, Lahor’a hareket etti. Geçiş izni almak için Delhi’ye Timurlu imparatoru Hümayun Şahın huzuruna çıktı. Burada da iyi karşılandı. Vazîfe teklifini kabul etmedi. 1556 Şubatında Kâbil’e doğru yola çıktı. Semerkant’a, oradan Buhara’ya geldi. Bu arada Özbeklerin hücumuna uğradı. Kendisi yaralandı. Bir arkadaşı da öldürüldü. Bu yersiz hâdiseden özür dileyen Buhara Hanı Burhan Hanın yanında 15 gün misâfir kaldıktan sonra, Horasan üzerinden Meşhed’e vardı. Meşhed Vâlisi, bu silâhlı Osmanlı müfrezesinin, Anadolu’dan Özbek Sultanı Barak Hana gönderilen uzman askerler olabileceği kanaatiyle tevkif ederek, Kazvin’e gönderdi. Daha bir sürü meraklı ve heyecanlı, alâka çekici hâdiselerden sonra İstanbul’a döndü. Böylece, Surat’tan hareketinden iki sene üç ay sonra bu maceralı seyahati tamamlamış oldu.

Bir an evvel Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkarak, Süveyş filosunun kaybından duyduğu suçluluğu affettirmek isteyen Seydi Ali Reis, Pâdişâhın Edirne’de olduğunu öğrenince oraya hareket etti. Huzûra kabul edilerek, görüştüğü 18 Müslüman hâkim veya hükümdarın Sultan Süleyman’a yazdığı mektupları takdim etti. Pâdişâhın affına ve iltifatlarına mazhar oldu. 80 akçe gündelikle dergâh-ı âlî müteferrikalığına tâyin edildi. Birikmiş olan dört yıllık ulufesi de ödendi. 1563 Ocak ayında vefât etti.

Kısaca açıklanan bu ünlü seyahatiyle kendini tanıtan Seydi Ali Reis, aynı zamanda şâir, edip ve âlim bir kimseydi. Cömert tabiatlı ve derviş yaratılışlıydı. Zengin bir kütüphânesi de vardı. Şiirlerinde Kâtibî mahlasını kullandı. Tezkirelerde Kâtib-i Râmî adıyla tanıtılır.

Başlıca eserleri:

Mir’ât-ı Kâinât: Denizcilik ve astronomi konusunda bilgi verir.

Kitâbü’l-Muhit (El-Muhit fî İlmi’l-Eflâk ve’l-Buhûr): Yön tâyini, zaman hesabı, güneş ve ay seneleri, pusula, denizcilik bakımından mühim yıldızların, limanlarla adaların tanıtılması, rüzgâr ve deniz yolları hakkında önemli bilgiler verir. Dış dünyâda çok tanınan bu eser Almanca, İtalyanca ve İngilizce'ye tercüme edildi.

Mir’atü’l-Memâlik: Maceralı seyahatini anlatır. Türk edebiyatının şâheserlerinden olan bu eser, aynı zamanda hâtırât mahiyetindedir. Türkçe metni 1913’te yayınlandı. Bu mühim eser Almanca, İngilizce, Fransızca, Rumca, Özbekçe ve Rusça'ya da tercüme edilmiştir.
#213 - Eylül 23 2008, 03:26:05
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Cağalazade (Cağaloğlu) Sinan Paşa
Osmanlı sadrâzamlarından. Merinalı kaptanlardan meşhur Viskond Cağala’nın oğludur. On iki yaşındayken babası Kaptan Cağala ile Merina’dan İspanya’ya giderken, Türk leventleri tarafından yakalanarak (1561), Sultan Süleyman’a (Kânûnî) takdim edildi. Yûsuf Sinan adı verilerek saraya alındı ve Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Sarayda silahtar ve kapıcıbaşı olarak görev yaptıktan sonra 1573’te Yeniçeri Ağalığına getirildi. Önce, Van ve ardından 1583’te vezirlikle Revan Beylerbeyi oldu. 1585’te Özdemiroğlu Osman Paşanın ölümü üzerine, İran Serdarlığına getirildi. Bu sırada Tebriz ve Tiflis’i kuşatmadan kurtardı. 1586’da Bağdat Beylerbeyi olan Sinan Paşa, Temmuz 1591’de Uluç Hasan Paşanın vefâtı üzerine Kaptan-ı deryâ oldu. 1595’e kadar bu hizmette kaldıktan sonra kubbe vezirliğine getirildi.

Sultan Üçüncü Mehmed Hanın Eğri Seferine, üçüncü vezir olarak katıldı. Haçova Meydan Muhârebesinde ordunun sağ kol kumandanı olup yaptığı taarruzlarla yarım saatte düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetini imhâ etti. Böylece kaybedilmiş gibi görünen muhârebenin kazanılmasında büyük rol oynadı. Bu başarısından dolayı Hoca Sâdeddîn Efendiyle Kapıağası Gazanfer Ağanın tavsiyeleriyle İbrâhim Paşanın yerine vezir-i âzam oldu. Savaştan sonra, askeri yoklatarak muhârebe meydanından kaçmış olan timar ve zeamet sâhipleriyle kapıkulu ocaklarından otuz bin kişinin dirliklerini kesmesi ve Kırım’da Gâzi Giray’ı azletmesi huzursuzluklara yol açtı. Bu sebeple sadârete gelişinden kırk beş gün sonra azledildi.

Azledilmesinden sonra bir müddet Akşehir’de oturan Sinan Paşa; 1598’de Şam Beylerbeyliğine, 1599’da ikinci defâ Kaptan-ı deryâlığa tâyin edildi. 1604 İran Serdarlığı muvaffakiyetsizlikle neticelendi. Bu sebeple kaptan paşalıktan azledilerek yerine Derviş Paşa getirildi. 1606’da, Diyarbakır’da kederinden vefât etti.

Cağalazâde Sinan Paşa, son İran Seferindeki mağlûbiyeti hâriç kendisine verilen işlerde hep muvaffak oldu. Toplam on sene süren kaptan paşalığında tecrübeli denizcilerle görüşerek iş görmüş ve muvaffak olmuştur. Gayretli ve cesur bir devlet adamıydı. İstanbul’da iki ve Beşiktaş’ta bir mescitle bir medrese ve mektebi vardı. İstanbul’daki Cağaloğlu semtinin adı bu zâttan gelmektedir.
#214 - Eylül 23 2008, 03:26:28
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sinan Paşa (Hadım)
Yavuz Sultan Selim Hanın vezir-i âzamlarından. Şecâatı ve cesâretiyle kendini tanıtarak, Bosna Sancakbeyliğine kadar yükseldi. Çaldıran Savaşından önce, Anadolu Beylerbeyliğine getirilerek, İran Seferi sırasında önemli hizmetleri görüldü. Ordu-yı Humâyûnun Sivas’tan îtibâren öncülüğünü yaptı ve Çaldıran Muhârebesinde, Osmanlı ordusunun sağ kanadına kumandanlıkta bulundu. Aldığı tedbir ve uyguladığı taktikle zaferin kazanılmasında önemli rolü oldu. Çaldıran dönüşü Ordu-yı Hümâyûn Amasya’da kışlarken, Rumeli Beylerbeyliğine getirildi.

Ertesi sene Dulkadıroğlu Alâüddevle üzerindeki zaferi üzerine, 18 Haziran 1515’te vezir-i âzamlığa getirildi. Şah İsmâil’in Çaldıran hezimetinden sonraki siyâsî faaliyetlerinde, Memlûk Sultanı ile anlaşması, İranlıların Mardin civârında bir Osmanlı karakolunu basmaları üzerine, Sinân Paşa, Diyarbekir ucuna gönderildi. Kayseri’de kuvvetlerini toplayan Sinân Paşa, Diyarbekir’e ulaşmak için Memlûk sınır beylerinden geçiş izni istedi. Beyler ters cevap verdikleri gibi Memlûk Sultanı da, Osmanlılar, İran ile uğraşırken onları arkadan vurmak için Halep’e geldi. Durum, Sultan Selim Hana duyurulunca, seferin yönü değiştirilerek, Memlûklar üzerine gidilmeye karar verildi. Sultan Selim Han, görülmemiş bir süratle hareket ederek ordunun başına geçti. 24 Ağustos 1516’da Memlûklarla yapılan Mercidabık Savaşında zaferin kazanılmasında, Sinân Paşanın büyük hizmetleri görüldü.

Sinân Paşa, Ridaniye Meydan Muhârebesinde, Yavuz Sultan Selim Hanın, Memlûk kuvvetlerinin gerisine sarkması üzerine, ordu merkezinde yer aldı. Tomanbay’ın Yavuz’u öldürmek kaydıyla iki yüz seçme süvarisiyle otağa saldırdığı sırada vukû bulan göğüs göğüse çarpışmalar sırasında şehit oldu. 23 Ocak 1517’de Hazinedar Ali Ağa, Antep Kölemen Muhâfızı Yûnus Bey, Ramazanoğlu Mahmud Beyle birlikte Şeyh Timurtaş zâviyesine gömüldü.

Yavuz Sultan Selim Han tarafından çok sevilen ve iltifatlarına mazhar olan Sinân Paşa, yiğitliği, cesâreti, kahramanlığıyla Osmanlı devlet adamları arasında önemli bir yer işgâl eder. Şehâdetine çok üzülen Sultan Selim Han, “Gerçi Mısır’ı aldık ama Sinân’ı kaybettik” demiştir.
#215 - Eylül 23 2008, 03:26:50
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sinan Paşa (Hoca Paşa)
On beşinci asır müderrislerinden ve edebiyatçı. İstanbul’un ilk kadısı büyük âlim Hızır Beyin oğludur. İsmi Yûsuf bin Hızır Bey bin Celâleddîn olup, lakabı Sinânüddîn’dir. Hoca Paşa şanı ile meşhur oldu. Doğum târihi ve yeri hakkında ihtilaf vardır. Birçok kaynak, 1440’ta İstanbul’da doğduğunu yazmaktadır.

Sinân Paşa, ilk tahsilini babasından gördü. Genç yaştayken, geniş bilgiye sâhip oldu. Babasının 1459’da ölümü üzerine, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından, önce Edirne’de bir medreseye sonra da Dârülhadîs’e müderris tâyin edildi. Bir süre sonra, sultanın teveccühünü kazanarak Sahn müderrisi ve Hâce-i Sultânî, yâni Sultan’a hoca oldu. İran’dan göç eden Ali Kuşçu’dan ders alan talebesi Molla Lütfi’nin, öğrendiği bilgileri kendisine tekrarlaması sûretiyle matematik ilmini öğrendi.

Fâtih, devlet işlerinde de bilgisinden faydalanmak için, hocasını 1470’te vezir tâyin etti. 1473’te vezir-i âzam olmuş ise de, aynı yıl görevden alındı. Hakkındaki dedikodulardan dolayı hapsedildiyse de, âlimlerin araya girmesiyle hapisten çıkarılarak Sivrihisar kadılığına tâyin edildi. Beş sene kadar bu vazifede kalan Sinân Paşa, Sultan İkinci Bayezid’in tahta geçmesi üzerine, 100 akçe yevmiye ile Edirne Dârülhadîs müderrisliğine tâyin edildi. Sinân Paşa, Türkçe eserlerini bu vazifedeyken yazmıştır. Vefâtına kadar bu görevde kalan Sinân Paşa, 1486’da vefât etti. Eyüp Sultan türbesinin bahçesine defnedildi. Bâzı kaynaklarda ise Gelibolu’ya defnedildiği yazılıdır.

Sinân Paşanın keskin bir zekâsı, üstün bir anlayış kâbiliyeti vardı. Bu kâbiliyetiyle, genç yaşta geniş bir bilgiye sâhip oldu. Son derece cömert ve derviş mizaçlıydı. Dünyâya değer vermezdi. Tasavvuf ehline büyük muhabbet gösterirdi.

Sinân Paşa, babasından sonra, Hızır Bey Mektebinin Sinân Paşa kolunu tesis etti. Tokatlı Molla Lütfi, Balıkesirli Sarı Gürz Muhyiddîn, Aydınlı Karabâli, Tâceddîn İbrâhim, Kâdızâde-i Rûmî’nin oğlu Muhyiddîn Mehmed, Mevlânâ Abdurrahmân Müeyyedzâde, Şeyh Hacı Çelebi gibi kıymetli talebeler yetiştirdi.

Sinân Paşa, edebiyatta da üstün olup, nazım ve nesir hâlinde eserler yazdı. Nesirleri secîli ve süslüydü. Buna, Sinân Paşa üslûbu dendi. Sinân Paşa; matematik, hey’et, fıkıh, kelâm ve ahlâk mevzularına dâir Türkçe ve Arapça eserler yazdı.

Türkçe eserleri:

1. Tazarrûnâme: Türkçe olarak yazmış olduğu ilk ve en meşhur eseridir. Nesir halinde olup, içinde yer yer manzum kısımlar vardır. Tasavvufî bir eser olup, iki bölümden meydana gelir. Birinci bölüm Tazarruât kısmıdır. İkinci bölüm ise manzum bir fahriye ve bir hâtimeden meydana gelmektedir. Bu bölüm, yedi büyük peygamberin hayâtını anlatan bir Kısâs-ı Enbiyâ niteliğindedir. Birçok nüshası vardır.

2. Nasîhatnâme: Ahlâka dâir, ikinci nesir tarzındaki eseridir. Güzel ahlâk, ilmin faydası, kanâat, tâat ve tevekküle teşvik, sünnet ve âdâb-ı Nebeviyyeye uymak, sükûtu övme, tövbe ve sadakaya teşvik, ehlullahın medhi gibi mevzûlar vardır. Yer yer hikmetler anlatılır. Nasîhatler verilir. Nasîhatnâme’ye Ahlâknâme veya Maârifnâme’de denmiştir.

3. Tezkiret-ül-Evliyâ: Mensur bir eserdir. Alâeddîn Attar’ın Tezkiret-ül-Evliyâ’sı örnek alınarak hazırlanmış bir eserdir.

Arapça eserleri:

1) Hâşiye alâ Şerh-il-Mülahhas: Kâdızâde Rûmî’nin Çagmini Şerhi’ne yazılmış bir hâşiyedir. 2) Risâle min-el-Hendese: Ali Kuşçu’nun, Fâtih’in huzûrunda tartıştığı hendeseyle ilgili bir meselenin Sinân Paşa tarafından yazılmasıdır. 3) Hâşiye ale’l Mevâkıfi fil-Kelâm, Şerîf Cürcânî’nin Şerh-ül-Mevâkıf adlı kelâm ilmiyle ilgili eserine yapılan hâşiyedir. İkinci Bayezid zamânında yazılmıştır. 4) Beydâvî Tefsirine Hâşiye, 5) Feth-ül-Fethiyye, Ali Kuşçu’nun Fethiyye isimli eserinin şerhidir. 6) Risâle alâ Evveli Kitâb-it-Tehâreti min-el-Hidâye.
#216 - Eylül 23 2008, 03:27:14
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sokullu Mehmed Paşa
Meşhur Osmanlı sadrâzamlarından. Bosna’nın Sokol kasabasından, Şahinoğulları âilesine mensuptur. 1505’te Sokol’da doğdu. Sultan Süleyman Han (1520-1566), zamânında âilesinin rızâsıyla devşirme alındı. Zekâ ve kabiliyeti, devlet memurlarının dikkatini çekti. Mehmed adıyla Edirne Sarayında, Osmanlı tahsil ve terbiyesiyle yetiştirildi. Edirne’den İstanbul’a getirilerek, Saray-ı Âmire’de Enderun’un Küçük Odalar bölümüne alınıp, pâdişâhın hizmetine girdi.

Sarayda üstün gayret gösterip, mükemmel hizmet etti. İç hazinede vazifelendirildi. Dürüstlüğü ve başarılı hizmetleri sâyesinde sırasıyla; Rikâpdâr, Çuhâdâr ve Sarayda çok önemli bir mevki olan Silahdârlığa tâyin edildi. Bosna’daki âilesini de İstanbul’a getirip, onların İslâm dînini kabul etmelerine sebep oldu.

Sokullu Mehmed Paşa, Enderun’daki hizmetlerini tamamlayıp, Birûn’da Kapucular Kethüdâsı oldu. 1541’de Kapıcıbaşılık, büyük denizci Barbaros Hayreddin Paşanın vefâtıyla da 1546’da Gelibolu Sancakbeyi olarak, Kaptan-ı deryâlığa tâyin edildi. Kaptan-ı deryalığında, Trablusgarp Seferine çıkarak, İspanyollara karşı başarılı oldu. Kânûnî, 1549 İran Seferi sırasında Sokullu’yu Rumeli Beylerbeyi olarak tâyin etti. Sokullu, asıl ordunun İran Seferinde olmasından faydalanarak Rumeli’ye taarruz edebilecek kuvvetlere karşı koymak için vazifelendirildi.

Avusturya, Osmanlı tâbiiyetindeki Erdel ile sıkı münâsebetler içine girerek, burada hâkimiyet kurmak için faaliyetlerde bulunuyordu. Her ne kadar, Erdel idârecilerinden Martunuzzi, Osmanlılara bağlılıklarını bildirdiyse de, Budin Beylerbeyi vâsıtasıyla gerçeğin bildirilenlerin tam tersi olduğu öğrenildi. Tespit edilen bilgiye göre, Erdel Avusturya topraklarına katılma hazırlığı içindeydi. Bu hâince plânın ortaya çıkmasıyla, Sokullu, Erdel Seferine memur edilip, emrine Semendire, Niğbolu Sancak Beyleri ve Kırım, Dobruca kuvvetleriyle Eflak, Boğdan Voyvodalarının birlikleri, ayrıca iki bin Yeniçeri askeri verildi. Sokullu, Salankamen’de ordugâhını kurdu. Bu mevkide Mihaloğlu Ali Beyin akıncıları ile Budin Beylerbeyi Hadım Ali Paşanın kuvvetleri de orduya katıldılar. Martunuzzi bu hazırlıklardan telaşa kapılıp, bir takım teminatlarda bulunduysa da, seksen bin kişilik Osmanlı Ordusu Eylül 1551’de Erdel üzerine hareket etti.

Sokullu Mehmed Paşa tarafından 18 Eylülde Tissa Nehri üzerindeki Beçe Kalesi, 21 Eylülde Beçkerek Kalesi, Maroş Nehri üzerindeki Çanad Kalesi alındı ve Lapova Kalesi de, ahâlisi tarafından teslim edildi. Bu muvaffakiyetlerden sonra Sokullu, Temeşvar’ı muhâsara ettiyse de, kışın gelmesi ve şiddetli mukâvemet yüzünden Belgrad’a çekildi.

1552’de verilen emir üzerine Erdel Seferi serdarlığına İkinci Vezir Kara Ahmed Paşa tâyin edildi. Köprülü ise, Rumeli Beylerbeyliği kuvvetleriyle, Ahmed Paşanın emrinde görev alacaktı. Ahmed Paşanın, Temeşvar’ı fethinde ve bâzı kaleleri ele geçirmesinde faydalı faaliyetleri oldu (Temmuz 1552). Eğri Kalesinin 11 Eylül 1552 târihindeki muhâsarasında bulundu; fakat kış dolayısıyla Belgrad’a çekilmek zorunda kaldı.

Sokullu Mehmed Paşa, İran harplerinin tekrar başlaması ihtimâli üzerine, 1552-1553 kışını Tokat’ta geçirme emrini aldı. Bu emir üzerine, kendisine bağlı Rumeli Beylerbeyliği birlikleriyle Tokat’a gitti. Sokullu, Tokat’ta 1553-1554 kışını da geçirdi ve 5 Haziran 1554’te Erzurum istikâmetinde İran Seferine giden Ordu-yı hümâyûna katıldı. Sokullu Mehmed Paşa, bu sefer esnâsında sol kanatta Nahçivan Taarruzunda ve Gürcistan Harekâtında vazife alarak üstün muvaffakiyet gösterdi. Sokullu, bu savaşlarda gözü pekliği, cesâreti ve askerlerini iyi sevk ve idâre edebilmesinden dolayı, pâdişâhın takdirini kazandı. Sultan Süleyman Han, sefer dönüşü Amasya’da Sokullu’yu üçüncü vezir tâyin ederek, kubbealtı vezirleri arasına aldı. 1561 senesinde ikinci vezir olan Sokullu Mehmed Paşa 1565’te Semiz Ali Paşanın vefâtı üzerine Sadrâzamlığa getirildi.

Bu sırada Malta Muhâsarası devam etmekte olup, Avusturya ile münâsebetler bozulma yoluna girmişti. Avusturya kuvvetlerinin Osmanlı hududuna tecâvüz edip, Erdel’den bâzı kaleleri zaptettiklerini haber alınca, amca oğlu olan, Bosna Beylerbeyine harekete geçmesi cihetinde emir verdi. Bu emir gereğince Kruppa elde edildi. Sokullu Mehmed Paşa, harp taraftarı olmasa da, devletin çıkarları ve geleceği için Avusturya’ya harp ilan edilmesini istedi. Avusturya’nın yıllık haracı vermemiş, Osmanlılara karşı düşmanca bir tavır takınmış, daha da ileri giderek hudut ihlâllerinde bulunmuş ve nihâyet Erdel’i de ele geçirme plânları yapıp faaliyete geçmiş olması, savaşın yeterli sebeplerindendi.

Osmanlı Devletinin güçlenip büyümesi ve herşeyden de önce İslâmiyetin yücelmesi için hiç durmadan mücadele etmiş olan Sultan Süleyman Han, yaşlı ve hasta olduğu hâlde, bu sefere iştirâk etti. Ordu-yı hümâyûn, 1 Mayıs 1566’da, târihe Sigetvar (Zigetvar) Seferi olarak geçecek olan harekât için, İstanbul’dan yola çıktı. 5 Ağustosta Sigetvar Kalesi muhâsara edildi. Sokullu Mehmed Paşa, yapılan muhârebelerde büyük çabalar sarfetti, hattâ gecelerini siperlerde dahi geçirdi. Sultan Süleyman Han, mutlaka bu kalenin alınmasını istiyordu. 7 Eylül günü Sultan Süleyman Han, Hakkın rahmetine kavuştu. Bir gün sonra da Sigetvar Kalesi fethedildi. Sultan’ın vefâtını gizleyerek, Şehzâde Selim, Kütahya’dan gelinceye kadar ordunun nizam ve intizâmının bozulmasına ve herhangi bir karışıklık çıkmasına meydan vermedi. Selim Han, vâlilik yaptığı Kütahya’dan İstanbul’a gelerek cülûs edip (tahta çıkıp), derhal Belgrad’a gitti. Sultan Selim Han, Sokullu’nun iktidar, dirayet ve sadâkatini takdir ettiğinden, onu Sadâret makâmında bıraktı.

Sokullu’nun, Sultan Selim Han zamânında, ilk icraatı Yemen ve Basra’da meydana gelen hâdiseleri etkisiz hâle getirmek oldu. Sokullu, 1568’de Edirne’ye tebrik için gelen Şah Tahmasb’ın elçisiyle görüştü. Bu sırada Avusturya elçileriyle de müzâkerelerde bulunarak, 17 Şubat 1568’de antlaşma yaptı.

Osmanlı Devleti, Asya’daki Müslüman devletlerle sıkı münâsebetler kurdu. Sumatra’daki Açe hükümdarı Sultan Alâeddin, Sultan Süleyman Handan Portekizlilere karşı yardım istemiş, fakat Sigetvar Seferi sebebiyle yardım gönderilememişti. Sokullu, Pâdişâhın da isteği doğrultusunda ilk iş olarak Açe Sultanına istediği yardımı gönderdi. Bu kuvvetler 1568/1569 yıllarında çeşitli faaliyetlerde bulundular. Portekizlilerin Müslümanlara karşı yaptıkları baskıları etkisiz hâle getirmek ve ayrıca Habeş, Hicaz ve Yemen’in emniyetini sağlamak için, Süveyş Kanalının açılması yolunda teşebbüslerde bulunuldu. Aralık 1568 târihinde, bu hususta Mısır Beylerbeyine bir ferman gönderilip, kanalın açılıp açılamayacağı, ne kadar para harcanacağı, kaç geminin girebileceği vs. gibi konularda bilgi istendi. Ancak, bu çok mühim teşebbüsün neden yapılmadığı bilinmemektedir. Sokullu’nun bu târihlerde, Don-Volga Kanalı açma teşebbüsünden dolayı, Süveyş Kanalı projesi geri kalmış olabilir. Sokullu, ileri görüşlü bir kimse olduğundan, Don-Volga arasında kanal açılması için plânlar yaptı. Bu teşebbüsün sebepleri ise şunlardı:

Orta-Asya’daki Türk devletlerinin İran’daki Sâfevîlerden şikâyetçi olup, Osmanlılardan yardım istemesi; İran’ın Osmanlılar aleyhine Avrupa devletleriyle ittifak yapması; Astrahan Hanlığının Ruslar eline geçmesi; Rusların gerek Orta-Asya’yı, gerekse Osmanlı topraklarını ele geçirme istekleri.

Osmanlı Devleti bu proje sâyesinde, İran ile Rusya’yı birbirinden ayırmak istiyordu. Ayrıca Orta-Asya ile münâsebet sağlanacak, böylece Safevîler, iki güç arasında bırakılacaktı. Herhangi bir sefer ânında Hazar Denizine kadar mühimmât yiyecek vs. gibi erzaklar gemilerle getirilebilecekti. 1568 yılında Şıkk-ı sâni Defterdârı Kasım Bey, Kefe Sancakbeyi tâyin edilerek, kanal projesi için gerekli incelemeleri yapmakla vazifelendirildi. İncelemelerden sonra, 1569 Ağustosunda Don ve Volga Nehirleri arasındaki en dar bölgeden kanal açılmaya başlanıldı. Ancak, Kırım Hanı Devlet Giray’ın gereken ilgiyi göstermemesi ve ağır kış şartları sebebiyle kanal projesi gerçekleşemedi ve bir daha da teşebbüs edilmedi.

Sokullu Mehmed Paşanın Sadrâzamlığı zamânında, 1570’te Kıbrıs Adası fethedildi. Osmanlı donanması 1571’de İnebahtı’da yok edildi. İnebahtı felâketinden sonra, donanma başkumandanlığına tâyin edilen, eski Cezayir Beylerbeyi Kılıç Ali Paşa, Osmanlı teşkilât ve müessesesini daha bütünüyle bilemediğinden, yeni donanmanın hazırlanmasından ümitsiz görününce;

“Paşa hazretleri, sen henüz bu Devlet-i Âliyyeyi (Osmanlı Devletini) bilmiyorsun. Bevallah böyle itikad eyle (bilmiş ol ki) bu devlet ol devlettir ki, murâd edinirse (isterse) cümle (bütün) donanmanın lengerlerini (gemi demiri) gümüşten, resenlerini (iplerini) ibrişimden, yelkenlerini atlastan etmekte suûbet (zorluk) çekmez. Her hangi geminin âlâtını (âletlerini) ve yelkenini yetiştirmezsem bu minval üzere benden al” târihî cevâbını verdi.

Bu söz, Osmanlı Devletinin kudret ve azametini göstermesi bakımından çok önemlidir.

Venedikliler, İnebahtı sonrasında, Osmanlı Devletinin, antlaşmayla Haçlılara tâviz vereceğini zannediyorlardı. Venedik elçisi bir görüşme esnâsında bu hâl içine girince, Sokullu’nun verdiği cevap, Osmanlı teşkilât, müessese ve ordusu gibi diplomasi kuvvetinin de ifâdesidir:

“İnebahtı Muhârebesinden sonra cesâretimizin sönmediğini görüyorsun, Sizin zayiâtınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık (Kıbrıs Adası) alarak, kolunuzu kestik; siz ise donanmamızı mağlup etmekle sakalımızı tıraş etmiş oldunuz; kesilmiş kol yerine gelmez, lâkin tıraş edilmiş sakal daha gür olarak çıkar” dedi.

Gerçekten de bir kışta yeni bir donanma yapıldı ve bütün Avrupa hayretlere düştü. Sefer mevsimine iki yüzden fazla yeni kadırga ve mavna bütün silâh ve teçhizâtıyla hazır edilerek, denize açıldı. Müttefik Haçlı Donanması, Osmanlı Donanmasıyla muhârebeye cesâret edemeden çekilip gitti. Mora ve Adriyatik sâhilleri, düşmandan temizlendi.

Sokullu Mehmed Paşa, Sultan Üçüncü Murâd Han devrinde de beş yıl vezir-i âzamlık yaptı. 30 Eylül 1579’da, bir meczup tarafından şehit edildi. Sokullu’nun öldürülmesi, ülkede umûmî bir teessür uyandırdı. Kabri Eyüp’te Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendinin kabri yanındaki türbesindedir.

Sokullu Mehmed Paşa, güzel konuşan, iknâ kâbiliyetli, nâzik, son derece ahlâklı ve Türk-İslâm âlemi için faydalı hizmetlerde bulunmuş bir zâttı. Son derece de dînine bağlı olup, Halvetî tarikâtına mensuptu. Sultan Selim Hanın kızı İsmihan Sultanla evlenip, dâmâd-ı şehriyârî oldu.

Geniş vakıflar ve hayır tesisleri kurdu. Sokullu, Azapkapısı Câmii ile Kadırga’da kendi ismiyle anılan câmi, medrese ve hayrat tesislerini yaptırmıştır. Lüleburgaz’da câmi ve medrese; Edirne’nin Çavuşbey Mahallesinde dükkânlar, odalar ve çifte hamam; Erdel Beçkerek’te câmi, han, çeşme, Dârülkurrâ ve köprü; Vişegrad’da Mîmar Sinân’a yaptırdığı nâdide bir köprü; Vişegrad-Saraybosna arasına büyük bir kervansaray yaptırdı. Bunlardan başka, ülkenin birçok yerinde câmi, han, hamam, imâret vs. gibi hayır müesseseleri yaptırıp, bu tesislere de çeşitli vakıflar kurmuştu. Sokullu âilesinden önemli devlet adamları yetişmiştir.
#217 - Eylül 23 2008, 03:27:39
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Süleyman Hüsnü Paşa (Şıpka Kahramanı)
Türkçülüğün ilk öncülerinden biri olan Süleyman Hüsnü Paşa, 1838’de İstanbul’da, Süleymaniye civarındaki Molla Gürani mahallesinde doğmuştur. Babası, yeniçeri ağası olan Mehmed Hâlet Efendidir.

İlk öğrenimine mahalle mektebinde başlayan Süleyman Hüsnü, Arapça ve Farsça'yı, Beyazıt Camii’nde dersler veren Mudurnulu İsmail Efendiden öğrendi.Daha sonra Maçka Askerî İdadisi’ne girdi. Burayı bitirdikten sonra Mekteb-i Harbiye’ye (bugünkü Harp Okulu’na) yazıldı. Bu okuldan 1863’te mezun olarak orduya katıldı.

Süleyman Hüsnü Paşanın ilk görevi, Karadağ harekâtına, Derviş Mehmed Paşa kuvvetleri içinde katılması oldu. Buradan İstanbul’a döndüğü zaman, Harp Okulu’na önce matematik, sonra kitabet (kompozisyon) hocası olarak tayin edildi. Bir süre sonra, aynı okulun ders nâzırlığına getirildi.

Askerî eğitimin geliştirilmesinde büyük hizmetleri görülmüş olan Galib Paşanın ölümü üzerine, ondan boşalan Mekâtib-i Askeriye Nâzırlığına tayin edildi. Bütün askerî okullardan sorumlu olan bu makam, yalnız Harp Okulu’nu değil, daha alt kademedeki askerî okulları da bünyesine alıyordu.

Süleyman Paşanın asıl büyük hizmeti, bu görevi sırasında başardığı işlerde görülmektedir.Öncelikle, askerî okulların ders programlarını ve müfredatlarını yeniden düzenlemiş ve bu programlara uygun tarih ve dil kitaplarını kaleme almıştır. Bu kitapları ile de Türklük şuurunun uyanmasında etkili olmuştur.

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve yerine V. Murad’ın çıkarılması sırasındaki olaylara, askerî okul öğrencileri de karışmıştı. Sultan II. Abdülhamid, bu olayı unutmamış ve hükümdar olduktan sonra, Süleyman Paşa’dan sürekli kuşkulanmıştı. Bu sebeple, onu, Ahmed Muhtar Paşa’dan boşalan Bosna-Hersek kumandanlığına tayin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı. Süleyman Paşa, bu görevdeyken 1877-1878 Türk-Rus Savaşı (Doksanüç Harbi) patlak verdi. Rumeli’deki kumandanlar başarı gösteremediler. Rus orduları, Bulgaristan içlerinde ilerleyerek, Şıpka Geçidi’ne kadar dayandı. Bu geçidi aşacak olurlarsa, önlerinde Edirne ve İstanbul’a kadar bir engel kalmayacaktı. Bunun üzerine,Süleyman Paşa, birliklerini deniz yoluyla Dedeağaç’a nakletti ve oradan Şıpka Geçidi’ne yürüdü. Burada çok şiddetli çarpışmalar oldu. Artık müşir(mareşal) rütbesini almış bulunan Süleyman Paşa, harekâtı başarı ile yönetti. Ancak, onun gösterdiği kahramanlık, Türk ordusunun yenik düşmesini önleyemedi. Bu savaştan sonra, Süleyman Paşa, “Şıpka Kahramanı” olarak anıldı.

Fakat, cephe gerisindeki entrikalar, Sultan Abdülhamid Han üzerinde etkili oldu. Yenilginin sorumlusu olarak o gösterildi. Süleyman Paşa, tutuklanıp İstanbul’a getirildi ve Taşkışla’ya hapsedildi. Buradaki yargılanması bir yıl kadar sürdü. Sonunda idama mahkûm edildi. Sultan Abdülhamid Han, idam cezasını, sürgüne çevirdi. Bağdat’a sürülen Süleyman Paşa, hayatının son on dört yılını burada geçirdi. 8 Ağustos 1892’de Bağdat’ta ölen Paşa, Ebu Yusuf Camii’nin bahçesine gömüldü.

* * *

"MİLLETİMİZİN ADI TÜRK'TÜR, DİLİ TÜRKÇE'DİR"

Süleyman Hüsnü Paşa, eğitim ve öğretim sahasında büyük hizmetler görmüştür. Fakat, ona asıl ününü sağlayan, Türk millî şuurunun ve dolayısıyla Türkçülüğün uyanmasını sağlayan çalışmalarıdır. Süleyman Paşa, askerî okulların programlarını millî ruha uygun şekle soktuğu zaman, bu okullarda okutulacak ders kitabı bulmakta zorluk çekmişti. Yabancı müelliflerden yapılacak çeviriler, çok kere Türkler hakkında yakışıksız ve asılsız bilgilerle doluydu. Bu kitapların ders kitabı olarak okutulması imkânsızdı. Süleyman Paşa, bunun üzerine ders kitaplarını da kendisi yazmak zorunda kaldı. Din Bilgisi, Türkçe ve Tarih kitaplarını kaleme aldı. Bu kitapları çok açık, sade bir Türkçe ile yazdı. Meselâ “Sagir İlmihâl” adını taşıyan küçük din bilgisi kitabında Allahü Teâlâ’nın tarifini şöyle yapmaktaydı: “Birdir, kendisinin hiç ortağı ve yardımcısı ve benzeri yoktur; dünyada gördüğümüz ve bildiğimiz şeylerden hiçbirisi O’na benzemez. Anadan, babadan, oğuldan, kızdan, karıdan, uykudan, uyuklamaktan, yemeden, içmeden, gülmeden, ağlamadan, sevinmeden, yerinmeden beridir.”

Süleyman Paşa’nın en önemli eseri, Tarih-i Âlem adıyla kaleme aldığı Dünya tarihidir. Yazar, bu kitabının önsözünde şöyle demektedir: “Askerî mekteplerde okutulmakta bulunan umumî tarihin, yabancı dillerden aynen aktarılması sebebiyle, İslâm akideleri ve millî ahlâka aykırılığı ile beraber, Eski Çağ kısmının da ancak birkaç faslı tercüme olduğu için, şimdiye kadar maksada ulaşılamamış idi.”

Paşa, bu sebeple eserini, “İnanılan hususlara ve İslâm âdâbına uygun olmak ve doğu vakalarına bilinen bağları sebebiyle tamamen içinde yer almış ve karışmış bulunmak üzere” kaleme aldığını belirtmektedir.

Süleyman Paşa, Tarih-i Âlem’de, Türklerin İslâmiyetten önceki tarihlerine geniş yer ayırmıştır. Eser için yararlanılan kaynaklar arasında De Guignes’in Hunlar Tarihi ve Raymond’un Tatar Tarihi de bulunmaktadır. Bu bakımdan, Tarih-i Âlem, batıda ortaya çıkan Türkoloji araştırmalarından istifade edilerek yazılmış ilk Türkçe eserdir.

Kendi tarihimizi, batılılardan değil, kendimizden öğrenmemiz gerektiğini savunan Süleyman Paşa, bu çığırı açan bir tarihçi ve fikir adamı hüviyetindedir. Tarih-i Âlem’in ilk bölümü V. Murad zamanında basılmış, ancak Sultan Abdülhamid döneminde yasak kitaplardan sayılarak mevcut nüshaları toplatılmış ve Harbiye Matbaası evrak mahzenine atılmıştı. Süleyman Paşa çapında bir şahsiyetin, siyasî sebeplerle saf dışı bırakılması ve kaleme aldığı değerli eserlerin okutulmaması, Türkçülük tarihimiz bakımından ciddî bir kayıp olmuştur.

Süleyman Paşa, Türkçe dil bilgisi kitabı olarak kaleme aldığı eserinin adını da, Sarf-ı Türkî koymuştur. Halbuki, o zamana kadar bu tür kitaplara Sarf-ı Osmanî, Kavâid-i Osmaniye gibi adlar veriliyordu.

Süleyman Paşa, bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmiştir: "Osmanlı edebiyatı demek doğru değildir. Nasıl ki, dilimize Osmanlı dili ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tâbiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise yalnız Türk’tür. Buna göre dili de Türk dilidir, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır."

Dönemi için çok yeni, hattâ yadırgatıcı olan bu görüşleri, Süleyman Paşa’yı Türkçülüğün büyük şahsiyetleri arasına sokmuştur.

Eserleri: Mebâni’l-İnşâ (2. cilt, 1288), İlm-i Hâl (1289), İlm-i Sarf-ı Türkî (1293), Tarih-i Âlem (1293), İlm-i Hâl-i Sagîr (1305), 93 Türk-Rus Muharebesi Hakayıkından Hulâsa-i Vukûât-ı Harbiye (1324), Hiss-i İnkılâb ( Sultan Abdülaziz’in hal’i ile ilgili hâtıraları, 1326), Umdetü’l Hakayık (6 cilt 1877-1878 Türk-Rus Harbi ile ilgili eseri, 1928).
#218 - Eylül 23 2008, 03:28:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Süleyman Paşa
Osmanlı şehzâdesi. Orhan Gâzinin büyük oğlu olup, annesi Nilüfer Hâtundur.

İznik (1331) ve İzmit (1337) fetihlerine katıldı. İzmit ve civârı kendisine timar olarak verildi. Fethinde büyük rol oynadığı Karesi sancağına bey tâyin edildi (1335). Sırplara karşı, Bizans’a yardıma giden Osmanlı kuvvetlerine kumanda etti. Rumeli’ye geçerek Selanik’i Sırplardan alıp, Bizanslılara verdi(1349). Rumeli’ye ikinci geçişinde (1352), Bulgarları Dimetoka’da yendi. Çimpe kalesi, kendisine üs verildi. Gelibolu başta olmak üzere Marmara’nın batı kıyısındaki şehirleri ele geçirdiyse de, Bizanslılarla yapılan antlaşma îcâbı, buraları boşalttı. Alâeddîn Eretnâ’nın vefâtından sonraki karışıklıktan istifâdeyle Ankara’yı zaptetti (1354). Bizans’ta imparator değişikliği üzerine, Doğu Trakya’yı yeniden ele geçirdi (1356). Bolayır’ı kendisine üs edindi. Anadolu’dan getirttiği Türkmen âilelerini, Rumeli’de kurduğu köylere yerleştirdi. Bolayır’la Seydikavağı arasında avlanırken atından düşerek vefât etti (1357). Bolayır’da yaptırdığı imâretin bahçesine defnedildi.

Rumeli Fâtihi olarak bilinen Süleymân Paşa, yiğitliğinin yanında hayırseverliğiyle de meşhurdu. İznik, Gelibolu ve Bursa’da imâret, câmi ve mescit gibi hayır eserleri inşâ ettirdi. Kendisi vefât etmesine rağmen eserleriyle gönüllerde yaşadı.

Şehzâde Sultan Süleymân, hem vezir hem şâhımız,
Geçtiler Rûmeli’ye sal ile, arttı şânımız.
#219 - Eylül 23 2008, 03:28:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Süleyman Şah
Osmanlıların atası. Türk büyüklerinden olup, Oğuzların Kayı boyundandır. Doğum yeri, târihi ve âilesi hakkında kaynaklarda geniş bilgiye rastlanmamıştır.

On ikinci yüzyılın sonlarında Türkistan’da doğdu. Kabîle reisi oldu. Moğol Cengiz Hanın Orta Asya’daki istilâsına karşı, on üçüncü yüzyılda Türkistan’dan batıya hicret etti. Türkistan’dan elli bin kişiyle batıya geçip, 1224’te Erzincan ve Ahlat taraflarına yerleşti. Cengiz Han, 1227’de ölünce, kabîlesiyle tekrar dönmeye hazırlandı. Fırat Vâdisini tâkip etmekteyken Ca’ber Kalesi yanında atını yüzdürerek nehri geçerken boğuldu. Fırat kenarına defnolunup, buraya Türk Mezarı denildi. Süleymân Şahın mezarı, Osmanlı Devleti yıkılınca, Türkiye hudutları dışında kalıp, Suriye’ye bırakıldı. Ca’ber’deki mezarında Türk bayrağı dalgalanıp, Türk askeri beklemektedir.

Süleymân Şahın, hicretten sonra Sungur Tigin, Gündoğu, Dündar ve Ertuğrul adında dört oğlu kaldı. Sungur Tigin ve Gündoğdu, kabîleleriyle yurtlarına döndü. Dündar ve Ertuğrul, dört yüz çadır âile efrâdıyla Sürmeli Çukur’da birleşti. Sürmeli Çukur’da Moğollarla muhârebe eden Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubâd’ın kuvvetlerinin az olduğunu gören Ertuğrul Gâzi, ona yardım etti. Alâeddîn Keykubâd, Ertuğrul Gâziyi mükâfatlandırıp, Domaniç Yaylasını yazlık, Söğüt Ovasını da kışlak olarak verdi. Süleymân Şahın oğlu Ertuğrul Gâzi, Söğüt ve Domaniç’e yerleşip, torunu Osman Gâzi de Osmanlı Hânedânını ve üç kıta ve yedi denize hâkim olan Osmanlı Devletini kurdu.

Bâzı târihî kaynaklarda ise, Ertuğrul Gâzinin babasının adı, Gündüz Alp olarak zikredilmektedir. Bu durumda, Ertuğrul Gâzinin babası olarak gösterilen Süleymân Şahın, Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusu Kutalmışoğlu Süleymân Şahla karıştırılmış olabileceği tahmin olunmaktadır.
#220 - Eylül 23 2008, 03:29:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sütçü İmam
Düşman işgâli altında bulunan Maraş’ta, Türk nâmusunu koruyan ve ilk kurşunu atan kahraman. 1871 yılında Maraş’ın Fevzi Paşa Mahallesinde dünyâya geldi. Babası Kireççi Ömer, annesi Emine Hanımdır. Asıl adı İmam’dır. Maraş’ta Hacı İmam lakâbıyla tanınırdı. Adının yanında mesleği de imamlıktı. Beş vakit namaz hâricindeki vakitlerini süt sattığı dükkânında geçiren Sütçü İmam; “İslâmiyet, maişet için çalışmayı da bir nevi ibâdet kabul eder ve Allah boş duranları sevmez” sözlerini yerine getirmeye çalışırdı. Osmanlılar zamânında, her mesleğin bir üniforması olduğu için, üniforma mâhiyetindeki imâmet sarığı devamlı başında dururdu.

Maraş’ın Fransızlar tarafından işgâli sırasında, bütün şehre bir hüzün çökmüştü. 30 Ekim 1919 Cumâ günü sabah saatlerinde, hamamdan çıkan iki Türk hanımına saldıran Fransız askerlerini dükkânından gören Sütçü İmam, dayanamayarak tabancası ile onları öldürdü. Böylece, Maraş’ın kurtuluş destanı başladı. Sütçü İmam’ın attığı kurşunlar, bir kurtuluş destanının öncüsü oldu. Olaydan sonra, Ahırdağı’na çıkan Sütçü İmam, Fransızların 12 Şubat 1920 sabahı Maraş’ı terk etmesiyle şehre döndü.

Günümüzde, Maraş’ın Uzunduk Çarşısında bir âbide üzerinde şu yazılar vardır: “31 Ekim 1919” da Sütçü İmam, Türk nâmusunu burada silâhıyla korudu.”

Maraş Harbinden gâzî olarak çıkan Sütçü İmam’a, Maraş Belediyesince kaledeki topun idâresi verilmişti. Sütçü İmam, 1922 Kasımında bu vazîfeyi yaparken barutun ateş almasıyla yandı. Derhal tedâvi altına alındıysa da iki gün sonra 25 Kasım 1922’de vefât etti.
#221 - Eylül 23 2008, 03:32:00
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şahin Bey
Millî Mücâdele kahramanlarından. Asıl adı Mehmed Said idi. Muhtemelen 1890 yılında Antep’te doğdu. Öksüz büyüdü. Rüştiye (ortaokul) tahsilini yarıda bırakıp, dericilikte çalıştı.

Birinci Cihan Harbinde Yemen Cephesinde bulundu. Cephedeki üstün hizmetlerinden dolayı zâbit (subay) sınıfına alındı. Harp boyunca Orta Doğudaki cephelerde savaştı.

Birinci Cihan Harbi bitince, Millî Mücadelede vazife aldı. İngiliz ve Fransız işgâlindeki bölgeyi teşkilâtlandırmaya çalıştı. Şâhin lâkabını aldı. Fransızlar Ermeni gönüllüleriyle Antep’i işgâle teşebbüs edince iki yüz mücâhidle berâber dağa çıktı. Antep, Kilis yolunu tuttu. 3 Şubat 1920 târihinden îtibâren düşmanla mücâdeleyi başlattı. Şâhin Beye yeni mücâhidlerin katılmasıyla kuvvetleri arttı. Fransız taarruzları püskürtüldü. Antep’teki Fransız işgâl kuvvetlerine erzak taşıyan yüz elli arabalık konvoyu Kızılburun’da pusuya düşürdü. Konvoy geri çekilmek zorunda bırakıldı. Antep’teki Fransız garnizonu iaşesiz kaldı. Antepliler, Şâhin Beyin muvaffakiyetinden de güç alıp, Antep’i kurtarma hazırlıklarına başladılar. Fransızlar, Kilis-Antep irtibatını sağlamak için; üç piyâde alayı, yüz süvâri, bir topçu bataryası zırhlı ve modern silahlarla 25 Mart 1920 târihinde taarruza geçtiler. Şâhin Bey, müfrezesiyle berâber, Kızılburun’da pusu kurdu. Fransızların üstün ateş gücü karşısında oynak bir strateji tatbik etti. Kızılburun’dan Kertel yamaçlarına geçti. Buradan da Bostancık Değirmeni’nde mevzi aldı. En son Elmalı Köprüsünü tuttu. Yanındaki kuvvet miktarı çok azaldı:

“Düşman cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez!” târihî sözünü kendisine parola yaptı.

28 Mart 1920 târihinde, son kurşununa kadar mücâdele etti. Köprü başında şehit edildi.
#222 - Eylül 23 2008, 03:32:21
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şehit Kâmil Bey
Balkan Harbi fedâi ve şehitlerinden.

Yaptığı hizmetle târihe geçen, şehit düştüğü tepeye adını vererek unutulmazlar arasına giren Kâmil Efendi, aslen Bulgaristan’ın Lofça kasabasındandır. Doğumu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dînine bağlı bir âileye mensup olan Kâmil Efendi, 93 Harbi diye târihlere geçen 1876-1877 Rus Harbi sonrasında Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir.

Çocukluğunda iyi bir terbiye alan Kâmil Efendi, askerî okulları bitirerek subay oldu. Osmanlı Devletini idâre edenlerin akıl almaz gafletleri sonucunda girilen Balkan Harbine iştirak etti. Edirne’nin düşmesi, Çatalca’ya kadar Bulgarların gelmesi sonucunda birliklerin geri çekilmesi esnâsında genç bir subay olarak büyük hizmetleri görüldü. İstanbul işgal tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Çatalca yakınlarındaki köprü düşünce, düşman birliklerinin harekâtı kolaylaşacaktı. Bu sebepten o bölgeyi müdâfaa eden komutan, bu köprünün tahrip edilmesi için gönüllü subay aradı. Vatan sevgisi ve şehit olma arzusuyla yanan Kâmil Efendi, bir arkadaşıyla berâber bu kutsal vazifeye tâlip oldu.

Tahrip kalıpları ve fedâkâr bir arkadaşıyla hemen vazifeye koşan Kâmil Efendi, köprüyü havaya uçurdu. Bu esnâda, arkadaşıyla birlikte çok arzu ettikleri şehitliğe de ulaştılar.

Kâmil Efendi şehit olduktan sonra, Hadımköy-Yassıören yolunun Akpınar mevkiinde, yolun sol tarafındaki bir tepe üzerine gömüldü. Bu tepe haritalarda da Şehit Kâmil Tepesi olarak geçmektedir.
#223 - Eylül 23 2008, 03:32:45
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şehzade Korkut
Sultan İkinci Bayezid’in oğlu, Yavuz Sultan Selim’in ağabeyi. 1467’de Amasya’da doğdu. İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed Hanın sarayında iyi bir eğitim gördü. Arapça, Farsça öğrendi. Dedesinin vefâtı (1481) üzerine, babası İstanbul’a gelinceye kadar saltanat kaymakamlığı yaptı. 1491’de merkezi Manisa olan Saruhan Sancakbeyliğine tâyin olundu. 1502’de, Amasya Sancakbeyi Şehzâde Ahmed’in îtirâzıyla, merkezi Antalya olan Teke Sancakbeyliğine gönderildi. Hâmid Sancağı da kendisine bağlandı. Osmanlı denizciliğinin gelişmesinde katkısı oldu.

Veliahtlık meselenin ortaya çıkması üzerine, tekrar Saruhan’a tâyin isteği kabul edilmedi. Babası ve Sadrâzam Hadım Ali Paşanın, Şehzâde Ahmed’in veliahtlığına taraftar olmaları gibi sebeplerle İstanbul’la arası açıldı. Hac bahânesiyle Antalya’dan Mısır’a gitti (1509). Mısır’da Memlûk Sultanı Kansu Gavri tarafından parlak merâsimlerle karşılanması, babasını kızdırdı. Bağışlanması üzerine Antalya’ya döndü (1511). Kardeşi Selim’in, babasına karşı hareketi üzerine Manisa’ya, sonra da gizlice İstanbul’a gitti. Yeniçerilerden, pâdişâhlık için aradığı desteği bulamadı. Babasının yerine geçen kardeşi Yavuz Sultan Selim’in pâdişâhlığını tanıdı. Saruhan Sancakbeyliğine tâyin edildi.

Yavuz Sultan Selim, ağabeyinin fikrini öğrenmek için, bâzı devlet adamlarının ağzından pâdişâh olmasını arzu eder tarzda mektuplar yazdırdı. Şehzâde Korkut’un, mektuplara müspet cevaplar vermesi üzerine, Manisa kuşatıldı. Bergama yakınlarında yakalanan Korkut, Bursa’ya götürülürken Emet yakınlarında Eğrigöz’de öldü (1513). Bursa’da Orhan Gâzi Türbesi civârında defnolundu.

Din ve fen ilimlerinde yetişmiş olan Şehzâde Korkut, Harîmî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Dîvân sâhibi bir şâirdir. Fıkıhta ganîmet hukûkuna dâir Hallü İşkali’l-Efkâr fi Hill-i Emvali’l-Küffâr adlı eserin sâhibidir. Vesiletü’l-Ahlâk adlı ahlâk kitabını Arapça olarak kaleme almıştır. Tasavvufla ilgili olarak da Kitab fi’t-Tasavvuf diğer adıyla Kitâbü’l-Harîmî’yi yazmıştır.

Diğer eserleri; Şerh-i Elfâz-ı Küfr, Korkudiye (Fetavâ-i Korkudhâniye) ve Şerhü’l-Mevâkıf li’l-Cürcânî’dir.

Şehzâde Korkut, bu kadar eser sâhibi olmasına rağmen, ilminden çok, Akdeniz’deki Türk denizcilerine yaptığı yardımlarla meşhur olmuştur. Onlara gemi ve malzeme yardımında bulunmuş, Hıristiyan şövalyelerin ellerine esir düşenleri kurtarmıştır. Bilhassa Oruç ve Hızır (Barbaros) reislere yardım ve teşvikleri meşhurdur.
#224 - Eylül 23 2008, 03:33:16
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şeyh Bedreddin
Osmanlı Devletinin idâresini ele geçirmek isteyen Bâtınî lideri. Dedesi Abdülazîz, Sultan Birinci Murâd Hanın ilk zamanlarında Dimetoka’da ölmüş, babası İsrâil ise, Dimetoka’daki Bizans kumandanının kızıyla evlenerek Samavna Kalesine kadı tâyin edilmişti. Bu evlilikten, 1368 senesinde, Şeyh Bedreddin doğdu. "Simavne Kadısı oğlu" diye biliniyorsa da, sonradan yakıştırma sûretiyle ve yanlışlıkla Kütahya’nın Simav kasabasına nispet edilerek Bedreddin Simavî denildi.

Şeyh Bedreddîn, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. İlmini arttırmak için önce Bursa, sonra Konya ve Kâhire’ye gitti. Kâhire’de büyük âlim Seyyid Şerîf Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa ile berâber Mübârekşâh Mantıkî’den din ilimleri, felsefe ve mantık okudu. Tahsilini tamamladıktan sonra Tebriz’e giderek, Timur Hanın huzûrunda yapılan ilmî sohbetlere iştirak etti. Daha sonra Kazvin’e giden Şeyh Bedreddîn, burada doğru yoldan ayrılarak sapık Bâtınîlik fırkasına girdi. Dönüşünde Memlûk Sultânı Melik Zâhir Berkuk’un oğlu Ferec’e hoca tâyin edildi. Bir müddet sonra Anadolu’ya dönerek Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer bâzı Batı Anadolu şehirlerini dolaştı.

Daha sonra Edirne’ye yerleşen Şeyh Bedreddîn’in bu faaliyetleri, Osmanlı Devletinin fetret devrine rastlamıştır. Edirne’de hükümdârlığını îlân eden Mûsâ Çelebi, Şeyh Bedreddîn’i kazasker tâyin ederek, bilmeden onun nüfûzunun yayılmasına yardım etti. Bundan istifâde eden Şeyh Bedreddîn, sinsi bir şekilde faaliyetlerine hız verdi. Onun asıl gâyesi devlet idâresini eline geçirmekti. Ancak Çelebi Mehmed Han, kardeşi Mûsâ Çelebi’yi yenip birliği sağlayarak devlete hâkim olunca, Şeyh Bedreddîn’i görevinden alarak, İzmit’te mecbûrî ikâmete memur etti.

İzmit’te yerleşen Şeyh Bedreddîn, Osmanoğullarının saltanatını yıkmak için, câhil halk tabakası üzerinde etkili olabilecek fikirlerini yaymak için kitaplar yazdı. Her türlü mülkiyetin kaldırılması ve toprakla malın müşterek olmasını tavsiye eden Şeyh Bedreddîn, komünizme benzeyen bir sistemi halk arasında yaymaya başladı. Aynı zamanda Bâtınîlik propagandası yaparak Ehl-i sünnet akîdelerini yıkmaya çalıştı.

Şeyh Bedreddîn’in, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde halîfeleri vardı. Bunlar arasında bilhassa İzmir civârındaki Karaburun’da bulunan Börklüce Mustafa adındaki halîfesi, etrâfında binlerce taraftar topladı. Şeyh Bedreddîn, hacca gitmek bahânesiyle Kastamonu’ya ve oradan da Sinop’a geçerek, bir gemiyle Kefe limanına çıktı. Daha sonra Eflak Voyvodasının yanına gitti. Eflak Voyvodası Türk hâkimiyetinden kurtulmak ümîdiyle Bedreddîn’e elinden gelen yardımı yaptı.

Böylece Rumeli’de Şeyh Bedreddîn, Karaburun’da Börklüce Mustafa, Manisa’da Börklüce’nin sağ kolu, Yahûdî dönmesi Torlak Kemâl, devlete isyân bayrağını açtılar. Tuna’nın güneyine geçen Bedreddîn, ne kadar âsî varsa etrâfına toplayarak Deliorman’da kuvvetlerini arttırdı. Börklüce Mustafa’nın beş bin kişiyle İzmir sancakbeyini yenmesi üzerine isyân korkunç bir hâl aldı. Son olarak Saruhan sancak beyinin Börklüce’ye yenilmesi, Çelebi Sultan Mehmed Hanı harekete geçirdi. Veliahd Şehzâde Murâdın yanına Vezîriâzam Bayezid Paşayı katıp Börklüce’nin üzerine gönderdi. Bayezid Paşa, yapılan muhârebede âsîlerin pek çoğunu imhâ etti. Kalanını esir aldı. Esirlerin çoğunu, sorgulamadan sonra cezâlandırdı. Börklüce Mustafa, mahkeme edildikten sonra îdâmına karar verildi ve karar yerine getirildi. Manisa civârında Torlak Kemâl ile 3000 âsî de yakalanıp öldürüldü. Anadolu’da isyânın bastırıldığını öğrenen Şeyh Bedreddîn, Deliorman’da müşkül vaziyette kaldı. Çünkü etrâfında bulunan çapulcuların büyük bir kısmı Anadolu’daki isyânın bastırıldığını duyarak kaçmışlardı. Bu sebeple Bayezid Paşa, Rumeli’ye geçerek, Bedreddîn ve taraftarlarını Deliorman’da küçük bir çarpışmadan sonra kolaylıkla yakaladı. Kardeşi Mustafa Çelebi’ye karşı Rumeli’ye geçmiş olan Çelebi Sultan Mehmed Hanın bulunduğu Serez’e yolladı. Sultan Mehmed Han, onu, Mevlânâ Haydar başkanlığındaki mahkemenin huzûruna çıkarttı.

Bedreddîn, Heratlı Mevlânâ Haydar’ın suâlleri netîcesinde, suçlu ve cezâsının îdâm olduğunu bizzât kabul etti. 1420 senesinde, Serez pazarında asıldı. Bu sûretle, Mustafa Çelebi hâdisesi ile aynı zamanda vukû bulan ve devleti çok zor duruma sokan ayaklanma, Bayezid Paşanın gayret ve çalışmalarıyla ortadan kaldırıldı.

Şeyh Bedreddîn, Ehl-i sünnet akîdesini çok iyi öğrenmişti. Sonraları sapıtarak Peygamber efendimizin yolunu yıkmak için sinsi fikirleri yansıtan bir çok kitap yazdı. Bâtınî îtikâdına göre yazdığı Vâridât adlı eserinde, Cennet’i, Cehennem’i ve kıyâmette insanların dirileceğini inkâr etmektedir.
#225 - Eylül 23 2008, 03:33:43
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.