Alternatifim Cafe

Paranteze Alınan Milliyetçilik İdeolojisi ve Dışta Bırakılanlar

Discussion started on Milliyetçilik

I.GENEL HATLARIYLA FENOMENOLOJİ

 

“Fenomen (Fr. Phénoméne/Yun. Phainomena=beliren şey), gözlenebilen olay, bilince akseden olay”[1] anlamına gelir. Böyle olmasına karşın değişik felsefe kuramcıları açısından fenomen sözcüğü farklı biçimde ele alınmıştır.

 

“Feomenoloji terimi ilk kez Lambert tarafından kullanıldı. Bu düşünür Neues Organon(Yeni Organon) adlı eserinin dördüncü bölümü olan Theorie des Objectiven Scheins’da (Nesnel Görünüşlerin Teorisi) ileri sürdüğü görüşü belirtmek için bu kelimeyi ortaya attı.”[2] Lalande’ın tarifine göre; fenomenoloji “bir takım fenomenlerin zaman veya mekân içinde tezahür ettikleri şekilde, gerek bunların soyut ve değişmez kanunlarına, gerek belirtisi oldukları deneyüstü gerçeklere, gerek meşrulukları yönünden tabi tutuldukları normatif eleştirmelere aykırı olarak incelenmesi ve nitelenmesi”[3]dir. Bu kelime sonraları Alman idealist felsefe kuramcılarında özel bir anlama kavuşur. Mesela, Fichte ve Hegel’de fenomenoloji insan bilincinin onu arzu, bencillik gibi bireysel duygulanım mekanizmalarından alıp saf ve yetkin bir bilgeliğe ulaştıran ilhamın ruhi ve manevi tarihinin bir açıklaması olarak karşımıza çıkar.


I.1.Anımsamadan Yorumsamaya: Bilindiği üzere pozitivizm dış dünyada bizim dışımızda bir gerçekliğin olduğunu kabul ediyordu ve bu gerçekliğin ancak açıklama yoluyla bilinebileceğinden söz ediyordu. Fenomenoloji de bir dış dünya bulunduğu gerçeğini yadsımaz. Fenomenolojide yadsınan şey, sadece alışılageldiği biçimiyle bir dış dünya gerçeğidir. Başka bir deyişle, yalnızca her zamanki doğallığıyla dünya bakışımızın dışına konmaktadır.

 

Bilimsel açıklama denilince, fenomenolojideki yorumsamadan, açımlamadan ve tasvirden daha farklı bir anlam yükü söz konusudur. Zira; bilimsel açıklamada bir olay o olaya ilişkin hiçbir boşluk bırakılmayacak biçimde dile getirilir. Dolayısıyla, pozitivizmde dil bilimsel açıklamanın bir aracı olarak önem kazanır. Oysa fenomenolojide açıklama değil, açımlama söz konusudur. Bu bakımdan fenomenolojide bir olay açımlanır ve bu olayın bazı boyutları dışarıda tutularak bu alan yoruma açık bırakılır. İşte fenomenolojide dil burada bu boşluğu dolduran ve araçtan öteye amaçsal kılınmış bir unsur haline getirilir. Bu bakımdan fenomenolojiyi bir felsefe akımı olmaktan çok, bilimsel boşluğu dilsel olanla doldurma çabasında olan bir yöntem olarak görmemiz daha akla uygundur. Zira, fenomenoloji denilince her şeyden önce dolaysız olarak verili bulunanı betimlemeye yönelik bir yöntem akla gelir. Burada, fenomenoloji, ortaya koyduğu yöntemin tasvir etmede başarılı olup olmamasıyla ilgilenmez.

 

 Bilindiği gibi, Platon’a göre esas olan ideler dünyasıydı. Orada var olanlar gerçekti. Bu dünyadaki gördüklerimizse onların birer görüntüsünden ibaretti. Ruhumuz önceden o dünyada yaşıyordu ve oradaki gerçek var olanları tanıyordu. Bu dünyada onların kopyalarını görerek asıllarını hatırlıyordu. Yani bilgimiz anımsamadan ibaretti. Fenomenoloji ise, epistemolojik alanda anımsamadan yorumsamaya geçişi ifade eder. Anımsamadan farklı biçimde yorumsamada bu dünyada var olan gerçeklerden yola çıkarak, dış gerçekliğin model alınmasıyla bu gerçekliğin yeni bir zihinsel kurgusuna yer verilir. Aslında, “yorumsama(hermeneutic) tarihsel toplumsal bilimlerin dayandığı metodoloji olarak, pratik yönelimli bir nitelik taşımaktadır. Alman reformasyon hareketiyle, İncil’i herkesin bir dış aracıya gerek olmaksızın anlayabileceği ve yaşama uygulayabileceği görüşünün uzantısı olarak ortaya çıkıp gelişen yorumsama metodu, süreç içinde kutsal yazılarla hukuk metinlerinin anlamlarını yorum yoluyla belirleyip bunların gereklerine uygulamak için bir araç niteliği kazanmıştır.”[4] Bu şekilde aracısız bilme arayışı yorumsamayı sosyal alanda hâkim bir metodolojik araç haline getirdi.

 

 

I.2.Her şey Bilinç Tarafından/Bilince Göre/Bilinç İçin:

 

Fenomenoloji dediğimizde, bir nesnenin somut varlığından bağımsız biçimde zihnimizde o nesneye dair kurduğumuz soyutlama perspektifi akla gelir. Şöyle ki; bir nesnenin olmaklığından çok bizim onu zihinde kuruş biçimimiz ön plana alınır. Buradan hareketle fenomenolojide nesne yerine özün araştırılması bahsinin göz önünde bulundurulduğunu söyleyebiliriz. Ancak, sanıldığının aksine fenomenoloji özün bilimi değil, bu özü görüleyen bilincin bilimidir. Algının ya da bilincin özünün betimlenmesi sorunu fenomenolojinin konusudur.

 

Bu bakımdan fenomenolojide gerçekliğin kendisi diye bir şey söz konusu olamaz. Zira gerçeklik her zaman kendine yönelmiş bir bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Yani kendisine yönelen bilinç tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir. Öyleyse fenomenolojiye göre en somut algılardan en soyut matematik formüllere kadar her şey bilinçle kurulmuştur. Her şey bilince göre, bilinç tarafından, bilinç içindir. Bu nedenle fenomenoloji bilincin sistematik incelenmesini hedefler.

 

Bu bakımdan fenomenolojide salt nesneyi ortaya koyan özne değil, aynı zamanda bu nesnenin inşa edilmesindeki bilişsel süreçler de göz önünde bulundurulur. Böylece fenomenolojik yöntem denilen husus karşımıza çıkar. Bu yönteme göre, hem dış dünyaya ilişkin bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta bırakılarak bilginin hangi süreçlerde ve nasıl oluştuğu/oluşturulduğu anlaşılmaya çalışılır. Bu noktada fenomenoloji yöntemsel açıdan iki yol öngörür: Askıya alma ve fenomenolojik indirgeme.

 

 

I.3.Tarihsel Gerçekliği Paranteze Alma:

 

Bu şekilde bir yandan verilmiş öğelerin, yani rastlantısallığın paranteze alınarak dışta bırakılması, bir yandan da bilimsel ya da mantıksal olsun çıkarsama yoluyla elde edilmiş her tür yargının dışta bırakılması söz konusu olur. Neticede ikili bir işlemle hem özne hem de nesne askıya alınmış ve hem rastlantısal olgular dünyasından hem de bilinci yönlendiren öznel yargılardan kurtulunmuş olunur. Fenomenoloji salt öze ancak bu şekilde varılabileceğini öngörür. İşte bu alışageldiğimiz dünyanın askıya alınması için Husserl epokhe dediği bir yöntem önerir. Bu yöntemle en son deney ve bilgi köklerine ulaşılabileceğini savlar. Husserl, bunu dış dünyaya karşı tavrımızdaki bir değişiklik biçiminde yorumlar. Neticede, alıştığımız dünyadaki nesnel gerçekliklerin hepsi işleyiş dışına atılarak, insan dünyaya katılmayan bir seyirci sıfatıyla onun işleyiş tarzını çıplak gözlerle gözleyebilme fırsatı bulur.

 

Husserl, bu paranteze alma yöntemiyle bilince içkin olanın arandığını savlar. Bilincin kendisiyse bu paranteze alınma işleminden etkilenmeyerek fenomenolojik bir çökelti biçiminde varlığını sürdürür. Bu bakımdan; bu dıştalama durumu cogito formunu, bilincin işleyişini ya da deneyi ortadan kaldırmaz. Aynı zamanda yaşama dünyası olarak adlandırdığı doğal tavrın ortadan kalktığı ve alışılageldik dünyanın geleneksel formunun bir yana itilerek bilgilerimizin ve idealitelerimizin kaynağı olan dünya da epokhe’de değişmeden kalır.

 

Epokhe ile nesneler bir anlama bürünürken, ardından bu nesnelerin betimlemesi gelir. Husserl fenomeneolojik yöntemin bu iki aşamasına birden reduction adını verir. Reduction’un amacı, bilincin ilk elde, özgün ve katışıksız biçimde verdiğini görmektir. Bu bakımdan; reduction’da bize doğrudan verilmiş olan dünyaya yönelerek onu kavrarız.

 

Bu yönteme göre, ben gerçek bir insan olarak bu dünyada diğer nesneler gibi bir nesneyim. Dünyaya, karşımdaki nesnelere yönelmekle bir bilinç akdi gerçekleştiririm. Bu sözleşme bir yanılsama da olsa önemli olan önümdeki nesne değil, aktin kendisidir. Çünkü, burada bilincin içinde bulunduğu yaşantı akışına reflektiv bir bakış söz konusudur. “Reflektion’da şeyler, deneyin şeyleri olarak şeylerdir. Yani, artık, şeyler, deneylerin şeyi olarak, ilgimizin içindedir. Onlar artık, psikolojik, olgusal niteliklerinden arınmış, “mutlak” özellikler kazanmışlardır.”[5]

 

Özetle; epokhe ile ilk adımı atıp, bütün dünyasal ilişkilerimizi işlemez duruma sokarız. Başka bir deyişle, epokhe ile düşüncelerimizi inzivaya çekeriz. Paranteze aldığımız bütün bilgilerimizi bir kenara koyarız. Daha sonra bilinç yaşantımıza dönerek bu tavırla reflektion’u gerçekleştiririz. Reflektion’da ya da bizdeki tasavvufi literatürde rabıtada bütün yaşantı akışı apaçık olarak kavranabilir ve çözümlenebilir. Giderek Tanrı bile kendi bilgisinin bilincini reflektion’da kazanır. Dolayısıyla reflektion Tanrı’yla insanın eylem içerisinde bir olmasının bir aracına dönüşür, ki bu da bizdeki vahdet-i vücut anlayışına koşuttur. Algılanan nesneye bilincin epokhe tavrı içerisinde can vermesi olarak nitelendirebileceğimiz reduktion ise tasavvuftaki gönül gözüyle olayları görme biçimine denk düşer. Zira, epokhe tavrı içerisinde dünyayı yeniden kendi anlamına kavuşturmak gayesiyle yitiriyoruz. Bu bakış açısı, Yunus’un “ yokluğunda buldum seni” dizelerinden mülhem bir anlayıştır.


Husserl’in fenomenolojisinde, bilinç ve gerçeklik arasında var olan anlam uçurumu reduktion’la giderilirken, bu şekilde tüm varlığın bilinçte, bilincin yeniden anlam vermesiyle “constitution”u gerçekleşecektir. Aslında, Husserl’in tin ve bilinç üzerine koyduğu düşünceler İslamiyet’te insanın yaratılması bahsinde dillendirilen ibda ve inşa süreçlerine tekabül eder. Zira; maddi dünyanın constitue edilmesi bir anlamda zihnimizde ete kemiğe büründürülmesidir. Husserl’in constitution dediği şey bilincin nesneleri inşa sürecidir. Ancak, Husserl salt nesneleri değil, aynı zamanda özneyi de yeniden inşa etmeye yönelir.

 

 

 

II. AVRUPADA ÖZNEYİ YENİDEN KURUMLANDIRMA PRATİKLERİ

 

II.1.Öznenin Ete Kemiğe Bürünmesi ve İnşa Süreci

 

Husserl’in  böyle bir felsefi düşünüş biçimini geliştirdiği o günkü Avrupa koşullarını ve bu koşullardan hareketle felsefesinin temel amaçlarının ne olduğunu ortaya koymamızın fenomenolojinin aydınlatılmasında daha büyük katkı sunacağı kanaatindeyim. Öncelikle Husserl’in tanık olduğu I.Dünya Savaşı ve yaşamının son yıllarında gözlemleme fırsatı bulduğu Nazi Almanyası onun felsefi düşünüş biçimini şekillendiren ana unsurlar oldu. Zaten, Avrupa insanının bunalımı ile bilimin bunalımını kol kola yürüyen süreçler olarak ele aldığı Krisis yapıtı bu koşulların bir ürünüydü.

 

Yaşadığı çağ Avrupa’nın akıl noktasında büyük bir kaos yaşadığı ve irrasyonellikler zemininin güçlendiği bir döneme tekabül ediyordu. Şöyle ki, Nazi Almanyası’nda insanın insana yönelik yaptığı akıl almaz eziyetler Avrupa’da özneye olan güvensizliği ve ona dönük sorgulamayı doğurdu. Kanımca, böyle bir güvensizliğin son kertesi olarak Husserl ben’e büyük anlamlar atfetti. Zira, ortada güvenecek kimse yoksa sizin güvenebileceğiniz ve insanlık namına dokunabileceğiniz yegane varlık kendinizdir. Böyle olmakla birlikte, Husserl kuşkuculuğu şiddetle reddeder. Zira, insanlığın duyumsanacağı yegane varlık karinesi olarak görülen ben, özneye olan güvensizliğin son sınırıdır. Bu sınırı aşmak, güvensizliğin bütün bir insanlığın varlığında duyumsanabileceği son kalenin de zaptedilmesi anlamına gelir. Bu bakımdan kuşkuculuk özneyi eski yerine oturtma arayışında delilleri karartıcı bir felsefi düşünüş biçimi olarak şiddetle reddedilir.

 

Dolayısıyla, modernizmde genel olarak özneye atfedilen değer fenomenolojide ben’e aktarılır ve ben dışında bir benlik oluşturulur. Bu düşün biçimi, gerçekte o dönemde insanın yaptığı ve bu şekilde doğal olarak özneye mal olan akıl almaz eylemleri paranteze alarak günah çıkartma ve sorumluluktan kurtulma arayışının bir ürünüdür. Şöyle ki, ben insan olarak öznenin bir parçasıysam ve her insan da bir özne ise, insanların yapmış oldukları kötülüklerin genel bir özne anlayışına bulaşması beni de kötü kılar. Böyle bir düşünüşten hareketle, fenomenoloji özneyi temize çıkarmanın arayışı içerisindedir. Bu bakımdan fenomenolojinin Yunus’un “bende bir ben var benden içeri” düsturunun aksine bende bir ben var benden dışarı savsözünü içselleştirdiğini söyleyebiliriz.

 

Bu bakımdan fenomenolojiyi rasyonel bir öznenin irrasyonel zeminde kaybettiği kimliğini ona yeniden kazandırma, bu anlamda da özneyi yeniden inşa etme çabasında olan ideoloji yüklü bir sosyolojik yöntem olarak görebiliriz. Zira, Avrupa’da I.Dünya Savaşı’nda çok sayıda insan hayatını yitirmişti ve sonraları Nazi Almanyası’nın geliştirdiği şiddet siyasetinin bir neticesi olarak büyük bir soy kırım suçu işlenmişti ve bu suç modernizmin rasyonel özne savıyla çelişiyordu. İnsanın hemcinsi için bir tehlike biçiminde görülmesiyle doğan özne temelli çelişkiyi yenmenin bir yolu olarak yeni bir özne anlayışının temellenmesi gerekliydi. Nazi Almanyası’nda insanların laboratuar ortamında incelenen nesnelere indirgenerek onlar üzerinde soğukkanlı biçimde müdahil olma durumu deneyle sınanamayacak bir soyut insan kavramının bulunduğu düşüncesinin geliştirilmesine neden oldu. Zira, insanın bir yanıyla sınır tanımaz ölçüde hemcinsleri üzerinde güç kullanma yetkisini elinde bulundurduğu bir dominant özne, bir yanıyla da basit bir nesneden farksız biçimde üzerinde neredeyse her türlü tasarrufa açık hale gelmiş bir çekinik özne söz konusuydu. Düzenin sürdürülebilmesi için öznenin bu uç hallerinin rasyonel bir zemine çekilmesi ve bu şekilde öznenin iç dengesinin korunması gerekiyordu. Bu gerekliliğin bir neticesi olarak özne ilkin ayrı ayrı benliklere bölünerek dağıtıldı ve bende bir ben var benden dışarı düsturuyla öznenin ayıklanması süreci başlatıldı. Özne kendi içinde ayıklanıp onun çekirdeği olan ben algısı sağlam bir zemine oturtulduktan sonra ayrı ayrı benlikler ortak bir benlik halinde bir araya getirildi ve bende bir ben var benden öte, benden ziyade düsturuyla kolektif bir özne anlayışına varıldı. Fenomenolojide özneyi yapboz tahtasına çevirerek derleyip toplama kaygısı insanın bir yanda özne altı bir yanda özne üstü boyutlarda ifade edilen bir varlık haline gelmesidir. Bu bakımdan fenomenolojiyi öznenin tavan ve çukur hallerini belirli bir zemine oturtma gayesiyle ortaya çıkmış bir düşün biçimi olarak ele alabiliriz.

 

Oysa, pozitivizm tersine özneye olan güvenden doğmuş bir düşünsel kuramdı. Kanımca, pozitivist düşünüş biçimi nasıl ki Ortaçağ skolâstik felsefesine karşı aydınlanmacı bir akıl inşası öngörüyor ve 1789 Fransız İhtilali ile birlikte baş gösteren sosyal ayaklanmalar, kargaşalar için kaostan kozmosa doğru geçişin bir yolu olarak ortaya çıkıyordu, fenomenoloji de gerçekte Fransız İhtilali ve aydınlanma düşüncesinin getirdiği değerlerin aşınmaya yüz tuttuğu Avrupa’da bu erozyonun neticesinde ortaya çıkan kaosa karşı yeni bir düzen tesis etmenin bir aracıydı. Ancak, bu düzeni tesis etme yolundaki yöntemler bakımından, izledikleri yol açısından arada farklılıklar bulunmaktadır. Şöyle ki, pozitivizm epistemolojik sahada bilgiyi parçalara ayırarak, bu epistemolojik parçalama üzerinden bireyleri daha fazla bilinebilir ve hesap edilebilir kılmasına karşın, fenomenoloji ontik bölücülük olarak adlandırabileceğimiz varlığa yönelik bir bölücü pratikle özneyi ayrı ayrı benlikler halinde bölüntülendirerek bu atomizasyon üzerinden toplumsal düzeni sürdürme teşebbüsünde bulundu.

 

Bu bakımdan, Batı’nın bu düşünce seyri gerçekte bir otorite tarihine koşuttur. Ancak, gülünç olan aynı tarihsel koşullardan gelmemiş olmamıza karşın, bugün Batı’nın vaktiyle içinde bulunduğu krize bir reçete olarak sunduğu kuramları kendi düşünce sistemlerimize monte etme çabasında oluşumuzdur. Bu durum, gerçekte aynı hastalığa yakalanmamış bir insanın salt bedensel semptomların benzerliğine dayanarak, bir başkasıyla aynı ilacı kullanması durumuna benzer. Bu durumu, psödo-mental rahatsızlık obsesyonu olarak adlandırmamız mümkündür. Şöyle ki, Avrupa’da varlığın bölünmesi temel sorunsalından hareketle oluşmuş bir zihinsel buhrana dönük çözüm arayışları kendi deyişleriyle bir krizin neticesidir. Böyle bir krizin gelişim seyrini ve çözüm arayışlarını analitik biçimde çözümlemek ve bunun üzerinde fikir yürütmek elbette her entelektüel gibi bizim de çalışma sahamıza dâhildir. Ancak, benim burada sözünü ederken eleştirdiğim husus, böyle bir varlığa değgin temel sorunsalın gerçekte sanki bizim düşünsel geleneğimizin ayrılmaz bir parçasıymış gibi verili biçimde ele alınması ve tarihsel zemininden, bilhassa tarihsel içeriğinden ayrı tutularak aşkın bir mertebeye oturtulmasıdır. Böyle bir aşkınlık atfetmenin neticesinde Avrupa’nın kendi düşün dünyasında ürettiği çözüm arayışları bir izlek dâhilinde bizim de sanki doğrusal biçimde izlememiz gereken bir yol olarak şart koşuluyor.  Üstelik Avrupa’nın içinde bulunduğu düşünsel krizi temsil noktasında bize bir rol biçiliyor ve biz de ne yazık koşullandırma doğrultusunda bu role uygun bir düşünüş tarzını benimsemeye yöneliyoruz. Bu düşünsel buhranda bize biçilen rol Batı’nın vasiliğini üstlenmemizdir.

 

 

II.2.Yeni Bir Tin Düşüncesi ve İbda Süreci

 

Husserl, fenomenolojinin dış dünyaya yönelik kuramsal bir tavır alma durumuyla kendisini var ettiğini ortaya koyar. Ancak, fenomenolojinin bu tavır alma çabası gerçekte Avrupa’nın içine düştüğü düşünsel krizden çıkışın bir yolu olarak akıl noktasında hangi zeminde duracağını kararlaştırmasına dönük bir konumlanma çabasının ürünüdür. Zira, aydınlanma düşüncesinde akıl daha çok kendine güvenen ve bizatihi kendi içinde bir değer olarak görülüyordu. Zamanla, aydınlanmacı aklın dış dünyaya dönük mağrur duruşu yerini içten bir güvensizliğe bıraktı. Bu güvensizlik neticesindedir ki, dış dünyayla temas etmeden evrenin temalandırılamayacağı düşüncesi yaygınlık kazandı. Buradan hareketle, fenomenolojide dış dünyaya dönük yönelimsellik onun temalandırılmasında olmazsa olmaz bir araç kılındı. Ancak, gerçekte aydınlanmacı aklın dış dünyaya temastan kaçınan titiz içeriği fenomenolojik perspektiften eleştiriye tabi tutulsa da, fenomenolojinin kendisi de dış dünyayla bire bir temastan kaçınır. Yönelimsellik düşüncesi bu doğrudan doğruyalıktan kaçışın doğal bir ürünüdür. Bu bakımdan, fenomenolojiyi akılla dış dünya arasında arafta kalmış bir yöntem olarak ele alabiliriz.

 

İbda süreci, yani ruh kazandırma eylemi ise fenomenolojinin sosyal boyutunu ortaya koyar. İbda sürecinde Tanrı’nın kendi ruhundan üflediği düşünülen bir Avrupa tini ve bu tinin ortak ve evrensel bir kaynaklık biçiminde her insanın tininde saklı bulunduğu düşüncesi uyandırılmaya çalışılır.

 

Gerçekte, Husserl Avrupa’nın içine girdiği düşünsel krizi doğallaştırmak ve meşru hale getirmek amacıyla Eski Yunan’a referansla Avrupa’nın bütün bir insanlığın çekirdeği olduğu düşüncesini pekiştirmek için fenomenolojiyi felsefi bir yöntem olarak kullanır. Şöyle ki; Avrupa’da territoryal geleneğin, zemin algısının, sonluluğun ve tarihselliğin yerini territoryumsuzlaştırmaya, zaman algısına, sonsuzluk düşüncesine ve tarih dışı aşkınlığa bıraktığı zihinsel dönüşüm gerçekte tek bir ulus olarak Avrupa çatısı altında bütün bir insanlığı eritmeye yönelik ideolojik manipülasyona tekabül eder. Nitekim Husserl mekânın sonluluğuna karşın zamanın sonsuzluğu üzerinden bir idealite bütünü, bir kültür pratiği olarak totaliter bir felsefenin bütün bir insanlığı kavrayacak biçimde sistemleştirilmesine hizmet eder. Bu sistemleştirme çabası etrafında Husserl coğrafi bir Avrupa yerine Tinsel bir Avrupa gerçeğinden söz eder. “Tinsel Avrupa’nın bir doğum yeri vardır. Her ne kadar bunun coğrafyayla ilgisi varsa da, coğrafi olarak bir ülkedeki doğum yerini kastetmiyorum; demek istediğim bir ulusun, yani o ulusun tek tek insanlarının ve insan gruplarının içindeki tinsel doğum yeri.”[6] Buradan yola çıkarak, Husserl yalnızca Avrupa’yı değil, onun hâkim düşün tarzını da tarihsel düzleminden yalıtarak, onu tarih dışı bir mertebeye oturtuyor. Zira; ona göre felsefenin kendisi ilk bilimdir ve diğer bilimler bu bilimin içerisinden bölünerek ortaya çıkmış uzmanlık alanlarıdır. Dolayısıyla, özün bilgisi yine felsefede saklıdır. Husserl’in epistemolojik sahada arındırma işlevi gerçekte bugünün parça parça bilimsel bilgilerinin dünün felsefi bilginin bütünlüğüne döndürülmesi pratiğinden ibarettir. Bu anlamda, Husserl’in fenomenolojisi felsefenin bilimsel kazanımlarla bilimlerin önünü açan bir kaynak olma özelliğinden sıyrılarak, bu kazanımlardan vazgeçen ve bu anlamda bütünlüğün bilgisini yalnız başına sunma iddiasında olan, aşkın bir düşünce sistemi olma özelliğine büründüğü bir yöntem olarak karşımıza çıkar. Bilginin bilimsel olan yanından dinsel ve mitsel olan köklere dönüşünü körükleyen bir yöntem olarak fenomenoloji rasyonel bilginin yerine spekülatif bilgiyi getirmenin arayışı içerisindedir. Bu bakımdan fenomenolojinin tasarımladığı dünya gerçekte aşkın bir dünya değil sanal bir dünyadır. Zira, aşkın dünyanın bilgileri vahiyle elde edilir ve bunları bildiren Tanrı’dır. Sanal varlıklar dünyası ise; gerçek var olanlar örnek alınarak insanlar tarafından hayal edilip uydurulan var olanlardır. Mitolojiler, masallar ve romanlardaki kahramanlar bu türdendir. Bunların zihin dışında gerçeklikleri yoktur. Aşkın bir dünyanınsa zihin dışında bir gerçekliği söz konusudur. Bu anlamda, fenomenolojiyi bu dünyadaki gerçekliklere öykünerek oluşturulmuş zihinsel tasarımların yaratımı biçiminde ele alabiliriz. Aslında Husserl fenomenolojiyle Tanrı yerine mutlak bir logos oluşturmanın arayışı içerisindedir.


Böyle bir mutlaklık içerisinde Eski Yunan felsefesini ve o dönemin aklını genel geçer bir düşünce pratiği ve sistemi halinde örgütlemeyi erek edinir. Husserl’e göre Avrupa bütün insanlığın özünde gizli idelerin varlığında mündemiç olduğu bir normlar anayurdudur. Bu bakımdan, Avrupa’da ona göre insanlığı kucaklayan evrensel bir özün varlığı söz konusudur. Neticede, Husserl’in soyut görülerden hareketle somut matematiksel formulasyonlar halinde dünyayı belirlenebilir ve hesaplanabilir çokluklar halinde Avrupa’nın varlığında bir kılmaya çalıştığı gözlenir. Zira, Husserl felsefeyi bilimsel bir ilk biçim olarak cosmoloji halinde ele alırken nesnelci bir bakış açısıyla insanın da diğer varlıklar gibi bir nesne biçiminde fiziksel çevrenin dahilinde olduğunu bildirir. Ancak, insanın salt fiziksel değil psişik yaşamının da işin içine katılmasıyla psikofiziksel bir çevrenin içerisinde davranışlarının biçimlendiğine dikkat çeken Husserl, tinin parça parça bir varlık olduğunu savlar. Şöyle ki, duyumlar, acı, haz olarak teker teker her öznenin içinde mevcut olan tin, aynı zamanda fiziksel bir çevrenin tarihsel koşullandırması ile biçimlenir. Bu anlamda, Husserl’de tin iki türlü atmomizasyon sürecinin gerçekte birliği üzerine kurulur. Başka bir deyişle, tek tek nesneler biçiminde fiziki çevrede yer alan insanın aynı zamanda tek tek özneler biçiminde psişik çevrede konumlanmasıyla tin dediği büyük gerçek ortaya çıkar.

 

 

III. SOSYAL MİLLİYETÇİLİK KARŞISINDA FENOMENOLOJİK TAVIR VE EMPATİZANLIK

 

19 Ocak 2007 tarihinde öldürülen Hırant Dink’in ardından düzenlenen cenaze töreninde “Hepimiz Hırant Dink’iz, Hepimiz Ermeniyiz” sloganları gerçekte sosyal milliyetçilik karşısında yukarıda temel unsurlarıyla analiz etmeye çalıştığımız fenomenolojik tavrın bir ifadesidir. Şöyle ki, tek tek benlikler üzerinden kolektif bir benliğe doğru çıkılan yolculukta benin anlaşılır kılınması ötekinin varlığı üzerinden gerçekleştirilir. Bu durum psikolojide sıkça dillendirilen empati kavramının felsefi dildeki ifadesidir. Başlangıçta, kendini başkasının beninin yerine koyarak kendi benini keşfetme arzusu çok demokratik bir tavır gibi görünse de, olayı derinlemesine analiz ettiğimizde gerçekte bu tavrın içerisinde bir otorite durumunun saklı olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Zira, sempatide bir olayın sosyal bir zeminde tarihsel bir üretim içerisinde bölüşülmesi söz konusu iken, empatide karşıyı anlamak üzerinden gelişen tinsel ve bu anlamda bireysel bir durum söz konusudur. Bu şekilde, empati kurmak bir olaya müdahil olmadan dahil olmak anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, temas etmeden temalandırmakla eşdeğerdir. Oysa sempati bireyin kendisini, karşısındaki bir başkasının yaşadığı olayın salt dâhilinde görmesiyle değil, aynı zamanda yaşanan olaya müdahil olmasıyla anlam kazanır.

 

Bu cenazede, ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olan ve devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk olarak kabul edildiği ülkemizde yaşayan bir insanımızı kaybettik’ düşüncesiyle kitleler bir araya gelmiş olsalardı, belki bugün suç endüstrisinde üretilen terör eylemlerinin üretilip, paketlenip, pazara sürüldüğü bir ortamda herkes bu eylemleri bir başkasına atfetmenin yollarını aramazdı.

 

 Bugün sosyal milliyetçilik karşısında fenomenolojik tavırdan mülhem bir bireysel milliyetçilik anlayışıyla karşı karşıyayız. Böyle bir milliyetçilik algısı, tarihsel süreç içerisinde üretilmiş toplumsal gerçekliği parantez dışına alarak salt belirli bir tinsel gerçekliğin varlığını kabul etmektedir. Bu türlü milliyetçilik algısı toplumsal hafızamızı boşaltarak bizi tinsel bir Avrupa’nın taşeronu kılmaya dönüktür. Buradan hareketle, ‘biz’ teker teker benliklere bölünerek kolektif bir başka ‘biz’in içerisinde eritilir.

 

Dolayısıyla, bugün her fırsatta Türk Milliyetçiliği’ni faşizan olmakla yaftalayanlar gerçekte bilerek ya da bilmeyerek kendileri ırkçılığa prim vermektedirler. Zira, Türk Milliyetçiliği ırki temeller üzerinde değil, bir milletin ortak tarihsel ve toplumsal üretimi üzerinde inşa edilmiştir. Bugün küreselleştirme politikalarının etkisiyle territoryumsuzlaştırma geleneğinin yüceltildiği bir dünyada insanların toprak üzerinden değil, zaman üzerinden bir milliyetçilik perspektifi geliştirmelerinin nedeni benlik bilincinin akıcı sermayeye koşut biçimde akıcı psikelerde ortaya çıkıyor oluşudur. Ancak, bu bilinç günümüz bireyi için her şeyin ötesinde bir anlam ifade ediyor olmasına karşın kaygan bir zeminde oturmaktadır. Bu yüzden de, mazlumun yanında olma tavrı fenomenolojik tavırda bugün ‘Hepimiz Ermeniyiz’, yarın ‘Hepimiz İngiliziz’ savsözüne dönüşür.

 

 

SONUÇ

 

Fenomenolojide aile, toplum gibi kolektif örgütlenmeler içerisinde yer alan birey psiko-fiziksel bölünmeye tabi tutularak tek tek bireyler psiko-fiziksel nesneler halinde ele alınıyor. Bu bakımdan, sürekli özneyi ve öznelliği dile getiren bu felsefi yöntemin özünde insanı ontik bölünmeye tabi tutarak nesneleştirdiğini savlayabiliriz. Her ne kadar fenomenoloji kendisini derin bir psikolojizm uçurumundan titizlikle kaçırmanın arayışı içerisinde olsa da, kendini başkasının yerine koyarak gerçeğin bulunabileceğinden hareketle psikolojik bir mekanizma olan empati düşüncesinden beslenmektedir. Ancak, empati burada karşıyı daha fazla bilinebilir ve belirlenebilir kılmanın ideolojik bir aracına dönüştürülür. Bu bakımdan, karşıyı bir deney nesnesine dönüştürürken kendisini ondan gerçekte bağımsız ve aşkın bir mertebeye oturtmanın bir aracına dönüşür. Dolayısıyla, fenomenolojide ben ve başkası üzerinden kurulan dünyayı anlamlandırmaya dönük bakış açısı gerçekte nesneleştirici bir atomizasyonun ideolojik perspektifine tekabül eder.

 

Fenomenolojinin kendisini psikolojizm batağına düşmekten özenle alıkoyması, psikolojinin inceleme nesnesi olan tinden başka bir tin olduğu düşüncesini uyandırmaya çalışmasının doğal bir ürünüdür. Husserl’e göre, tini bir deney ve inceleme nesnesi haline getiren yöntem fenomenolojidir. Gerçekte, bu şekilde bütün bir insanlığın zihninde mutlak bir tinsel Avrupa düşüncesi yaratılarak, insanların tinlerine dahi nüfuz etme cüretinde bulunan totaliter bir düşünce sistemi geliştirilmeye çalışılıyor. Bu şekilde, evrensel normların beşiği olarak bir Avrupa düşüncesi zihinlere yerleştirilerek, Avrupa insanın insanlığa ulaşabileceği yegâne eşik haline getiriliyor. Bu bakımdan, fenomenoloji etnosentrik bir bakış açısının felsefi düzlemdeki yöntemsel tezahürüdür.

 

Dolayısıyla, bugün sosyal milliyetçilik karşısında tarihsel gerçekliği paranteze aldığı için henüz teşhis edilmemiş bir fenomenolojik tavır ve bu tavır üzerinden şekillendirilen biyo-psişik bir milliyetçilikle karşı karşıyayız. Bu türlü kapanmacı, tarihsel ve toplumsal üretim noktasındaki kazanımlarını askıya alan bir milliyetçilik anlayışı kendini kendi olmayan üzerinden kurmanın arayışı içerisindedir. Öyle olmasaydı, hiçbir kuvvet bize şu tarihi gerçekleri unutturamazdı:

 

 

27 Ocak 1973 - Los  Angeles (ABD)   Mehmet Baydar - Bahadır Demir
 
 
 * Türk vatandaşlarına yönelik ermeni saldırıları, 1973 yılında başladı. Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından şehit edildi. 

Elinde bulunan Abdülhamit'e ait bir tabloyu Türkiye'ye armağan etmek istediğini bildirerek, Baydar ve Demir'i Santa Barbara'daki Baltimore Oteline davet eden Yanikiyan, iki diplomatı otelde silahla üzerlerine ateş açarak öldürdü. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanikiyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakıldı. Yanikiyan, serbest kaldıktan kısa bir süre sonra öldü.

Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olay, daha sonra bir cinayetler zincirini başlattı ve örgütlü Ermeni terörüne örnek oluşturdu.
 
 
22 Ekim 1975 - Viyana (Avusturya)   Daniş Tunalıgil
 
 
 * Türkiye'nin Viyana Büyükelçisi Daniş TUNALIGİL, büyükelçiliği basan 3 terörist tarafından şehit edildi. 

20 Şubat 1975'de Beyrut'taki THY bürosu bombalandı. Olayı, Gizli Ermeni Ordusu Esir Yanikiyan Gurubu üstlendi. Olay yerine bırakılan mektupta, "Ermenilerin haklı davasında emperyalistlere karşı mücadele edileceği, eylemlerin Türkiye, İran ve ABD'yi hedef alacağı, bu bombalama eyleminin de bir başlangıç olduğu" bildirildi.

22 Ekim 1975 tarihinde, otomatik silahlı 3 kişi, Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği'ne girerek kapıdakileri etkisiz hale getirdikten sonra Büyükelçi'nin makam odasına girdiler. Burada Daniş Tunalıgil'e Türkçe, "Siz Sefir misiniz?" diye soran ve "Evet" yanıtını alan saldırganlar, Tunalıgil'i otomatik silahlarla taradılar. Tunalıgil, olay yerinde can verdi. 3 terörist, hızla binayı terkederek, bir otomobille uzaklaştılar. 
 
 
  24 Ekim 1975 - Paris (Fransa)   İsmail Erez - Talip Yener
 
 
 * Türkiye'nin Paris Büyükelçisi İsmail EREZ ve makam şoförü Talip YENER, büyükelçilik yakınlarında katledildi. Büyükelçi Erez'in makam aracı, yerel saatle 13.30 sıralarında Büyükelçilik yakınındaki Seine Nehri üzerindeki Bir Hakeim Köprüsü'nde pusuya düşürüldü. İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener, otomatik silahlarla taranarak öldürüldü. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
 
 
  16 Şubat 1976 - Beyrut (Lübnan)   Oktar Cirit
 
 
 * Türkiye'nin Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar CİRİT, bir salonda otururken, Ermeni terörizminin kurbanı oldu. Saldırıyı ASALA üstlendi. ASALA ilk kez bu cinayetle adını ortaya attı.
 
 
  9 Haziran 1977 - Roma (İtalya)    Taha Carım
 
 
 * Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Taha CARIM, büyükelçilik ikametgahının önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldü. Saldırıyı bu kez "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
 
 
  2 Haziran 1978 - Madrit (İspanya)  Necla Kuneralp - Beşir Balcıoğlu
 
 
 * Türkiye'nin Madrit Büyükelçisi Zeki KUNERALP'in makam aracına 3 terörist tarafından ateş açıldı. Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla KUNERALP ile emekli büyükelçi Beşir BALCIOĞLU, hayatlarını kaybettiler. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. Bu olayda, ilk kez bir yabancı da Ermeni teröristlerin Türklere yönelik saldırısı sırasında öldü. Makam Şoförü İspanyol Atonyo TORRES, teröristlerin kurşunlarına hedef oldu.
 
 
12 Ekim 1979 - Lahey (Hollanda)   Ahmet Benler
 
 
 * Hollanda'daki Türkiye Büyükelçisi Özdemir BENLER'in oğlu Ahmet BENLER, silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Olayı bu kez hem "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları"  hem de ASALA ayrı ayrı üstlendi.
 
 
22 Aralık 1979 - Paris (Fransa)   Yılmaz Çolpan
 
 
 * Türkiye'nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz ÇOLPAN, bir teröristin saldırısı sonucu katledildi. Bu olay, Ermeni terörizminin Paris'teki ikinci saldırısı oldu. Olaydan sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, Roma, Madrit ve Paris'teki eylemlerden "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgütün sorumlu olduğunu bildirerek, "Türk Hükümeti Ermenilere hak tanımadığı için Avrupa'daki Türk diplomatlarını öldürüyoruz" dedi. 
 
 
  31 Temmuz 1980 - Atina (Yunanistan)  Galip Özmen - Neslihan Özmen
 
 
 * Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip ÖZMEN ile 14 yaşındaki kızı Neslihan ÖZMEN, bir teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildiler. Galip Özmen'in eşi Sevil ÖZMEN ve oğulları Kaan ÖZMEN olaydan yaralı olarak kurtuldular. Saldırıyı bu kez ASALA üstlendi.
 
 
17 Aralık 1980 - Sidney (Avustralya)  Şarık Arıyak - Engin Sever
 
 
 * Türkiye'nin Avustralya Başkonsolosu Şarık ARIYAK ile koruma görevlisi Engin SEVER, Ermeni terörizminin kurbanı oldular. 

1980 yılında ayrıca;
   - 6 Şubat'ta Türkiye'nin İsviçre Büyükelçisi Doğan Türkmen, Bern'de uğradığı saldırıdan yara almadan kurtuldu.
   - 17 Nisan'da Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Vecdi Türel'in makam aracına ateş açıldı. Türel ve koruma görevlisi Tahsin Güvenç saldırıdan yaralı olarak kurtuldular.
   - 26 Eylül'de Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Basın Danışmanı Selçuk BAKKALBAŞI, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. 
 
 
4 Mart 1981 - Paris (Fransa)   Reşat Moralı - Tecelli Arı
 
 
 * Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Reşat MORALI ile din görevlisi Tecelli ARI, Çalışma Ataşeliği'nden çıkıp arabaya binecekleri sırada 2 teröristin saldırısına uğradılar. Moralı saldırı sırasında hayatını kaybederken, din görevlisi Arı, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede öldü. Saldırıyı ASALA üstlendi. Bu olay ile Ermeni terörizminin, Paris'teki üçüncü katliamı oldu. Türkiye, Türk diplomatlarını etkin bir şekilde korumadığı için Fransa'ya protesto notası verdi. 
 
 
9 Haziran 1981 - Cenevre (İsviçre)  M. Savaş Yergüz
 
 
 * Türkiye'nin Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli Sekreteri Mehmet Savaş YERGÜZ, evine gitmek üzere konsolosluktan ayrıldıktan hemen sonra uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Saldırıyı ASALA üstlendi. Olaydan sonra yakalanan Lübnan uyruklu Ermeni terörist Mardiros Camgozyan, 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.
 
 
24 Eylül 1981 - Paris (Fransa)   Cemal Özen
 
 
 * Türkiye'nin Paris Başkonsolosluğu ile Kültür Ataşeliği'nin bulunduğu binayı işgal eden 4 ermeni terörist, 56 Türk görevli ve vatandaşı rehin aldı. Teröristler, kendilerine müdahale etmek isteyen güvenlik görevlisi Cemal ÖZEN'i öldürdüler, Başkonsolos Kaya İNAL'ı yaraladılar. Ermeni teröristler, Türkiye'de siyasi tutuklu 12 kişinin salınarak Paris'e getirilmesini istediler. İsteklerinin kabul edilmeyeceğini anlayan teröristler 15 saat sonra polise teslim oldular. Türkiye, Fransa'yı bir kez daha uyarırken, Fransa da saldırıyı kınadı. Olayı ASALA üstlendi. Saldırıyı gerçekleştiren 4 ermeni terörist, Vasken Sakosesliyan, Kevork Abraham Gözliyan, Aram Avedis Basmaciyan ve Agop Abraham Turfanyan, 31 Ocak 1984'de Fransa'da 7'şer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Mahkemenin sonucu Türkiye'de büyük tepkiyle karşılandı.

1981 yılında ayrıca;
   - 2 Nisan'da Türkiye'nin Kopenhag Çalışma Ataşesi Cavit Demir, oturduğu apartmanın asansöründe uğradığı silahlı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.
   - 25 Ekim'de Türkiye'nin Roma Büyükelçiliği İkinci Katibi Gökberk Ergenekon, yolda yürürken saldırıya uğradı. Ergenekon, olaydan hafif yaralarla kurtuldu. 
 
 
28 Ocak 1982 - Los Angeles (ABD)  Kemal Arıkan
 
 
 * Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal ARIKAN öldürüldü. Arıkan'ın katili Taşnak militanı Hampig Sasunyan, müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
 
 
5 Mayıs 1982 - Boston (ABD)  Orhan Gündüz
 
 
 * Türkiye'nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan GÜNDÜZ, uğradığı silahlı saldırıda öldü.
 
 
7 Haziran - Lizbon (Portekiz)   Erkut Akbay - Nadide Akbay
 
 
 * Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut AKBAY otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda öldü. Otomobilde bulunan eşi Nadide AKBAY, yaralı olarak kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yaşamını yitirdi.
 
 
27 Ağustos 1982 - Ottawa (Kanada)   Atilla Altıkat
 
 
 * Türkiye'nin Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Atilla ALTIKAT, silahlı saldırı sonucu öldü.
 
 
9 Eylül 1982 - Burgaz (Bulgaristan)    Bora Süelkan
 
 
 * Türkiye'nin Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora SÜELKAN katledildi. 

1982 yılında ayrıca;
    - 8 Nisan'daTürkiye'nin Ottawa Büyükelçiliği Ticaret Müşaviri Kani GÜNGÖR, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. 
    - 21 Temmuz'da Türkiye'nin Rotterdam Başkonsolosu Kemal Demirer'e konutu önünde silahlı saldırı düzenlendi. Demirer, olaydan yara almadan kurtulurken, saldırgan yaralı olarak yakalandı.
    - 7 Ağustos'da ASALA'ya bağlı 2 terörist Ankara Esenboğa Havalimanında düzenlediği silahlı baskında 8 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Bu, Ermeni terörizminin Türkiye'deki ilk eylemi oldu.  ESENBOĞA OLAYI 
 
 
9 Mart 1983 - Belgrad (Yugoslavya)   Galip Balkar
 
 
 * Türkiye'nin Belgrad Büyükelçisi Galip BALKAR'a 2 terörist tarafından 9 Mart'ta silahlı saldırı düzenlendi. Olayda ağır yaralanan BALKAR, 11 Mart'ta hayatını kaybetti. Olayda, bir Yugoslav öğrenci de öldü. Saldırıyı yapan Kirkor Levonyan ile Raffi Aleksandr, olaydan tam bir yıl sonra 9 Mart 1984'de 20'şer yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar.
 
 
14 Temmuz 1983 - Brüksel (Belçika)    Dursun Aksoy
 
 
 * Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun AKSOY, ermeni teröristlerce katledildi.
 
 
27 Temmuz 1983 - Lizbon (Portekiz)   Cahide Mıhçıoğlu
 
 
 * Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği, 5 Ermeni terörist tarafından basıldı ve bina içindekiler rehin alındı. Baskın sırasında büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev MIHÇIOĞLU'nun eşi Cahide MIHÇIOĞLU hayatını kaybetti. Portekiz polisi, düzenlediği operasyonla rehineleri kurtardı, 5 teröristi de öldürdü. Saldırıyı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. Örgüt, teröristlerin öldürülmesi nedeniyle Portekiz Başbakanı Mario Soarez'i ölümle tehdit etti.

1983 yılında ayrıca;
    - 16 Haziran'da İstanbul Kapalıçarşı'da bir terörist tarafından halkın üzerine ateş açıldı. Olayda 2 kişi öldü, 21 kişi de yaralandı. Saldırgan, olay yerinde öldürüldü. Olayı bir ermeni teröristin yaptığı anlaşıldı.
    - 15 Temmuz'da THY'nin Paris Orly havalimanındaki bürosu önünde bomba patladı. Olayda, 2'si Türk, 4'ü Fransız, 1'i Amerikalı, 1'i de İsveçli olmak üzere 8 kişi öldü, 28'i Türk, 63 kişi de yaralandı. Bu olay tarihe "Orly Katliamı" olarak geçti. 
 
 
28 Nisan 1984 - Tahran (İran)    Işık Yönder
 
 
 * Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye YÖNDER'in eşi, İran ile Türkiye arasında ticaret yapan işadamı Işık YÖNDER, bir ASALA militanı tarafından öldürüldü. 
.
 
20 Haziran 1984 - Viyana (Avusturya)   Erdoğan Özen
 
 
 * Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Erdoğan ÖZEN, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Olayı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi.
.
 
19 Kasım 1984 - Viyana (Avusturya)    Evner Ergun
 
 
 * Türkiye'nin BM Temsilciliğinde görevli Evner ERGUN, aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Bu olayı da, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi.

1984 yılında ayrıca;
    - 27 Mart'ta Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Ticaret Müşavir Yardımcısı Işıl ÜNEL'in otomobiline bomba yerleştirmeye çalışan bir terörist, bombanın elinde patlaması sonucu öldü.
    - 28 Mart'ta yine Tahran'da Büyükelçilik Başkatibi Hasan Servet ÖKTEM ve Büyükelçilik Ataşe Yardımcısı İsmail PAMUKÇU, evlerinin önünde uğradıkları silahlı saldırıda yaralandılar. 
 
 
#1 - Temmuz 13 2008, 23:31:51
''  Kaybedecek neyin var,ihtimalinden başka...

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.