Alternatifim Cafe

Yeni Dünya Düzeninin Çoklu Oyun Teorisi İçerisinde Konjonktürel Milliyetçilik

Discussion started on Milliyetçilik

Bugün insanların dayanak noktası olarak esas alacakları bütünlüklü bir zemin algısı yok edildiği içindir ki, artık her fikri oluşumun kaynakları tinsel dünyanın içerisinde aranıyor. Şöyle ki, bir süredir ülkemizde milliyetçiliğin yükselip yükselmediğine dair tartışmaların yürütüldüğü zemine baktığımızda bu fikrin yükselişte olduğuna kanaat getirenlerin tinsel göstergelerden hareket ettikleri görülüyor. Zira, insanların fevri tepkisellikleri ve geçici muhteviyata haiz hissi temayülleri milliyetçiliğin yükselişine kanıt olarak gösteriliyor. Peki  kültürel değerlerimizin, tarihi gerçekliklerin ve bir millet olma şuurunun içini dolduran ne kadar değer varsa içinin boşaltıldığı bir ülkede hangi milliyetçiliktir yükselen? Milliyetçilik ilkel kabilelerden kalma bir asabiye duygusu ve bu duygunun körüklediği edimler bütünü müdür? Ya da organizmacı bir anlayışla biyolojik bir varlık biçiminde düşünülen millete yönelen tehlikelere karşı kendiliğinden meydana gelen refleksif bir duruş mudur? Ya da milliyetçilik ne kadar korku varsa kaynağını arayıp bulmadan tazyikli biçimde bunları pompalayıp içsel hezeyanları kışkırtan bir nevrotik ideoloji midir? Ya da dünya ölçeğinde belirli ulusların yeryüzünü bölüşme emelleri doğrultusunda istenildiği vakit yükseltilip istenildiği anda alçaltılan konjonktürel fikir dalgaları mıdır?

 

Bu şekilde milliyetçilikle ilgili sorularımızı sürgit devam ettirmek mümkündür. Ancak, asıl özenle üzerinde durmamız gereken husus bir süredir ülkemizde neredeyse her çevreden insanın dile getirdiği umutsuzluk senaryosu ve bu senaryonun milleti kıskaç altına alan, onu sığ suların kıyısında serseri mayın edasıyla dolaştıran bilgi bombardımanıdır. Şunu açık bir ifadeyle belirtmeliyim ki bu ülkede artık yapılacak hiçbir şeyin kalmadığına yönelik spekülasyonları bir dogma halinde milletin yüreğine ve belleğine nakşetmeye çalışan ve bunu adeta meslek haline getiren sözde aydınlar ve siyasiler fikir namusundan yoksundurlar. Zira madem hepimiz Nuh’un gemisindeyiz ve bu seyirde kurtuluş yolu yok, o halde sizin bu korkuyu her geçen gün daha da beslemeye dönük bilgi akınlarınız bilimselliğe değil, yeni mitlerin ve kurgusallıkların yaratılması bağlamında metafiziğe hizmet etmektedir. Bugün ne yazık ülkenin içinde bulunduğu duruma somut çözüm arayışları getirmek yerine sözde aydınlar korku ve umutsuzluk içerisinde zaten içine kapanmış bir toplumu daha da kabuğuna çekecek bir karanlık düzenin hamiliğini üstlenmektedirler.

 

Milliyetçilik bu puslu havada demlenen konjonktürel ideolojilere eklemlenerek ve bu şekilde dışa bağımlı, güdük bir fikri yozlaşmaya tabi tutularak gerçekte eritilme noktasına getiriliyor. Zira bugün milliyetçilik belirli bir eylem ortaya koyma teşebbüsünden yoksun iktidarsız ideolojilerin protez gücü kılınmak isteniyor. Şöyle ki, asırlara dayanan tarihsel gerçekliği paranteze alınan millet, ‘ulus’ haline getirilerek kendi tarihsel, kültürel ve manevi birikimine yabancılaştırılıyor. Üstelik kendisine bir ulus payesi biçilmiş millet sosyalizme giden yolda bir ara basamak olarak kurgulanıyor. Zira bugün, dün milliyetçiliği ağzına almaktan kaçınan eski tüfek Marksistler salt kendi ideolojilerinin kılgısal düzeyde gerçekliğini sınamak adına bu ideolojiyi bir denek taşı olarak kullanmaktadırlar. Milliyetçiliği fikri bozuma uğratan bu kesime göre artık ülkemiz Amerika denilen heyula bir gücün kuşatması altındadır ve emperyalizm artık kapımızdadır. Gerçekte bu sis tufanı içerisinde ülkemiz daha başka ülkelerin jeopolitik çıkarlarının sözcüsü konumuna getirilmeye çalışılmaktadır. Başka bir ifadeyle, uluslar arası camiada gelişen ekonomik ve siyasal yeni türde şekillenmelerin ve çıkarların ülkemizdeki izdüşümleri konjonktürel milliyetçiliktir. Bu türlü bir milliyetçilik anlayışı varlığı mağduriyete bağlanmış bir fikri perspektif olduğu içindir ki aynı zamanda bir zaruretin ürünü olarak görülür. Oysa milliyetçilik ne savunmacı ve korumacı bir anlayışla içe kapanan ne de hayallerin girdabında yolunu arayan bir ideolojidir. Milliyetçilik milletin uzun erimli ekonomik, siyasal ve toplumsal menfaatlerini gözeten ve stratejik hedefler öngören çok yönlü bir fikir akımıdır. Ancak, böyle bir fikrin kendisinden beklenen etkiyi gösterebilmesi için sanıldığının aksine derin bir devletten çok derin bir millete gereksinim vardır. Bugün ülkemizde yükselen bir milliyetçilik tartışmasının her fırsatta dile getirildiği bir ortamda milletin epistemolojik alanda sığlaşırken ontolojik düzeyde yükselmesi onun kendinden giderek uzaklaşması demektir. Derinleşmeyen bir milletin üzerinde yükselen milliyetçilik kendi ağır gövdesini zayıf köklerine rağmen taşıma tedirginliğiyle sağa sola salınan bir ağacın durumuna benzer. Oysa Türk Milliyetçiliği sağa sola yalpalayan, uluslar arası camiada belirli ülkelerin dış politik çıkarları adına ya da belirli kesimlerin iç hesapları adına suç endüstrisi ortamında üretilip paketlenerek pazarlanan hipokrit bir martaval değildir. Türk Milliyetçiliği esen rüzgârlara göre eğilip bükülen, duruma göre şekil alan bir fidanı değil, asırlardır kökleşen bir çınarı temsil eder.

 

Bugün fikri üretim kabızlığı her kesimden insanı umutsuzluğun eşiğine sürüklemektedir. Gerçekte yaşamı yeniden üretmeye dönük kendi beceriksizliğini ülkenin durumuna aksettiren kesimler toplumun önündeki sorunları çözmek yerine daha da üstesinden gelinmez bir hale soktular. Oysa dünya sistemi iddia edildiği kadar karmaşık bir zemin üzerinde kurulmamıştır. Bugün karşılaştığımız yeni dünya düzeni ve bu düzenin ideolojik kılıfı olan küreselleşme yaftası çoklu bir oyun stratejisinden ibarettir. Şöyle ki, bu yeni düzeni sınırları önceden çizilmiş bir satranç tahtasına benzetirsek bu tahtadaki her kare ayrı bir oyunu temsil etmektedir. Sınırları çizili böyle bir çoklu oyun sistemi içerisinde konumlanan karşı örgütlenmeler kat ettikleri her karede oyunu bozdukları yanılsamasına kapılırlar. Oysa gerçekte aynı oyunun içerisinde devinip durmaktadırlar ve oyun içinde oyun olduğu gerçeğinin hala farkında değildirler. Bu şekilde kapitalist sisteme muhalif bir duruş sergileyen kesimler bu satranç oyununda şahı dahi yutmuş olsalar neticede kuralları bildirilmiş ve prosedürü çizilmiş bir oyundan hala sıyrılmış değildirler. Sosyalist hareket bu çoklu oyun stratejisini çözümleyemediği içindir ki, bugün kapitalizm karşısında amiyane tabirle ideolojik bir prezervatif olmanın ötesinde anlam ifade etmemektedir. Böyle bir ilişki içerisinde kapitalizm sürekli haz alırken yeni bir çocuğun dünyaya gelmesi imkânsız kılınmıştır. Ülkemizde ulusalcılık adı altında örgütlenen belirli sol kesimler bu bağlamda aslında kapitalist sistemin olduğu gibi sürdürülmesine hizmet etmektedirler. Zira, bu kesimler salt kendi ideolojilerini haklı çıkarmak adına ülkede yerli bir burjuvazinin oluşmasına ve ulus inşasına kaynaklık etmeye çalışmaktadırlar. Bu da satranç tahtasının dışına çıkmak yerine kapitalizmin kendi kurallarıyla oyunu sürdürme obsesyonunun doğal bir sonucudur. Nasıl ki insan bir deveyi bir iğne deliğinden geçiremezse yaşamadığınız bir tarihsel süreçten kendi milletinizi geçirme gayretleri de aynı derecede beyhude bir çabadır ve bu çaba var olan düzenin olduğu gibi sürdürülmesine her koşulda hizmet eder.

 

Zira bugün her taşın altında Amerika parmağı aramaya dönük düşünüş biçimi sayesinde uluslar arası camiada yeni mitler yaratılmıştır. Bilindiği gibi mit gerçekten hareketle gerçeğin abartılı bir biçimde belleğe nakşedilmesiyle ortaya çıkar. Amerika bu mitsel üretim mekanizmalarını kendi yararına bulduğu için düzenine muhalif olan kesimleri daha da yüreklendirmektedir. Aslında Amerika yeni dünya düzenine muhalif aydınlarla kralla soytarıları arasında kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki kurmaktadır. Şöyle ki, eski devirlerde nasıl ki kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği gerçekleri soytarılar krallara duyuruyordu ve temelde bu fiil kralın otoritesinin sürdürülmesine hizmet ediyordu, bugün de aynı şekilde Amerika kendi düzenine muhalif olan kesimleri konuşturarak karşı kesimleri olabildiğince belirli kılarken kendi düzenini daha da çözülmez kılıyor ve böylece eleştirel kesimleri kendi otoritesine tabi kılıyor. Ancak bu tabi olma durumu sanıldığının aksine çoğu kez görünmez kılınmıştır.

 

Böylesine bir eleştirellik içerisinde sizin emperyalizme kapitalist sistemin içerisinden yükselttiğiniz her türden sorgulayıcı ve yargılayıcı mekanizma düzenin çarklarını olduğu gibi işletmesinin motor gücü haline gelmektedir. Bugün Türk Milliyetçiliği iki türlü kısırlaştırıcı etkiye maruz bırakılmaktadır. Birincisi Türk Milliyetçiliği mikro ölçekte ülkedeki mevcut düzenle organik birlik kurma çağrısıyla kendi özgün içeriğinden yalıtılmaktadır. İkincisi makro ölçekte kapitalizmle hesaplaşma içerisinde olan muhalif kesimlerin yukarıda sözünü ettiğimiz yanılsamaları dâhilinde yanlış bir çerçeve içerisine dâhil edilmeye çalışılıyor. Oysa Türk milliyetçileri dünya sistemini değerlendirirken bu oyunun içerisinde yer almayı değil, bu oyunu bozmayı kendilerine şiar edinmelidir. Aksi halde sığ Amerika düşmanlığı, her taşın altında bir Yahudi arama alışkanlığı, kuşatılmışlık sanrısı yaratma arayışı reel-politiğin iç dinamiklerini görmemizi engelleyebilir. Gerçekte o çok allanıp pullanan, süslenip uluğlanan Amerika bugün uluslar arası platformun organize suç şebekeleriyle donatıldığı küresel düzende başka ülkeler için tetikçi bir güçtür.  Dün İngiltere’nin düşünsel hamiliğini üstlendiği bu ülke bugün Almanya’nın düşünsel hamiliğinde eylemlerini sürdürmektedir. Dolayısıyla Amerika’da üretilen uzun erimli politikaların düşünsel kaynaklarına inmemizin dünya sisteminin kodlarının gerçek içeriğini anlamamızda bize yardımcı olacağı kanaatindeyim. Yoksa körü körüne bir Amerikan düşmanlığı bizi sömürgeci hedefler öngören başka ülkelerin emellerine aracı haline getirmekten başka bir sonuç yaratmaz.

 

Türk Milliyetçiliği ne Büyük Ortadoğu Projesi’ne eklemlenecek ne de bugün tarih sahnesinde fazlaca görünmemesine karşın yarın bir gün boy gösterme gayretinde olan başka ülkelerin projelerine eklenecek bir ideolojidir. Türkiye Ortadoğu’da yaşanan olaylardan şu dersi çıkarmalıdır: Devletsiz bir ülke başsız bir gövde gibidir. Baş aynı zamanda belleği ifade eder. Devlet, bir yanıyla milletin tarihi ve kültürel belleğinin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkar. Bugünse milletin belleği dekonsantrasyona tabi tutularak devlet meşru olma ve temsil etme noktasında krize sürüklenmeye çalışılmaktadır. Nitekim belleği her noktadan yıkıma uğratılmış bir nesil için ortak kederde, sevinçte, neşede, tasada birliğin altını çizen köklü milliyetçilik düşüncesi artık bir anlam ifade etmediği içindir ki, konjonktürel duygulanım mekanizmalarıyla açığa vurulan dönemsel bir milliyetçilik anlayışı bugün yükseliyor.  Aslında bu sürecin ortaya çıkmasının altında özellikle gelenekçi milliyetçi camia ve bazı Ortodoks solcular arasında sık rastlanan devleti bürokrasiyle karıştırma sorunsalı yatmaktadır. Bu şekilde bürokratik faşizm devletçilikle çoğu kez karıştırılmıştır. Devlet zamanla onu kuran toplumsal zeminden yalıtılarak teknik bir aygıt biçiminde aşkın bir mertebeye oturtulmuş ve içeriğinde saklı bulunan toplumsal ilişki tarzlarından yalıtılarak statik bir düzleme aktarılmıştır. Bu türlü bir algı batının devleti ifade ederken kullandığı ve aynı zamanda durum anlamına gelen ‘state,stato’ vs. kelimelerinden mülhem bir anlayışla devleti düşünme biçimimizden ileri gelir. Hâlbuki bizde devlet denildiğinde bu durağanlığı değil, tersi biçimde devinmeyi ifade eder. Dolayısıyla bugün esnek üretim ve yönetim modeli çerçevesinde devlet değişim ve dönüşüme uğratılırken bizse teknosantral bakış açısından devletin artık yok olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Bu düşünüş biçimi de bizi yılgınlığa ve ümitsizliğe sürüklüyor. Gerçekte bugün devlet her sahada yeniden yapılandırılma süreci içerisindedir. Ne yazık bu süreç içerisinde neoliberal politikalar belirleyici hale gelmiştir. Bu belirleyicilik yeni dünya düzenine muhalif kesimlerin yazgıcı eleştirelliğinin bir ürünüdür. Bu yazgısallık içerisinde devlet, sanki salt ontolojik düzeyde var olan bir yapı olarak görülür. Bu yapının ontik gerçekliği dışında epistemolojik sahada değişik türde kurumlandırma pratikleriyle kurulduğu gerçeğini göz ardı eden körleştirici bakış açısı devletin yeniden üretimini bize onun ölümü biçiminde yansıtmaktadır. Böyle bir yanılsama içerisinde tıpkı Vietnam sendromunda olduğu gibi eski korkularla yaşama alışkanlığından bir türlü kurtulamamaktayız. Oysa bugün asıl kaygı yaratan gerçeklikleri, içeriden devletin yeniden yapılandırılması süreci belirli kesimlerce hızla gerçekleştirilirken bizim hala dışarıdan kuşatıldığımız yanılsamasıyla bu yapılandırma sürecinde belirleyici bir rol üstlenemeyişimizde aramalıyız. Türk Milliyetçiliği bu yazgıcı, kapanmacı mecradan sıyrılarak reflseksiviteden aktiviteye geçişin moment noktası olmak zorundadır. Zira milliyetçilik ölmekte olan bir organizmanın son çığlıkları ya da köşeye sıkıştırılmış çaresiz bir insanın haykırışları değil, her dem yeniden doğan bir milletin doğum sancısıdır. Dolayısıyla bugün içinde yaşadığımız bunalımlı dönemi bir yok oluşa değil, aksine yeni bir var oluşa atfetmeliyiz.
#1 - Temmuz 13 2008, 23:28:36
''  Kaybedecek neyin var,ihtimalinden başka...

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.