Alternatifim Cafe

Dünya Dönüyor => İslam Dünyası => Konuyu başlatan: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:01:54

Başlık: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:01:54
Hz. Muhammed (S.A.V)

Hz. Muhammed Hicret’ten 52 yıl önce (Milâdi 570), Rebiülevvel ayının 17. gününde Mekke şehrinde dünyaya gelmişlerdir. Babası, Hz. Abdullah daha Hz. Muhammed dünyaya gelmeden, 25 yaşlarında vefât etmiştir. Annesi, Hz. Âmine’yi ise 6 yaşında iken kaybetmiştir. Küçük yaşta babasını ve annesini kaybeden Hz. Muhammed’i, dedesi Abdülmuttâlib himayesine aldı ve o zamana kadar kimseye verilmemiş olan Muhammed adını kendisine verdi. O da bir yıl sonra vefât edince, Hz. Muhammed’i amcalarından, Hz. Ali’nin babası Hz. Ebû Tâlib yanına alıp büyütmüştür. Hz. Muhammed Mekke’nin en büyük ailesi olan Hâşimiler’dendi.

Peygamberler, Peygamber olarak dünyaya gelirler ve o vazife için yaratılmışlardır. Peygamberlik gibi ağır bir emaneti yüklenmek için bir hazırlık devresi geçirirler, sonunda ilâhi vahye mazhar olurlar ve insanlara ilâhi emirleri tebliğe başlarlar.

Hz. Muhammed’in hayatı, Peygamberliğini açıklamaya emir alıncaya kadar; sade, temiz, çok dürüst ve yaşayışı da insanlığa örnek bir yaşayış idi.

Hz. Muhammed genç yaşlarında iken bütün Hicâz’da, daha Peygamberlik gelmeden önce, huylarının güzelliği ve her hususta emin oluşları dolayısıyla, Araplar tarafından “Muhammed’ül Emin” diye anılmaya başlanmıştı. Babasından mal, mülk, bir şey kalmadığı için bir hayli fakirdi; yalnız çok soylu bir aileden olduğu için çok itibar görürdü.


Hz. Hatice ile Evlenmesi 

Kureyş hanımlarından olan Hz.Hatice ticaretle uğraşmakta idi. Çok zengin ve dul olduğundan, mallarını idare etmesi, ticaretini sürdürmesi için emin bir kişi olarak gördüğü Hz.Muhammed’i kendisine yardımcı seçti. Daha sonra Hz.Muhammed ile Hz.Hatice evlendiler. Evlendiklerinde Hz.Muhammed 25, Hz.Hatice ise 38 veya 40 yaşlarında idi. Hz.Muhammed’in, Hz.Hatice’den iki erkek, dört kız çocuğu olmuştur.Bütün evlâtları kendi zamanında âhiret dünyasına göç etti. Hayatta kalan tek evlâtları Hz.Fâtıma ise Hz.Muhammed’in, Peygamberlikleri zamanında Hicret’ten 11 yıl önce dünyaya gelmiştir.

Hz.Muhammed’in soyu çok sevdiği kızı “Ehl-i Beyt”ten olan Hz.Fâtıma’dan yürümüştür. Hz.Fâtıma’dan da, Hz.Peygamber’in çok sevdikleri “Ehl-i Beyt”ten olan torunları Hz.Hasan ile Hz.Hüseyin dünyaya gelmişlerdir.


İlk Vahy’in Gelişi 

Hz.Muhammed ilk vahy’in gelişini şöyle anlatıyorlardı:

“Hirâ dağında, adımın çağrıldığını duyardım; fakat çağıranı göremezdim. Derken bir gün melek göründü bana; kucakladı beni, göğsüne bastırdı, sıktı ve «Oku» dedi. Ben okumak bilmem dedim. Tekrar sıktı «Oku» dedi. Aynı sözü söyledim. Yine sıktı «Oku»” dedi. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetlerini okudu:

“(1) Oku Rabbinin adıyla ki bütün mahlûkatı yarattı, (2) İnsanı da bir parça kan pıhtısından var etti; (3) Oku ve Rabbin, pek büyük bir kerem sâhibidir, (4) Öyle bir Rab ki kalemle öğretmiştir, (5) İnsana bilmediğini belletmiştir (öğretmiştir).” (Alâk 1-5. âyetler)

Bu âyetler Hz.Muhammed’e ilk inen sûrenin ilk beş âyetidir.Hz.Muhammed’e, Allah tarafından ilk vahiy Ramazan ayında nâzil olmuştur.

“Ramazan ayı ki onda Kur’ân inzal olunmuştur. Kur’ân nas için aynı hidâyettir; doğru yola götüren, hak ile bâtıl arasını ayıran açık delillerdir.” (Bakara 185. âyet)

Kur’ân-ı Kerîm, Hz.Peygamber ebedî âleme göçene kadar 23 yılda tamamlanmıştır. Nâzil olan bütün âyetler, Allah tarafından zaman zaman vahiy edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de; kulun, yani Peygamber’in Allah ile ancak vahiy yoluyla konuşabileceği anlatılmaktadır. Bu konudaki âyetler de şunlardır:

“Vahiyle veya perde ardından olması veya bir elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahiy etmesi suretlerinden başka hiçbir suretle Allah’ın konuşması hiçbir insana müyesser olmaz. Çünkü O yücedir, işinde hakimdir.” (Şûra 51. âyet)

“(192) Kur’ân şüphesiz Rabbelâleminin indirmesidir. (193-194-195) Sen Tanrı azâbıyla korkutanlardan olasın diye onu «ruh-i emin» açık olan Arap diliyle indirmiştir.” (Şuarâ 192-195. âyetler)

“ (16) (Ey Muhammed)! Vahiy bitmesin diye acele almak için dilini kımıldatma. (17) Çünkü onu kalbinde toplamak ve lisanında kıraatini sabit kılmak bize aittir. (18) Sana Kur’ân-ı Kerîm’i kıraat eylediğimizde sen onun kıraatine tâbi ol. (19) Onu izah ve beyân yine bize düşer.” (Kıyâmet 16-19. âyetler)


Peygamber Oluşu 

Hz.Muhammed 40 yaşlarında iken (Milâdi 610), yine Hirâ dağındaki mağarada halvette bulunuyordu. Bu sefer Allah tarafından, kendisini doğrudan doğruya Peygamberlik görevine çağıran, Kur’ân-ı Kerîm’in Müddesir Sûresi’nin 1-7. âyetleri nâzil oldu.

“(1) Ey örtüsüne bürünmüş Peygamber! (2) Kalk azapla korkut. (3) Rabbini büyüklükle an, (4) Elbiseni temiz tut. (5) Azâba bais olan şeyleri bırak. (6 ) Çok istemek üzere bir şey verme. (7) Rabbin için her şeye katlan.”

Gelen bu “vahiy”den sonra artık “vahiy”lerin arkası kesilmedi. Sürekli ve zamana bağlı olarak “vahiy” gelmeye başladı. Hz.Muhammed’in, Peygamberlik hayatı iki devreye ayrılır. Birinci devre Peygamberliğinin başlangıcından Medine’ye Hicret’ine kadar geçen 13 yıllık dönemdir (Milâdi 610-622). İkinci devre ise Hz.Peygamber’in Hicret’ten, Hak’ka vuslat edinceye kadar geçen 10 yıllık dönemdir (Milâdi 622-632).

Hz.Muhammed halkı İslâmiyete davete başladığında, erkeklerden ilk olarak Hz.Ali, kadınlardan da Hz.Muhammed’in eşi Hz.Hatice Müslüman olmuş; ona inanmışlar, uymuşlar ve ezeli îmanlarını izhâr etmişlerdir. Belli bir süre sonra da Hz.Muhammed; önce akrabalarını, ardından Safa Tepesine çıkarak tüm Mekke halkını, Allah’tan gelen emir gereğince açıktan açığa, Müslüman olmaya çağırmaya başladı.


Kardeşi, Veziri, Vasîysi, Halîfesi 

Kur'ân-ı Kerim'in Şuarâ Sûresi’nin 214-216. âyetleri:

“(214) Pek yakın kavim ve kabileni (akrabalarını) Allah azâbıyla korkut. (215) Sana tâbi olan mü’minlere kanadını alçak tut. (Onlara karşı yumuşak davran, lûtufla muamele et) (216) Kavim ve kabilen sana karşı gelirlerse «-Ben sizin işlediklerinizden vâresteyim» dersin.”

Bu âyetler nâzil olunca Hz.Muhammed, Hz.Hatice’ye yemek hazırlatmış ve Hz.Ali’ye de; “Hâşim oğulları soyundan olanları çağırmasını” emir buyurmuşlardı.

Yemekten sonra Hz.Muhammed:

“Ben bütün insanlara, Tanrı elçisi olarak gönderildim. Ulu ve yüce Allah, mensub olduğum boydan, bana en yakın olanları korkutmamı buyurdu. Allah’tan başka yoktur tapacak demezseniz, sizi azâbından kurtaramam” buyurdular. Amcası Ebû Leheb; “Bizi bunun için mi çağırdın” dedi ve yakışmayacak sözler söyledi. Gelenler de dağılıp gittiler.

Hz.Muhammed, Hâşim oğullarını bir kere daha çağırdı. Yedirdi, içirdi. Sonra; “Ey Hâşim oğulları” dedi. “Bana itâat edin, yeryüzüne hâkim olun. İçinizden kim bana yardım eder, bu işte beni kuvvetlendirirse kardeşim, vasîyim, vezirim, vârisim ve benden sonra halîfem olur” buyurdu. İçlerinden hiçbiri cevap vermedi. Genç yaşta olan Hz.Ali ayağa kalkıp; “Ey Tanrı elçisi! Bu işte ben sana yardım edeceğim” dedi. Hz.Muhammed; “Otur” buyurdu ve sözünü bir kere daha tekrarladı. Yine Hz.Ali’den başka cevap veren çıkmadı. Üçüncü defasında Hz.Peygamber, Hz.Ali’ye; “Otur” buyurdular ve Hz.Ali’ye hitaben; “Artık kardeşim, vasîyim, vezirim, vârisim ve benden sonra halîfem sensin” demişler ve toplantıda bulunan Hâşim oğullarına “Ali’ye itâat edin” buyurmuşlardır.

Hz.Muhammed’in getirmiş olduğu yeni din, Mekke’de büyük muhalefetle karşılaştı. Bilhassa Kureyş’in ileri gelenleri, Hz.Peygamber’in halkı İslâm’a davetine, şiddetle karşı çıktılar. Çünkü İslâmiyet puta taparlığı kaldırıyor, insan hakları üzerine birçok yenilikler getiriyordu. Bu durumda, Hz.Muhammed davetlerini bir müddet gizli tutmak zorunda kalmıştır.

Bu dönemde İslâm dînini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu, üst düzeyden mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler oldukları halde, onlarda bir müddet dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır.

Az zamanda yeni dinin müminleri çoğaldı. Bunlara “Tanrı’ya teslim olan” anlamına gelen “İslâm” denildi. İlk Müslümanlar çok ağır hakaretler, işkenceler gördükleri halde, îmanlarından, inançlarından asla dönmediler, kendilerine ve yakınlarına yapılan işkencelere tahammül ettiler.

Hz.Muhammed’in halkı Müslüman olmaya çağırışı, bulundukları mevki ve ellerindeki güçleri yitirebilecekleri kaygısıyla, Mekkeli müşrikleri (inkârcıları-inanmayanları) tedirgin etti. Kâ’be’den putlarının kaldırılmasının, ticaretlerini engelleyeceği ve bir takım alışkanlıklarına son verileceği için büyük bir tepki gösterdiler.

Bu ortamda Arabistan diyarı görülmemiş bir ahlâksızlık ve cehâlet içindeydi. Onun için Hz.Muhammed’den önceki Arap tarihine “Cahiliye devri” denir. Hz.Muhammed’e kadar Hak dîni Hıristiyanlıktı. Ancak Hıristiyanlık dîni, Tanrı görüşüyle de, hukuk sistemiyle de, artık insanlığın ihtiyacını gerektiği gibi karşılayamıyordu.Müslümanlık, bütün Peygamberleri Allah tarafından gönderilmiş elçiler olarak kabul ediyordu.

Bu yıllarda İslâmiyet’i kabul eden, kimsesiz ve yoksul olan Müslümanlara; müşriklerin, inkârcıların yaptıkları cefâlar, eziyetler gittikçe artmaktaydı. Hz.Muhammed’in, İslâmiyet’e davete başladıklarının 10. yılında (Milâdi 620) o yılın Ramazan ayında, üç gün arayla amcası Hz.Ebû Tâlib ile vefâlı eşi Hz.Hatice vefât ettiler. Müslümanlar o yıla “Hüzün Yılı” adını verdiler.
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:03:04
Âdem Aleyhisselam

Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası.

Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Taif arasında kırk yıl yatıp “salsal” oldu yani pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamın nuru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cuma günü ruh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi.

Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselama karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselama karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.” iddiasında bulundu. İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca gadab-ı ilahiyyeye uğradı ve Cennet’ten kovuldu.

Âdem aleyhisselam kırk yaşındayken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havva yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet’te yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat Cennet’te bulunan bin ağaç için, “Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin.” buyurdu.

Âdem aleyhisselam ve Havva validemiz, Cennet’te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havva, sonra Âdem aleyhisselam yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselam Hindistan’da Seylan (Serendib) Adasına, Havva ise, Cidde’ye indirildi. Birbirlerinden iki yüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselam ve hazret-i Havva bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duaları kabul oldu. Hacca gelmeleri emrolundu.

Arafat Ovasında hazret-i Havva ile buluştu. Kâbe’yi inşa etti. Her sene hac yaptı. Arafat Meydanında veya başka meydanda kıyamete kadar gelecek çocukları belinden zerreler halinde çıkarıldı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soruldu. Hepsi; “Bela = Evet!” dediler. Sonra hepsi zerreler haline gelip beline girdiler. Buna “Ahd-ü-Misak” ve “Kalu Bela” denildi. Âdem aleyhisselam ve hazret-i Havva daha sonra Şam’a geldiler. Burada yirmi defa ikiz evladı oldu. Bir defa da yalnız Şit aleyhisselam oldu. Neslinden kırk bin kişiyi gördü.

Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Cebrail aleyhisselam kendisine on iki defa geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; iman edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıb, ilaçlar, hesab, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya, tıb, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. İbrani, Süryani ve Arap dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.

İlk insanlar, bazı tarihçilerin zannettiği gibi ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak ve vahşi kimseler değildi. Bugün Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşiler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı. Bundan dolayı ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için vahşidir denilemez. Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı. Okuma-yazma bilirlerdi. Demircilik, dokumacılık, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Altın üzerine para dahi basılmış, maden ocakları işletilip, çeşitli aletler yapılmıştı.

Âdem aleyhisselamın hiç sakalı yoktu. İlk sakalı çıkan Şit aleyhisselamdır. Hazret-i Âdem çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday tenliydi. On bir gün hasta yatıp, bir Cuma günü vefat etti. Âdem aleyhisselam vefat edince, Cebrail aleyhisselam bir gömlek giydirdi. Şit aleyhisselama yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler.

Hadis-i şerifte buyruldu ki:
“Âdem aleyhisselam vefat edince, melekler üç defa su ile yıkadılar. Onu defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek, (Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız) dediler.”

Şit aleyhisselam imam olup cenaze namazını kıldırdı. Âdem aleyhisselamın kabri; Kudüs’te, Mina’da, Mescid-i Hif’te veya Arafat’tadır. Hayatını bildiren rivayetler birbirinden farklıdır.

Hazret-i Âdem, Allah’a ilk hamd ve ilk tövbe edendir. Seçilmişlerin ilki, yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halifesidir.

Birçok mucizeleri vardır. Bunlardan bir kaçı şöyledir:
Yırtıcı, vahşi hayvanlarla konuşurdu. Susuz dağ ve taşlara elini vurunca, pınarlar fışkırır, temiz sular akardı. Eline aldığı ufak taşlar, yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi.

Âdem aleyhisselamın yaratılması, Cennet’te kalması, Cennet’ten çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi, Kur’an-ı kerimde çeşitli âyet-i kerimelerde bildirilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:04:10
Şit (Şis) Aleyhisselam  

Âdem aleyhisselamdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselamın oğludur. Âdem aleyhisselamın oğullarından Hâbil ile Kâbil arasında çıkan anlaşmazlık netîcesinde Kâbil, Hâbil’i öldürünce, Allahü teâlâ, hazret-i Âdem’e, Hâbil’e karşılık ihsân olarak, yeni bir oğul verdi. Âdem aleyhisselamın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, Şit aleyhisselam tek doğdu. Şit adı verilen yeni oğlun ismi İbrânice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hîbesi” mânâsınadır. İsmine “Şis” de denilmiştir.

Âdem aleyhisselamın oğullarından Kâbil, Hâbil’i şehit ettikten sonra doğmuş olan Şît aleyhisselam, son peygamber Muhammed aleyhisselamın nûrunu alnında taşıyordu. Bu sebeple Âdem aleyhisselam onu pek fazla seviyordu. Bütün evlâdı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti.

Peygamber efendimizin nûruyla ilgili olarak oğlu Şît aleyhisselama şöyle vasiyyet etti: “Oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nûrudur. Bu nûru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”

Şit, bu vasiyet üzerine sâlihâ bir kızla evlendi. Sonra evlâtlarına da böyle vasiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devâm ettiler.

Âdem aleyhisselamın vefatından sonra, Allahü teâlâ, Şit aleyhisselama peygamberlik verdi. Elli sayfa (forma) küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanâyi bilgileri, kimyâ ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.

Şit aleyhisselam zamânında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar. Onlara Allahü teâlânın emirlerini bildirip îmân etmeye çağırdı.

Şit aleyhisselamın dîninin esasları, Âdem aleyhisselamın bildirdiği dînin esaslarına uygundu. Şit aleyhisselam ekseriyâ Şam’da ikâmet edip, insanlara, Allahü teâlâya îmân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazîfesini yaptı. Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti. Şit aleyhisselamın çocukları ve torunları îmâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyândan uzak dururlardı.

Şit aleyhisselam, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şit aleyhisselamın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrâr ettiler. Şit aleyhisselam, onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Babası, Âdem aleyhisselamla veya kardeşleriyle Kâbe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı.

Son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nûru Şit aleyhisselamdan onun oğlu Enûş’a geçti. Şit aleyhisselam, oğlu Enûş’a, babası Âdem aleyhisselamın, Muhammed aleyhisselamın nûruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş’u yeryüzüne halîfe tâyin ederek vefat etti. Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yâhut da dokuz yüz sene olduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz on iki yâhut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivâyet edilmiştir.

Şit aleyhisselamdan sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teâlâ onlara İdrîs aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi.

Şit aleyhisselam Âdem aleyhisselamın öteki evlâtlarının hepsinden güzel ve fazîletliydi. Sûret ve sîrette yâni hâl ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Âdem aleyhisselam onu diğer evlâtlarından çok severdi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:05:01
İdris Aleyhisselam

Kur’ân-ı kerîm’de ismi geçen peygamberlerden. Şit aleyhisselamın torunlarındandır. Asıl ismi Ahnûh veya Hanûh’tur. Kur’ân-ı kerîm’de İdrîs diye bildirildi. Kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiği için “Müselles bin-Ni’me” (kendisine üç nîmet verilen) de denilmiştir. Babasının adı Yerd, annesinin adı Berre veya Eşvet’tir. Bâbil’de veya Mısır’da Mûnif denilen yerde doğduğu rivâyet edilmiştir. Kendisine otuz suhuf (forma) kitap verildi. Diri olarak göğe kaldırıldı.

Âdem aleyhisselamdan ve Şît aleyhisselamdan sonra insanlar madden ve mânen bozuldular. İdrîs aleyhisselam, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyân, kötülük ve günâhın işlendiği bu topluluğa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü teâlâya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrâil aleyhisselam dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etti.

İdrîs aleyhisselam, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselamın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh Tûfânını ve Âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mucizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itâat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdrîs aleyhisselam yaşamış olduğu Bâbil diyârından Mısır’a hicret etti. Kendisine îmân edenlerle birlikte burada yerleşti. Allahü teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasib etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd etti.

İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idârecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Rehâ şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kâidelere göre kendi bölgelerinde pekçok şehirler kurdu.

İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pekçok kimseye hikmet ve riyâziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesâb ilmini öğretti. İdrîs aleyhisselam kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü teâlânın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimyâ ve tıb bilgilerini İdrîs aleyhisselamın kitâbından aldılar.

İdrîs aleyhisselam, uzun seneler insanları hak dîne dâvet etti. Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp herbirine bir vekil tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde göğe (semâya) kaldırıldı. Dünyâda yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrâil aleyhisselam, İdrîs aleyhisselamı ziyârete geldi. İdrîs aleyhisselam, Azrâil’e: “Bir anlık benim rûhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselama; “Onun rûhunu al!” diye vahyetti. Azrâil aleyhisselam rûhunu aldı. Allahü teâlâ, İdrîs aleyhisselamın rûhunu tekrar iâde etti. İdrîs aleyhisselam, Azrâil aleyhisselama; “Beni semâlara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi. Allahü teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdrîs aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil’e vahyedip, İdrîs aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdrîs aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak sûretiyle bildirilmiştir. Tefsir âlimleri âyet-i kerîmede bildirilen “yüce mekân”dan murâdın, peygamberlik ve Allahü teâlâya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı, yâhut dördüncü kat semâ olduğunu bildirmişlerdir.

Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz aleyhisselam Mîrâca çıktığı zaman, hazret-i İdrîs’i dördüncü kat semâda gördüğünü bildirmiştir. İdrîs aleyhisselam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

İdrîs aleyhisselam, ağaçların yapraklarının sayısını bilirdi. Duâ ederken (Bî adedil-evrâk) “Ağaçların yaprakları kadar” diyerek tesbih okurdu. Yıldızlara âit ilmi bilirdi. Kavmini îmâna dâvet ettiği zaman, yıldızların heyeti, durumu ve diğer husûsî hâllerini açıklamasını istediler. İdrîs aleyhisselam bunu geniş olarak haber verdi. Yıldızların durumunu anlattı. Bunun için “nücûm ilmi” hazret-i İdrîs’den kalmıştır, denir. Melekler grup grup onun ziyâretine gelip görünürlerdi. Her birinin ismini, vazîfesini, tesbihini bilirdi. Havada uçup giderlerken onları görürdü. Gökyüzündeki bulutlara dağılmalarını emrettiği zaman dağılırlar ve dile gelip onunla konuşurlardı. Bunlar Allah’ın İdrîs aleyhisselama verdiği mucizelerdir.

İdrîs aleyhisselamın hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:
“Akıllı kimsenin rütbesi yükseldikçe, tevâzûsu (alçak gönüllülüğü) artar.”

“Câhil, mertebesi yüksek olsa da, basîret ehlini hakîr ve aşağı görür.

“Dostlar arasındaki hakîkî sevgi, içinde bir menfeat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir.”

“İnsanda bulunan en fazîletli cevher, akıldır. Sâhibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey sâlih ameldir.”

“İyi hasletlerin en üstünü; kızgınlık hâlinde doğruluk, sıkıntı hâlinde cömertlik, cezâ vermeye gücü yettiği hâlde affetmektir.”

Kur’ân-ı kerîm’in Meryem, Enbiyâ sûrelerinde İdrîs aleyhisselamla ilgili haberler verilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Tylers - Mayıs 24 2008, 17:05:28
Paylaşım süper Merve..
Eline sağlık.
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:06:21
Nuh Aleyhisselam  

İdris aleyhisselamdan sonra gönderilen peygamberlerden. Allah korkusundan dâima ağladığı için adına, çok ağlayan, inleyen mânâsına gelen “Nuh” denilmiştir. İdris aleyhisselam insanlara peygamber olarak gönderilip onlara doğruyu gösterdikten sonra diri olarak göke kaldırıldı. Onun göke kaldırılmasından sonra insanlar doğru yoldan ayrıldılar. Onu çok sevenler ayrılık acısına dayanamadılar. Resmini yapıp seyrettiler. Daha sonra gelenler, bu resimleri tanrı sandılar ve çeşitli heykeller yapıp, tapmaya başladılar. Böylece insanlar arasında putperestlik meydana çıktı. İnsanlar putlara tapmaya başladıktan sonra, gün geçtikçe aralarında, zulüm, zorbalık, fitne, ahlâksızlık gibi kötülükler artıp yayıldı.

Hazret-i Nuh, böyle bir cemiyet içinde çocukluğundan beri doğru yolda bulunan, Allahü teâlâya ibâdet eden sâlih bir kul idi. Sulama işleriyle, çiftçilikle, hayvan yetiştirmekle, marangozluk ve ev inşasında çalışıyordu. Doğru yoldan ayrılmış olan insanların kötülüklerinden de tamâmen uzak duruyordu. Elli yaşında iken, Allahü teâlâ, onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Kendi zamânında yaşayan bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselam, ömrünün sonuna kadar insanları Allahü teâlâya îmân etmeye, O’nun emirlerine uymaya, dâvet edeceğine söz (misak) verdi. Ona yeni bir din ve kitap verilmeyip, kendinden önceki peygamberlerin dinlerindeki hükümleri dokuz yüz elli sene insanlara bildirdi, onları hidâyete çağırdı. Peygamber olarak gönderildiği insanlar Kur’ân-ı kerîmde; puta tapan, günahkar, kötü ve kalpleri kararmış bir millet olarak vasfedilmektedir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhakkak ki biz, Nuh’u (aleyhisselam) kavmine resûl olarak gönderdik” (A’râf sûresi: 59) buyrulmaktadır.

Nuh aleyhisselam kavmine kendilerine peygamber olarak gönderildiğini, putlara tapmaktan, haksızlıktan ve zulümden vazgeçip, Allahü teâlâya îmân edip, O’nun emirlerine uymalarını bildirdi. Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış ve başkalarını tahakküm altına almak isteyen insanlar inanmadılar ve ona düşman oldular. Nuh aleyhisselam onlara nasihat ederek: “Ben size doğru yolu göstermek, zulmü kaldırıp, adâleti yaymak için Allah tarafından gönderildim. Herkesin putlara tapmaktan vaz geçip bir olan Allah’a ibâdet etmesini, kulluk yapmasını bildiriyorum” dedi. Kavmiyse bu davete inanmayarak emirlerine uymamakta ve sapıklıklarında ısrar ediyordu. Çok az kimse îmân etmişti. Fakat Nuh aleyhisselam tebliğ vazifesini yapıp, kavmini yılmadan, yorulmadan devamlı sûrette Allah’a îmân ve kulluk etmeye çağırıp, isyan ederlerse azâba yakalanacaklarını bildiriyordu. Kavmi ise bu dâvete uymadıkları gibi, Nuh aleyhisselamı kendilerine doğruyu, hakkı anlatırken dinlememek için parmakları ile kulaklarını tıkıyorlar, onu görmemek için elbiseleriyle başlarını kapatıyorlardı. Bir taraftan da ona inananlara zulüm ve işkence yapıyorlardı.

Hazret-i Nuh’un dâveti, günden güne uzaktan yakından duyuluyor, her yerde ondan bahsediliyordu. O’na îmân etmeyenlerse bundan endişe duyuyor ve düşmanlıklarını safha safha artırıyorlardı. Nuh aleyhisselam gittikçe azan kavmine“Ben size zor ve güç bir teklif yapmıyorum. Puta tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Sizlerin herbir grubu başka bir gruptan korkuyor zulüm görüyorsunuz ve zulmediyorsunuz. Allah’tan korkunuz zulmedenlerden ve mazlumlardan olmayınız.” diyordu.

Yıllar sürüp gidiyor, Nuh aleyhisselam ise tebliğ vazifesini devamlı olarak yapıyordu. Çok az kimse îmân etmişti. Diğer insanlarsa iş sâhibi zorbalar, kötü işlerle uğraşan kimseler veya düşkünlük içinde hayat süren zelil, esir ve muhtaç kimselerdi. Her geçen gün daha bedbahtlaşan bu insanlar, bir türlü fitne, fesat ve sapıklıktan el çekmiyorlardı. Nuh aleyhisselam böylesine düşmüş olan insanlara acıyor şefkat ve sabırla onları kurtarmaya çalışıyordu. Onlar ise bunu idrak edemeyip karşı çıkıyorlar, hazret-i Nuh’u taşa tutuyorlar, onu şehirden kovuyorlar, evini harap ediyorlar, sapıklıkla itham ediyorlardı. Bir türlü kötülüklerini anlayıp, azgınlıktan vazgeçmiyorlardı. İsyanları sebebiyle Allahü teâlâ onlara gadap etti. Senelerce yağmur yağdırmadı. Malları, hayvanları helak oldu. Bağları bahçeleri kuruyup, servetleri kayboldu, nesilleri kesildi. Son derece muhtaç ve fakir hâle düştüler.

Onların bu hâli karşısında Nuh aleyhisselam; “Ey kavmim başınıza gelen bunca belâlar günahlarınız sebebiyledir. Putlara tapıp, Allah’a ibâdet etmekten kaçındığınız için Allahü teâlâ size gadap etti. Bu sebeple yağmurlar kesildi. Büyük sıkıntılara düştünüz. Ama Rabbinizden günahlarınızın bağışlanmasını isteyin, sizi affedip üzerinize rahmet yağmuru göndersin. Size mallar ve evlatlar ihsan ederek imdat etsin. Nihâyet bir gün ölüp kabre gireceksiniz. Rabiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra diriltecek ve amellerinizin cezâsını ve mükâfâtını verecek...” diyerek daha birçok husûsu iyice anlatıp onlara ehemmiyetle nasihat etti. İsyandan vaz geçmezlerse daha ağır azaplara düşeceklerini bildirdi.

Nuh aleyhisselam ve bildirdiklerine inanmayıp putlara tapmakta israr eden azgın millet “Ey Nuh gerçekten bizimle çok mücâdele ettin, bunda da çok ısrarlı davrandın. Bu işe başladığın gündenberi bizi devamlı olarak azapla korkutup durdun. Artık sözünde doğru isen şu azâbı getir de görelim. Artık ne olacaksa olsun.” diyerek onun nasihatlarını ve dâvetlerini hiç kabul etmedikleri, Kur’ân-ı kerîm’de Hûd sûresinde (ayet 32) bildirilmektedir.

Nûh aleyhisselam kavminin bu tutumu karşısında aslâ yılmadan, tebliğ vazîfesine devâm ettiği hâlde, onların bir türlü îmâna gelmeyeceklerini iyice anladı. Bunun üzerine meâlen şöyle dua ettiği Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmektedir:
“Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Ey Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden hiçbir kâfiri bırakma! Eğer sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete, sapıklığa sürüklerler. Hem bundan sonra onların çoluk çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri kimseler olurlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın bütün müminleri mağfiret eyle, bağışla, zâlimlerin (kâfirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.” (Nuh sûresi: 26-28) ve
“(Nuh aleyhisselam dua edip) dedi ki: Yâ Rabbi! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladı. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve berâberimdeki müminleri kurtar.” (Şuara sûresi: 117-118)

Nuh aleyhisselamın bu duası üzerine, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlânın ona meâlen şöyle vahy ettiği bildirilmektedir:
“Nuh’a vahy olundu ki; kavminden daha önce îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikam alma vakti gelmiştir. Nezâretimiz altında ve vahy ettiğimiz, bildirdiğimiz şekilde bir gemi yap! Zâlimler (kafirler) hakkında bana dua etme. Zîrâ onlar (suda) boğulacaklardır.” (Hûd sûresi: 36-37)

Nuh aleyhisselam kendisine gönderilen vahiy üzerine hemen bir gemi yapmaya başladı. Geminin yapılmasında Cebrâil aleyhisselam, Allahü telânın emri üzerine yardımcı oluyor ve nasıl yapılacağını târif ediyordu. Nuh aleyhisselam ve îmân eden müminler de geminin yapılmasında çalıştılar. Geminin inşâsını gören putperestler; “Şimdi de marangozluğa mı başladın?” diyerek alay ediyorlardı. Hazret-i Nuh ise; “Benimle alay ediyorsunuz ama, rezil edici azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz.” diyordu.

Nuh aleyhisselam, yüzyıllar boyu insanları Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdığı hâlde insanların îmân etmemeleri sebebiyle helak olmalarının yaklaştığı sırada son olarak şöyle dedi. “Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allah tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasihat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, sabır ve tahammül gösterdim. Bana, inananlara eziyet edip, incittiniz Allahü teâlâ yer yüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, dâvetimi kabul ediniz. Câhillik etmeyiniz. Allahü teâlâya itâat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama,Allah’ın azâbı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, îmân edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allah’a îmân etmeyen âsiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen îmân etsin ve benimle yolcu olsun. Bu benim, herkesin duyması gereken son sözümdür.”

Nuh aleyhisselamın son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; “Ey Nuh, uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tufanla korkutuyorsun biz sana da söylediklerine de inanmıyoruz.” dediler.

Nihâyet bir müddet sonra geminin yapımı tamamlandı. Hazret-i Nuh’un yaptığı ve üç katlı olduğu rivâyet edilen bu geminin ateş yanarak kazanı kaynayıp hareket ettiği (Buharlı bir gemi olduğu) Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmektedir. Hûd sûresi, 40. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki:
“Nihâyet helak etme emrimizin azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırdığı (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nuh’a şöyle emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir edilenler hâriç âile halkınla bir de îmân edenleri gemiye yükle. Zâten Nuh’a îmân edenler pek az idi.”

Gemiye binecekler hazır olunca hazret-i Nuh onlara, Allahü teâlânın ismiyle gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde Hazret-i Nûh ile gemiye bindiler. Nitekim Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki:
“Nuh (aleyhisselam) gemiye bineceklere; “Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, müminleri mağfiret edici ve merhametiyle tufân belâsından kurtarıcıdır.” dedi.” (Hûd sûresi: 41) Yine Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki:
“Ey Nuh sen ve berâberindekiler gemiye yerleşince; “Bizi zâlim (kâfir) milletten kurtaran Allah’a hamd olsun. Rabbim, beni hareketli bir yere indir sen, indirenlerin en hayırlısısın.” de.” (Mü’minûn sûresi: 28, 29)

Nuh aleyhisselam her hayvandan birer çift alıp, îmân edenlerle birlikte gemiye yerleştikten sonra, gökten çok şiddetli bir yağmur yağmaya ve yerden de sular fışkırmaya başladı ve her şey suya gark oldu. Sular dağları aştı. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında kaldı. Nuh aleyhisselama inanmayan putperest kavim boğularak helak olup gitti. Bu tûfan hâdisesi Kur’ân-ı kerîm’de Kamer sûresi 11 ve 12. âyette bildirilmektedir.

Tûfan başladığı sırada Nuh aleyhisselam îmân etmeyen oğlu Yâm’a (Kenan), îmân edip gemiye binmesini söyledi ise de oğlu; “Dağa çıkar sudan kurtulurum.” deyip binmedi. Bir dalga gelip onu da boğdu. Boğulanlar arasında hazret-i Nûh’un hanımı da vardı. O da îmân etmemişti. Tûfan altı ay devam etti. Altı ay sonra Allahü teâlânın meâlen; “Ey arz! Suyunu yut ve ey gök suyunu tut...” (Hûd sûresi 44) emriyle yağmur kesilip sular çekildi.

Nuh aleyhisselamın gemisi Muharrem ayının onunda aşure günüIrak’ta Cûdi Dağı üzerine oturdu. Bundan sonra insanlar Nuh aleyhisselamın üç oğlundan türedi. Bu bakımdan Nuh aleyhisselama ikinci Âdem denildi. Nuh aleyhisselam bin yaşında vefat etti. Nuh aleyhisselamın Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan ise Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Nihâyet insanlar zamanla çoğalıp, Asya’ya, Avrupa’ya, Okyanusya’ya ve Berring (Behreng) Boğazından Amerika’ya geçerek bütün yeryüzüne yayıldılar.

Nuh aleyhisselam Kur’ân-ı kerîm’de şekür (çok şükreden kul) sıfatıyla anılmış olup, birçok âyet-i kerîmede ondan bahsedilmektedir. Ayrıca Kur’ân-ı kerim’deki sûrelerden biri de Nuh sûresi olup, bu sûrede Nuh aleyhisselamdan bahsedilmektedir. Ülü’lazm peygamberler arasında Neciyullah (Allahü teâlâya karşı devamlı olarak teveccühte ve münâcaatta bulunup, ilâhî feyzleri alan) denilen Nuh aleyhisselam hakkında Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki:
“Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselam) Nuh’a (aleyhisselam) geldiğinde dedi ki: “Ey Nuh ey peygamberlerin en büyüğü (en yaşlısı) ey uzun ömürlü ve ey duası kabul olunan! Dünyâyı nasıl gördün?” Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Şöyle bir kimse gibi ki, kendisine iki kapısı olan bir ev yapılmış da birinden girmiş diğerinden çıkmıştır.”

Mucizeleri:
1. Nuh aleyhisselamın kavminden bir fırka gelip, oturdukları beldedeki büyük taşları toprak yapmasını istemişlerdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselamı gönderip, “Resûlüme söyle, o taşlara eliyle işâret etsin.” buyurdu. Nuh aleyhisselam da buyrulduğu gibi yapıp eliyle işâret edince, o beldede bulunan bütün taşlar birden toprak oldular. Bunun üzerine on iki kişi îmân etti.

2. Uzakta bulunan ve gözle görülemeyecek şeyleri görüp haber verirdi.

3. Susuz yerlerden su çıkarırdı.

4. İşâretiyle ağaçlar kökünden sökülüp başka yere geçerdi.

5. Duâsıyla kuru ağaçlar hemen meyve verirdi.

6. Duâsıyla bulutsuz olarak yağmur yağardı.

7. Kum, toprak, kil gibi şeyler, onun duasıyla yiyecek maddeleri hâline gelirdi. Gemisi Cudi Dağının üzerine oturunca, insanlar açlıktan kurtulmak için yiyecek istediklerinde dua edince, bir miktar toprak ve kum yiyecek hâline geldi ve bunu yediler.

8. Îmân ederek, gemisine girip tufandan kurtulan insanlar çok az olmasına rağmen, onun duasıyla çok kısa zamanda çoğalarak arttılar.

9. Eliyle yere diktiği bir ağaç fidanı o anda çeşitli renklerde meyve verdi.
 
 



teşekkür ederim can'cım (:
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:07:32
Hud Aleyhisselam

Yemen’de bulunan Âd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselamın oğlu Sâm’ın neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur’ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerdendir.

Yemen’de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan îtibâren Allahü teâlâya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hûd aleyhisselam, gayet şefkâtli ve çok cömertti.

Nûh tûfânından sonra torunlarından biri olan Âd, Yemen’de Hadramut civârında Ahkâf denilen yerde yerleşti. Âd’ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem Bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allahü teâlâyı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakîrleri ve diğer kabîleleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı.

Allahü teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak için Hûd aleyhisselamı onlara peygamber gönderdi. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Âd kavmine kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. Hûd (aleyhisselam) onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O’ndan başkası yoktur. Hâlâ O’nun azâbından korkmayacak mısınız?” dedi. (A’râf sûresi: 65).

Hûd aleyhisselam kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazîfesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulum ve günahlardan tövbe ederek vazgeçmeye ve Allahü teâlâya şükür ve ibâdete çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hûd aleyhisselamı dinlemeyip, ona karşı kaba ve inkârcı davrandılar.

Hûd aleyhisselam kavminin bu tutumu üzerine; “Eğer doğru yola gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazîfemi yapıyorum; Rabbim size acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?” buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hûd aleyhisselama; “Mucize getirmeden putlarımızı terk etmeyiz.” dediler. Hûd aleyhisselam onlara; “İstediğiniz mucize nedir?” diye sordu. Onlar da “Rüzgârı istediğin tarafa çevir!” dediler. Hûd aleyhisselam dua etti. Allahü teâlâ; “Ne tarafa istersen elinle işâret et!” buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikâmette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd aleyhisselamın duası ile bu da oldu. Bu mucizeleri gördükleri hâlde inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hûd aleyhisselam dua etti. Koyunların yünü ipek hâline geldi.

Âd kavmi, gösterilen mucizelere rağmen inanmadılar. “Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de görelim!” dediler.

Hûd aleyhisselam kavmini îmâna dâvete devâm etti. Pek az kimse îmân etti. Kavmi ise hakâret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hûd aleyhisselam; “Ya Rabbî! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesîle olacak bir musîbet ver?” diye bedduada bulundu. Hûd aleyhisselamın bedduasını kabul buyuran Allahü teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu.

Bu arada Hûd aleyhisselam kavmini îmâna, tövbe ve istigfâra dâvete devâm ediyordu. Hûd aleyhisselamın kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir:
“Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O’na tövbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek îmândan yüz çevirmeyin.” (Hûd sûresi: 52)

Hûd aleyhisselamın bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd aleyhisselama işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd aleyhisselama bildirildi. Bir sabah Hûd aleyhisselam îmân edenleri biraraya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, işte bize yağmur geliyor, dediler. Hûd aleyhisselam “Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder.” dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu.

Fussilet sûresi 16. âyet-i kerîmesinde, bu rüzgâr “sarsar” (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de “eyyâm-ı nahisât” olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikde havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Nihâyet Hûd’u ve berâberindeki îmân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzib ederek, yalanlayarak îmân etmemiş olanların kökünü kestik.” (A’râf sûresi: 72)

Hûd aleyhisselam ve ona îmân edenler bu şiddetli kasırgada Allahü teâlâ tarafından muhâfaza edildiler. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu.

Hûd aleyhisselam, Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde ibâdet ve taatla meşgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i şerîf (Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki mescit)te Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.

Hûd aleyhisselam ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin A’râf, Hûd, Mü’minûn, Fussillet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Hâkka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir. 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:08:14
Salih Aleyhisselam

Semûd kavmine gönderilen peygamber. Hazret-i Âdem’in on dokuzuncu batından torunudur.

Hûd aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Ad kavmi, isyânları sebebiyle büyük bir azaba düşüp, helâk olmuştu. Îmân ettikleri için bu azaptan kurtulan insanlar ise kendilerine yeni yurtlar kurmak üzere çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu dağılan insanlardan bir kısmı Semûd denilen kimsenin evlatlarıdır. Semûd kavmi, Şam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen bölgede yerleşmişti. Bu sebeple “Eshâb-ül-Hicr” de denilen bu kavim, gün geçtikçe çoğalıp büyüdü. Dokuz kabîleden meydana geldi. Çok çalışıp, bağlar, bahçeler yetiştirdi. Çöllerin kuru sıcağından kurtulup, dağları oyarak tepelere saraylar, ovalara köşkler kurdular. Sanatta ve servette iyice ilerlediler. Ancak, zevk ve safâya düşüp daha önce kendilerine Hûd aleyhisselam tarafından bildirilen, hak dinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Kabîle reislerinin de zulme ve haksızlığa başlamaları üzerine, gittikçe çözülen, Semûd kavmi, nihâyet ağaçtan ve taştan putlar yapıp tapmaya başladılar. Saptıkları kötü yolda sürüklenerek, tevhid esâsından, Allahü teâlâya îmân etmekten tamâmen uzaklaştılar. Câhil ve azgın bir kavim oldular.

Sâlih aleyhisselam, bu kavim arasında herkesle iyi geçinen, fakirlere yardım eden, zayıfları koruyan ve üstün ahlâkıyla sevilen bir zâttı. Kırk yaşlarına geldiği sırada, Allahü teâlâ onu Semûd kavmine, doğru yolu göstermek üzere peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselam kavmini îmâna dâvet edip, putlara tapmaktan, zulümden ve diğer bütün kötülüklerden uzak durmalarını ısrarla söyledi. Kavmine; “Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun, bana itâat edin.” diyerek dâvetini açıkladı.

Sâlih aleyhisselamın bu dâveti karşısında pek az kimse îmân etti. Kavmin çoğunluğu îmân etmemekte direndi. Servetlerine güvenen, zevk ve safâ içinde kendinden geçip, zulme başvuran inkârcılar, Sâlih aleyhisselama; “Sen de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin!” diyorlar, onu, “büyülenmiş, yalancı” sayıyorlardı. Sâlih aleyhisselam ise kavmini îmâna dâvet etmeye devam ediyor ve şöyle diyordu:

“Ey Semûd kavmi! Siz içinde bulunduğunuz bu güzel bağ ve bahçelerle, bu yemyeşil ekinler, altın başaklarla, güzel hurmalarla ve çağlayan sularla berâber ebedî olarak burada kalacağınızı mı zannediyorsunuz? Bu evleri kim yaptı. Şimdi kim oturuyor, hiç düşünüyor musunuz? Bu bağların ve bahçelerin ilk sâhipleri kimlerdi, şimdi kim oturuyor? Belki onlar da sizin gibi kendilerini burada ebedî kalacak zannediyorlardı. Fakat hepsi ölüp gittiler. Siz de gelip geçenler gibi öleceksiniz. Bunlar size kalmayacak. Âhirette, yaptıklarınızdan birer birer hesâba çekileceksiniz. Henüz fırsat eldeyken bana tâbi olun. Şunu iyi bilin ki, bugün sizi aldatıp, Allah’a isyân ettirenler, ilâhî azaptan kendilerini de sizi de kurtaramayacaklardır. Çünkü onlar da sizin gibi âciz insanlardır.”

Allahü teâlâ, Semûd kavmine isyân ve taşkınlıktan vaz geçmeleri için, kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Semûdluların bir kuyu hâricindeki bütün suları kurudu. Sâlih aleyhisselama kin ve öfkeyle gelen Semûdlular: “Ey Sâlih! Aramıza fesâd karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bize zarar verdin. Buradan çekil git. Yoksa seni öldürürüz.” dediler. Sâlih aleyhisselam bir müddet onlardan ayrılıp tenhâ yerlere gitti. Bir müddet sonra tekrar dönüp Semûdluları îmâna dâvet etti. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselamdan mucize göstermesini istedi. Ancak mucizeleri gördükleri hâlde yine îmân etmediler.

Yine bir gün Sâlih aleyhisselama gelip: “Eğer doğru söylüyorsan, şu dağdaki sarp kayalardan kızıl tüylü ve doğurmak üzere olan bir dişi deve çıksın. O zaman sana îmân ederiz.” dediler. Bunu istemekten maksatları akıllara durgunluk verecek, insanları şaşırtacak bir iş isteyip, yapamamasını ve mahcup olmasını düşündüler.

Sâlih aleyhisselam; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, böyle bir mucize görürseniz, dağdan akan pınar suyunun bir gün deveye, bir gün size âit olmasına râzı mısınız?” dedi. Semûd kavmi böyle bir şey olamayacağını düşünerek; “Bu şartı da kabul ediyoruz.” dediler.

Sâlih aleyhisselamın bu şarttan maksâdı; dağdan gelen pınar suyunun az olması ve azgın insanların sâhiplenmesi sebebiyle zor durumda kalan kimselere yardımcı olup, devenin hissesi olan suyu fakir ve zayıflara vermekti.

Sâlih aleyhisselam onlara; “Benimle sözleştiğinizi unutmayın, şâyet deve çıkınca ona bir zarar verirseniz ve verdiğiniz sözlerde durmazsanız acı bir azâba uğrarsınız.” dedi. Semûd kavmi; “Sen deveyi çıkar, her istediğini kabul edeceğiz. Aksine bir iş yaparsak azâbı da kabul ediyoruz.” dediler. Nihâyet devenin çıkmasını istedikleri dağın kayalıkları önünde toplanıp, beklemeye başladılar.

Sâlih aleyhisselam böyle bir mucize vermesi için Allahü teâlâya dua etti ve duası kabul oldu. Kaya yarılıp, arasından istedikleri gibi bir deve çıktı. Deve, iki yana dizilip hayret ve şaşkınlıktan donakalan Semûd kavmi arasından salına salına yürümeye başladı. Sonra da bir yavru doğurdu. Bu mucizeyi görenlerden bir kısmı îmân etti. Diğer bir kısmı ise menfaatlerinin ve zulümlerinin ortadan kalkacağını görerek bir türlü îmân etmediler. Sâlih aleyhisselam onlara sözlerinde durmalarını, aksi takdirde ağır bir azâba düşeceklerini söyledi. Fakat inad ve inkârdan vazgeçmediler. Suyun taksimi işi de kendilerine ağır gelip kendilerine göre çâreler aramaya başladılar.

Mucize olarak kayadan çıkan deve, yavrusuyla birlikte her tarafı dolaşıyor, su içme nöbeti olduğu gün de suyun başına gelip suyu tamâmen içiyordu. Su içmesi de ayrı bir mucize olup tonlarca su içiyor, su vücûdunda kayboluyordu. Suyu içip bitirince, su çıkan yerde oturuyordu. Îmân edenler, ondan bir kabîleye yetecek kadar bol süt sağıyorlar, sütten içiyor ve yiyecekler yapıyorlardı. Böylece inananların îmânı kuvvetlenir, inkârcıların kinleri artardı. Bu mucize karşısında âciz kalan Semûd kavmi, deveyi ödürmeyi plânlıyordu. Nitekim, Sâlih aleyhisselamın nasîhat edip, îmân etmeye çağırdığı bir sırada, onlar, su içmekte olan deveyi göstererek; “Güyâ şu deveyi öldürsek biz helâk olacakmışız! Onu öldürelim de gör!” dediler.

Nihâyet çeşitli plânlar kurarak deveyi öldürdüler. Sonra da Sâlih aleyhisselama; “İşte deveyi öldürdük. Eğer söylediğin gibi bir peygambersen söylediğin azâbı getir.” dediler.

Sâlih aleyhisselam bu azgın kavme şefkat ve merhâmetle nasîhat edip; “Ey kavmim! Nedir bu yaptığınız? Sizin için bir imtihan vesîlesi olan deveyi de öldürdünüz. İnkârda ve günahkârlıkta ısrar ettiniz. Buna rağmen tövbe kapısı açıktır. Neden azâbın gelmesini istiyorsunuz, tövbe ediniz!” dedi. Bu son dâvete de sert cevaplar veren Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselamı, âilesini ve îmân edenleri de öldürmeyi plânlamaya başladılar.

Sâlih aleyhisselam bu azgın kavme şöyle dedi: “Yurdunuzda üç gün daha kalın, birinci gün yüzünüz sararacak, ikinci gün kızaracak, üçüncü gün siyahlaşacak, dördüncü gün ise üzerinize azâb gelerek sizi helâk edecektir!”

Sâlih aleyhisselamın söylediği bu günler gelip çattı. Bu sırada Semûd kavmi Sâlih aleyhisselamı ve inananları öldürme teşebbüsüne giriştiler. Onlar harekete geçmeden, Cebrâil aleyhisselam gelip, durumu Sâlih aleyhisselama bildirdi. Sâlih aleyhisselam da îmân edenlerle birlikte oradan uzaklaşıp gitti.

Birinci günde bâzı acâib hâller zuhûr etti. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığı, ağaçların yapraklarının kızardığı, kuyu suyunun kan renginde ve insanların yüzlerinin sapsarı olduğu görüldü. İkinci günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Bu belirtileri gören Semûdlular azâbın geleceğine kanâat getirip feryât ettiler. Yüzlerinin siyahlaştığı üçüncü gün, evini sarıp hücum ettikleri Sâlih aleyhisselamın, şehirden çıkıp gittiğini anladılar. O gün, gece yarısından sonra, sabaha karşı şiddetli bir sarsıntı ve dağlardan fışkıran ateş ile Semûd kavminin yurdu altüst oldu. Sayhanın (sarsıntının) şiddetinden hepsinin ödleri patladı. Hepsi helâk olup gittiler. Bundan sonra da yurtları hiç mâmur edilmedi. Sanki hiç insan yaşamamış bir yer hâlini aldı.

Semûd kavmi helâk edildikten sonra Sâlih aleyhisselam, îmân edenlerle birlikte gelip, yerle bir edilen şehre ibretle bakarak; “Ey kavmim! Sizden hiçbir ücret istemeden, sizi sâdece Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ettim ve bunu size tebliğ ettim. Bu duruma düşmeyesiniz diye, size nice nasîhatlar yaptım. Fakat siz dinlemediniz. Sonra bu azâba uğradınız!” dedi.

Sâlih aleyhisselam, kavminin helâkinden sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke’ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına yerleşti. Hadramût tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır.

Kur’ân-ı kerîmin değişik âyet-i kerîmelerinde, Sâlih aleyhisselamdan ve kavminden bahsedilmekte olup, Semûd kavminin helâk edilişi meâlen şöyle bildirilmektedir:
Semûd kavmine gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar, körlüğü (câhillik ve sapıklığı) hidâyete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları (işledikleri) günâh yüzünden şiddetli azap yıldırımı yakalayıverdi. Îmân edip de azâbımızdan korkanları ise kurtardık. (Fussilet sûresi: 17-18)

Sâlih aleyhisselamın mucizeleri:
1. Kayadan deve çıkartması.

2. Sâlih aleyhisselamın kavminin bulundukları yerde hamt denilen meyvesiz ağaçlardan başka ağaç yoktu. “Hak peygambersen, bu ağaçlar meyve versin!” diye kendisine mucize teklifinde bulundular. Sâlih aleyhisselam dua edince, bu ağaçların hepsi çeşit çeşit meyveler verdi.

3. Sâlih aleyhisselamın duası bereketiyle büyük taştan su çıkmıştır.

4. Sâlih aleyhisselamın çadırına ateş tesir etmemiştir. Şöyle ki, kavmi koyuncu idi. Senenin bâzı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi. Îmân etmeyenlerden biri, gizlice Sâlih aleyhisselamın çadırını ateşe verince, çadır yanmağa başladı. Bunun üzerine kavminden kâfir olanlar; “Hak peygamber isen, çadırındaki yangını söndür!” diye alay etmeye, eğlenmeye başladılar. Hazret-i Sâlih, yangının sönmesi için dua edince, kendi çadırı kurtulup, ateş kâfirlerin çadırlarına geçti ve hiçbir çadır kalmayıp, içindeki eşyâlarla berâber, yanıp kül oldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:09:05
Zülkarneyn Aleyhisselam

Peygamber veyâ velî. Kur’ân-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi İskender’dir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn diye anılmıştır. Nûh aleyhisselamın oğlu Yâfes’in soyundandır. Peygamber olup olmadığı açıkça bildirilmedi. Yemen’de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşadı.

Sâlih bir zât olan Zülkarneyn aleyhisselamı Allahü teâlâ yeryüzündeki insanlara emir ve yasaklarını tebliğ ile vazîfelendirdi. Zülkarneyn aleyhisselam Allahü teâlâya niyazda bulunup; kendisine kuvvet vermesini, insanlar arasında hangi ilim ve adâletle hükmetmesi gerektiğinin bildirilmesini istedi.

Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Sana verdiğim vazîfeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin herşeyi ihsân ederim. Sana heybet veririm hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar vermez. Seni kuvvetlendiririm. Hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Aydınlık ve karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhâfaza eder.”

Allahü teâlâ hazret-i Zülkarneyn’in emrine bulutları ve başka vâsıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece düşmana kısa zamanda gâlip gelirdi. Her sefere çıkışında önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi. Devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymağı azmetti.

Teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselamı kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti. Allahü teâlânın emriyle müminlerden meydana gelen ordusu ile ilk önce batıya yürüdü. Vardığı yerlerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnsanlara iyilik ve ihsânlarda bulundu. İnanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn (yerleşilmiş) yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş denizler başlamıştı. Oraya vardığı sırada orada bir kavim buldu. Bu kavim kâfir olup vahşî hayvan derisinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Zülkarneyn aleyhisselam bu kavmi, güzel muâmelede bulunarak hak dîne dâvet etti. Kavimden bir kısmı îmânla şereflendi bir kısmı ise îmân etmekten yüz çevirdi. Zülkarneyn aleyhisselam inanmayanların üzerine yürüdü ve onları karanlıkta bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ve Allahü teâlânın varlığına, birliğine inandılar.

Zülkarneyn aleyhisselam müminlerden kurduğu ordusu ile uğradığı her yerdeki bütün insanları hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrahim aleyhisselamla görüşüp hayır duasını aldı. Nasîhatlerine kavuştu. Daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Zülkarneyn aleyhisselam orada, yer altındaki mahzenlerde yaşayan kavmi hak dîne dâvet etti. Daha sonra kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. O kavmi de hak dîne dâvet etti. Kavmin pâdişâhı Zülkarneyn aleyhisselamı iyilikle karşıladı ve hediyeler takdim etti. Bütün kavmiyle birlikte hak dîni kabul etti. Zülkarneyn aleyhisselamın iltifatlarına kavuştu. Ye’cüc ve Me’cüc adlı kavimlerin zararından şikâyette bulundu. Zülkarneyn aleyhisselam o kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc’ün zararından korunmak için sed yaptılar.

Zülkarneyn aleyhisselam bir seferi esnâsında hiçbir dünyâ malı ve serveti olmayan, rızıklarını sebzeden temin eden bir kavme rastladı. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, her gün mezarını temizler ve ibâdetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn aleyhisselam o kavmin hükümdarıyla da görüştü. Hükümdar kendilerinin dünyâya önem vermediklerini, âhireti hatırlamak için de ibâdetlerini mezarlarda yaptıklarını anlattı.

Zülkarneyn aleyhisselam Allahü teâlânın yardımıyla, doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri feth edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazîfesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasında Dûmet’-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldu.

Vefât etmeden önce yakınlarına “Ben vefat edince usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarda sarkık kalsın. Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vâsiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Az bir zaman sonra da vefat etti. Mekke’ye veya Mekke civârındaki Tehâme Dağlarında bir yere defn edildi.

İskender-i Zülkarneyn böyle vâsiyyet etmekle “Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı dünyâda kalıyor. Sizler âhirette de faydalı olacak işler yapın.” demek istedi.

Zülkarneyn aleyhisselam beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâk sâhibi, Hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevâzi, alçak gönüllü ve adâlet sâhibi idi. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için zenbil örer kendine, çoluk çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için sed yapmıştı.

Seddi rivâyetlere göre Asya’nın doğusundaki mümin Türklerin ricâsı üzerine inşâ etmişti. İki dağ arasına taş ve demirden yapılmış olan bu sed bugünkü Çin Seddinden başkadır.

Kur’ân-ı kerîmin Kehf sûresi 83-98. ayet-i kerimelerinde Zülkarneyn aleyhisselamla ilgili haberler verilmektedir. Peygamber efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:
İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi. Mümin olan ikisi Zülkarneyn ile Süleyman (aleyhisselam) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî mâlik olacaktır.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:09:56
İbrahim Aleyhisselam  

Kur’ân-ı kerîm’de ismi bildirilen peygamberlerden, ülülazm adı verilen altı peygamberden biri olup, Keldânî kavmine gönderilmiştir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Allahü teâlâ ona Halîlim (dostum) buyurduğu için Halîlullah veya Halîlürrahmân olarak bilinir. Babası mümin olan Târûh olup, annesi Emile’dir. İbrahim aleyhisselam, Peygamber efendimizin dedelerindendir. Çünkü, ilk oğlu İsmail aleyhisselam Arapların, ikinci oğlu İshak aleyhisselam da İsrailoğullarının ceddi yâni dedesidir. Keldânî memleketi olan Bâbil’in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Yüz yetmiş beş yaşındayken Kudüs’te vefat etti.

İbrahim aleyhisselama annesi Emîle veya Ûşâ hâmileyken, babası Târûh vefat etti. Annesi, amcası olan Âzer ile evlendi. Âzer üvey babası ve amcası olup, putperestti. Geçimini put yapıp satarak temin ederdi.

Tefsir âlimleri, En’âm sûresinin Âzer’in ismi geçen 14. âyetini tefsir ederken, Âzer’in hazret-i İbrahim’in amcası ve üvey babası olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Zîrâ, Peygamberimizin baba ve dedeleri Âdem aleyhisselamdan beri hep mümindi. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” (Şu’arâ sûresi: 219) buyrulmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken, Peygamberimizin bütün ana ve babalarının, mümin olduğunu anlamışlardır. Abdullah ibni Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte de: “Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni temiz babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum.” buyuruldu.

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli, en güzel ve en temiz kimseleriydi. Hepsi de aziz ve muhteremdiler. İbrahim aleyhisselamın babası, Târûh da böylece mümin, yâni inanmıştı. Kötü ahlâktan, âdî ve çirkin sıfatlardan uzaktı.

Nûh aleyhisselamdan çok sonra Bâbil’de hüküm süren, yıldızlara ve putlara tapan Keldânî kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları kendine ve putlara taptırıyordu. Bir gece gördüğü rüyâyı, müneccimler; “Doğacak bir erkek çocuğun yeni bir din getireceği ve onun saltanatını yıkacağı.” şeklinde tâbir edince, Nemrûd yeni doğan erkek çocukların öldürülmelerini ve hâmile kadınların hapsedilmelerini emretti. O sırada hazret-i İbrahim’e hâmile olan annesi, amcası Âzer’le evliydi. Görünüşte hâmileliği belli olmadığı için fark edemediler, kocasına da; “Çocuk doğunca oğlan olursa, kendi elinle Nemrûd’a teslim eder mükâfât alırsın.” dedi. Annesi zamânı gelince de şehir dışında bir mağarada doğum yaptı ve Âzer’e çocuğun doğup öldüğünü söyledi. Oğlunu mağarada gizledi ve orada büyüttü. Yanına gittiğinde onu parmağını emerken bulur ve doymuş görürdü. Parmaklarından süt ve bal gelirdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselamı göndererek bu gıdâları Cennet’ten parmaklarına akıtırdı.

İbrahim aleyhisselam büyüyüp, mağaradan çıkınca, güneşe, aya, yıldızlara ve kâinâta bakarak bunları yaratan eşi ve benzeri olmayan bir yaratıcının olduğunu anladı. Keldânî kavmine gelerek, taptıkları yıldızların ve putların ilâh olmadığını, anlayabilecekleri açık delillerle anlattı. Bâbil halkı çocuk yaşta olan ve putlarına karşı çıkan hazret-i İbrahim’i üvey babası Âzer’e şikâyet ettiler. Âzer, İbrahim aleyhisselamı azarlayarak bu işten vazgeçmesini istediyse de İbrahim aleyhisselam onun sözlerine hiç aldırmayıp; “Benden delil isteyin göstereyim. Bana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâ beni sizden ayırdı. Sizin içinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve putlarınızı sevmiyorum.” dedi. Putlara tapmanın mânâsız olduğunu Âzer’e de söyledi. Âzer hiddetlenip İbrahim aleyhisselamın yanından uzaklaşmasını istedi.

Genç yaştayken Keldânî kavmine peygamber olarak gönderilen ve kendisine on sayfa (forma) kitap verilen İbrahim aleyhisselam, Allahü teâlânın emriyle büyük-küçük herkesi Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı. İnsanlara topluca ve açık bir tebliğde bulunmayı, putların mânâsız ve âcizliğini, onlara tapmanın sapıklık olduğunu gâyet açık bir şekilde göstermek istedi. O zaman Keldânî kavmi, bir gün bayram yapmak üzere bir yere toplandı. Onlar gittiği zaman İbrahim aleyhisselamın üvey babası ve puthânenin bekçisi olan Âzer onu da bayram yerine gitmeye zorladı. İbrahim aleyhisselam hasta olduğunu söyleyerek gitmedi. İnsanlar bayram yerinde toplandıkları zaman, yetmiş kadar putun bulunduğu puthâneye girdi. Getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp, parça parça etti. Sâdece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak, oradan uzaklaştı.

Keldânî kavmi bayramdan dönünce, puthâneye girip, putların kırılıp parça parça edildiğini görüp, şaşırdılar. Bunu kim yaptı, diye bağrışmaya başladılar. Bu işi, İbrahim yapmıştır, diyerek onu yakalayıp halkın önünde sorguladılar. “Ey İbrahim! Putlarımızı sen mi kırdın?” deyince, İbrahim aleyhisselam, bu işi olsa olsa; “Ben varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar!” diyen şu iri put yapmıştır, demiştir. “Siz ona sorunuz.” deyince, putperestler; “Putlar konuşmaz ki, sen bize ona sor diyorsun!” dediler. Bunun üzerineİbrahim aleyhisselam; “O hâlde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan, size hiçbir faydası olmayan bu putlara ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve bu taptığınız putlara yazıklar olsun!” dedi. Putlarınıİbrahim aleyhisselamın kırdığını anlayan Keldânî kavmi, onu hapsettiler. Durumu da ilâhlık iddiâsında bulunan kralları Nemrûd’a bildirdiler.

Nemrûd, İbrahim aleyhisselamı yanına getirmelerini emretti. İbrahim aleyhisselam Nemrûd’uAllahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti. Nemrûd, bunu reddettiği gibi, İbrahim aleyhisselamın kendisine secde etmesini istedi. Secde etmeyince, hapsettirdi ve ateşte yakılmasını emretti. Günlerce yığılan odunlar ateşlendi. Şiddetinden yanına yaklaşamadıkları ateşe hazret-i İbrahim’i mancınıkla attılar. Ateşe atılırken; “Hasbiyallah ve ni’mel vekil”, yâni“Bana Allah’ım yetişir. O ne iyi vekildir, yardımcıdır.” dedi. Ateşe düşerken Cebrâil aleyhisselam gelip; “Bir dileğin var mı?” diye sorunca; “Var, fakat sana değil, Rabbim beni görüyor, biliyor.” dedi. Onun bu hâli Kur’ân-ı kerîm’de övülüyor ve; “Sözünün eri olan İbrahim.” buyruluyor.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen ateşe; “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmette ol!” (Enbiyâ sûresi: 69) diye emretti. Ateşin içi yemyeşil bir bahçe kesildi. Cebrâil aleyhisselam da kendisine arkadaş oldu. Cennet’ten gömlek ve yaygı getirdi ve onu Cennet nîmetleri ile doyurdu. Ateşte yedi gün kaldığı rivâyet edilir. Ateş sönünce mucizeyi gözleriyle görenlerden kardeşi Haran, amcasının kızı ve sonra hanımı olan hazret-i Sâre ve bâzı kimseler îmân ettiler. İbrahim aleyhisselam ateşten kurtulduktan sonra Keldânî kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etti. Fakat zâlim Nemrûd ve putperest ahâli küfürlerinden vazgeçmediler. Allahü teâlâ, Nemrûd ve kavmine sivrisinekleri musallat etti. Sinekler onların kanlarını emdiler ve kuru kemik hâline getirdiler. Sineklerden birisi de Nemrûd’un burnundan girip beynine yerleşti. Uzun zaman azap ve ızdırap verdi. Hattâ başını tokmakla döğdüre döğdüre öldü. Allahü teâlâ, tanrılık iddiâ eden Nemrûd’u en âciz mahlûklarından birisi olan sivrisinekle cezâlandırdı.

İbrahim aleyhisselam Allahü teâlânın emriyle Bâbil’den Harrân’a (Urfa’nın güneyinde bir yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu Lut aleyhisselam, hanımı Sâre Hatun ve diğer inananlar da bulundular. Harrân’da bir müddet kaldıktan sonra,Şam’a, oradan da Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuk esnâsında kardeşinin oğlu Lut aleyhisselamın Sedum bölgesi ahâlisine peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Lut aleyhisselamın Sedum’a hareketinden sonra, Mısır’a giden İbrahim aleyhisselam rivâyete göre bu sırada otuz sekiz yaşındaydı.

Mısır’a gittiği sırada Sinan bin Ulvan adlı zâlim bir Firavun vardı. İbrahim aleyhisselam ve hanımı hazret-i Sâre’nin Mısır’a geldiğini haber alan Firavun, zorbalık yaparak Sâre’yi almak istedi. Bu zâlim hükümdâr hazret-i Sâre’yi sarayına çağırttı. Ona musallat olmak isteyince nefesi kesilip elleri ve ayakları tutmaz hâle geldi. Bu hâline pişman olup, musallat olmaktan vaz geçti. Hazret-i Sâre’den, onun düştüğü fecî hâlden kurtulması için dua etmesini istedi. Hazret-i Sâre, hükümdârı bu kadın öldürdü, diye suçlanmasından korktuğu için, dua etti.Tekrar eski hâline dönen Firavun, Hacer adında bir câriyeyi hazret-i Sâre’ye hediye etti. Bu hâdiseden sonra İbrahim aleyhisselam hanımı Sâre ve hediye edilen Hacer Hâtunla birlikte Mısır’dan ayrılıp, Filistin’e gitti.

Filistin topraklarındaki ıssız ve kupkuru bir yer olan Sebû’ya yerleşti. Bir müddet burada kaldı. Zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları ovaları ve vâdileri doldurdu. Çok zengin oldu. Sebû denilen yere sonradan gelip yerleşen insanların İbrahim aleyhisselamı incitmeleri üzerine oradan ayrılıp, Şam tarafında Kıst adlı yere göçtü. Çok cömerd olan İbrahim aleyhisselam insanlara çok ikrâmlarda bulunurdu.

İbrahim aleyhisselam, çocuğu olmadığı için hanımı hazret-i Sâre’nin isteği ve izniyle hazret-i Hacer’le evlendi. Bu evlilikten İsmail aleyhisselam doğdu. Muhammed aleyhisselamın nûru hazret-i Hacer vâsıtasıyla İsmail aleyhisselama intikâl ettiği için, hazret-iSâre’nin kalbinde hazret-i Hacer’e karşı gayret hâsıl oldu. İbrahim aleyhisselam, hazret-i Sâre’yi üzmemek için Allahü teâlânın emriyle hazret-i Hacer ve oğlu İsmail’i (aleyhisselam) yanına alarak, o zamanlar ıssız ve susuz bir yer olan Mekke’ye götürdü. Onları oraya bırakıp, Şam diyârına geri döndü. Hacer annemiz ve oğlu İsmail aleyhisselam oradayken, mübârek Zemzem suyu yerden fışkırarak çıktı.

İbrahim aleyhisselam, daha önce bir oğlum olursa, Allah yoluna kurban edeceğim, diye adakta bulunmuştu. İbrahim aleyhisselam, hazret-i Hacer ve oğlu İsmail aleyhisselamı ziyâret için Mekke’ye geldiği sırada, üç gün üst üste gördüğü bir rüyâ üzerine İsmail aleyhisselamı kurban etmek istedi. Tam kurban etmek üzereyken, Allahü teâlâ İbrahim aleyhisselama rüyâsına sadâkat (bağlılık) gösterdiğini bildirerek kurbanlık bir koç ihsân etti. Böylece İsmail aleyhisselam, kurban edilmekten kurtuldu. Allahü teâlâ, İbrahim aleyhisselama ihtiyar yaşında hazret-i Sâre’den İshak isimli oğlunu ihsân etti. İbrahim aleyhisselam birkaç defâ hazret-i Hacer’i ve oğlu İsmail aleyhisselamı ziyâret etti. Bir defâsında oğlu İsmail ile birlikte Beytullah’ı (Kâbe-i muazzamayı) inşâ etti. Cennet yâkutlarından olan Hacer-ül-Esved adlı siyâh taşı Cebrâil aleyhisselamın bildirmesiyle alarak, Kâbe-i muazzamanın duvarına yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken, şimdi Makâm-ı İbrahim denilen taşın üzerine bastı. Kâbe’yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselam aracılığıyla bildirdiği gibi, İsmail aleyhisselam ve Mekke’de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibâdetini yaptı.

İsmail aleyhisselamla haccın rükünlerini yerine getirdikten sonra, oğluna Kâbe’ye bakması ve onu koruması için tenbihde bulundu. Şam’a gitmek istedi. Gitmeden önce Arafat’a çıkıp, İsmail aleyhisselamın evlâdına dua etti ve Şam’a döndü. Ertesi sene hac mevsiminde hanımı hazret-i Sâre ve oğlu İshak aleyhisselamı da alarak Mekke’ye geldi. Hac ibâdetini yaptıktan sonra, birlikte Şam’a döndüler.

İbrahim aleyhisselam, vefat etmeden önce oğlu hazret-i İsmail’e şu vasiyette bulundu: “Ey oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselamın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti, bu nûru iyi muhâfaza edip, ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et. Nikâhlı, afîf ve temiz kadınlara teslim eyle. Evlâdına da böyle vasiyette bulun.” dedi. Yüz yetmiş beş yaşında hazret-i Hacer ve hazret-i Sâre’den sonra Kudüs’te vefat etti. Kudüs civârında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, İbrahim aleyhisselamın Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlurrahmân ismiyle meşhurdur. Hazret-i Lut, hazret-i İshak ve hazret-i Yakub ile pekçok peygamberin bu beldede bulunduğu rivâyet edilir. Müslüman hükümdârlar oradaki mescitleri ve türbeleri kendi devirlerinde tâmir ettirmişlerdir. Halîlurrahmân’daki mescit ve türbeleri ise son olarak Osmanlı Sultânı İkinci Abdülhamîd Han tâmir ettirmiştir.

İbrahim aleyhisselam ülülazm peygamberlerin ikincisi olup, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. İbrahim aleyhisselamdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslindendir.

Allahü teâlâ hazret-i İbrahim’i ilâhî sırlara vâkıf kıldı ve onu, ateşe atıldığında nefsiyle, oğlu hazret-i İsmail’iAllah için kurbân etmesini bildirip evlâdı ile malı ile imtihân etti. Malı ile imtihân edilmesi şöyle olmuştur: O kadar zengindi ki, sâdece sığırları yarım milyon olup, davarları, ovaları ve vâdileri dolduruyordu. Cebrâil aleyhisselam insan sûretinde gelip; “Yâ İbrâhîm, bu sürüler kimindir?” deyince; “Allah’ındır fakat benim elimde emânettir. Allahü teâlâyı tesbih et, ismini an, onu zikret, bu sürülerin hepsi senin olsun.” diyerek bütün malını bağışladı. Cebrâil aleyhisselam kendini tanıtınca, hazret-i İbrahim; “Ben Allah için bağışladığımı geri alamam.” diyerek bütün malını satıp, Allah yoluna sarf etti.

Hazret-i İbrahim kendisine nâzil olan (indirilen) emir ve yasakları tamâmen halka bildirdi. Allah’tan başka şeylere tapmanın bâtıl (geçersiz) olduğunu çok açık bir şekilde anlattı. Şirke (Allah’a ortak koşma) yol açacak kapıların hepsini kapattı. Çocukluğundan ölümüne kadar hak din üzere olduğundan ve insanlara hak dîni bildirdiğinden dolayı, onun milletine işâret için Kur’ân-ı kerîmde “Hanîfen” (hak din üzere bulunanlar) diye zikredilmiştir. Hazret-i İbrahim’in husûsiyetleri Kur’ân-ı kerîm de Nahl sûresi 120, 121, 122. âyetlerde bildirilmektedir. Misâfirperverliği ve cömertliği dillerde dolaşırdı. Misâfir olmayınca yemek yemez, bir misâfir bulmak için uzaklara giderdi. Bu vasfından dolayı ona Ebû’d-Düyûf (misafirler babası) adı verilmişti. Kıblesi Kâbe idi. Namaza durduğu zaman kalbinin coşması, hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu.

İbrahim Aleyhisselamın Mucizeleri
1. İbrahim aleyhisselamın mübârek vücûduna ateş tesir etmedi. Nemrûd onu ateşe attığında Allahü teâlâ; Ey ateş! İbrahim üzerine serin ve selâmet ol!” buyurunca ateş onu yakmadı.

2. Cansız olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar (dört kuş), İbrahim aleyhisselamın çağırması üzerine yeniden dirilmişlerdir.

3. İbrahim aleyhisselamın mucizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. Rivâyete göre İbrahim aleyhisselam Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahâli, durumlarınıİbrahim aleyhisselama anlattı. İbrahim aleyhisselam taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mucizeyi gören pekçok kimse îmân etti.

4. Bâzan yırtıcı ve yabânî hayvanlar İbrahim aleyhisselamla berâber giderler ve dile gelerek gâyet açık bir şekilde onunla konuşurlardı. Bir defâsında, hanımı hazret-i Hacer ve oğlu İsmail’le görüşmek ve onları ziyâret etmek için Mekke’ye gitmişti. Şam’a geri dönüşünde birçok yabânî hayvan, İbrahim aleyhisselam ile berâber yürüyüp, onunla açıkça konuştular.

5. İbrahim aleyhisselam duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mucizesi Mısır’a gittiğinde zevcesi hazret-i Sâre’ye musallat olmak isteyen zamânın kralı Firavun, hazret-i Sâre’yi sarayına alınca, İbrahim aleyhisselam dışardan içeriyi seyretmiştir. Sarayın duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. Böylece hazret-i Sâre’ye el uzatmaya kalkışan Firavun’un ellerinin kuruyup, ayaklarının tutmayarak yere yıkıldığına şâhid olmuştur.

6. İbrahim aleyhisselamın bastığı taşın üzerinden ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden gelmiş, duası üzerine mucizeyi göstermiştir.

7. İbrahim aleyhisselamın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazret-i İsmail de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı.

İbrahim aleyhisselamın dîni: İbrahim aleyhisselamın dîni, Hanîf dînidir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsınadır. İbrahim aleyhisselam, Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları aşağılayıp, Allahü teâlâya ibâdet ettiği için, Hanîf denilmiştir. Ayrıca, kendisinde eğrilik bulunmayan dosdoğru olan din mânâsında da Hanîf dîni denilmiştir. Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önceki Arablardan birçok kimse Hanîf dînine mensuptu.

İbrahim aleyhisselama bildirilen Hanîf dîninin esaslarından bâzıları şunlardır: Kimse kimsenin günâhını yüklenmez. Kimse başkasının günâhından sorumlu olmaz. İnsanlar âhirette ancak ihlâsla işlediği sâlih amellerinin ve niyetlerinin faydasını görürler. Her insanın hayır ve şerden ibâret olan ameli kıyâmet gününde mizânında görülecektir. İnsana çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:11:05
Lut Aleyhisselam

Kur’ân-ı kerîm’de ismi bildirilen peygamberlerden. İbrahim aleyhisselamın kardeşinin oğludur. İbrahim aleyhisselam ve ona inananlarla birlikte Nemrûd’un memleketinden hicret edip Şam’a geldikten sonra, Lut Gölü yanındaki Sedum şehri halkına peygamber gönderildi. İnsanlara İbrahim aleyhisselamın dînini tebliğ etti.

İbrahim aleyhisselamla birlikte Bâbil’den hicret edip, Şam diyârına geldikleri zaman Cebrâil aleyhisselam gelerek Lut Gölü civârındaki Sedum bölgesi ahâlisine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. İbrahim aleyhisselamdan ayrılarak Sedum bölgesine gitti.

Bu beldede ahlâksız ve sapık bir millet türemişti. Putlara tapıyorlar, soygun yapıyorlar, zayıfları eziyorlardı. İğrenç olan livata (homoseksüellik; bugün tedâvisi mümkün olmayan AIDS hastalığına sebeb olan cinsî sapıklık) yapıyorlardı Lut aleyhisselam onları çirkin işlerden menedip, doğru yola dâvet etti. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Şuarâ sûresi 161-164. âyetlerde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Kardeşleri Lut onlara: Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş emîn, güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun ve bana itâat edin! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine âittir, dedi.”

Sedum halkı hazret-i Lut’un dâvetine uymadılar. İsyân edenler arasında kendi hanımı da vardı. O da kocası hazret-i Lut’a inanmamıştı. Kâfirlerle bir olup, ona ihânet etmişti. Bu azgın ve cinsî sapıklıkla uğraşan kavim, îmân etmedikleri gibi hazret-i Lut’u ve ona inananları memleketlerinden kovmaya kalkıştılar. Lut aleyhisselam bu kavme nasîhat edip, doğru yola dönmezlerse Allahü teâlânın azâbına uğrayacaklarını bildirdi. Buna rağmen isyândan ve fuhuştan vazgeçmediler. Hattâ hazret-i Lut’a “Doğru sözlü isen bahsettiğin azâbı getir de görelim” dediler.

Sapık kavmin isyânının gittikçe artması üzerine Allahü teâlâ onları cezâlandırmak için melekler görevlendirdi. Bu melekler Cebrâil, Mikâil, Azrâil aleyhisselam bir rivâyete göre de Cebrâil aleyhisselam ile birlikte on iki melekti. Melekler önce İbrahim aleyhisselama uğrayıp, kendisine bir oğlan evlâdı (hazret-i İshak) verileceğini müjdelediler ve azgın Sedum halkını helâk etmek üzere geldiklerini söyleyip ayrıldılar. Öğle veya akşam vakti Sedum beldesine gidip hazret-i Lut’u buldular.

Melekler nûr yüzlü genç delikanlı sûretinde hazret-i Lut’un evine gelince hazret-i Lut’un isyankâr hanımı, durumu azgın Sedum halkına bildirdi. Azgın Sedum halkı hazret-i Lut’un evinin etrâfını sarıp misâfirlerini bize teslim et diyerek musallat olmaya kalkıştılar. Hazret-i Lut onlara nasîhat ettiyse de dinlemeyip kapıyı zorladılar. Bunun üzerine melekler: “Ey Lut! Gerçekten biz Rabbinin elçileriyiz. Kalbini onlardan gelecek bir korku ve zarar ile meşgûl etme. Onlar sana aslâ dokunamazlar. Cebrâil aleyhisselam dedi ki, hemen gecenin bir kısmında ev halkınla çık git ve içinizden hiçbiri geri kalmasın, ancak hanımın hâriç, çünkü kavmine isâbet edecek azâb ona da gelecektir. Onların helâk zamânı sabah vaktidir.”

Azgın kavim içeriye girmek için kapıyı kırınca Cebrâil aleyhisselam;“Ey Lut kapıyı aç ve geriye çekil gelsinler dedi. Lut aleyhisselam kapıyı açıp geriye çekildi. Cebrâil aleyhisselam kanadını önlerine gerdi ve içeriye hücum eden azgınların gözleri âniden kör oldu, bunun üzerine şaşkın şaşkın kaçışmaya başladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Kamer sûresi 44. âyette meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Lut’tan kavmi, misâfir melekleri istediler! Hemen biz onların gözlerini kör ettik. (Anadan doğma gibi kör oldular) işte azâbımı ve tehditlerimin âkıbetini tadın dedik.”

Lut aleyhisselam kendine tâbi olanlarla geceleyin Sedum beldesinden ayrılıp Sa’r şehrine gitti. Cebrâil aleyhisselam Sedum beldesini kanadıyla alt üst etti. Üzerlerine şiddetli taş yağmaya başladı, nihâyet hepsi helâk olup gitti. Bu hususta Kur’ân-ı kerîm’in Kamer sûresi 38. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Celâlim hakkı için, bir sabah vakti devamlı bir azâb onları bastırıverdi.” Ve Hicr sûresi 73-74-75. âyetlerde de; “Nihâyet onları güneşin doğma vaktinde korkunç gürültü yakalayıverdi. Hemen şehirlerinin üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de çamurdan pişmiş taş yağdırdık. Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri var.” buyrulmaktadır.

Lut’un aleyhisselam kavminin yaşadığı ve helâk oldukları topraklar Kur’ân-ı kerîmde alt-üst olan memleket mânâsına gelen “El-mü’tefikât” şeklinde zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynarsular fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lut Gölü adıyla anılmaktadır. Yahudi kaynaklarında ise bu belde (Sodom) ismiyle geçmektedir.

Lut aleyhisselam, kavminin helâkinden sonra, Şam bölgesine gidip, amcası İbrahim’in (aleyhisselam) yanında yedi sene kaldı. Sonra Hicaz’a gidip, seksen yaşında iken orada vefat etti. Kabrinin, İbrahim aleyhisselamın kabrinin de bulunduğu Filistin’deki Halîlürrahmân’da veya Mekke-i mükerremede Kâbe yanında Hatim denilen yerde olduğu rivâyet edilir.

Kur’ân-ı kerîm’de yirmi yedi âyette Lut aleyhisselamdan bahsedilmektedir.

Lut aleyhisselamın mucizelerinden bâzıları şöyledir:
1. Bulutsuz yağmur yağdırmıştır. Kavmini doğru yola dâvet ettiği vakit, mucize olarak bulutsuz yağmur yağdırmasını istediler. Duâsı kabul olunup, elleriyle göğe işâret etmesi vahyedildi. Göğe işâret edince yağmur yağmaya başladı.

2. Duâsı bereketiyle otsuz bir dağda ot bitmiştir. Kavmi Lut aleyhisselamın koyunlarını otsuz bir dağa toplayıp başka yere salmadılar. Hayvanlar açlıktan telef olmaya başlamıştı. Hazret-i Lut kuruyan dağda ot bitmesi için dua etti ve yemyeşil otlar bitti. Azgın kavmin koyunları o dağdan otlasa hemen ölürdü. Bu mucizesi ile kırk kişi îmân etmiştir.

3. Taşlar, çakıllar ve kum tâneleri, Lut aleyhisselam ile konuşmuşlardır. Kavminin isyânı üzerine taş parçaları dile gelip, “Kavminin îmân etmeyeceği sizce muhakkak ise cenâb-ı Hakk’a dua et, onları yakmak için bizi ateş eylesin.” dediler.

4. Kavmi, ona eziyet vermek için üzerine ufak taşlar atardı. Allahü teâlânın koruması ile hiçbiri ona dokunmazdı.

5. Üzerine yattığı taşlar döşek gibi yumuşak olmuştur. Kavmi, kendisini öldürmek için karar verince ilâhî emre uyarak onlardan uzaklaşıp bir dağa gitti. Çok yorulduğundan bir yerde uyuyup kalmıştı. Peşinden gelen yedi kişi, onu gördüklerinde sırt üstü yatmış, altında bulunan taşlar döşek gibi yumuşayıp çukurlaşmıştı. Onu tâkip eden yedi kişi bu hâli görünce îmân etmiştir.

6. Lut aleyhisselam çok uzak yerlerde olan şeyleri görüp haber verirdi. Çocuğu kaybolan biri gelip, nerede olduğunu sorunca dua etti. Allahü teâlâ da ona bildirdi. O da, çocuğun olduğu yeri söyledi. Bunun üzerine çocuğunu soran kimse îmân etti.

Ahmed bin Hanbel ve İbn-i Mâce’nin bildirdikleri hadîs-i şerîflerde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Lut kavmi hakkında buyurdu ki:
On şey vardır ki Lut kavmi onları yapmış ve o yüzden helâk edilmiştir. Ümmetim ise onlara bir de kendisi katar. Bunlar; livâta (erkek erkeğe münâsebet), fındık gibi taşları sapanla atmak, güvercinle (kumar) oynamak, def çalmak, (kadınlar için düğünlerde ruhsat vardır) içki içmek, (özürsüz) sakal kesmek, (emredilenden fazla) bıyık uzatmak, ıslık çalmak, el çırpmak, (erkekler için) ipek gömlek giymek bir tâne de ümmetim ilâve eder ki; o da kadın kadına münâsebette bulunmaktır. Lut kavminin işini (livâta) yapan mel’undur. Benden sonra ümmetim hakkında en korktuğum şey Lut kavminin yaptığını yapmalarıdır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:11:50
İsmail Aleyhisselam  

Arabistan’da Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. İbrahim aleyhisselamın büyük oğlu ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dedelerinden. Annesinin adı Hacer’dir.

Hazret-i İbrahim, Nemrud’un ateşinden kurtulduktan sonra, Bâbil’den ayrılıp, Mısır’a gittiğinde hanımı Sâre’ye Firavun musallat olmuştu. Fakat, Sâre’ye yaklaşmak istediğinde, ellerinin tutulup, nefesi kesilerek sara hastalığına benzer bir hâle düştü. Bunun üzerine Firavun korkarak İbrahim aleyhisselam ve Sâre’yi bıraktı ve Hacer adlı bir câriyeyi de hediye etti. İbrahim aleyhisselam, Firavun’un korkarak câriye olarak verdiği Hacer’i de alarak, Filistin’e döndü. Oradan Şam taraflarına gitti. Buradayken Sâre Hatunun isteği üzerine hazret-i Hacer’le evlendi. Bu evlilikten hazret-i İsmail doğdu.

Allah’ın emri ile Hacer’i, oğlu ile birlikte Kudüs’ten Hicaz’a götürdü ve bugünkü Mekke şehrinin bulunduğu yere bırakıp geri döndü. Mekke’nin üst tarafında bulunan Seniyye mevkiine gelince, ellerini açarak onlar için dua ettiği İbrahim sûresi 37 ve 38. âyetlerinde bildirilmektedir. Bu ıssız ve çorak vâdide bir miktar hurma, bir dağarcık su ve oğlu iki yaşındaki İsmail ile yalnız kalan hazret-i Hacer, bu işin Allah’ın emri ile olduğunu anlayıp tevekkülle sabretti; “Allahü teâlâ bize kâfidir. O bizi korur, himâye eder. Bizi başıboş bırakmaz” dedi. Semre ağacının dallarından yaptığı küçük barınakta kalıyorlardı. Yiyecekleri ve suları bitince hazret-i İsmail susuzluktan ağlamaya başladı.

Hazret-i Hacer su bulmak ümidi ile Safâ Tepesine çıktı. Uçsuz bucaksız çölden ve ağaçsız çıplak tepelerden başka bir şey göremedi. Safa’dan inip koşarak Merve Tepesine çıktı.Safa ve Merve tepeleri arasında su bulmak ümidi ile yedi defâ koşarak gidip geldi. Bu sırada İsmail’in (aleyhisselam) ayağını vurduğu veya Cebrâil aleyhisselamın vurduğu yerden su fışkırıp akmaya başladı. Hazret-i Hacer heyecanlandı ve akan su ziyan olmasın diye “Dur! Dur!” mânâsına gelen “Zem! Zem!” diyerek suyun etrâfını çevirdi. Sudan oğlu İsmail’e (aleyhisselam) içirdi ve kendisi de içti. Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde, “Allah İsmail’in annesi Hacer’e rahmet etsin. O, zemzemi kendi hâline bıraksaydı da avuçlamasaydı, muhakkak zemzem akan bir ırmak olurdu.” buyurmuştur.

Mekke’nin yakınında konaklayan Cürhüm kabîlesi zemzem suyunu görünce hazret-i Hacer’den izin alarak oraya yerleştiler ve böylece Mekke şehri kuruldu. Bir müddet sonra hazret-i İbrahim hanımını ve oğlunu ziyârete geldiğinde onları bolluk ve bereket içinde buldu. Hazret-i İsmail konuşmaya başlayınca hazret-i İbrahim üç gün üst üste gördüğü rüyâ üzerine onu kurbân etmeye karar verdi. Zilhicce ayının 9 ve 10. günü de aynı rüyâyı görünce sahih olduğunu anladı. Bir bahâneyle annesinden izin alarak kurban etmek için götürdü. Şeytan, insan sûretinde annesi Hâcer’e hazret-i İsmail’e ve hazret-i İbrahim’e göründü ve onlara vesvese vermeye çalıştı ise de dinlemediler.

Hazret-i İsmail, şeytanın arkasından yedi tâne taş attı. Hazret-i İbrahim, bugün Minâ denilen yere gelince, oğluna rüyâsını ve Allah’ın emrinin kendisini kurbân etmek olduğunu açıkladı. Hazret-i İsmail’i tevekkülle hazırladı. Yere yatırıp bıçağı boynuna çaldı ise de bıçak, Allah’ın emri ile kesmedi. Taşa vurdu, taşı kesti. Nihâyet Cebrâil aleyhisselam Cennetten bir koç getirdi. Cebrâil aleyhisselam makâmından “Allahü ekber, Allahü ekber” diyerek geldi. Hazret-i İbrahim bu tekbiri işitince; “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber” dedi. Hazret-i İsmail de; “Allahü ekber ve lillâhil hamd,” diyerek tekbiri tamamladı. Hazret-i İbrahim koçu kurban etti. Onların bu hâli Kur’ân-ı kerîmde anlatılmakta ve meâlen; “Muhakkak ki bu açık bir imtihandı.” buyrulmaktadır. Hazret-i İbrahim kurban hâdisesinden sonra Sâre’nin yanına döndü.

Hazret-i İsmail büyüyünce Cürhüm Kabîlesinden bir kızla evlendi. Annesi hazret-i Hacer de vefat etti ve Kâbe temelinin bitişiğine defnedildi. Hazret-i İbrahim yine arasıra gelip gidiyordu. Allahü teâlâ Kâbe’nin yapılmasını emredince baba oğul Kâbe’nin eski temelini bulup yeniden inşâ ettiler ve şöyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz bizden bu hayırlı işi kabul et. Hakîkaten sen duamızı işitici, niyetimizi bilicisin.”

Hazret-i İsmail, babası hazret-i İbrahim’in vefatından sonra, Yemen’den gelip Mekke’ye yerleşmiş olan Cürhüm Kabîlesine peygamber olarak gönderildi. Kendisine başka kitap ve din verilmeyip, babası İbrahim aleyhisselamın dînini insanlara tebliğ etti. İnsanları elli yıl îmâna dâvet etti, ancak pek az kimse îmânla şereflendi. Filistin’e giderek hazret-i İbrahim’in kabrini ziyâret etti. Sonra Şam’a gidip kardeşiİshak aleyhisselam ile görüştü. Hazret-i İsmail’in 12 oğlu ve pekçok torunu oldu. Onun dîni İslâmiyet gönderilinceye kadar doğru olarak devâm etti. Muhammed aleyhisselamın bütün dedeleri hazret-i İsmail’in soyundan ve onun dînindendi. Vefâtına yakın kardeşi İshak’ı aleyhisselam yanına dâvet edip, kızını oğlu Iys’a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. Mekke’de 133 veya 137 yaşlarındayken vefat etti. Mescid-i Haramda Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hacer’in de kabrinin bulunduğu Hatim denilen yere defnedildi.

İsmail aleyhisselamın mucizeleri:
1. Dikenli bir arâzide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine dua edip, dikenli ağaçlarda çeşitli meyveler bitmiştir.

2. Cürhümîleri îmâna dâvet ettiği zaman, onlar kısır koyundan süt çıkarmasını istediler. O da elini koyunun sırtına koyarak; “Beni peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın ismi ile...” dediği anda koyunun memelerinden süt akmaya başladı.

3. İsmail aleyhisselamın duası bereketiyle koyunların yünleri ipek oldu ve sayıları çoğaldı.

4. Kendisine misâfir gelen iki yüz Yemenliye ikrâm edecek bir şey bulamayınca mahcub oldu. O anda dua etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misâfirlerin hepsi îmâna geldiler.

Kur’ân-ı kerîm’in, Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, En’âm, İbrahim, Meryem, Enbiyâ ve Sa’d sûrelerinde İsmail aleyhisselamla ilgili haberler verilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:12:39
İshak Aleyhisselam
 
Şam ve Filistin ahâlisine gönderilen peygamberlerden. İbrahim aleyhisselamın ikinci oğludur. Annesi hazret-i Sâre’dir. Büyük kardeşiİsmail aleyhisselamdan kaç yaş küçük olduğu bilinmemektedir.

İbrahim aleyhisselam, Nemrûd’un ateşinden kurtulduktan sonra, Bâbil’den hicret ederek, kendisine inananlar ve hanımı Sâre Hatun’la birlikte Mısır’a gitti. Oradan da Filistin ve Şam diyârına döndü. Sâre Hatun’un gençliğinde çocuğu olmamıştı. İbrahim aleyhisselam oğlu İsmail aleyhisselamı ve annesi Hâcer Hatun’u Mekke’ye bıraktıktan sonra, Şam diyârına döndü. Allahü teâlâ yaşlıyken Sâre Hatun’a bir oğul ihsân edeceğini, Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla müjdeledi. Sâre Hatun, bu müjdeye sevindiği için oğluna İshak ismi verildi. İshak İbrânice “güler” mânâsına gelir.

Allahü teâlânın Lut Kavmini azgınlıkları sebebiyle helâk ettiği sene doğdu. Şam diyârında büyüyünce, babası ve annesi ile Mekke’ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip, ağabeyi İsmail aleyhisselamla görüştü. Üçü birlikte Filistin’e döndüler. Burada anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke’ye gitti. Bir rivâyette babasının sağlığında, başka bir rivâyette ise vefatından sonra Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrahim aleyhisselamın dîninin hükümlerini yaymaya devâm etti. Kavmine nasihat edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Altmış yaşındayken, İys ve Yakub adında iki oğlu oldu. İys amcasıİsmail aleyhisselamın kızıyla evlendi. Babasının duası bereketiyle soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. İshak aleyhisselamın diğer oğlu Yakub aleyhisselama da peygamberlik verildi. Oğul ve torunlarından peygamberler geldi. Bir adı da İsrail olan Yakub aleyhisselamın soyundan gelenlere sonradan “İsrailoğulları” denildi.

Ömrünün sonuna doğru gözlerinin görmesi zayıflayan İshak aleyhisselam, 120 sene veya daha fazla yaşadıktan sonra, Filistin’de vefat etti. Filistin’de Halîlürrahmân denilen yerde baba ve annesinin de medfûn bulunduğu mağaraya defnedildi.

Yüz ve şekil itibariyle, ahlâk ve yaşayışta babası hazret-i İbrahim’e çok benzeyen İshak aleyhisselam, Kur’ân-ı kerîm’de ilim sâhibi olarak zikredildi.

Mucizeleri:
1. Hayvanlar açık bir lisanla peygamberliğine şehâdet ederlerdi.

2. Duâ etmesi üzerine dağın harekete geçmesi: İshak aleyhisselam Kudüs’te insanları Allahü teâlâya îmâna dâvet edince, insanlar; “Eğer şu dağı harekete geçirirsen, îmân ederiz.” dediler. İshak aleyhisselam dua edince dağ sallanmaya başladı. Kudüs halkı hep birlikte îmân ettiler.

3. İshak aleyhisselam merkebine binip bir dağa çıkmak isteyince merkebin ön ayakları kısalır, arka ayakları uzardı. Dağdan aşağı inerken de tersi olurdu.

4. İshak aleyhisselamın duası bereketiyle Allahü teâlâ ölmüş hayvanları diriltirdi.

5. Şam ahâlisinin arzusu üzerine yaptığı dua netîcesinde, elini sırtına koyduğu bir koyun, hemen kuzulamış daha sonra ard arda dokuz defâ yavrulamıştır.

Kur’ân-ı kerîmin Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve İbrahim sûrelerinde İshak aleyhisselamla ilgili haberler verilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:13:24
Yakub Aleyhisselam

Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yakub olup İbrânicede Saffetullah, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrail olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrahim aleyhisselamın küçük oğlu olan İshak aleyhisselamın oğludur.

Yakub aleyhisselamın on iki oğlu vardı. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Benî İsrail, yâni İsrailoğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine “Sıbt”, hepsine birden torunlar mânâsına gelen “Esbât” denir. Sonradan Yahudi adı verilmiştir. Yakub aleyhisselamın neslinden birçok peygamber geldi: Musa, Harun, Davud, Süleyman, Zekeriyya, Yahya ve İsa aleyhimüsselâm bunlardandır.

Yakub aleyhisselam Şam’da veyaMedyen’de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocukluğu babasının yanında geçti. Babası İshak aleyhisselam, Yakub aleyhisselam için; “Yâ Rabbî! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.” diye dua etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu.

Yakub aleyhisselam babasının vefatından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leya ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şemun, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dînar isimli kızı doğdu. İbrahim aleyhisselamın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yusuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu.

Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yakub aleyhisselama Allahü teâlâdan Vahy gelip Ken’an diyârı ahâlisine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran’dan ayrılıp Ken’an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Bu sırada Yusuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefat etti.

Yakub aleyhisselam insanları Hak dîne ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve O’na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken’an diyârı ahâlisinden çok kimse ona îmân etti. Ken’an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yakub aleyhisselama karşı çıktıysa da başarılı olamadı.

Yakub aleyhisselam anneleri vefat etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yusuf’u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yakub aleyhisselamın özellikle hazret-i Yusuf’a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yusuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yakub aleyhisselam oğluna ileride büyük nîmetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşerine anlatmamasını tavsiye etti.

Yakub aleyhisselamın oğlu Yusuf’a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları onu hased ettiler. Hazret-i Yusuf’a berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacaklarını tespit edemediler.

Daha sonra kendi aralarında konuşup Yusuf aleyhisselamı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yusuf aleyhisselamı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hîleye başvurdular. Yusuf aleyhisselamı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; “Biz kırda yarış ederken, Yusuf’u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler.

Yakub aleyhisselam kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yusuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yusuf’uma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yusuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur” dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yusuf aleyhisselamın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu.

Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir köle diye satılan Yusuf aleyhisselam, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı. Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yusuf aleyhisselam, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu. Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat ve refâh içinde yaşamasını sağladı.

Yakub aleyhisselam Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır’a gönderdi. Yusuf aleyhisselam onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin’i bir tedbirle yanında alıkoydu. Yakub aleyhisselamın oğulları üçüncü defâ Mısır’a gidince Yusuf aleyhisselam kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yakub aleyhisselama gönderdi. Babasını ve bütün akrabâlarını da Mısır’a dâvet etti. Yakub aleyhisselam gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı.

Yakub aleyhisselam oğlunun dâveti üzerine bütün akrabâsını alarak Mısır’a gidip oğlu Yusuf aleyhisselama kavuştu. Yusuf aleyhisselam babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yakub aleyhisselam oğlu hazret-i Yusuf’a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır’da yaşadı. İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefat etti. Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîl-ür-Rahmân’da bulunan babası İshak aleyhisselamın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrahim aleyhisselama, İshak aleyhisselama, Sâre vâlidemize ve Yakub aleyhisselamâ âittir.

Yakub aleyhisselam dedesi İbrahim aleyhisselama gönderilen kitaptaki (sahifelerdeki) emir ve yasakları insanlara tebliğ etti.

Yakub aleyhisselam Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve sîret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshak aleyhisselam gibi halim selîm, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur’ân-ı kerîmde Yâkub aleyhisselamın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, bitmeyen güzel bir sabra sâhip olduğu, seçkin ve hayırlı kimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır.

Yakub aleyhisselamın beş çeşit mucizesi vardı:
1. Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah’ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka dua ediniz, hem bu seneki, hem de geçen seneki kuzuları birden versin, diye ricâ ettiler. Yakub aleyhisselam dua edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı.

2. Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı.

3. Hazret-i Yakub’un attığı şey, pek uzaklara giderdi. Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhârebe esnâsında Yehûda adlı oğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yakub işitip, bir dağ başından önceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlib geldi. Halbuki aralarında 360 km’lik mesâfe vardı.

4. Yakub aleyhisselamın duası bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken’an ahâlisini dîne dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yakub aleyhisselam dua edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz’da en güzel yer olarak tanınmıştır.

5. Ken’an ahâlisini îmâna dâvet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe ve taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yakub aleyhisselam dua edince, diledikleri gibi olmuştur.

Yakub aleyhisselamın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem’un, Lâvî, Yehûda, Zablun (Yâlun), İsâhar, Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yusuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrailoğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yusuf aleyhisselamdan sonra akılca en üstün olan Yehûdânın neslinden Davud aleyhisselam ve Benî İsrail (İsrailoğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeple İsrailoğullarına genel olarak Yahudi de denilmiştir. İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yusuf aleyhisselamın neslindendir. Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen Talut da Bünyamin’in neslindendir.

Kur’ân-ı kerîmde Yusuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âl-i İmrân sûresi 84-93; Nisâ sûresi 163; En’âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi 6, 49, 58’inci âyetlerinde Yakub aleyhisselamdan ve fazîletlerinden bahsedilmektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:14:18
Yusuf Aleyhisselam

Mısır ahâlisine gönderilen peygamber. Yakub aleyhisselamın oğludur. Annesinin ismi Râhil’dir. İsrailoğullarından (Yakub aleyhisselamın neslinden) gönderilen ilk peygamberdir.

Küçük yaştayken annesi vefat eden Yusuf aleyhisselamı ve küçük kardeşi Bünyâmin’i babaları olan Yakub aleyhisselam şefkâtle bakıp büyütüyordu. Çünkü onlar anne şefkatinden mahrum kalmışlardı. Annesinin vefatından sonra Yusuf aleyhisselam halasının yanında kaldı. Halasının vefatından sonra tekrar babasının yanına döndü. Yakub aleyhisselamın diğer hanımlarından olan Rabil, Şem’un, Lâvî, Yehûda, İsâhar, Zablun, Dân, Neftâli, Câd ve Âşir adlı oğulları Yusuf ve kardeşi Bünyamin’i babalarının daha çok sevmesini kıskanıyorlardı.

Yusuf aleyhisselam yedi veya on iki yaşlarındayken on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini rüyâsında gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Oğlu Yusuf’un anlattıklarını dinleyen Yakub aleyhisselam on bir yıldızın diğer oğulları güneşin kendisi, ayın da hanımı olduğu şeklinde tâbir etti. İleride hazret-i Yusuf’un büyük nîmetlere kavuşacağını ve ona peygamberlik verileceğini anladı. Bu rüyâyı duydukları takdirde kardeşlerinin kendisini daha çok kıskanacaklarını ve şeytanın vesvesesiyle ona bir kötülük yapabileceklerini düşünerek, rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını hazret-i Yusuf’a söyledi.

Yakub aleyhisselamın oğlu hazret-i Yusuf’u kendilerinden daha çok sevmesi sebebiyle kıskançlıkları iyice artan diğer oğulları toplanıp aralarında konuştular. Yusuf’u babalarından uzaklaştırmaya karar verdiler. Bunun için de iki yol düşündüler. “Ya öldürürüz veya onu babamıza ulaşamayacağı bir yere bırakırız. Böylece babamızın sevgisini kendimize çekeriz.” dediler.

İçlerinden biri (Rabil veya Yehûda); “Eğer benim sözümü tutarsanız, Yusuf’u öldürmeyin. Onu büyük bir kuyunun dibine bırakın ki, oraya uğrayan yolculardan biri çıkarıp başka bir yere götürür. Böylece Yusuf babamızdan uzaklaştırılmış olur.” dedi. Diğerleri de bu görüşü benimseyip hazret-i Yusuf’u kuyuya atmaya karar verdiler.

Ertesi gün hep birlikte Yakub aleyhisselama giden oğulları koyunlarını otlatmak için kıra gideceklerini, kardeşleri Yusuf’u da çok sevdikleri için, yanlarında götürmek istediklerini söylediler. Kardeşlerinin Yusuf’a birşey yapacaklarından çekinen Yakub aleyhisselam: “Onu götürmeniz beni mahzûn eder. Siz ondan habersizken onu kurt yemesinden korkarım.” dedi.

Oğulları babalarına karşı yemin ederek; “Biz kuvvetli bir toplulukken, onu kurt yerse âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz.” diyerek hîle ile hazret-i Yusuf’u babalarından aldılar. Yakub aleyhisselam oğullarının ısrârı ve hazret-i Yusuf’un da onlarla gitmek istemesi karşısında takdire râzı oldu. Kardeşleri babalarından uzaklaşınca Yusuf’a eziyet etmeye başladılar. Bir müddet sonra atmayı kararlaştırdıkları kuyunun başına vardılar. Kardeşleri Yusuf aleyhisselamın elbiselerini soydular. İpe bağlayıp kuyuya sarkıttılar. Kuyunun yarısına kadar varınca da ipi kestiler. Yusuf aleyhisselam suyun içine düştüğü sırada şu duayı okudu: “Ey gâib olmayan Şâhit! Ey uzak olmayan Karîb! Ey Mağlup olmayan Gâlib! Beni bu musîbetten kurtar. Bunun için bana bir çıkış yolu nasip et!”

Yusuf aleyhisselam kuyuda dua edip Allahü teâlâyı zikretmeye başladı. Yusuf aleyhisselamın zikrini duyan melekler onun etrâfına toplanıp, teselli ettiler. Cebrâil aleyhisselam da gelip ona arkadaşlık etti.

Yusuf aleyhisselamın kardeşleri de, onun sırtından çıkardıkları gömleği kestikleri bir hayvanın kanına buladılar ve babaları Yakub aleyhisselama götürdüler. “Ey bizim babamız, hakîkaten biz gittik. Yarış edecektik. Yusuf’u da eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler. Kesmiş oldukları hayvanın kanına buladıkları gömleği getirdiler. Yakub aleyhisselam onların yalan söylediklerini anlayarak; “Hayır nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim.” dedi. Yusuf aleyhisselamın kana bulanmış gömleğini yüzüne gözüne sürdü. Gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görüp; “O kurdun Yusuf’uma karşı şefkati sizden fazlaymış. Vallâhi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylusunu görmedim. Oğlumu yemiş de, sırtındaki gömleğini bile yırtmamış.” dedi ve takdire râzı olup sabr-ı cemilin kendisi için en güzel yol olduğunu söyledi.

Yusuf aleyhisselam kuyuya atıldıktan bir müddet sonra Medyen’den gelip Mısır’a gitmekte olan bir kervan kuyunun yanında konakladı. Su almak için vazîfeli olan bir kişi kovasını kuyuya saldığı zaman Yusuf aleyhisselam kovaya sarıldı. Kova yukarı çekilince Yusuf aleyhisselam da kovayla berâber dışarıya çıktı. Kovayı çeken kişi güzel yüzlü bir çocuğun da kovanın ipine tutunup çıktığını görünce şaşırdı. Onu yanına alıp, kâfiledekilere götürdü. Böylece Yusuf aleyhisselam kuyudan çıkıp kurtuldu. Bu sırada hazret-i Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerinden biri ona yiyecek vermek üzere attıkları kuyunun yanına gelmişti. Onun kervancılar tarafından kuyudan çıkarılmış olduğunu görünce diğer kardeşlerine haber verdi. Kervancıların yanına gelen kardeşleri; “Bu bizim kölemizdi, kaçtı. İsterseniz onu satın alıp başka bir memlekete götürün.” dediler. Yusuf aleyhisselamı da; “Bizi yalancı çıkarma, seni öldürürüz.” diye korkuttular. Kervancılar paralarını mala yatırdıklarını, yanlarında bulunan birkaç dirhemi verebileceklerini söylediler. Asıl maksatları Yusuf aleyhisselamı satmak olmayıp, babalarından uzaklaştırmak olan kardeşleri, kervancıların verdiği birkaç dirheme râzı olup onu sattılar.

Kervancılar hazret-i Yusuf’u Mısır’a götürüp pazara çıkardılar. Birçok kimse onu satın almak isteyince fiyatı yükseldi. O sırada Mısır Azîzi, yâni Mâliye Nâzırı (Bakanı) olan Kıtfîr (veya İzfîr) Yusuf aleyhisselamı kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Eve varınca da hanımına, ona iyi muâmele etmesini ileride kendilerine faydalı olabileceğini söyledi. Yusuf aleyhisselamı satın alan Mısır Azîzi’nin hanımı Zelihâ (veya Züleyha) idi ve çocukları olmamıştı. Bu yüzden Azîz, Yusuf aleyhisselamı evlâd edinmeyi düşündü. Yusuf aleyhisselam Azîz’in evinde gâyet rahattı. Azîz’in hanımı genç ve güzel bir kadındı. Azîz ise, ınnîn, yâni iktidarsız idi.

Yusuf aleyhisselam ise, akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde parlayan nübüvvet (peygamberlik) nûru herkesi hayran bırakırdı. Bu hal Züleyhâ’nın ona âşık olmasına sebep oldu. Yusuf aleyhisselama karşı süslenip onu kendine çekmek için çalıştı. Fakat Yusuf aleyhisselam Allahü teâlânın yardımıyla ona hiç îtibâr etmedi. Züleyhâ sonunda kapıları kapadı ve ondan murâd almak istedi. Yusuf aleyhisselam: “Efendim (Kıtfîr) iyi bakman için beni sana bıraktı. Bunun karşılığında onun haremine hıyânet etmekten Allah’a sığınırım.” dedi.

Yusuf aleyhisselamın kendisine îtibâr etmediğini gören Züleyhâ ona iftirâ etti. Züleyhâ’nın Yusuf aleyhisselama yaptıkları bir müddet sonra Mısır ahâlisi tarafından duyuldu. Haber sarayda vazîfeli kimselerin hanımları tarafından da duyulunca, kadınlar: “Züleyhâ, Ken’anlı kölesi Yusuf’un nefsinden murâd almak istiyormuş. O gencin sevgisi onun yüreğine işlemiş, onu deli etmiş. Azîzin hanımı olduğu halde, Züleyhâ’nın bir köleye gönül vermesini açık bir hatâ olarak görüyoruz.” dediler.

Züleyhâ Mısırlı kadınların kendisi hakkındaki sözlerini işitti. O kadınların da Yusuf aleyhisselamı görmesi için bir ziyâfet tertip etti. Kendisini ayıplayan kadınlarla berâber şehir eşrâfından kırk kadar hanımı dâvet etti. Onlar için bıçakla kesilerek yenecek yiyecekler de hazırlattı. Misâfirler gelip kendileri için hazırlanan yemekleri yemeye başladılar. Züleyhâ, başka bir odada bulunan Yusuf aleyhisselamın kadınlara görünmesini istedi.

Yusuf aleyhisselam Züleyhâ’dan çekindiği için, emrine karşı gelmeyip kadınlara göründü. Kadınlar Yusuf aleyhisselamı görünce cemâlinin heybetinden yüzünün güzelliğinden kendilerini unuttular. Meyve yerine hiç acı duymadan ellerini kestiler. Onun güzelliğini ve cemâlinin heybetini hiçbir insanda görmemişlerdi. Böylece, onun melek olmadığını bildikleri halde; “Bu bir melektir.” demekten kendilerini alamadılar. Onların bu hâlini seyreden Züleyhâ; “İşte gördünüz mü? Siz benden daha çok kınanmaya, ayıplanmaya lâyıksınız. Çünkü onu bir defâ görmekle kendinizi kaybedip ellerinizi kestiğinizin bile farkında olmadınız. Ben ise, uzun zamandır onunla birlikteyim. Fakat hiçbir vakit sizin bu hâlinize düşüp, hayranlığımdan dolayı kendimden geçmedim. Şimdi gördüğünüzü önceden görseydiniz, beni kınamazdınız.” dedi.

Sonra da onlara; “Duyduğunuz gibi ben ondan bu iş için talepte bulundum. O ise, bu husustaki teklifimi kabul etmedi. Eğer ona emrettiğim şeyi yapmazsa muhakkak zindanlarda sürünür.” dedi. Misâfir gelen kadınlar Yusuf aleyhisselamın etrâfına toplanıp; “Azîzin hanımının emrine karşı gelmen sana bir fayda getirmez.” diye Züleyhâ’nın arzusuna uymaya teşvik ettiler. Yusuf aleyhisselam kadınların fuhşu güzel gösteren hîleleri ve sözleri karşısında Allahü teâlâya sığınıp dua etti. Başına gelen bu musîbetten korunmasını niyâz etti:
“Ey Rabbim! Zindan bana bu (Mısırlı) kadınların beni dâvet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen onların hîlelerini benden çevirmezsen (beni ismet üzere sâbit kılmak sûretiyle korumazsan, ben ihtiyârî olmayan tabiî bir meyl ile) onlara meyleder, böylece sefihler zümresine dâhil olurum. Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti. Kadınların hîlelerini, şerlerini ondan çevirdi. Çünkü O (Allahü teâlâ, kendine tazarrû ve ilticâ edenlerin dualarını) işitici ve (hallerini) bilicidir.” (Yusuf sûresi: 33)

Züleyhâ’nın kocası Azîz, Yusuf aleyhisselamın yapılan soruşturma netîcesinde suçsuzluğunu anlamış olduğu için herhangi bir cezâ vermeye lüzum görmemişti. Fakat yayılan dedikoduları kesmek için ve Züleyhâ’nın baskılarına boyun eğerek Yusuf aleyhisselamın hapsedilmesine karar verdi. Böylece hazret-i Yusuf zindana atıldı. Uzun zaman zindanda kaldı. Zindanda ne kadar kaldığı kesin olarak bilinmemektedir.

Yusuf aleyhisselamla birlikte Mısır Firavununun ekmekçisi ve şerbetçisi de hapishânedeydiler. Yusuf aleyhisselam zindandayken hastaları ziyâret eder, geceleri dâimâ namaz kılar, Rabbini zikrederdi. Kendisine Allahü teâlâ rüya tâbiri ilmini öğretti. Yusuf aleyhisselam Firavun’un ekmekçisi ve şerbetçisinin görmüş oldukları rüyâyı tâbir etti. Birisi rüyâsında üzüm sıktığını, diğeri de başının üzerinde ekmek taşıdığını ve bu ekmekten kuşların yediğini görmüştü. Yusuf aleyhisselam rüyâsında üzüm sıkanın serbest bırakılacağını, ekmek taşıyanın ise îdâm edileceğini söyledi. O kimselerin rüyâları, yorumladığı gibi çıktı. Şerbetçi serbest bırakılıp eski vazîfesine döndü, ekmekçi de asıldı ve başının etini kuşlar yedi.

Yusuf aleyhisselam zindandayken Mısır hükümdarı bir rüyâ görmüştü. Dehşetle uykusundan uyanıp; “Ben rüyâmda yedi semiz ineğin yedi zayıf ineği yediğini ve yedi yeşil başak, yedi de kurumuş başak gördüm. Ey ileri gelenler, eğer rüyâ tâbiri biliyorsanız, bu rüyâmı yorumlayın.” dedi. Onlar “Biz böyle rüyâların yorumunu bilmeyiz.” dediler. Bu sırada daha önce Yusuf aleyhisselam ile zindanda kalan şerbetçi kendi rüyâsını tâbir ettirdiğini hatırlayarak; “Ben bu rüyânın yorumunu yaptıracağım. Beni Yusuf’un (aleyhisselam) bulunduğu zindana götürüp onunla görüştürün” dedi. Şerbetçiyi Yusuf aleyhisselamın yanına götürdüler. O da Mısır hükümdârının rüyâsını anlatıp yorumunu istedi.

Allahü teâlâ Yusuf aleyhisselama zindandayken peygamberlik emrini bildirdi. Yusuf aleyhisselam Mısır hükümdârının rüyâsını tâbir etmeden önce Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söyleyip, mucize gösterdi. Gelecek yemekler daha gelmeden önce cinsini ve tadını haber verdi. Peygamber âilesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildirdi. Zindandayken insanları tevhid inancına dâvet etmeye başladı. Zindandakilere; “Ey zindan arkadaşlarım! Çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı, yoksa (zâtında ve sıfatlarında) tek ve her şeye gâlib olan Allahü teâlâ mı?” dedi. Arkadaşlarına tevhid inancını, inanmanın gerekli olduğunu ve hak dînin emir ve yasaklarını anlattı.

Yusuf aleyhisselam hükümdarın rüyâsını yorumlayıp; “Yedi sene bolluk, sonra yedi sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz.” buyurdu. Hükümdar, tâbiri duyunca Yusuf aleyhisselamı istedi. Yusuf aleyhisselam Mısır hükümdârının elçisine; “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru (hâli) neydi? Kendisine sor. Benim Rabbim onların hîlelerinin ne olduğunu (ne söylediklerini, ne yaptıklarını) elbette bilir.” dedi. Elçi, hükümdarın yanına dönüp Yusuf aleyhisselamın isteğini arz etti. Meseleyi araştıran hükümdar, o kadınları yanına getirtip; “Yusuf’un nefsinden Murâd almak istediğiniz vakit ne halde idiniz? Onu Züleyhâ’nın emrine itâat etmeye teşvik ederken size karşı bir meylini hissettiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mü?” dedi. Kadınlar “Hâşâ! Biz onun hiçbir kötü hâline, hiçbir günahına muttalî omadık.” dediler. O mecliste bulunan Azîzin hanımı Züleyhâ da; “Şimdi hak (doğru) ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murâd almak istemiştim. O ise şüphesiz doğru söyleyenlerdendir.” dedi. Böylece Yusuf aleyhisselamın suçsuzluğu ve senelerdir zindanda suçsuz olarak kalmış olduğu ortaya çıktı.

Mısır hükümdârı Yusuf aleyhisselama tekrar elçi gönderip; “Onu bana getirin, kendisini has müsteşâr edinip işlerimi ona bırakayım.” dedi. Hükümdârın dâvetini kabul eden Yusuf aleyhisselam zindandan çıktı. Zindanın kapısına da; “Burası belâ, musîbet ve hüzün evi, dirilerin kabri, düşmanların sevinç, dostların tecrübe yeridir.” diye yazdı.

Yusuf aleyhisselam hükümdârın sarayına varınca, hükümdâr ona çok iltifatta bulundu. Hükümdar görmüş olduğu rüyâ ile ilgili ne gibi tedbirler alınması gerektiğini sordu. Yusuf aleyhisselam; “Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile berâber, başaklarıyla ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır.” dedi. Yusuf aleyhisselamın tavsiyeleri çok hoşuna giden hükümdâr; “Bu işleri yapmakta bana kim yardım eder?” dedi. Yusuf aleyhisselam ona; “Arzın (Mısır’ın) hazînelerinin idâre işini bana bırak. Ben onu korumaya muktedirim. Tasarruf yollarını bilirim, bu işi ben yaparım.” buyurdu.

Yusuf aleyhisselamın teklifinden bir sene sonra Mısır Azîzi (Mâliye Nâzırı) öldü. Hükümdar hazret-i Yusuf’u onun yerine Mâliye Nâzırı yaptı. Mücevherlerle süslü taht ve tâclarla birlikte hazînelerin anahtarlarını ona teslim etti. Hükümdar bütün yetkilerini de ona verdi. Memleketin her tarafında Yusuf aleyhisselamın emri geçer oldu. Yusuf aleyhisselam, Azîzin ölümünden sonra sarayı terk edip perişân hâle gelen ve Allahü teâlâya îmân etmiş olan Züleyhâ’yı Allahü teâlânın emriyle kendine nikâhlayıp onunla evlendi. Yusuf aleyhisselam Züleyhâ’ya: “Bu senin istemiş olduğundan hayırlı değil mi?” dedi. Züleyhâ da ona: “Ey Sıddîk! Beni kınama. Bildiğin gibi ben, mal, mülk, güzellik gibi dünyâ nîmetlerine sâhip bir kadındım. Ancak kocam kadınlara yaklaşmaktan mahrumdu. Sen de benim gördüğüm en güzel kimseydin.” diye cevap verdi. Yusuf aleyhisselamın Züleyhâ’dan iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu.

Yusuf aleyhisselam yetkileri eline alınca kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek gerekli tedbirleri aldı. Gerekli gıdâ stoklarını yaptırdı. Bu stoklar için büyük depolar yaptırıp topladığı yiyecekleri buralarda depoladı. İnsanlara da çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Yedi sene olan bolluk seneleri geçip, peşinden bütün şiddetiyle kıtlık başgösterdi. Kıtlığın ilk senesinde insanlar hazırladıkları yiyecekleri bitirdiler. Yusuf aleyhisselamdan para ile yiyecek satın almaya başladılar. Yusuf aleyhisselam kim olursa olsun, kimseyi kayırmadan yiyecek almaya gelene bir deve yükünden fazla yiyecek vermezdi. Bu hususta adâletten aslâ ayrılmazdı. Mısır hükümdârı ve pekçok kimse onun adâleti ve güzel huyları sebebiyle Allahü teâlâya inanmışlardı.

Mısır’dan ve çevre ülkelerden olan insanlar akın akın gelip Yusuf aleyhisselamdan yiyecek alıyorlardı. Babası Yakub aleyhisselamın ve kardeşlerinin yaşadığı Ken’an diyârında da kıtlık baş gösterdiğinden Yakub aleyhisselam, Yusuf aleyhisselamın anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin hâricindeki on oğlunu Mısır’a erzak almak üzere gönderdi. Yakub aleyhisselamın oğulları Mısır’a varınca hazret-i Yusuf onları tanıdı. Onlar ise, hazret-i Yusuf’u tanıyamadılar. Fakat, hazret-i Yusuf onların kim olduklarını, nereden geldiklerini sordu. Onlar dediler ki: “Biz Ken’an vilâyetindeniz. İhtiyar bir babanın on evlâdıyız. Babamızın ismi Yakub’dur. Beldemizde kıtlık var. Babamız bizi buraya erzak almaya gönderdi.” dediler. Yusuf aleyhisselam; “Şimdi babanız nerede ve kiminle berâberdir?” deyince, onlar da; “Ken’an ilinde bizim en küçük kardeşimizle berâber kaldı. Babamızın küçük kardeşimizle aynı anadan olan çok sevdiği bir oğlu daha vardı. Kırda telef oldu. Onun derdinden Bünyamin adındaki küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Oğlu Yusuf’a üzüntüsünden dolayı gözleri görmez oldu.” dediler.

Yusuf aleyhisselam her bir kardeşi için birer deve yükü erzak hazırlattı. Onlardan almış olduğu paralarını da gizlice tekrar yüklerinin içine bıraktırdı. Gelecek sefere diğer kardeşlerini de getirmelerini istedi. Getirmedikleri takdirde erzak vermeyeceğini bildirdi. Yakub aleyhisselamın oğulları Mısır’a varınca babalarına, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından büyük ihsân ve iltifat gördüklerini anlattılar. Mısır Mâliye Nâzırının bir daha Mısır’a gittiklerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini istediğini, aksi hâlde erzak vermeyeceğini söylediğini bildirdiler. Yakub aleyhisselam Bünyamin’i göndermek istemedi. Yüklerini açtıkları zaman da paralarının ihsân olarak yüklerinin içine konulduğunu gördüler. Bunun üzerine babalarına; “Ey babamız! Daha ne istiyoruz, işte sermâyemiz de bize iâde edilmiş. Biz onunla tekrar âilemize zahîre getiririz. Kardeşimizi de koruruz. Kardeşimizi götürmekle bir deve yükü zahîre de fazla alırız. Bu seferki aldığımız zahîre az bir ölçektir, bizi idâre etmez.” dediler. Bünyamin’i getireceklerine dâir söz aldıktan sonra onlarla birlikte tekrar Mısır’a gönderdi. Onlara da; “Daha önce Yusuf’a olanı biliyorsunuz. Fakat Allahü teâlâ en iyi koruyucudur. Merhametlilerin en merhametlisidir.” dedi.

Yakub aleyhisselamın oğulları ikinci defâ Mısır’a gittiler. Bünyamin’i Yusuf aleyhisselamın yanına getirdiler. Yusuf aleyhisselam kardeşlerine ikram ve ihsânlarda bulundu. Diğer kardeşlerinden ayrı olduğu sırada kardeşi Bünyamin’e kendisini tanıttı. Bir tedbirle onu göndermeyeceğini bildirdi. Her bir kardeşi için bir deve yükü erzak hazırlattı. Kardeşi Bünyamin’in yükünün içine Mısır hükümdârının altından yapılmış su tasını koydurdu.

Yakub aleyhisselamın oğullarının yükleri hazırlanıp yola çıkacakları sırada saraydan bir vazîfeli gelerek; “Ey kâfile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız.” dedi. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri geri dönerek; “Ne kayboldu. Aradığınız nedir?” diye sordular. Vazîfeli; “Hükümdârın tası kayboldu. Onu getirene bir deve yükü zahîre var. Ben de buna kefilim.” dedi. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki, biz buraya fesâd çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz.” dediler. Vazîfeli ve yanındakiler; “Eğer sözünüzde yalancı çıkarsanız sizin dîninizde hırsızlığın cezâsı nedir?” dediler. Yakub aleyhisselamın oğulları; “Su kabını çalanın cezâsı kimin yükünde bulunursa, çalan kimse, mal sâhibinin kölesi olur. Biz hırsızlık yapanları böyle cezâlandırırız.” dediler.

Saray vazîfelileri Yakub aleyhisselamın oğullarının yüklerini aradılar. Su tası en son aradıkları Bünyamin’in yükünde çıktı. Bunun üzerine Yakub aleyhisselamın bildirdiği dînin hükümlerine göre Bünyamin Mısır’da alıkonuldu. Yakub aleyhisselamın oğulları: “Ey Azîz! Hakikat, onun (Bünyamin’in) ihtiyar ve çok muhterem bir babası var. Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur. Onu bizden çok sever. Onun yerine birimizi alıp onu serbest bırak. Biz muhakkak seni ihsân edenlerden görüyoruz. Bu ihsânını tamamla.” dediler.

Yusuf aleyhisselam: “Eşyâmızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü bu takdirde (dîninize uygun olarak verdiğiniz fetvâya göre) biz de elbette zâlimlerden oluruz.” dedi.

Yakub aleyhisselamın büyük oğlu ve Şem’un da, babam bana izin verinceye kadar gelmem, deyip Mısır’da kaldı. Yakub aleyhisselamın diğer oğulları Mısır’dan ayrılıp utanarak ve sıkılarak babalarına geldiler; “Ey babamız! Muhakkakki oğlun Bünyâmin hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şâhitlik ederiz. Su kabının Bünyamin’in yükünden çıktığını gördük. Biz gaybı, yâni onun gerçekten çaldı mı, yoksa onun haberi olmadan eşyâsı arasına mı kondu? bilmeyiz. Eğer bize inanmazsan içinde bulunduğumuz (kendisinden döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da aralarında geldiğimiz kervana da sor. Biz hakîkaten doğru söyleyicileriz.” dediler. Yakub aleyhisselam bu habere çok üzülüp, anlatılanlara inanmadı. Fakat; “Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Umulur ki, Allahü teâlâ oğullarımı bana getire. Şüphesiz Allahü teâlâ Alîmdir, Hakîmdir.” dedi.

Allahü teâlânın kendisini bu sıkıntıdan yakında kurtaracağına inanan Yakub aleyhisselam son derece üzüntülü ve kederli olmasına rağmen, hâlini Allahü teâlâdan başkasına arz etmedi. Başına gelen musîbetlere rağmen, dâimâ sabırlı oldu. Bir gün oğullarına kavuşacağını ümit eden Yakub aleyhisselam; “Ey oğullarım! Mısır’a gidin, Yusuf ile kardeşlerinden haber sorun. Allahü teâlânın fadl ve ihsânından ümit kesmeyin. Çünkü hakîkat, kâfirler gürûhundan başkası Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümit kesmez.” dedi.

Yakub aleyhisselamın oğulları babalarının tavsiyesi üzerine üçüncü defâ Mısır’a geldiler. Yusuf aleyhisselamın huzûruna varıp; “Ey Azîz! Bize ve âilemize darlık, kıtlık, fakirlik ve açlık isâbet etti. Çok az ve ehemmiyetsiz bir sermâye ile geldik. Bize daha önce tam bedelle verdiğin gibi tam ölçek ver. Sermâyemizden eksik olan bu miktara karşılık olan zahîreyi vermekle veya kardeşimizi iâde etmek sûretiyle hakkımızda ayrıca tasaddukta bulun. Zîrâ Allahü teâlâ sadaka verenleri mükâfatlandırır. Yusuf aleyhisselam onlara: “Siz sonunun nereye varacağını bilmeden Yusuf’a ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp ondan tövbe ettiniz mi?” dedi.

Bu sözler üzerine onlar bu kimsenin, kardeşleri Yusuf olabileceğini düşündüler. Ona Yusuf olup olmadığını sordular. Onların yalvarışlarını, çâresiz kaldıklarını görünce, kalbi inceldi. Merhametinden dolayı, kendisinin kardeşleri Yusuf olduğunu açıkladı. Kardeşleri; “Yoksa sen gerçekten Yusuf musun?” dediler. Yusuf aleyhisselam; “Evet, ben Yusuf’um ve bu kardeşim Bünyamin’dir. Allahü teâlâ birbirimize kavuşturmakla bize ihsânda bulundu.” dedi. Kardeşleri Yusuf aleyhisselamın üstünlüğünü ve ona yaptıklarından dolayı günahkâr olduklarını kabul ettiler. Yusuf aleyhisselam onlara; “Bugün size bir kınama ve ayıplama yoktur.” dedi.

Kardeşlerine çok izzet ve ikrâmda bulundu. Babası Yakub aleyhisselamın hâlini, kendisinin yokluğundan sonra ne durumda olduğunu sordu. Onlar da; “Senin için çok üzüldü, ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu.” dediler. Bunun üzerine Yusuf aleyhisselam gömleğini çıkarıp onlara verdi ve; “Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürsün. O benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün âilenizi bana getirin.” dedi. Yusuf aleyhisselam kardeşlerinin yol hazırlıklarını yaptırdı. Babası Yakub aleyhisselama verilmek üzere bütün hânedânı ve akrabâsı ile birlikte Mısır’a gelmelerini isteyen bir mektup da verdi.

Yakub aleyhisselam, oğulları Mısır’dan yola çıktıktan sonra oğlu hazret-i Yusuf’un kokusunu aldığını söyledi. Fakat yanındakiler, Yusuf aleyhisselama duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebileceğini söylediler. Nihâyet Yakub aleyhisselamın oğulları Ken’an diyârına yaklaşınca, onlardan birisi müjdeci olarak gelip Yusuf aleyhisselamın gömleğini babasına verdi. Yakub aleyhisselam gömleği alıp yüzüne, gözüne sürdü. Gözleri açılıverdi. Yakub aleyhisselam, bütün oğulları ve akrabâsıyla birlikte Ken’an diyârından Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Yusuf aleyhisselam Mısır hükümdârı ve halkıyla birlikte Yakub aleyhisselamı ve berâberindekileri karşıladı. Babasını sarayına götürdü. Babasını ve üvey annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi (babası, üvey annesi ve kardeşleri ona kavuştukları için) secde (şükür secdesi) ettiler.

Yusuf aleyhisselam babasına; “Ey babam! İşte bu evvelce gördüğüm rüyânın tevili (yorumu)dir. Hakîkaten Rabbim o rüyâyı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsân etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını (hased ile) açtıktan sonra, Allahü teâlâ sizi çölden (Ken’an diyârından) getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri hakkıyla bilen herşeyi hikmetinin icâb ettirdiği vakit ve şekilde yapan odur.” dedi. Kardeşlerini affettiğini bildirdi.

Yakub aleyhisselam Yusuf aleyhisselamla birlikte on seneden fazla yaşadıktan sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîlürrahmân denilen yere defnedildi. Yusuf aleyhisselam babasının vefatından sonra bir müddet daha yaşadıktan sonra vefat etti. Mısır’da herkes Yusuf aleyhisselamı kendi mahallesine defnetmek istiyordu. İş kavgaya kadar vardı. Sonunda mermer bir Sandukaya koyup Nil Nehri kıyısına (veya Nil Nehrinin ortasına) defnetmekte anlaştılar. Bir rivâyete göre ondan dört yüz sene sonra, gelen Musa aleyhisselam kabrini bulup, mübârek cesedini oradan alarak Yakub aleyhisselamın da medfûn bulunduğu Halîlürrahmân’da defnedildi.

Yusuf aleyhisselamın güzelliği fevkalâdeydi. Âdem aleyhisselama çok benzerdi. Mısır sokaklarında gezerken yüzünün pırıltısı güneş ışıklarının yansıması gibi duvarlara aksederdi. Bir kimse onun yüzüne bakmak isterse hemen gözlerini çevirmek zorunda kalırdı. Bütün bunlara rağmen Yusuf aleyhisselama güzelliklerden sâdece bir parça verilmişti. Muhammed aleyhisselama ise tamâmı verilmişti.

Eshâb-ı kirâm Peygamber efendimize, siz mi güzeldiniz, Yusuf âleyhisselâm mı güzeldi? diye sorunca Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Kardeşim Yusuf benden sabih (güzel), ben ondan melihim (sevimliyim). O’nun görünen güzelliği benim görünen güzelliğimden çoktur.” buyurdu. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) görünmeyen güzelliği gösterilseydi, kimse bakmaya tâkat getiremezdi.

Eshâb-ı kirâmın gençleri, hazret-i Âişe vâlidemizden Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliğini sorduklarında hazret-i Âişe şu şiiri söylemiştir:

Ve lev semia ehlü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelihâ lev reeyne cebînehû,
Le âserne bilkat’il kulûbi alel eydi.

Mısırdakiler, onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yusuf aleyhisselamın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yâni, bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâ’yı kötüleyen kadınlar, onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalplerini keserlerdi (de acısını duymazlardı).

Yusuf aleyhisselam güzel ahlâk sâhibi olup, Mısır Azîzinin hakkını gözeterek Züleyhâ’nın tekliflerini reddetti ve iyilik gördüğü kimseye ihânet etmedi. Hiçbir menfâat ve zarar onun doğruyu söylemesine mâni olamadı. Allahü teâlâ onu Kur’ân-ı kerîmde “Sıddîk= Çok doğru sözlü” olarak medh etti. Kendisine hıyânet ve zulmedenleri affediciydi. İnsanların rüyâlarını doğru olarak tâbir ederdi. İnsanlara hizmet eder ve onların ihtiyaçlarını tedârik ederdi. Yusuf aleyhisselam iffet sâhibi, olup iffetini korumakta gayretliydi. Mısır kadınları ile arasında geçen hâdise meşhurdur.

Mucizeleri:
Yusuf aleyhisselamın üç çeşit mucizesi vardı:

1. Hazret-i Yusuf’un konuşması pek şirin, çok tatlı olduğu için, herkesin kalbi ona meylederdi. Onun tatlı sözleri karşısında îmân eden pekçoktu.

2. Hazret-i Yusuf’un yüzü güneş gibi nûrluydu. Hattâ bir kimse yüzüne bakmak istese, hemen gözlerini çevirmeye mecbur olurdu. Bu nûrun tesiriyle, yâni başkasına sirâyetiyle huzûruna getirilen âmânın hemen gözleri görmeye başlamıştı.

3. Yusuf aleyhisselamın duası bereketiyle ağaçların yapraklarından güzel kumaş olmuştu. Huzûruna bir büyük kişi gelmiş, şu gördüğümüz ağaçların yaprakları birbiriyle birleşip güzel kumaş olsun, diye mucize teklifinde bulunmuştu. Hazret-i Yusuf öyle dua edince, kıymet biçilmez bir kumaş olmuştur.

Yusuf aleyhisselamın hayâtı, başından geçenler ve hikmetleri Kur’ân-ı kerîmde Ahsen-ül-Kasas (kıssaların en güzeli) diye medh edilen Yusuf sûresinde bildirilmiştir. Bu sûrede Yusuf aleyhisselamın başına gelenlerle, kavuştuğu ihsânlardan bahsedilir. Hasedin noksanlık ve Allahü teâlânın yardımından mahrum kalmaya, sabrın ise sıkıntı ve gamlardan kurtulmaya sebep olduğu; Yakub aleyhisselamın sabrettiği için maksâdına kavuştuğu; Yusuf aleyhisselamın sabrı ve doğruluğu anlatılmaktadır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:15:15
Eyyub Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Hazret-i İshak’ın oğlu Iys’ın neslindendir. Kendisine yedi kişi îmân etti. Yüz kırk sene yaşadı. Sabrı ile insanlık târihinde darbımeselle anılan Eyyub aleyhisselam, Kur’ân-ı kerîmde zikredilmiştir.

Eyyub aleyhisselamın çok mal ve serveti ile on oğlu vardı. Sürü sürü hayvanları, bağları ve bahçeleri bulunuyordu. Şam civârında Beseniyye mevkıindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı. Fakat servetinin çokluğu onu Allah yolundan alıkoymadı. Eyyub aleyhisselam Şam civârında yaşayan insanlara peygamber olarak gönderildi. Onları Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. Bu uğurda pekçok zahmet çekti. Sonra malı, evlâdı ve bedeni ile imtihân edildi. Eyyub aleyhisselam çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi. Sabrı, kullukta kusûr etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibâdet ehline ve akıl sâhiplerine örnek oldu.

Allahü teâlâ hazret-i Eyyub’u imtihân etmeyi murâd etti. Onun mallarını çeşitli vesîlelerle elinden aldı. Koyunları sel, ekinleri ise rüzgâr ile telef oldu. Şeytan çoban sûretinde ağlayarak Eyyub aleyhisselamın yanına geldi. O sırada insanlara vaaz ve nasîhatte bulunan Eyyub aleyhisselama mallarının ve servetinin telef olduğunu söyledi. Hazret-i Eyyub bu haber karşısında hiç şikâyette bulunmayarak Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu ve “Üzülme! O malı mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Çünkü sâhibi O’dur.” dedi. Bu sözleri ve hareketi karşısında şeytan perişan olup, geri gitti.

Sonra Allahü teâlâ Eyyub aleyhisselamın, hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzeleyle ruhlarını aldı. Bu defâ hoca şekline giren şeytan feryâd ve figân ederek Eyyub aleyhisselamın yanına geldi; “Ey Eyyub! Allahü teâlâ evini zelzele ile yıktı. Çocukların öldü. Her biri parça parça oldular.” dedi. Çocuklarına olan şefkatinden dolayı gözlerinden yaşlar gelen Eyyub aleyhisselam sabır ve tevekkül ederek, Allahü teâlâya teslimiyetini bildirdi. Şeytana da: “Ey mel’ûn! Sen İblissin. Beni Rabbime isyâna teşvik etmek istiyorsun. Şunu bil ki, evlâdım bir emânet idi. Rabbime niçin incineyim. Rabbime hamd ederim.” buyurdu. Bundan sonra Allahü teâlâ Eyyub aleyhisselamın vücuduna hastalık verdi.

Hazret-i Eyyub’un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Akrabâları, komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu. Yalnız hanımı Rahîme Hatun onu terk etmedi. Ona hizmetine devâm edip, ihtiyâç için neyi varsa sarf etti. Hazret-i Eyyub bu hastalık hâlinde de şikâyet ve feryâdda bulunmayıp, hamd etti ve sabır gösterdi. Bu defâ şeytan Eyyub aleyhisselamın bulunduğu şehir halkına vesvese vererek; “Onun hastalığı size geçer, onu şehrinizden çıkarın.” dedi. Şehir halkı Eyyub aleyhisselamı ve hanımı Rahîme’yi şehirden dışarı çıkardılar. Rahîme Hatun şehrin dışında bir yerde hazret-i Eyyub’a hizmete devâm etti.

Hazret-i Eyyub, yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi. Şeytan, bu defâ insan sûretinde Rahîme Hâtunun karşısına çıkıp onu Eyyub aleyhisselamın hizmetinden alıkoymaya çalıştı. Ona; “Kendine yazık ediyorsun. Hastalığı sana geçer.” dedi. Rahîme Hatun ise, şeytana; “Onun üzerimdeki hakkı çoktur, ödeyemem. Nîmet ve râhat vaktinde onunla yaşadım. Bu hastalık hâlinde onu bırakamam.” dedi. Dönüşte, olanları hazret-i Eyyub’a anlattı. Eyyub aleyhisselam da onun iblîs yâni şeytan olduğunu ve onun vesvesesinden sakınmasını söyledi. Şeytan daha sonra da Rahîme Hâtunun karşısına çıkarak, vesvese vermeye çalıştıysa da aldırış etmedi.

Hazret-i Eyyub’un hastalığı gittikçe şiddetlendi. Onun bu hâli beden, kalp ve lisânıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazîfelerini iyice zorlaştırdı. O zaman Allahü teâlâya dua ve niyazda bulundu: “Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” dedi. Allahü teâlâ onun dua ve niyâzını kabûl etti.

Birgün Eyyub aleyhisselamın hanımı Rahîme Hatun yiyecek aramaya çıkmıştı. İkindi vakti Allahü teâlânın lütuf ve müjdesi ulaştı. Cebrâil aleyhisselam gelerek Allahü teâlâdan; “Ey Eyyub! Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve nîmet vereceğim.” haberini getirdi. Allahü teâlâ; “(Ey Eyyub!) Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç.” (Sâd sûresi: 42) buyurdu. Bu emr-i ilâhî üzerine Eyyub aleyhisselam ayağını yere vurdu. Biri sıcak, biri soğuk, iki pınar fışkırdı. Sıcak sudan gusl edince bedenindeki, soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhate kavuştu. Kuvveti geri geldi. Tâze bir genç oldu. Elinden alınmış olan mallarını Allahü teâlâ geri iâde etti. Çok sayıda evlâd ihsân etti veya bir rivâyette ölmüş olan oğullarını diriltti. Yüz çeviren dostları kendisine muhabbetle yöneldiler.

Eyyub aleyhisselamın hastalığı âfiyet hâline dönüşünce, o gece seher vaktinde bir âh eyledi. Sebebini sorduklarında; “Her gece seher vaktinde «Ey bizim hastamız nasılsın?» diye ses duyardım. Şimdi o vakit geldi; «Ey sıhhatli kulumuz nasılsın?» sesini duyamadım. Onun için ağlıyorum.” buyurdu.

Eyyub aleyhisselam ömrünün sonunda en olgun evlâdı olan Havmel’i vâsi tâyin etti. Techiz ve tekfin işlerini ona ısmarladı. Yüz kırk sene ömür sürdükten sonra vefat etti. Bişr isimli bir oğlunun peygamberliğinde ihtilâf olunmuştur. Onun yaşıyla ilgili başka rivâyetler de vardır. Hazret-i Eyyub’un kabri Şam’da Beseniyye denilen yerdedir.

Mucizeleri:
Eyyub aleyhisselam Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken birçok mucizeler gösterdi. Bunlardan bâzıları şöyledir.

1. Eyyub aleyhiselâmın duası bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu.

2. Eyyub aleyhisselam kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit o da; “Evimdeki direklerin kalkarak havada durmasını senden mucize olarak isterim.” demişti. Hazret-i Eyyub dua etti. Nihâyet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı. Hâkim bu mucizeyi gördüğü hâlde îmân etmedi.

3. Eyyub aleyhisselamın duasıyla çöldeki seraplar ve dumanlar su olurdu.

Eyyub aleyhisselam güzel huylu, cömerd ve çok merhametliydi. Fakirlere, misâfirlere, yetimlere çok yardım ederdi. Bedenine, malına ve evlâdına gelen musibetlere sabredip ilâhî takdire rızâ gösterirdi. Bundan dolayı insanlık târihinde, “Eyyub aleyhisselamın sabrı gibi” darbımeseliyle anıldı. Allahü teâlâ onu bu güzel vasıfları sebebiyle Kur’ân-ı kerîmde şöyle medh ü senâ buyurdu:
“Biz onu (belâlalara) hakîkaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Şüphe yok ki o tamâmen Allah’a dönen (bir zât) idi.” (Sâd sûresi: 44)

Eyyub aleyhisselamla ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin En’âm, Nisâ, Sâd, ve Enbiyâ sûrelerinde bilgi verilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:16:17
Şuayb Aleyhisselam  

Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrahim aleyhisselam veya Sâlih aleyhisselamın neslindendir. Soyu anne tarafından Lut aleyhisselamın kızına ulaştığı ve Eyyub aleyhisselamla teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Musa aleyhisselamın kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ül-Enbiyâ (Peygamberlerin hatîbi) denildi. İnsanlara İbrahim aleyhisselama bildirilen dînin emir ve yasaklarını tebliğ etti.

Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe Körfezinden Humus Vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselam, o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb aleyhisselam, azgın ve sapık kavmin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve çok namaz kılardı.

Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alış-verişte muhakkak hîle yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp, stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı.

Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariblerin mallarını çeşitli hîlelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sâhip oldukları pekçok nîmetin şükrünü yapmayıp, nankörlük ediyorlardı.

Allahü teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için Şuayb aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Şuayb aleyhisselam onlara nasîhatlerde bulunup, Allahü teâlâya şirk koşmamalarını ve yalnızca O’na ibâdet etmelerini, alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hîle yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyledi. Kötülüklere devâm ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını söyledi. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb aleyhisselamın sözlerini dinlemeyip, ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler.

Şuayb aleyhisselam, bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyânları sebebiyle helâk edilen Nûh aleyhisselamın gönderildiği kavmin, Hûd kavminin, Lut kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip îmân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi hâlde kendilerinin de isyân edip, helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb aleyhisselama îmân etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup, Şuayb aleyhisselama gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb aleyhisselamı ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip, tehdit ettiler.

Şuayb aleyhisselam azgın Medyen halkının, bütün nasîhatlerine rağmen îmâna gelmelerinden ümit kesince, onları Allahü teâlâya havâle etti.Şuayb aleyhisselam Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin hayırlısısın.” diye dua etti.

Azgınlıklarına ve inananlara karşı düşmanlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine, Allahü teâlâ azâb gönderdi. Cebrâil aleyhisselamın bir sayhası ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı.

Şuayb aleyhisselam ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek, oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazîfelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tâne ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb aleyhisselama inanmak için gelenleri vaz geçirmek için çalışırlar, Şuayb aleyhisselama yalancı derlerdi. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ederlerdi.

Şuayb aleyhisselam Eyke halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, azgınlık ve taşkınlıklarından vaz geçmeye dâvet etti. Eyke halkı Şuayb aleyhisselamdan mucize istediler. Şuayb aleyhisselam çevredeki putlara hitâb edip; “Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin!” dedi. Taş ve ağaçtan yapılmış cansız birer varlık olan putlar dile gelip; “Rabbimiz ve yaratıcımız Allahü teâlâdır. Yâ Şuayb! Sen ise Allahü teâlânın peygamberisin!” dediler ve kâidelerinden yere düşüp paramparça oldular. Bu mucize karşısında bâzı kimseler îmâna geldi.

İnanmayanlar da azgınlıklarını daha da arttırdılar. Şuayb aleyhisselam son defâ îkâz edip, puta tapmaktan vaz geçmelerini, Allah’a îmân etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip, kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, yalancısın, sihirbazsın, büyülenmişsin dediler. Îmân etmeyeceklerini açıkça söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.” dediler.

Şuayb aleyhisselam bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çâresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir taraftan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup, gittiler.

Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı kerîmde (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“O gölge (zulle) gününün azâbı onları yakalayıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.” (Şuarâ sûresi: 189)

Şuayb aleyhisselam, Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü.

Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Musa aleyhisselam, kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb aleyhisselamın kızlarına yardım ederek, koyunlarını suladı. Şuayb aleyhisselam ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin güvenilir bir kimse olarak görüp, koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı.

Musa aleyhisselam orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb aleyhisselam, her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı ve dâmâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gidip yerleşti. Daha sonra da orada vefat etti. Vefâtında 300 yaşında olduğu rivâyet edilmiştir.

Şuayb aleyhisselam çok namaz kılardı. Tevrat’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb aleyhisselam, Medyen ve Eyke kavimleri hakkında âyet-i kerîmeler mevcuttur.

Şuayb aleyhisselamın altı çeşit mucizesi vardır:
1. Hazret-i Şuayb’ın duası bereketiyle, koyunlardan doğmuş siyah kuzuların hepsi beyaz olmuştur.

2. Hazret-i Şuayb’ın duası bereketiyle taşlar toprak olmuştu. Şöyle ki: Medyen kasabası dağlık, taşlık bir yer olduğundan: “Hak peygamber iseniz, dua ediniz, şu dağlar, taşlar kalkıp, yerimiz geniş olsun.” diye teklif etmişlerdi. Şuayb aleyhisselam dua edince, cenâb-ı Hak duasını kabul edip, elini o dağ ve taşlar üzerine koy, diye emreyledi. Elini koyunca hepsi toprak oluverdi.

3. Şuayb aleyhisselamın duası bereketiyle Medyen’de bâzı taşlar koyun olmuştur. Şöyle ki, kendilerinin hiç koyunu olmadığı için kavmi, bizim koyunlarımızı elimizden almak için Şuayb buraya gelmiştir diye söz etmişlerdi. Hazret-i Şuayb bunu işitince, çok üzülüp, kendinin de koyunu olması için cenâb-ı Hakka dua eyledi. Cenâb-ı Hak, duasını kabul edip, orada bulunan taşlara eliyle işâret etmesini emreyledi. Hazret-i Şuayb işâret ettiği anda o taşlar koyun oluverdi. Bu sûretle koyunları kavminin koyunundan birkaç misli fazla oldu. O koyunları sekiz, yâhut on sene hazret-i Musa’ya güttürüp, kızını da ona verdiği meşhurdur.

4. Hazret-i Şuayb, bir yerin taşları etrâfında dönünce, o taşlar hemen bakır olup, ahâli bununla pek zengin olmuştur.

5. Hazret-i Şuayb’ın duası bereketiyle kum tepeleri yerinden kalkmıştır.

6. Hazret-i Şuayb, bir dağa çıkmak istediği zaman, dağ âdeta devenin oturup kalktığı gibi, Şuayb aleyhisselam çıkıncaya kadar küçülür, çıktıktan sonra evvelki hâli gibi büyük bir dağ olurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:17:14
Musa Aleyhisselam  

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberler içinde üstünlükleri olan ve kendilerine “ulü’l-azm” denilen altı peygamberin üçüncüsüdür. Allahü teâlâ ile konuştuğu için, “Kelîmullah” denilmiştir. Benî İsrail’e gelmiştir. Yakub aleyhisselamın soyundandır. Harun aleyhisselamın kardeşidir. Babasının ismi İmrân’dır. Annesinin ismi Nüceyb veya Nâciye veya Yuhâbil’dir.

Hazret-i Yusuf’tan sonra, Mısır’da, İsrailoğulları iyice artıp çoğaldı. Bunlar hazret-i Yakub ve hazret-i Yusuf’un bildirdikleri dîne inanıyorlar ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Mısır’ın eski yerlisi Kıbtî kavmiyse yıldızlara ve putlara taparlardı ve İsrailoğullarına hakâret gözüyle bakar, başlarında bulunan firavunlar onları esir gibi ağır işlerde kullanırlardı. Onların çoğalmasından endişe ederlerdi. Benî İsrail, Kıbtî kavminin kötü muâmelelerinden ve firavunların ağır tekliflerinden bezmiş, usanmışlardı. Bu bakımdan dedelerinin eski yurtları olan Ken’ân diyârına gitmek isterlerdi. Fakat firavunlar onların Mısır’dan çıkmasına izin vermeyip, eziyetlerini artırırlardı.

Mısır’ın idâresini elinde bulunduran ve firavun denilen krallar, kendilerine mezar olarak dağ gibi piramitler yaptırıyorlar ve bu piramitlerin yapımında binlerce insanı zorla çalıştırıyorlardı. Allahü teâlâyı inkâr edip, ilâhlık dâvâsında bulunuyorlardı. Bu zamanda falcılık, sihirbâzlık meslek hâline getirilmiş ve ülkenin her tarafında kâhinler, sihirbâzlar türemişti. Bu sırada Mısır halkının başında bulunan Firavun bir gece rüyâsında Kudüs tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ın yerli halkı Kıbtîleri yaktığını, İsrailoğullarına ise hiç zarar vermediğini gördü. Bu rüyâyı yorumlayan kâhinler, İsrailoğullarından bir erkek çocuk dünyâya gelecek, senin saltanatını yıkacak ve sen helâk olacaksın, dediler. Bunun üzerine Firavun on iki kabîle hâlinde olan ve her bir kabîlenin başında bir idârecisi bulunan İsrailoğullarının birleşmesinden de iyice endişelendi. İsrailoğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmeleri için kânun çıkardı.

Bu hâdise karşısında İsrailoğullarının sıkıntıları iyice arttı. Firavun’un emrine karşı gelenler topluca öldürülmeye başlandı. Bu sırada doğan Musa aleyhisselamın annesi onun da öldürülmesinden korkmuş ve çok endişelenmişti. Kur’an-ı kerîm’de onun kalbine meâlen şöyle ilhâm edildiği bildirilmektedir:
“Musa’nın annesine şöyle ilhâm ettik: Bu çocuğu (Musa’yı) emzir; sonra öldürülmesinden korktuğun zaman onu suya (Nil Nehrine) bırakıver, boğulmasından korkma, ayrılmasından kederlenme. Çünkü biz, muhakkak onu sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden yapacağız.” (Kasas sûresi: 7)

Musa aleyhisselamın annesi onu bir sandığın içine koyup Nil Nehrine bıraktı. Nehir üzerinde akıp giderken akıntı onu Firavun’un sarayına doğru sürükledi. Firavun’un hanımı Âsiye, sandığı görerek yakalayıp saraya götürdü. Sandığı açıp içinde nûr topu gibi bir çocuk görünce onu cân u gönülden sevip; “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar, yâhut onu oğul ediniriz...” dedi. Onu emzirmek için pekçok süt analar getirtti. Musa aleyhisselam hiçbirisinin memesini almadı.

Annesi, çocuğunun Firavun’un sarayına alındığını ve süt annesi arandığını öğrendi. Süt annesi olabileceğini söylemesi için kızını yâni hazret-i Musa’nın kardeşini gönderdi. Kardeşi saraya gidip; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim mi?” dedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselamın annesini getirttiler. Musa aleyhisselam onun memesini aldı ve bunun üzerine Firavun’un hanımı Âsiye onu süt anneliğine kabûl etti. Böylece kimsenin haberi olmaksızın kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü...

Musa aleyhisselam Firavun’un sarayında büyüdükten sonra sarayı terkedip akrabâsının ve büyük kardeşi Harun’un yanına gitti. Bir gün gördü ki; İsrailoğullarından biriyle bir Kıbtî kavga ediyor. Hazret-i Musa aralarına girip ayırmak için Kıbtîyi itip hafifçe göğsüne vurdu. Kıbtî yere düşüp öldü. Hazret-i Musa elinden böyle bir kazâ çıkmasına üzüldü. Firavun’un şerrinden çekinip, Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Orada peygamber olan Şuayb aleyhisselamla buluşup, on sene Medyen’de kaldı ve Şuayb aleyhisselamın kızıyla evlendi. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere Medyen’den ayrıldı.

Tur Dağına geldiği sırada mekânsız olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Kendisine ve kardeşi Harun aleyhisselama peygamberlik verildi. Elindeki asânın yılan olması mucizesi ve elini koynuna sokup çıkarınca bembeyaz olup, ışık yayması mucizeleri verildi. Sonra da Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle vahyedildiği bildirilmektedir:
“Bu iki mucize Firavun ve adamlarına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir. Firavun’a git, doğrusu o azmıştır.” (Kasas sûresi: 32-33)

Hazret-i Musa Mısır’a varıp, kardeşi Harun aleyhisselam ile görüşüp, durumu anlattı. Firavun’a gidip onu dîne dâvet ettiler. İsrailoğullarını serbest bırakmasını istediler. Firavun ilâhlık dâvâsında bulunarak kabûl etmedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselam elindeki asâsını yere bıraktı. Kocaman bir ejderhâ olup, hareket etmeye başladı. Elini koynuna sokup çıkardı, eli bembeyaz göründü. Bu mucize karşısında şaşırıp kalan Firavun, durumu vezirlerine anlatınca, o sihirbâzdır dediler. Hazret-i Musa; “Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz. Bu, sihir değildir. Bu, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın verdiği bir mucizesidir.” diyerek onları îmâna çağırdı. Firavun ve adamları hazret-i Musa’nın sözlerini dinlemediler. Gösterdiği mucizelere inanmayıp, sihirdir diye ısrâr ettiler. Firavun; “Ey Musa! Sihirbâzlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin? Biz de sana sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer tâyin et.” diyerek ülkesindeki bütün sihirbâzları topladı.

Musa aleyhisselam Allahü teâlâya dua ederek, sihirbazlarla karşılaşmayı kabûl etti. Mısır halkı önünde sihirbazlarla karşı karşıya geldiler. Sihirbazlar ellerindeki ip ve sopaları yere attılar, göz bağcılık ile bir takım yılanlar geziyor gibi gösterdiler. Bu sırada Musa aleyhisselam elindeki asâsını yere bırakıverdi. Mucize olarak dehşetli ve çevik bir ejderhâ olup, sihirbazların yere attıkları ve yılan gibi gösterdikleri şeyleri yuttu. Bunu gören sihirbazlar; “Bu mutlaka insan gücünün dışında bir mucizedir.” dediler ve hazret-i Musa’ya îmân ettiler. Bu hâdise karşısında Firavun iyice azgınlaşıp, baskı ve zulmünü arttırdı. Musa aleyhisselama inananları şehit ettirdi. Hazret-i Musa’ya îmân etmiş olan kendi hanımı Âsiye’yi de şehit etti.

Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince, Allahü teâlâ onlara çeşitli belâlar verdi. Önce şiddetli bir kuraklık oldu ve çetin bir kıtlığa tutuldular. Sonra su baskını, çekirge, haşarât ve kurbağa istilâsına uğradılar. Başlarına belâ geldikçe hazret-i Musa’ya gidip belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devâm ederek îmân etmediler. Tekrar belâlar başlarına geldi. Buna rağmen îmân etmediler. Firavun ve kavmine gönderilen bu belâlar Kur’ân-ı kerîm’in A’raf sûresinde bildirilmektedir.

Firavun ve kavmi, Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında İsrailoğullarının Mısır’dan gitmelerine izin verdi. Musa aleyhisselam bir vakit tâyin ederek bir gece vakti bütün İsrailoğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişmân oldu. Derhâl askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. Önlerinde denizi arkalarında düşmanı gören İsrailoğulları endişeye kapıldılar. Bu sırada Allahü teâlâ Musa aleyhisselama meâlen;
“Asân ile denize vur.” (Şuarâ sûresi: 63) diye vahyetti. Hazret-i Musa bu emir üzerine asâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı her bir tarafı yüksek bir dağ gibiydi. Önlerine çok geniş ve kupkuru on iki tâne yol açıldı. On iki sülâle olan İsrailoğulları bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun, askerleriyle birlikte boğuldu.

Firavun boğulmak üzere iken “inandım” demişse de onun ye’se kapılarak söylediği bu sözü kabul olunmadı. Bu hususta Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Firavun boğulacağı anda, “İsrailoğullarının îmân ettiğinden (Allah’tan) başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım.” dedi.” (Yunus sûresi: 90) Ancak Allahü teâlâ Firavun’un îmânını kabul etmedi ve ona Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla şöyle hitap buyurdu:
“Şimdi mi inandın daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” (Yunus sûresi: 91) “Biz de bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki, arkadan geleceklere bir ibret olasın. Bununla berâber doğrusu insanlardan birçok kimseler âyetlerimizden (ibret verici mucizelerimizden) gâfildirler.” (Yunus sûresi: 92) Tefsîr âlimlerinden Zemahşerî bu âyeti şöyle tefsir etmiştir:
“... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız... Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış hâlde çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”

Firavun’un cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında kumlar arasında bulunarak İngiltere’ye götürülmüştür. Hâdisenin olduğu zamandan bugüne kadar üç bin yıl geçmiş olmasına rağmen, Firavun’un vücudu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamış hâliyle secde eder vaziyette Londra’daki meşhur British Museum’da sergilenmektedir.

Musa aleyhisselam Kızıldeniz’i geçtikten sonra, İsrailoğullarını Ken’an diyârına doğru götürdü. Yolda putperest bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavim öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyorlardı. Onların bu hâlini gören İsrailoğulları onlara meyl ettiler. Hazret-i Musa’ya; “Yâ Musa! Onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap.” dediler. Hazret-i Musa onlara; “Siz câhil bir kavimsiniz. Allahü teâlâ size nîmet ve kurtuluş verdi. Allahü teâlâya îmân ediniz, şirkten ve putlardan kaçınınız...” diye nasîhat etti.

Allahü teâlâ Musa aleyhisselama bir kitap indireceğini vâdetmişti. Tûr Dağına çıkması bildirildi. Musa aleyhisselam, kardeşi Harun’u (aleyhisselam) yerine vekil bırakıp, kendisi Tûr Dağına gitti. Kırk gün Tûr Dağında kalıp, ibâdet etti. Vâsıtasız olarak Allahü teâlânın kelâmını işitti. Bu sırada Tevrat kitâbı nâzil oldu.

Musa aleyhisselam Tûr’da iken, Sâmirî adında bir münâfık İsrailoğullarının ellerindeki altınları topladı. Eriterek bir buzağı heykeli yapıp işte sizin ilâhınız budur diyerek İsrailoğullarını aldatınca, buzağıya tapmaya başladılar. Harun aleyhisselam her ne kadar nasîhat ettiyse de dinlemeyip, ona karşı çıktılar.

Musa aleyhisselam Tûr’dan dönünce, bu hâle çok gadaplanıp Sâmirî’yi reddetti ve yaptığı buzağı heykelini yakıp denize attı. Sâmirî de insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde, başkaları ona yaklaşamadığı gibi, o da başkalarına yaklaşamaz hâlde yaşadı. Bu hâlde bulunan Sâmirî sahrâda perişan bir hâlde helâk oldu. Harun aleyhisselama bu durumu sorunca; “Nasîhat ettim dinlemediler. Az kaldı beni öldüreceklerdi.” dedi. Böylece hazret-i Musa’nın gadabı geçti. Onlara, kendisine Tevrat’ın indirildiğini bildirdi. İsrailoğulları da Tevrat’ta bildirilen hükümlerle amel etmeye başladılar. Putlara tapmaktan vazgeçtiler. Şirkten kurtulup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ettiler.

İsrailoğulları Tih Sahrasında kaldıkları sırada Musa aleyhisselamın bildirdiklerine uymayıp yine taşkınlık gösterdiler. Musa aleyhisselamdan çeşitli isteklerde bulundular. Allahü teâlâ Musa aleyhisselamın duası üzerine, Tîh Sahrasında susuz kalan İsrailoğullarına su ihsân etti. Allahü teâlânın emriyle Musa aleyhisselam asâsını yere vurup, on iki tâne pınar fışkırıp İsrailoğulları içtiler. Allahü teâlâ onlara “selva” denilen bıldırcın eti ve “men” denilen kudret helvası ihsân etti. Nihâyet; “Biz bunları yemekten usandık, bakla, soğan gibi hubûbat ve sebze isteriz” dediler.

Bu nîmetlere karşı nankörlük yapan İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın Ken’an diyârında bulunan Cebbâr (zâlim) kavimlerle harp etmeleri isteğini de kabul etmediler. Musa aleyhisselama; “Sen ve Rabbin cebbârlara karşı gidip savaş edin.” dediler. Musa aleyhisselamın akrabâlarından olan Karun, Musa aleyhisselama karşı iftirâda bulunduğu için malları ve servetiyle yerin dibine battı. İsrailoğulları böyle taşkınlıklar gösterdikleri için Allahü teâlâ onları kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında kalmakla cezâlandırdı. Kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında şaşkın ve perişan bir hâlde dolaşan İsrailoğulları, perişan hâlde telef oldular.

Nihâyet aradan epey bir zaman geçip İsrailoğullarının çocukları itâatkâr ve savaşacak bir tarzda yetiştiler. Bu sırada Harun aleyhisselam da vefat etti.

Musa aleyhisselam, İsrailoğullarını alıp, Lut Gölünün güney tarafına getirdi. Buradan da hareket ederek Üç bin Unk adında zâlim bir kralın ordusu ile savaş yapıp gâlip geldiler. Böylece Şeria Nehrinin doğusuna sâhip oldular. Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyârı gözüküyordu. Bu sırada yüz yirmi yaşında bulunan Musa aleyhisselam vefat etti.

Musa aleyhisselamın nerede vefat ettiği ve kabrinin nerede olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Kudüs civârında veya Nebû Dağında olduğu bu rivâyetlerdendir. Hazret-i Musa’nın şerîati (bildirdiği dîni) hazret-i İsa’nın gönderilmesine kadar devâm etti. İkisi arasında gelen peygamberler hep Musa aleyhisselamın şerîatı ile amel etmekle mükellef oldular. İsrailoğulları daha sonra Tevrat’ı değiştirip hak dinden uzaklaşıp yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Bunlara Yahudiler denilmiştir.

Musa aleyhisselamın mucizeleri:
1. Asâsının ejderhâ (büyük yılan) olması.

2. Yed-i Beydâ: Sağ elini koynuna sokup çıkarınca, güneş gibi parlaması. Bu nûru gören düşmanları kaçışırlardı.

3. Kavmiyle Kızıldeniz’in kenarına gelince aasâsını vurup denizde yol açması.

4. Tîh Sahrâsında kavminin susuz kalıp, su istemeleri üzerine asâsını bir taşa vurup Benî İsrail’in kabîleleri adedince, on iki pınar akıtması.

5. Firavun ve Kıbtî kavmi İsrailoğullarına zulüm ettiği ve Musa aleyhisselama inanmayıp isyân ettiklerinde, Allahü teâlâ hazret-i Musa’ya tûfân mucizesini vermiştir. Çok şiddetli yağmur yağdı. Öyle bir karanlık ve fırtına oldu ki, kimse evinden dışarı çıkamadı. Ayın ve güneşin ışığı görünmez oldu. Kıbtîlerin evlerini su bastı. Ayakta durur oldular. Su boğazlarına kadar yükseldi. İsrailoğullarının evlerine ise bir damla su girmedi. Firavun ve Kıbtî kavmi, bu belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Kaldırıldı fakat yine îmân etmediler ve başka belâlara dûçâr oldular.

6. Kıbtî kavminin ekinlerini, meyvelerini ve giydikleri elbiselerini, evlerinin tavanlarını yiyen çekirge sürülerinin istilâsına uğramaları mucizesi. Bu çekirgeler İsrailoğullarına hiç dokunmayıp, Firavun’un kavmi Kıbtîlere musallat olmuştur.

7. Kumnel yâni bit ve ekin böceği denen haşeratın Musa aleyhisselamın mucizesi olarak Kıbtî kavmine musallat olması.

8. Kurbağa mucizesi. Kıbtî kavmi her belâya tutuldukça, belâ kaldırıldığında îmân edeceklerini söylemelerine rağmen, sözlerinden vazgeçmeleri üzerine üst üstüne belâya tutuldular. Kurbağaların istilâsına uğramaları da bu şiddetli belâlardan biridir. Kurbağalar, yiyeceklerine, içeceklerine düşer, kalırdı. Bir söz söylemek isteseler ağızlarını açarken birkaç küçük kurbağa ağızlarından mîdelerine girerdi. Geceleri üzerlerinde toplanan kurbağaların seslerinden uyuyamazlardı. Firavun, bu belâ kaldırıldığı taktirde, îmân edeceğini söylemesine rağmen, belâ kalkınca yine îmân etmedi.

9. Kan belâsı. Mısır’da bulunan bütün sular, Kıbtîlerin kaplarına doldurulurken kan hâlini alırdı. Böylece susuzluktan çâresiz kalmışlardı. İsrailoğullarına ise böyle bir şey olmazdı.

10. İsrailoğullarından biri öldürüldüğü vakit kimin öldürdüğü bilinemeyince, Musa aleyhisselamın duası ile dirilip, kendisini öldüreni haber vermiştir.

11. Musa aleyhisselam kavmiyle Tîh Çölüne geldiği zaman, kavminin yiyeceği kalmadığı için, Musa aleyhisselama gelerek çoluk-çocuğumuzla açlığa dayanamıyoruz, dediklerinde Musa aleyhisselam Allahü teâlâya dua etti. Kudret helvâsı ve bıldırcın kebabı indi. Her ne zaman isteseler önlerinde hazır olurdu.

12. Hazret-i Musa’nın duası ile kuraklıktan kavrulup kuruyan ekinler, otlaklar ve meyveler eski hâlini almıştır.

13. Hazret-i Musa Tîh Sahrâsında bulunan İsrailoğullarının durumunu merak edince bir kurt gelip onların hâllerini haber vermiştir.

14. Hazret-i Musa’nın duasıyla sarı dikenler altın olmuştur. Malı ve zenginliğiyle gururlanıp isyân etmesinden dolayı malı ve mülkü ile birlikte yere batırılan Kârun, bu mucize karşısında âciz kalıp, hased ederdi.

15. Yolculukta hazret-i Musa’ya uzun mesâfeler kısalır, kısa zamanda çok uzak mesâfeleri katederdi.

Kur’ân-ı kerîm’de Musa aleyhisselamdan 136 yerde bahsedilmektedir. Hakkında çok hadîs-i şerîf vardır. Yine Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde Hızır aleyhisselam ile yaptıkları seyâhat bildirilmektedir. Vahyi tebliğ için Cebrâil aleyhisselam ona dört yüz kere gelmiştir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyorlar ki:
“Kendimi, peygamberler arasında gördüm. Musa aleyhisselam ayakta namaz kılıyordu. Esmerdi, saçları dağınık ve sarkık değildi. Zât kabilesinden bir yiğit gibiydi.”

“... Sonra bizi altıncı semâya doğru yükseltti. Cibrîl (aleyhisselam) onun kapısını çaldı. Kim o! denildi. Cibrîl’dir dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed’dir dedi. O’na “dâvet” gönderilmiş midir? denildi. Cibrîl O’na “dâvet”gönderilmiştir dedi. Onun üzerine bize açıldı. Ben orada Musa (aleyhisselam) ile karşılaştım. Bana merhabâ dedi ve hayır dua eyledi.”
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:18:07
Harun Aleyhisselam
 
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden.Hazret-i Musa’nın ana-baba bir büyük kardeşidir. Babasının ismi, İmrân bin Yasher’dir.Soy itibariyle Yakub aleyhisselamın oğullarındanLâvî’ye dayanır.Mısır’da doğdu. Musa aleyhisselamdan üç sene önce Tûr-i Sinâ’da vefat etti.

Harun aleyhisselam,İsrailoğulları üzerine Firavun’un ve kıbtîlerin zulüm ve baskılarının arttığı sırada doğdu. Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçti. Musa aleyhisselama peygamberlik emri bildirildikten sonra, Harun aleyhisselama da peygamberlik emri bildirildi. Musa aleyhisselamla birlikte Firavun’a gitmeleri, onu ve avânesini Allahü teâlâya îmâna dâvet etmeleri emredildi. Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselamla birlikte Firavun’u ve adamlarını hak dîne inanmaya dâvet ettiler.

Kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve insanların kendisine secde etmelerini isteyen Firavun, Musa ve Harun aleyhimesselâmın dâvetini ve îzâhlarını kabul etmedi.İlk önce alay edip hakâret dolu sözler sarf etti. Musa aleyhisselama inananlara ve İsrailoğullarına korkunç zulümler yaptırdı.İsrailoğulları durumlarını Musa ve Harun aleyhimesselâma bildirip, dua istediler. Allahü teâlâ, Firavun ve kavmine îkâz olarak musîbetler gönderdi. Musa ve Harun aleyhimesselâm, Allahü teâlânın emriyle İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarıp, Kızıldeniz’den yürüyerek Sina Yarımadasına geçtiler. Firavun ve ordusu da geçmek için denize yürüyünce, küfür ve azgınlıklarının cezâsı olarak, boğulup helâk oldular.

Musa aleyhisselam, kavmiyle berâber Tih Sahrasındayken Allahü teâlâdan gelen vahiyle Tevrat-ı şerîf’i almak üzere Tûr Dağına gittiği sırada Harun aleyhisselamı yerine vekil bıraktı. Musa aleyhisselam Tûr Dağındayken, İsrailoğulları Harun aleyhisselamı dinlemeyip Sâmirî adında bir münâfığın hîlelerine kapılarak, yaptıkları altın buzağı heykeline taptılar.Harun aleyhisselam kavminin bu câhilce ve azgınca hareketi karşısında onlara nasîhatlerde bulundu.Onları bu inanış ve hareketlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.Onun nasîhat ve uyarılarını bir kısmı kabul ettiyse de bir kısmı kabul etmedi.Harun aleyhisselamı tehdid ettiler.Harun aleyhisselam, kendisine tâbi olan 12.000 kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücâdele etmek istedi. Fakat Musa aleyhisselamın, “İsrailoğullarını parçaladın, birbirinden ayırdın!” diyeceğini düşünerek, bu işten vazgeçti. Musa aleyhisselamın Tûr’dan dönmesini bekledi.

Musa aleyhisselam, Tûr Dağından dönüşünde kavminin altın buzağı heykeline taptığını görünce çok üzüldü. Bu hâlin sebebini Harun aleyhisselama sordu. Harun aleyhisselam da İsrailoğullarının kendisini dinlemediklerini ve kendisini ölümle tehdid ettiklerini, Sâmirî adında bir münâfığa uyarak bu yola saptıklarını bildirdi.Musa aleyhisselam Sâmirî’ye beddua etti ve İsrailoğullarının tövbe etmelerini bildirdi.İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın dediklerini kabul ettiler ve tövbe ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Harun aleyhisselam da Musa aleyhisselamla birlikte gayret etti.

Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama kavmini toplayıp, Arz-ı Mev’ût denilen bölgeye (Filistin ve Şam bölgesi) götürmesini ve puta tapan Amâlika kavmiyle harb etmesini emretti.İsrailoğulları, o beldelerde zâlim ve kuvvetli hükümdârların bulunduğunu ileri sürerek harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânları sebebiyle İsrailoğullarına kırk yıl müddetle Arz-ı Mev’ûd’a girmeyi haram kıldı.İsrailoğulları bu kırk sene içinde Tih Sahrâsında şaşkın ve perişan şekilde dolaştılar. Bu sırada Harun aleyhisselam da Musa aleyhisselamla birlikte İsrailoğullarının sıkıntılarına sabretti.

Harun aleyhisselam, İsrailoğullarının nankörlükleri üzerine, cenâb-ı Hakk’ın kendilerini Tih Çölünde kalmaya mahkûm ettiği kırk senenin sonlarına doğru, hazret-i Musa’dan birkaç sene veya bir rivâyete göre üç sene evvel vefat etti.Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır.

Harun aleyhisselamla ilgili olarakKur’ân-ı kerîm’in Mâide,A’râf, Yunus, Tâha, Furkan, Şuarâ, Kasas, Saffât sûrelerinde bilgi verilmektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:19:08
Hızır Aleyhisselam  

İbrahim aleyhisselamdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî. Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarneyn aleyhisselamın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belkâ bin Melkan, künyesinin Ebü'l-Abbâs olduğu ve soyunun Nûh aleyhisselamın Sam isimli oğluna dayandığı bildirilmiştir. Bâzıları da Hızır aleyhisselamın İsrailoğullarından olduğunu söylemişlerdir.

Hızır lakabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahîh-i Buhârî'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; "Hızır (aleyhisselam), otsuz kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı." buyurdu. Musa aleyhisselamla görüşüp yolculuk yaptı. Fakat vefatından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp, garîblere yardım etmektedir.

Hızır aleyhisselam, Allahü teâlânın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefat etti. Ancak Allahü teâlâ onun rûhuna insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen Müslümanların imdâdına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özelliklerini verdi. Bâzı âlimler "nebî" (peygamber), bâzı âlimler de "velî"dir dediler. Hızır aleyhisselamda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir.

Hızır aleyhisselam, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilme sâhipti.

Hızır aleyhisselamın Musa aleyhisselam ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması Kur'ân-ı kerîm'de Kehf sûresi 60 ve 80. âyetlerinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.

Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm ile Tebük Harbindeyken ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyit işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah efendimiz; "Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır'dır. Sizi övüyor." buyurdu.

Hızır aleyhisselam birçok zâtın tasavvufta yetişmesine rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Hızır aleyhisselamın tasavvufta yetiştirdiği en meşhûr âlim ve velîlerden biri Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleridir.

Hızır aleyhisselam, İlyas aleyhisselamla birlikte Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatında hâne-i saâdetlerine gelip Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde bulundu. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini hazret-i Ebû Bekr, Ehl-i beyte bildirdi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:20:11
Yuşa Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Musa aleyhisselamdan sonra gönderilmiş olup Musa aleyhisselamın yeğeni veya vekîliydi. İsmi Yuşa olup, Hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Yusuf aleyhisselamın neslinden gelen Nûn’un oğludur. Annesi Musa aleyhisselamın kız kardeşidir. Yuşa aleyhisselam Musa aleyhisselama bildirilen dînin esaslarını insanlara tebliğ etti.

Mısır’da doğan Yuşa aleyhisselam, Musa aleyhisselamın husûsî talebesi, hâlis hizmet görücüsü ve en yakın dostlarındandı. Musa aleyhisselam Firavun’un zulmü üzerine Allahü teâlânın emriyle kendine inanan ve tâbi olanlarla birlikte Mısır’dan Tîh Sahrasına hicret ederken Yuşa aleyhisselam da onunla berâber bulundu. Musa aleyhisselamın Hızır aleyhisselamla görüşmek üzere çıktığı yolculukta onunla berâber bulundu. Musa aleyhisselam Hızır aleyhisselamla karşılaşınca Yuşa aleyhisselam geriye döndü.

Allahü teâlâ, Musa aleyhisselamın kavmine Arz-ı Mev’ûdu (Filistin ve Şam bölgesini) ihsân edeceğini bildirdi. Fakat İsrailoğulları o beldelerde zâlim ve zorba bir kavim olan Amâlikalıların bulunduğunu ileri sürerek gitmek istemediler. Allahü teâlâ Musa aleyhisselama vahyedip:
“Ey Musa! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım; takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harp et. Zîrâ onlara karşı sizin yardımcınız benim. Kavminden her koldan bir temsilci (nakib) seç al. Onlar vefâkar ve itâatkar olsunlar.” buyurdu.

Bunun üzerine Musa aleyhisselam her bir koldan iyi haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar birer temsilci seçti. Bunları Erîha Şehri ve ahâlisi hakkında bilgi toplamak için gönderdi. Aralarında Yuşa bin Nûn’un da bulunduğu haber toplamakla vâzifeli kimseler Erîha’ya gittiler. O belde ahâlisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce korktular. Geriye dönüp kavimlerine gördüklerini anlatarak onların harbe gitmelerine mâni oldular. Musa aleyhisselamın kavmi, gelen temsilcilerin anlattıklarını dinleyip harp etmekten vaz geçtiler. İçlerine korku düşüp, feryâda başladılar: “Keşke Mısır’da ölseydik. Yâhut burada ölsek de, Allah bizi o zâlimlerin memleketine sokmasa, yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganîmet olarak kalacak.” dediler.

Temsilciler içinde bulunan, Allahü teâlânın kendilerinden “İsmet ve tevfik” ile haber verdiği Yuşa bin Nûn ile Kâlib bin Yuknâ ise kavimlerine gelip, Erîha beldesi ahâlisinin kötü hallerinden bahsetmediler. Diğer kabîlelerden o belde ahâlisi hakkındaki haberleri duyanlara ise korkulacak birşey olmadığını, Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Erîha’nın fethedileceğini bildirip, Musa aleyhisselama yardımcı olmaya çalıştılar. Onlara dediler ki:
“Ey İsrailoğulları! Cebbarların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli fakat kalpleri zayıftır. Sizinle harp etmeye rûhî metânetleri yoktur). Bir defâ kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın vâd ettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Musâ aleyhisselamın peygamber olduğuna inanıyor, îmân ediyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız. Onlardan korkmayınız. Size ilâhi yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (O’na îtimâd ediniz. Yalnız O’na güveniniz ve cihâddan geri durmayınzı.)” (Mâide sûresi: 23)

Fakat İsrailoğulları onların söylediklerine inanmadılar ve Musa aleyhisselamın nasîhatlerine uymadılar. Yuşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâmı taş ve sopalarla öldürmek istediler.

İsrailoğulları Yuşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ’yı taşlayıp, Musa aleyhisselama karşı gelerek Allahü teâlâya isyân edince Musa aleyhisselam üzüldü. Allahü teâlâ İsrailoğullarını kırk sene müddetle Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını ve onların Tîh Sahrasından çıkamıyacaklarını bildirdi. “Biz harbe gitmeyiz.” diyerek isyân eden kimseler kırk sene müddetle Tîh Sahrasında şaşkın bir halde dolaştılar. Kırk sene içinde öldüler. Kırk senenin sonuna doğru Harun aleyhisselam ve ondan üç sene sonra da kardeşi Musa aleyhisselam vefat etti.

Musa aleyhisselam vefat ederken yerine Yuşa aleyhisselamı halîfe bıraktı. Allahü teâlâ Yuşa aleyhisselamı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazîfelendirdi. Bu sırada Musa aleyhisselama karşı çıkıp; “Biz harbe gitmeyiz.” diyen kimseler ölmüş, onların yerlerine oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teâlâ Yuşa aleyhisselama İsrailoğullarını toplayıp Tîh Sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye gidip cebbârlarla (zâlimlerle) harp etmesini emretti.

Yuşa aleyhisselam İsrailoğullarını toplayarak Erîha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir Cumâ günü Akşam üzeri mucizeler göstererek şehri fethetti. Yuşa aleyhisselam ve O’na inananlar Erîha’yı fethettikten sonra İlyâ (Eyliyâ) şehrini de aldılar. Bu şehrin Yuşa aleyhisselam tarafından fethedildiğini duyan çevre şehirlerin hükümdarlarından beşi bir araya gelip İsrailoğullarıyla topluca savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezîmete uğradılar.

Yuşa aleyhisselam Erîha ve İlyâ şehirlerini ve civârını fethettikten sonra Belka şehri üzerine yürüdü. Belka şehrini de fethedip, Belâk adındaki hükümdârını ve İsm-i A’zâm duasını bildiği halde Yuşa aleyhisselamın ordusuna karşı beddua etmeye teşebbüs eden, fakat ibret için dili göğsü üzerine sarkık kalan Bel’âm bin Bâûrâ’yı öldürdü. Böylece Belka şehri de fethedilmiş oldu.

Erîha, İlyâ ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra Arz-ı Mev’ûd diye bilinen Filistin ve Şam diyarı da peyderpey İsrailoğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene devâm edip Kudüs şehri de Yuşa aleyhisselam ve ona inananlar tarafından fethedildi. Bu bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yuşa aleyhisselam batıda beş şehre gidip orayı da düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyârına giderek orada yerleşmiş otuz bir hükümdârlığın beldelerini zaptetti. Putperest ve Allahü teâlâya isyân eden hükümdarları öldürtüp memleketlerini İsrailoğulları arasında taksim etti. İsrailoğullarını Arz-ı Mev’ûd’a yerleştiren Yuşa aleyhisselam, onlara Musa aleyhisselama nâzil olan Tevrat’ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü teâlâya îmân ve ibâdet üzere kalmalarına çalıştı.

Yuşa aleyhisselam, Musa aleyhisselamın vefatından sonra yirmi yedi yıl insanlara Allahü teâlânın emirlerini bildirdi. Ömrünün sonuna doğru hastalandı. Yerine Kâlib bin Yuknâ’yı halîfe tâyin etti. Yüz yirmi yedi yaşında vefat etti. Kabrinin Nablûs veya Haleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivâyet edilir.

Yuşa aleyhisselam İstanbul’a hiç gelmedi. Beykoz Tepesinde ziyâret edilmekte olan kabrin Yuşa peygambere âit olduğu söyleniyorsa da târihî bilgilere uygun değildir. Bu bir velî veyâ havârilerden birine âit olabilir. Böyle ise yine kıymetlidir. Kabrin Yuşa peygambere âit olup olmadığını kesin olarak söylemek uygun değildir.

Yuşa aleyhisselam karayağız, orta boylu, güzel yüzlü, iri gözlü, yassı göğüslü bir görünüşe sâhipti. Yüzünün güzelliği Yusuf aleyhisselama çok benzerdi. Cesûr, kahraman, yiğit, harp taktik ve tekniğinde mahâret sâhibiydi. Musa aleyhisselama gönderilen Tevrat’ın hükümleriyle amel edip, insanlara tebliğ etmekle vazîfelendirilmişti. Tefsir âlimleri Mâide sûresi 23. âyetinde bildirilen Allahü teâlâya îmân edip, O’ndan korkanlardan iki kimseden birisinin ve Kehf sûresi 60-65. âyetlerinde bildirilen Musa aleyhisselamın Hızır aleyhisselamla görüşmek üzere yolculuk ettiği sırada yanında bulunan gencin Yuşa aleyhisselam olduğunu bildirmişlerdir.

Yuşa aleyhisselamın mucizeleri
1. Yuşa aleyhisselam, Erîha’yı fethetmek üzere İsrailoğullarını topladı. Yolculuk esnâsında Şeria (Ürdün) Nehrinin suları çok olduğu için geçemediler. Nehrin üstünde köprü de yoktu. Yuşa aleyhisselam dua edince Şerîa Nehrinden bir yol açıldı. İsrailoğulları o yoldan geçtikten sonra sular tekrar eskisi gibi akmaya devâm etti.

2. Bir şehrin fethi esnâsında kuşatma uzun sürmüştü. Bütün çalışmalara rağmen surlarda gedik açılmamıştı. Yuşa aleyhisselam dua etti. Allahü teâlânın kudretiyle yer sarsılıp kalenin surları yıkıldı. Yuşa aleyhisselam ve ona inananlar şehre girip fethettiler.

3. Yuşa aleyhisselam Kudüs şehrini fethetmek için muhâsara etti. Bir Cumâ günü akşam üzeri güneş batarken, güneşin bir müddet daha batmaması için Allahü teâlâya yalvardı: “Ey Allah’ım! Güneşi geri al!” diye dua etti. Allahü teâlânın emri ve takdiri ile batmak üzere olan güneş yükseldi. Bir müddet daha gündüz devâm edip Kudüs fethedildikten sonra battı.

Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Güneş hiçbir kimse için batmaktan alıkonulmaz. Ancak Beyt-i Mukaddesi fethetmek için gittiği gecelerden birinde Yuşa aleyhisselam için batmaktan alıkondu.” buyuruldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:20:59
İlyas Aleyhisselam

Benî İsrail’e gönderilen peygamberlerden, Musa aleyhisselamın dînini insanlara bildirmek için Allahü teâlâ tarafından vazîfelendirildi.

Hazret-i Musa’dan sonra Benî İsrail kavmine gönderilen peygamberlerin hepsi Tevrat’ın hükümlerini unutan, yerine getirmeyen insanlara bunları bildirmek için gönderildi. Benî İsrail, o zaman Şam ve civârında dağınık küçük devletler hâlinde yaşıyordu. Çünkü Yuşa bin Nûn, Şam kıtasını fethedip, Benî İsrail’e taksim etmişti. Bir kabîleye de Baalbek ve etrâfını verdi. İlyas aleyhisselam Baalbek’in kabilesinde bulunuyordu.

Benî İsrail zamanla yoldan çıkmış, aralarında fesat ve karışıklık başlamıştı. Tevrat’taki Allahü teâlânın emirlerini unutmuşlar, putlara tapmaya başlamışlardı. İlyas aleyhisselam peygamber olarak gönderildiği zaman, Ba’l adında 8-10 metre büyüklüğünde bir puta tapıyorlardı. Hazret-i İlyas; “Ba’l’den vazgeçiniz ve her şeyin yaratıcısı olan Allah’a ibâdet ediniz.” diye nasîhat etti. Fakat dinlemediler. Onları Allah’ın azâbı ile korkuttu ise de, beldelerinden çıkarttılar. Allahü teâlâ da onlardan feyz ve bereketi kaldırdı. Yağmurlar kesildi, kıtlık başladı. Hayvanlar susuzluktan öldü. Başlarına çeşitli belâlar geldi.

İlyas aleyhisselam bu kıtlık yıllarında îmânı gizlice halka anlatıyordu. Bütün evlerde kıtlık varken, inananların evlerine, İlyas aleyhisselamın bir mucizesi olarak, bolluk ve bereket gelmişti. Herkes kokmuş leş yerken, bunların evi yiyecek doluydu. Baalbek hükümdârının hazîneleri doluydu. Fakat satın alacak yiyecek bulamıyorlardı. Nihâyet hatâlarını anladılar ve hazret-i İlyas’ı bularak af dileyip îmân ettiler. İlyas aleyhisselama, sen bize dua et, dediler. Her ne söylerse ona tâbi olacaklarına söz verdiler. Hazret-i İlyas, Allahü teâlâya dua etti. Belâ ve musîbetin kalkmasını diledi. Allahü teâlâ hazret-i İlyas’ın duasını kabul etti. O belde yeniden feyz ve berekete kavuştu. Bol bol yağmur yağdı. Her taraf yeşerdi. Memlekette büyük bir ferahlık meydana geldi. İsrailoğulları sonra hazret-i İlyas’a: “Senin duan ile kurtulduk. Ancak ekebileceğimiz tohum yok. Duâ et de tohum elde edelim.” dediler.

Hazret-i İlyas dua etti. Allahü teâlâ tuz ekmelerini bildirdi. Tarlalara tohum yerine tuz ektiler. Mucize olarak yerde nohut yetişti. İsrailoğulları bu hâl üzere bir müddet hazret-i İlyas’a tâbi oldular. Fakat hak yolda sebât etmeleri uzun sürmedi. Yine nankörlük edip, doğru yoldan ayrıldılar. Bu durum üzerine hazret-i İlyas, Allahü teâlânın izni ile onların arasından ayrılınca, isyanları sebebiyle gitgide perişan oldular. Kur’ân-ı kerîm’de Sâffât sûresinde bunların isyânları sebebiyle Cehennem’e gidecekleri bildirilmektedir.

Abdullah ibni Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre; hazret-i İlyas Baalbek’ten çıkınca, ilâhî emirleri bildirmek üzere dolaşırken yolu bir köye düştü. Bu köydeki insanlara nasihat etti. Onları îmâna dâvet etti. Köylüler onu severek köylerinde bir müddet kalmasını istediler. O da kabul etti ve İsrailoğullarından ihtiyâr bir kadının evinde misâfir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu vardı. Hastalığına bir türlü şifâ bulunamamıştı. İhtiyâr kadın oğlunun durumunu hazret-i İlyas’a anlatarak çocuğunun şifâ bulup bu dertten kurtulması için Allahü teâlâya dua etmesini istedi. Hazret-i İlyas, üzülme şifâ Allahü teâlâdandır, dedi. Abdest alıp iki rekât namaz kıldı. Hasta çocuğa şifâ vermesi için Allahü teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ duasını kabul etti. Hasta çocuk iyileşti. Bu çocuğun adı Elyesa idi. Şifâ bulduktan sonra hazret-i İlyas’a îmân etti. Yanından ayrılmadı. Ondan Tevrat’ı öğrendi. Hazret-i ilyâs’ın vefatından sonra da İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi.

Kur’ân-ı kerîm’in Sâffât ve En’âm sûrelerinde İlyas aleyhisselamla ilgili haberler vardır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:21:45
Elyesa Aleyhisselam  

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. İlyas aleyhisselamdan sonra gönderilmiştir. Her ikisi de Musa aleyhisselamın dînini yaymakla vazifelendirilmiş nebî idiler.

İlyas aleyhisselam, İsrailoğullarını Allahü teâlâya îmâna ve ibâdete çağırdı. Onu dinlemediler, hattâ memleketlerinden kovdular. Ba’l adındaki puta tapmaya ısrarla devâm ettiler. Bu isyânları ve azgınlıkları sebebiyle, Allahü teâlâ onlar üzerine belâ ve musîbet gönderdi. Çeşitli sıkıntılarla cezâlandırıldılar. Memleketlerinden bereket kaldırıldı. Yağmur yağmaz oldu, kıtlık başgösterdi ve mahsûl alamadılar. Yiyecek bulamaz oldular. Açlıktan leş yemeye başladılar. Sonunda İlyas aleyhisselamı bulup, nasîhatini dinlediler. îmân ettikleri için, üzerlerinden belâlar ve musîbetler kaldırıldı. Bir müddet sonra, tekrar dinden dönüp puta tapmaya ve çeşitli günahları işlemeye başladılar. Küfürde ısrâr edip, îmân etmeye bir türlü yanaşmadılar.

İlyas aleyhisselam, Allahü teâlânın izniyle Ba’lbek’te yaşayan bu kabîle arasından ayrılıp gitti. Başka beldelerde yaşayanları, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Bu dâvetleri sırasında uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet kaldı. Bu sırada ihtiyâr bir kadının evinde misâfir olmuştu. Bu kadın Elyesa aleyhisselamın annesiydi. Elyesa aleyhisselam, o sırada genç olup hastaydı. Annesi, İlyas aleyhisselamdan, oğlunun sıhhate kavuşması için dua istedi. İlyas aleyhisselam da dua etti. Elyesa aleyhisselam hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Bundan sonra İlyas aleyhisselamın yanından hiç ayrılmadı. Ondan Tevrat-ı şerîfi öğrendi. İlyas aleyhisselamdan sonra Elyesa aleyhisselam, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak görevlendirildi.

Elyesa aleyhisselam, İsrailoğullarının ıslâhı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahü teâlânın kendilerine gönderdiği kitâbın gösterdiği yoldan ayrıldı. Kabîleler, devletin başına geçmek yarışına girdi. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket meseleleri yüzünden birbirlerine düştüler. İsrailoğulları arasındaki fitnenin kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu. Nihâyet Allahü teâlâ üzerlerine Asûr devletini musallat kıldı. Esir olup zelîl ve perîşân bir hayat sürmeye başladılar. Bu hâdiselerin vukû bulduğu sıralarda, Yunus aleyhisselam, Asûrluların başşehri olan Ninova’da dünyâya gelmişti.

Elyesa aleyhisselamdan Kur’ân-ı kerîmde bahsedilmiş olup meâlen; “(Yâ Muhammed!) İsmail’i, Elyesaı, Zülkifl’i de hâtırla. (Kavmine anlat.) Bunlar hayırlılardan idiler.” (Enbiyâ sûresi: 85) buyrulmaktadır.

Mucizeleri:
Erîha şehri ahâlisinin içme suları acılaşmıştı. Bu durumu Elyesa aleyhisselama bildirip, kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi. Bunun üzerine, Elyesa aleyhisselam acılaşan suyun içine bir parça tuz atıp, “Tatlı ol!” deyince, Allahü teâlânın izniyle su tatlı ve lezzetli olmuştur.

Borçlu ve dul bir kadın, Elyesa aleyhisselama gelip, fakirliğinden şikâyetçi olmuştu. “Evinde neyin var?” deyince, kadın; “Bir kaşık kadar yağım var.” dedi. Elyesa aleyhisselam, kadına; “Git, o yağı bir kab içine koy.” buyurdu. Kadın da gidip yağı bir kabın içine koydu. Elyesa aleyhisselamın mucizesiyle o yağ o kadar arttı ki, pekçok kap yağ ile doldu. Fakir kadın bundan borçlarını ödediği gibi, zengin de oldu.

İsrailoğulları, Elyesa aleyhisselama bâzan uyup, bildirdiği emirleri yerine getirdiler. Bâzan da muhâlefet ettiler. Elyesa aleyhisselam vefatına yakın Zülkifl aleyhisselamı yanına çağırıp, kendinden sonra onu yerine halîfe tâyin etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:22:42
Zülkifl Aleyhisselam
 
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberliği kesin olarak belli olmayıp, âlimlerin ekserisi peygamber olduğunu söylemişlerdir. Asıl ismi Bişr olup, lakâbı Zülkifl’dir. Elyesa aleyhisselamdan sonra, kızmadan sabır göstererek dînin emirlerini ve yasaklarını İsrailoğullarına bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için kefâlet sâhibi mânâsında Zülkifl denilmiştir. Elyesa aleyhisselamın amcasının oğludur. İsrailoğullarına Musa aleyhisselamın dîninin emir ve yasaklarını tebliğ etmiştir.

Allahü teâlânın İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerden Elyesa aleyhisselamın eceli gelip vefatı yaklaşınca Allahü teâlâ rûhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve “Mülkünü, İsrailoğullarından gece sabaha kadar ibâdet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hükm edecek birine ver.” buyurdu. Bu peygamber kendisine verilen emri İsrailoğullarına bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp: “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım.” dedi. Peygamber o gence; “Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur.” dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı o genç yine “Kefil olurum.” dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca cevap veren yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesa aleyhisselam, onu yerine halîfe bıraktı. Bu genç Bişr idi. Bu sebeple o gence Zülkifl lakabı verildi.

Bu genç aldığı vazîfeyi eksiksiz olarak yerine getirmek için çalışırken İblis (Şeytan) onu kıskandı ve bu vazîfeyi yaptırmamak için çeşitli hîlelere başvurdu. Fakat bu genç İblisin hîlelerine aldanmadan aldığı vazîfeyi eksiksiz yerine getirdi. Bu hâlinden dolayı Allahü teâlâya şükr etti.

Allahü teâlâ Zülkifl aleyhisselama peygamberlik vazîfesi verdi.Zülkifl aleyhisselam Musa aleyhisselamın dîninin emir ve yasaklarını insanlara bildirdi. Tevrat’ı okuyup hükümlerini yerine getirdi. Tebliğ vazîfesini hakkıyla yerine getirdikten sonra Şam beldelerinden birinde vefat etti.

Kur’ân-ı kerîmin Enbiyâ sûresi 85-86. âyet-i kerîmelerinde, Sâd sûresi 48. âyetinde Zülkifl aleyhisselamla ilgili haberler verilmektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:23:39
İşmoil Aleyhisselam  

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Harun aleyhisselamın neslinden olup, Musa aleyhisselamın dînini tebliğ etmiştir.

İşmoil aleyhisselam peygamber olarak gönderilmeden önce, Mısır ve Kudüs arasındaki Bahr-i Rûm (Rum denizi) sâhillerinde yaşayan Amâlikalılar, İsrailoğullarına musallat olmuşlardı. Amâlikalılar, İsrailoğullarına saldırıp pekçok kimseyi öldürdüler, on binlercesini de esir ettiler. Musa aleyhisselamdan beri içerisinde Tevrat’ın bulunduğu ve İsrailoğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût’u da aldılar. Bilhassa Tâbût’un gitmesine çok üzülen İsrailoğulları dağılıp, perişan bir hâle düştüler. Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için dua ettiler.

Allahü teâlâ İşmoil aleyhisselamı peygamber gönderdi. İsrailoğullarına Tevrat’ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrailoğulları önce İşmoil aleyhisselamı yalanladılar, sonra itâat ettiler. İsmoil aleyhisselam, İsrailoğullarına Allahü teâlâ tarafından Talut’un hükümdâr tâyin edildiğini bildirdi. İsrailoğulları Talut’un hükümdarlığını kabul etmedi. Nihâyet çeşitli itirâzlardan sonra Talut’un hükümdârlığını kabul ettiler. İçerisinde Tevrat’ın bulunduğu Tâbût’u Amâlikalılardan alıp, İsrailoğullarına getiren Talut, İsrailoğullarından büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı.

İşmoil aleyhisselam Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahsedilen nehre gelince, Talut’un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrailoğullarından bazıları imtihanı kaybedip perişan ve sefîl hâlde geri döndü. Aralarında Davud adlı bir gencin de bulunduğu Talut’a itâat eden az sayıda kimse nehri geçip Amâlika kavmine gâlip geldi. Amâlika kavmi hükümdârı Câlût’u, Davud adlı genç öldürdü. Nihâyet İsrailoğulları düşmanlarına gâlib gelip kuvvetlendiler.

İşmoil aleyhisselam İsrailoğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin 11. senesinden sonra Talut’u İsrailoğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:24:54
Yunus Aleyhisselam

Musul yakınlarındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babası Metâ adında bir zât olup sâlih kimselerdendi. Yunus aleyhisselam kendisini balık yuttuğu için Zinnûn ve Sâhib-i Hût adlarıyla da anılmıştır.

Yunus aleyhisselam, Asûr Devletinin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu. Babası Metâ ve annesi, Allahü teâlâya dua edip, kendilerine bir erkek evlâd ihsân etmesini dilediler. Cenâb-ı Hak onlara Yunus’u ihsân etti. Ancak Yunus aleyhisselam ana rahmindeyken babası vefat etti. Annesi onun doğum ve çocukluğu sırasında birçok hârikulâde, olağanüstü haller gördü. Yunus aleyhisselam Nineve’de büyüdü. Kavmi içinde emin, yalan söylemeyen, yardım seven bir kişi olarak meşhur oldu.

Otuz yaşına gelince Nineve ahâlisine peygamber olarak gönderildi. Putlara tapan Nineve halkını senelerce Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Kavmi ona îmân etmedikleri gibi birçok ezâ ve cefâda bulundular. Onunla alay ettiler. Fakat Yunus aleyhisselam yılmadan ve ümitsizliğe kapılmadan onları hak dîne dâvet etti. Allahü teâlânın azâbıyla korkuttu. Fakat Nineve halkı, “Tek bir kişinin hatırı için azap inip herkesi yok edecekse müsâde et bu azap gelsin.” deyip alay ettiler.

Yunus aleyhisselam kavminin küfürde isrâr etmesine üzülüp onların arasından ayrıldı. Allahü teâlâ ona vahyedip; “Kullarımın arasından ayrılmakta acele ettin. Geri dön, kırk gün daha onları îmâna çağır.” buyurdu. Yunus aleyhisselam bu ilâhi emir üzerine kavmine döndü ve onları hak dîne dâvete devam etti. Otuz yedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yunus aleyhisselam “O halde üç güne kadar başınıza gelecek azâbı bekleyin. Bunun alâmeti önce benizleriniz sararacaktır.” buyurdu ve ilâhî bir emir gelmeden üzüntüyle aralarından ayrıldı.

Yunus aleyhisselamın haber verdiği gün gelince Ninevelilerin benizleri sarardı. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı. Herkesi korku ve telâş sardı. Feryad ve figâna başladılar. “Yunus aleyhisselam aramızda ise korkmayın, eğer gitmişse azâb bizi helâk edecektir.” diye söyleştiler. O zaman Allahü teâlâ kalplerine pişmanlık hissini verdi. Onlar tövbe etmek arzusu ile yaşlı sâlih bir zâta geldiler ve ne yapmaları gerektiğini sordular. O zât da henüz azâbın gelmesine iki gün olduğunu ve tövbe etmelerini ve azâbı kaldırması için dua etmelerini tavsiye etti.

Bunun üzerine Nineve halkı şehrin yakınındaki bir yüksek tepeye çıkıp Allahü teâlâya ve O’nun peygamberi Yunus aleyhisselama îmân ettiler. Allahü teâlâya dua edip azâbı kaldırmasını niyaz ettiler. O zamana kadar yaptıkları her türlü kötülük ve haksızlığa da tövbe ettiler. Hattâ öyle oldu ki, evlerindeki başkasına âit olan taşları söküp sâhiplerine iâde ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tövbelerini kabul edip, azâbı üzerlerinden kaldırdı. Duânın yapıldığı gün Cumâ olup, Aşûre günüydü. Sonra sevinç içinde şehre dönen Nineve halkı şehirde Yunus aleyhisselamı aramaya başladılar.

Yunus aleyhisselam da ayrılışından bir müddet sonra kavminin hallerini öğrenmek için Nineve’ye yakın bir yere geldiğinde azâbın rahmete tebdil olduğunu gördü. Fakat şehre girmedi. “Eğer şehre girersem beni yalancılıkla ithâm ederler.” diyerek sahra (çöl) tarafına yöneldi ve oradan uzaklaştı ve Dicle Nehri kenarına vardı. Fakat buraya Allahü teâlâdan emir almadan gelmişti. Dicle Nehri kenarındayken yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Gemi bir müddet seyrettikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalıştılarsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra da; “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden gemi yürümüyor.” diye aralarında söylendiler. Geminin batacağından endişe edip paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabul edip: “Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur’a atalım o meydana çıkar!” diye söyleştiler.

O zamâna kadar âdetleri kur’a kime isâbet ederse onu cezâ olarak denize atmaktı. Âdetleri gereği kur’a çektiler. Kur’a Yunus aleyhisselama çıktı. O zaman Yunus aleyhisselam bunun kendisi hakkında ilâhi bir imtihan olduğunu kabul edip tevekkülle; “O âsi kul benim!” dedi. Gemidekiler Yunus aleyhisselama bakıp sâlih bir kimse olduğunu anlayıp; “Bu zât köleye benzemiyor!” diyerek yeniden kur’a çektiler. Kur’a yine hazret-i Yunus’a isâbet etti. Üçüncü defâ çekilen kur’a da Yunus aleyhisselama isâbet etti. Bâzıları; “Şüphesiz bu kişinin suçu olmalı!” dediler.

Yunus aleyhisselam yolcuları Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti. Fakat gemidekiler Yunus aleyhisselamı denize attılar. O an gece vaktiydi. Yunus aleyhisselamı bir balık yuttu. O zaman cenâb-ı Hâk balığa emredip onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık bu hal üzere hazret-i Yunus’u alıp denizin derinliklerinde kayboldu. Yunus aleyhisselam balığın karnında sağ, aklı başında ve şuûru yerindeydi. Balığın karanlık vücûdunda çok üzgün bir halde: “Yâ Rabbî! Emir ve hüküm senindir. Fakat Nineve’ye dönmeye ve kavmimi îmânlı bir şekilde görmeye ümîdim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen senin takdirin ne ise ona râzıyım.” dedi.

O sırada bâzı sesler işitti. “Bu nedir acabâ?” diye söylendi. Allahü teâlâ ona balık karnında olduğunu vahyederek: “Ey Yunus! Bu sesler beni denizde zikreden canlıların sesleridir!” buyurdu.

Yunus aleyhisselam balığın karnında dahi her zaman zikre devam ediyordu. Melekler onun sesini işitip Allahü teâlâya arz ettiler. Allahü teâlâ; “Bu kulum Yunus’un sesidir. Bir hâli sebebiyle onu denizde bir balığın karnında hapsettim.” buyurdu. Yunus aleyhisselam, “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü minezzâlimîn (Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiya sûresi 87)” duasına devam etti. Bu duası ve tesbihi onun kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa erdi. Yunus aleyhisselam balığın karnından Muharrem ayının onuncu (Aşûre) günü çıktı.

Balık onu çıkarıp sâhile bıraktığında; Yunus aleyhisselam zayıflamış, bitkin, hasta bir durumda ve himâyeye muhtâçtı. Cenâb-ı Hak ihsânıyla orada hazret-i Yunus’u güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirerek geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç veya bitki bitirdi. Bu ağaç sinek ve haşerâtın zararını da önlemekteydi. Cenâb-ı Hak bir rivâyette o bitkiden hazret-i Yunus’a süt damlattı. Diğer bir rivâyette dağ keçisini emrine verdi. İyice kuvvetleninceye kadar o dağ keçisi sabah akşam gelip hazret-i Yunus’u emzirdi. Yunus aleyhisselam kendine gelince Allahü teâlâya şükredip ibâdete başladı. Birgün kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görüp üzüldü. Allahü teâlâ ona vahy edip kavmine dönmesini emir buyurdu ve kavminin tövbelerini kabûl ettiğini bildirmesini emretti.

Yunus aleyhisselam kavmine gitmek üzere yola çıkıp, Nineve şehri yakınlarına gelince gördüğü bir çobana kavminin durumunu sordu. Çoban da; “Peygamberleri olan Yunus aleyhisselam onlara darılıp gittiğinden kendi başlarına kaldı. Cenâb-ı Hak onlara azâb gönderdi. Azâb bulutları başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar bin bir pişmanlıkla ağlaştılar. Yunus aleyhisselamı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Neticede Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden azâbı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip kendilerine emir ve yasakları öğretecek Yunus aleyhisselamın gelmesini bekliyorlar.” dedi. Yunus aleyhisselam kendisinin bekledikleri kimse olduğunu ve gidip onlara haber vermesini istedi. Çoban Nineve’ye gidip Yunus aleyhisselamın geldiğini haber verdi.

İlk anda Yunus aleyhisselamın geldiğine inanmayan Nineve halkı ağacın ve koyunun dile gelip, konuşması netîcesinde inandılar. Yunus aleyhisselamın bulunduğu tarafa gittiler. Yunus aleyhisselamı namaz kılarken buldular. Namazdan sonra onu hasretle kucaklayıp özür dilediler. Berâberce şehre döndüler. Bundan sonra Yunus aleyhisselam onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Kavmi mesut ve iyilik üzere oldular. Yunus aleyhisselam seksen üç yaşında ibâdet hâlindeyken Nineve’de vefat etti. Vefât ettiği yer hakkında başka rivâyetler de vardır.

Yunus aleyhisselamın mucizeleri:
1. Yunus aleyhisselam, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere balığın karnında üç, yedi veya kırk gün yaşamıştır.

2. Yunus aleyhisselamın duası bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir gün Nineve ahâlisi kendisinden bulutlardan ateş çıkarılmasını istediklerinde dua etti ve bulutlardan ateş düşüp memleketin bir bölgesindeki ağaçları yaktı.

3. Yunus aleyhisselamın duası bereketiyle dağdan su çıkmıştır.

4. Yunus aleyhisselamın peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti. Nineveliler Yunus aleyhisselamdan mucize isteyince, Allahü teâlânın emriyle dağa işâret etti. Dağdan çıkan bir keler dile gelerek; “Ey insanlar! Biliniz ki, Yunus hak peygamberdir. Sizi Cennet’e, Rabbinizin mağfiretine dâvet ediyor.” dedi.

5. Yunus aleyhisselam Nineve hâkimini îmâna dâvet etti. O zaman Hâkim; “Kapımda bulunan şu demir halka altın olursa îmân ederim.” dedi. Yunus aleyhisselam Allahü teâlânın emriyle elini kapının halkasına koydu. Demir halka altın hâline geldi.

6. Yunus aleyhisselam odun olmadığı halde su üstünde ateş yakmıştır.

7. Yunus aleyhisselam, Davud aleyhisselam gibi güzel sesli olduğundan, tatlı sesi vahşî ve yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek için etrâfında toplanırlardı.

Yunus aleyhisselamın hayâtı ve başına gelen hâdiseler hakkında Kur’an-ı kerîmin Sâffat, Nisâ, Yunus, Enbiyâ, Kalem, sûrelerinde haber verilmektedir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
“Balığın karnındayken Yunus’un (aleyhisselam) yaptığı dua; “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn” idi. Müslüman bir kişi bu duayı her ne şey için okursa, Allahü teâlâ elbette onu kabul eder. Hiçbir kula, Yunus bin Metâ’dan (aleyhisselam) daha hayırlıyım, demek yakışmaz.”
 
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:25:52
Davud Aleyhisselam
 
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdârdı. Soy bakımından Yakub aleyhisselamın Yehûda adlı oğluna dayanır. Süleyman aleyhisselamın babasıdır. Kudüs’te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefat etti. Kendisine İbrânî dilinde Zebur kitâbı verildi. Sesi çok güzel ve tesirliydi. İsmi Kur’ân-ı kerîmde on altı yerde geçmektedir.

Allahü teâlâ, Musa aleyhisselamdan sonra, İsrailoğullarına birçok peygamberler gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrat’ın hükümleriyle amel etmeye dâvet ettiler. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrailoğulları, Tevrat’ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler, ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût’u karşılarına belâ gönderdi. Câlût, İsrailoğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Talut isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût’un üzerine yürüdü. Talut’un ordusunda bulunan Davud aleyhisselam, Câlût’u öldürdü. Talut’un ölümünden sonra, Davud aleyhisselam İsrailoğullarının hükümdârı oldu.

Bir müddet sonra Allahü teâlâ kendisine peygamberlik vazîfesi ve Zebur adlı kitabı verdi. İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Filistin, Sûriye ve Arap Yarımadasının birkısmını fethederek memleketi genişletti. Kudüs’ü başkent yaptı. Ayrıca Amman, Haleb, Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti.

Mescid-i Aksa adıyla Kur’ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleyman aleyhisselama vasiyet ederek, yüz yaşında vefat etti. Kabrinin Kudüs sûru dışında olduğu rivâyet edilir.

Davud aleyhisselamın çok güzel ve tesirli sesi vardı. Kendisine İbrânî dilinde Zebur kitabı geldi. Bu kitap, manzum şeklinde olup, eski manzum kitapların en meşhurudur. Zebur, meşhur dört ilâhî kitaptan biri olup, Tevrat’tan sonra gönderilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrat’ı kuvvetlendirdi. Onu açıklayıp onunla amel etmeye çağırdığından,Tevrat’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Davud aleyhisselam, hazret-i Musa’nın getirdiği dîni kuvvetlendirdiğinden resûl olmayıp, Benî İsrail’e gönderilen nebîlerden biridir.

Davud aleyhisselam çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Gündüzü oruçla, geceyi namaz kılarak ibâdetle geçirirdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyurdu. Bir gün oruç tutar, öbür gün tutmazdı.

Allahü teâlâ mucize olarak dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebur’u okumaya başlayınca, kuşlar havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebur’u tekrar ederlerdi.

Allahü teâlâ Davud aleyhisselama demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mucizesi vermişti. Demirden zırh yapar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Davud’un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi.

Kur’ân-ı kerîmde Bakara, Nisâ, Mâide, En’âm, İsrâ, Enbiyâ ve Sâd sûrelerinin birçok âyet-i kerîmelerinde Davud aleyhisselamdan bahsedilmektedir.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:26:38
Süleyman Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Davud aleyhisselamın oğludur. Yakub aleyhisselamın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Hem peygamber hem sultandı. Çocukluğundan beri bilgili, iyilik ve adâleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi. Dünyâya hâkim olan dört kişiden biridir. Ona peygamberlik verildiği Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 84. âyette bildirilmektedir.

Süleyman aleyhisselam; “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle.” diye dua etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Süleyman aleyhisselama itâat etmeleri emredildi. Kendisine ism-i âzam duası, bütün mahlûkâtın dili ve ilimlerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakta ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı. Şehirlerin kurulması, yeryüzünün îmârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin herbirine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi. İnsanlardan, cinlerden ve hayvanlardan büyük bir ordu kurdu. Hepsi ona tâbi olup, emrine itaat etti. Süleyman aleyhisselama verilen bu nîmetler Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hadîs-i şerîfte, onun duası hakkında şöyle buyurdu:
“Süleyman aleyhisselam, Beyt-i Makdîs’in binâsını bitirdikten sonra, Allahü teâlâdan üç dilekte bulunmuştur: Kendisinden sonra kimseye nasîb olmayan bir mülk ve saltanat, İlâhî hükme uygun hüküm verme kudretinin bahşedilmesi. Yalnız namaz kılmak için Mescid-i Aksa’yı kastedip gelenlerin analarından doğdukları gibi günahsız hâle gelmeleri. Allahü teâlâ bunlardan ilk ikisini Süleyman aleyhisselama vermiştir. Üçüncü dileğinin de kabul edilmiş olmasını umarım.”

Babasının temelini attığı, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı yapmaya devâm etti.Yedi senede pek sanatkârâne bir şekilde tamamladı. Daha sonra, Kudüs’te büyük bir saray inşâ etmeye başlayıp, on üç senede tamamladı. Bu binâların yapımı sırasında insanlardan ve cinlerden pekçoğu Süleyman aleyhisselamın emrinde çalışmışlardı.

Süleyman aleyhisselamın zamânında barış, îmâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksa inşâ edilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi. Hikmetinin ve büyüklüğünün şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Zamânındaki bütün pâdişâhları ve ileri gelenleri doğru yola sevk etti.

Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen’de, Sebe şehrinde hüküm sürenBelkıs’a mektup yazıp, Filistin’e çağırdı. O da gelip, Süleyman aleyhisselamla görüşerek îmân etti. Belkıs’ın Süleyman aleyhisselamla mektuplaşması ve Kudüs’e gelmesi Kur’ân-ı kerîmde Neml sûresinde uzun beyân olunmaktadır.

Süleyman aleyhisselam, Akabe Körfezinden Fırat kenarına kadar, kırk sene adâletle hüküm sürdü. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticâret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizinde ticâret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra binip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makâmına oturduğunda ve meclis kurduğunda kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleyman aleyhisselam, beyaz tenli, güzel, nûr yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edebli, hep Allah’tan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; “Miskinin miskinlerle oturması uygundur.” buyururdu. Ömrünün son ânına kadar Allahü teâlânın takdir ettiği izzetle insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine îtirâz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu.

Süleyman aleyhisselam, bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işçiler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında asâsına (bastonuna) dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselam gelip; “Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır.” dedi.

Süleyman aleyhisselam: “Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir.” dedi.

Süleyman aleyhisselam asâsına dayandığı hâlde ayakta vefat edip, uzun bir müddet öylece kaldı. Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleyman aleyhisselamı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet asâsının yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip asâ kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefat ettiğini anladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 14. âyette bildirilmektedir.

Süleyman aleyhisselam her yere hükmettiğinden, zamânında herkes îmân etmiş, yeryüzünde pek az îmânsız kimse kalmıştı.Vefâtından sonra, İsrailoğullarının arasındaki birlik bozuldu, iki ayrı devlete bölünüp doğru yoldan ayrıldılar. Sonra da onlara doğru yolu göstermek üzere, İlyas ve Elyesa aleyhimesselâm peygamber olarak gönderildiler. Kur’ân-ı kerîmde Bakara 102; Nisâ 163; En’am 84; Enbiyâ 81, 82; Sebe’ 12, 21; Neml 15’ten 44’e kadar; Sad 30’dan 40’a kadar olan âyetler Süleyman aleyhisselam hakkındadır.

Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’ya Musa aleyhisselamdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrat’ın içinde bulunduğu Ahid Sandığını(Tâbût-i Sekîneyi) koydu. Çünkü Musa aleyhisselam, ümmetinin âlimlerinden, Tevrat’ın Ahid Sandığına konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum Mescid-i Aksa’nın Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devâm etti. Buhtunnasar, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksa’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp Bâbil’e götürdü. Buhtunnasar’ın Kudüs’ü yağmalaması esnâsında, hakîkî Tevrat ve Zebur yakılıp yok edildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları netîcesinde, Tevrat isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıktı. Mîlâddan yaklaşık dört yüz sene evvel yaşamış olan Azra bunları topladı ve şimdiki Ahd-i Atîk’teki Tevrat’ı yazdı.

Süleyman aleyhisselamın dokuz çeşit mucizesi vardı. Bunlar:
1. Sebe’ sûresi on ikinci âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı.

2. Süleyman aleyhisselam denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı.

3. Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, sûretler, çanaklar, sâbit çömlekler, tencereler yaparlardı.

4. Süleyman aleyhisselamın bir mührü vardı. Üzerinde ism-i âzam duası yazılıydı. O dua ile her isteği kolay olurdu.

5. Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı.

6. Nereye gitmek istese, rüzgâr emrinde olduğundan, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü berâberinde götürürdü.

7. Cinniler vâsıtasıyla denizlerdeki incileri, cevherleri yerde bulunan defîneleri bilirdi. Kendine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen bir şey yoktu.

8. Neml Vâdisinde, maiyetiyle berâber bir dağ üzerine konup, kaldığı esnâda o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhâl dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.

9. Süleyman aleyhisselam bir yere gittiği vakit, berâberinde duvarlar da giderdi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:27:40
Lokman Hakim

Peygamber veya velî. Davud aleyhisselam zamânında, Arabistan’ın Umman tarafında yaşadı. Davud aleyhisselamla görüşüp ondan ilim öğrendi. Davud aleyhisselama peygamberlik bildirilmeden önce, müftî olan Lokman Hakim, Davud aleyhisselama peygamberlik bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Davud aleyhisselama ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyub aleyhisselamın teyzesinin oğlu olduğu da rivâyet edilmektedir. Fransız bilginlerinin, Calinos’un (Galen’in) bir adı da Lokman Hakim idi demeleri yanlıştır. Çünkü Lokman Hakim, Davud aleyhisselam zamânında; Calinos (Galen) ise, ondan bin yıl kadar sonra yaşamıştır. Lokman ismi Kur’ân-ı kerîm’de geçmekte olup, bir sûreye (otuz birinci sûre) Lokman ismi verilmiştir. Bu sûrenin on ikinci âyetinde meâlen; “Biz Lokman’a hikmet verdik.” buyrulmaktadır. Buradaki hikmet tâbirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsîr kitaplarında yazılıdır.

Lokman Hakim tabiplerin pîridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatlar meşhurdur. Kur’ân-ı kerîm’de Lokman sûresi 3. âyet-i kerîmede meâlen; “Bir vakit Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah’a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük zulümdür.” buyrulmaktadır.

Lokman Hakim’e sen bu hâle nasıl geldin dediklerinde; “Doğru sözlü olmak, emâneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle.” cevâbını verdi. İnsanlar ondan nasîhat istediler, o da şöyle nasîhat etti: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek herkese lâzımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir; Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hâtırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi de tamâmen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür.””

Lokman Hakim’in oğluna nasihatlarının bir kısmı şöyledir: “Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îmân, hâlin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.”

“Ey oğlum! Âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde, toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyâcım yok diyerek de ilmi terk etme.”

“Ey oğlum! Allahü teâlâyı anan (hâtırlayan) insanlar görürsen onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü teâlâyı zikretmeyenleri görürsen onlardan uzak dur.”

“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikir ve tesbih ediyor, sen ise uyuyorsun.”

“Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma.”

“Ey oğlum! İnsanlara iyilikleri emir ve nasîhat edip kendini unutma! Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir.”

“Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin.”

“Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol.”

“Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâ etmekten sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et.”

“Ey oğlum! Dünyâ geçici ve kısadır. Senin dünyâ hayâtın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir.”

“Ey oğlum! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar.”

“Ey oğlum! Sükût etmekle pişmân olmazsın. Söz gümüş ise sükût altındır.”

“Ey oğlum! Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor.”

“Ey oğlum! Âlimler meclisine devâm et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü teâlâ, âlimlerin meclisindeki hikmet nûru ile de müminlerin kalbini aydınlatır.”

“Ey oğlum! Amel ancak yakîn (Allahü teâlâya olan ilim ve mârifet) ile yapılır. Herkes yakîni nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakîn noksanlığından gelir.”

“Ey oğlum! Bir hatâ işlediğinde hemen tövbe et ve sadaka ver.”

“Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.”

“Ey oğlum! Helâl kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musîbetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması.”

“Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan günahkâr olur, diline hâkim olmayan pişmân olur.”

“Ey oğlum! Dünyâ malından yetecek kadarını al, fazlasını âhiret için hayra sarfet, Sıkıntıya düşecek ve başkasının sırtına yük olacak şekilde de tembellik etme.”

“Ey oğlum! Sakın kimseyi küçük görüp hakâret etme. Çünkü onun da senin de rabbimiz birdir.”

Lokman Hakim’in oğlu: “Babacığım, insanda hangi haslet daha iyidir?” diye sorunca; “Temiz, hâlis din.” buyurdu. Eğer iki haslet olursa? “Din ve mal”, üç haslet olursa? “Din, mal ve hayâ.” buyurdu. Dört haslet olursa? dedi. “Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk.” buyurdu. Beş haslet saymak icâbederse diye sorunca; “Din, mal, haya, güzel huy ve cömertlik.” buyurdu. Altı haslet sayarsak deyince; “Ey oğlum! Allahü teâlâ her kime bu beş iyi hasleti verdiyse, o kimse mümin ve müttekîdir. Allahü teâlâ katında velî ve sevgilidir. Şeytanın şerrinden uzaktır.” buyurdu. Oğlu: “Babacığım, insanda en kötü haslet hangisidir?” dedi. “Allahü teâlâyı inkârdır.” buyurdu. İki olursa dedi. “İnkâr ve kibirdir.” buyurdu. Üç olursa dedi. “İnkâr, kibir ve şükür azlığı.” buyurdu. Dört olursa dedi. “İnkâr, kibir, şükür azlığı ve cimrilik.” buyurdu. Beş olursa diye sorunca; “İnkâr, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâk.” buyurdu. Altı olursa deyince; “Ey Oğlum! Bu beş kötü hasletin bulunudğu kimse münâfıktır, şakîdir ve Allahü teâlâdan uzaktır.” buyurdu.

Lokman Hakim’e “Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazîfem olmayan şeyin üzerinde durmadım.” buyurdu.

Hafs bin Ömer’den rivâyet edildi ki: Lokman Hakim, yanına bir hardal torbası koydu ve oğluna nasîhat etmeye başladı. Her bir nasîhatte bir hardal tânesini çıkardı. Nihâyet hardalları tükendi. Sonra da; “Ey oğlum! Sana o kadar nasîhat ettim ki, şâyet bu nasîhatler bir dağa verilseydi, dağ yarılır, parça parça olurdu.” buyurdu. Oğlu da bu nasîhatleri tuttu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:28:39
Uzeyr Aleyhisselam  

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden veya velîlerden. İsmi; Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, peygamber olup olmadığı açıkça bildirilmemiştir. Babasının ismi Şureyha olup Hârun aleyhisselamın neslindendir. İsrailoğullarını Tevrat’ın hükümlerine uymaya dâvet etmiştir. İsrailoğulları Allah’ın oğlu diye iftirâda bulunmuşlardır.

Kudüs’te doğdu ve Kudüs’te vefat etti.

Uzeyr aleyhisselam küçük yaşından îtibâren, Tevrat ilmini öğrenip Tevrat’ı ezbere bilen sayılı kimselerden oldu. Allahü teâlâ ilâhi emirlerden yüz çevirip, peygamberlerin nasîhat ve ikâzlarına kulak tıkayan ve çeşitli azgınlık ve taşkınlıkta bulunan İsrailoğullarına Bâbil hükümdârı Buhtunnasar’ı cezâ olarak musallat etti. Kalabalık bir orduyla Şam ve Ürdün bölgelerini istilâ edip, savunmasız insanları zâlimce öldürten Buhtunnasar Kudüs’ü de istilâ etti. Mescid-i Aksa’yı yıkıp, Kudüs şehrinin bağ ve bahçelerini harap etti. İsrailoğullarından çoğunu öldürüp, pekçok çocuk ve genci de esir alarak Bâbil’e götürdü. Bâbil’e götürülen genç esirler arasında Uzeyr aleyhisselam da vardı.

Uzeyr aleyhisselam Bâbil’de bir müddet esâret hayâtı yaşadıktan sonra elli yaşında olduğu sıralarda bir fırsatını bulup memleketi olan Kudüs’e gitmek üzere yola çıktı. Kudüs yakınına gelince, bir bahçede konaklayıp merkebinden yükünü indirdi ve bir ağaca bağladı. Geriden Kudüs şehrini seyredip; şehrin harap, yolların ve bahçelerin viran olduğunu üzülerek gördü. Bu sırada karnı acıktığı için bir miktar incir ve üzüm koparıp, incirin bir kısmını yedi, üzümün de suyunu sıkıp içti. Bir ağaç altına oturup, yıkılmış evlere, bozulmuş yollara, çürümüş tenlere, yığılmış kemiklere bakıp âlemin sonunu, yeniden dirilişi ve Allahü teâlânın kudretini düşündü. Kendi kendine: “Acabâ, bu halden sonra Hak teâlâ bu şehri nasıl tâmir ve ihyâ eder.” diyerek tefekküre dalıp uyudu.

Allahü teâlâ onu yüz sene öldürdü. Hayattan mahrum etti. Onun bedenini, yiyecek ve içeceğini insanların ve hayvanların gözünden gizledi. Uzeyr aleyhisselamı ölü bırakmasından yetmiş sene kadar sonra, Fâris hükümdarlarından Nüşek adında bir hükümdar eliyle Beyt-i mukaddesi (Mescid-i Aksa) ve Kudüs şehrini îmâr etti. Bu sırada Bâbil hükümdarı Bahtunnasar öldüğünden İsrailoğulları esâretten kurtulup memleketlerine döndüler.

Otuz sene daha geçtikten sonra Allahü teâlâ Uzeyr aleyhisselamı yeniden diriltti. Uzeyr aleyhisselam kendisinin bir gün veya bir günden az olarak uyumuş olduğu uykudan uyandığını zannetti. Çünkü incir ve üzümün sanki dalından yeni koparılmış ve şıra sıkıldığı saatlerdeki gibi bozulmamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ Uzeyr aleyhisselama vahy edip yüz sene kaldığını bildirdi. Uzeyr aleyhisselam merkebine baktığı zaman onun parça parça olan kemiklerinin vücûdundan ayrılmış olduğunu gördü. Allahü teâlâ ona, “... Ve seni, insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle öldürüp dirilttik. (Seni öldükten sonra dirilmenin var olduğuna delil kıldık.) ve (merkebin) kemiklerine bak!Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz? Sonra da onlara et giydiriyoruz?” (Bakara sûresi: 259) buyurdu. Allahü teâlâ ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup kaybolmuş olan merkebi tekrar diriltti. Bu durumu gören Uzeyr aleyhisselam, “Ben bilirim ki, şüphesiz Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. (Bütün ölüleri diriltmeye gücü yeter.) buyurarak Allahü teâlânın kudretini müşâhede etti.

Uzeyr aleyhisselam yeniden dirilen merkebine binip Kudüs şehrine girdi. Bulduğu insanları gördüğü ev ve mahalleleri tanıyamadı. Kendi mahallesi olarak tahmin ettiği yerde bir evin önünde durdu. Kapıda gözleri görmeyen, elleri ve ayakları tutmayan bir kadına rastladı. Kadına Uzeyr’in evi neresidir? dedi. Âmâ ve kötürüm olan kadın da; “Uzeyr’in evi burasıdır, ben Uzeyr’in hizmetçisiyim. Fakat Uzeyr kaybolalı yüz yıldan fazla oldu. Ondan ümitsiziz.” deyip ağlamaya başladı. Bunun üzerine Uzeyr aleyhisselam; “Ben Uzeyr’im” deyip başından geçenleri anlattı. Uzeyr aleyhisselamın duası bereketiyle kadın, hastalıklarından şifâ buldu. Kadın âilenin diğer fertlerine ve İsrailoğullarına Uzeyr aleyhisselamın geldiğini haber verdi. Âile halkı Uzeyr aleyhisselamı tanıyıp iknâ oldular. Uzeyr gelmiş diyerek sevinç ve heyecanla gelen şehir halkı da Uzeyr aleyhisselamı ziyâret edip uzun zaman geçtiği halde değişmemiş olduğunu gördüler. Yaşlılar ona çeşitli sorular sorarak imtihan etmeye başladılar.

Bu sırada Uzeyr aleyhisselama peygamberlik emri bildirildi. İsrailoğullarına Tevrat’ın hükümlerini tebliğ etmeye onları azgınlık ve sapıklıklardan sakındırmağa çalıştı. Daha önce kendilerini dünyâ ve âhiret saâdetine dâvet eden peygamberlerin apaçık mucizelerini gördükleri halde onları yalanlayan, birçok peygamberi de şehit eden İsrailoğulları Uzeyr aleyhisselamın dâvetini kabul etmediler. Okuduğu Tevrat’ın uydurma olduğunu iddiâ edenler çıktı. Bâzıları onun okuduklarından Tevrat olup olmadığını karşılaştıralım dediler. İçlerinden biri “Benim dedem, Buhtunnasar’ın zulmü zamânında bütün Tevrat nüshalarını yakılmak sûretiyle yok edildiğini bildirdi. Yalnız bir nüsha Tevrat’ı filan dağın tepesine gömdüğünü söyledi. O nüshayı getirip Uzeyr’in okuduklarıyla karşılaştıralım dedi. “Gömülü olan yerden Tevrat nüshalarını getirip Uzeyr aleyhisselamın okuduklarıyla karşılaştırdılar. Yazılı nüshada olanlarla Uzeyr aleyhisselamın okuduklarının aynı olduğunu görünce “Bu kadar uzun zamandan sonra Uzeyr’in Tevrat’ı ezbere okuması mümkün değildir düşüncesiyle Tevbe sûresi 30. âyetinde bildirildiği gibi“Uzeyr Allah’ın oğludur.” diye iftirâda bulundular.

Uzeyr aleyhisselam ise onların bu inanışlarının küfür ve sapıklık olduğunu, vazgeçmedikleri halde şiddetli azâba uğrayacaklarını bildirdi. Vefât edinceye kadar İsrailoğullarının arasında bulundu. Onları hak yola dâvet etmeğe devâm etti. Uzeyr aleyhisselamın vefatından sonra İsrailoğullarının isyanları ve sapıklıkları iyice arttı.

Uzeyr aleyhisselamın ismi Kur’ân-ı kerîmde (Bekara sûresi: 259 ve Tevbe sûresi: 30. âyetlerinde) zikr edilmiştir. Fakat peygamber mi yoksa insanları hak yola dâvet eden bir velî mi olduğu kesin olarak bildirilmedi. Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
“Uzeyr’in Peygamber olup olmadığını bilemiyorum. Tubba’nın mel’ûn olup olmadığını bilemiyorum. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığını bilemiyorum...”
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:29:44
Zekeriyya Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. İsmi Zekeriyya bin Âzan bin Müslim bin Sadun olup, soyu Süleyman aleyhisselama ulaşır. Yahya aleyhisselamın babasıdır. Musa aleyhisselamın getirdiği dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Marangozluk yapar elinin emeğiyle geçinirdi. Kavmi tarafından şehit edildi..

Zekeriyya aleyhisselam zamânında Şam vilâyeti Batlamyüsilerin elindeydi. Onlar Kudüs’te bulunan Beyt-ül-Makdis’e hürmet ederlerdi. Beyt-ül-Makdis mâmur olup gece ve gündüz orada ibâdet edilirdi. Mescidde Harun aleyhisselam neslinden din büyükleri vardı. O zamanlarda İsrailoğulları arasında peygamber yoktu. Bunlar bir peygamber göndermesi için gece gündüz Allahü teâlâya dua ettiler. Allahü teâlâ, Beyt-i Makdis’te Tevrat yazmayı ve kurban kesmeyi idâre eden Zekeriyya aleyhisselamı peygamber olarak vazîfelendirdi. Zekeriyya aleyhisselam insanlara nasîhat ederek doğru yola çağırdı. İsrailoğullarından onun bildirdiklerine inananlar olduğu gibi, inanmayıp karşı çıkanlar daha çok oldu.

Zekeriyya aleyhisselam, İmrân bin Mâsân isminde bir dostunun kızı olan Elîsa ile evlendi. Elîsa ile hazret-i Meryem kardeş olup babaları İmran idi. İmrân önce Elîsa’nın annesi ile sonra bunun başka erkekten olan kızı Hunne ile evlenmişti. Hazret-i Meryem’in annesi olan Hunne; “Cenâb-ı Hak bana bir oğul ihsân ederse Beyt-ül-Makdis’e hizmetçi yapacağım.” diye adakta bulundu. Kızı oldu. Adını Meryem koydu. Hazret-i Meryem doğmadan önce babası İmrân vefat etti. Hunne kızı Meryem’i teslim etmek üzere Beyt-ül-Makdis’e götürdü. Orada bulunan âlimlere niyetini anlatıp nezrinin kabûlünü ricâ etti. Meryem, Beyt-i Makdis’e kabul edildi. Fakat Meryem’in kimin himâyesinde kalacağı husûsunda Beyt-i Makdis hizmetçileri olan âlimler arasında anlaşmazlık oldu. Zekeriyya aleyhisselam; “Çocuğu himâyeme ben alacağım. Akrabâlık yönünden çocuğa en yakın benim.” dedi.

Diğer âlimler de çocuğu himâyelerine almak istediler. Çekilen kur’a netîcesinde hazret-i Meryem’in Zekeriyya aleyhisselamın himâyesinde kalması kararlaştırıldı.

Zekeriyya aleyhisselam hazret-i Meryem’i evine götürdü. Onu hanımı Elîsa büyüttü. Sonra da hazret-i Meryem için Beyt-i Makdis’te yüksek bir oda yaptırdı. Hazret-i Meryem bu odada hem Allahü teâlâya ibâdet etti, hem de Zekeriyya aleyhisselamdan Tevrat okudu. Zekeriyya aleyhisselam ona hergün yiyecek getirir, ibâdetten bir şey öğretirdi. Bir kış günü odasına girdiğinde önünde dünyâ yiyeceklerine benzemeyen türlü türlü nîmetler gördü. Nereden geldiğini sorduğunda; “Allahü teâlâ tarafından geliyor.” diye cevap verdi. Bu yiyecekler Allahü teâlânın kudretinden hazret-i Meryem’e verdiği bir kerâmetti.

Zekeriyya aleyhisselam 99 veya 120 yaşına geldiği halde neslini devâm ettirecek bir evlâdı yoktu. Hanımı da zâten çocuk doğurmuyordu ve 98 yaşındaydı. Gerek Zekeriyya aleyhisselamın, gerekse hanımının çocuk sâhibi olma yaşları geçmişti. Fakat içine bir evlâd sevgisi düşüp kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya dua etti. Allahü teâlâ ona Yahya isminde bir oğlan çocuğu ihsân edeceğini Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla bildirdi. Birgün Zekeriyya aleyhisselam odasında namaz kılarken beyaz elbiseler içersinde Cebrâil aleyhisselam gelerek Allahü teâlânın kendisine Yahya isminde bir oğul ihsân edeceğini müjdeledi. Ayrıca onun hazret-i Îsâyı tasdik edeceğini, zamânın büyüklerinden ve bütün kötülüklerden uzak, nübüvvetle (peygamberlikle) muttasıf, sâlihler zümresinden bir zât olacağını haber verdi.

Zekeriyya aleyhisselam bu müjdeye sevinip arzusunun çabukluğunu arz ederek: “Yâ Rabbî! Bana vâd ettiğin çocuğun meydana geleceğine delil ve alâmet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin bana vâdettiğin şeyde mutmain olması için bir nişan ver. O alâmetle bu nîmeti şükürle karşılayayım.” diye münâcaatta bulundu. Allahü teâlâ Zekeriyya aleyhisselamın duasını kabul ederek; “Senin için alâmet, birbiri ardınca üç gece (ve gündüz) insanlarla konuşmamandır.” Bir hastalık ve sebeb olmaksızın, sen sıhhatli olduğun halde üç gece (ve gündüz) dilini konuşmadan alıkoymandır” buyurdu. Yahya aleyhisselam ana rahmine düşünce Zekeriyya aleyhisselam konuşamaz oldu. Meramını ancak işâretle anlatabiliyordu. O, bu üç gün içinde devamlı ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Cenâb-ı Hakka karşı hamd ve şükür vazîfesini yerine getirdi.

Müddet tamam olunca Zekeriyya aleyhisselamın oğlu Yahya aleyhisselam dünyâya geldi. Yahya aleyhisselamın doğumu ile, Zekeriyya aleyhisselam ve âilesi sevince gark oldular. Yahya aleyhisselamdan altı ay sonra İsa aleyhisselam dünyâya geldi. İsrailoğulları İsa aleyhisselam beşikteyken Allahü teâlânın kudretiyle konuşmasına rağmen, onun babasız dünyâya gelmesiyle ilgili olarak Zekeriyya aleyhisselama iftirâ ettiler. Zekeriyya aleyhisselamı şehit etmek üzere aramaya başladılar. Yahudilerin iftirâlarını ve kendisini öldürmek istediklerini haber alan Zekeriyya aleyhisselam “Takat getirilemeyen şeyden uzaklaşmak, peygamberlerin sünnetidir.” kâidesince Yahudilerin bulundukları yerden uzaklaştı. Yahudiler, onu yakalamak için peşine düştüler. Zekeriyya aleyhisselam Beyt-ül-Makdîs yakınlarında ağaçlı bir bahçeye girdi. Bir ağacın yanından geçerken ağaç: “Ey Allah’ın peygamberi! Bana gel” diye seslendi. Ağaç yarıldı ve Zekeriyya aleyhisselam içine girdi. Sonra kapandı ve onu gizledi. İsrailoğulları Zekeriyya aleyhisselamın izini tâkip edip nereye gittiğini anlayamadılar. O sırada mel’ûn İblis (şeytan) gelerek onlara; “Bu ağacı bıçkı ile kesin, burada ise meydana çıkar. Yoksa ne kayb edersiniz.” dedi. Kâfirler o ağacı biçerek Zekeriyya aleyhisselamı şehit ettiler. Zekeriyya aleyhisselamın türbesi Halep’tedir.

Mucizeleri:
1. Kalemleri, kendi kendine Tevrat’ı yazardı. Zekeriyya aleyhisselam Beyt-i Makdis’te maiyyetinde yetmiş kişi olduğu halde Tevrat yazarlardı. Yahudilerin biri gelip; “Hak peygamber olsaydın, elinde Tevrat yazmağa muhtaç olmazdın; sen de elinle yazıyorsun, emrindekilerle aranızda hiçbir fark görmüyorum.” diye konuştu. Hazret-i Zekeriyya bu söze çok üzüldü ve meraklandı. Cebrâil aleyhisselam gelip: “Ey Zekeriyya, buradan kalkınız! Kaleminize emr ediniz, kendi kendine yazsın!” dedi. Zekeriyya kalkıp, emr edince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte kalem on iki sûre yazdı. Bu mucize ile birçok kimse îmân etti.

2. Zekeriyya aleyhisselam hazret-i Meryem’i terbiyesi altına aldığı vakti, yazılması lâzım gelen kefâletnâmeyi, kalemsiz, hokkasız yazmışlardır.

3. Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, Zekeriyya aleyhisselam ve Beyt-i Mukaddes hademe ve kayyimlerinden yirmi dokuz kişi arasında hazret-i Meryem’in kefâleti hakkında meydana çıkan ihtilaf üzerine herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmışlarken, yalnız Zekeriyya aleyhisselamın kalemi suyun üzerinde dikilmiş kalmıştır.

4. Ağaçlar, Zekeriyya aleyhisselamla konuşurlardı. Yahudilerden bir tâife kendisini şehit etmek üzere araştırırlarken, kendileri de onlardan kaçtığı vakit, bir ağaç; “Ey Allah’ın peygamberi, gel bende gizlen seni ben muhâfaza ederim” diye dile gelmişti.

5. Zekeriyya aleyhisselam su üzerinde yürür ve mübârek ayakları ıslanmazdı. Kendisi için suda yürümekle, karada yürümek arasında fark yoktu.

6. Zekeriyya aleyhisselamdan mucize istendiği vakitte, yakınlarındaki ağaçlara mübârek eliyle işâret etmiş, hemen ağaçlar, köklerinden kopup, önlerine gelip kalmışlardır.

Kur’ân-ı kerîmin Âl-i İmrân, Meryem, Enbiyâ ve En’am sûrelerinde Zekeriyya aleyhisselamla ilgili haberler verilmektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:30:30
Yahya Aleyhisselam  

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Zekeriyya aleyhisselamın oğludur. Annesinin ismi Elisa olup, İmran’ın kızıydı. Hıristiyanlar Elizabeth diyorlar. Davud aleyhisselamın neslinden olup, hazret-i Meryem’in teyzesinin oğluydu.

Allahü teâlâ, onu babası Zekeriyya aleyhisselamın duası üzerine ihsân etti. Zekeriyya aleyhisselam doksan dokuz veya yüz yirmi yaşına geldiği halde neslini devâm ettirecek bir evlâdı yoktu. Hanımı da doksan sekiz yaşındaydı. Gerek kendisinin, gerekse hanımının çocuk sâhibi olma yaşları geçmişti. Fakat içine evlâd sevgisi düşüp kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya dua etti. Allahü teâlâ Zekeriyya aleyhisselamın duasını kabul etti. Zekeriyya aleyhisselam odasında namaz kıldığı sırada Cebrâil aleyhisselam ona şöyle nidâ etti:
“Yâ Zekeriyya muhakkak Allahü teâlâ sana kendinden gelen bir kelimeyi (İsa aleyhisselamı) tasdik edici ve kereminin seyyidi ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya’yı müjdeliyor.”
Bu husus Âl-i imrân sûresi 38-39. âyetlerinde bildirilmiştir.

Zekeriyya aleyhisselamın ihtiyar olan hanımı hâmile kaldı ve belirli müddetten sonra Yahya aleyhisselam doğdu. Rivâyete göre Yahya aleyhisselamın doğumu ile İsa aleyhisselamın doğumu aynı seneye rastlamaktadır. Doğumundan îtibâren fevkâledelikler içinde olan Yahya aleyhisselam babası Zekeriyya aleyhisselamın nezâretinde yetişti. Küçük yaşta Tevrat’ı okumaya ve hükümlerini anlamaya başladı. Zâten Allahü teâlâ tarafından ona küçük yaşından îtibâren hikmet ihsân edildiği, Tevrat’ı okuyup hükümlerini anlama kâbiliyeti verildiği bildirilmiştir. Tevrat’ı ve hükümlerini küçük yaşta öğrenmiş olan Yahya aleyhisselam bâzan Beyt-ül Makdis’te (Mescid-i Aksa) bâzan da tenhâ ve ıssız yerlerde Allahü teâlâya ibâdet ve tâatla meşgul olurdu.

Öğrendiklerini İsrailoğullarına anlatır, onları Allahü teâlânın emirlerini yapmaya yasaklarından kaçınmaya dâvet ederdi. Gâyet mütevâzî ve sâde bir hayat yaşar, kıldan elbise giyer, arpa ekmeği yerdi. Dünyâya gönül vermezdi. Gece gündüz Allahü teâlâya ibâdet eder, Allah korkusundan dolayı çok ağlardı. Göz yaşları sebebiyle nûrlu yüzü yara olurdu.

Yahya aleyhisselam rüşd (olgunluk) çağına ulaştığı zaman, kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik emri bildirildi. İlk önce Musa aleyhisselamın bildirdiği dînin esaslarına uyması ve Tevrat’ın hükümlerini insanlara tebliğ etmesi emredildi. İsa aleyhisselama İncîl nâzil olup, Tevrat’ın hükmü kaldırılınca İsrailoğullarını İncîl’in emir ve yasaklarına uymağa çağırdı. Daha sonra Şam’a giderek insanları hak dîne dâvet etti.

Yahya aleyhisselamın dâvetini kabul edenler olduğu gibi, türlü bahânelerle ona karşı çıkanlar da oldu. Peygamberlerin mucizelerini gördükleri hâlde onlara inanmayıp, karşı çıkan ve birçok peygamberi şehit eden İsrailoğulları İsa aleyhisselama karşı çıkıp onu şehit etmek istediler. Allahü teâlâ İsa aleyhisselamı göğe kaldırdıktan sonra Yahya aleyhisselam İncîl’in hükümlerini insanlara anlatmaya devâm etti. Zâlim Yahudi Hükümdârı Herod’un torunu Birinci Herod, hazret-i Yahya’ya iyi muâmelede bulunurdu. Kendi kardeşinin kızı veya hanımının önceki kocasından bir kızı vardı.Yahudi hükümdârı Birinci Herod bu kızla evlenmeyi ve nikâhlarını Yahya aleyhisselamın yapmasını istedi. Yahya aleyhisselam böyle bir evliliğin hazret-i İsa’nın tebliğ ettiği İncîl kitabında yasaklandığını ve böyle bir nikâhın imkânsız olduğunu bildirdi. Bu duruma içerleyen kızın annesi, Yahya aleyhisselamın öldürülmesini istedi.

Yahya aleyhisselama karşı iyi niyet sâhibi olan birinci Herod da kadının ve kralla evlenmek isteyen kızının isrârı üzerine Yahya aleyhisselamın yakalanıp getirilmesi veya öldürülüp, başının getirilmesini adamlarına emretti.

Herod’un adamları Yahya aleyhisselamı yakalayıp, başını kesmek sûretiyle şehit ettiler. Başka bir rivâyette de yakalayıp getirdiler. Herod kendisi başını kesmek sûretiyle şehit etti. Kesilmiş olmasına rağmen Yahya aleyhisselamın başı mucize olarak: “Bu kızı almak sana helâl değildir.” diye defâlarca söyledi. Allahü teâlâ Yahya aleyhisselamın intikâmını almak için onların başına bâzı musîbetler gönderdi. Bâzı rivâyetlerde Herod ve evlenmek istediği kızı, Karun gibi yerin yuttuğu bildirilmektedir.

Yahya aleyhisselam şehit edildiği zaman otuz dört yaşlarında bulunuyordu. Yahya aleyhisselamın mübârek bedeninin parçaları, başka başka şehirlerdedir. Başı ise Şam’daki Ümeyye Câmiindeki türbededir.

Yahya aleyhisselam sûret itibariyle zamânındaki insanların en güzeli ve hüsn-ü Cemâl sâhibiydi. İnsanlara karşı yumuşak huylu, tevâzû ve şefkât sâhibiydi. Başındaki saçları seyrek ve sesi inceydi.

Ondan önce Yahya ismiyle isimlendirilen olmamış ve ismi Allahü teâlâ tarafından bildirilmişti. Bu husus Meryem sûresi 7. âyetinde bildirilmiştir. Yahya aleyhisselam günahlardan temiz kılınmış olup, takvâ sâhibiydi. Tevâzu sâhibi olup itâatkar ve halim selîmdi. Yahya aleyhisselam doğduğu, öldüğü ve dirildiği günlerde Alahü teâlâ tarafından selâmete erdirildi. Bu husûsiyetleri Meryem sûresi 13, 14 ve 15. âyetlerinde bildirilmiştir.

Mucizeleri:
1. Taşın dile gelmesi: İsrailoğulları, Yahudi Hükümdârı Birinci Herod’un emri üzerine Yahya aleyhisselamı şehit etmek için arıyorlardı. Bu haberi duyan Yahya aleyhisselam onlardan uzaklaşıyordu. Bu sırada bir kaya dile geldi:“Ey Allah’ın peygamberi! Bana gel!”

Yahya aleyhisselam kayaya yaklaştığı zaman içinin kovan gibi oyulmuş olduğunu gördü. O taşın içine girdi. Yahya aleyhisselamı şehit etmek üzere arayan kâfirler o kayaya yaklaştıkları zaman, o kayadan kâfirler üzerine oklar atılmaya başlandı. Bu durumu gören Yahudiler geriye dönüp kaçtılar.

2. Gündüz vakti yıldız göstermesi: Yahya aleyhisselam peygamber olarak vazîfelendirilip Şam’a geldikten sonra insanlar ona; “Hakîkaten peygambersen, bize gündüz gözü ile yıldızları göster.” dediler. İnsanların bu isteği üzerine Yahya aleyhisselam dua edip gündüz güneşin çevresindeki yıldızlar görünmeye başladı.

Kur’ân-ı kerîmde Âl-i imrân, Meryem ve Enbiyâ sûrelerinde Yahya aleyhisselamdan bahsedilmektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:31:22
İsa Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen ve Kur’ân-ı kerîm’de ismi bildirilen peygamberlerden. Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülülazm denilen altı peygamberin beşincisidir. Annesi hazret-i Meryem’dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı. Kudüs’te doğdu. Otuz yaşında peygamber oldu. Kendisine İncil adlı kitap gönderildi. Otuz üç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı. Kıyâmete yakın yeryüzüne tekrar inecektir.

İsa aleyhisselamın annesi Meryem Hatun, Süleyman aleyhisselamın neslinden sâlihâ ve temiz bir hanımdı. Hazret-i Meryem, on beş yaşına geldiği zaman, Yusuf-i Neccâr isminde biriyle nişanlanmıştı. Fakat onunla evlenmeden Allahü teâlâ, hazret-i Meryem’e babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi.

Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın emri ve kudretiyle İsa aleyhisselama hâmile oldu. Bundan bir müddet sonra, normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı. Bu hâlleri gören İsrailoğulları, dedikodu yapmaya başladılar. Çeşit çeşit iftirâda bulunup akla gelmeyecek, ağıza alınmayacak şeyler söylediler. Bu dedikodulara tahammül edemeyen hazret-i Meryem, Kudüs’ün 10 km kadar güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm’e çekildi. Her şeyin Allahü teâlânın takdîri ve dilemesiyle olduğunu düşünerek, insanların kendi hakkındaki sözlerine sabretti.

İsa aleyhisselamın doğumu yaklaştığı sırada, bulunduğu yerin bahçesinde yürürken kurumuş bir hurma ağacının altına geldi. Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı. Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi. Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi. Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı. Bu hâl, hazret-i Meryem’i tesellî etti. Bu sırada hazret-i İsa dünyâya geldi. İsa aleyhisselam doğduğu zaman, doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp, yere döküldü. Şeytanlar bu duruma şaştılar. Nihâyet büyükleri olan İblîs, onlara İsa aleyhisselamın dünyâya geldiğini haber verdi. O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü.

Hazret-i İsa’nın doğduğunu öğrenen İsrailoğulları, Beyt-i Lahm’e geldiler. Hazret-i Meryem’in kucağında yeni doğmuş çocuğu görünce; “Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin. Sen pek genç, fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın? Bu ne acâib ve ne şaşılacak bir hâldir?” dediler. Hazret-i Meryem, bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi. Ancak; “İşin hakîkatini size o haber versin. Siz onunla konuşun. Ondan sorup anlayın!” mânâsına kundakta bulunan hazret-i İsa’yı işâret etti. Onlar, kundaktaki çocuğun konuşamayacağını söyleyince, kundakta bulunan hazret-i İsa elini kaldırarak cevap verdi ve dedi ki: “Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız. Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O, bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübârek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı... Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.” dedi. Hazret-i İsa’nın kundakta konuşmasına hayret eden İsrailoğulları, dillerini yutmuş gibi oldular. Hiçbir şey söyleyemediler. Buna rağmen dedi-kodu yapmaktan, çeşit çeşit iftirâlarda bulunmaktan da geri durmadılar.

Roma imparatorunun Şam vâlisi, babasız doğduğu için ikisini öldürmek istedi. Annesi onu alarak Mısır’a götürdü. Hazret-i İsa on iki yaşına gelinceye kadar Mısır’da kaldılar. Sonra tekrar Kudüs’e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler. Otuz yaşına girince, Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi. Peygamberlik emri bildirilince, hemen tebliğe başladı. İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O’nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi. İsrailoğulları bu dâveti kabul etmediler. İsa aleyhisselam inanmayanlara mucizeler gösterdi. İsa aleyhisselam var gücüyle gayret göstermesine rağmen, pek az kişi inandı. İsrailoğulları ona îmân etmedikleri gibi, dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar. İsa aleyhisselamın yumuşaklığını görerek inanmadılar. Hattâ daha da ileri giderek hazret-i İsa’yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunun üzerine hazret-i İsa, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen on iki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı.

Yahudilerden bir topluluk İsa aleyhisselam ve annesi hazret-i Meryem’e dil uzattılar. İsa aleyhisselam bunu duyunca, onlar hakkında bedduada bulundu. Allahü teâlâ bu duayı kabul edip, hazret-i İsa’ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahudiler, hâdiseyi aralarında görüştüler. Hepsi hazret-i İsa’yı öldürmek üzere anlaştılar. Hazret-i İsa’yı aramaya başladılar. Roma İmparatoru’nun Kudüs Vâlisi Jones Pilot’u kandırıp, İsa aleyhisselamın Roma İmparatorluğu aleyhinde bulunduğuna ve Filistin’de yeni bir hükûmet kurmaya çalıştığına inandırdılar. Hazret-i İsa, son defâ olarak Havârîleri ile bir gece gizlice sohbet etti ve onlara “Horoz ötmeden (yâni sabah olmadan) sizin biriniz beni inkâr edecek ve pek az paraya satacaktır.” dedi. Hakîkaten Yahûda isimli Havârî, sabah olmadan Yahudilerden bir miktar para alıp, hazret-i İsa’nın yerini haber verdi.

İsa aleyhisselamı yakalamak için Yahudilerle berâber eve girince, Allahü teâlâ Yehûdâ’yı İsa aleyhisselama benzetti. Yahudiler de onu İsa aleyhisselam, diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler. Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı göğe kaldırdı. İsa aleyhisselam bu sırada otuz üç yaşındaydı. İsa aleyhisselam göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra, Romalılar Kudüs’e hücum etti. Yahudilerin çoğunu öldürüp, bir kısmını esir ettiler. Şehri yağmaladılar. Kitaplarını yaktılar. İsa aleyhisselama yaptıklarının cezâsı olarak, hakîr ve zelîl oldular. Hıristiyanlar, İsa aleyhisselamın haça gerilip orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe çıktığına inanırlar. Müslümanlar ise,ÊÎsâ aleyhisselamın haça gerilmediğine doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Nisâ sûresi 158. âyetinde meâlen şöyle bildirildi:
“Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti...”

Ayrıca hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“İsa (aleyhisselam) ölmemiştir. O kıyâmetten önce size dönecektir.”, “Ben Meryem oğlu İsa’nın (aleyhisselam) dünyâ ve âhirette en yakınıyım.”, “Benimle İsa (aleyhisselam) arasında başka bir peygamber yoktur.”

Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı da 33 yaşında İdris aleyhisselam gibi göğe kaldırdı. İnsanları üç sene dîne dâvet etti. Vasiyeti üzerine Havârîleri etrafa dağıldılar. İseviliği insanlara anlatmaya başladılar. Bu hak dînin yayılması 80 sene sürdü. Sonra Hıristiyanlar sapıklığa düştüler. İncil’i değiştirdiler. Nasıl ki Yahudiler hazret-i Meryem ve hazret-i İsa’ya iftirâ ettilerse, Hıristiyanlar da onun hakkında üç yanlış inanışa saplandılar.

Bir kısmı, “Meryem oğlu İsa Allah’tır.” dedi. Bâzıları, “Allah’ın oğludur.” dedi. Bir başka grup da;”Baba, oğul ve rûhül-kudüs’ten biridir” dedi.

İsa aleyhisselam hiç evlenmemiş. Dünyâya kıymet vermemiştir. Kıyâmete yakın Şam’da Ümeyye Câmiinin minâresine inecek, evlenecek, çocukları olacaktır. Hazret-i Mehdî ile buluşacak, 40 sene yaşayıp, Medîne’de vefat edip, Peygamberimizin kabrinin bulunduğu hücre-i saâdete defnedilecektir. İslâm dîninin hükümlerine tâbi olacak, ictihâd edecektir.

Avrupa kitaplarında Eflâtun’un mîlattan 347 sene önce öldüğü yazılıdır. İsa aleyhisselam gizli dünyâya gelip, dünyâda az kalıp göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak on iki havârî bilip, İseviler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından mîlât, yâni noel gecesi doğru anlaşılmamıştır. Mîlâdın, birinci kânunun (Aralık) yirmi beşinde veya ikinci kânunun (Ocak) altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü mîlâdî senenin beş sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitaplarda yazılıdır. O halde mîlâdî sene doğru ve kat’î olmayıp, günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) ve Burhan-ı Kâtı’nın bildirdiklerine göre, Yunan filozofu Eflatun (Platon) İsa aleyhisselam zamanında yaşamıştır. Buna göre mîlâdî takvim 300 seneden fazla olarak noksandır ve İsa aleyhisselam ile Muhammed aleyhisselam arasındaki zaman bin seneden az değildir.

İsa (aleyhisselam) peygamberliği îcâbı mucizeler gösterdi.

Mucizeleri dokuz çeşitti:
1. Beşikteyken konuştu.

2. Ölüleri diriltirdi. Bilhassa dört ölüyü dirilttiği meşhurdur. Bunlar Sam bin Nûh, Şeddad bin Âd, Mâsân bin Mâlân ve Benî İsrail’den bir çocuktur.

3. Anadan doğma kör olanları sağlamlar gibi gördürür, bir cilt hastalığı olan baras illetini iyi ederdi. Eliyle hastaya dokunduğunda iyi olurdu. Eliyle mesh etmek sûretiyle hastaları tedâvi ettiği için kendisine İsa-i Mesih dendi. (Mâide sûresi: 110)

4. Âl-i İmrân sûresi 49. âyetinde bildirildiği gibi kavminin yedikleri veya yemek üzere sakladıkları şeyleri haber verdi.

5. Mâide sûresi 110. âyetinde bildirildiği gibi çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince, Allahü teâlânın izniyle canlanıp kuş olurdu.

6. Mâide sûresi 114. âyetinde bildirildiği üzere Havârîler, içinde yiyecek bulunan bir sofranın indirilmesini teklif ettiler. Hazret-i İsa ellerini kaldırıp dua edince, ekmeği ve eti bulunan bir sofra indi.

7. İsa aleyhisselam uykudayken yanında her konuşulanı ve yapılanı bilirdi.

8. Ne zaman istese ellerini göğe kaldırıp dua edince o anda yemek ve meyveler önüne gelirdi.

9. İsa aleyhisselam Yahudilerden (Benî İsrail) uzak olduğu hâlde sözlerini ve gizli sırlarını bilirdi.

İsa aleyhisselamın dîni; İsevilik:
Musa aleyhisselamın dîni, İsa aleyhisselam zamânına kadar devâm etti. Fakat, İsa aleyhisselam gelince, bunun dîni olan İsevilik Musa aleyhisselamın dînini nesh etti, yâni Tevrat’ın hükmü kalmadı. Bundan sonra, Musa aleyhisselamın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselamın dîni gelinceye kadar, İsa aleyhisselamın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, İsrailoğullarının çoğu, İsa aleyhisselama îmân etmeyip, Tevrat’a uymak için inâd etti. İşte Yahudilik ile İsevilik böylece ayrıldı.

Yahudilerin ileri gelenlerinden ve İsevilerin en büyük düşmanlarından olan Paul, İseviliği kabul ettiğini, İsa aleyhisselamın kendisini, Yahudi olmayan milletleri İsevilere dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi. Çok iyi bir İsevi görünerek, İsa aleyhisselamın dînini bozdu. Tevhidi (tek Allah inancını), teslise (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh); İseviliği Hıristiyanlığa çevirdi. İncil’i değiştirdi. İsa, Allah’ın oğludur, dedi...

İsa aleyhisselamın hikmetli sözlerinden bazıları:
“Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Gözde bakışı, kalpte şehveti büyütür. (İnsanı açgözlü doymaz eder.) Yemin ederim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak), sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır. Dünyâdan geçmeye bakın. Tâmiri ile uğraşmayın.”

“Dünyâyı isteyen deniz suyu içene benzer. Ne kadar içerse, harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.”

“Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana, dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.”

“Allah katında en sevgili şey, sâlih kalplerdir. Allahü teâlâ onların hürmetine dünyâyı yaşatır. Onlar bozulunca yeryüzünü harâb eder.”

“Ağaçlar çoktur, ama hepsi meyve vermez. Meyveler çoktur ama, hepsi tatlı değildir. İlimler çoktur ama hepsi faydalı olmaz.”

“Sağırı, dilsizi tedâvi ettim, ölüyü dirilttim. Fakat cehl-i mürekkebin (câhilliği ilim ve olgunluk sanmak) ilâcını bulamadım. (Çünkü böyle kimse câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır.)

Kur’ân-ı kerîm’in Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, Tevbe, Meryem, Mü’minûn, Zuhruf, Hadîd, Sâf sûrelerinde İsa aleyhisselamla ilgili haberler verilmiştir.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:32:19
Şemun Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olduğu rivâyet edilen mübârek zât. Şemsûn diye de zikr edilir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Geçmiş zamanda Şemun (Şemsûn aleyhisselam) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik.” dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; “Size verilen Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır (Bu gecenin sevâbı, bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur.)” buyruldu.

İsa aleyhisselamla Muhammed aleyhisselam arasında yaşamış olan Şemun aleyhisselam, İncil ehlindendi. İsa aleyhisselama indirilen, henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi. Kavmiyse putlara tapardı. Şemun aleyhisselam, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir zât olan Şemun aleyhisselamı düşmanları türlü hîlelerle şehit etmek istediler. Hangi bağla bağladılarsa, o bağı kırıp kurtuldu.

Yaşadığı şehrin hükümdârı onu yakalatıp, köşkünün önünde asılmasını emretti. Bunun üzerine Şemun aleyhisselam, Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Dünyâda yaşamayı, kâfirlerle senin yolunda cihâd etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samîmîyse beni kurtar.” diyerek dua etti. O anda bir melek gelip bağı çözdü. Şem’un aleyhisselam kurtulunca, kendisine eziyet eden hükümdârı, adamlarını ve kendi hanımını cezâlandırdı. İnsanları hak yola dâvete devâm etti. Ona inanmayanlarla tek başına cihâd (harp) etti. Çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman Allahü teâlâ onun için taştan gâyet lezzetli bir su akıtırdı. Bu su o içip kanıncaya kadar akardı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:33:25
Ebu Bekr-i Sıddık  

Peygamberlerden sonra insanların en üstünü.

Hazret-i Ebû Bekir, daha Müslüman olmamıştı. Çok te’sîrinde kaldığı bir rü’yâ gördü. Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalar Mekke’deki her evin üzerine düşmüş, sonra da tekrar bir araya gelip göğe yükselmişti. Fakat, kendi evine düşen ay parçası evde kalmış tekrar göğe yükselmemişti. Hazret-i Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına mâni olmuştu.

Kavminden Peygamber gelecek
Sabahleyin heyecanla uyanan Hazret-i Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da dedi ki:
- Bu rü’yâ karışık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri yapılamaz.
Fakat bu söz O’nu tatmin etmemişti. Devamlı bu rü’yânın ta’bîrini düşünüyordu.

Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gittiği yerde, râhip Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın çok dikkatini çekti. Bunun için Hazret-i Ebû Bekir’e sordu:
- Sen nerelisin?
- Kureyş’tenim.
- Tamam. Şimdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!..
Hazret-i Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine şöyle devam etti:
- Şimdi sen hemen memleketine dön! O’na ulaş! O’na vahiy gelmeye başladığında, git herkesten önce O’na îmân et!

Hazret-i Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberliğini teblîğe başlayınca sordu:
- Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Peygamberliğime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karışık bir rü’yâdır, i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, doğru ta’bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmeğe da’vet ederim.

Bunun üzerine, Hazret-i Ebû Bekir, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü:

Aklıma yatmıyor
“Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim.”

Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hazret-i Ebû Bekir’i İslâm’a da’veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, “Sözleşmeden birleştik” dediler.

Hazret-i Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, hemen yakın arkadaşları hatırına geldi:
- Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkadaşlarımı da huzûrunuza getirip, onların da Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavuşmalarını istiyorum, diyerek arkadaşlarına koştu.

Arkadaşlarım dediği, Hazret-i Osman, Hazret-i Talhâ bin Ubeydullah, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Abdurrahmân bin Avf, Hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi.

Gelin îmân edin
Hazret-i Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının aşk ve şevkiyle, Mescid-i Harâma vardığında, dayanamayıp, müşrikler tarafına dönerek seslendi:
- Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor, onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin!

Bunun üzerine müşrikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî şekilde dövdüler. Kabîlesinden gelen ba’zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler.

Hazret-i Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir şekilde başında beklemeye başladılar. Nihâyet akşam üstü biraz kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, ağzından çıkan ilk kelâm şu oldu:
- Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na birşey oldu mu?
Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki:
- Yavrum, bir şey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?
- Anneciğim, ben Resûlullaha birşey oldu mu diye soruyorum. O’nun hakkında bana bilgi getirmediğin takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de birşey içerim.
- Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye, kendine gel. Sonra O’nun durumunu öğrenirsin.
- Hayır anne!.. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: Oğlum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba ne hâldedir?

Annesi de îmân etti
Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı.
Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yavaş yavaş Hazret-i Erkam’ın evine vardı. Peygamber efendimizi sağ sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün ağrılarını unutmuştu. Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavuşsun!

Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile şereflendi ve ilk Müslümanlardan oldu.

Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, işiten müşrikler, inkâr edip, alay etmeye başladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler.

Müşrikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hazret-i Ebû Bekir’e gidip sordular:
- Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?
- İyi biliyorum. Bir aydan fazla.

Mi'râcınız mübârek olsun!
Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hazret-i Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı gösterdiler.

Hazret-i Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını işitince;
- Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir, deyip içeri girdi.

Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki:
- Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e de sihir yapmış.

Hazret-i Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!

Böylece Hazret-i Ebû Bekir, o gün tereddüde düşen Müslümanların tereddütlerini giderdi, diğerlerinin ma’nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hazret-i Ebû Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.

Beraber hicret ederiz
Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hazret-i Ebû Bekir de hicret için izin istediğinde, Resûl-i ekrem buyurdu ki:
- Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl var mıdır?
- Evet vardır.

Peygamber efendimizin bu cevapları, Hazret-i Ebû Bekir’i sevindirmişti.Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir hazırlıklara başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.

Diğer taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.

Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle evinde Hazret-i Ali’yi bırakıp, müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp, Hazret-i Ebû Bekir’in evine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e buyurdu ki:
- Hicret etmeme izin verildi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu:
- Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim?
Efendimiz cevap verdiler:
- Evet...
Anam-babam fedâ olsun

Hazret-i Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında dedi ki:
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl buyurunuz.
- Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım.
Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hazret-i Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi.

Hazret-i Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti.

Safer ayının 27’si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki:
- Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!
- Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?
- Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim.

Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hazret-i Ebû Bekir dedi ki:
- Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin.

Ayağını yılan soktu
Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet eyledi.

Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hazret-i Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hazret-i Sıddîk’ın ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki:
- Ne oldu yâ Ebâ Bekr?
- Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu.

Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, müşrikler, iz takip ederek mağaranın önüne geldiler. Mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkama dedi ki:
- İşte burada iz kesildi.
Müşrikler dediler ki:
- Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür.

İçeri bakmadan geri döndüler
Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içeride Hazret-i Ebû Bekir endişeye kapıldı. Kâinâtın sultânı efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir.
Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.

Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi günü Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî şemsî sene başlangıcı oldu.

Hazret-i Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.

Bedir savaşında bir ara, İslâm askeri zorlanmaya başladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, Sa’d ve Sa’îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hazret-i Ebû Zer’i gönderdi. Daha sonra da Hazret-i Ömer’i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hazret-i Ebû Bekir, kılıcını çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu:
- Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir’i ağlarken görünce buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur.

Hazret-i Ebû Bekir'in îmânı
Hazret-i Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir şey konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konuşmazdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı ağır gelir.)

Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti, üstünlüğü, sadece Hazret-i Ebû Bekir’e nasîb olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi memnûn etmek için malını vermekte, düşmana karşı cihâd etmekte, hep önde olmuştur.

Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki:
(Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’detti.)

Bu âyet-i kerîmenin, Hazret-i Ebû Bekir’in fazîletini ve derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği ile bildirmişlerdir.

Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı olduğu bildirilmiştir.

Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Hazret-i Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hazret-i Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hazret-i Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz sordu:
- Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?
- Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Allah ve Resulünü bıraktım

Sonra Hazret-i Ebû Bekir’e dönüp sordu:
- Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?
- Yâ Resûlallah, evime birşey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım.

Resûlullah efendimiz Hazret-i Ömer’e dönerek buyurdu ki:
- İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.

Hazret-i Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.

Hele Hazret-i Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki:
- Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır.

Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:
- Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!

Resûlullah da vefât edecektir
Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki: - Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı?
- Hayır, böyle bir söz duymadık.
Sonra Hazret-i Ömer’e dönüp sordu:
- Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu?
- Hayır duymadım.
Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:
- Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyliyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah, İslâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.

Sonra, Hazret-i Abbâs da buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.

Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, “Şehîdliğin fazîletlerini” anlatıyorlardı. Şehîdlerin şefâ’ati hakkında buyurdu ki:
- Kıyâmet gününde şehîdler, mahşer yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin kişiye şefâ’at ederler.

Gazânız mübârek olsun
Bu sözleri işiten Hazret-i Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehîd olmak için duâ istedi. Resûlullah efendimiz de duâ ettiler.

Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu muhârebe Hazret-i Nevfel’in duâsından sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hazret-i Nevfel şehîd düşerek, arzûsuna kavuştu.

Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Karşılamaya gelenler arasında, Hazret-i Nevfel’in hanımı, çocukları ve yaşlı annesi vardı.

Yaşlı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri nemlendi. Oğlunun şehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı. Elleriyle arkayı işâret edip, yoluna devam etti.

Hazret-i Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hazret-i Ali’ye de aynı şekilde oğlunu sordu. O da şehîdlik haberini veremeyip, arkayı işâret etti.

Yaşlı kadın daha sonra, Hazret-i Ömer’e ve Hazret-i Osman’a rastladı. Onlara da oğlunun durumunu sordu. Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın yaptığı gibi arkayı işâret ettiler.

En son gelen Hazret-i Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkadaşına yaklaşarak aynı şeyleri sordu.

Hazret-i Ebû Bekir kendi kendine düşündü:
“Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem, maHazret-iûn kalbleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen bana öyle bir şey ilhâm et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım!”

Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!..
Daha sonra, Hazret-i Ebû Bekir, bütün kalbiyle:
- Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye bağırdı.

İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki:
- Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın?
Bu atlı, Hazret-i Nevfel’den başkası değildi.

Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize şunları söyledi:
- Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “Eğer Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH) deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan söylememiştir” buyurdu.

Bu hâdiseden sonra, Hazret-i Nevfel senelerce yaşadı. Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar şehîdlik şerbetini içti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:34:44
Ömer-ül Faruk

Adâletin timsâli ikinci büyük halîfe.

Hazret-i Hamza’nın Müslüman olması üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı. Hazret-i Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm’da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu.

Kalbim meyletti
Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır:
“Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl oldu.”

Bu hâdisenin, Hazret-i Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır.

Hazret-i Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki:
- Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!

Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki:
- Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.
- Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka yapabilecek kimse yoktur.

Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.

Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu:
- Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun?
- Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum.
- Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona birşey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!

Yakınlarınla uğraş
Bu söze çok hiddetlenen Hazret-i Ömer kılıcına sarıldı:
- Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim.
Nuaym bin Abdullah cevap verdi:
- Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen önce kendi yakınların ile uğraş!
- Hayır, onlar Müslüman olamazlar.
- Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor!

Bunun üzerine Hazret-i Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş, eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hazret-i Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı.

Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hazret-i Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince sordu:
- Ne okuyordunuz?
- Bir şey okumuyorduk.
- Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız!

Niçin utanmazsın?
Hazret-i Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki:
- Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz.

Sonra Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle dedi ki:
- Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın.
- Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem.
Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma, âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu.

Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı.
(Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ: 6] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Dedi ki:
- Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allahın mıdır?
- Evet, öyle ya! Şüphe mi var?
- Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Biraz daha okudu.
(Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur) [Tâhâ: 8] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. Sonra dedi ki:
- Hakîkaten, ne kadar doğru.

Ömer ile kuvvetlendir
Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi:
- Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.

Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen;
- Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu.

Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı sırada, Resûl-i ekrem, Hazret-i Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hazret-i Hamza dedi ki:
- Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yol verin, içeri gelsin!

Îmâna gel yâ Ömer!
Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı. Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:
- Îmâna gel, yâ Ömer!

O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi.
Hazret-i Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
“Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim:
- Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?
- Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.
- Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız.
Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım.

Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hazret-i Hamza’ya bakıyorlardı."

Beni bilen bilir
Hazret-i Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdi:
- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh!

Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hazret-i Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki:
- Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!

Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar.
Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.

Hazret-i Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur.

Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hazret-i Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu:
- At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?
Hazret-i Ömer dedi ki:
- Hayır, ben denemek için koşturdum.
Atı almak macbûriyetindesiniz
Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:
- Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz.
Hazret-i Ömer;
- Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın bedelini verdi.

Hazret-i Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı.

Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hazret-i Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a sordu:
- Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır?
- Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır.
- Konuş, sana zarar gelmiyecektir.
- Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk.

Söz vermiştiniz
Hazret-i Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu:
- Ne yapalım bunu?
- Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler.
- Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehîd etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu?
- Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin.

Hazret-i Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd olmasına sebep Hürmizân'ın hayatını bağışladı.

Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hazret-i Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi.

Hazret-i Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı.

Hazret-i Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti.

Hakîr bir kavimdik
Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını çeken Hazret-i Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören Ebû Ubeyde bin Cerrâh dedi ki:
- Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.

Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, herşeyden aşağı eder.

Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz bile 1400 sene sonra, burada, örnek bir hareket diye anlatıyoruz. Eğer tersi olsaydı, o zaman orada unutulup gidecekti.

Halîfe Hazret-i Ömer, Şam'a gidiyordu. Şam'da vebâ hastalığı olduğu işitildi.Yanında bulunanların ba’zısı;
- Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da;
- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım, dedi. Halîfe de buyurdu ki:
- Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.

İlk karantina
Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp sordu:
- Sen ne dersin?
- Resûlullahtan işittim. “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!” buyurmuştu.
Halîfe de;
- Elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu, deyip, Şam’a girmediler.

Böylece ilk defa karantina uygulaması yapıldı. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava ya’nî mikroplu hava, vebâ basilleri, herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar.

Hazret-i Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hazret-i Ebû Bekir’e ta’yîn edilen maaş kadar ücret alıyordu. Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hazret-i Ömer, geçim sıkıntısına düştü.

Bu durumu gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvâm hazretleri şöyle bir teklifte bulundu:
- Kendisine söyliyerek maaşını artıralım.

Teklifi bildirelim
Toplantıda bulunan Hazret-i Ali buyurdu ki:
- Bu teklifi kabûl edeceğini zannetmiyorum. İnşâallah kabûl eder. Gidip teklifi bildirelim.

Bu arada, Hazret-i Osman söz alıp buyurdu ki:
- Ömer’in hak ve adâlette ne kadar ta’vîzsiz olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu teklifimizi bizzat kendimiz değil, kendisini kıramıyacağı birine söyletelim. Bunu, kızı Hafsa’ya anlatalım, o teklif etsin!
Hazret-i Osman’ın bu teklifi uygun görülerek, beraberce Hazret-i Hafsa’nın huzûruna vardılar. Aralarındaki konuşmaları anlattılar. İsim vermeden, yapılan teklifleri Hazret-i Ömer’e bildirmesini istediler.

Hazret-i Hafsa babasının yanına varıp dedi ki:
- Eshâbdan ba’zıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.
Hazret-i Ömer, bu teklife celâllenip sordu:
- Kimdir onlar?
- Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem.
- Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezâyı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın.

Sonra kızı Hazret-i Hafsa’ya sordu:
- Sen Resûlullahın evinde iken, Allahın Resûlünün giydiği en kıymetli elbise neydi?
- İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cum’a hutbelerini bunlarla okurdu.
- Peki yediği en iyi yemek neydi?
- Yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi.
- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?
- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.

Artanı muhtâçlara vereceğim
Daha sonra Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Yâ Hafsa, benim tarafımdan, seni gönderenlere söyle! Resûlullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyâç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.

Resûlullah efendimiz, ben ve Hazret-i Ebû Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu tâkip etti ve O’na kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer O da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz.

Müslümanlar, bulundukları yerlerde oturan gayri müslim halkı korumaları altına aldıkları gibi, turist olarak gelen veya ticârî maksatla gelmiş olan gayri müslimleri de sınırları dâhilinde koruma altına alırlardı. Onların zarar görmemesi için, her türlü tedbiri alırlardı. Bunun geçmişte sayısız örnekleri vardır.

Bize sığınmışlar
Meselâ, Halîfe Hazret-i Ömer zamanında, bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne’nin dışına konakladı. Yorgunluktan hemen uyudular.

Bu sırada, herkes uyurken, Halîfe Hazret-i Ömer, şehri dolaşıyordu. Dolaşma esnasında bunları gördü.

Hazret-i Ömer, Abdurrahmân bin Avf’ın evine gelip, yatağından kaldırarak buyurdu ki:
- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyâları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.
Abdurrahmân bir Avf cevap verdi:
- Çok iyi olur, çok güzel düşünmüşsün, hemen geliyorum.

Sabaha kadar nöbetleşe, bu kervanı beklediler. Sabah namazında mescide gittiler. Kervanda bulunan bir genç, o sırada uyanmıştı. Bunları takip edip, arkalarından gitti.

Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Halîfe Hazret-i Ömer ile arkadaşı olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına şöyle anlattı:
- Arkadaşlar! Sabaha kadar iki Müslümanın bizi bekleyip, eşyalarımızın çalınmasına mâni olduğundan haberiniz var mı?
- Müslümanların başka işi yok da, bizi mi koruyacaklar? Üstelik bizim Hıristiyan olduğumuzu biliyorlar.
- Hem de kim korudu biliyor musunuz?
- Kimmiş?
- Müslümanların Halîfesi Ömer.
- Sen yanlış görmüşsündür. Halîfenin, gecenin bu vaktinde burada işi ne? O sarayında kuş tüyü yatağında yatıyordur.
- Sizin gibi önce ben de inanamadım.
- Sonra nasıl inandın?
- Sabah olup ortalık aydınlanınca, buradan ayrıldılar. Ben de merak edip arkalarından gittim. Câmiye girdiler. Yolda karşılaştığım birisine, “Bu kim” diye sordum. “Halîfemiz Ömer” diye cevap verdi.

Daha ne duruyoruz?
Bu konuşmaları dikkatle dinleyen kâfile halkı, derin bir sessizliğe büründü. Kimsenin konuşacak, birşey söyliyecek hâli kalmamıştı.

Uzun süren bir sessizlikten sonra, içlerinden biri sessizliği bozdu:
- Daha ne duruyoruz? Bu hâl İslâmiyetin gerçek din olduğuna delil olarak yetmez mi?

Diğerleri de bu söze katıldılar. Roma ve İran ordularını perişan eden, adâleti ile meşhûr yüce Halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve hepsi Müslüman oldular.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:36:19
Osman-ı Zinnureyn

Meleklerin bile hayâ ettiği halîfe.

Hazret-i Osman, Müslüman olmadan önce ticâretle uğraşırdı. Zengin bir tüccârdı. Cemiyette, sevilen, sayılan bir kimseydi. İ’tibârı yüksek idi. Hazret-i Ebû Bekir’in de arkadaşı, yakın dostu idi. Önemli işlerinde ona danışır, onun fikrini alırdı. Câhiliye devrinin pisliklerine bulaşmadı.

Peygamber kızı olsa gerek
Müslüman olmasını şöyle anlatır:
Benim firâset sahibi olan bir teyzem vardı. Hastalandığında ziyâretine gitmiştim. Bana dedi ki:
- Yâ Osman! Sen öyle biri ile evleneceksin ki, ne o senden önce bir erkek görmüş olacak, ne de sen ondan önce bir kadın görmüş olacaksın. Bu kız çok güzel olup, sâliha biridir. Ayrıca bu kız, Peygamber kızı olsa gerek.

Ben teyzemin bu sözüne çok hayret ettim. Çünkü, peygamber olarak bildiğim kimse yoktu. Hiç ortada böyle bir şey yok iken, teyzem bunları nereden çıkartm??ştı. Şunu da biliyordum ki, teyzem pek çok lâf etmezdi. Benim hayretler içinde kendisine baktığımı görünce konuşmasına şöyle devam etti:
- Merak etme, O kimseye cenâb-ı Haktan vahiy gelmeye başladı. Sen O’nu bulmakta güçlük çekmiyeceksin!
- Ey teyzem, hep sır olan şeyler söylüyorsun. Beni meraklandırıyorsun. Sözlerini biraz açarak beni meraktan kurtar.
- Muhammed bin Abdullah’a peygamberliği bildirildi. Artık halkı hak dîne da’vete başladı. Çok zaman geçmez ki, sen O’nun dînine girer kurtulursun. O’nun dîni, bütün âlemi aydınlatacaktır.

Bu mes’ele benim zihnimi çok meşgûl etmeye başladı. Her önemli mes’elede fikrini aldığım, Hazret-i Ebû Bekir’e koştum. Teyzemin söylediklerini kendisine aynen bildirdim. Bana dedi ki:
- Teyzen doğru söylemiş. Yâ Osman, sen akıllı adamsın. Hiç görmiyen, işitmiyen, fayda veya zarar veremiyen şeye nasıl tapınılır? O nasıl ilâh olarak kabûl edilir?
- Yâ Ebâ Bekir, doğru söylüyorsun. Ben de bu mantıksızlığın farkındayım. Fakat çâre bulamamıştım.
- Merak etme, artık bize hak yolu gösteren zât geldi. Ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et!

Cennete da'vet eder
Beraberce Resûlullahın huzûruna vardık. Bana buyurdu ki:
- Yâ Osman, Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe da’vet eder. Sen de bu da’veti kabûl et! Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.

Resûlullahın, güleryüzle gâyet samîmî bir şekilde yaptığı bu da’vet üzerine, hemen büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman oldum.

Daha sonra Resûlullaha, Şam’a gittiğimde gördüğüm rü’yâyı anlattım. Rü’yâmda, “Ey insanlar, uyanın! Ahmed Mekke’de zuhûr etti” diye nidâ işitmiştim. Sonra da Mekke’ye gelince de, teyzem bana Resûlullah efendimizden haber vermişti.

Hazret-i Osman, çok cömert idi. İyilik yapmayı, muhtaç kimselerin ihtiyaçlarını görmeyi çok severdi. Güzel hâllerinden dolayı, Resûlullah efendimiz kendisini çok severdi.

Peygamber efendimiz, Eshâbının ileri gelenlerinden çoğunun bulunduğu bir toplantıda, sohbet buyururken:
- Herkes dostunun yanına varsın, buyurdu.

Sen benim sevdiğimsin
Herkes sevdiği arkadaşının yanına gitti. Peygamber efendimiz de, Hazret-i Osman’ı yanına alıp buyurdu ki:
- Sen, dünyada ve âhırette benim sevdiğimsin.

Hazret-i Âişe anlatır:
Resûlullah efendimiz, bir gün istirahat ediyordu. Bu sırada Hazret-i Ebû Bekir içeri girmek için izin istedi.
İzin verilip içeri girdi. Resûlullah hiç hâlini değiştirmedi. Sonra, Hazret-i Ömer izin alıp içeri girdi. Yine hâlini değiştirmedi. Uzanmış vaziyette iken onlarla sohbet ettiler.

Daha sonra, Hazret-i Osman kapıya gelip içeri girmek için izin istedi. Peygamber efendimiz oturdular. Hazret-i Osman’ı bu şekilde kabûl ettiler.

Hepsi gittikten sonra sordum:
- Babam Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer içeri girdiklerinde hiç hâlinizi bozmadınız. Fakat Hazret-i Osman içeri girince, oturdunuz. Bunun sebebi nedir?
- Meleklerin hayâ ettikleri bir kimseden ben nasıl hayâ etmem.

İbni Mes’ûd hazretleri anlatır:
Bir gün gazâda, Resûlullah ile beraberdim. Yiyecek bitti, asker sıkıntı içerisindeydi. Resûl-i ekrem bu hâle vâkıf olunca buyurdu ki:
- Allahü teâlâ size, güneş batmadan rızık gönderecektir.

Hazret-i Osman bu sözü işitince, “Resûl-i ekremin her sözü muhakkak doğru çıkar” diye düşünüp, yiyecek bulmaya çalıştı. Bu rızkın gelmesine sebep olmak ve Resûlullahı memnûn etmek istiyordu.

Bunlar nedir?
Bir yerde dört deve yükü yiyecek buldu. Bunu yüksek fiyatla satın alıp, Resûlullahın huzûruna getirdi. Peygamber efendimiz Hazret-i Osman’a sordu:
- Yâ Osman! Bunlar, nedir?
- Osman’dan Allahü teâlânın Resûlüne hediyedir.

Seyyid-i Kâinatın buyurdukları, gecikmeden yerine gelince, mü’minler sevindiler, münâfıklar maHazret-iûn oldular. Server-i âlem hazretleri mübârek ellerini açıp, şöyle duâ ettiler:
- Yâ Rabbî! Osman’a çok ecir ver.

Hazret-i Osman muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı. Peygamber efendimiz şöyle duâ buyurmuştur:
- Yâ Rabbî! Osman’ın geçmiş ve gelecek gizli, âşikâr bütün günâhlarını affet.

Müslümanlar, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahûdîye âit idi.

Yahûdî, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu. Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı.

Cenneti müjdeliyordu
Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Kuyuyu satın alıp, Müslümanlara sebil edecek kimsenin, Cennette karşılığını kat kat alacağını müjdeliyor, açıkça Cenneti va’dediyorlardı. Bu müjdeyi işiten Hazret-i Osman, hemen Yahûdînin yanına varıp, pazarlığa başladı.

Yahûdî, Müslümanların mecbûren bu kuyuyu satın alacaklarını bildiği için, ödenmesi mümkün olmayan bir fiyat istedi. Bu duruma Hazret-i Osman çok üzüldü. Fakat ne yapıp yapıp bu kuyuyu satın alarak Resûlullahı memnun etmek istiyordu. Yahûdîye dedi ki:
- Senin dediğin fiyatla bu kuyuyu ben satın alamam. Sana bir teklîfim var. Gel seninle beraber ortaklaşa bu kuyuyu işletelim. Böylece kuyu elinden çıkmamış olur. Kuyunun yarı hissesini bana sat. Birgün sen, birgün ben kuyuyu işletelim.

Yahûdî, işin neticesinin nereye varacağını anlayamadı. Teklîf çok hoşuna gitti. On iki bin dirheme kuyunun yarı hissesini verdi. Kuyunun başında bir gün Yahûdî, diğer gün Hazret-i Osman durup, su veriyorlardı. Yahûdî yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hazret-i Osman ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hazret-i Osman’a geldiği vakit, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı.

Dolayısıyla ertesi gün Yahûdîye gelen olmuyordu.Yahûdî oyuna geldiğini anladı. Fakat iş işten geçmiş oldu. Sonra gelip, kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hazret-i Osman’a satmak istedi. Fakat Hazret-i Osman kabûl etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklîf etti. Hazret-i Osman yine kabûl etmedi. Biliyordu ki, Yahûdî mecbûren bu kuyuyu satacaktı. Çünkü başka çâresi yoktu. Daha sonra Yahûdinin ısrârına dayanamı***, ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi. Peygamber efendimiz, bu habere çok sevinip Hazret-i Osman’a hayır duâ ettiler.

Her adımına bir köle
Hazret-i Osman, her fırsatta, Peygamber efendimizi memnûn etmek, O’nun mübârek duâsına mazhâr olmak için fırsat kollardı.

Bir gün Hazret-i Osman, Resûlullah efendimizi evine da’vet etti. Resûlullah buyurdu ki:
- Yalnız beni mi da’vet ediyorsun?
- Eshâb-ı kirâm da da’vetlidir.

Peygamber efendimiz, Bilâl-i Habeşî hazretlerini, bütün Eshâbına haber vermesi için yolladı. Kendisi de Hazret-i Ali ile, Hazret-i Osman’ın evine doğru yürümeye başladı.

Hazret-i Osman geriden, Peygamber efendimizin adımlarını sayıyordu. Resûlullah bunu fark edip, sebebini sorduğunda, şu cevâbı verdi:
- Yâ Resûlallah! Her adımınıza bir köle azâd edeceğim.

Da’vetten sonra da, saydığı adım kadar köle azâd etti.

Hazret-i Ömer’den sonra üstünlük sırası, Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn’e gelir. Bunun hilâfeti de ümmetin icmâ’ı ile sâbittir.

Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin kızı Rukayye ile evlendi. Peygamberimizin kızları Rukayye ve Ümmü Gülsüm daha önce Ebû Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlanmışlardı. Peygamberimiz, insanları Müslüman olmaya da’vete başlayınca, Ebû Leheb düşmanlık etmeye başladı. Oğulları da düşmanlık edip, Resûlullahın kızlarını almaktan vazgeçtiler. Böylece Resûlullahı sıkıntıya düşürmek istediler.

Osman'a verirdim
Bunun üzerine vahiy gelerek Rukayye Hazret-i Osman’a nikâh edildi. Rukayye, Bedir savaşından sonra vefât edince, Peygamberimizin diğer kızı Ümmü Gülsüm de Hazret-i Osman’a nikâh edildi. Bu bakımdan ona, Peygamberimizin iki kızıyla evlenme ni’metine kavuşmuş olduğu için, iki nûr sahibi ma’nâsına “Zinnûreyn” denilmiştir.

Resûlullah efendimiz, ona, birbiri ardınca, iki kızını vermiştir. İkinci kızı vefât edince;
- Bir kızım daha olsaydı, onu da Osman’a verirdim, buyurmuştur.

İkinci kızını verdiğinde, Hazret-i Osman’ı gâyet medhetmişti. Düğünden sonra kızı dedi ki:
- Ey benim gözümün nûru babam! Hazret-i Osman’ı gâyet medheylediniz. Buyurduğunuz kadar değil.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz kızına buyurdu ki:
- Ey benim kızım! Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler. Ey canım kızım, Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur.

Başka bir zaman da:
- Ben Allahü teâlânın huzûrunda, Osman’ın düşmanlarının hasmıyım, onlara karşıyım, buyurdu.

Bir başka zaman da:
- Bütün peygamberler, hayatlarında bir kimse ile iftihâr etmiştir. Ben de Osman bin Affân ile iftihar ederim, buyurdu.

Resûlullah, Hazret-i Osman’a buğzeden bir kimsenin cenâze namazını kılmamıştır.

Hakkında âyet nâzil oldu
İslâmiyet yayılmaya başlayınca, her taraftan Müslümanlar çoğalıp Medîne’ye geliyordu. Peygamberimizin mescidi dar gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Bizim mescidimizi bir zrâ genişleten Cennete gider.
Hazret-i Osman dedi ki:
- Yâ Resûlallah, malım mülküm sana fedâ olsun! Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum.

Mescidi 40 zrâ ya’nî 20 metre genişletti ve bütün masraflarını karşıladı. Bunun üzerine, “Allahın mescidlerini ancak, Allaha, âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve yalnız Allahtan korkan kimseler ta’mîr eder. İşte hidâyet üzere bulunanlardan oldukları umulanlar bunlardır” meâlindeki Tevbe sûresi 18. âyeti nâzil oldu.

Hazret-i Osman, Peygamber efendimizin vahiy kâtiplerinden idi. Güzel yazar, güzel konuşurdu. Hitâbeti kuvvetli idi. Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Ezberi çok ileri derecede idi. Namazda, bir rek’atte bütün Kur’ân-ı kerîmi okuyan dört kişiden biri de Hazret-i Osman’dır. Çok okuduğu için elinde iki mushaf eskimiştir.

12 sene hilâfet makâmında kalan Hazret-i Osman, çok cesûr idi. Hiçbir felâket karşısında sarsılmamıştı. Bunun için halîfeliği çok başarılı geçmiştir. Bilhassa halîfeliğinin ilk yılları, İslâm târihinin altın yılları olmuştur. Devrinde birçok yerler fethedilmiştir. Horasan, Hindistan, Mâverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yerleri, O’nun devrinde İslâm topraklarına katılmıştır.

Resûlullah efendimiz haber verdi
Hazret-i Osman, herkese lâyık olduğu vazîfeyi verirdi. Onun ta’yîn ettiği vâliler, askerlikte ve memleketleri fethetmekte, en seçme kimselerdi. İslâm memleketleri batıda İspanya’ya, doğuda, Kâbil ve Belh’e kadar genişledi.

Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâma, meydana gelecek fitneleri zikrediyordu. O sırada kendini örtmüş bir kişi geçiyordu. Server-i âlem buyurdu ki:
- O fitne günü bu şahıs, hidâyet üzere olacaktır.

Kalkıp o şahsa baktılar. Osman bin Affân idi.
O şahsı Resûl-i ekreme göstererek dediler ki:
- Yâ Resûlallah. Bu mudur?
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Evet.

Yine aynı husûsta Hazret-i Âişe-i Sıddîka’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki:
(Yâ Osman! Allahü teâlâ sana hilâfet denen bir gömlek giydirecek. Eğer münâfıklar onu soymak isterlerse, bana kavuşuncaya kadar sakın onu çıkarma!)
Bu hadîs-i şerîf sebebiyle Hazret-i Osman, muhâsara edildiği zaman halîfelikten çekilmemiştir.

Halîfeliği sırasında adâlet ile davranmaya çok dikkat ederdi. Birgün bir gencin kulağını çekti. Gencin kulağı acıyıp şöyle dedi:
- Efendim, herkesin birbirinden hakkını alacağı kıyâmet gününü düşününüz.

Benim kulağımı çek
Bu söz Hazret-i Osman’a çok te’sîr etti. Buyurdu ki:
- Ey genç, sen de benim kulağımı çek, ödeşelim.
Genç, Hazret-i Osman’ın kulağını çekti. Hazret-i Osman;
- Biraz daha çek, buyurunca, genç dedi ki:
- Siz Kıyâmet gününü düşünerek korktunuz. Ben de o günkü hesaptan korkuyorum.

Hazret-i Osman buyurdu ki:
- On şey çok zâyi olmuştur: Suâl sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabûl edilmeyen doğru görüş, kullanılmayan silâh, içinde namaz kılınmayan mescid, okunmayan mushaf, Allah yolunda dağıtılmayan mal, binilmeyen vâsıta, dünyayı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu için azık edinilmeyen uzun ömür.

Hazret-i Osman zamanında İslâm dünyası çok genişledi. Bütün Arabistan, Afrika’nın büyük bir kısmı, Irak, Hindistan, Çin, Buhara, Türkistan, İran İslâmın idâresi altına girdi. İslâm sancağı İstanbul surları önüne kadar götürüldü.

Fethedilen yerlerdeki halk seve seve Müslüman oluyordu. Böylece Müslümanların sayısı milyonları buldu. Müslümanların bu kadar çoğalması, her milletten insanın bulunması sebebiyle, karışıklıklar da baş göstermeye başladı. Münâfıklar, Müslümanların arasına fitne tohumları ekmeye başladılar.

İbni Sebe yapıyordu
Yahûdîler ve diğer İslâm düşmanları, Müslümanları birbirine düşürmek için el birliği ederek gece gündüz çalışıyordu. Bunların elebaşılığını da Yemenli bir Yahûdî olan, Abdullah bin Sebe yapıyordu.

Mısır’da fitneci kimseleri başına topladı. Kurduğu bir teşkilâtla, câhil ve başıboş Mısır kıptîlerini dünyalık şeylerle kandırarak, çapulcu alayı meydana getirdi.

Onüç bin kişilik bu çapulcu takımı, Medîne’ye kadar yürüyüp Halîfeyi indirmek istediler. Hazret-i Osman’ın evini kuşattılar. Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Talhâ, Hazret-i Osman’ın kapısında nöbet tutuyorlardı.

Hazret-i Osman, evini saran âsîlere seslenip dedi ki:
- Elebaşlarınızdan iki kişi benim yanıma gelsin!
İstediği iki kişi gelince onlara sordu:
- Resûl-i ekrem efendimiz, Medîne’ye teşrîf ettiği vakit, Müslümanlar susuzluktan kırılıyordu. Peygamber efendimiz, Rûme kuyusunu satın alıp, Müslümanlara bedava su veren kimseye Cenneti va’detti. Bu va’d üzerine kuyuyu satın alıp, Müslümanlara vakfeden ben değil miyim?
- Evet sen idin?
- Darda kalan, İslâm ordusunun tamamını donatan, ben değil miyim?
- Evet sendin?
- Mescid dar geldiği vakit, Resûl-i ekrem efendimiz, “Cennette daha hayırlısını almak üzere, falancanın arsasını kim alıp mescide ilâve eder” buyurduğu vakit onu satın alıp, mescide katan ben değil miyim?
- Evet sensin.
- Resûl-i ekrem, Ebû Bekir ve Ömer ve ben, Sebir dağında otururken, dağ sallanmaya başladığında, “Ey Sebir dağı dur! Zîrâ senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehîdden başka kimse yoktur!” buyurmadı mı?
- Vallahi doğru söylüyorsun. Aynen öyle oldu.

Fitneden koru
Hazret-i Osman, “Allahü ekber” diye tekbîr aldı. Sonra:
- Şâhid olun ki, ben şehîdim, buyurdu.

Bu sırada, âsîler duvarı atlayarak içeri girdiler. Hazret-i Osman Kur’ân-ı kerîm okurken, saldırıp şehîd ettiler. Son nefesini verirken şöyle duâ etti:
- Yâ Rabbî, Ümmet-i Muhammedi, tefrikadan, fitneden koru!
Bunu üç defa tekrarladı.

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Selâm hazretleri anlatır:
“Muhâsara esnâsında, Hazret-i Osman’ın yanına gittim. Bana şunu anlattı:

Bu gece rü’yâmda, şu pencereden Resûl-i ekrem efendimizi gördüm. Aramızda şu konuşma geçti:
- Osman seni muhâsara ettiler öyle mi?
- Evet yâ Resûlallah!
- Seni susuz bıraktılar öyle mi?
- Evet yâ Resûlallah!

İftârı bizimle yap
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz bana bir bardak su verdi. Ve ben bu suyu içtim. Göğsümde soğukluğunu hâlâ duyuyorum. Bana buyurdu ki:
- İstersen seni onlara galip getirelim veya istersen iftârı bizim yanımızda yap!
- Yâ Resûlallah, ben sizin yanınızda iftâr etmeyi tercîh ederim.”

Abdullah bin Selâm hazretleri, Hazret-i Osman’ın yanından çıktıktan sonra isyâncılara dedi ki:
- Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezâsını çok şiddetli olarak çekeceksiniz! Ayrıca Hazret-i Osman’ın üzerinizde çok hakkı vardır.

Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakâret ettiler.

Hazret-i Osman, bir çocuğu doğduğu zaman, onu yedinci günü kucağına alırdı.

Kendisine bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi.
- Kalbime onun sevgisinin düşmesini istiyorum. Eğer ölürse göstereceğim sabır ve metânetten dolayı alacağım sevâb daha büyük olur.

Bire yediyüz verene verdik
Bir defasında Medîne’de kıtlık vardı. O sırada Hazret-i Osman’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Hazret-i Osman dedi ki:
- Sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim.

Eshâb-ı kirâm durumu Hazret-i Ebû Bekir’e bildirip dediler ki:
- Kıtlık zamanında böyle yapması uygun olur mu?
Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki:
- Hazret-i Osman Resûlullahın dâmâdı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim.

Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Osman’ın yanına gidip durumu anlatarak buyurdu ki:
- Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler.
Hazret-i Osman şu cevabı verdi:
- Evet ey Resûlullahın halîfesi, onlardan iyi alıcı olan, bire yediyüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yediyüz verip alana verdik.

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medîne’de bulunan fakîrlere, Eshâb-ı kirâma bedava dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakîrlere yedirdi. Hazret-i Ebû Bekir bu işe çok sevinip, Hazret-i Osman’ın alnından öptü.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:37:18
Aliyyül Mürteda  

Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı.

Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükumet idaresinde Hazret-i Ömer’in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude getirmişti.

Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi. Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde toplamıştır. Peygamber efendimiz Hazret-i Ali’ye cömertlerin sultanı manasına Sultan-ül-eshiya buyurmuşlardır.

Buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı görünüşe sahib olan Hazret-i Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst olsa, haberi olmazdı.

Hazret-i Ali'nin Hazret-i Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hazret-i Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15 erkek, 16 kız çocuğu olmuştur.

Hazret-i Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’an-ı kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki:
-Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allahın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim.

Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi.

Hazret-i Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Resulullah efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib adıyla 1986’da yayınlanmıştır. Kendisinden 586 hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari’de, hem de Müslim’de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari’de, 15 hadis Müslim’de, tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.

Hazret-i Ali, Eshab-ı kiramın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hazret-i Ömer buyurur ki:
-Şayet Hazret-i Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.

Fıkha dair bildirdiği hükümler, Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib adıyla yayınlanmıştır.

Hazret-i Ali’nin hikmetli sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde Hazret-i Ali buyuruyor ki:

Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Emânete hıyânet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir.

Akıllı kimse, günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.

İlim; güzel bir mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir.

Adâlet; îmânın başıdır, ihsânın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir.

Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.

Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti yeridir.

Akıllı; şehvetten uzaklaşan, âhıreti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhıretinin ıslâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker.

Câhil; dayakla uslanmaz, nasîhatlerden payını almaz.

İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; rûhu ihyâ eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehâleti öldürür.

Zulüm; ayakların kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helâkine sebep olur.

Gerçek mü'minin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.

Kâmil mü'min gizli şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar.

Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır.

Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.

İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakîrdir.

Doğruluk, İslâmın direği, îmânın desteğidir.

Allahın azâbından korkmak, müttekîlerin, takvâ sahiplerinin nişânıdır.

Dînin esâsı, emâneti yerine vermek, sözünde durmaktır.

Hased eden dâimâ hastadır, cimri insan, dâimâ fakîrdir.

Başa kakan, nefret ateşini körükler.

Kanâatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.

Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene vermektir.

Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.

Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.

Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.

Îmân ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür.

Îmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.

Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.

Ahmaklık, dermânı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.

Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.

Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.

Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.

Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.

İhtiras, gâfillerin kalbinde şeytanların sultânıdır.

Hasedcilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını ister.

İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.

Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.

Mal, harcandığı kadar sâhibine ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihânet eder.

Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez.

Mal ve çocuklar, dünya hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür.

Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.

Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz.

İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.

Yalancı, sözünde suçludur, isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.

İstişâre, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.

Dünya mü'minin hapishânesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.

Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.

Allaha tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.

Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.

Takvâ, dîni ıslâh, nefsi muhâfaza eder ve mürüvveti süsler.

Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.

Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.

Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.

Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.

Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.

Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur.

İhtiras, rızkı artırmaz.

Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir.

Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara vermeye râzı olur.

Mal, sâhibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır.

Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça çâresi bulunmaz.

Günâhlar birer dert olup, devâsı istigfârdır.

Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.

Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.

Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder.

Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.

Cömertlik ve cesâret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsân eder.

Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir.

Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.

Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.

İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.

Kendi nefsinden râzı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu şaşırmıştır.

Gerçek dost, ayıbını görüp nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercîh edendir.

Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.

Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır.

İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.

Fazîlet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.

İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.

Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.

Adâlet, halkın dirliği ve düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir.

Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.

İyilikle emretmek, insanların en fazîletli amelleridir.

İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır.

Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, harâmlara karşı sabırdır.

Harâmlardan çekinmek, akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır.

Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.

Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.

Ârifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.

Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır.

Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir.

Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.

Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.

Akıl, mü'minin dostu; ilim, vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.

Îmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.

Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.

Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.

Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı Cehennem azâbından korur.

Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır.

Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid kulağı ile dinler.

Fazîlet, gücü yettiğinde affetmektir.

Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.

Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.

Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.

Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:38:21
Talhâ Bin Ubeydullah

İlk Müslüman olanlardan.

Hazret-i Talhâ bin Ubeydullah, Resûlullah efendimizin;
"Talhâ ve Zübeyr, Cennette komşularımdır" hadîs-i şerifiyle medhedilen sahâbidir.

Hazret-i Talhâ, ticâretle uğraştığı için sık sık Mekke dışına çıkardı. Bu seyâhatlerinden birinde Şam yakınlarında Busra kasabasında bir panayıra gelmişti. Burada bir râhip;
- Panayıra gelenlere sorun; içlerinde Mekke'den gelen var mı? diye seslendi. Talhâ bin Ubeydullah:
- Evet, ben Mekkeliyim, dedi.
- Ahmed zuhûr etti mi?
- Ahmed kimdir?
- Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğludur. Orası O'nun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi Harem-i şeriften çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir.

Olan bir şey var mı?
Râhibin sözleri Hazret-i Talhâ'nın kalbine yer etti. Acele Mekke'ye geldi ve;
- Olan biten bir şey var mı? diye sordu.
- Evet var. Abdullah'ın oğlu Muhammed-ül-emin, peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir de ona uydu, dediler.

Bunun üzerine doğruca Hazret-i Ebû Bekir'in yanına gitti. Ona:
- Sen Muhammed aleyhisselâma tâbi' mi oldun? diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir:
- Evet, tâbi oldum. Sen de hemen O'na git, huzûruna gir, kendisine tâbi ol! Çünkü O, Hak ve gerçeğe da'vet ediyor, dedi.

Bunun üzerine Talha bin Ubeydullah, râhibin söylediklerini anlattı. Sonra birlikte Resûlullaha gidip, Müslüman oldu. Râhibin sözlerini Peygamber efendimize de anlattı. Resûlullah efendimiz tebessüm ettiler.

Talhâ bin Ubeydullah, Müslüman olduğu zaman, en yakın akrabâları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden çok işkence gördü. Evine hapsedildiği gibi, aç ve susuz bırakıldı. Kardeşi Osman da, onun vâsıtasıyla îmân etmiş, bu işkencelere o da tâbi tutulmuştu. Hele namazlarını edâ edecekleri zaman çektikleri sıkıntı ve kendileri revâ görülen işkence, tahammülü mümkün olmayan cinstendi.

Nevfel bin Huveylid bin Adeviyye, adamları ile birlikte Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Talhâ'yı yakalayarak iple bağladılar ve işkence yaptılar. Teymoğulları da onlara sâhip çıkmadı. Bu hâdiseden dolayı Ebû Bekir ve Talhâ'ya bitişikler mânâsına gelen karînân dendi.

Dînimden dönmem
Hazret-i Me'sûd bin Hırâş, gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakleder:
Safâ ile Merve arasında dolaşırken, elleri boynuna bağlı ve kalabalık bir grup tarafından tâkib edilen bir delikanlı gördüm. Etrâfındakilere dedim ki:
- Bu kimdir, hangi suçu işledi de böyle bağladınız?
- Bu Talhâ bin Ubeydullah'dır. Atalarının yolundan saptı.
- Ya şu kadın kim ?
- Onun annesi Sa'ba binti Hadramî'dir.
Talhâ bin Ubeydullah, bütün bu akıl almaz sıkıntılara göğüs geriyor:
- Beni öldürseniz de dinimden asla dönmem, diye karşılık veriyordu.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir'le, Medine-i münevvereye hicret buyurduğu zaman, Hazret-i Talhâ ticâret için Şam'a gitmiş ve dönerken Medîne'ye uğramıştı. Peygamber efendimizin orada olduğunu öğrenince, kervandaki mallardan vazgeçip Medîne'de kaldı. Âilesini de getirterek muhâcirînden oldu.

Uhud savaşı
Uhud'da; Eshâbı kirâm, Peygamberimizin etrâfında toplanmışlar, canlarını siper edip O'nu muhâfazaya çalışıyorlardı. Hazret-i Talhâ bin Ubeydullah da bunlar arasında olup, Resûlulahın yanından ayrılmamıştı.

Uhudda Müslümanlar birara şaşkınlık içinde bulunup dağıldıkları zaman, sevgili Peygamberimiz;
- Ey Allahın kulları bana doğru geliniz! Ey Allah'ın kulları bana doğru geliniz! buyurarak seslenince ancak otuz sahâbî gelebilmişti ve Peygamber efendimiz müşrikler tarafından tamâmen kuşatılmıştı.

Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz;
- Şunları kim karşılar, kim durdurur? buyurdu.

Herkesten önce...
Talhâ bin Ubeydullah hazretleri;
- Ben Yâ Resûlallah! deyip ileri atılmak istedi.
Peygamber efendimiz;
- Senin gibi daha kim var? buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri;
- Yâ Resûlallah! Ben! diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz;
- Haydi, sen karşıla! buyurunca Medîneli Sahâbî ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsız öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti.

Resûl-i ekrem efendimiz, yine;
- Şunları kim karşılar, kim durdurur? buyurdular.
Herkesten önce yine Talhâ hazretleri:
- Ben Yâ Resûlallah! diyerek ileri çıktı.
Peygamber efendimiz;
- Senin gibi daha kim var? diye sorunca, Ensardan bir mübârek;
- Ben karşılarım yâ Resûlallah! dedi.
- Haydi onları sen karşıla!
O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehid oldu.

Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinâtın sultânı efendimizin o anda yanında Talhâ bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı.

Hazret-i Talhâ, Resûlullaha bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç sallaması, bir anda Resûlulahın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması, eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi.

Hazret-i Talhâ, pervâne gibi dönüyor, kendisine değen kılıç darbelerine hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinâtın sultânını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o, buna rağmen dört bir tarafa yetişiyordu.

Sevginin işâreti
Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka başka hiç bir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hazret-i Talhâ, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı.

Hazret-i Talhâ'nın atılan oka karşı elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş aşkın, kemâle gelmiş bir îmânın, muhabbet ile dolu bir kalbin, anlatılamıyan bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır.

Uhud savaşında müşriklerin saldırdığı ve Resûlullah efendimiz ve Talha bin Ubeydullah'ın yanında kimse kalmadığı anda, Hazret-i Ebû Bekir ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler.

Yiğitlerin efendisi Hazret-i Talhâ da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük yarası sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı.

Yüzüne su serptiler
Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekir'e, hemen Hazret-i Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazret-i Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz;
- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah nasıl?
- Resululah iyidir. Beni O gönderdi
- Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet hiçtir.

O sırada bir kaç sahâbi daha yetişti. Âlemlerin efendisi, Hazret-i Talhâ'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerin açıp;
- Allahım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle! diye duâ buyurdular.

Resûl-i ekrem efendimizin bir mu'cizesi olarak, Hazret-i Talhâ sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için buyurdu ki;
- Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda Talhâ bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Yine Uhud'da İbni Kâmia kâfiri Peygamberimizi öldürmeye yemin etmiş idi. Heryerde Resûlullahı arıyordu. Peygamberimizin üzerinde iki zırh vardı. Başında da miğfer bulunuyordu. İbni Kâmia Resulullaha kılıcı ile saldırdı. Kılıç darbesi ile Resûlullahın mübârek omuzları yaralandı. Diğer bir saldırı neticesinde Resûlullah efendimiz, Ebû Âmir tarafından kazılan çukura düştü. Miğferinin iki halkası mübârek yüzüne battı. İlk yetişen Ali bin Ebî Tâlib oldu. Talha bin Ubeydullah ile birlikte çukurdan çıkardılar.

Peygamber efendimiz bundan sonra Uhud dağındaki kayalığa çıkıp dinlenmek istediler. Fakat çok yorgun idiler. Hazret-i Talha:
- Yâ Resûlallah! Ben sizi çıkartayım, diyerek, hemen yere çöktü. Peygamber efendimizi sırtına alıp kayalığa kadar çıkardı. O zaman Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
- Talha Resûlullaha yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu.

Talhâ bin Ubeydullah, Uhud Harbi'nden Mekkenin fethine kadar geçen süre içinde yapılan bütün savaşlara katıldı. Ayrıca Hudeybiye'de Bî'ât-ı Rıdvân'da ve Huneyn savaşlarında bulundu.

Feyyâz lakabını aldı
Tebük gazvesinden herkes elinden gelen gayretle orduyu techiz etmek, (donatmak) için uğraşırkan, o da, herkesle yarışırcasına, varını yoğunu nesi varsa sarfetmiş, bundan dolayı, Feyyâz lakabını almışıtır.

Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfeti zamânında da bütün savaşlara katıldı. Hazret-i Ebû Bekir hastalandığında, yerine kimin halîfe olacağını Hazret-i Talhâ ile istişâre etmiş ve o da ;
- Hazret-i Ömer bu makâma en çok lâyık olan zâttır. Cenâb-ı Hak sana; "Müslümanların işini kime terk ettin?" derse, açık bir alınla ve müsterih olarak; "Hazret-i Ömer'e bıraktım" dersin, diye tavsiyede bulunmuştu.

Talhâ bin Ubeydullah, Hazret-i Ömer zamânında şûra meclisi üyesi idi. Halife Ömer her hususta onun re'yine mürâcaat ederdi. Hazret-i Ömer'in vefât etmeden önce halîfe seçilmek üzere aday gösterdiği altı zâttan birisi de Talhâ bin Ubeydullah'dır.

Talhâ bin Ubeydullah, Cemel vak'asında şehid oldu. Hazret-i Ali harp meydanı gezerken, Hazret-i Talhâ'yı ölenler arasında görünce, üzüldü ve çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve;
- Ey Talhâ! Semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serili görmek bana pek ağır geldi ve beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim, buyurdu. Namazını kendi kıldırdı.

Bana eziyet veriyor
Vefâtından yirmi yıl sonra kızı Âişe, bir gece rü'yâsında babasını gördüğünde;
- Yâ Âişe! Kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defnet, diye tenbih buyurdu.

Bunun üzerine kızı Âişe! çok üzüldü ve akrabâlarından bâzılarını alarak kabr-i şerifini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş, diğer yerleri yeni defnedilmiş ve bir kılına dahi zarar gelmemiş buldular ve bir başka kabre naklettiler.

Hazret-i Talhâ, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerinden olup kavuşamadığı fazilet sâdece Hulefâ-î râşidin derecesi olmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki:;
- Yeryüzünde Cennet'lik bir kimse görmek isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Hazret-i Âişe anlatır:
Bir gün Ebû Bekir-i Sıddîk Resûlulahın yanına girmişti. Resûlulah ona;
- Yâ Ebâ Bekir! Sen, Atîk ya'nî Allahü teâlânın Cehennem'den âzâd ettiği kişisin, buyurdu. Ondan önce önce kimseye böyle Atîk ismi verilmemişti.

Sonra Talhâ bin Ubeydullah içiri girdi. Resûlullah efendimiz ona da buyurdu ki;
- Ey Talhâ! Sen de şehîd olmayı bekliyenlerdensin.

Hazret-i Talha, Zi'l-Karâde gazvesinde mücâhidlerin susuz kalmaması için kuyu satın alıp onu mü'minlere vakfetmiş idi. O zaman kuyu satın almak ve vakfetmek çok büyük çömertlikti. Zü'l-Usra gazvesinde ise savaşa katılanları tek başına doyurmuştur.

Günlük geliri bin altın idi. Öksüzleri gözetir, fakirlerin ihtiyaçlarını görür, biçârelere yardım eder. Muhtâç olanlara para verirdi. Teymoğulları'nın bütün muhtaçları, onun yardımları altında idi. Hazret-i Talhâ, bunların dullarını evlendirir, borçlularının borçlarını öderdi.

Bir gün bir Bedevî, Hazret-i Talhâ'ya gelip, akrabâlık iddiasında bulunarak yardım istedi. Hazret-i Talhâ akrabâlık bağının çok önemli olduğunu söyleyerek, bir arâzisi bulunduğunu istediği takdirde onu almasını, veya satıp parasını vermeyi teklif etti. Bedevî, parasını almak isteyince, arâziyi Hazret-i Osman'a satıp parasını Bedevîye verdi.

Ahlâkını bilirim
Eshâb-ı kirâmdan bir çok zât, Ümmi Ebân hâtunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat o hiç birisini kabûl etmedi. Talhâ bin Ubeydullah, teklifte bulununca kabûl etti. Sebebi sorulduğu zaman;
- Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim çıkar, Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusûr görünce affeder, diye cevap vermiş ve onunla evlenmişti.

Hazret-i Talhâ ticâretle ve zirâatle meşgûl olup, büyük çiftlik sâhibi idi. Kendisinin Hayber'de ve Irak'ta çok arâzileri vardı. Böyle büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen, gâyet az yer, israf etmez ve isrâf edenleri sevmezdi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:39:20
Zübeyr Bin Avvâm

Cennetle müjdelenenlerden.

Hazret-i Zübeyr, Peygamber efendimizin halası olan Hazret-i Safiyye’nin oğludur. İlk Müslümanlardandır. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.

Îmân ettiği vakit, amcası çok kızmıştı. Dinden dönmesi için, kendisini ateşe sokup çıkartıyordu. Amcasının, "Daha fazla inat etme, atalarının dînine dön" teklifine karşı diyordu ki:
- Aslâ küfre dönmem! Allah birdir. Fayda veya zararı olmayan putlara tapmam. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.

Böylece, yapılan bütün işkencelere büyük bir sabır ve metânet gösteriyordu.

Allah sizi yine toplar
Îmân edenler çoğaldıkça, müşrikler, korkularından Müslümanlara akla hayâle gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Peygamber efendimiz, bu dayanılmayacak işkenceleri görünce buyurdu ki:
- Siz bâri yeryüzüne dağılın! Yüce Allah, sizi yine toplar.
Eshâb-ı kirâm sordular:
- Yâ Resûlallah nereye gidelim?
- Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş ülkesinde kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Allahü teâlâ sizi belki orada ferahlığa kavuşturur.

Bunun üzerine, içlerinde Zübeyr bin Avvâm hazretlerinin de bulunduğu 15 kişilik bir kâfile Habeşistan’a hicret etti. Habeş meliki Necaşî kendilerini çok iyi karşıladı. Orada rahat bir şekilde yaşadılar. Necâşî de daha sonra Müslüman oldu.

Hazret-i Ümmü Seleme anlatır:
"Biz Habeşistan’da huzur içinde yaşarken, bir grup Habeşli Necâşi'ye isyân ederek saltanatını elinden almak istedi. Bunların Necâşî’ye üstün gelmesinden korkuyorduk. Çünkü bunlar, bize hayat hakkı tanımazdı.

Necâşî de bunların üzerine yürüdü. Savaş, Nil nehrinin öbür tarafında oluyordu. Durum çok kritikti. Necâşî’nin gâlip gelmesini istiyorduk. Eshâbdan ba’zıları dediler ki:
- Kim savaş cephesine gidip, bize haber getirir?
Hazret-i Zübeyr bin Avvâm cevap verdi:
- Ben giderim!
- Peki, sen git!

Hazret-i Zübeyr bu sırada, Müslümanların yaşı en genç olanı idi. Hazret-i Zübeyr bin Avvâm’a bir su tulumu şişirdiler ve göğsüne astılar. Sonra Nil’in üzerinde yüzdü ve orduların karşılaştığı Nil’in öteki tarafına geçti. Onların yanında hazır bulundu.

Müjde, Necâşî zafere erişti!
Biz ise, Necâşî’nin düşmana gâlip gelmesi ve memleketinin başında kalması için, Allahü teâlâya duâ ettik. Biz durumun ne olacağı merakla beklerken, Hazret-i Zübeyr uzaktan göründü. Koşuyordu. O elbisesiyle işâret ediyor ve şöyle sesleniyordu:
- Müjde, Necâşî zafere erişti ve Allahü teâlâ, onun düşmanını helâk etti ve ona memleketinde kalmaya kudret verdi.

O zamana kadar böyle sevindiğimizi hatırlamıyorum.

Necâşî, Allahü teâlânın izniyle o kâfiri mağlup ederek sağ sâlim sarayına döndü. Resûlullahın yanına gelene kadar, biz onun yanında güzel bir hayat sürdük. Sonra Eshâb-ı kirâm, Mekke’den Medîne’ye hicret edince, biz de Habeşistan’dan Medîne’ye hicret ettik."

Peygamber efendimiz Medîne’ye hicret ettiği zaman, Hazret-i Zübeyr bin Avvâm’ı, Ensâr’dan Ka’b bin Mâlik ile kardeş yaptı.

Peygamber efendimiz, Bedir muharebesinde Hazret-i Zübeyr bin Avvâm’ı, sağ kanada kumandan tayin etti ve buyurdular ki:
- Meleklerin alâmetleri ve nişanları vardır. Siz de kendinize birer alâmet ve nişan yapınız!

Savaş şiddetli geçiyordu
Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm hazretleri, başına sarı bir sarık sardı. Her iki taraf, bütün güçleriyle saldırıya geçti.

Zübeyr bin Avvâm anlatır:
"Bedir günü, ben, müşriklerden Ubeyde bin Sa’îd’le karşılaştım. O baştan ayağa kadar zırha bürünmüş, gözlerinden başka bir yeri görünmüyor ve at üzerinde bulunuyordu. Çocukluktan beri büyük karınlı olduğu için, kendisine, Ebû Zâtil Kirş = Karın Babası denirdi. O, "Ben Ebû Zâtil Kirş’im! Ben Ebû Zâtil Kirş’im!" diye meydan okuyordu.

Elimdeki mızrağımı hemen onun gözüne sapladım. Ubeyde yıkılıp öldü. Ayağımı yanağına bastım, olanca kuvvetimle mızrağımı çekip çıkardım. Fakat mızrağımın iki tarafı eğilmişti."

Meleklerin de katıldığı Bedir savaşı çok şiddetli geçiyordu. Peygamber efendimiz, durmadan Allahü teâlâdan yardım diliyor ve O’na yalvarıyordu.

Hazret-i Zübeyr’in Bedir harbi esnasında gösterdiği kahramanlık çok büyüktü. Vücudunda yaralanmadık bir yer kalmamıştı. Üç büyük kılıç darbesi almıştı. Bunlardan biri boynunda idi. Bedir muharebesi Müslümanların gâlibiyetiyle netîcelendi. Bu savaşta, 14 Eshâb-ı kirâm şehîd oldu. 70 müşrik öldürüldü.
Mekkeli müşrikler bu yenilgiyi unutamamış, bir yıl sonra tekrar Medîne’ye hareket etmişlerdi. Uhud’da iki ordu yine karşılaştı. Hazret-i Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved, İkrime kumandasındaki süvârileri karşılayıp, bozguna uğrattılar.

Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved, biner süvâriye denk tutulurdu. Zübeyr bin Avvâm hazretleri, müşriklerin sancaktarı olan Kilâb’ı öldürdü ve yedi arkadaşı ile Peygamber efendimizin yanında şehîd oluncaya kadar ayrılmamak üzere yemin ettiler.

Onu yere düşür!
Bu savaşın başında, Mekkeli müşriklerden biri, çarpışmak için er diledi. Herkesin çekindiğini, geri durduğunu zannederek, dileğini üç kere tekrarladı.

Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm, başına sarı bir sarık sararak meydana yürüdü. Birden devenin üzerine sıçrayıp, kâfirin boğazına sarıldı. Deve üzerindeki bu mücâdele devam ederken, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Onu yere düşür!

Zübeyr bin Avvâm o müşriki yere düşürdü. Üstüne çöküp, onu öldürdü. Peygamber efendimiz, bu husûsta buyurdu ki:
- Eğer Zübeyr, onun karşısına çıkmasaydı, ben çıkacaktım.

Uhud savaşında müşriklerin okçuları, Peygamber efendimizi ok yağmuruna tutunca, Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizi ortalarına aldılar. Atılan oklar Peygamber efendimizin sağından solundan geçiyor, ya önüne düşüyor veya üstünden aşıp geçiyordu. Zübeyr bin Avvâm ve arkadaşları, Peygamber efendimizin etrafında pervane gibi dönerek, gelen oklara ve kılıçlara vücutlarını siper ettiler.

Hamdolsun iyidir
Pek çok Eshâb-ı kirâm çarpışa çarpışa şehîd oldu. Düşman gerilemiş, zafere yaklaşılmıştı. Zafer sevinciyle bir kısım Sahâbenin terkettikleri yerden, düşman süvârileri saldırıya geçti ve Peygamber efendimize kadar sokuldular. Peygamberimiz yaralandı. Eshâb-ı kirâm hemen toparlandı ve netîcede savaş tekrar Müslümanların lehine döndü.

Uhud savaşı bitmişti. Peygamber efendimizin vefâtı şayiası Medîne’ye ulaşınca, Peygamber efendimizin halası Safiyye hâtun hemen Uhud’a hareket etti. Uhud meydanına gelince, oğlu Zübeyr’i ve Hazret-i Ali’yi görüp, önce Resûlullahın hâlini sordu. Hazret-i Ali, "Hamdolsun iyidir" deyince, ferahladı. Fakat Hazret-i Safiyye, "Onu bana göster" deyince, Hazret-i Ali, Peygamber efendimizi gösterdi. Peygamberimiz yaralı idi. Peygamberimizin sağ olduğuna şükretti.

Hazret-i Safiyye, baba-anne bir kardeşi olan Hazret-i Hamza’nın durumunu da görmek istiyordu. Peygamber efendimiz Hazret-i Safiyye’nin gelmekte olduğunu görünce, Zübeyr bin Avvâm’a buyurdu ki:
- Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin.

Zübeyr bin Avvâm hazretleri, "Anneciğim! Resûlullah geri dönmenizi emrediyor" deyince, Hazret-i Safiyye dedi ki:
- Eğer ona yapılanı benim görmemem için geri döneceksem, zaten ben kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Her sıkıntıya râzıyız. Allah yolunda bundan daha beter olanlarına da râzıyız. Sevâbını Allahü teâlâdan bekliyeceğiz. İnşâallah sabredip, katlanacağız.

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, durumu Peygamber efendimize bildirince, buyurdu ki:
- Öyle ise bırak görsün!

Hamza için getirdim
Hazret-i Safiyye, kardeşi Hazret-i Hamza’nın cesedinin yanına oturup, sessizce ağlamaya başladı. Bu sırada, Peygamber efendimiz de sessizce ağladılar.

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm anlatır:
"Annem Safiyye binti Abdülmuttalib Uhud’da yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp dedi ki:
- Bunları, kardeşim Hamza için getirmiştim.

Hazret-i Hamza’yı kefenlediler ve Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zübeyr bin Avvâm Kabre indirdiler. Aynı kabre, onun gibi şehîd olan, Hazret-i Abdullah bin Cahş’ı da koydular."

Uhud’dan dönüşte, Peygamber efendimiz yolda, münâfıklardan Ebû Azzel Cümehi’yi yakaladı. Resûlullah efendimiz onu Bedir’de esîr etmişti. Sonra onu lutfederek öldürmemişti. O, "Yâ Resûlallah, beni bırak" dedi. Resûlullah efendimiz de şöyle buyurdu:
- Vallahi bundan sonra artık, sen ellerini okşayıp, Muhammed’e iki kere hîle ettim diyemiyeceksin.

Zübeyr bin Avvâm hazretleri, Allah yolunda kılıç sıyıranların ilkidir. Bir gün, Peygamber efendimizin yaralandığını zannedip kılıcını sıyırdı. Doğruca, Mekke’nin yukarı kısmında bulunan Resûlullahın yanına koştu. Peygamber efendimiz, kendisini böyle yalın kılıç görünce, sordu:
- Ey Zübeyr! Ne var, nedir bu hâlin?
- Efendim, size bir zarar verdiler diye korktum, onun için kılıcımı sıyırdım.

Bir kişi yok mu?
Hazret-i Câbir bin Abdullah der ki:
"Hendek günü iş ağırlaşınca, Resûlullah efendimiz bize, "Benî Kureyza’nın tutum ve davranışını öğrenip gelebilecek bir kişi yok mu? diye sordular. Zübeyr bin Avvâm, "Ben gider, öğrenip gelirim" dedi. Gidip, onların tutum ve davranışlarını öğrenip geldi.

İşler yine ağırlaşınca, Resûlullah efendimiz tekrar sordular:
- Bize, Benî Kureyza’nın tutum ve davranışını öğrenip gelebilecek bir kişi yok mu?

Yine Zübeyr bin Avvâm dedi ki:
- Ben, gider, öğrenir, gelirim.

Gidip, onların tutum ve davranışlarını öğrenip geldi ve durumu arzetti:
- Yâ Resûlallah! Onları, kalelerini tâmir ederken ve harp tâlimleri yaparken gördüm. Ayrıca, hayvanlarını derleyip toparlıyorlardı.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Her Peygamberin bir havârisi vardır. Benim de havârim Zübeyr’dir."

Benî Kureyza Yahûdîlerinin tutum ve davranışlarını gözetlemek ve öğrenmek üzere, Peygamber efendimizin gönderdiği kişilerin ilki Hazret-i Zübeyr bin Avvâm idi.

Hendek savaşında da müşrikler bozguna uğradılar. Medîne’de oturan Yahûdîler, Eshâb-ı kirâma arkadan saldırarak anlaşmayı bozdular. Peygamberimiz de savaştan sonra, onları Medîne’den çıkardılar. Yahûdîler Hayber kalesine toplandılar.

Peygamberimiz Hendek savaşından sonra da Hayber üzerine yürüdüler. Hayber'de, meşhûr Yahûdî Cengâveri Merhab, kaleden çıkarak er diledi. Hazret-i Ali çıkarak Merhab’ı öldürdü. Merhab’ın katlinden sonra onun oğlu Yâsir, babasının intikamını almak için meydana çıkarak, "Bana karşı gelecek var mı" diye bağırdı.

Oğlum şehîd mi oluyor?
Hazret-i Zübeyr, hemen atını sürerek onu karşıladı ve ikisi de şiddetli bir muhârebeye tutuştular. Oğlunun bu hareketini seyreden Hazret-i Safiyye, Resûl-i ekreme yaklaşıp sordu:
- Yâ Resûlallah! Oğlum şehîd mi oluyor?
Resûl-i ekrem de, "Hayır" buyurdu.

Resûl-i ekremin bu beyânından birkaç dakika sonra, Hazret-i Zübeyr, hasmını öldürdü. Zübeyr bin Avvâm, Hayber savaşında da büyük kahramanlıklar gösterdi. Netîcede Hayber kalesi de alındı.

Hayber kalesinin fethinden sonra Mekke’yi fethetmek için hazırlıklar yapıldı.

Peygamber efendimizin Mekke’yi fethetmek için hazırlık yaptığını, müşriklere haber vermek için yazılan bir mektup, bir kadın vasıtası ile, gizlice Mekke’ye gönderildi.

Sâre adındaki bu kadın, bu mektubu, başına yerleştirdikten sonra, üzerinden saçlarını belikler hâlinde örerek mektubu gizledi ve Kureyşlilere teslim etmek üzere yola çıktı.

Acele gidiniz!
Bu durumu Cebrâil aleyhisselâm Peygamberimize bildirdi. Peygamber efendimiz de Hazret-i Ali, Hazret-i Zübeyr ve Hazret-i Mikdâd bin Esved’e buyurdu ki:
- Acele gidiniz! Hah denilen yere vardığınızda, orada, yanında bir mektup bulunan, hayvan üzerinde bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alınız ve bana getiriniz!
[Hah; Medîne ile Mekke arasında bir yer olup, Medîne korularındandır.]

Hazret-i Ali ve arkadaşları, durmadan at koşturarak Hah denilen yere vardılar. Kadın orada idi. Hazret-i Ali kadına sordu:
- Yanında götürmekte olduğun mektup nerede?
Kadın cevap verdi:
- Benim yanımda mektup falan yok.
Kadının eşyalarını aradılar, mektubu bulamayınca, Hazret-i Ali kılıcını çekip dedi ki:
- Resûlullah efendimiz bize, senin yanında mektup olduğunu söyledi. Resûlullah aslâ yalan söylemez. Ya mektubu çıkarırsın veya tepene kılıcı indiririm.

Kadın yeminler ederek, inkâra devam ettiyse de, Hazret-i Ali ve arkadaşlarının işi sıkı tuttuğunu anlayınca, çâresiz olarak saçının arasından mektubu çıkarıp verdi. Böylece haber verme teşebbüsü engellenmiş oldu. Hazret-i Ali ve arkadaşları da mektubu Resûlullaha getirdiler.

Fetih hazırlıkları tamamlanınca Hicretin 8. senesinde Resûl-i ekremin kumandasında hareket eden binlerce mücâhid, Mekke’ye doğru ilerledi. Hazret-i Zübeyr, bu hareket esnasında Resûl-i ekremin sancağını taşıyordu. Peygamber efendimiz, askerlerini Zî Tuva denilen yerde bölüklere ayırdı. Bir kısmını Zübeyr bin Avvâm’ın emrine vererek Mekke’nin Kudâ tarafından girmelerini emir buyurdular.

İşte o Zübeyr’dir
Mekkeli müşrikler Mekke’yi harpsiz teslim ettiler. Mekke’nin fethinden sonra Huneyn vâdisinde Hevâzin müşrikleriyle savaşıldı. Bu savaşta Hevâzin kabîlesi mağlup olarak geriye çekilmeye başladı. Kabîlenin ileri gelenlerinden Mâlik bin Avf gitti ve iki dağ arasında yüksek bir mevkide arkadaşlarına dedi ki:
- Durunuz ki, zayıflarınız yürüsün ve geride kalanlar bize yetişsinler! Hezîmete uğrayanlar gelip onlara kavuşuncaya kadar orada durdular. Mâlik, gelenlere sordu:
- Geriye bakın neler görüyorsunuz?
- Uylukları uzunca bir süvâri görüyoruz. Mızrağını omuzu üzerine koymuş ve başına bir kırmızı sarık bağlamış.
- İşte o, Zübeyr bin Avvâm’dır. Yemin ederim ki, elbette o size ulaşır. Onun için yerinizde sıkı durunuz, ayrılmayınız!

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, o iki dağ arasındaki tepelik yerin dibine vardı. Hevâzinliler de onu gördüler. Yetişip, onlara saldırdı. Oradan çıkartıp uzaklaştırıncaya kadar onlarla cenk etti.

Sahâbeden Hubeyb bin Adiy’i kâfirler yakalayıp Mekke’ye götürdüler. İdâm ettiler. Kâfirler görsün de sevinsinler diyerek sehpadan indirmediler. Kırk gün sehpada kaldı. Bedeni çürüyüp, kokmadı. Hep taze kan aktı.

Yetmiş atlı yetişti
Resûlullah efendimiz, bunu haber alarak, onun cesedini getirmek üzere, Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i gönderdiler. Zübeyr ve Mikdâd cesedi gece ağaçtan aldılar. Medîne’ye getirirken, arkalarından yetmiş atlı yetişti.

Bu iki Müslüman, kendilerini korumak için Hubeyb’i yere bıraktılar. Yer yarılıp Hubeyb kayboldu. Kâfirler de bu hâli görüp, döndüler, gittiler.

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm Tâif Muhâsarasına, Tebûk seferine ve Vedâ Haccına iştirak etmiştir.

Amr İbn’il-Âs, Mısır’ın kalbi olan Fustat şehrini zaptetmek için Hazret-i Ömer’den dörtbin kişilik kuvvet istediğinde, Hazret-i Ömer ona her biri bin kişiye bedel dört kişi göndermiştir ki, bunlar; Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, Hazret-i Mikdâd bin Esved, Hazret-i Ubâde bin Sâmit ve Hazret-i Mesleme bin Muhalled idi. Zübeyr bin Avvâm, yedi aylık muhâsaradan sonra Fustat şehrini zaptetmeye muvaffak olmuştur. Sonra İskenderiyye üzerine yürüyerek, burasının da alınmasında büyük rol oynamıştır.
Hazret-i Zübeyr, namaz kılarken İbni Cermuz tarafından şehîd edildi. Şehîd olduğunda 67 yaşında bulunuyordu. Hazret-i Ali, Hazret-i Zübeyr’in vefâtına çok üzülmüş olup, cenâze namazını bizzat kendisi kıldırdı.

Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, uzun boylu, beyaz tenli, zarif, kibar bir kimse idi. Emânete son derece riâyet eder, hassasiyet gösterirdi. Hazret-i Zübeyr bin Avvâm, kendisine emânet edilen şeyleri saklamak için ne yapacağını şaşırırdı.

Ticaret ve ziraat ile meşgûl olurdu. Medîne’nin en zenginlerinden sayılırdı. Medîne etrafındaki arsalardan başka Basra, Kûfe ve Mısır’da da bir hayli emlâkı vardı. şehîd edildiğinde mîrâsçılarının herbirine kırkbin dirhem gümüş kaldı.

Dilencilikten hayırlıdır
Etrafındaki fakirlerin hepsinin maişetini temin etmek husûsunda büyük gayretler sarfetmiştir. Borç para isteyene borç para verir, cihâda gitmek isteyenleri Allah rızâsı için donatırdı. Zekâtını zamanında ve muntazaman verirdi. Şu hadîs-i şerîfi naklederdi:
(Birinizin ipi alıp, odun yüklenerek satması ve Allahın onun yüzünü ak etmesi, dilencilikten hayırlıdır. İstediği kimseden birşey alsın veya almasın böyledir.)

Bütün servetine ve zenginliğine rağmen, o, son derece sâde yaşardı. Sâde giyinir, sâde yemek yer ve zînet eşyasına iltifat etmezdi. Ancak, silâhına hassasiyet gösterirdi. Bu itibârla kılıcının kabzasını gümüşten yaptırmıştı.

(Talha ile Zübeyr, Cennette komşularımdır) hadîs-i şerîfi ile medhedildi.

Az hadîs bildirdi. Bir tanesi şöyledir:
(Bilmediğini hadîs olarak söyleyen, Cehennemde azâb görecektir.)

Hazret-i Ömer, vefât edeceği zaman, halîfe olmaya lâyık gördüğü altı kişiden biri Talha, biri de Zübeyr’dir.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:40:19
Abdurrahman Bin Avf  

Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri.

Abdurrahman bin Avf, ticâretle meşgul olurdu. Bu sebeple çeşitli yerlere ticâret için giderdi. Şöyle anlatır:
Peygamber efendimize peygamberlik emri bildirilmeden bir yıl önce, ticâret için Yemen'e gittiğim zaman, Askelân bin Avâkir-ül-Himyerî'ye misâfir olmuştum. O zât, çok yaşlı idi ve ona her varışımda ona konuk olurdum. O da bana Mekke'den haber sorarak derdi ki:
- İçinizde kendisi hakkında haber ve zikir bulunan zât zuhûr etti mi? Dîniniz hakkında size karşı olan bir kimse var mı?
Ben de hep, "hayır, yoktur" derdim.

O'na kitap indirdi
Nihâyet, Resûlullah efendimize peygamberlik bildirilip, İslâm dînini insanlara gizlice tebliğ etmeye başladığı sene idi. Yemen'e yine gidip aynı zâta misâfir olduğumda bana dedi ki:
- Ben seni ticâretten daha hayırlı bir müjde ile müjdeleyeyim mi?
- Evet, müjdele.
- Hiç şüphesiz, Allah senin kavminden, kendisinden râzı olduğu, seçtiği bir peygamber gönderdi ve O'na Kitab da indirdi. O, insanları putlara tapmaktan men edecek ve İslâmiyete da'vet edecek. Hakkı buyuracak ve işleyecek, bâtılı da men ve iptâl edecektir. O, Hâşimoğullarındandır. Siz O'nun dayılarısınızdır. Dönüşünü çabuklaştır! Gidip O'na yardımcı ol! Kendisini tasdîk et ve şu beytleri de Ona götür!

Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri ezberleyip, Mekke-i mükerremeye döndüm ve Hazret-i Ebû Bekir ile buluştum. Ona, Yemenli ihtiyârın söylediklerini haber verdim. Ebû Bekir dedi ki:
- O kimse, Abdullah'ın oğlu Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ, Onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Hemen Ona gidip îmân et!

Hemen Resûlullahın evine gittim. Resûlullah efendimizin beni görünce gülümsedi ve sordu: - Arkanda ne haber var, ey Abdurrahman?
- Yâ Muhammed, bu ne demek?
- Bana tevdî edilmek üzere o kimsenin seninle gönderdiğini getir, ver. Hiç şüphesiz onu bana gönderen Hımyeroğulları mü'minlerinin üstünlerindendir.

Gerçek kardeşlerimdir
Resûlullah efendimizin bu sözlerini işitince hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olma şerefine kavuştum ve Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri okuyarak, onun anlattıklarını anlattım. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
- Zaman zaman öyle mü'minler bulunacak ki, onlar beni görmeden bana inanacak ve beni tasdik edeceklerdir. İşte, bunlar, benim gerçek kardeşlerimdir.

Hazret-i Abdurrahman İslâmiyeti kabûl edince diğer Müslümanlar gibi eziyet ve işkencelere mâruz kaldı. Böylece vatanını terketmek suretiyle hicrete mecbur oldu. Habeşistan'a hicret eden müslümanlarla beraber bu memlekete gitti. Çok geçmeden Peygamber efendimiz Medine-i münevvereye hicretinden sonra Medîne'ye gelerek Resûlullaha katıldı.

Hazret-i Abdurrahman bütün harplerde bulundu. Bedir'de kahramanlıkları çok oldu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri, Bedir muhârebesinde şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Savaş esnâsında yanımda ensârdan iki genç belirdi. Gençlerin gayreti hoşuma gitti. Kendilerine muhabbetle baktım. Gençlerden birisi yanıma yaklaşarak dedi ki:
- Biz, islâm düşmanı Ebû Cehil'i öldürmeye azmettik. Fakat kendisini tanımıyoruz. Onu bize gösterir misin?
- Peki siz bu işi başarabilecek misiniz?
- Resûlullaha ve İslâm dînine hakâret eden kimse sağ olduğu müddetçe, bizim sağ kalmamızın bir önemi yoktur. Allaha yemin ederiz ki, onu gördüğümüzde, kanımızın son damlasına kadar, onu öldürmek için çalışacağız.

Hanginiz öldürdü?
Gençlerin bu kararlı hâline gıpta ettim. Bu arada Ebû Cehil karşıdan geçiyordu. Gençlere dedim ki:
- İşte aradığınız, şu karşıdan geçmekte olan kimsedir.

Ebû Cehil'i gören gençler, Ebû Cehil'in askerlerinin çokluğuna bile bakmadan, kılıçlarını çektikleri gibi, üzerine atıldılar. Ebû Cehil'in askerleri hiç beklemedikleri böyle bir durum karşısında donakaldılar. Onların şaşkınlıkları geçmeden, gençler, Ebû Cehil'i öldürünceye kadar kılıç darbesine tuttular.

Sonra dönüp Resûlullahın huzuruna geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Peygamber efendimiz çok memnûn olarak, gençlere sordu:
- Bunu hanginiz öldürdü?
İkisi de birden dediler ki:
- Ben öldürdüm.
Bunun üzerine, gençlerin kılıçlarını muâyene ettikten sonra;
- İkiniz öldürmüşsünüz, buyurdu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri, Uhud savaşında yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz, Medîne'de kendisini Saîd bin Rebii hazretleri ile kardeş yaptı. Kardeşi, malına ve servetine onu da ortak yapmak istediğinde şöyle dedi:
- Aziz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsân etsin, malını çoğaltsın! Sen bana çarşının yolunu göster, ben orada ticâret yapar ihtiyâçlarımı karşılarım.

Bu serveti nasıl kazandın?
Bu sözü Peygamber efendimize bildirilince, çok sevindi. Kendisine hayır duâ etti. Bu duâdan sonra yaptığı ticâret sebebiyle kısa zamanda çok zengin oldu. Buyururdu ki:
- Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rast gelirdim.

Abdurrahman bin Avf hazretlerine sordular:
- Bu büyük serveti nasıl kazandın?
- Çok az kâra râzı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim.

Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç kere malının yarısını verdi. Birinci defa 4000 dirhem, ikincide 40.000 dirhem ve üçüncüde de 40.000 altın sadaka olarak Allah yolunda dağıttı.

Uhud savaşı esirlerinden 30 tanesini azâd ettirdi ve her birine 1000 altın dağıttı. Tebük seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi.

Birgün buğday, un ve çeşitli zahire yüklü 700 devesi ile Medîne'ye girdiğinde, Hazret-i ^Aişe, Resûlullah efendimizin;
- Abdurrahman bin Avf, Cennete emekliyerek girer, buyurduğunu bildirince, Abdurrahman bin Avf, develerin hepsini yükleriyle birlikte Allah yolunda dağıtacağını söz verip, onu şâhit tutmuştur.

Resûlullaha imâm oldu
Bedir harbinde bulunup da sağ kalanların herbirine, kendi malından 400 dirhem altın para verilmesini vasiyet etti. Vasiyeti hemen yerine getirildi.

Tebük harbi dönüşünde, Peygamber efendimiz gecikince, namaz geçmesin diye, Abdurrahman bin Avf hazretleri imâm yapıldı. İkinci rek'atte iken Peygamber efendimiz yetişip kendisine uydu. Namazdan sonra;
- Bir peygamber sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça rûhu kabzolmaz, buyurdu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri nakleder:
Bir gün Peygamber efendimiz yalnız olarak, yola çıktı. Ben de geriden tâkip ediyordum. Hurmalık bir yere vardı. Yere kapandı. Secde o kadar uzadı ki, kendi kendime, "Aman yâ Rabbî, acaba Resûlullaha birşey mi oldu?" diyerek büyük bir korku ile yanına yaklaştım ve oturdum.

Resûlullah, secdeden başını kaldırıp sordu:
- Sen kimsin?
- Ben Abdurrahman'ım.
- Bir şey mi oldu?
- Hayır yâ Resûlallah, secdeniz o kadar uzadı ki, size bir hâl olmasından endişe ettim.
- Yâ Abdurrahman! Cebrâil aleyhisselâm şunu müjdeledi: "Yâ Resûlallah, kim ki, sana salât ve selâm getirirse, Cenâb-ı Hakkın magfiret ve selâmına nâil olur." Ben de bu müjde sebebiyle şükür secdesinde bulundum.

Seni ağlatan nedir
Abdurrahman bin Avf hazretleri, Resûlullahın âhırete teşrîfinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlı*** dâimâ ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrûm olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.

Nevfel bin İyas hazretleri anlatır:
Abdurrahman bin Avf hazretleri, bizi bir gün evine götürdü. Bize tepsi içinde leziz yemekler ikrâm etti. Yemeği önümüze koyunca, ağlamaya başladı. O ağlayınca biz de ağlamaya başladık. Fakat niçin ağladığımızı bilmiyorduk. Sordum:
- Ey Abdurrahman, seni bu kadar ağlatan nedir?
- Biz bu kadar ni'metler içerisindeyiz. Resûlullah vefât etti. Fakat kendisi ve ehli arpa ekmeğinden bile bir defa olsun doyasıya yemedi. Biz bu yediklerimizin şükrünü nasıl yapacağız? Bunun için ağlarım.

Abdurrahman bin Avf, Hicretin 6. senesinde, Resûlullah efendimiz tarafından Kelb kabîlesini İslâma da'vet etmek için Dûmet-ül-Cendel'e gönderilen 700 kişilik orduya, kumandan tâyin edildi. Dûmet-ül-Cendel, Tebük şehrinin yakınında olup, büyük bir panayır ve ticâret merkezi idi. Resûlullah efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ı yanına çağırıp buyurdu ki:
- Hazırlan! Seni bugün veya yarın sabah inşâallah askerî birliğin başında göreceğim.

Yolculuk elbisem üzerimdedir
Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, Peygamber efendimiz onun Dûmet-ül-Cendel'e hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyete da'vet etmesini emir buyurdu. Dûmet-ül-Cendel'e gidecek ordu, seher vakti Medîne dışındaki Cürüf denilen mevkîde toplandı. Peygamber efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ın geride kaldığını görünce buyurdu ki:
- Arkadaşlarından niçin geri kaldın?
- Yâ Resûlallah! En son görüşmemin ve konuşmamın sizinle olmasını istedim. Yolculuk elbisem üzerimdedir.

Abdurrahman bin Avf, başına, siyah pamuklu ve kalın bezden, gelişi güzel bir bez sarmıştı. Peygamber efendimiz, onun sarığını eliyle çözüp, sarığın ucunu iki omuzunun ortasından sarkıtarak bağladı ve, "Ey İbni Avf! İşte sarığını böyle sar" buyurdu. Daha sonra eline bir sancak vererek devam etti:
- Ey İbni Avf! Allahü teâlânın adıyla, O'nun yolunda cihâd et ve Allahı inkâr edenlerle çarpış. Zulüm ve taşkınlık yapma. Allahın emri dâiresinde hareket et. Çocukları öldürme. Eğer o belde ahâlisi senin da'vetine icâbet ederlerse, o kabîlenin reîsinin kızıyla evlen.

Abdurrahman bin Avf, emrine verilen 700 kişilik orduyla birlikte hareket ederek, Dûmet-ül-Cendel'e ulaştı. Kelb kabîlesini, tatlı bir üslûbla İslâma da'vet etti. Üç gün orada kaldıktan sonra, Kelb kabîlesinin reîsi Esbağ bin Amr ve kavminin büyük bir kısmı Müslüman olup, Hıristiyanlığı terkettiler. Bir kısmı da Hıristiyan olarak kalıp, cizye vermeye râzı oldular.

Abdurrahman bin Avf, Müslüman olan Esbağ'ın kızı Tümadır ile evlendi. Onunla birlikte Medîne'ye geldi. Tümadır, Abdurrahman bin Avf'ın oğlu Ebû Seleme'nin annesidir. Ebû Seleme ise Medîne'nin yedi büyük fıkıh âlimlerinden biridir.

Bunları koruyalım
Hazret-i Ömer'in halîfeliği zamanında bir ticaret kervanı gelip, gece Medîne'nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Halîfe Ömer, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf'ın evine gelip dedi ki:
- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan eden, binlerce şehir almış olan, adâleti ile meşhur yüce halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldu.

Abdurrahman bin Avf hazretleri, fazîlet ve kemâl sâhibi bir insandı. Kalbi sadece, Allah korkusu, Resûlüne muhabbet, doğruluk, iffet, merhamet ve şefkat ile doluydu. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı.

Eshâb-ı kirâmın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı en ufak bir sevgisi yoktu. Her zaman âhireti dünyaya tercîh ederdi. En büyük arzûsu, dînin emirlerine eksiksiz uyabilmekti.

Ayakları açık kalıyordu
Bir gün bir yerde yemek ikrâm edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftâr edeceği zaman, bir hâtırasını anlatması istendi. Hemen hâtırasını anlatmaya başladı:
"Benden çok hayırlı olan Mus'ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu.

Sonra Hazret-i Hamza şehîd oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı. Türlü türlü ni'metlere kavuştuk. Bunların hesâbını nasıl vereceğiz" deyip ağlamaya başladı.

Oruçlu olduğunu unutup, iftâr yemeğini bile yemedi. Zaten o günleri hatırlayınca yemek yiyecek hâli de kalmıyordu.

Halîfe Ömer Şam'a gidiyordu. Şam'da tâ'ûn ya'nî vebâ hastalığı olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba'zısı, "Şam'a girmiyelim" dedi. Bir kısmı da dedi ki:
- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım.
Bunun üzerine Halife de buyurdu ki:
- Allahü teâlânın kaderinden, yine O'nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.

Sonra Abdurrahman bin Avf'ı çağırıp sordu:
- Sen ne dersin?
- Resûlullah efendimizden işittim ki, (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız) buyurmuştu.

Halife de, "Elhamdülillah, benim sözüm hadîs-i şerîfe uygun oldu" deyip Şam'a girmediler.

Vebâlı yerden kaçmak
Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde kirli hava, herkesin içine yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki:
(Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muharebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhtır.)

Hazret-i Ömer vefât ederken halîfeliğe aday olarak gösterdiği 6 kişiden biri de Abdurrahman bin Avf'dır. Hazret-i Ömer'in defninden sonra, tâyin edilen bu altı sahâbî toplandılar. İlk olarak Abdurrahman bin Avf söz alıp şöyle dedi:
- Ey Cemâ'at! Bu husûsta hepimizin de görüşleri var. Dinleyiniz, öğrenirsiniz, anlarsınız. Muhakkak ki, hedefe isâbet eden ok, isâbet etmeyenden üstündür. Bir yudum yavan fakat soğuk su, hastalığa sebep olan tatlı sudan daha faydalıdır.

Sizler, Müslümanların rehberleri, mürâcaat olunan âlimlerisiniz. O hâlde, aranızda meydana gelecek ihtilâflarda bıçağın ağzını köreltmeyin. Kılıçları düşmanlarınızdan ayırıp kınlarına sokmayınız. Yoksa düşmanlarınız karşısında tek kalmış, amellerinizi noksanlaştırmış olursunuz.

Fitne ehli
Herkesin muayyen bir eceli, her evin emrine itâat edilen, yasaklarından çekinilen bir emîri, reisi vardır. Öyleyse aranızdan, işlerinizi görecek birisini emir tâyin edin. Böylece maksada erişirsiniz. Şâyet, kör fitne, şaşırtan dalâlet olmasaydı niyetlerimiz bildiklerimizden, amellerimiz niyetlerimizden başka olmazdı. Zîrâ fitne ehli; gözlerinin görmediğini, fitnenin kendilerini, çölde şaşkın, nereye gideceğini bilmez bir şekilde bıraktığını söylerler.

Nefslerinize ve fitnecilerin sözlerine uymaktan sakınınız. Sözle olan hîle, kılıcın yarasından daha şiddetlidir. Halîfeliği; musîbet ve felâket zamanlarında metânet ve sabırlı, bu işte muvaffak olacağını umduğunuz, onun sizden, sizin ondan râzı olacağınız birisine veriniz. Size nasîhat eder görünen fesatçılara itâat etmeyiniz. Size yol gösteren rehbere muhâlefet etmeyiniz. Söyleyeceklerim bundan ibârettir. Allahü teâlâdan kendim ve sizin için magfiret dilerim.

Abdurrahman bin Avf bundan sonra, şu teklifte bulundu:
- İçimizden üçümüz, diğer üçümüz lehine adaylıktan çekilsin.

Abdurrahman bin Avf'ıın bu teklifi hemen kabûl olunarak Zübeyr Ali'ye, Talhâ Osman'a, Sa'd bin Ebî Vakkâs da Abdurrahman bin Avf'a oylarını verdiler. Arkasından Abdurrahman bin Avf da çekildi ve Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali kaldılar. Netîcede Hazret-i Osman'a bîât olundu.

Sen emînsin
Hazret-i Abdurrahman yüksek ahlâk, fazîlet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz, seciyeli bir insandı. Onun kalbi, Allah korkusu ile Resûl-i ekreme muhabbetle, doğruluk ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu idi. Cömertti. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Kalbinde Allah korkusu o kadar yer etmişti ki, kendisi hiç bir vakit dünyasını dînine tercih etmemiş, hayatta servet ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemiş, tam Müslüman olarak yaşamayı herşeyin üstünde tutmuştu.

Abdurrahman bin Avf'ı Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın büyükleri methetmişlerdir. Resûlullah efendimiz onun hakkında buyurdu ki:
- Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin.

Abdurrahman bin Avf 651 senesinde 75 yaşında vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:41:15
Sa’d Bin Ebî Vakkâs  

Resûlullahın okçusu.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Hazret-i Ebû Bekir vâsıtasıyla Müslüman olmuş, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden bir zâttır. İlk Müslümanların yedincisidir. Müslüman olması şöyle oldu:

Onyedi yaşında idi. Bir gece değişik bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında kendisini zifirî bir karanlıkta gördü. Çâresiz bir hâldeyken, birden ortalık aydınlanmaya başladı. Sonra nûr saçan bir ay doğdu.

Seni de aramıza alalım
Ayın doğduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı. Bir müddet ilerledikten sonra, birkaç kişi gördü. Dikkatlice baktığında, önlerinde Hazret-i Ebû Bekir, onun arkasında Zeyd bin Hârise ve Hazret-i Ali vardı. Onlara dedi ki:
- Siz buraya ne zaman geldiniz?
- Yeni geldik. İstersen seni de aramıza alalım. Aydınlığa beraber gidelim.

Sabahleyin bu rü’yâyı hatırlayınca, çok şaşırdı. Üç gün bunu ta’bîr etmeye çalıştı. Sonunda bir netîce çıkartamayıp, Hazret-i Ebû Bekir’in yanına gitti. Ona sordu:
- Yâ Ebâ Bekir, ben üç gün önce şöyle bir rü’yâ gördüm. Bunun ta’bîri nasıldır?
- Gel benimle, seni cihânı aydınlatan nûra götüreyim! Rü’yânın ta’bîri budur.

Sonra beraberce, Peygamber efendimizin huzûruna gittiler. Peygamber efendimiz, kendisine kelime-i şehâdet getirmesini emir buyurdu. O da Resûlullahın huzûrunda Müslüman oldu.

Annesi, Müslüman olduğunu duyunca, çok kızdı. Fakat yine de annesine karşı, gereken saygıyı gösteriyordu. Onu üzmemek için elinden geleni yapıyordu. Kendisine olan bağlılığını bilen annesi, oğluna sordu:
- Senin dînin, hısım akrabâya iyi muâmele edilmesini, onları üzmemek lâzım geldiğini ve onların emirlerine uymak gerektiğini emretmiyor mu?
- Dînimiz, ana-babayı ve akrabâyı üzmemeyi emretmektedir.

Bunun üzerine annesi esas maksadını söyledi:
- Yâ Sa’d! Vallahi, sen bu yeni dinden vazgeçip, atalarımızın dînine dönünceye kadar, yiyip içmiyeceğim. Ölmüş olsam bile bu ahdimden dönmiyeceğim. Anne katili olarak da herkes seni ayıplayacak!

İster ye, ister yeme!
O güne kadar, annesini üzmeyen, bir dediğini iki etmeyen Hazret-i Sa’d, Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne olan muhabbet ve îmânının kuvvetli olması sebebiyle, bu teklîf karşısında tüyleri ürpererek annesine şu cevâbı verdi:
- Ey anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vazgeçmem! Artık ister ye, ister yeme! Bu senin bileceğin bir iştir. Benim kararım kat’îdir. Geri dönüşüm mümkün değildir. Bunu böyle bil!

Annesi, oğlunun İslâmiyete olan bu bağlılığını görünce, çâresiz kalıp yemeye içmeye başladı.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin başından geçen, annesiyle ilgili bu hâdiseden sonra, Allahü teâlâ, evlâdın ana-babaya hangi hâllerde tâbi olacağı, onların hangi emirlerini yerine getireceği husûsunda, Ankebût sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesini gönderdi.

Bu âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
(Biz insana, ana-babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın, ilâh tanımadığın bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara bu husûsta itâ’at etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınız amellerin karşılığını size vereceğim.)

İlk kan akıtan oldu
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Eshâb-ı kirâmın en cesûr ve kahramanlarındandır.

İslâmiyetin ilk yıllarında, Müslümanlar, müşrîklerden çok ezâ ve cefâ görüyorlardı. İbâdetlerini rahat bir şekilde yapamıyorlardı. Bir gün Hazret-i Sa’d ile birkaç sahâbî, bir vâdide namaz kılmakta idiler. Bu sırada, müşriklerin azılılarından ba’zıları, kendileri ile alay etmeye ve hakâret etmeye başladılar.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, bunların üzerine yürüdü. Eline geçirdiği bir deve kemiği ile, müşrîklerin elebaşısının kafasını yardı. Böylece, "Allah yolunda, ilk müşrik kanı döken sahâbî" ünvânını kazandı.

Uhud savaşında çok kahramanlıklar gösterdi. Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, ayrıca "Allah yolunda ilk ok atan sahâbî"dir. Okçuların ya’nî kemankeşlerin reisidir. Uhud harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamber efendimizin büyük iltifatlarına mazhar oldu. O ok atarken, Peygamber efendimiz buyururdu ki:
- At yâ Sa’d!

Ayrıca onun için şöyle duâ buyurmuştur:
- İlâhî, bu senin okundur. Onun atışını doğrult! Allahım, sana duâ ettiğinde de, Sa’d’ın duâsını kabûl eyle!
Bizden geri kalmazsın!

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Vedâ haccından sonra, Mekke’de hastalandı. Kendisini ziyârete gelen Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah, siz Medîne’ye döneceksiniz. Ben burada ölürsem, dostlarımdan ayrı kalacağım.

Peygamber efendimiz, Medîne’ye beraber döneceklerini işâret ederek buyurdu ki:
- Hayır, sen bizden geri kalmazsın! Umarım, sen uzun zaman yaşayacaksın. Öyle ki, senden birtakım kavimler faydalanacak, birtakımı da mahrûm kalacaktır.

Peygamber efendimiz sonra da şöyle duâ ettiler:
- Yâ Rabbî, Eshâbımın Mekke’den Medîne’ye dönüşünü tamamla!
Bunun üzerine, Hazret-i Sa’d şifâ bulup, Medîne’ye döndü.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Hazret-i Ömer zamanında, Hevâzin bölgesinde zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki olaylar büyüyünce, hem bu olayları önlemek, hem de düşmana bir ders vermek için bir İslâm ordusu hazırlandı. Bu ordunun başına kimin geçirilmesi gerektiği, yapılan şûrâda görüşüldü.

Ba’zıları bizzat bu ordunun başına, kumandan olarak, Halîfe Hazret-i Ömer’in getirilmesini istiyorlardı. Bir kısmı da, bunun, çeşitli sebeplerle uygun olmayacağını, başka birisinin kumandanlığa getirilmesini istiyordu. Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin Hevâzin’den mektûbu geldi.

İşte aradığın kimseyi buldun!
Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın ismini duyan Eshâb-ı kirâmın hepsi, ittifakla, Hazret-i Ömer’e dediler ki:
- İşte aradığın kimseyi buldun!

Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı Medîne’ye çağırdı. Onu, İslâm ordusuna başkumandan tâyin ederek, şunları söyledi:
- Yâ Sa’d, Resûlullahın dayısıyım diye sakın gururlanma! Allahü teâlâ, kötülüğü, ancak iyilik ile yok eder. Allahü teâlâya kulluktan başka bağ yoktur. İnsanların üstünlükleri, son nefeslerinde belli olur. Düşmanın çokluğundan değil, Allahtan kork!

Namazlarınızı muntazam kılın! Ordunda, günâh işleyen asker bulunmasın! Günâh işleyenleri hemen uzaklaştır! Allahın Resûlü ne yaptıysa, nasıl hareket ettiyse, sen de öyle yap! Sabrı elden bırakma!

Hazret-i Ömer bu şekilde nasîhat ettikten sonra, Sa’d bin Ebî Vakkâs, emrindeki askerle Medîne’den çıktı. İran topraklarında bulunan İslâm askerleri ile birleşerek, meşhûr Kadsiye zaferini kazandı.

Kadsiye savaşı; İslâm ordusu ile İran ordusu arasında oldu. İslâm ordusu, Fırat nehrinin bir kolu olan Atik nehrinin, Kadsiye denilen yerinde karargâh kurdu. Harpden önce İran’ın başşehri Medâyin’e elçiler gönderildi. İran Kisrâsı Yezd-i Cürd ile görüştüler. İranlıları İslâma da’vet ederek dediler ki:
- Ya Müslüman olursunuz, ya da cizye verirsiniz veya harp edersiniz!

Yâ Sa’d, müjde!
İran Kisrâsı buna sinirlenerek dedi ki:
- Eğer benden önce elçi öldüren bir melik olsaydı, ben ikincisi olup, sizi öldürürdüm!
Bundan sonra bir miktar toprak getirterek, sözlerine şöyle devam etti:
- Bende sizin için başka şey yok. En büyüğünüz kimse, bunu yüklensin de reisinize götürsün ve biliniz ki, cümlenizi Kadsiye hendeğine gömmek için, kumandanım Rüstem’i göndermek üzereyim.

Bunun üzerine, elçiler arasında bulunan Âsım bin Amr kalkıp toprağı yüklendi, dışarı çıktılar. Arkadaşlarıyla beraber Hazret-i Sa’d’ın yanına döndüler ve dediler ki:
- Yâ Sa’d, müjde! Allahü teâlâ onların toprağını bize verdi.

Eshâb-ı kirâm, verilen bu bir parça toprağın, daha sonra İran toprağının tamamının verileceğine dâir Allahü teâlânın bir müjdesi olduğuna inandılar.

Hazret-i Sa’d’ın elçilerinin teklîfini reddeden Kisrâ’nın ordusu da, Atik nehri kıyısına gelip karargâh kurdu. 120 bin kişi olan İran ordusunun 30 bini zırhlı ve birbirlerinden ayrılmaması için de zincirle bağlı idiler. Ayrıca İran ordusunun ön saflarına filler yerleştirilmişti. İslâm ordusu ise 34 bin kişi idi.

Hazret-i Sa’d, yine elçi göndererek, "Size üç gün müsaade. Bu üç gün içinde ya Müslüman olursunuz, ya cizye verirsiniz veya cenge hazır olursunuz" diye bildirdi.

Sebât ediniz!
Onlar üç gün içinde, bu şartları kabûl etmediler. Dördüncü gün harp başladı. Harp başlamadan önce, Hazret-i Sa’d askerlerine şöyle hitap etti:
- Mevkilerinizde sebât ediniz! Öğle namazından sonra, beş-dört tekbîr alacağım. İlkinde, siz de tekbîr alırsınız, harbe hazır olursunuz! İkinci tekbîrde siz de tekbîr alır, silahlanırsınız! Üçüncü tekbîrde, siz de tekbîr alıp, askeri harp için coşturursunuz! Dördüncü tekbîrde, düşman üzerine hücûm ediniz ve "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" deyiniz!

İslâm askerleri, bildirilen emirle düşmana hücûm ettiler. İran ordusu, beraberinde getirdikleri fillerle karşılık verdiler. İlk gün şiddetli çarpışmalar oldu. Sonraki günlerde İslâm ordusu uyguladıkları dâhiyâne taktiklerle İran ordusunu bozguna uğrattılar.

Önce İran ordusu komutanları öldürüldü. İran ordusunun başkomutanı Rüstem de öldürülünce, ordu dağıldı. Kaçışmaya başladılar. Kaçmaya çal??şanların çoğu da nehre düşerek boğuldu, kalanlar da esîr edildi. Bu harbde Müslümanlar 2000 şehîd verdi. İranlıların tamamına yakını öldürüldü. Böylece, Müslümanlar büyük bir zafer kazandılar.

Daha sonra Hazret-i Ömer’in emriyle Sâsânî Devletinin başşehri ve İran Kisrâsının bulunduğu Medâyin şehrine hareket edildi. İslâm askerinin Medâyin’e hareket ettiğini, İran Kisrâsı Yezd-i Cürd duyunca, korkudan şehri terketti. İslâm ordusu Medâyin şehrine kolayca girerek, burayı fethetti.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, bu fethi, şu mektupla Hazret-i Ömer’e bildirdi:

Îmân edenlerin yardımcısıdır
"Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Irak vâlisi Sa’d bin Ebî Vakkâs’tan, mü’minlerin emîri Ömer-ül Fâruk’a. Allahın selâmı üzerine olsun! Kendisinden başka hak ma’bûd olmayan, eşi, benzeri bulunmayan Allahü teâlâya hamd eder, O’nun habîbi olan Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim.

Allahü teâlâ, bize ihsânı ile, gözün görmediği meydanlarda at koşturmayı nasîb etti. Kisrânın yurdunun büyük bir kısmını ele geçirdik. Ordu kumandanlarının çoğunu öldürdük. Bu savaşta melekler onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlardı. Çünkü Allahü teâlâ îmân edenlerin yardımcısıdır. Îmân etmeyenlerin yardımcısı yoktur.

Yezd-i Cürd kaçtı. Kızı, esîr olarak ele geçirildi. Bundan sonra ne yapacağımız husûsunda, Medâyin şehrinde emirlerinizi bekliyorum. Allahü teâlânın selâmı bütün Müslümanların üzerine olsun!"

Hazret-i Sa’d hayatının sonlarına doğru Medîne’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 yılında vefât etti. Mübârek cesedi Medîne-i münevvereye götürüldü. Namazını Medîne vâlisi Mervân kıldırdı. Vasıyetine uyularak Bedir harbinde giymiş olduğu elbisesi ile defnedildi. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbîden, en son vefât edendir.

Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedir
Hazret-i Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesûr, sözü, özü doğru büyük bir zâttı. Çok cömert olup, sâdeliği severdi. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona, "Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin" diyerek iltifâtlarda bulunurdu.

Hazret-i Sa’d, Cennetle müjdelenen on sahâbeden biridir. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki:
- Ebû Bekir Cennettedir, Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talhâ Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahman bin Avf Cennettedir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedir, Sa’îd bin Zeyd Cennettedir, Ebû Ubeyde bin Cerrâh Cennettedir.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz, her namazın ardından, muhakkak şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbi! Cimrilikten, korkaklıktan, erzel-i ömür denilen ihtiyârlıktan, bunaklıktan, dünya fitnesinden ya’nî Deccâlın fitnesinden ve kabir azâbından sana sığınırım."

Hazret-i Sa’d buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm arasında kardeşlik te’sîs ettikleri zaman, Hazret-i Ali’yi kendine seçerek buyurdu ki:
- Yâ Ali! Sen benim dünyada da âhırette de kardeşimsin. Yâ Ali, Mûsâ’nın yanında Hârûn nasıl idi ise, sen de benim yanımda öylesin. Yalnız şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.

Üç gün ağladım
Resûlullaha bir köylü gelerek dedi ki:
- Bana, söyleyebileceğim bir kelime öğret.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- "Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur ve O’nun ortağı da yoktur. Allah her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi Allaha mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahın şanı ne yücedir. Günâhtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret, ancak azîz ve hakîm olan Allahın yardımı iledir" de!
Köylü tekrar dedi ki:
- Bunlar Rabbim içindir. Kendim için ne söyleyeyim?
Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
- "Allahım beni bağışla ve koru! Bana hidâyet ver ve rızıklandır" de!

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri buyurdu ki:
- Mü’min, bir iyilikle karşılaşsa, Allaha şükreder. Bir musîbetle karşılaştığında da hamd ve sabreder. Böylece her işinde sevâb kazanır. Hattâ hanımının ağzına koyduğu lokmadan dahî sevâb alır.

Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa, sabaha kadar duâ eder.

Kadsiye zaferinden sonra bir müddet Medâyin’de kalan Hazret-i Sa’d, şehrin havasının ve suyunun askerlere iyi gelmediğini görünce, durumu Hazret-i Ömer’e bildirmişti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, yeni bir şehir tesis edilmesini emretti. Hazret-i Sa’d da Kûfe şehrini kurdu ve şehre ilk vâli tayin edildi.

Bana duâ et!
Hazret-i Ömer, şehîd olmadan önce, kendisinden sonra yerine geçecek halîfeyi seçmek için altı kişilik bir şûrâ teşkil edilmesini vasıyet etmişti. Bildirmiş olduğu altı kişiden biri de, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleriydi. Eğer Sa’d halîfe seçilmezse, ona bir vezirlik verilmesini de vasıyet etmişti. Hazret-i Osman halîfe seçilince, Hazret-i Ömer’in tavsiyesine uyarak, Hazret-i Sa’d’ı tekrar Kûfe vâliliğine tayin etti.

Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu hâlde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp, "Bana duâ et, bana duâ et" deyince, hepsine duâ etti.

Abdullah bin es-Sâib anlatır:
"Ben genç idim. Bir ara ona yaklaştım ve kendimi tanıtmaya çalıştım. Beni tanıdı ve sordu.
- Sen, Mekke’nin, Kur’ân-ı kerîmi en iyi okuyanlarından birisi değil misin?
Ben de, "Evet" dedikten sonra bir ara sordum:
- Efendim, sizin duânız makbûl olup, herkese duâ ediyorsunuz. Kendiniz için duâ etseniz de gözleriniz açılsa, olmaz mı?
Hazret-i Sa’d gülümseyerek buyurdu ki:
- Oğlum, Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdîri, ya’nî gözümün görmemesi, gözümün görmesinden daha güzeldir."
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, bir gün Peygamberimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah, duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin!
Resûlullah efendimiz cevâbında buyurdu ki:
- Duânızın kabûl olması için helâl lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur?

Sâlih kimse
Hazret-i Âişe şöyle anlatır:
Resûlullah efendimiz gazvelerin birinde, geceleyin Medîne’ye dönüp geldiğinde buyurdu ki:
- Ne olurdu, sâlih bir kimse çevremizde bekçilik yapsa...
Birden bir ses duyduk. "Kim o?" buyurdu.
Bu arada Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın sesi duyuldu:
- Benim, Sa’d bin Ebî Vakkâs.
Peygamberimiz sordular:
- Buraya niçin geldin?
- İçimden bir ses, "Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler" dedi. Bunun için hizmetinize geldim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, ona hayır duâ etti ve istirâhate çekildiler.

Uhud savaşında bir ara müşrikler Uhud dağına tırmanmaya başlayınca, Resûlullah efendimiz, yanında bulunan Hazret-i Sa’d’a buyurdu ki:
- Onları geri çevir!
Hazret-i Sa’d dedi ki:
- Yâ Resûlallah, yanımda bir tek okum kaldı. Onları nasıl geri çevireyim?
Peygamber efendimiz emrini üç kere tekrarladı. Bundan sonrasını Hazret-i Sa’d şöyle anlatır:"

Bir ok daha buldum
Ok çantamda kalan bir oku aldım. Müşriklerden birine atıp öldürdüm. Sonra ok çantama el attığımda bir ok buldum. Baktığımda az önce attığım oktu. Onu tekrar atıp başka birini öldürdüm. Sonra bir daha baktığımda yine aynı oku buldum. Onu da atıp yine birini öldürdüm. Birkaç defa aynı şekilde oku attım. Bu durumu gören müşrikler, tırmanmaktan vazgeçerek geri döndüler. Ben de kendi kendime, "Bu mübârek bir oktur" dedim ve bu oku hep yanımda taşıdım."

Rivâyete göre Hazret-i Sa’d bu oku attıkça, bembeyaz yüzlü mübârek bir zât, bu oku geri getiriyordu. Hazret-i Sa’d der ki:
"Uhud’da Resûlullahın sağında ve solunda beyaz elbiseli iki kişi gördüm ki, onlar en şiddetli şekilde çarpışıyorlardı. Onları ne daha önce, ne de daha sonra gördüm.

"Hazret-i Sa’d’ın îmân etmeyen kardeşi Utbe, Uhud’da müşriklerin arasında idi. Hazret-i Sa’d bu kardeşi ile savaşmak için, onu çok aramıştı. Buyurdu ki:
"Vallahi, kardeşim Utbe’yi öldürmek için duyduğum hırsı, hiçbir adamı öldürmeye karşı duymamışımdır. Kardeşimi bulup öldürmek için, iki kere müşriklerin saflarını yardım fakat gözümden kaçtı. Üçüncüsünde, Resûlullah bana buyurdu ki:
- Ey Allahın kulu! Sen ne yapmak istiyorsun? Yoksa sen kendini öldürtmek mi istiyorsun?
Bunun üzerine, onu aramaktan vazgeçtim. Utbe’yi Hâtıb bin Ebî Beltea öldürdü."

Harp hiledir
Uhud savaşının sonunda müşrikler, Uhud’u terkedip Mekke’ye dönme kararı aldıklarında, Resûlullah efendimiz, Hazret-i Sa’d’ı keşif vazîfesi ile gönderdi. Hazret-i Sa’d, müşriklerin gitme kararı alıp, dönüş hazırlıklarını keşfedince, geri dönüp, yüksek sesle dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müşrikler develerine bindiler, atları yedeğe aldılar, Mekke’ye yöneldiler!
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yavaş konuş, şüphesiz harp hiledir. Zîrâ müşrikler geri dönerse, şu sevincinin bir benzerini göremezsin.

Sonra, Peygamber efendimizin tekrar sormaları üzerine, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, gördüklerini ve işittiklerini tekrarladı. Müşriklerin gittikleri kesinleştiği hâlde, Sa’d’ın yüzü üzüntülü idi. Resûlullah efendimiz, üzüntüsünün sebebini sordular. Hazret-i Sa’d dedi ki:
- Müslümanlar zafer kazanmadan, müşriklerin gitmesine sevinmeyi hoş görmedim. Resûlullah efendimiz de buyurdu ki:
- Zaten Sa’d harb hastasıdır.

Hazret-i Sa'd 675 yılında, vefât etti. "Aşere-i mübeşşere"den en son vefât edendir. Medîne-i münevverede medfûndur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:42:27
Said bin Zeyd  

Cennetle müjdelenenlerden.

Saîd bin Zeyd hazretlerinin babası Zeyd bin Amr, İslâmiyetten önce Peygamberimizle görüşürdü. Allahü teâlânın kendisine verdiği ilhâm ile putlara tapan insanların hâline şaşar, putperestliğin şirk olduğunu, onlara kesilen kurbanların etinin yenemeyeceğini düşünürdü.

Bir Allaha inan!
Bu sebeple kendine yeni bir din bulmak için, Suriye taraflarına gidip, Hazret-i İbrahim dînine girerek Hanîflerden oldu. Mekke’ye döndüğünde, câhiliye âdetlerinden biri olarak kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerle mücâdele etti. Kız çocuklarının çoğunun ölümden kurtulmalarına sebep oldu.

Oğlu Saîd’e de sık sık, “Bir Allaha mı, yoksa bin ilâha, putlara mı inanayım” der, onu Allaha inanmaya teşvik ederdi. Bu sebepledir ki, Peygamber efendimiz, Saîd’e Müslüman olmasını söyleyince, Hazret-i Ömer’in kızkardeşi olan hanımı Fâtima ile birlikte hemen Müslüman oldu.

Muhammed aleyhisselâm, İIslâm dînini tebliğe başladığında, ilk katılanlardan olup, ilk inananların arasına girdi. Habbâb bin Eret, evlerine gelip, onlara Kur’an-ı kerim okurdu.

Hazret-i Ömer bin Hattâb da Saîd bin Zeyd’in evinde okunan Kur’an-ı kerimden kalbi yumuşayıp, tesiri altında kaldı. Kur’an-ı kerimi okuyup, fesâhati, belâgati, mânaları ve üstülüklerine hayran kalıp, düşmanlığı silindi. Bunun üzerine, Resûlullahın yanına gidip îman etmekle şereflendi.

Saîd bin Zeyd Müslüman olunca, Mekke’deki diğer Eshâb-ı kirâm gibi müşriklerden çok eziyet çekip, işkence gördü. Mekke’de suikast, işkence, zulüm ve tazyikler artınca, Peygamber efendimizin müsaadesi ile Habeşistan’a hicret etti. Sonra Medîne’ye geldi.

Hicret-i Nebevî’den sonra, Resûlullahın emriyle Hazret-iTalha bin Ubeydullah ile beraber Suriye tarafına, oradakilerin hâllerini incelemek ve araştırma yapmak vazifesiyle gönderildi. Bu vazifedeyken, Ebû Süfyân’ın başkanlığındaki kervanın durumunu araştırdı.

On kişi Cennettedir
Bedir gazâsında bulunmadıysa da, Peygamber efendimiz onun oklarını attılar. Ganimetten pay ayrıldı. Peygamber efendimizin diğer bütün gazvelerine katıldı.

Bir gün Peygamber efendimiz buyurdular ki:
- On kişi Cennettedir. Ebû Bekir Cennettedir. Ömer, Cennettedir. Osman Cennettedir ve Ali, Zübeyr, Talha, Abdurrahman bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedirler. Peygamberimiz bu dokuz kişiyi zikredip, sustular. Eshâb-ı kirâm suâl ettiler:
- Yâ Resûlallah onuncusu kimdir?
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Saîd bin Zeyd Cennettedir.

Saîd bin Cübeyr der ki:
Hazret-i Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sa’d, Saîd, Talha, Zübeyr ve Abdurrahman bin Avf’ın Resûlullahın katındaki yerleri bir idi. Savaşta onun önünde, namazda arkasında idiler. Hadis kitaplarının en kıymetlisi olan Buhârî ve Müslim bunu böylece bildirmektedir.

Saîd bin Zeyd, Hazret-i Ebû Bekir halîfe olunca, ona bîat etti. Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında, Ecnadeyn savaşında süvâri kuvvetlerine, Fihl savaşında piyâde birliklerine kumanda etti. Şam’ın kuşatılmasına katılıp, şehrin fethinde bulundu.

Âhirette rahmet bahşeder!
Yermük savaşına da katıldı. Savaşın en kızgın ânında, düşman birlikleri İslâm ordusunun sol tarafına saldırdılar. Düşman galip gelecek gibiydi.

Hazret-i Saîd, hemen atına atlayarak, askerlere şöyle hitap etti:
- Cesâret ve kahramanlık dünyada insana şeref, âhirette rahmet bahşeder. Bu ikisini de kazanmaya çalışalım!

Bu sözlerle coşan İslâm askerleri daha büyük bir gayretle düşmanla savaşmaya başladılar. Sonunda Hazret-i Saîd’in düşman kumandanını öldürmesiyle, düşman paniğe kapıldı. Sonunda her tarafta bozguna uğrayarak Müslümanlar büyük bir zafer kazandı.

Şam şehri feth edilince, Ebû Ubeyde bu şehrin vâliliğini Hazret-i Saîd’e teklif etti. O bunu kabûl etmeyerek dedi ki:
- Ey Ebû Ubeyde! Ben Allah yolunda cihâd etmek istiyorum. Sen vâliliği uygun gördüğün birisine ver.

Hazret-i Ömer’in vefâtından sonra onu kabre koyarlarken, Saîd bin Zeyd ağlamaya başlamıştı. Bunu görenlerden biri sordu:
- Yâ Saîd! Niçin ağlıyorsun?
Bunun üzerine buyurdu ki:
- İslâm dîni ve Müslümanlar için ağlıyorum. Çünkü Hazret-i Ömer’in şehit edilmesi, İslâmda açılan bir gediktir. Bu gedik de kıyâmete kadar kapanmayacaktır.

Saîd bin Zeyd hazretleri, zamanını devamlı ibâdetle geçirirdi. Dünya ve dünya nîmetlerinden daha çok âhireti düşünürdü. Makam ve mevkiyi hiç düşünmez, ancak kendisine bir vazife verilirse, bunu en iyi şekilde yerine getirirdi. Cihâdı çok sever, gösterişi hiç sevmezdi.

Duâsı kabûl olanlardan idi. Bunun için, kendisini kırmaktan herkes çekinirdi. Çok kimse ondan ilim öğrenmiştir. Esmer tenli, uzun boylu ve saçları gür idi. Peygamber efendimizden kırksekiz hadis-i şerif rivâyet etmiştir.

Duâsı kabûl oldu
Bir gün bir kadın, Saîd bin Zeyd hazretlerinin evinin bir kısmının kendi malı olduğu iddiâsi ile mahkemeye müracaat etti. Bunun üzerine Hazret-i Saîd dedi ki:
- Evi ona bırakınız! Ben Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğunu işittim:
(Her kim, hakkı olmaksızın bir karış yer alırsa, kıyâmet gününde, yedi kat yerin dibinden başlayarak onun boynuna dolanacaktır.)
Allahım! Eğer bu kadın yalancı ise, gözünü görmez et! Kabrini de evinde yap!

Hazret-i Zeyd’in duâsı tutmuş ve çok geçmeden kadının gözleri görmez olmuş ve kabri evinde olmuştur.

Saîd bin Zeyd, 671 senesinde Medîne’de vefât etti. Cenâzesini Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri yıkayıp, techiz etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:43:32
Ebû Ubeyde Bin Cerrâh  

Cennetle müjdelenen ümmetin emîni.

Araplar arasındaki nâdir okuma-yazma bilenlerden olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve arkadaşları Osman bin Maz’ûn, Ubeyde bin Hâris, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme, Hazret-i Ebû Bekir’in vâsıtasıyla, Resûlullahın huzûrunda Müslüman oldular.

Hazret-i Ebû Ubeyde, Hazret-i Ebû Bekir’in vâsıtasıyla îmâna gelenlerin onuncusudur. Îmâna geldiğinde 31 yaşındaydı. O günden, vefâtına kadar malıyla, mevkisiyle ve canıyla İslâmiyeti yaymak için çalıştı.

İki defa hicret etti
Mekke’de kâfirlerin eziyet ve işkencelerinin artması üzerine, Peygamber efendimizin izniyle Habeşistan’a hicret etti. Sonra Medîne’ye hicret edince, Peygamberimiz onu Hazret-i Sa’d bin Mu’âz ile kardeş yaptı.

Bedir gazâsında, düşman saflarında babası da bulunuyordu. Bu gazâya melekler de katılmış, insan şekline girerek ellerindeki kılıçlar ile kâfirlerle çarpışmıştı. Bu savaşta Ebû Ubeyde büyük kahramanlık göstermişti.

Hazret-i Ubeyde, Uhud cenginde de büyük kahramanlık gösterdi. Peygamber efendimiz, Ebû Ubeyde ile Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerini ön safta çarpışanlara kumandan olarak seçti. Kâfirleri, merkezde bulunan sevgili Peygamberimize yaklaştırmamak için bütün güçleri ile savaştılar.

Peygamber efendimiz dahî düşmanı geriletecek şekilde yayıyla, okuyla, kılıcıyla çarpışıyordu. Eshâb-ı kirâm canlarını dişlerine takmışlar, Peygamberimizin etrafında pervane olmuşlardı. Hazret-i Hamza, Hazret-i Ali, Hazret-i Ebû Dücâne, Hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs, Hazret-i Mus'ab bin Umeyr, Hazret-i Ubeyde bin Cerrâh, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr gibi Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizi korumaya çalışıyorlardı.

Pek çok Eshâbı çarpışa çarpışa şehîd oldu. Düşman gerilemişti. Zafere yaklaşılmıştı. Zafer sevinciyle yerlerini terkeden Eshâb-ı kirâmın bulundukları yerden, düşman süvârileri saldırıya geçti ve Peygamber efendimize kadar sokuldular.

İbni Kâmia denilen müşrik, Resûlullahın mübârek başına kılıcını vurdu, miğferin demiri mübârek yanaşına saplandı.

Dişleriyle çıkardı
Eshâb-ı kirâm, tekrar toparlanıp müşriklere saldırdı. Düşmanı Peygamberimizin yanından uzaklaştırdılar. Hazret-i Ebû Ubeyde’nin, sevgili Peygamberimizin mübârek yanaklarına batan demir halkaları dişleriyle çekip çıkarırken iki ön dişi kırıldı.

Bu savaş, Eshâb-ı kirâmın düşmanı kovalamasıyla neticelendi. 97 kadar şehîd verildi. Bunların içinde şehîdlerin serdârı Hazret-i Hamza, yeğeni Abdullah bin Cahş ile aynı kabre defnedildiler. Mus’ab bin Umeyr de bu savaşta şehîd olmuştu.

Hazret-i Ebû Ubeyde, Uhud, Hendek, Hayber gazâlarında görülmemiş şekilde cenk etti. Mekke’nin fethinde de Peygamber efendimizin yanlarında bulundu.

Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu yılının Rebî’ul-evvel ayının 12’sinde, Pazartesi günü öğleden önce vefât etti. Eshâb-ı kirâm, pek çok üzülüp gözyaşı döktü. Çoğunun dili tutulup, bir müddet konuşamadı.

Bir karışıklık çıkabilir
Hazret-i Ebû Ubeyde de gözyaşlarını tutamıyordu. Bütün Eshâb-ı kirâm kan ağlıyor ve devâsız derdi çekiyordu. İçerde cenâze hazırlıklarını yaparlarken, kapı vuruldu. Gelen kimse dedi ki:
- Ebû Bekir ve Ömer burada mı?
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer cevap verdiler:
- Evet buradayız.
- Medîneliler, Benî Sa’îde Konağında toplandılar, kimin halîfe olacağını konuşuyorlar. Belli bir kimseyi daha seçemediler. Herkes, kendi kabîlesi reisinin seçilmesini istiyor. Bir karışıklık çıkabilir. Acele gelip bu işi hâllediniz.
Müslümanlar arasında büyük bir ayrılık baş göstermek üzere idi. İşte böyle bir anda, Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebû Ubeyde, oraya Hızır gibi yetiştiler. O anda, Ensârdan biri kalkıp diyordu ki:
- Bizler, Resûlullaha yardım ettik. Muhâcirler bize sığındı. Halîfe bizden olmalıdır.

Hâlbuki Resûlullah her yerde, sağ yanına Hazret-i Ebû Bekir’i, sol yanına Hazret-i Ömer’i alır, Ebû Ubeyde için de, “Bu ümmetin emînidir” buyururdu.

Üçü birdenbire meydana çıkınca, sanki Resûlullah kalkmış, oraya gelmiş gibi oldu. Herkes, bunların ne söyleyeceğini bekliyordu. Hazret-i Ebû Bekir, uzun bir konuşma yaptı. Sonra Hazret-i Ömer konuştu. Sonra da Hazret-i Ebû Ubeyde dedi ki:
- Ey Ensâr! Başlangıçta, bu dîne hizmet eden sizlerdiniz. Sakın işi önce bozan da sizler olmayasınız!

Sonra Hazret-i Ebû Bekir, “Size şu iki zâtı aday yaptım, birini seçiniz” diyerek, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebû Ubeyde’yi gösterdi. Her ikisi de çekindiler, “Hazret-i Peygamberin ileri geçirdiği bir kimsenin önüne kim geçebilir!” dediler. Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah, seni hepimizin önüne geçirdi, elini uzat! Ben seni halîfe seçtim.

İlk bî’at, Hazret-i Beşir, sonra Hazret-i Ömer tarafından oldu. Sonra da Hazret-i Ebû Ubeyde ve diğer Eshâb-ı kirâm Hazret-i Ebû Bekir’i halîfe seçtiler.

Yüzleri en güzel yüz
Eğer, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebû Ubeyde hazretleri yetişmeseydi, Müslümanlar parçalanacaktı. Bu üç Eshâbın hizmeti Kıyâmete kadar unutulmayacaktır.

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah der ki:
- Kureyş halkının içinde üç kişi vardır ki, yüzleri en güzel yüz; akılları, en selim akıl; kalbleri, en metîn kalbdir. Bunlar Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ebû Ubeyde’dir.

Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hayatını hep İslâma hizmetle geçirmiş, insanların ebedî saâdete kavuşmaları için çırpınmıştır. Kabr-i şerîfi Şam’dadır.

Hazret-i Ebû Bekir halîfe olunca, Ebû Ubeyde’yi kumandan tayin etti. Humus, Şam, Ürdün ve Filistin’i fethetmek ve oradaki insanların da İslamiyetle şereflenmeleri için gönderdi. Hazret-i Ebû Ubeyde, Bizanslıların, Suriye’yi kurtarmak için topladıkları büyük bir haçlı ordusunu Yermük’te karşıladı. Halîfe Hazret-i Ebû Bekir, Ebû Ubeyde’ye yardım için Hazret-i Hâlid bin Velid’i gönderdi.

İslâm kumandanları bu savaş için Hâlid bin Velîd’i başkumandan seçtiler. Düşman ordusu 240 bin, İslâm ordusu 40 bin civârında idi. Hâlid bin Velid, orduyu biner kişilik alaylara bölüp, her birine alay kumandanı tayin etti. Ebû Ubeyde’yi merkeze, diğer kumandanları sağ ve sol kanatlara yerleştirdi.

Yüzbin Rum öldürüldü
Bizans ordusu üzerine saldırıya geçildi. Savaş bütün hızıyla devam ederken, Bizans generallerinden Yorgi, Hazret-i Hâlid bin Velid’in “Allahın kılıcı” lâkabını duyarak, hidâyete gelip Müslüman oldu.

O da Müslümanların safında Bizanslılarla savaştı. Uzun ve çetin savaşların neticesinde, koca Rum ordusu yenilerek dağıldı. Yüzbin Rum öldürüldü. İslâm ordusundan ise 3 bin yiğit şehâdete kavuştu.

Bu savaşta İslâm kadınları da savaştı. Bu zafer bütün Şam beldesinin fethine sebep oldu. Zafer müjdesi halîfeye bildirildi. Sonra Hazret-i Hâlid bin Velid ve Hazret-i Ebû Ubeyde, “Fıhl” mevkiinde 80 bin Rum ile çarpıştılar. Onları da akşama kadar süren bir savaşta mağlup ettiler.

Hazret-i Ebû Bekir vefât edince, yerine geçen halîfe Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Ubeyde’nin başkumandan olarak yine fetihlere devam etmesini emretti. Ebû Ubeyde, ordusuyla Humus’a hareket etti. Sulh ile Humus’u da aldı.

Hazret-i Ebû Ubeyde, ordusunu toplayarak Antakya’ya hareket etti. Maarra, lazikiye, Antaritus, Banyas, Selimiye zaptedilerek gidiliyordu. Kinnesrin’e Hazret-i Hâlid bin Velid’i gönderdi. Kendisi Haleb’e geldi. Haleb’i fethederek, Antakya’yı kuşattı. Antakya da zaptedildi.

Hazret-i Ebû Ubeyde halîfeye durumu bildiren bir rapor gönderdi. Halîfe, fethedilen yerlere, İslâm kuvvetlerinin yerleştirilmesini emretti. Bu emri yerine getiren Hazret-i Ebû Ubeyde, birçok kale ve şehri fethederek Fırat nehrine kadar ilerledi.

Fethettiği yerlere memurlar tayin ederek Kudüs’e geldi. Kudüs kuşatıldı. Kudüslüler sulh yapmak istediklerini, yalnız bu sulhta Hazret-i Ömer’in de bulunmasını, yoksa sulh yapmayacaklarını Ebû Ubeyde’ye bildirdiler. Durum Hazret-i Ömer’e arzedildi.

Hazret-i Ömer Kudüs’e geldi
Hazret-i Ömer, yerine Hazret-i Ali’yi vekil tayin ederek Kudüs’e geldi. Kudüslülerle sulh yapıldı. Hazret-i Ömer sulhtan sonra Medîne’ye döndü.

Rum Kayseri Heraklius, kaybettiği toprakları geri almak için harekete geçti. Büyük bir haçlı ordusu hazırladı. Hazret-i Ebû Ubeyde, bu karardan vaktinde haberdar olup, durumu halîfeye bildirerek, nasıl hareket edeceğini sordu.

Hazret-i Ömer, İran’la harbetmekte olan Hazret-i Sa’d’a emir göndererek, Ebû Ubeyde’ye yardım etmesini bildirdi. Hazret-i Sa’d, Ka’ka bin Amr’ı dörtbin mücâhidle yardıma gönderdi. Başkumandan Hazret-i Ebû Ubeyde, Şam’ın Cezire ile irtibatını keserek, haçlı ordusunun üzerine yüklendi. Kısa zamanda haçlı ordusunu perişan ederek büyük bir zafer daha kazandı.

Şam’da 639 senesinde, veba hastalığı salgın hâlde olup, çok Müslümanın ölümüne sebep olmuştu. Hazret-i Ebû Ubeyde de bu salgına yakalandı. Öleceğini anlayınca, orada hazır bulunanlara bir vasiyetinin olduğunu bildirdi. Vasiyetinde buyurdu ki:
- Namazınızı kılınız! Orucunuzu tutunuz! Sadakanızı veriniz! Haccınızı yapınız! Birbirinize iyilikte bulununuz! Âlimlere ve büyüklerinize itaat ediniz! Dünyaya aldanmayınız!

İnsanların en akıllısı Allahü teâlânın emirlerini yerine getirenlerdir. Hepinize Allahü teâlânın selâm ve rahmetini, lutuf ve bereketini niyâz ederim. Haydi yâ Mu’âz, cemâ’ate namazı kıldır!

Yemin ederim ki...
Bu sözleri söyledikten sonra gözlerini yummuş, yerine Mu’âz bin Cebel’i vekil etmişti. Vefât ettiğinde 58 yaşında idi.

Mu’âz bin Cebel hazretleri cemâ’ate bir hutbe okudu. Burada buyurdu ki:
- Yemin ederim ki, Ebû Ubeyde gibi, dinine bağlı, temiz ve merhametli insanlar çok azdır. Dünyaya hiç meyletmeyen, emrindekilere hep iyiliği ve birbirlerini sevmeyi emreden bu mübârek Ebû Ubeyde hazretlerine hakkınızı helâl edin ve duâ ediniz!

Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh, fazîlet timsâli bir zâttı. Allahü teâlânın emirlerinden dışarı çıkmazdı. Peygamber efendimize muhabbeti pek ziyâde idi. Resûlullah efendimizden aldığı bir emri yerine getirmek için, canını fedâdan çekinmezdi. Zühd ve takvâ sâhibi, pek merhametli idi.

Askerlerine ve tebaasına çok şefkatli idi. Hazret-i Ömer, Şam’a gittiği zaman, kendisini karşılayanlara, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sorduğunda, “Geliyor efendim” diyerek gelmekte olan Hazret-i Ebû Ubeyde’yi gösterdiler.

Sağlığında, Cennet ile müjdelenen iki büyük Sahâbî selâmlaştılar. Hazret-i Ebû Ubeyde, Hazret-i Ömer’e,
- Buyurunuz yâ Emîr-el-Mü’minîn, diyerek, onu evine götürdü.

Hazret-i Ömer, Ebû Ubeyde’nin evinin içini görünce buyurdu ki:
- Nerede senin eşyan? Burada bir keçe, bir kırba gibi şeylerden başka bir şey yok. Sen emîrsin, senin burada yiyecek bir şeyin yok mu?

Seni değiştirmedi
Hazret-i Ebû Ubeyde, ona bir zenbil getirerek, içinden birkaç lokma çıkardığında, Hazret-i Ömer ağlamaya başladı. Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki:
- Sen bizlere, “Kuşluk vakti dinlenmemize yetecek kadar şey bize kâfi” demiştin. Bu kadarı da bizim için kuşluk dinlenmesine kâfidir. Bunun üzerine iyice duygulanan Hazret-i Ömer, buyurdu ki:
- Ey kardeşim Ebû Ubeyde, dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi.

Bir defa Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Ubeyde’nin şahsına dört bin dirhem göndermiş ve bu parayı ona götürecek elçiye tenbih etmişti:
- Dikkat et, bakalım bu parayı ne yapacak?

Hazret-i Ebû Ubeyde, bu parayı aldıktan sonra, onu hemen askerleri arasında taksim etti. Elçi, geri dönünce hâdiseyi anlattığında, Hazret-i Ömer de buyurdu ki:
- Hamdolsun ki, Müslümanlar arasında böyle insanlar var.

Peygamberimizin huzuruna 630 senesinde, Necrân’dan bir Hıristiyan heyeti geldi. Uzun konuşmalardan sonra, Resûlullah efendimizin Peygamber olduğunu kabûl ettiler. Ve dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle beraber gönder, zekâtlarımızı, vergilerimizi ona verelim!
Peygamberimiz de yemin edip, buyurdu ki:
- Gâyet emîn bir kimseyi sizinle gönderirim.

Kalk yâ Ebâ Ubeyde!
Eshâb-ı kirâm, emîn olarak kimin şerefleneceğini merak ediyorlardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Kalk yâ Ebâ Ubeyde! Ümmetimin emîni işte budur!

Hazret-i Ebû Ubeyde bu müjdeye kavuşunca, sevincinden ağladı. Hazret-i Ebû Ubeyde vazifesini çok güzel yapmış, dönüşünde hazineyi altınla doldurmuştu. Dönüşünde Eshâb-ı kirâm onu karşılamaya çıktılar. Resûlullah efendimiz, Eshâbını bu hâlde görünce, gülümseyerek onlara buyurdu ki:
- Öyle sanıyorum ki, siz, Ebû Ubeyde’nin hayli dünyalıkla geldiğini duydunuz, onu sevinçle karşılıyorsunuz!
Onlar da, “Evet yâ Resûlallah” diye tasdik ettiler.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Sevininiz ve sizi sevindirecek ni’metleri bundan böyle her zaman umunuz! Vallahi bundan sonra, sizin fakir olacağınızdan korkmam. Fakat sizin için korktuğum bir şey varsa, o da, sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya ni’metlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılarak, onların birbirlerine haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi, sizin de birbirlerinize düşmeniz ve onların helâk oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.

Resûlullah efendimiz sahil tarafına bir sefer düzenleyip, Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı, emîr tayin etti. Bu sefere 300 Eshâb-ı kirâm katılmıştı. Hazret-i Câbir der ki:
Biz bu yola çıktık. Hazret-i Ebû Ubeyde mücâhidlere, yanlarında ne kadar erzak varsa getirmelerini emretti. Getirilen erzakı bir araya topladı ki, bu toplanan erzak, iki dağarcık hurmadan ibâretti.

Ebû Ubeyde, bu hurmadan hergün azar azar vererek bizi geçindiriyordu. Nihayet hurmalar tükenince, yokluğunun acısını tattık.

Bize de yediriniz!
Sonra deniz sahiline vardık. Bir de ne görelim? Deniz sahilinde kocaman bir balık bulunuyordu. Bunu, deniz sahile atmıştı. Ebû Ubeyde bize dedi ki:
- Bu deniz mahlûkunun etinden yiyiniz! Biz de yedik. Medîne’ye dönüp, Resûlullah efendimizin yanına geldiğimizde, bu vak’ayı arzettik. Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Azîz mücâhidler, yiyiniz! Allahü teâlâ onu denizden rızıklanmanız için çıkarmıştır. Yanınızda varsa bize de yediriniz!
Ve getirilen etten yediler.

Rum Kayseri Heraklius’un büyük ordularını perişan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri, zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak, Rumlara halîfe Hazret-i Ömer’in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da buyurdu ki:
Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halîfemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz! Sizi koruyacağız!

Malınıza, canınıza, ırzınıza kimse dokunmayacaktır! İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir!

Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız! Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.

Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim’e teslim ettiler. Bu arada Heraklius’un, bütün memleketinden asker toplayarak, Antakya’ya hücûma hazırlandığı haberi alınınca, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi.

Cizyeleri geri alın!
Bunun üzerine Ebû Ubeyde hazretleri, şehirde memurların şöyle başırmalarını emretti:

Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halîfenin emri üzerine, Heraklius ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâle gelip, cizyelerinizi geri alın! İsimleriniz ve verdikleriniz, defterimizde yazılıdır.

Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar Müslümanların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar.

Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu da seve seve Müslüman oldu. Kendi arzûları ile, Rum ordularına karşı İslâm askerine câsusluk yaptılar.

Hazret-i Ömer, Ebû Ubeyde hazretlerini çok severdi. Hattâ bir gün Hazret-i Ömer arkadaşlarına sordu:
- Allahü teâlânın dînine hizmet için ne isterdiniz?

Birisi hizmet için ev dolusu altın, bir başkası da mücevher istedi. Onlar da Hazret-iÖmer’e sordular:
- Sen ne isterdin?
Hazret-i Ömer de şöyle buyurdu:
- Ben de Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi emin arkadaşlarımın olmasını isterdim. Bunlar ile dînin yayılmasına hizmet ederdim.

Şam’ın fethinde, Müslümanların, tarihin şeref levhasına geçmesine sebep bir olay olmuştur. İslâmiyeti kendilerine ezeli düşman gören Batı için, ibretlik vesîkalardan biri olan bu olay, şöyle meydana geldi:

Şam’ın fethinde, Hâlid bin Velid hazretleri, şehrin bir tarafından girdi. Kendisine karşı koyulduğu için, kılıç kullanarak şehirde ilerliyordu. Hedefi, o zaman için şehrin en büyük kilisesi olan şimdiki Câmi-i Emevî idi.

Aynı anda kiliseye girdiler
Şehrin diğer tarafından da, Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerinin komutasındaki askerler ilerliyordu. Fakat, buradaki halk kendisine karşı koymuyordu. Bunun için rahat bir şekilde kılıç kullanmadan ilerliyorlardı. Tabiî ki, bunun ilk hedefi de, şehrin en büyük kilisesi idi.

Müslümanlar, İslâm şehri olduğunun simgesi olarak, kılıç zoru ile aldıkları şehrin en büyük kilisesini câmiye çevirir, diğer kiliselere dokunmazlardı. İstanbul’un fethinde olduğu gibi.

Bu iki büyük kumandan, aynı anda iki ayrı kapıdan bu kiliseye girdiler. Ve kilisenin ortasında birbirleri ile karşılaştılar.

Bu büyük zaferden dolayı, birbirlerini tebrik için kucaklaştılar. Hâlid bin Velid hazretleri, kilisenin câmiye çevrilmesini istedi. Bu teklife, Hazret-i Ebû Ubeyde karşı çıktı:
- Yâ Hâlid! Bilmez misin, sulh, barış yolu ile alınan şehrin kiliselerine dokunulmaz!
- Fakat ben kılıç kullanarak buraya geldim.
- Ben ise kılıç kullanmadım, barış yolu ile buraya kadar geldim.
- Peki o zaman ne yapacağız yâ Ebâ Ubeyde?
- Kilisenin yarısı yine kilise olarak kalacak, diğer yarısı câmiye çevrilecek! Çünkü, kilisenin yarısı kılıç zoruyla, diğer yarısı sulh yoluyla alındı.

O meşhur Bizans generallerini karşısında heybetinden titreten Hâlid bin Velid’in, karara en ufak bir şekilde bile tepkisi olmadı. Hattâ, Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerine teşekkür etti.

Yarısı câmiye çevrildi
Bu hâdiseden sonra, kilisenin yarısı câmiye çevrildi. Melik bin Mervan zamanına kadar bu böyle devam etti. Mervan kilisenin tamamını câmiye çevirdi. Hıristiyanlar mecburen buna râzı oldular.

Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri, sağ iken, Cennet ile müjdelenen on Sahâbîden biridir. “Ümmetin Emîni” lâkabıyla övülen yüce Sahâbînin asıl ismi, Âmir bin Abdullah bin Cerrâh’tır. Bütün gazâlarda bulundu. Çok kahraman idi.

Sevgili Peygamberimizin yanında bütün gazâlarda bulundu. Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfleriyle şereflendi:
- Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali Cennettedir. Talha Cennettedir. Zübeyr Cennettedir. Abdurrahman İbni Avf Cennettedir. Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennettedir. Sa’îd İbni Zeyd Cennettedir. Ebû Ubeyde ibnil Cerrâh Cennettedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:45:03
Hasan bin Ali  

Cennet gençlerinin efendisi.

Peygamber efendimizin, "Cennet gençlerinin seyyidi, efendisidir" buyurduğu, torunu Hazret-i Hasan, 625 senesinin Ramazan ayının ortasında doğdu. Peygamber efendimiz, kulağına ezan ve ikamet okuyup, ismini Hasan koydu. Doğumunun yedinci günü akika olarak iki tane koç kesti. Saçını da kestirip, ağırlığınca gümüş sadaka verdi.

Hep onu tutuyorsunuz
Âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizin terbiyesiyle yetişip, büyüyen Hazret-i Hasan, mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Peygamberimiz, Hazret-iHasan'ı çok sever, ona şefkatle muamele ederdi.

Bir defasında Hazret-i Hasan, kardeşi Hazret-i Hüseyin ile Resulullahın huzurunda güreşiyorlardı. Resulullah efendimiz, Hazret-i Hasan'ı teşvik buyurdular. Anneleri Fatıma-tüz-Zehra, babasına dedi ki:
- Ya Resulallah! Hasan büyüktür, hep onun tarafını tutuyorsunuz. Hâlbuki küçüğe yardımcı olmak daha uygun değil midir?

Bunun üzerine buyurdular ki:
- Ya Fatıma! Cebrail aleyhisselam, Hüseyin'e yardım ediyor.

Ebu Eyyûb-el-Ensarî, Hasan ile Hüseyin'in, Resulullahın huzurunda oynadıkları sırada huzurlarına girince dedi ki:
- Ya Resulallah! Sen bunları çok mu seviyorsun?
Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Nasıl sevmem. Bunlar benim dünyada öpüp, kokladığım iki reyhanımdır.

Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre, birgün Resulullah efendimiz Hazret-i Hasan'ı kucağına oturtmuştu. O da mübarek sakallarıyla oynuyordu. Resulullah efendimiz üç defa buyurdu ki:
- Ben bunu çok seviyorum. Sen de sev! Onu sevenleri de sev!

Hazret-i Hasan henüz akıl ve baliğ olmadan Resulullaha biat eden çocuklardandı. Sekiz yaşına geldiği zaman, 632'de, önce dedesi, sonra da annesi Fatıma-tüz-Zehra vefat edince, yetim kaldı. Bundan sonra da babası Hazret-i Ali'nin terbiyesinde büyüdü.

Abdullah bin Sebe taraftarları fitne çıkarıp, Hazret-i Osman'ın evini sardıkları zaman, onun imdadına gitti. Babasının şehit olmasından sonra, altı ay halifelik yaptı.

Hazret-i Hasan daha küçük yaştayken, Resulullah efendimizin; “Bu oğlum seyyiddir. Ümit ederim ki, Allahü teâlâ onun vasıtasıyla iki tarafın arasını bulur” hadis-i şerifine mazhar oldu.

Cennet gençlerinin büyüğü
Hazret-i Hasan, zevcesi Cade binti Eşas tarafından, 669 senesinde zehirlenerek şehit edildi. Cenaze namazını Said bin As kıldırdı. Kardeşi Hazret-i Hüseyin tarafından Medine-i münevveredeki Bakî kabristanlığına defnedildi.

Hazret-i Hasan hakkında sevgili Peygamberimiz; “Hasan ile Hüseyin, cennet gençlerinin büyüğüdür. Babaları onlardan efdaldir” buyurdu.

Hazret-i Hasan oniki imamın ikincisidir. Birincisi Hazret-i Ali'dir. Vilâyet yolunda bütün velîlere feyz ve ihsanlar, bu oniki imam vasıtasıyla gelir.

Onbeş erkek ve sekiz kız evladı olan Hazret-i Hasan'ın soyundan gelenlere Şerif denir. Resulullah efendimizin soyu, Hazret-i Hasan ve kardeşi Hazret-i Hüseyin'in çocukları ile devam etmiştir.

Peygamber efendimiz birgün Hasan, Hüseyin, Fatıma ve Ali’yi, abası altına alıp, Ahzâb suresinin 33. ayetini okuyup; "Ey ehl-i beytim! Allahü teâlâ sizlerden ricsi, her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor" buyurduktan sonra, şunları ilave ettiler: “Allahım! Benim ehl-i beytim bunlardır!”

Her müslümanın sevmesi lazım gelen ehl-i beytten olan Hazret-i Hasan, beyaz ve güzel yüzlü olup, yüzü Resulullaha çok benzeyen yedi kişiden birisidir. Resulullah efendimize ondan daha çok benzeyen kimse yoktu.

Resulullaha benziyor
Birgün Hazret-i Ebu Bekir, ikindi namazını kıldıktan sonra, yolda oynayan Hazret-i Hasan’ın yanına gitti. Onu omuzlarına aldı. Hazret-i Ali’ye buyurdu ki: - Ya Ali! Sana değil de, tamamen Resulullah efendimize benziyor.

Bunun üzerine, Hazret-i Ali tebessüm etti.

Hilm, yani yumuşaklık, rıza, sabır ve kerem, yani cömertlik sahibiydi. İki defa her şeyini Allah rızası için dağıttı.

Bir kişinin, münacatında; “Ya Rabbî! Bana on bin altın ihsan eyle!” dediğini işitince, aceleyle evine gitti ve adamın münacatında istediğini gönderdi.

Bol sadaka verirdi. Alış-verişlerinde pazarlık eder, ucuz almaya çalışırdı. Kendisine dediler ki:
- Bir günde binlerce dirhem sadaka veriyorsun da bir şey satın alırken niçin uzun uzun pazarlık edip yoruluyorsun?
- Verdiklerimi Allah rızası için veriyorum. Ne kadar versem yine azdır. Fakat alış-verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır.

Aldığı bir hediyeye değerinden fazla karşılık verirdi. Yirmibeş kere yaya olarak hacca gitti. Birgün Abdullah bin Zübeyr ile yola çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler. Abdullah bin Zübeyr dedi ki:
- Ağaçta hurma olsaydı, iyi olurdu.

Hazret-i Hasan, sessizce duâ etti. Bir ağaç hemen yeşerip hurma ile doldu. Orada bulunanlar; “Bu sihirdir” dediler. Hazret-i Hasan buyurdu ki:
- Hayır, sihir değil, Resulullahın torununun kabul olan duâsı ile cenab-ı Hak yaratmıştır.

Hazret-i Hasan, kızına ve yeğenlerine nasihat eder; “İlme çalışınız! Ezber zorunuza gidiyorsa, yazınız ve evlerinize götürünüz” buyururdu.

Aslında ben bilmiyormuşum
Hazret-i Hasan ve Hüseyin birgün çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyarın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, “Böyle abdest sahih olmaz” demeye sıkıldılar. Yanına giderek dediler ki:
- Mübarek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz. Birer abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildirir misiniz?

Önce Hazret-i Hasan, sonra Hazret-i Hüseyin güzel bir abdest aldılar. Aldıkları abdest tamamen birbirinin aynıydı. İhtiyar, dikkatle baktı ve sonra dedi ki:
- Evlatlarım! Aldığınız abdestin birbirinden hiçbir farkı yok. Aslında ben abdest almasını bilmiyormuşum. Abdest almasını şimdi sizden öğrendim.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:45:55
Hüseyin bin Ali

Cennet gençlerinin seyidi.

Ümm-i Hâris hazretleri anlatır:
Birgün Resulullahın huzuruna varıp, bir rüya gördüğümü ve çok korktuğumu arzettiğim zaman, buyurdular ki:
- Ne gördün?
- Sizin vücudunuzdan bir parça kestiler, benim yanıma eklediler.
- İyi görmüşsün, Fatıma'nın bir oğlu olacak ve senin yanında kalacaktır.

Beraber mescidden çıktılar
Bir müddet sonra, Hazret-i Hüseyin dünyaya geldi. Resulullah her sabah namazını kıldıktan sonra, mübarek yüzünü eshab-ı kirama çevirirlerdi. Üzüntülü kimseler yüzünü görseler, mesrur olurlardı. O gün sabah namazından sonra, yüzlerini döndürmeden, Hazret-i Ali'yi çağırdılar. Beraber mescidden çıktılar. Eshab-ı kiram nereye, niçin gittiklerini anlayamadılar. Tekrar dönerler diye oturdular. İkisi Hazret-i Fatıma'nın evine gittiler.

Peygamberimiz Hazret-i Ali'ye, kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emretmişlerdi. Hazret-i Hüseyin doğmuş, melekler tebrik etmek için gelmişlerdi. Hazret-i Ebu Bekir duramayıp, Hazret-i Ali'nin evine gitti. Sonra Hazret-i Ömer, sonra Hazret-i Osman ve bütün eshab-ı kiram Hazret-i Ali'nin evine gittiler.

Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ali'den, Resulullahın nerede olduğunu sordu. Hazret-i Ali, içerde olduklarını bildirince, Hazret-i Ebu Bekir buyurdu ki:
- İzin verirsen, ben de gireyim.
- Allahın Resulü meşguldür.
- Benim içeri girmememi sana emretti mi?
- Hayır, yalnız dörtyüzyirmidörtbin melek geldi.

Hazret-i Ebu Bekir hayret edip, durdu. Bir müddet sonra, Resulullah dışarı çıkıp, herkesin içeri girmesini emrettiler. Eshab-ı kiram içeri girdiler. Hazret-i Ali'nin meleklerin sayısındaki sözü söylendi. Resulullah efendimiz Hazret-i Ali'ye sordular:
- Meleklerin sayısını nasıl bildin?
- Melekler grup grup geliyorlardı. Herbiri bir dil ile konuşurlardı ve sayılarını bildirirlerdi.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Allah aklını ziyade etsin ya Ali!

Cennet gençlerinin efendisi
Resulullah efendimiz Hazret-i Hüseyin doğduğu zaman, kulağına, (O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir) diye seslenmişlerdi.

Hazret-i Üsame bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselamı gördüğünü ve Onun, (Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır. Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev) buyurduğunu rivayet etmektedir.

Bir defasında da, (Hüseyin benden, ben Hüseyin'denim, Allahü teâlâ Hüseyin'i seveni sever) buyurmuştu.

Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde, ehl-i beyte, mealen buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ, sizlerden ricsi, yani her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.)

Bu ayet-i kerime gelince, eshab-ı kiram sordular.
- Ya Resulallah! Ehl-i beyt kimlerdir?

Benim ehl-i beytim
O esnada, Hazret-i Ali geldi. Mübarek hırkasının altına aldılar. Fatıma-tüz-Zehra da geldi. Onu da yanına aldılar. İmam-ı Hasan geldi. Onu da bir yanına, sonra gelen İmam-ı Hüseyin'i de öbür tarafına alarak buyurdular ki:
- İşte bunlar, benim ehl-i beytimdir.

Bu ayet-i kerime ve ilgili hadis-i şerifler, Resulullahın iki mübarek torununu sevmenin şart olduğunu belirtmektedir.

Hazret-i Hüseyin buyurdu ki:
Birgün yüksek dedemin huzuruna varmıştım. Übey bin Kâb da orada idi. Bana, "Merhaba, ey Ebu Abdullah, ey göklerin ve yerin süsü" diye hitap ettiler. Übey bin Kâb hazretleri dedi ki:
- Ya Resulallah! Gökler ve yer için, senden başka süs var mıdır?

Resulullah bunun üzerine buyurdular ki:
- Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için, Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyade süs, göklerin tabakalarıdır.

Birgün Hazret-i Hüseyin, Resulullah efendimizin yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Hava yağmurlu idi. Resulullah efendimiz duâ buyurdu. Hazret-i Hüseyin eve gidinceye kadar, yağmur ara verdi.

Birgün Resulullah efendimiz, Hazret-i Hüseyin'i sağ dizine, oğlu İbrahim'i sol dizine aldı. Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki:
- Hak teâlâ, bu ikisinden birini alacaktır. Sen birini seç!

Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Eğer Hüseyin vefat ederse, benim canım yandığı gibi, Ali'nin ve Fatıma'nın da canları yanar. Eğer İbrahim giderse, en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü, onların üzüntüsüne tercih ediyorum.

Üç gün sonra oğulları İbrahim vefat etti.

Resulullah efendimiz, Hazret-i Hüseyin yanına her gelişinde, onu öper ve buyururdu ki:
- Selamet ve saadet o kimseye ki, oğlum İbrahim'i ona feda ettim.

Hazret-i Hüseyin'in ilk çocukluğu Resulullah efendimizin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu hâl, çok sürmedi. Zira Peygamber efendimiz vefat ettiler. Hazret-i Hüseyin, bundan sonra ilmini ve edebini babasının yanında tamamladı.

Etrafını aydınlatırdı
Hazret-i Hüseyin'in yüzü, karanlık gecede etrafını aydınlatırdı. Yaya olarak yirmibeş defa hacca gitti. Beraberindekiler bineklere binse de, kendisi binmezdi. Çok cömert idi. Buyurdular ki:
- Cömert, efendi olur; cimri, hor olur. Bu âlemde bir mümin kardeşinin iyiliğini, kendinden önce düşünen, öbür âlemde daha iyisini bulur.

Eshab-ı kiramdan Hazret-i Dıhye, devamlı ticaret için sefere gider gelirdi. Çok güzel yüzlü idi. Cebrail aleyhisselam çok defa Resulullahın huzuruna Dıhye şeklinde gelirdi. Birgün Cebrail aleyhisselam Fahr-i âlem hazretlerinin huzurunda bulunuyordu.

Dıhye, dedemizin yanında
O zaman henüz küçük olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'den biri, Cebrail aleyhisselamı gördü. Hemen kardeşinin yanına koşarak dedi ki:
- Dıhye, dedemizin yanında oturuyor, haydi gidelim.

Koşup mescide girdiler. Cebrail aleyhisselamın dizlerine oturdular. Ellerini Cebrail aleyhisselamın koynuna soktular. Resulullah efendimiz, torunlarının bu hareketini görünce hicâb edip, mâni olmak istedi. Cebrail aleyhisselam, Resulullahın mahcup olduğunu görünce, dedi ki:
- Ya Resulallah! Niçin sıkılıyorsunuz? Fatıma teheccüd namazını kılarken, Hak teâlâ beni gönderir, bunların beşiklerini sallardım. Böylece Hazret-i Fatıma rahatça namazını kılardı. Bazan da bunların anneleri namazdan sonra uyurken, bunlar ağlardı. Hak teâlâ yine beni gönderir, anneleri uyanmasın diye, beşiklerini sallardım, ağlamazlardı. Çocukların bu hareketini bana karşı edepsizlik saymayın. Bunların yanıma gelip, ellerini koynuma sokmalarında bir mahzur yoktur.

Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey kardeşim Cebrail! Şimdi bir şey yapmadılar. Daha ileri giderler endişesiyle mâni oldum. Çünkü, eshabımdan Dıhye isminde birisi vardır. Çok kere sefere çıkar. Her dönüşünde bunlara hediye getirir. Sizi Dıhye zannedip, ellerini koynunuza soktular.

Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, “Ya Rabbi! Beni Habibinin yanında utandırma” diye duâ etti.

Oturduğu yerden ellerini cennete uzattı. Bir yeşil salkım üzüm, bir kırmızı nar eline geldi. Hazret-i Hasan üzümü, Hazret-i Hüseyin de narı aldı. Bunları yerlerken, bir dilenci gelip dedi ki:
- Ey ehl-i beyt! O üzüm ve nardan bana da verir misiniz?

Resulullahın yüksek yaratılışlı torunları, dilenciye vermek istediklerinde, Cebrail aleyhisselam mâni olarak dedi ki:
- Ya Resulallah! O dilenci şeytandır. Cennet meyveleri ona haram iken, hile ile ondan yemek istedi.

Kerbela'da şehit oldu
Hazret-i Hüseyin hep babasının yanında idi. Babası şehit olunca, Medine'ye geldi. Yezîd'e biat etmedi. Kufeliler kendisini çağırıp halife yapmak istedi. Kardeşi Muhammed bin Hanefiyye, İbni Ömer, İbni Abbas ve daha nice eshab-ı kiram mâni oldular ise de, kabul etmeyip yetmişiki kişi ile Mekke'den Irak'a yola çıktı.

Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir ordu gönderdi. Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp etti. 681 yılında Muharremin onuncu günü Kerbela'da şehit oldu. Yezîd bunu duyunca, çok üzüldü. “Allah İbni Mercane'ye (ibni Ziyad'a) lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi. Böylece beni kötü tanıttı” dedi. Hazret-i Hüseyin'in mübarek oğlu Zeynelabidin küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve İmamın mübarek başı ile Şam'a gönderildi. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanında medfundur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:46:53
Aişe-i Sıddıka

Peygamberimizin hanımlarından.

Hazret-i Aişe validemiz, küçük yaşta iken okuma-yazma öğrenmiş olup, çok zekî ve kabiliyetli idi. Her bir hâdise üzerine hemen bir şiir söylemesi, onun zekâsına bir delildir. Öğrendiği ve ezberlediği bir şeyi katiyen unutmazdı. Çok akıllı, zekî, âlime, edibe ve afife ve saliha idi.

Üç gece rüyada gördüm
Resulullah efendimiz Hazret-i Hadice'nin vefatından sonra, ikinci defa olarak, Hazret-i Ebu Bekir'in kızı Hazret-i Aişe'yi nikahladı, fakat düğünü yapılmadı. Peygamberimizin Hazret-i Aişe ile evlenmelerinde en önemli husus, nikah akdinin Hazret-i Peygamberin arzusuyla değil, Allahü teâlânın emri ile olmasıdır. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Peygamberimiz Hazret-i Aişe'ye şöyle buyurdu:
- Seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek ipek kumaşa sarmış “Bu senin hanımındır” dedi. Ben de yüzünü açtım ve “Eğer Allah tarafından ise cenab-ı Hak imza eylesin” dedim. [Yani eğer rüya Rahmânî ise Allahü teâlâ müyesser kılsın demektir.]

Resulullah efendimiz Medine'ye hicret ettiği zaman, ev halkını Mekke'de bırakmıştı. Medine'yi şereflendirince, Ebu Rafiî ile azatlı kölesi Zeyd bin Hârise'yi, iki deve ve ihtiyaçları olabilecek şeyleri satın almak üzere 500 dirhem harçlıkla Mekke'ye gönderdi.

Hazret-i Ebu Bekir de Abdullah bin Ureykıt'ı iki deve ile onların yanına katıp, hanımı Ümm-i Ruman ve kızı Hazret-i Aişe ile kızkardeşi Esma'yı develere bindirerek göndermesini, oğlu Abdullah'a mektup yazarak emretti. Hazret-i Aişe, annesi Ümm-i Ruman ve Resulullahın kerimeleri kafile olarak yola çıktı. Kubeyd mevkiinde Hazret-i Zeyd 500 dirhemle üç deve daha satın aldı. Kafileye Talha bin Ubeydullah da katıldı. Mina mevkiinden Beyda denilen yere ulaştıkları zaman, Hazret-i Aişe'nin devesi kaçtı. Hazret-i Aişe buyuruyor ki:
“Devem kaçtı. Ben devenin üstünde mahfe'nin içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem, “Eyvah kızcağızım, eyvah gelinciğim” diyerek çırpınıyordu. Allahü teâlâ devemize sükûnet verdi ve bizi kurtardı. Nihayet Medine'ye geldik. Ben Hazret-i Ebu Bekir'in ev halkı ile birlikte indim.”

Birer oda yapıldı
O zaman Mescid-i Nebevî ve etrafındaki odalar yapılmıştı. Mescid-i şerif yapılırken, Peygamberimizin hanımları Hazret-i Aişe ve Sevde için birer oda yapıldı. Sonra, ihtiyaç oldukça bir oda yapılarak, adetleri dokuz oldu. Odalar, Arap âdeti üzere, hurma dalından idi. Üstleri kıldan keçe ile örtülü idi.

Odalar mescidin cenup, şark ve şimâl taraflarında idi. Kerpiçten yapılmış olanı da vardı. Çoğunun kapısı mescide açılırdı. Tavanlarının yüksekliği, orta boylu insan boyundan bir karış fazla idi. Hazret-i Fâtıma ile Hazret-i Aişe'nin odaları arasında kapı vardı.

Mekke'den gelen Resulullahın ev halkı, kendi odalarının önünde indi. Hazret-i Aişe validemiz, Hazret-i Ebu Bekir'in evinde bir müddet ikâmet buyurdular. Hazret-i Ebu Bekir birgün Resulullaha şöyle arzetti:
- Ya Resulallah, ehlinle evlenmekten seni alıkoyan nedir?

Hastalığı bol yerdi
Bunun üzerine Resulullah efendimiz, gerekli hazırlıkları yaparak, Hazret-i Aişe ile, nikahlarının vuku bulduğu Şevval ayında evlendiler.

Hazret-i Aişe validemiz buyuruyor ki:
“Medine'ye hicret edip geldiğimiz zaman, burası, hastalığı bol olan bir yer idi. Bütün eshab-ı kiram hastalığa tutuldular. Bu hastalıktan, ancak Resulullah efendimiz, Allahü teâlânın korumasıyla kurtuldu."

Hazret-i Aişe de hastalandı. Peygamberimiz Hazret-i Aişe'ye, “Sende gördüğüm nedir” diye sorunca, Hazret-i Aişe şu cevabı verdi:
- Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah, hummadır. Allah onu kahretsin.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Hayır, ona kötü söyleme! O, vazifelidir. İstersen sana bir duâ öğreteyim. Onu okuduğun zaman, Allahü teâlâ onu senden giderir.
Hazret-i Aişe de, “Öğret ya Resulallah” dedi.
Peygamber efendimiz duâyı öğretince, humma geçti.

Hazret-i Aişe validemiz, Medine'de, Resulullahın gazalarına katılmış diğer sahabî hatunları gibi, yaralıların tedavisi ve bakımıyla meşgul olmuş, büyük hizmetler görmüştür. Cephelerde eline kılıç alıp, çarpışmayı istemiş ise de, Resulullah efendimiz buna müsaade buyurmamıştır. Mesela Uhud günü, Peygamber efendimiz yaralanmış, mübarek yüzü müşriklerin attığı taşla yaralanıp, kan içinde kalmıştı.

Hazret-i Fâtıma validemiz, Resulullahın mübarek yüzünü yıkamış, kan durmayınca, yünden hasır yakmış ve külünü âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimizin mübarek yüzüne basarak, kanı durdurmuştu.

Arkalarında su taşıyorlardı
Hazret-i Aişe validemiz de sırtında yiyecek ve içecek su taşı*** Uhud'a gelmişti. Hazret-i Aişe ve Ümm-i Süleym kırba ile su taşıyorlar, Hamne ise susuzlara su veriyordu. Enes bin Malik diyor ki:

"Uhud gazasında müslümanlar bozulup, Resulullahın yanından dağıldıkları zaman, Hazret-i Aişe ile Ümm-i Süleym'i gördüm. Arkalarında kırbalarla koşa koşa su taşıyorlar, yaralıların ağızlarına boşaltıyorlardı. Kırbaları boşaldıkça koşarak gidiyorlar, doldurunca koşarak gelip, yine yaralılara su veriyorlardı.”

Kadınların Uhud savaşına katılmasına müsaade edilmesinin sebebi, yaralıları tedavi için idi.

Hazret-i Aişe, Müreysi gazasına katılmış ve bu gazada bazı münafıkların çıkardığı bir iftiraya maruz kalmış, bunun üzerine Allahü teâlâ Nur suresinde 17 ayet-i kerime göndererek, onun temizliğini bildirdi. Hazret-i Aişe buyurdu ki:
"Resulullahın ilk hastalığı, Hazret-i Meymune'nin evinde oldu. O gün Resulullahın Hazret-i Meymune'ye uğradığı gündü. Burada Resulullahın hastalığı arttı. Diğer ezvac-ı tahirat gelerek Resulullahın hizmetine koyuldular. Peygamberimiz de buyurdular ki:
- Ey benim zevcelerim, mâzur görün, takatım yoktur ki, evlerinizi dolaşayım. İzin verirseniz Aişe'nin evine gideyim, bana orada hizmet edersiniz.

Hazret-i Aişe'nin odasına gitti
Resulullah efendimiz Hazret-i Abbas ve Hazret-i Ali'nin omuzlarına dayanıp, benim odama geldiler. Döşeğe yattılar. Bu odada mübarek başı, göğsümde olduğu hâlde vefat ettiler."

Resulullahın vefatından sonra da, eshab-ı kiramın, Hazret-i Aişe validemize hürmetleri, ikramları ve izzetleri çok fazla idi. Hatta bu hususta Hazret-i Ömer, bunda o derece ileri gitti ki, Hazret-i Aişe, "Resulullahın vefatından sonra Hazret-i Ömer bana çok iyilik etti. Ya Rabbi, bundan böyle, beni, onun ihsan ve iyilikleri için ayakta tutma" buyurdu.

Hazret-i Aişe validemiz, Hazret-i Osman zamanında da din-i İslâmı öğretmekle meşgul oldu. Hazret-i Aişe müctehid idi. Bütün İslâm ilimlerinde çok büyük derecesi vardı. Bilhassa kadınlara mahsus hâllere dair fıkhî hükümler kendisinden sorulurdu. Çünkü Hazret-i Aişe, hem müminlerin annesi, hem de dinlerini öğrenecekleri bir müftî müctehid idi. Ayet-i kerime ile medh ve sena olundu. ^Alim, edip, çok akıllı ve üstad idi. Çok fasih ve beliğ konuşurdu.

Aişe-i Sıddıka hazretlerinin faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çoktur. Eshab-ı kirama fetva verirdi. Âlimlerin çoğuna göre, fıkıh bilgilerinin dörtde birini Hazret-i Aişe haber vermiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
- Dininizin üçte birini Humeyra'dan öğreniniz!

Resulullah efendimiz, Hazret-i Aişe'yi çok sevdiği için, ona "Humeyra" derdi.

Aişe hakkında, beni incitmeyiniz!
Eshab-ı kiramdan ve tâbiînden çok kimse, Hazret-i Aişe'den işittikleri hadis-i şerifleri haber vermişlerdir. Ürvet übnü Zübeyr hazretleri buyuruyor ki:
"Kur'an-ı kerimin manalarını ve helal ve haramları ve Arap şiirlerini ve nesep ilmini Hazret-i Aişe'den daha çok bilen kimse görmedim."

Eshab-ı kiram, hediyelerini, Resulullaha, Aişe'nin evinde getirip, böylece sevgisini kazanmak için yarışırlardı. Zevceler, iki grup idi. Aişe tarafında Hafsa, Safiyye, Sevde vardı. İkincisi, Ümm-i Seleme ve ötekiler idi. Bunlar, Ümm-i Seleme'yi Resulullaha gönderip, "Eshabına emir buyursanız da, hediye getirmek isteyen, hangi zevce yanında iseniz, oraya getirse" dediklerinde, Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Beni, Aişe hakkında incitmeyiniz! Cebrail bana yalnız Aişe'nin yanında iken geldi.

Ümm-i Seleme de dediğine pişman olup, tevbe ve af diledi.

Resulullah efendimiz bir defasında, kızı Hazret-i Fâtıma'ya buyurdu ki:
- Ey kızım, benim sevdiğimi, sen sevmez misin?

Hazret-i Fâtıma'nın, “Elbet severim” demesi üzerine, yine buyurdular ki:
- O hâlde, Aişe'yi sev!

En çok kimi severdi?
Resulullah efendimiz, Hazret-i Aişe'yi çok severdi. Resulullaha, “En çok kimi seviyorsun” denildiğinde buyurdular ki:
- Aişe'yi.
"Erkeklerden kimi" dediklerinde, buyurdu ki:
- Aişe'nin babasını.

Yani, en çok Hazret-i Ebu Bekir'i sevdiğini bildirdi.

Hazret-i Aişe'ye sordular ki:
- Resulullah efendimiz en çok kimi severdi?
- Fâtıma'yı severdi.
- Erkeklerden en çok kimi severdi?
- Fâtıma'nın zevcini.

Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, Hazret-i Aişe'yi, çocukları arasında Hazret-i Fâtıma'yı, Ehl-i beyti arasında. Hazret-i Ali'yi, eshabı arasında ise, Hazret-i Ebu Bekir'i en çok severdi.

Hazret-i Aişe buyuruyor ki: “Birgün Resulullah efendimiz, mübarek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:
- Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?
Ben de, "Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim” dedim.

Bunun üzerine, Resulullah efendimiz kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:
- Ya Aişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.

Kıyamet gününde insanlar
Yani, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, buyurdu. Hazret-i Aişe'nin mübarek alnından öpmesi, Resulullahı severek, onun cemalini anlayarak gördüğü için, aferin ve takdir olmaktadır.

Birgün Peygamber efendimiz, kıyamet gününden bahisle Hazret-i Aişe'ye buyurdu ki:
- Kıyamet gününde insanlar elbisesiz olarak haşredilecektir.
- Erkekler de kadınlar da böyle mi olacak?
- Evet.
- O zaman birbirlerine bakmayacaklar mı?
- Ey Aişe, o gün insanlar meşguliyetlerinden birbirlerine bakmaya zaman bulamayacaklardır. Gözleri göğe dikilmiş olarak kırk sene öylece kalacaklardır. Yemeyecek, içmeyeceklerdir. Şiddetli terliyecekler. Kiminin terinden biriken su, ayaklarını örtecektir. Kiminin de dizlerine, kiminin de karnına kadar yükselecektir. Kiminin de tepesine kadar çıkacaktır.

Musa bin Talha diyor ki:
- Hazret-i Aişe'den daha fasih, düzgün konuşanı görmedim. Resulullahı metheden şu manada bir şiir söylemiştir:

“Mısırdakiler, Onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yusuf aleyhisselamın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani, bütün mallarını, Onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zeliha'yı kötüleyen kadınlar, Onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”

Allahü teâlânın nimetleri
Hazret-i Aişe, kendisinin, Peygamberimizin diğer hanımlarının hepsinden daha üstün olduğunu söyleyerek, Allahü teâlânın nimetlerini sayar, övünürdü. Bunlardan da bazıları şunlardır:

1- Resulullah efendimiz, beni istemeden önce, Cebrail aleyhisselamın benim suretimi getirip, kendisine gösterdiğini ve, “Bu senin zevcendir” dediğini söylerdi.

2- Resulullahın zevceleri içinde, koca görmeden Resulullah ile evlenen, benden başka olmamıştır.

3- Resulullahın zevceleri içinde, yalnız benim yanımda iken vahiy geldi. Resulullah efendimiz, bazı zevcelerine, “Aişe'yi üzerek, beni incitmeyiniz! Biliniz ki, onun yanında bana vahiy gelmektedir” buyurmuştu.

4- Resulullahın zevceleri arasında, benden başka hiçbirinin hem babası, hem de annesi hicret etmiş değildir.

5- Allahü teâlâ benim hakkımda berât ayetini nâzil eyledi.

6- Resulullah vefat ederken, mübarek başları benim göğsümde idi.

7- Resulullah benim odamda vefat etti.

8- Benim odam Resulullahın türbesi olmuştur.

Resulullahı teselli ederdi
Hazret-i Aişe validemiz, Resulullahın rızasına kavuşmak için, gecesini gündüzüne katardı. Onu birazcık üzgün görse, teselli etmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Hatta Resulullahın akrabalarını da gözetir, onlara karşı da her türlü iyiliği yapardı.

Hazret-i Aişe buyuruyor ki:
"Günde ikinci defa yemek yiyordum. Resulullah efendimiz görünce buyurdu ki:
- Ya Aişe! Yalnız mideni doyurmak, sana, her işten daha tatlı mı geliyor? Günde iki kere yemek de israftandır. Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez.”

Hâdimî hazretleri, burayı şöyle açıklıyor: “Resulullah efendimiz Hazret-i Aişe'nin ikinci yemeği, acıkmadan yediğini anlayarak böyle buyurmuştur. Yoksa, kefaretler için, günde iki kere yedirmek lazım olduğu meydandadır.”

Resulullahın vefatından sonra, Hazret-i Aişe'ye, yemek yiyip yimediğini sordular. “Hiçbir zaman doyasıya yemedim” buyurdular ve ağladılar.

Hazret-i Aişe buyurur ki: “Peygamber efendimizin karnı hiçbir zaman yemek ile doymamıştır. Bu hususta hiç kimseye yakınmamıştır. İhtiyaç içinde olmak, onun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan kıvransa bile, Onun bu durumu, gündüz orucundan onu alıkoymazdı.

Tahammül gösterdiler
İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün bütün hazinelerini, meyvelerini ve refah hayatını isterdi. And olsun ki, Onun, o hâlini gördüğüm zaman acırdım ve ağlardım. Elimle karnını sıvazlardım ve derdim ki:
- Canım sana feda olsun! Sana güç verecek, şu dünyadan bazı menfaatler, yiyecek ve içecekler temin etsem olmaz mı?

Bunun üzerine bana buyururdu ki:
- Ey Aişe, dünya benim neyime! Ulul'azm olan peygamber kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler, Rablerine kavuştular. Bu sebeple Rableri, onların kendisine dönüşlerini çok güzel bir şekilde yaptı, sevaplarını artırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan hayâ ediyorum. Çünkü böyle bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara katılmaktır.

Bu sözlerinden sonra fazla zaman geçmedi, bir ay kadar sonra vefat ettiler."

Peygamber efendimiz Hazret-i Aişe'ye birçok tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:

"Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Ey Aişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan uyuma:

1- Kur'an-ı kerimi hatim etmeden,

2- Benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavuşmadan,

3- Müminleri kendinden hoşnut etmeden,

4- Hac etmeden.

Ondan kolay ne var?
Resulullah efendimiz bunları söyledikten sonra namaza durdu. Namazını bitirip de yanıma geldiğinde, kendilerine dedim ki:
- Ey iki cihanın güneşi olan Efendim! Annem, babam, canım sana feda olsun. Bana dört şeyi yapmamı emrediyorsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?

Bunun üzerine tebessüm ederek buyurdular ki:
- Ya Aişe! Ondan kolay ne var? Üç İhlâs-ı şerifi ve bir Fâtiha suresini okursan, Kur'an-ı kerimi hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere salevat getirirsen, şefaatımıza kavuşmuş; önce müminlerin ve sonra da kendi affını dilersen, müminleri kendinden hoşnut etmiş; “Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr” tesbihini okursan hac etmiş sayılırsın.”

- Ey Aişe, yumuşak ol; zira Allahü teâlâ bir ev halkına iyilik murad ederse, onlara rıfk, yumuşaklık kapısını gösterir.

- Ey Aişe bilmez misin; kul secde ettiği zaman, Allah onun secde yerini yedi kat yerin sonuna kadar tertemiz kılar.

- Ey Aişe, hiç hayâsız söz söylediğimi gördün mü? Kıyamet gününde Allah katında en kötü insan, şerrinden kaçarak insanların terkettiği kimsedir.

- Ey Aişe, Allah, kullarına lutf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever.

- Ey Aişe, sana birisi, istemeden, birşey verirse, kabul et! Çünkü o, Allahü teâlânın sana gönderdiği bir rızıktır.

Kendini tutamadı
Sevgili Peygamberimizin huzurlarına, birtakım yahudiler girdiler. “Essâmü aleyk” diyerek, sırıttılar. Allahü teâlânın Resulü de, "Ve aleyküm" karşılığında bulundular. Bunları duyan Hazret-i Aişe, yahudilere “lânet” etmeye başladı. Çünkü “Essâmü aleyk!” sözlerinin manası, “Ölüm, senin üzerine olsun” demekti. İşte bu yüzden Peygamber efendimizin hanımı, kendini tutamamıştı.

Bu şaşkın yahudiler, güya kurnazlık ettiler! Selam verir gibi görünüp, Hak teâlânın en şerefli Peygamberine hakarete yeltendiler. Hazret-i Aişe'yi üzen de onların bu “sefîl” niyetleriydi.

Fakat Peygamber efendimiz sakin görünüyorlardı. Hanımına sordular:
- Ey Aişe! Sana ne oldu ki, onlara lânet ettin?

Hazret-i Aişe-i Sıddıka hâlâ hiddetini yenememişti. “Ne söylediklerini işitmediniz mi, ya Resulallah” dedi. Peygamber efendimiz de, "Sen de, benim onlara, (Ve aleyküm...) dediğimi işitmedin mi” buyurdu.

Gerçekten, “Ve aleyküm” demek, “Sizin üzerinize olsun” manasına geliyordu. Böylece yahudilerin “ölüm” temennisini; sevgili Peygamberimiz, aynen kendilerine iade etmişlerdi.

Şehitlerin derecesi
Hazret-i Aişe, birgün Resulullah efendimize sordu:
- Şehitlerin derecesine yükselen olur mu?
- Hergün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehitlerin derecesini bulur.
- Ya Resulallah! Sizin üzerinize, Uhud gününden (harbinden) daha şiddetli bir gün geldi mi?
- Ya Aişe! Gördüğüm eziyetin en şiddetlisi, Tâif şehrinde olmuştur.

Hazret-i Aişe'nin annesi Ümm-i Ruman binti Amir'dir. Lâkabı Sıddıka'dır. Hazret-i Aişe'nin çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yoktu. Araplarda künyeye çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için Hazret-i Aişe üzülürdü. Birgün Hazret-i Peygambere bunu arzetmiş ve Peygamberimiz de buyurmuştu ki:
- Sen yeğenin Abdullah bin Zübeyr'i kendine evlat edinirsin ve onun ismine izafeten de künye alırsın.

Bundan sonra Hazret-i Aişe yeğeni Abdullah bin Zübeyr'e izafeten ümm-i Abdullah diye künyelendi.

Hazret-i Aişe, Hicret'ten dokuz sene önce Mekke-i mükerremede doğdu. 676 senesinin Ramazan ayının 17. salı günü Medine-i münevverede vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:48:02
Fatıma-tüz-zehra

Peygamberimizin en sevgili kerimesi.

Hazret-i Fâtıma, hicretten onüç sene önce, Mekke'de doğmuştu. Küçük yaşına rağmen, Peygamber efendimize yardım ediyor ve Kureyş kâfirlerinin işkencelerine karşı geliyordu.

Abdullah ibni Mesûd der ki:
“Resulullah efendimizin Kureyşe bedduâ ettiğini asla işitmedim. Yalnız birgün, Kâbe-i şerif yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehil, kendi adamlarıyla bir yerde oturuyorlardı. O sırada bir kimse gelip, ölmüş bir deve işkembesini oraya bıraktı. Ebu Cehil dedi ki:
- Bu kan ile bulaşmış işkembeyi, kim götürüp, Muhammed secdeye inince, arkasına koyar?

Fâtıma'ya haber verdi
Onların içinde en ziyade bedbaht Ukbe bin Ebî Muayt, bu çirkin işe girişip, onu, Peygamberimiz secdede iken üstüne koydu. Resulullah efendimiz secdeden kalkmadı. O bedbahtlar gülüştüler. O kadar ki, gülmekten birbirlerinin üzerine düştüler.”

İbni Mesûd anlatmasına şöyle devam etti:
“Ben uzaktan bakardım. Müşriklerin korkusundan yanına varamadım. Nihayet bir kimse, Hazret-i Fâtıma'ya haber verdi. Hazret-i Fâtıma gelip, Resûl-i ekremin üzerinden onu kaldırdı. Bunları yapanlara ağır sözler söyledi, bedduâda bulundu. Hazret-i Fâtıma bu sıralarda küçük bir kız idi.

Müşriklerin hiçbiri Hazret-i Fâtıma'ya cevap vermedi. Peygamberimiz, namazdan kalkınca, bunların isimlerini sayarak üç kere buyurdu ki:
- Ya Rabbi! Kureyşten şu topluluğu sana havale ediyorum.”

İbni Mesûd der ki: “Allah hakkı için, onları Bedir günü gördüm. Hepsini katledip, ayaklarından sürüyerek, Bedir kuyusuna bıraktılar. Ümeyye ve Amr'ı ise parça parça ettiler. Ammar ve Velid'i çok fecî şekilde öldürüp, cehenneme gönderdiler.”

Resulullah efendimiz, Medine-i münevvereye, Allahü teâlânın emriyle hicret ettikten sonra, hanımı Sevde, kızları Ümm-i Gülsüm ve Hazret-i Fâtıma'yı getirmeleri için, Ebu Râfiî ile Zeyd bin Hârise'yi Mekke'ye gönderdi. Onlara 500 dirhem gümüş ile iki deve verdi.

Emrine bağlıdır
Zeyd ile Ebu Râfiî Mekke'ye gittiler. Resulullahın kızları Ümm-i Gülsüm, Hazret-i Fâtıma, Sevde, Zeyd'in zevcesi Ümm-i Eymen'i ve oğlu Üsâme'yi alıp, beraber Medine'ye geldiler.

Hazret-i Fâtıma küçük yaşta iken, annesi Hadice-tül Kübra vefat ettiği için, Resulullah efendimiz onu, bülûğ yaşına kadar, yanından ayırmadı. Onu en iyi şekilde yetiştirip, terbiye etti.

Birgün Hazret-i Fâtıma, bir hizmet için, Resul-i ekremin huzuruna girmişti. Resulullahın mübarek nazarları kerimelerine ilişti. Evlenme çağına eriştiğini müşahede ettiler.

Ümm-i Seleme ve Selman'dan rivayet olunmuştur ki; Hazret-i Fâtıma bülûğ çağına erdikte, Kureyşten çok kimseler istedi. Resul aleyhisselam, kimsenin sözüne iltifat etmeyip, buyurdu ki:
- Onun işi, Hak teâlânın emrine bağlıdır.

Birgün Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Sâd bin Muâz, mescidde oturup; “Hazret-i Fâtıma'yı, Hazret-i Ali'den gayri herkes istedi. Kimseye iltifat olunmadı” diye konuştular. Hazret-i Sıddık dedi ki:
- Zannederim ki, Ali'ye nasip olur. Gelin, ziyaretine gidelim ve bu meseleyi açalım. Eğer fakirliği ileri sürerse, yardımda bulunalım.
Sâd bin Muâz da dedi ki:
- Ya Eba Bekir! Sen, hep hayır yaparsın. Kalk, biz de sana arkadaş olalım.

Beni memnun ettiniz
Üçü birden mescidden çıkıp, Hazret-i Ali'nin evine gittiler. Hazret-i Ali, onları görünce, karşılayıp hâl ve hatırlarını sordu. Hazret-i Ebu Bekir şöyle sordu:
- Ya Ali! Her hayırlı işte sen öndersin ve Resul-i ekrem katında hiç kimseye nasip olmamış bir mertebedesin. Fâtıma'yı herkes talep etti. Hiç kimseye iltifat olunmadı. Sana nasip olacağını zannediyoruz. Niçin teşebbüs etmezsin?

Hazret-i Ali bunu işitince, mübarek gözleri yaşla doldu ve dedi ki:
- Ya Eba Bekir! Beni ziyadesiyle memnun ettiniz. Ona, benden daha fazla rağbet eden yoktur. Lâkin elimin darlığı buna mânidir.

Hazret-i Ebu Bekir, bunun üzerine şöyle cevap verdi:
- Böyle söyleme! Allahü teâlâ ve Resulünün yanında, dünya birşey değildir. Buna fakirlik mâni olamaz. Var, Fâtıma'yı iste!

Hazret-i Ali buyuruyor ki:
“Resulullahın huzuruna utanarak ve sıkılarak girdim. Resulullahın bütün heybet ve vakârı üzerinde idi. Huzurunda oturdum ve konuşmaya kâdir olamadım. Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Niçin geldin, bir ihtiyacın mı var?

Sustum. Resulullah efendimiz:
- Herhâlde Fâtıma'yı istemeye geldin” buyurunca; "Evet" diyebildim.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Fâtıma'ya, Hazret-i Ali'nin kendisini istediğini duyurdu. O da sustu. Peygamber efendimiz buyurdular ki:
- Fâtıma'ya mehr olarak verecek neyin var?
- Ya Resulallah! Benim hâlimi sizden iyi kimse bilmez. Bir kılıcım, bir de devem vardır. Başka bir şeyim yoktur.

Mihr olarak kâfidir
Resulullah efendimiz tekrar buyurdular ki:
- Kılıcın gazaya lazımdır. Deven bineğindir. Sana verdiğim Hutamî zırhlı gömleğin nerededir, ne oldu?
- Yanımdadır.
- Onu sat ve parasını bana getir! Mihr olarak o kâfidir.”

Bunun üzerine Hazret-i Ali, zırhını satması için birine verdi. Verdiği kimse, pazarda satarken, Hazret-i Osman efendimiz zırhı tanı*** 400 dirheme satın aldı. Yanına da 400 dirhem daha koyarak:
- Bu zırh sizden başkasına lâyık değil” diyerek Hazret-i Ali'ye geri gönderdi. Hazret-i Ali, bu para ile düğün hazırlıklarına başladı.

Peygamber efendimiz, sevgili kızı Hazret-i Fâtıma'nın düğün vakti yaklaştığında, "Eğer annesi hayatta olsaydı, şimdi onun çeyizini hazırlardı" diye düşündü. Bu düşüncede iken, Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki:
- Ya Resulallah! Hak teâlâ sana selam ediyor. "Hiç merak etmesin. Kızı Fâtıma'nın bütün ihtiyaçlarını, çeyizini ben temin edeceğim" buyurdu.

Hak teâlânın emri nasıldır?
Peygamber efendimiz, bu sözleri duyunca, şükür secdesi yaptı. Daha sonra Cebrail aleyhisselam, elinde, üzeri bir bohça ile örtülü altın bir tepsi ve yanında bin melekle geldi. Mikail, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselam da aynı şekilde gelmişlerdi. Bunların ellerinde de birer altın tepsi vardı.

Peygamber efendimiz, bunları görünce sordu:
- Ey kardeşim Cebrail! Hak teâlânın emri nasıldır? Bu altın tepsiler de nedir?
Cebrail aleyhisselam şöyle cevap verdi:
- Ey Allahın Resulü! Allahü teâlâ sana selam ediyor. "Habibimin kızı Fâtıma'yı, Ali'ye ben verdim. Arş-ı a'zamda nikâh ettim. Habibim de eshab-ı arasında nikâh etsin! Tepsilerin birinde, cennet elbiseleri vardır. Onu Fâtıma'ya giydirsin. Diğer tepsilerde cennet yemekleri vardır. Onlar ile de eshabına ziyafet versin!" buyurdu.

Resul-i ekrem efendimiz, bu müjdeyi işitince, yine şükür secdesi yaptı. Sonra, dörtyüz dirhem mehr ile nikâh yapılacaktı. Haberciler Hazret-i Fâtıma'ya müjdeyi götürdüler. Fakat O, razı olmadı.

Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki:
- Ya Resulallah! Allahü teâlâ, "Fatıma dörtyüz dinara razı olmuyorsa, dörtbin dinar olsun! buyurdu.

Hazret-i Fâtıma'ya bunu haber verdiler. O yine razı olmadı.

Şefaat etmek istiyorum
Peygamber efendimiz, kızının esas maksadının ne olduğunu öğrenmek için, yanına gitti. Esas maksadının ne olduğunu sordu. Hazret-i Fâtıma dedi ki:
- Babacığım, ben dünyalık bir şey istemiyorum. Benim maksadım dünya değildir. Benim isteklerim ahiret ile ilgilidir. Sen ahirette, ümmetinden günahkârlara şefaat edeceksin. Ben de ümmetinden günahkâr kadınlara şefaat etmek istiyorum. Muradım budur. Bu isteğim kabul edilirse, razı olurum.

Peygamber efendimiz, bu isteğini Cebrail aleyhisselama bildirdi. Cebrail aleyhisselam, Hazret-i Fâtıma'nın arzusunun kabul edildiğini, ahirette, ayrıca onun da şefaat edeceğini bildirdi.

Peygamber efendimiz, gelip bu haberi sevgili kızına bildirdi. Hazret-i Fâtıma dedi ki:
- Babacığım, senin şefaat edeceğine dair Kur'an-ı kerimde ayetler vardır. Benim şefaat edeceğime dair delil nedir?

Peygamber efendimiz, durumu Cebrail aleyhisselama tekrar bildirdi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam beyaz bir ipek getirdi. Bunun üzerinde şöyle yazıyordu:
(Kıyamet günü mümin kadınlara, Fâtıma kulumu şefaatçi tayin ettim. Bu hüccet elinde bâkî kalsın.)

Hazret-i Fâtıma'nın şefaatine izin verildikten sonra, Peygamberimiz Hazret-i Bilâl'e hitap edip, muhacirin ve ensarı toplamasını emretti. Cümlesi mescid-i şerifte toplandılar. Peygamberimiz minbere çıktı. Hamd ve sena eyledikten sonra, muhacirin ve ensara hitaben buyurdu ki:
- Ey müslümanlar, biliniz ki, kardeşim Cebrâil gelip, Hak teâlânın, melekleri toplayıp, “Fâtıma binti Muhammed'i, kulum Ali bin Ebî Talib'e verdim ve akit ettim” buyurduğunu haber verdi. Bana da emretmiş ki, eshabım arasında bu akdi tecdid edip, şahitler huzurunda akd-i nikâh edeyim.

Ben de râzı oldum
Sonra Hazret-i Ali'ye dönüp buyurdu ki:
- Ya Ali! Kalk, nikâh hutbeni yerine getir!

Hazret-i Ali kalkıp, Peygamber efendimizin önüne geldi. Hak teâlâya hamd ve sena eyledi. Habib-i Rabbil âlemine salevat getirdi. Sonra Habibullaha işaretle dedi ki:
- Resulullah efendimiz, kızı Fâtıma'yı bana tezvic etti. Ben de buna razı oldum. Sizler de bu nikâha şahit olun.

Eshab-ı kiram buyurdular ki:
- Ya Resulallah! Bu şekilde tezvic buyurduğunuza biz şahit olalım mı?
Peygamberimiz buyurdu ki:
- Evet şahit olun.

Etraftan, “Allahü teâlâ mübarek etsin” dediler. Sonra Resulullah odasına geldi. Hazret-i Ebu Bekir'e biraz para verip, çeyiz için bir şeyler almak için gönderdi. Selman ile Bilal'i de çağırıp buyurdu ki:
- Taşınacak şey olursa siz taşıyın.

Hazret-i Ebu Bekir buyurur ki:
“Dışarı çıktım. Parayı saydım. Üçyüzaltmış dirhem geldi. Hazret-i Fâtıma'nın çeyizini o para ile gördüm. İçi yün dolu bir döşek aldım. İçi hurma lifiyle dolu bir yastık, topraktan birkaç kap kacak aldım. Resul aleyhisselama getirdim. Görünce, mübarek gözlerinden yaşlar aktı ve, “Ya Rabbi! En iyi kapları toprak çanak olan bu kullarına bereket ver” diye duâ eylediler.

Ne iyi hanımdır
Hazret-i Ali buyurdu ki:
Bunun üzerinden bir ay geçti. Bu hususta mecliste hiç konuşulmadı. Ben de hicabımdan ağzımı açamadım. Fakat, bazen beni yalnız gördüklerinde buyururlardı ki:
- Senin hanımın ne iyi hanımdır. Sana müjdeler olsun ki, O, âlemdeki hanımların efendisidir.

Bir aydan sonra, Hazret-i Ali'nin yakınları dediler ki:
- Ya Ali! Bu nikah ile çok sevindik. Lâkin bir de düğün nasip olsa.

Hazret-i Ali de onlara, “Benim de isteğim odur, ancak söylemekten hicâb ederim” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Ümm-i Eymen'den, aracılık yapmasını istediler. O da durumu Peygamber efendimizin hanımlarına söyledi.

Peygamber efendimizin zevcelerinin, durumu Resulullaha arz etmelerinden sonra, Peygamber efendimiz Hazret-i Ali'yi çağırarak buyurdu ki:
- Zevceni ister misin ya Ali?
Hazret-i Ali de şöyle cevap verdi:
- Evet ya Resulallah! Anam ve babam sana feda olsun.

Resul-i ekrem efendimiz emir buyurdu. Hazret-i Fâtıma'nın çeyizini hazırladılar. Hazret-i Ali'ye bir miktar para verip, hurma ve yağ almasını söyledi. Hazret-i Ali bunları getirince, hurma, yağ ve yoğurdu karıştırıp, bir çeşit yemek yaptı ve eshab-ı kirama düğün yemeği olarak yedirdi.

Evimden çıkıp gidiyorsun
Yemekten sonra Resulullah efendimiz, bir eliyle Hazret-i Ali'yi ve diğer eliyle de Hazret-i Fâtıma'yı tutarak, evlerine götürdü. Fâtıma'yı bağrına bastı.

Peygamber efendimiz Hazret-i Fâtıma'ya düğün günü şöyle nasihat etti:
- Kızım, evimizden çıkıp, başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hâllerinde sessizce yanından kayboluver. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme!

Ağzını ve kulağını muhafaza et! Kocan sana fena söylerse, söylediklerini duyma ve sakın mukabelede bulunma! Ona karşı gelme! Daima senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.

Sonra alnından öptü. Hazret-i Ali'ye teslim etti ve "Zevcen iyi zevcedir" buyurdu. Her ikisini Hak teâlâya ısmarladı. Sonra mübarek eliyle kapının iki kanadını tutup, bereket ile duâ eyledi ve çıkıp gitti.

Bir miktar kalsın
Hazret-i Ali buyurdu ki:
“Resulullahın hanemize teşrif buyurduğu gün, düğünden dört gün geçmiş idi. Bizimle sohbet eyledi. Sonra bana dedi ki:
- Yâ Ali! Su getir!

Kalktım su getirdim. Bir ayet-i kerime okudu ve buyurdu ki:
- Bu sudan biraz iç! Bir miktar kalsın!

Öyle yaptım. Kalan suyu başıma ve göğsüme serpti. Tekrar, "Su getir" buyurdu. Yine su getirdim. Bana yaptığı gibi, Hazret-i Fâtıma'ya da yaptı. Sonra beni dışarı gönderdi. Fâtıma'ya nasihat ettikten sonra, beni davet etti. Bana da Fâtıma'yı ısmarlayarak buyurdu ki:
- Ya Ali! Fâtıma'nın hatırına riayet eyle! O benden bir parçadır. Onu hoş tut! Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun.

Sonra, ikimizi de Allahü teâlâya ısmarladı.” Resulullahın soyu Hazret-i Fâtıma'dan devam etti. Peygamberimizden 6 ay sonra vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:49:16
Abbâs Bin Abdülmuttalib  

Peygamberimizin amcası.

Hazret-i Abbâs, gençlik zamanında, ticâretle uğraştı ve çok zengin oldu. Kardeşlerinin içinde en zengini oydu. Abisi Ebû Tâlib’in ise mâli durumu çok kötü idi. Resûlullah efendimizin teklîfi ile Ebû Tâlib’in oğlu Ukayl’in yetişmesine yardımcı oldu ve abisinin yükünü hafifletti.

Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti anlatmaya başlayınca, Hazret-i Abbâs muhâlefet etmeyip, akrabâlık şefkatinden dolayı, Peygamber efendimize yardımda bulundu ve destek oldu.

Biz Onu koruduk
Müslüman olmadığı hâlde, Akabe bî’atında Peygamber efendimizin yanında bulunup, orada te’sîrli konuşmalar yaptı. Bî’at etmek için gelen Medîneli Müslümanlara şöyle hitâb etti:
- Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanların içinde en çok sevdiğim Odur. Eğer, Onu tasdîk edip, Allahtan getirdiklerine inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmîn edecek sağlam bir söz vermeniz lâzımdır.

Bildiğiniz gibi, Muhammed aleyhisselâm bizdendir. Biz, Onu, Ona inanmıyan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşamaktadır. Bütün bunlara rağmen, herkesten yüz çevirmiş ve sizinle beraber gitmeye karar vermiş bulunmaktadır.

Eğer siz, bütün Arap kabîlelerinin birleşip, üzerinize hücûm ettiğinde, onlara karşı koyacak kadar savaş gücüne sahipseniz, bu işe karar veriniz! Bu husûsu aranızda iyice görüşüp konuşunuz. Sonradan ayrılığa düşmeyiniz! Verdiğiniz sözde durup, Onu düşmanlarından koruyabilecek misiniz?

Bunu lâyıkıyla yapabilirseniz ne âlâ. Yok, Mekke’den çıktıktan sonra Onu yalnız bırakacaksanız, şimdiden bu işten vazgeçiniz ki, yurdunda şerefiyle korunmuş hâlde yaşasın!

Buna karşılık Medîneli Müslümanlar, “Biz, Resûlullahı malımız ve canımız pahasına koruyacağız. Biz, bu sözümüzde sâdıkız” dediler ve Resûlullah efendimize bî’at ettiler. Sonra Hazret-i Abbâs şöyle duâ etti:
- Allahım! Sen onların, yeğenim hakkında verdikleri sözü, Onu korumak için ettikleri yemîni işiten ve görensin. Kardeşimin oğlunu sana emânet ediyorum yâ Rabbî!

Peygamber efendimizin amcası olan Hazret-i Abbâs çok zengin olup, çok cömert idi. İkrâm ve ihsânları çok meşhûr idi. Fakîr, fukarâyı sevindirmeyi çok severdi. Özellikle köle satın alıp, azâd etmekten çok memnun olurdu. Yetmiş kadar köle azâd etmiştir.

Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarına riâyete çok dikkat ederdi. Peygamber efendimiz, kendisini çok severdi. Bir defasında buyurdu ki:
- Allahım, Abbâs’ı ve oğullarını magfiret eyle ve bağışla! Öyle ki, hiç günâhları kalmasın! Yâ Rabbî, onu ve oğullarını meydana gelecek âfet ve belâlardan koru!

Akrabâlık hakkı
Peygamber efendimiz birgün, Hazret-i Abbâs’a sordu:
- Sana bir ihsânda bulunayım mı? Sana, akrabâlık hakkını ödeyip faydalı olayım mı?
- Evet yâ Resûlallah!
- Sana bir şey öğreteyim ki, onu yaptığın zaman, eski- yeni, önceki-sonraki, gizli-açık, hatâen veya kasten işlediğin bütün günâhları Allahü teâlâ affeder.
- Yâ Resûlallah öğreteceğin bu şey nedir?
- Dört rek’atli namaz kıl! Her rek’atte, sübhânekeden sonra on defa, (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber) dersin. Fâtiha’dan sonra bir zammı sûre okuyup ayakta iken onbeş defa tekrar, (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber) dersin!

Rükü’a eğilince bunu on defa söylersin! Rükü’dan kalktığında ayakta olduğun hâlde, bunu on defa söylersin! Sonra secdeye varır, orada on defa söylersin! Secdeden kalkıp oturduğunda on defa söylersin! Tekrar secdeye vardığında on defa söylersin!

Sonra ikinci rek’ata kalkarsın! Birinci rek’attaki gibi dört rek’atı da kılarsın! Bu her rek’atta yetmişbeş, dört rek’atta üçyüz eder. Artık senin günâhların Alic’in (yürümekle dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa, Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu hergün bir defa kılmaya gücün yeterse kıl!

- Yâ Resûlallah, bunu hergün yapmaya kimin gücü yeter?
- Hergün kılmaya gücün yetmezse, her Cum’a bir defa kıl! Her Cum’a kılamazsan, ayda bir defa kıl! Ayda bir defa kılamazsan senede bir defa kıl! Senede bir defa kılamazsan ömründe bir defa olsun kıl!

Kazâ borcu olanlar
Kazâ borcu olan, nâfile namaz yerine kazâ namazlarını kılarak, önce borcunu ödemelidir! Çünkü kazâ borcu olanların nâfilelerine sevâb verilmez.

Hazret-i Abbâs, Kureyş’in ileri gelenlerinden ve reislerinden idi. Mescid-i Harâmın tâmirâtı ve gelen hacılara su dağıtmak (sikâye) hizmetini yürütürdü. Müslüman olduktan sonra da bu vazîfeyi devam ettirdi. Hazret-i Abbâs ve kardeşleri, hac mevsiminde zemzem kuyusu önünde dururlar, isteyenlere, kuyudan su çekip verirlerdi.

Hazret-i Abbâs, Peygamber efendimizin en çok sevdiği amcalarındandır. Abdülmuttalib’in en küçük oğludur. Peygamber efendimizden üç yaş büyüktür.

Kurtuluş akçesi
Bedir savaşında daha Müslüman olmamıştı. Müşriklerin zoruyla savaşa sokuldu. Savaş sonunda, esîr edilip Medîne’ye götürüldü. Peygamber efendimiz kendisine buyurdu ki:
- Ey Abbâs, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebû Tâlib ve Nevfel bin Hâris için kurtuluş akçesi öde! Çünkü sen zenginsin.
- Yâ Resûlallah, ben Müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedir’e getirdiler.
- Senin Müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsan Allah sana elbette onun ecrini verir. Fakat senin hâlin, görünüş i’tibâriyle, aleyhimizedir. Bunun için sen kurtuluş akçesi ödemelisin!
- Yâ Resûlallah, yanımda 800 dirhemden başka param yoktur.
- Yâ Abbâs, o altınları niçin söylemiyorsun?
- Hangi altınları?

- Hani sen Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Hâris’in kızı Ümmül Fadl’a verdiğin altınlar. Onları verirken, yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümmül Fadl’a, “Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir felâkete duçar olup da dönemezsem, şu kadarı senindir. Şu kadarı Fadl içindir. Şu kadarı Abdullah içindir. Şu kadarı Ubeydullah içindir. Şu kadarı da Kusem içindir” dediğin altınlar?

Peygamber efendimiz altınlar hakkında bu kadar teferruatlı bir şekilde bilgi verince, Hazret-i Abbâs çok şaşırdı:
- Allaha yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunları sen nereden biliyorsun?

- Allahü teâlâ haber verdi.
- Senin, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şimdi gerçekten inandım. Doğru söylediğine şehâdet ederim.

Hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Hazret-i Abbâs Müslüman olunca, Resûlullah onu Mekke’de görevlendirdi. Müslüman olduğunu kimseye söylemedi. Mekke’de olup bitenleri, gizlice Peygamber efendimize bildirirdi. Bir zaman sonra Peygamber efendimizin hasretine dayanamayıp, Medîne’ye gelmek istediğini mektupla bildirdiğinde, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Senin bulunduğun yerdeki cihâdın daha güzel ve faydalıdır.

Muhâcirlerin sonuncusu
Hazret-i Abbâs, Mekke’nin fethine dâir yapılan hazırlıkların son safhada olduğunu haber alınca, artık Mekke’de kalmayı lüzûmlu bulmayıp, fetihten az bir zaman önce Medîne’ye hicret için yola çıktı. Zü’l-huleyfe’de Resûlullaha kavuştu.

Âilesini Medîne’ye gönderip, kendisi Mekke’nin fethinde, Peygamber efendimizin yanında bulundu. Peygamber efendimiz ona buyurdular ki:
- Ey Abbâs! Ben, Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de muhâcirlerin sonuncususun.

Hazret-i Ebû Süfyân, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman oldu. Kendisiyle Hazret-i Abbâs ilgilendi. Ebû Süfyân, Müslümanların bir sabah vakti namaz için coşkun hazırlıklarını görünce dedi ki:
- Ey Abbâs! Müslümanlara yeni bir şey mi emredildi?
- Hayır, onlar namaza hazırlanıyorlar.

Daha sonra Ebû Süfyân’a abdest aldırıp, Resûlullaha götürdü. Resûl aleyhisselâm namaz için cemâ’atin önüne geçip tekbîr aldı. Cemâ’at da büyük bir vecd içinde Ona uydu. Onların rükü ve secdedeki hâllerini gören Ebû Süfyân dedi ki:
- Ey Abbâs! Böyle itâati ne İran saraylarında, ne Rum diyârlarında gördüm. Doğrusu, yeğenin büyük bir hükümdâr olmuş.

Bunun üzerine Hazret-i Abbâs dedi ki:
- Ey Ebû Süfyân! Bu iş saltanat değil, nübüvvettir.

Hazret-i Abbâs, Resûlullahın yakını olması sebebiyle, Eshâb-ı kirâm arasında ayrı bir yeri vardı. Sözü dinlenirdi.

Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.

Hele Hazret-i Ömer, tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp, “Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır” diyordu. Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:
- Kim, “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!

Duyan var mı?
Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskîn edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hazret-i Abbâs buyurdu ki:
- Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı?
- Hayır böyle bir söz duymadık.

Sonra Hazret-i Ömer’e dönüp sordu:
- Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu?
- Hayır duymadım.

Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:
- Hiç kimse Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyleyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz, İslâmiyetin bütün hükümlerini tamamladıktan sonra aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.

Sonra, Hazret-i Ebû Bekir de buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.

Hayber gazâsından sonra, Haccâc bin İlât hazretleri, Peygamber efendimizin huzûruna gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah, benim Mekke’de çoluk çocuğum, mallarım var. Bunları buraya getirmek istiyorum. Fakat, benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse, bunları vermezler. Mekke’ye gittiğimde, sizin hakkınızda uygun olmayan sözler söylesem uygun olur mu?

Bunun üzerine Peygamber efendimiz izin verdi.

Zafere ulaştı
Bu izin üzerine Mekke’ye gelip, Peygamber efendimizin esîr alındığını, öldürülmesi için Mekke’ye getirileceğini söyledi.

Bu habere müşrikler çok sevindi. Hazret-i Abbâs ise, haberi alır almaz, üzüntüsünden bayıldı. Kendinden geçmiş bir hâlde evine götürdüler. Bir müddet sonra kendine geldiğinde, işin aslını öğrenmek için, kimsenin bulunmadığı bir zamanda, Haccâc’ı evine çağırdı. Hazret-i Abbâs’ın perişan hâlini gören Haccâc dedi ki:
- Yâ Abbâs sana müjde! Resûlullah, Hayber’de zafere ulaştı. Ben mallarımı kurtarmak için Resûlullahtan izin alarak böyle söyledim. Buradan ayrıldıktan üç gün sonra, yaptığım hîleyi onlara söyleyebilirsin.

Hazret-i Abbâs, Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn gazâsında da, Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı. İslâm ordusu, sabah gün ışımadan çukur ve geniş bir vâdiden aşağı iniyordu. Düşman ordusu, önceden oraya geldiği için, vâdinin her iki yanında gizlenip pusu kurmuştu.

Resûlullahın yanından ayrılmadı
Müslümanlar tam oraya geldiklerinde, düşman etraftan saldırmaya başladı. Müslümanlar ne olduklarını anlayamadılar. Bir an karışıklık oldu. Hazret-i Abbâs, Hazret-i Ebû Bekir ve birkaç kahraman, ölümü göze alıp, Resûlullahla birlikte bir adım gerilemediler.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Abbâs! Sen onlara; “Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında bî’at eden sahâbîler!” diye seslen!

Hazret-i Abbâs, iri yapılı ve heybetli idi. Bağırdığı zaman sesi çok uzaklardan duyulduğu için, bütün gücüyle bağırdı:
- Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında Peygamberimize söz veren Eshâb! Buraya toplanınız! Dağılmayınız!

Bunu işiten Eshâb-ı kirâm geri dönmek istediler. Fakat binek hayvanları öyle ürkmüşlerdi ki, ba’zıları hayvanlarını geri döndüremediler. Binek hayvanlarından kendilerini atmak mecbûriyetinde kaldılar. Müslümanlar toparlandılar ve şiddetli bir muhârebeden sonra düşman yenik düştü. Askerlerinin çoğu öldürüldü. Bir kısmı da esîr alındı.

Hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib, çok yiğit idi. Hazret-i Câbir anlatır:
“Resûlullah efendimiz Tâif’e gittiğinde, oradaki halka, elçi olarak Hanzala bin Rebî’i göndermişti. Hanzala Tâiflilerle görüşürken, kendisini yakalayıp kaleye hapsetmek istediler. Bunu gören Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:
- Kim bunların elinden Hanzala’yı kurtarır? Bu işi başarana bütün gâzilerin sevâbı verilecektir.

Hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib yerinden fırlayıp, yıldırım gibi koştu. Hanzala’yı kaleye sokmak üzere olan Tâiflilere yetişerek, ellerinden aldı. Kaleden Hazret-i Abbâs’a taş atıyorlardı. Bu sırada Resûlullah efendimiz de, Hazret-i Abbâs’a duâ ediyordu. Hazret-i Abbâs yaralanmadan Hanzala’yı Resûlullaha getirdi.”

Fâizini kaldırdı
632 senesinde Resûlullah efendimiz Eshâbıyla vedâ haccına gittiler. Peygamber efendimiz, vedâ hutbelerinde, sevgili amcasından da bahsettiler... Fâizin yasak olduğunu, ilk kaldırdığı fâizin, amcası Hazret-i Abbâs’ın fâizi olduğunu bildirdiler.

Peygamber efendimizin vefâtından sonra mübârek cenâzelerini yıkamak üzere; Hazret-i Ali, Hazret-i Abbâs ve oğulları Fadl ve Kusem, Üsâme bin Zeyd ve Sâlih odaya girip kapıyı kapadılar. Peygamber efendimizi, gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkamaya başladılar.

Hazret-i Abbâs ve oğulları su döküp, Peygamber efendimizi sağa, sola döndürdüler. Hazret-i Ali de yıkadı. Yıkadıkça, evin içine eşine rastlanmamış çok güzel bir koku yayıldı. Üç parça kefen ile kefenledikten sonra, vefât ettiği yere kabr-i şerîfi kazılıp, lahd şekline getirildi ve Resûlullah efendimizi, kabr-i şerîfine koydular.

Hazret-i Ömer, fetihlerden elde edilen ganîmetlerden, Hazret-i Abbâs’a hisse ayırırdı. Hazret-i Ömer, Mescid-i Nebevînin genişletilmesini istedi. Mescidin hemen yanında Hazret-i Abbâs’ın evi vardı. Halîfe bu evi satın almak istedi. Hz Abbâs ise evini hediye olarak verdi.

Ayağa kalkarlardı
Hazret-i Ömer, Medîne’de kuraklık olunca, Hazret-i Abbâs’ın duâ etmesini istedi. Hazret-i Abbâs duâ edip, duâsı bereketiyle yağmur yağdı ve toprak yeşerdi. Bundan sonra Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Abbâs, Allahü teâlâ ile bizim aramızda vesîledir.

Hazret-i Abbâs, Peygamber efendimize yakınlığı ve fazîletlerinin çokluğundan dolayı herkes tarafından sevilir, sayılır, hürmet edilir bir zât idi. Herkes kendisine imrenirdi. Dört büyük halîfe gibi büyük zâtlar, o gelince, hürmetlerinden ve tevâzularından ayağa kalkarlardı.

Çok zengin idi. Medîne’ye yerleştikten sonra yapılan bütün muhârebelerde ve özellikle, Bizans’a karşı gerçekleştirilen seferde, İslâm ordusunun techîzi için çok yardım etti.

Ziyâdesiyle cömert olup, ikrâm ve ihsânları çok idi. Köleleri satın alıp azâd eder ve böyle yapmayı çok severdi. Yetmiş köle azâd ettiği meşhûrdur. Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarını yerine getirmeye çok dikkat eder, muhtaç olanlara yardım ederdi.

Hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib, ömrünün sonunda göremez oldu. Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesinden iki sene evvel, 652 senesinde 88 yaşında Medîne-i münevverede vefât etti. Cenâze namazını Hazret-i Osman kıldırdı. Bakî’ kabristanına defnedildi.

Kızlarından başka on erkek evlâdı vardı. Bunların içinde, Abdullah bin Abbâs hazretleri ilimde çok yüksekti. Kızları içinde Ümmü Gülsüm ba’zı hadîs-i şerîfler rivâyet etti.

Hazret-i Âişe şöyle anlatır:
“Resûlullah efendimiz Eshâb-ı kirâmı ile oturuyordu. Yanında Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer vardı. O esnâda Hazret-i Abbâs içeri girdi. Hazret-i Ebû Bekir ona yer verdi. Hazret-i Abbâs, Resûlullahla Ebû Bekir arasına oturdu. Resûl aleyhisselâm bu hareketinden dolayı Hazret-i Ebû Bekir’e buyurdu ki:
- Büyüklerin kıymetini büyükler bilir.”

Ben Abbâs'danım
Peygamber efendimiz Hazret-i Abbâs hakkında yine buyurdular ki:
(Bu Abdülmuttalib oğlu Abbâs’dır. Kureyşte en cömert ve akrabâlık bağlarına en saygılı olandır.)

(Abbâs, bendendir. Ben Abbâs’danım.)

(Abbâs, amcamdır. Beni korumuştur. Ona ezâ eden, bana ezâ etmiş olur.)

(Abbâsoğullarından melikler olacak, ümmetimin başına geçecekler. Allahü teâlâ dîni onlarla azîz ve hâkim kılacak.)

Hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib, ekseriyâ şöyle derdi:
- Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin kötülüğünü görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de iyiliğini görmedim. Onun için, herkese iyilik ve ihsânda bulunun! Çünkü bunlar, sizi kötülüğün zararlarından korur.

İbni Şihâb’dan bildirildiğine göre; Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’in hilâfetleri sırasında, kendileri bir binek üzerinde iken Hazret-i Abbâs’a rastlarlarsa, bineklerinden inerler, onunla beraber gideceği yere kadar yürürler, sonra dönerlerdi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:50:38
Abbas Bin Ubâde  

Ensarın muhaciri diye tanınan sahabî.

Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizin davetini duyunca, Müslüman olmak için koşarak gelen Medineli ilk 12 kişiden biridir. Birinci Akabe biatında Müslüman olan altı Medineli, ikinci sene yanlarına altı arkadaş daha alıp, oniki kişi olarak Mekkeye geldiler.

Şimdiden yapınız!
Peygamberimizle gece Akabede görüşmek üzere söz aldılar. Gece olunca buluştular ve aralarında anlaştılar. Hazret-i Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizle yapılan anlaşmayı pekiştirmek için arkadaşlarına dedi ki:
- Ey Hazrecliler! Peygamber efendimizi niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz?

Onlarda: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine sözlerine söyle devam etti:
- Siz Onu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabul edip, Ona tâbi oluyorsunuz. Eğer, mallarınıza bir zarar gelince, akraba ve yakınlarınız helak olunca, Peygamberimizi yalnız ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapınız!

Vallahi, eğer böyle birşey yaparsanız dünyada ve ahirette helak olursunuz. Eğer davet ettiği şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akrabalarınızın öldürülmesine rağmen, Peygamberimize bağlı kalacaksanız, Onu tutunuz. Vallahi bu, dünyanız ve ahiretiniz için hayırdır.

Bu sözler üzerine arkadaşları da dediler ki:
- Biz Peygamberimizi, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de yine tutarız. Ondan hiçbir zaman ayrılmayız. Ölmek var, dönmek yok.

Sonra Peygamber efendimize dönerek sual ettiler:
- Ya Resulallah, biz bu ahdimizi, sözümüzü yerine getirirsek, bize ne vardır, diye sual ettiler.

Peygamberimiz ise; "Cennet" buyurdular.

Bundan sonra sıra ile Peygamberimize biat ettiler ve söz verdiler.

Peygamberimiz Medineli Müslümanlardan su hususlarda söz aldı:

Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, çocukları öldürmemek, yalan söylememek, iftira etmemek, hay??rlı işlere muhalefet etmemek.

Medinelilerin Peygamber efendimize biat ettiği sırada Akabe tepesinden şöyle bir ses duyuldu:
- Ey Minada konaklayanlar! Peygamber ile Müslüman olan Medineliler, sizlerle savaşmak üzere anlaştılar!

Peygamberimiz, bu ses için buyurdu ki:
- Bu Akabenin şeytanıdır.

Sonra seslenene de buyurdular ki:
- Ey Allahü teâlânın düşmanı! İsimi bitirince, senin hakkından gelirim!

Bu şekilde emrolunmadık
Biat eden Medinelilere de buyurdu:
- Siz hemen konak yerlerinize dönün!

Hazret-i Abbas bin Ubâde dedi ki:
- Ya Resulallah, yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minada bulunan kâfirlerin üzerine kılıçlarımızla eğilir, onların hepsini kılıçtan geçiririz.

Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat, "Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Şimdilik siz yerlerinize dönünüz" buyurdu.

Hazret-i Abbas bin Ubade, Akabe'de biat ettikten sonra, Peygamberimizden ayrılmamış, Mekke'de kalmıştır. Peygamberimize hicret izni gelince, o da Medine'ye hicret etmiştir. Bu sebeple kendisine, “Ensarın muhaciri” denilmiştir.

Bize buyurun!
Peygamber efendimiz, Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, herkes Resulullahı misafir etmek istiyordu. Medine halkı, Peygamberimize, görülmemiş bir tezahüratta bulunuyor, herkes, "Bize buyurun ya Resulallah” diyerek evlerine davet ediyorlardı.

Resulullahın Kusva adındaki develeri, sağa sola baka baka ilerlerken, Abbas bin Ubade hazretleri ve Salim bin Avf oğulları, Kusva'nın önüne gerilerek dediler ki:
- Ya Resulallah! Bizim yanımızda kal! Sayıca çokluk, mal ve silah bakımından, düşmanlarına karşı seni koruyup savunacak kuvvet ve kudret bizde var.

Peygamberimiz, gülümseyerek onlara buyurdular ki:
- Allahü teâlâ, onlari size hayırlı ve mübarek kılsın! Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona bildirilmiştir.

Peygamber efendimiz, Mekke'den gelen muhacirlerle, Medineli Müslümanları birbirlerine kardeş yaptılar. Hazret-i Abbas bin Ubade'yi de Hazret-i Osman bin Maz'un ile din kardeşi yaptılar.

Abbas bin Ubade hazretleri, Uhud gazasında, bir ara eshab-ı kiramın dağılmakta olduğunu görünce, dağılan eshab-ı kirama şöyle seslendi:
- Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musibet, Peygamberimize karşı isyanımızın neticesidir. O, sabır ve sebat ederseniz, yardıma kavuşacağınızı size vaad etmişti. Dağılmayınız! Peygamberimizin etrafına geliniz! Eğer bizler, koruyucuların yanında yer almaz da, Resulullaha bir zarar gelmesıne sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mazeret bulunmaz!

Şahitlik edeceğim
Bu sözleri söyledikten sonra, iki arkadaşıyla ileri atıldılar. Büyük bir gayretle "Allah Allah" nidalarıyla, önlerine gelenle dövüşmeye başladılar. Peygamber efendimizin uğrunda, Onu korumak için sehit oluncaya kadar kahramanca çarpıştılar. Müşriklerden Süfyan bin Ümeyye, Hazret-i Abbas'i iki yerinden yaraladı. Akşam üzeri Hazret-i Abbas'ı, kanlar içinde eli, yüzü kesilmiş bir hâlde şehit olmuş buldular.

Peygamberimiz Uhud'da şehit olan eshab-ı kiram için buyurdular ki:
- Vallahi, eshabımla birlikte ben de şehit olup, Uhud dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Ben, bunların, Allahü teâlânın yolunda hakiki şehit olduklarına kıyamet gününde şahitlik edeceğim.

Hazret-i Abbas bin Ubade, Medineli Hazrec kabilesine mensuptu. Babası; Ubade bin Nadle'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:51:38
Abdullah Bin Abbâs

Tefsîr âlimlerinin şâhı.

Resûlullah efendimiz Mekke’de iken, Abdullah ibni Abbâs’ın annesine buyurmuştu ki:
- Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!

Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, ismini Abdullah koydular. “Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret” diyerek duâ ettiler. Sonra annesinin kucağına verip buyurdular ki:
- Halîfelerin babasını al, götür!

Abbâs bunu işitip, bu durumu Peygamber efendimize gelip sorunca, “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır” buyurdu.

Hepsi onun soyundan oldu
Abbâsî devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin Abbâs’ın soyundan oldu.

Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın duâsı bereketiyle, ilimde çok yüksek derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken, Resûl-i ekrem efendimizin yanına giderdi. Teyzesi Meymûne binti Hâris Resûlullahın zevcesi idi. Bu sebeple pek çok defa Peygamberimizin evine gidip gelmiş, ba’zı geceler orada kalmıştır.

Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın abdest suyunu hazırlar, birlikte namaz kılarlardı. Abdest almayı, namaz kılmayı, Resûlullahtan görerek öğrendi. Devamlı hizmeti sebebiyle, Resûlullahın çok duâ ve iltifâtına kavuştu.

Bir defasında Peygamber efendimiz, mübârek elini Abdullah bin Abbâs’ın başına koyarak şöyle duâ etti:
- Yâ Rabbî! Bütün ilim ve hikmeti, bu başa ver! Onları te’vîl ve tefsîr edebilsin.

Bir başka gün de mübârek elini göğsü üzerine koyup:
- Allahım! İnsanoğluna ihsân ettiğin her ilim ve hikmet, bu güzel göğüste toplansın, buyurmuştur.

Peygamberimiz, Medîne’ye hicret ettikten sonra, Abdullah bin Abbâs, âilesi ile birlikte hicretin sekizinci senesine kadar Mekke’de kaldı. Mekke’nin fethinden önce Medîne’ye hicret etti. Bu sıralarda henüz 11-12 yaşlarında bulunuyordu. Aklı, zekâsı, çabuk kavrayışı ile dikkati çekiyor ve seviliyordu.

En derin âlim
Peygamberimiz vefât ettiği sırada, İbni Abbâs onüç veya ondört yaşında bulunuyordu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin meclisinde bulundu. Hazret-i Ömer’in sohbetlerine ve ilim meclisine devam edip, onun, Peygamberimizden aldığı ilme, feyze ve ma’rifetlere kavuştu.

Abdullah bin Abbâs, dört halîfe devrinde fetvâlar verdi. Hazret-i Osman devrinde yapılan Kuzey Afrika seferine katıldı. Bu seferde, İslâm ordusu adına kendisine elçilik vazîfesi verildi. Burada hükümdârlık eden Cercis ile görüştü. Cercis ve adamları onun aklını, zekâsını, fikrî kuvvetini ve ilmini görerek şaşırmışlardı. Hattâ onların, “Bu, Arabların en derin âlimidir” dedikleri bildirilmiştir.Dönüşlerinde Hazret-i Osman’ın emriyle, onun yerine hac emirliği yaptı. Bu vazîfeden döndüğü zaman, Hazret-i Osman şehîd edilmişti. Hazret-i Ali’nin halîfeliği sırasında, Basra vâliliğinde bulundu.

Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâm arasında, ilminin üstünlüğü ile tanınmıştır. Übey bin Ka’b onun hakkında buyurdu ki:
- O, bu ümmetin âlimidir. Ona akıl ve anlayış verilmiştir. Resûlullah efendimiz, onun dinde fakîh olması için duâ etmiştir.

Bahr-ül ilim
Abdullah bin Abbâs hazretleri, Muhâcir ve Ensâr-ı kirâmdan birçoklarıyla görüşür, onlara Resûlullahın gazâları ve inzâl olan sûreler hakkında suâller sorardı. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine lakab olarak Bahr-ül ilim, ya’nî ilim deryâsı denildi.

Çalışmaları, son derece muntazam ve belli bir plân dâhilinde idi. Hangi gün ne iş yapacağını önceden tesbit eder ve onlara aynen riâyet ederdi.

Dört büyük halîfe ve diğer Eshâb-ı kirâmdan çok iltifât gördü. Bu iltifâtlar karşısında aslâ hâlini değiştirmedi. Tevâzudan hiç ayrılmadı. Çok methedildiği zaman; “Bana bu ni’meti ihsân eden Allahü teâlâdır. Çünkü, Resûlullah efendimiz benim için duâ etti” derdi.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, bilhassa Kur’ân-ı kerîmin tefsîri ve âyet-i kerîmelerin îzâhında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı Tercümân-ül Kur’ân denilmiştir. Hazret-i Ömer, onu, ilim meclisinde bulundurur ve dâimâ ilme teşvîk ederdi. Yaşının küçüklüğüne rağmen İbni Abbâs’a hürmet eder, onunla istişârede bulunur, ilim ve irfânını takdîr ve tebrik ederdi.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, Hazret-i Ömer’in kendisini üstün tutup, meclisinde bulundurması hakkında şöyle demektedir:

“Hazret-i Ömer, beni, Eshâb-ı Bedir’in meclisinde bulundururdu. Onlardan ba’zıları Hazret-i Ömer’e, “Niçin bu genci yanında bulunduruyorsun” diye suâl ettiklerinde buyururdu ki:
- Bu, sizin bildiklerinizden değil.”

Âlimler meclisine gelirdi
Talebesi Atâ bin Ebî Rebâh der ki:
- İbni Abbâs’ın ilim meclisinden daha üstün ve daha faydalı bir meclis görmedim. Âlimler, sâlihler, şâirler onun meclisine devam ederler, her biri ilme doymuş olarak huzûrundan ayrılırlardı.

Abdullah bin Amr bin Âs da, İbni Abbâs’ı methederek der ki:
- Sünneti ve Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin ihtivâ ettiği hükümlerin inceliklerini, en iyi bilenlerimizdendir.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, devrinin ilim, irfân ve fazîlet bakımından önde gelenlerindendi.

İlimde canlı bir kütüphâne olup, bütün ilimleri kendisinde toplamış; tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyât ve sahâbenin ihtilâf ettiği konularda ve diğer ilim dallarında mütehassıs olmuştu.

Kur’ân-ı kerîmle ilgili ilmini, isteyen ve soranlara öğretirdi. Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin toplanmasında ve neşrinde büyük hizmeti olmuştur.

Meşhûr velîlerden Şakîk, bir hac mevsiminde İbni Abbâs’ın bir hutbesini dinlemişti. İbni Abbâs, Nûr sûresinin tefsîrini yapmıştı. Şakîk buna hayrân olup dedi ki:
- Bu tefsîrin kadri, kıymeti yüksektir. Eğer Mecûsîler, Rumlar bunu duysalardı, hepsi Müslüman olurdu.

Tefsîr yazmadı
Abdullah bin Abbâs hazretlerinin, müstakil bir tefsîr kitabı yoktur. Fakat tefsîre dâir muhtelif rivâyetleri vardır. İslâm âlimleri, tefsîr kitaplarını onun rivâyetleriyle süslediler.

Abdullah bin Abbâs hazretlerinin nakledilegelen rivâyetlerinden bir kısmını, Fîrûzâbâdî, Tenvîr-ül-Mikbâs min Tefsîr-i İbni Abbâs adlı bir kitapta toplamıştır. Onun tefsîre dâir rivâyetleri çeşitli yollarla nakledilmiştir.

İbni Abbâs hazretlerinin verdiği fetvâlar, fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir. Halîfe Me’mûn zamanında toplatılan fetvâları, yirmi cildi bulmakta idi. Kendisine havâle edilen mes’elelere gâyet açık ve isâbetli cevaplar vermesiyle meşhûr oldu. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda gelen oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle, gelenleri ellişer kişilik gruplar hâlinde yanına alıp, suâllerine cevap verirdi.

Talebelerinden Ebû Sâlih anlatır:
“İnsanlar mes’elelerini sormak için Abdullah bin Abbâs’ın evi önünde toplanmışlardı. Yol, insanla dolup taşmıştı. Kimsenin gelip geçmesi mümkün değildi. Huzûruna girip, kapı önündeki durumu haber verdim. Bana, su getirmemi söyledi. Getirdiğim su ile, abdest aldı ve buyurdu ki:
- Şimdi çık ve dışardakilere söyle! Onlardan, Kur’ân-ı kerîm ve kırâat ilmine dâir soru sormak isteyenler gelsinler!

Dışarı çıkıp söyledim. O husûsta mes’elesi olanlar içeri girdiler. Ev doldu. Müşkillerini sordular ve cevaplarını fazlasıyla alıp dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:
- Şimdi Kur’ân-ı kerîmin tefsîr ve te’vîli husûsunda bilgi edinmek isteyenler gelsin!

Söyledim. İçeri girdiler. Onlar da evin odalarını doldurdular. Onların da suâllerini cevaplandırdı. Doymuş olarak çıktılar. Arkasından tekrar buyurdu:
- Harâm, helâl ve fıkıhtan mes’elesi olanlar gelsinler!

Cevaplarını aldılar
Haber verdim, onlar da içeri girdiler. Evde yine boş yer kalmadı.

Gelenler de harâm, helâl ve fıkhî mevzûlarda çeşitli suâller sordular. Onlara da çok güzel cevaplar verdi.

Gelenler dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:
- Ferâiz ya’nî mîrâs mes’elesine dâir suâlleri olanlar girsinler!

Onlar gelip evi doldurdular. Cevaplarını alıp çıktılar.

Onlar çıktıktan sonra yine buyurdu:
- Lügat ilminden ve edebiyattan sormak isteyenler girsinler.

Onlar da gelip suâllerini sorup cevaplarını aldılar. Böylece, suâli olanların hepsi, cevaplarını teferruatlı bir şekilde aldılar.

Bu duruma yakînen şâhit olduktan sonra anladım ki, Kureyş, Abdullah bin Abbâs hazretleri ile ne kadar iftihâr etse azdır. Hayatımda, kapısında böyle kalabalık insanların toplandığı bir başka kimse görmedim.”

İbni Abbâs hazretleri, hadîs ilminde bir deryâ idi. 2660 civârında hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hadîs-i şerîfleri tedkîk ve araştırma ile öğrenirdi. Rivâyetleri Kütüb-i sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almaktadır.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra, 687 senesinde Tâif’te vefât etti. Cenâze namazını, Hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye kıldırdı ve buyurdu ki:
- Bugün, bu ümmetin en âlimi vefât etti. Onun vefâtı Müslümanları çok üzdü.

Gözleri görmez olmuştu
Abdullah bin Abbâs hazretleri, uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir zât idi. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlaması sebebiyle, yanaklarında, gözyaşlarının bıraktığı izler görünürdü. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Bunun için şu beyti söylemişti:
Allah, gözlerimden görme nûrunu aldıysa, Dilimde ve kalbimde o nûr devam ediyor.

Abdullah bin Abbâs hazretleri buyurdu ki:
“Dağlar dahî birbirine karşı azsa, azgın cezâsını bulacaktır.”

“İçinde harâm olanın, ya’nî harâm yiyenin, namazını Allahü teâlâ kabûl etmez.”

“Benim için gecenin az bir vaktini ilme ayırmak, bütün geceyi ibâdetle geçirmekten daha sevimlidir.”

“İnsanlara hayrı öğretenler için, denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey, Allahü teâlâdan magfiret diler.”

“Resûlullah efendimiz misvâk kullanmak husûsunda bize öyle emirler verirdi ki, bu husûsta bir âyet geleceğini zannederdik.”

“Her binânın bir temeli vardır. İslâm binâsının temeli de güzel ahlâktır.”

“Zengine ikrâm edip, fakîre ihânet eden mel’ûndur.”

“Kıyâmet günü Cennete ilk da’vet edilecek olanlar, her durumda Allahü teâlâya hamd edenlerdir.”

“Ey çok günâh işleyen! Yaptığın işin şerli sonucu seni bekliyor, onun için kendinden emîn olma! Gülmektesin, ama başına neler geleceğini anlamıyorsun. Bu hâlin, günâhların en büyüğüdür. Bir hatâlı işte başarı kazanır, sevinirsin. Bu sevinmen, yaptığın hatâdan daha büyüktür.”

Sabır üç çeşittir
“İşleyeceğin yanlış bir işin fırsatını kaçırınca, üzülürsün. Hâlbuki bu, o hatâdan daha tehlikelidir. Sen hatâdasın. Allahü teâlâ, seni dâimâ görmektedir. Bu görüş, kalbini titretmez. Bu hâlin, yaptığın hatâdan daha fenâdır.”

“Sabır üç çeşittir. Birincisi, farzların yapılmasında güçlüklere sabretmek. Bunun sevâbı üçyüz derecedir. İkincisi harâmlardan ve yasak edilen şeylerden sakınma husûsunda sabır. Bunun altıyüz derece sevâbı vardır. Üçüncüsü, musîbetin ilk geldiği anda gösterilen sabırdır. Bunun da fazîleti dokuzyüz derecedir.”

Talebesi Mücâhid bin Cebr, Abdullah bin Abbâs’ın şöyle buyurduğunu nakleder:

“Üzerine gerekmeyen ve sana faydası dokunmayan şeyler hakkında konuşma! Çünkü bu fuzûlî bir iştir, zararından da emîn değilsin.

Yerini bulmadıkça lüzûmlu olan sözü de konuşma! Çok kere faydalı söz yerini bulmaz da kaybolur gider.

Sen de öyle yap!
Sefîh ve ahmak kimselerle mücâdele etme! Çünkü sefîh, kalbinden sana buğzeder. Ahmak, âdî kimseler, dili ile sana eziyet ederler.

Tanıdığın kimse yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı bir yerde seni nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an!

Sen, affedilmeni istediğin husûslarda, onu da affet! Kardeşinin sana ne şekilde muâmele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muâmele et!

Suçlu olarak yakalanıp da, ihsân ile mükâfât görenin ameli gibi amel et!”

Abdullah bin Abbâs bir dersinde şöyle buyurdu:
- Besmeleyi okuyan, Allahü teâlâyı zikretmiş olur. Elhamdülillah diyen, şükretmiş olur. Allahü ekber diyen, Allahü teâlâyı ta’zîm etmiş, büyük bilmiş olur. Lâ ilâhe illallah diyen, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş olur. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh diyen, Allahü teâlâya teslîm olmuş olur. Onun için Cennette yüksek bir derece ve hazîneler vardır.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, farzlara çok önem verirdi. Nasîhat istiyenlere buyururdu ki:
- İlk önce farzları yapmalıdır. Allahü teâlânın emirlerini yerine getir ve O’ndan yardım iste! Allahü teâlâ bir kulunda, düzgün niyet ve katındaki sevâba kavuşma arzûsu görünce, onun istemediği şeyleri ondan men eder.

Allahü teâlâ, mü’min, fâcir, günâhkâr herkesin rızkını helâlden takdîr etmiştir. Helâl rızkı için sabrederse, Allahü teâlâ onu mutlaka gönderir. Sabırsızlık gösterip harâmdan bir şey yerse, helâl rızkından eksiltir.

O da seni gözetir
Abdullah bin Abbâs anlatır:
“Resûlullah efendimiz bana şöyle buyurdu:
- Ey oğlum! Sana faydalı olacak ve Allahü teâlânın râzı olduğu birkaç şey öğreteyim mi?

Sen Allahü teâlânın hakkını gözetirsen, O da seni gözetir. Genişlik vaktinde O’nu unutmazsan, sıkıntılı zamanında imdâdına yetişir.

İnsanlar sana bir şey vermek için bir araya gelseler, o şeyi Allahü teâlâ takdîr etmedi ise vermeye güçleri yetmez. Bir şeyden seni men ettiklerinde, eğer Allahü teâlâ o şeyi takdîr etti ise, mâni olamazlar.”

Yaptığını Allah için yap! Nefsinin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte, senin için çok hayır ve iyilikler vardır. Allahü teâlânın yardımı, sabırla birlikte gelir. Sıkıntıdan sonra rahatlık vardır.

Abdullah bin Abbâs, kâinâtın yaratılışıyla ilgili olarak bir dersinde buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

İblîs, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilince, Allahü teâlâya sordu:
- Kullarına saâdet yolunu göstermek için, birçok kitap ve Peygamberler verdin. Kullarını azdırmak için, bana ne vereceksin?

- Senin kitâbın, nefsi azdıran şiirler ve mûsikîdir. Peygamberlerin, kâhinler, falcılar, büyücülerdir. Aklı gideren, kalbleri karartan gıdaların da, Besmelesiz yenilen, içilen şeyler ve sarhoş eden içkilerdir. Nasîhatların, yalan; evin, oyun sahaları ve hamamlar; tuzakların, çıplak gezen kızlar; mescidlerin, fısk meclisleridir.

Ümmetine emret!
Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:
“Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma buyurdu:
- Yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zamanına yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emret! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım.

Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım. Hareket etti. Üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazınca durdu.”

Bir gün Abdullah bin Abbâs hazretlerine sordular:
- Beş vakit namazı emreden âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîmin neresindedir?
Cevâbında buyurdu ki:
- Rûm sûresinin onyedinci ve onsekizinci âyetlerini oku! Bu iki âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
(Akşam ve sabah vakitlerinde, Allahı tesbîh edin! Göklerde ve yeryüzünde olanların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir.)

Akşam yapılan tesbîh, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah yapılan tesbîh, sabah namazıdır. İkindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, ikindi ve öğle namazlarıdır.

Bu âyet-i kerîmeler, beş vakit namazı emretmektedir.

Kabir azâbından kurtarır
Abdullah bin Abbâs anlatır:
“Birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin Mülk sûresini başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medîne’ye gelince, bunu Resûlullaha arz ettik. Buyurdular ki:
- Bu sûre, ölüyü kabirdeki azâbdan kurtarır.”

Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:
- Allahü teâlâ bütün emirleri için bir sınır koymuş, bu sınırı aşınca, özür saymıştır. Özür olanı affetmiştir. Yalnız, zikrediniz emri, böyle değildir.

Bunun için bir sınır ve özür tanımamıştır. Hiçbir özür ile zikir terkedilmez. Çünkü O, “Dururken, otururken ve yatarken de zikrediniz! Her yerde, her hâlde, dil ile ve kalb ile zikredin! Beni hiç unutmayın” buyurdu.

Bakara sûresinin yüzelliikinci âyetinde meâlen, “Beni zikredin! Ben de sizi zikrederim!” buyuruldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:52:47
Abdullah Bin Amr Bin Âs  

Hadîs-i şerîf yazması ile meşhûr sahâbî.

Abdullah bin Amr, Bedir ve Uhud harbinden başka bütün harplere katılıp, Peygamber efendimizin yanında bulundu. İlk iki harbe yaşı küçük olduğu için katılamamıştır. Katıldığı savaşlara süvâri olarak katıldı. Ayrıca harbe gidecek askerleri tâlim ile, onları savaşa hazırlamak gibi mühim vazîfelerde bulundu. Birçok harbe kumandan olarak katıldı.

Askerlere binek temin et!
Abdullah bin Amr hazretleri, kumandanlığı ile ilgili bir husûsu, kendisi şöyle anlatır:
“Resûl-i ekrem efendimiz, yanımda bulunan develere askerleri bindirerek, bir tarafa göndermemi emir buyurunca, develerin askerlere kâfi gelmeyeceğini gördüm. Peygamberimize mürâcaat ederek, ba’zı askerlerin yaya kaldıklarını söyledim. Peygamberimiz bana şöyle buyurdu:
- Zekât olarak gelen erkek develer karşılığında, dişi develer satın alarak askerlere binek temin et!

Ben de, bir erkek deve karşılığında üç dişi deve alarak, askerlerin gidecekleri yere varmalarını sağladım.”

Abdullah bin Amr hazretlerinin, Peygamber efendimizin vefâtından sonra katıldığı ve büyük kahramanlıklar gösterdiği savaşlardan biri Yermük’tür. Şam fâtihi olan babası Amr bin Âs da bu savaşta ordu kumandanlarından idi. 240.000 kişilik Bizans ordusuna karşı, 46.000 kişilik İslâm ordusu, kısa zamanda zafer kazandı.

Hazret-i Abdullah bin Amr bin Âs, Peygamber efendimizin yanında bulunup, bizzat işiterek çok ilim öğrenmiştir. Peygamberimizden işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pek çok hadîs-i şerîf yazmıştır.

Eshâb-ı kirâmdan en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden Ebû Hüreyre, onun hakkında buyurmuştur ki:
- Resûlullahın hadîs-i şerîflerini, Abdullah bin Amr’dan başka benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım.

Abdullah bin Amr’ın, Resûlullah efendimizden her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri, ona dediler ki:
- Sen, Resûlullahtan her işittiğin şeyi yazıyorsun. Hâlbuki, Resûl aleyhisselâm ba’zan gadab, kızgınlık, ba’zan da neş’eli hâllerde iken söz söylemektedir.

Yazmaya devam et!
Bunun üzerine Hazret-i Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek husûsunda tereddütte kalmış ve mes’eleyi Resûl-i ekreme arzetmişti. Resûlullah efendimiz, onu dinledikten sonra buyurdular ki:
- Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ağzımdan hak (ya’nî doğru, gerçek) olandan başka bir şey çıkmamıştır.

Hazret-i Abdullah Resûlullahtan işittiği bütün hadîs-i şerîfleri, Sahîfe-i Sâdıka adında bir mecmûada toplamıştır. Kendisine sorulan suâllere, bizzat Resûlullahtan işiterek yazdığı bu mecmûayı çıkarıp bakar, sonra cevap verirdi.

Hadîs-i şerîf râvîlerinden Ebû Kubeyl, Abdullah bin Amr ile ilgili şunu nakletmektedir: “Abdullah bin Amr bin Âs’ın yanında bulunuyorduk. Kendisine, İstanbul ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel fethedileceği soruldu.

İstanbul feth olunacaktır!
Hazret-i Abdullah, suâli dinledikten sonra, bir sandık getirtmiş ve Sahîfe-i Sâdıka’sını çıkarmış ve ona bakıp şu cevâbı vermişti:
- Bir gün, Resûlullahın etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Bir ara Resûl-i ekreme; “İstanbul ve Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek” diye soruldu. (En önce Heraklius’un şehri olan İstanbul fetholunacaktır) buyurdular.”

Abdullah bin Amr’ın ilminden en çok istifâde eden muhitlerden biri de Basra’dır. Bu şehre vâli tâyin edilenler, onun derslerine koşmayı başlıca vazîfe biliyorlardı. Naklettiği ilimlerden bütün Müslümanlar faydalanmıştır.

Arapçadan başka İbrânice ve Süryânice de bilen Abdullah bin Amr hazretleri, Resûlullah efendimizin mübârek ağızlarından işiterek topladığı hadîs-i şerîf mecmûasına, son derece titizlik gösterirdi. İmâm-ı Mücâhid diyor ki:
- Abdullah bin Amr’ın elinde bulunan kitaplarından hangisine bakmak istesek, mâni olmazdı. Fakat bu hadîs-i şerîf mecmûalarından birini okumak istediğimiz zaman, ona son derece îtinâ gösterir ve, “Ben, bunu bizzat Resûl-i ekremin mübârek ağzından işiterek topladım. Onu, bütün dünyaya değişmem” derdi.

Yedi yüz civârında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir...

Abdullah bin Amr bin Âs hazretleri, uzun boylu, yakışıklı bir zât idi. Zühd ve takvâsı çok olup, zirâatle iştigâl eder ve geçimini bu yoldan sağlardı. Son derece cömert olup, eline geçeni dağıtır ve herkesi memnûn ederdi. 684 târihinde yetmişiki yaşlarında Şam’da vefât etti.

Hayrın en iyisi
Bir gün Hazret-i Abdullah’a soruldu:
- Şerrin en fenâsı ve hayrın en iyisi hangisidir?
Buyurdu ki:
- Hayrın en iyisi; doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itâat eden hanımdır. Şerlerin de en fenâsı; yalan söz, fenâ kalb ve itâat etmeyen hanımdır.

Hazret-i Abdullah şöyle bildiriyor:
Bir gün Resûl-i ekreme, “Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi hayırlıdır” diye sorduğum zaman buyurdular ki:
- Fakîrleri doyuran, tanıyıp-tanımadığı her Müslümana iltifât edendir.

Abdullah bin Amr hazretleri, ilme çok ehemmiyet verirdi. Buyururdu ki:
- Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:

“İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan saptırırlar.”

Abdullah bin Amr hazretleri, gece sabaha kadar namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Harâmdan son derece sakınır, hattâ mubâhların çoğunu da terkederdi. Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Ba’zan gece lâmbayı söndürür, Allah korkusundan sabaha kadar ağlardı. Çok ağlamaktan dolayı ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Kendisi şöyle anlatır:

Üç gün oruç tut!
Ben, devamlı olarak, geceleri ibâdetle, gündüzleri de oruçlu olarak geçireceğimi söylemiştim. Benim bu sözlerim Resûlullah efendimize haber verilmişti. Peygamber efendimiz de bana buyurdular ki:
- Böyle diyen sen misin?
- Evet, öyle söylemiştim ya Resûlallah!
- Bunu yapamazsın. Bunun için ba’zan oruç tut, ba’zan da tutma! Hem uyu, hem de ibâdet et ve ayda üç gün oruç tut! Çünkü üzerinde bedeninin, gözlerinin, âilenin, misâfirlerin hakkı vardır. Ve muhakkak ki, ayda üç gün oruç sana yeter. Bu, bütün sene oruç tutmak gibidir. Çünkü iyi amel, on misli ile mükâfâtlanır.
- Bundan daha fazlasını yapabilirim.
- Bir gün tut, iki gün boz!
- Bundan daha fazlasını yapabilirim ya Resûlallah!
- Bir gün tut, bir gün tutma! Bu Hazret-i Dâvüd’ün orucudur ve en uygun oruç budur.
- Bundan daha fazlasını yapabilirim.
- Bunun fazlası yoktur.

Bundan sonra Hazret-i Abdullah diyor ki: Resûlullahın buyurduğu ayda üç gün orucu kabûl etmiş olsaydım, bana çoluk çocuğumdan ve bütün malımdan daha sevgili olacaktı.

Hazret-i Abdullah, misâfire ikrâmı çok severdi. Bununla ilgili Resûlullahtan işittiği şu hadîsi söylerdi: “Allaha ve âhıret gününe îmân eden, misâfirine ikrâm etsin! Allaha ve âhıret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin! Allaha ve âhıret gününe îmân eden, ya hayır söylesin, yâhut sussun.”

Abdullah bin Amr hazretleri şöyle anlatır:
Birisi Resûl-i ekreme gelip cihâda gitmek için izin istedi. Resûlullah efendimiz, o kimseye buyurdu ki:
- Anan baban hayatta mı?
- Evet hayattalar yâ Resûlallah!
- Onların yanına dön ve hizmetlerinde bulun!

Çok ağlardınız
Hazret-i Abdullah bin Amr bin Âs’ın hikmetli sözleri çoktur. Buyurdular ki:
“Faydasız söz söylemeyiniz!”

"Müzevvirlik, ara bozuculuk ve iki dostun arasını açmak, Allahü teâlânın gadabına sebep olur. Eğer siz benim bildiğime vâkıf olsaydınız, çok ağlardınız.”

Hazret-i Abdullah, meşhûr Mısır fâtihi Âmr bin Âs’ın oğlu olup, 616 yılında doğmuştur. Annesi, Rayta binti Münebbih’dir. Babasından önce îmân etti. Müslüman olmadan önce adı Âs idi. Peygamber efendimiz Abdullah olarak değiştirdi. Künyesi, Ebû Abdurrahmân’dır. Abâdiledendir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:53:46
Abdullah Bin Atîk
 
Medîneli ilk Müslümanlardan.

Medîne’de, hicretten önce Hazret-i Es’ad bin Zürâre’nin ve Peygamberimiz tarafindan oraya Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için gönderilen Hazret-i Mus’ab bin Umeyr’in tebliğ hizmetleri sebebiyle birçok kimse îmân etmişti. Daha Peygamberimizin hicreti gerçekleşmeden Müslüman olmakla sereflenenlerden biri de Hazret-i Abdullah bin Atîk idi.

Hazret-i Abdullah bin Atîk, Bedir ve Uhud harplerinde, Resûlullahın yanında birçok hizmetlerde bulunmuştur. 627 yılında Medîne’nin savunulması için yapılan Hendek harbine de katılmıştır.

Her hususta yardımcı oldular
Mekke’de müşriklerin zulmünden kurtulmak için Peygamberimiz ve Müslümanlar Medîne’ye hicret etmişlerdi. Burada yaşayan Evs ve Hazrec kabîlelerinin tamamı İslâmiyeti kabûl etmişler, Resûlullaha her hususta yardımcı olmuşlardı.

Öteden beri bunlara düşman olan Yahûdilerin kini, İslâm düşmanlığı ile birleşmişti. Resûlullah efendimize düşmanlıkta çok ileri gidenlerden biri de, Hayber Yahûdilerinin reisi olan Ebû Râfi Selâm bin Ebû Hukayk idi.

Hayber Yahûdilerinin reisi olan Ebû Râfi, azılı İslâm düşmanı birisi idi. Sık sık Resûlullahı rahatsız ettiği gibi, Eshâbını da rahat bırakmıyor, fırsat buldukça onlara eziyet ediyordu. Müslüman olmayanları, İslâma karşı düşmanlıkta bir araya topluyor, devamlı onları kışkırtıyordu.

Zengin olduğu için, Resûlullahın düşmanlarına dünyalık yardım da yapıyordu.

Eshâb-i kirâm, kendilerine yapılan sıkıntıya katlanıyor, fakat Resûlullaha verilen rahatsızlığa bir türlü râzı olamıyorlardı. Bunun için kendi aralarında toplanıp, bunun bir çâresini aradılar. Sonunda Ebû Râfi’yi öldürmeye karar verdiler. Beş kişi bu iş için izin almak üzere Resûlullaha gittiler.

Peygamber efendimiz izin vererek, başlarına Hazret-i Abdullah bin Atîk’i emîr tâyin etti. Sâdece Ebû Râfi’nin öldürülmesini, kadınlara, çocuklara dokunulmamasını emretti.

Ebû Râfi’nin kendisine âit muhkem bir kalesi vardı. Buradan dışarı çıkmazdı.

Kaleye yaklaştıklarında, Hazret-i Abdullah arkadaşlarına dedi ki:
- Siz burada kalın, kaleye yaklaşmayın! Ben kalede kalan birisiymiş gibi, içeri girmeye çalışayım.

Herkes içeri girsin!
Kale kapısına iyice yaklaştığında, kapılar kapanmak üzere idi. Kapının yakınındakilerin arasına girip, onlardan biri gibi birşeylerle oyalanmaya başladı. O sırada, kapıcı seslendi:
- Herkes içeri girsin, kapıları kapatıyorum, sonra dışarıda kalırsınız!

Bu fırsatı iyi değerlendiren Hazret-i Abdullah, hemen içeri girdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:
İçeri girince, ahıra girip saklandım. Saklandığım yerden kapıcıyı tâkip ettim. Kapıyı kilitledi, anahtarları direğe asıp gitti. Anahtarları alıp, her tarafı dolaştım. Baktım en üst katta, Ebû Râfi arkadaşları ile sohbet ediyordu.

Ebû Râfi’nin, sohbet ettiği yerden ayrılmasını bekledim. Sohbet dağılıp yattıktan sonra, harekete geçtim. Birçok kapıdan geçtim. Her kapıyı açtıkça, kapıyı iç tarafından sürgülüyordum. Bunu, eğer Ebû Râfi’nin adamları beni farkederlerse, adamı öldürünceye kadar, bana yeteri kadar zaman kazandırsın, diye yapıyordum. Bu suretle Ebû Râfi’nin yattığı odaya kadar vardım.

Bir şey mi istediniz?
Odası karanlık olduğu için, yatanlardan hangisinin olduğunu anlayabilmek için, “Yâ Ebâ Râfi” diye seslendim. “Kim o?” diye yatağın birinden ses geldi. Hemen sesin geldiği tarafa fırlayıp, kılıcımı indirdim. Fakat kılıç tam isâbet etmemişti.
“Yetişin, birisi beni öldürmek istiyor!” diye bağırdı. O arada hemen dışarı çıkıp, değişik bir sesle dedim ki:
- Yâ Ebâ Râfi, birşey mi istediniz?
- Canı Cehenneme! Sen seslenmeden önce birisi gelip, beni oda içinde kılıçla yaraladı!

Artık hedefimi tam tesbit etmiştim. İyi bir kılıç darbesi daha indirdim. Yine yıkılmadı. Bu defa kılıcımı karnına soktum. Yere yıkılınca, odadan çıkıp merdivenleri birer ikişer atlayarak inmeye başladım. Nihâyet, merdivenlerin sonuna geldiğimi zannederek, kendimi yere attım. Hâlbuki daha yüksekteymişim. Yere düşünce, baldır kemiğim kırıldı. Bacağımı bir bezle sarıp, oraya oturdum ve kendi kendime, “Şunu öldürüp öldürmediğimi iyice anlayıncaya kadar, bu gece kaleden çıkmam” dedim.

Büyük acılar içinde kıvrana kıvrana beklemeye başladım. Bir zaman sonra, kalenin surlarına birisi çıkıp bağırdı:
- Ey Hicaz halkı! Büyük tâcir Ebû Râfi, odasında öldürülmüş olarak bulundu. İlân ediyorum!

Ebû Râfi’nin işi tamam!
Artık maksat hâsıl olmuştu. Sevinçten bacağımın ağrısını çoktan unutmuştum. Hemen arkadaşlarımın yanına varıp, dedim ki:
- Artık kurtulduk! Ebû Râfi’nin işi tamam!

Hep beraber, Resûlullahın huzûruna varıp, müjdeyi verdik. Resûlullah çok sevindi. Ayağımın kırıldığını duyunca, bana buyurdu ki:
- Ayağını uzat!

Ben de, ayağımı uzattım. Resûlullah efendimiz, ayağımı sıvazladı. Sanki hiç ağrı duymamış kimseye döndüm. Kırık tamamen iyileşmişti.

Hazret-i Abdullah bin Atîk, bu seriyyesinden sonra, Hayber’in fethine katılarak, burada da büyük yararlıklar gösterdi. Sonra Mekke’nin fethine ve Huneyn harbine katıldı ve çok hizmeti görüldü.

Abdullah bin Atîk hazretleri, mürtedlerle yapılan savaşta çok özlediği şehîdlik rütbesine kavuştu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:54:40
Abdullah Bin Cahş

Uhud şehîdlerinden.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Uhud harbinde Hazret-i Abdullah bin Cahş'la arasında geçen konuşmayı şöyle anlattı:
"Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi:
- Şimdi burada sen duâ et, ben "âmin" diyeyim. Sonra ben duâ edeyim, sen de "âmin" de!

Kıyasıya vuruşayım
Ben de, "Peki!.." dedim ve şöyle duâ ettim:
- Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak, geri döneyim.

Abdullah bin Cahş benim yaptığım bu duâya, bütün kalbiyle "âmin" dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye başladı:
- Allahım, bana zorlu kâfirler gönder, kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim.

En sonunda bir tanesi de beni şehîd etsin.

Gönlüm böyle bir duâya "âmin" demek arzu etmiyordu. Fakat, o istediği ve önceden söz verdiğim için mecbûren "âmin" dedim.

Kılıcı kırıldı
Daha sonra, kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk.

O, son derece bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyakla hücûmlarını tazeliyordu.
"Allah Allah!.." diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz, ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu.

Bu dal bir mu’cize olarak kılıç oldu ve önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşmanı öldürdü."

[Daha sonra bu kılıç, vârisleri elinde uzun seneler kaldı. En son bir Türk kumandanı, iki yüz altına bunu satın almıştır.]

Savaşın sonuna doğru Abdullah bin Cahş, Ebûl Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu.

Şehîd olunca, kâfirler, bu mübârek şehîdin cesedine hücûm ederek burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı.

Muharebe bittikten sonra, Abdullah bin Cahş’ı şehîd edilmiş bulan Hazret-i Sa’d, durumu ve onun yaptığı duâyı Peygamber efendimize anlattı.

Resûlullah efendimiz de, onun duâsının kabûl edildiğini ve bu dünyada istediğine kavuştuğunu, âhırette de istediğine kavuşacağının anlaşıldığını bildirdi.

Hazret-i Abdullah bin Cahş’ı ve dayısı "Seyyidüşşühedâ" ya’nî, "Şehîdlerin efendisi" Hazret-i Hamza’yı aynı kabre defnettiler.

Abdullah bin Cahş hazretleri, Resûlullahın halası Ümeyme ile Cahş’ın oğludur. Zevcât-ı tâhirâttan Zeyneb binti Cahş’ın kardeşidir. Habeşistan'a iki kere hicret etti. Birkaç kere ordu kumandanı yapıldı.Hazret-i Ebû Bekir’in vasıtasıyla, kelime-i şehâdet getirerek, ilk Müslümanlardan olmak şerefine kavuştu.

En çok katlananınızdır
Abdullah bin Cahş hazretleri, İslâmiyeti heyecanla yaşayan zâtlardandı. İlk Müslüman olduğu yıllarda, kâfirler kendisine her türlü ezâ ve cefâyı yapmışlardı. Hepsine de îmânının verdiği güç ile mukabele etmiş, ezâ ve cefâlara katlanmıştır. Peygamber efendimiz, kendisi için buyurmuştur ki:
- Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır.

Resûlullah efendimizin şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehîd olmaya can atar, harplerde hep en önde kahramanca çarpışırdı.

Peygamber efendimiz hicretin ikinci senesinde, Nahle’de, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, ilk önce Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı göndermek istemişti. Hazret-i Ebû Ubeyde, Peygamber efendimizden ayrılmaya dayanamı*** ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz, onu göndermekten vazgeçti. Hazret-i Abdullah bin Cahş der ki:
"O gün Resûlullah aleyhisselâm, yatsı namazını kılınca bana buyurdu ki:
- Sabahleyin yanıma gel! Silahın da yanında bulunsun! Seni bir tarafa göndereceğim.

Sabah olunca mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûlullah efendimiz, sabah namazını kıldırdıktan sonra, muhâcirlerden benimle birlikte gidecek birkaç kişi buldu. Bir mektup vererek buyurdu ki:
- Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim. Git! İki gece yol aldıktan sonra, mektubu aç! Orada yazılanlara göre hareket et!
- Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?
- Necdiye yolunu tut! Rekiye’ye, kuyuya yönel!"

Abdullah bin Cahş hazretleri, Nahle seferine görevlendirildiği zaman, ilk defa "Emîr-ül-mü’minîn" sıfatı verildi. Böylece, İslâmda ilk tayin olunan "emîr" oldu. Mücâhidlerin, iki kişisi için bir develeri vardı.

Kimseyi zorlama!
Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, mektubu açtı. Mektupta şunlar yazılıydı:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vâdisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin.

Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vâdisindeki Kureyşlileri, Kureyşlilerin kervanını gözetleyip denetleyesin! Onların haberlerini bize bildiresin!

Emîr-ül-mü’minîn Hazret-i Abdullah bin Cahş, Peygamberimizin mektubunu okuduktan sonra, "Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz. İşittim ve itâat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim" diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:
- Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin! Gelmek istemeyen dönüp gidebilir, hiçbirinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim.

Biz de işittik
Arkadaşları hep birden cevap verdiler:
- Biz de, işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itâat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi ile yürü.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu küçük ordu ile Hicâz’a doğru yol aldılar ve Nahle’ye geldiler. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar.

Bu sırada bir Kureyş kâfilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler, Kureyş kâfilesine yaklaşarak, onları İslâma da’vet ettiler. Kabûl etmeyince, çarpışma başladı. Çarpışma sonunda, birisini öldürdüler, ikisini esir aldılar. Birisi de atlı olduğu için ona yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı.

Hazret-i Abdullah bin Cahş, bu ganimet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu ganimet, Müslümanların aldıkları ilk ganimetti. Bu beşte bir hisse de, ilk ayrılan beşte bir idi. İlk öldürülen müşrik ve alınan esirler de, bu Nahle seferindeydi. Daha henüz ganimetle ilgili âyet-i kerîmeler gelmemişti.

Bundan sonra Bedir gazâsı oldu. Alınan esirler için, Resûlullah efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Abdullah bin Cahş’a danıştı. Hicretin üçüncü senesinde yapılan Uhud harbinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Hazret-i Abdullah bin Cahş yiğitliğin sembolüydü.

En çok özlediği
Abdullah bin Cahş, Peygamberimize çok bağlı idi. Resûlullah efendimiz, onu emîr tayin ettiği vakit, kendisine sormuştu:
- Ey Abdullah! Dünyada en çok arzu ettiğin, özlediğin nedir?

Bunun üzerine, "Allah ve Resûlüne muhabbettir" diye arzetmişti.

Hazret-i Abdullah orta boylu, çok yakışıklı bir zât idi. Peygamber efendimizi pek ziyâde severdi. Bu muhabbet uğrunda canını fedâdan çekinmemiş, Uhud harbinde en büyük kahramanlığı göstererek, Allahü teâlânın rızâsı uğrunda şehâdet şerbetini içmiştir.

Eshâb-i kirâm arasında lâkabı, "El Mücâhidü fillah", ya’nî "Allah yolunun fedâisi" idi. Şehîd olduğunda 40 yaşlarında idi. Allah yolunda Habeşistan’a yapılan ikinci hicretten sonra, âilece Medîne’ye hicret etmişti. Medîne’ye hicret edince, Asım bin Sâbit ile kardeş oldu.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:55:38
Abdullah Bin Ebi Bekr-i Sıddîk  

Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu.

Zekî ve kabiliyetli bir genç olduğundan, babasının emir ve direktiflerini harfiyen yerine getirirdi. Gündüzleri Mekke’de Kureyşliler arasında bulunup, onların Peygamberimiz ve Hazret-i Ebû Bekir hakkında söylediklerini, akşam vakti Sevr Mağarasına gelerek haber verirdi. Geceyi orada geçirip, tanyeri ağarmadan Mekke’ye dönerdi. Bu hizmeti, onun adını İslâm tarihine geçirdi.

Muhâsarada yaralandi
Hazret-i Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk; hicret-i Nebevî’den sonra, Mekke’den Medîne’ye geldi. Resûlullah ile hicretin 8. senesinde Mekke’nin fethinde bulundu. Atike binti Zeyd bin Amr ile evliydi. Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Gazvesine katıldı. Huneyn’den kaçan Sakif ve Hevâzinlilerin toplanmalarına mâni olmak için, onların sığınıp, saklandıkları Tâif Kalesini muhâsara etti. Muhâsarada ok isâbet edip, yaralandı. Medîne’ye yaralı olarak döndü.

Hazret-i Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk, Peygamber efendimiz için hazırlanan elbiseyi yedi altına satın almıştı. Sonra Resûlullahın tekfînine uygun görülmeyince, teberrüken kendine kefen için saklamıştı.

Rûhunu teslim edeceği sırada, "Bunda, hayır ve bereket olsa idi, Resûlullah efendimiz tekfîn olunurdu" deyip, kendisine bunu kefen yaptırmadı.

Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfetinin başlarında, hicretin onbirinci senesinin Şevvâl ayında Tâif’te aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle vefât etti. Cenâze namazını Hazret-i Ebû Bekir kıldırdı. Kabrine ise, Hazret-i Ömer, Talha ve kardeşi Abdurrahman bin Ebî Bekir indirmişlerdir. Tâif şehîdlerinden sayılır.

Onun vefâtından bir müddet sonra, Hazret-iEbû Bekir’e, Sakif heyeti geldi. O sırada Hazret-i Abdullah’ın ölümüne sebep olan ok, Hazret-i Ebû Bekir’in yanındaydı. Oku, heyettekilere göstererek sordu:
- İçinizde bu oku tanıyanınız var mı?

Ben yonttum
Aclân oğullarından Hazret-i Sa’d bin Ubeyd dedi ki:
- Bu oku ben yonttum; ucunu ben sivrilttim; tüyünü ben taktım; bunu atan da benim.

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki:
- Bu ok, Abdullah bin Ebî Bekir’i şehîd eden oktur. Senin elinle ona şehîdlik şerbetini içiren, onun eliyle seni öldürtmeyen Allaha hamdolsun. Allahın himâyesi geniştir.

Hazret-i Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk, Eshâb-i kirâmdan olup, ilk Müslümanlardandır. Babası Ebû Bekr-i Siddîk, annesi Kâtile binti Abdiluzza’dır. Esmâ ile anne bir kardeştir. Doğum tarihi bilinmemektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:56:35
Abdullah Bin Hanzala

Meleklerin Yıkadığı Sahâbînın Oğlu.

Abdullah bin Hanzala hazretleri, Eshâb-i kirâmdan, şehâdeti ile meşhûrdur. Babası da, Eshâbdan olup, (Gasîl-ül-melâike) Meleklerin yıkadığı Sahâbî lakabıyla tanınmıştır. Annesi Cemile binti Abdullah’tır.

Babası Hanzala, Uhud vak’ası gecesi evlenmiş, ertesi gün Uhud’da şehîd olmuştur. Hazret-i Abdullah, Peygamber efendimizin vefâtında yedi yaşında idi ve Peygamberimizi görüp, gönüllere şifâ olan sohbetine kavuşmuştur.

Rü’yâda gördüm
Hazret-i Abdullah, 682 senesinde, Hara savaşında Zilhiccenin bitmesine üç gün kala, perşembe günü şehîd olmuştur.

Önce sekiz oğlunu, birer birer savaş meydanına çıkarıp, hepsi şehîd olduktan sonra, kılıcının kınını kırarak askerlerin içine dalmış, şehîd oluncaya kadar mücâdele etmiştir.

Abdullah bin Ebî Süfyân anlatır:
"Ben babamı şöyle derken işittim: Abdullah bin Hanzala’yı şehîd edildikten sonra rü’yâda çok güzel bir şekilde gördüm. Kendisine sordum:
- Ey Ebû Abdurrahmân, sen öldürülmedin mi?
- Evet, fakat öldürülünce, Rabbim beni Cennetine koydu. Ben burada serbestçe dolaşıyor ve Cennet ni’metlerinden istifade ediyorum.
- Ya senin eshâbın, arkadaşların? Onlara ne oldu?
- Onlar benim sancağım etrafındadırlar. Ki, sen bunu görüyorsun.Aramızda olan bu konuşmalardan sonra, uykumdan uyandım. Gördüğüm rü’yânın Hazret-i Abdullah bin Hanzala için hayırlı olduğunu anladım."

Süfyân bin Selim’in rivâyetine göre, Iblis, Hazret-i Abdullah bin Hanzala’ya göründü ve ona dedi ki:
- Dinle sana birşey öğreteyim.
Hazret-i Abdullah da cevap verdi:
- Senden birşey öğrenmeye ihtiyacım yoktur.

Baskasından birşey isteme!
Şeytan tekrar dedi ki:
- Dinle de, istersen alır, istemezsen almazsın.
Şeytan, sonra sözlerine şöyle devam etti:
- Ey Hanzala’nın oğlu, Allahtan başkasından birşey isteme! Her istediğini Allahü teâlâdan iste! Kızdığında, nasıl bir hâl aldığına bir bak! Sen kızdığın zaman, ben sana hakim olurum.

Abdullah bin Hanzala hazretleri, ziyâret için, arkadaşları ile beraber, Sa’d bin Ubâde hazretlerinin oğlunun evine gitmişti.

Namaz vakti gelince ev sahibine, imâm olmasını teklif ettiler. O da misâfirlerden birinin imâm olmasını istedi. Hazret-i Abdullah şöyle rivâyette bulundu:
- Resûlullah efendimiz, "Bir kimsenin kendi yatağında yatması, hayvanına binmesi ve evinde imâmlık etmesi evlâdır" buyurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:57:26
Abdullah Bin Huzâfe  

Resûlullahın elçilerinden.

Peygamber efendimiz, Hudeybiye antlaşmasından sonra, İslâmın bütün dünyaya yayılması ve insanların Cehennemden kurtulup, ebedî saâdete kavuşmaları için hükümdarlara elçiler göndermek istiyordu. Zîrâ o, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.

İstediğini emret!
Bu sebeple bir gün, Eshâb-ı kirâma buyurdular ki:
- Ba’zınızı, yabancı hükümdarlara göndermek istiyorum. Sakın, İsrâiloğullarının, Peygamberlerine karşı davrandıkları gibi, siz de bana karşı davranmayasınız!

Eshâb-ı kirâm cevap verdiler:
- Yâ Resûlallah! Biz, sana karşı, hiçbir zaman, hiçbir şey hakkında aykırı davranmayız. Sen, bize, istediğini emret, bizi istediğin yere gönder!

Bunun üzerine İslâmiyete da’vet etmek üzere, Hükümdarlara birer mektupla altı sahâbî gönderildi. Bu altı elçiden birisi de, Abdullah bin Huzâfe idi. Peygamberimiz onu, Kisrâ’ya ya’nî İran şâhına göndermişti.

Peygamberimiz, mektubunu Kisrâ’ya sunmak üzere Bahreyn vâlisine vermesini de Abdullah bin Huzâfe’ye emretti.

Peygamberimiz, Kisrâ’ya yazdığı mektubunda şöyle buyurdu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya!

Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara, Allaha ve Resûlüne îmân edenlere, Allahtan başka hiçbir ilâh ve ma’bûd olmadığına, O’nun eşi, ortağı bulunmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet getirenlere selâm olsun!

Ben, seni, Allaha îmâna da’vet ediyorum! Çünki ben; Allahın, kalbleri diri ve akılları başında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da, o azâb sözü gerçekleşmek için bütün insanlara göndermiş olduğu Peygamberiyimdir!

Öyle ise, Müslüman ol, selâmeti bul! Da’vetimden yüz çevirir, kaçınırsan, bütün Mecûsîlerin günâhı senin boynuna olsun!”

Bahreyn vâlisine verdi
Peygamberimizin, İran Şâhı’na göndermiş olduğu mektubun aslı, 1962 yılı kasımının sonuna doğru Şam’da bulunmuştur. Parşömen üzerine yazılmış bulunan bu mübârek mektup, zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmış olup, boyu 28 cm, eni 21,5cm.dir.

Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Peygamberimizin mektubunu Kisrâ’ya sunmak üzere, Bahreyn vâlisi Münzir bin Sava’ya başvurdu. O da, onu Kisrâ’ya yolladı.

Abdullah bin Huzâfe’nin bildirdiğine göre, kendisi, Kisrâ’nın kapısına kadar vardı. Yanına girmek için izin istedi.

Kisrâ, önce köşk salonunun süslenmesini emretti. Sonra, Fars devlet adamlarının, daha sonra da, Peygamberimizin elçisinin içeri alınmasına müsâade etti.

Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Peygamberimizin mektubunu sunmak üzere İran Kisrâ’sının huzûruna girdi. Kisrâ, Peygamberimizin mektubunun elçiden alınmasını emretti. Abdullah bin Huzâfe dedi ki:
- Onu, Resûlullah efendimizin buyruğu üzere, sana kendim vereceğim!
Kisrâ bunun üzerine dedi ki:
- Öyle ise, haydi yanıma yaklaş!

Düş hayâtı yaşıyorsunuz
Abdullah bin Huzâfe, Kisrâ’ya yaklaşarak mektubu sundu. Kisrâ, mektubu okutmak için Hîreli kâtibini çağırdı. Mektubu ona okuttu. Kâtip, mektubu:

“Allahın Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya!” diyerek okumaya başlayınca, Kisrâ, mektuba, Peygamberimizin kendi ismiyle başlamış olmasına son derecede öfkelendi. Bağırdı, çağırdı.

Bunun üzerine Abdullah bin Huzâfe, Kisrâ’nın huzûrunda şöyle konuştu:
- Ey Fars cemâ’atı! Sizler, yeryüzünden ancak ellerinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak, Peygambersiz ve Kitapsız olarak sayılı günlerinizi geçiriyor, bir düş hayatı yaşıyorsunuz! Hâlbuki, yeryüzünün, hâkim olamadığınız kısmı daha çoktur.

Ey Kisrâ! Senden önce, nice dünyalık ve âhıretlik hükümdarlar gelmiş geçmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan, âhıretlik olanlar,dünyadan da nasîblerini almışlar; dünyalık olanlar ise, âhıret nasîblerini yitirmişlerdir! Dünyaya çalışmakta birbirlerinden geri kalanlar, âhırette bir hizâya gelmişlerdir.

Sana getirip sunduğumuz bu işi, sen küçümsüyorsun, ammâ, vallahi, nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince, ondan korkacak ve korunamayacaksın!

Bana mektup yazıyor ha!
Kisrâ ise öfke ile saltanatına gururlanarak dedi ki:
- Şuna bak! Benim, kulum, kölem olan kişi, kalkıyor da, bana mektup yazıyor hâ! Mülk ve saltanat, bana mahsûstur! Benim, bu husûsta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana bir ortak çıkacağından korkum vardır! Firavun, İsrâiloğullarına hâkim olmuştu. Siz, onlardan daha iyi ve güçlü değilsiniz. Sizi, hemen hâkimiyetim altına alıvermeme ne engel var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!

Kisrâ, daha mektubun içinde ne denildiğini öğrenmeden mektubu alıp yırttı. Ve Peygamberimizin elçisini dışarı çıkarmalarını adamlarına emretti.

Abdullah bin Huzâfe hazretlerini dışarı çıkardılar.

Abdullah bin Huzâfe, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar çıkmaz, hayvanının üzerine atlayıp yol almaya koyuldu. Kendi kendine dedi ki:
- Vallahi, benim için iki yoldan hangisi olursa, gam çekmem. Nasıl olsa Resûlullahın mektubunu vermiş, vazîfemi yapmış bulunuyorum.

Kisrâ, öfkesi geçtikten sonra, elçinin içeri alınmasını emretti. Onu, Hîre’ye kadar arattırdı ise de bulduramadı.

Mektubumu parçaladı
Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Medîne’ye gelip durumu, Peygamberimize haber verdi. Kisrâ’nın kızarak mektubu yırttığını söyleyince, Peygamberimiz buyurdu ki:
- Parça parça olsunlar! O, benim mektubumu parçaladı. Allah da, onun mülkünü, saltanatını parçalasın!

O, kendi eliyle mülkünü parçalamış oldu! Ey Allahım! Onun mülkünü, saltanatını parçala!

Allahü teâlâ Resûlünün duâsını kabûl etmiş, Kisrâ, oğlu tarafından bir gece hançerlenerek parça parça edilmişti. Hazret-i Ömer zamanında da bütün İran toprakları zaptedilerek Müslümanların eline geçti.

Abdullah bin Huzâfe hazretleri, Hazret-i Ömer devrinde Bizanslılarla yapılan bir savaşta birçok Müslümanla birlikte esîr düşmüştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esîrlere önce Hıristiyanlık telkîni yapar, kabûl ettiği takdirde serbest bırakırlar, aksi hâlde çeşitli işkencelerle öldürürlerdi.

Abdullah bin Huzâfe’nin, Sahâbenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen Kral, ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, Hıristiyanlığı kabûl etmesi için devamlı telkînler yaptırıyordu. Fakat Abdullah bin Huzâfe bu tekliflerin hiçbirisine kulak asmıyor, kelime-i şehâdeti söylemeye devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti.

Hazret-i Peygamberin yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabûl etmesi, günden güne yayılarak, Bizans’ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık âlemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı.

Mülküme ortak ederim
Onun için Kral, Hazret-i Abdullah’ın Hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:
- Hıristiyan olmayı kabûl ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim.

İlk Müslümanlardan olup, Mekkeli müşriklerin daha önceki işkencelerine katlanmış olan Hazret-i Abdullah, izzetle haykırarak şu cevabı verdi:
- Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dînimden dönmem!

Bunun üzerine Kral, Hazret-i Abdullah’a dedi ki:
- Öyle ise öldürüleceksiniz.
- Buna gücünüz yetebilir. Ama îmânımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!

Abdullah bin Huzâfe’den beklediği netîceyi alamayan Bizanslılar, Hazret-i Abdullah’ı çarmıha gerdiler ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine Hıristiyanlık telkînlerine devam ediliyordu.

Aynı zamanda, bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olmayı reddetmiş olan diğer Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu.

Ağlamaya başladı
Derken o Müslüman kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hazret-i Abdullah bu fecî durumu gördüler. Sonra kazanın yanına Hazret-i Abdullah getirildi.

Bu esnada Hazret-i Abdullah ağlamaya başladı. Kral Hazret-i Abdullah’ın korkusundan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hazret-i Abdullah yine tekliflerini reddetti. Bunun üzerine kral sordu:
- O hâlde niçin ağlıyorsun?
- Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse, diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevketti.

İslâm izzetinin müşahhas bir timsâli olan Hazret-i Abdullah’ın bu sözleri karşısında Kral yeni bir teklifte bulundu:
- Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım.

Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile îmânından fedâkârlık göstermeyen Hazret-i Abdullah, bir Hıristiyanın başından nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir teklifte bulundu:
- Burada bulunan bütün Müslüman esîrleri serbest bıraktığın takdirde, dediğini yaparım.

Hazret-i Abdullah, kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:
“Bu adamın, Allahın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum.”

Hazret-i Abdullah, kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esîri serbest bıraktı.

Abdullah bin Huzâfe’nin îmânından gelen izzet ve fedâkârlığı, 80 Müslümanın kurtarılmasına ve daha nicelerinin îmânını kurtarmasına vesîle olmuştu.

Her Müslümanın vazîfesidir
Esîrlerle birlikte Medîne’ye dönen Hazret-i Abdullah, Hazret-i Ömer tarafından karşılandı. Hz Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitâben;
- Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesîle olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek her Müslümana bir vazîfedir. İşte ilk önce ben öpüyorum, dedi ve başından öptü.

Abdullah bin Huzâfe, ilk Müslümanlardan idi. Soyu Hazret-i Lüey’de Peygamber efendimizle birleşmektedir. Annesi Hârisoğullarındandır. Müslüman olduktan sonra Mekkeli müşriklerin işkencelerine ma’rûz kaldı. İki defa Habeşistan’a hicret etti.

Bedir savaşından sonra Medîne’ye geldi. Resûlullahla birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah bin Huzâfe hazretleri, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti. Abdullah bin Huzâfe, Hazret-i Osman devrinde Mısır’da vefât etti.

Allah ondan râzı olsun.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:58:27
Abdullah Bin Mes'ûd

Kur'ân-ı kerîmi açıktan okuyan ilk sahâbî.

Abdullah bin Mes'ûd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından olup, ilk îmâna gelenlerdendir.

Gençliğinde fakîr idi. Bundan dolayı çobanlık yapıyordu. Bir gün koyun güderken Peygamber efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir ile karşılaştı. Resûlullah efendimiz:
- Ey genç! İçmemiz için sütün var mı? diye sordu. O da:

- Yok efendim, deyince, Peygamber efendimiz, hiç yavrulamamış bir koyunun memesini elleri ile sıvazlayıp, duâ etti. Koyunun memesi derhal süt ile doldu. Hazret-i Ebû Bekir, büyük bir kap getirip doldurdu. Bu sütten içtiler. Peygamber efendimiz sonra: "Çekil, büzül" buyurdu. Koyunun memeleri eski hâline geldi.

Nasıl sağdınız?
Abdullah bin Mes'ûd, olanları hayretler içinde seyretti. Dayanamayıp sordu:
- Bu nasıl oldu? Hiç sütü olmayan koyundan bu kadar sütü nasıl sağdınız? Söylediğiniz duâyı lütfen bana da öğretin.

Peygamber efendimiz, başını sıvazlayıp:
- Allahü teâlâ sana rahmet etsin! Sen Hakkı öğrenebilecek bir çocuksun, buyurdu.

Bu mu'cizeyi gören ve konuşmaları işiten genç:
- Siz sıradan bir kimse değilsiniz. Senin, Cenâb-ı Hakkın Peygamberi olduğuna inandım, deyip Kelime-i şehâdet getirdi ve Müslüman oldu.

Kimse yok mu?
Abdullah bin Mes'ûd hazretleri Mekke'de ilk defa açıktan Kur'ân-ı kerîm okuyan sahâbîdir.

Bir gün Eshâb-ı kirâm, bir yerde oturup sohbet ediyorlardı. İçlerinden birisi:
- Resûlullahtan başka, hiç kimse çıkıp da Kur'ân-ı kerîmi müşriklere karşı açıktan okuyamadı. Bunu yapacak kimse yok mu? dedi. İbni Mes'ûd hazretleri hemen atılıp:
- Ben okurum, dedi.
- Biz, sana bir zarar vermelerini istemeyiz. Müşriklerin, kabîlesinden korkacakları bir kimse okusun.
- Bırakın gideyim! Siz dua edin! Allahü teâlâ beni korur!

Ertesi gün, Makâm-ı İbrâhim'e gitti. Müşrikler orada toplanmış hâldeydiler. İbni Mes'ûd hazretleri Besmele-i şerîfe çekip, "Errahmânu allemel Kur'âne..." diyerek Rahmân sûresini okumaya başladı.

Müşrikler hep birlikte üzerine yürüdüler. Tekme tokat vurmaya başladılar. Yüzü gözü her tarafı yara bere içersinde kaldı. Fakat o, sanki hiç bir şey yapılmıyormuş gibi sâkin sâkin Kur'ân-ı kerîmi okumaya devam etti. Okuması bittikten sonra Eshâb-ı kirâmın yanına vardığında dediler ki:
- Korktuğumuz başımıza geldi. Bir daha gidip onların yanında okuma!
- Hayır yine gidip okuyacağım. Müşrikleri ilk defa böyle perişan hâlde gördüm. Onların âcizliği beni çok sevindiriyor. Bana yapılan işkencelerden acı duymuyorum.

O, ertesi günü yine gidip, tekrar okudu. Yine tartakladılar. Hattâ kızgın çöllere yatırıp işkence ettiler. O yine aldırmadan okumalarına devam etti. Sonunda müşrikler çâresiz kaldılar.

Mekkeli müşrikler diğer Müslümanlara yaptıkları gibi, Abdullah ibni Mes'ûd'a da çok eziyet ve işkence yaptılar. İşkenceler dayanılmayacak hâle gelince izin ile iki defa Habeşistan'a hicret etti. Resûlullah efendimizin hicret etmesinden sonra, Habeşistan'dan Medîne'ye hicret etti. Burada önce Muâz bin Cebel'in evinde misâfir kaldı. Sonra Mescid-i Nebî'nin yanında bir ev yaptırarak taşındı.

İbni Mes'ûd hazretleri, cüssesinden umulmayan kahramanlıklar göstermiştir. Savaşlarda, Resûlullahın yanından ayrılmayıp, canfedâ bir şekilde savaşırdı. Bedir savaşında, küfrü ve îmânsızlığı meşhûr Ebû Cehil'in başını o kesmiştir.

Savaşta, Eshâb-ı kirâmdan Afra hatûnun çocukları Muâz ve Muavviz, kılıç darbeleri ile Ebû Cehil'i kımıldayamıyacak şekilde yaralayıp, yıktılar. Öldüğünü zannedip oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz Ebû Cehil'i merak edip:
- Acaba Ebû Cehil ne yaptı, ne oldu? Kim bakar? buyurarak, araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Gelip durumu bildirince Peygamber efendimiz:

Allahü teâlâ zelil etti
- Aramaya devam ediniz! Eğer onu tanıyamazsanız, dizindeki yara izine bakınız. Birgün ben ve o, Abdullah bin Cûdan'ın ziyâfetine gittik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Orada onu itince düştü, dizlerinden birisi yaralandı. Bu iz onun dizinden kaybolmadı, buyurarak Eshâbına kolay tanımaları için işâret verdi.

Bunun üzerine, İbni Mes'ûd hazretleri yerinden fırlayıp aramaya gitti. Epey bir aramadan sonra, ölüler arasında ta'rife uygun yaralı birisini gördü. Yanına yaklaşıp sordu:
- Sen Ebû Cehil misin?
- Evet, Ebû Cehil'im.
- Ey Resûlullah düşmanı! Nihâyet Allahü teâlâ seni hakîr ve zelîl etti?

Aldığı yaralardan, acılar içinde kıvranan İslâm düşmanı Ebû Cehil, hâlâ inadına, düşmanlığına devam ediyordu. En ufak bir pişmanlık eseri yoktu. Ebedî olarak, Cehennemde kalmak üzere dünyadan ayrılmakta iken bile mel'ûn hâlâ ağzından kin kusuyordu:
- Ne diye beni zelîl ve hakîr edecek ey koyun çobanı! Hakîr olan sizler olacaksınız! Sen bana zaferden bahset! Kim kazandı kim kaybetti?
- Zafer Allah ve Resûlünün tarafındadır, ey mel'ûn. Artık sonun geldi. Zehir kusan başını, şu iğrenç vücûdundan ayıracağım.
- Doğrusu beni, senin gibi birisinin öldürmesi bana çok ağır gelecek.
- İşte Allah ve Resûlüne karşı gelen, onlara düşmanlık besliyenin sonu böyle zelîl olmaktır. Sen ve senin gibi olanların sonları böyle olacak. Burada zelîl olduğunuz gibi, âhırette daha zelîl olacaksınız! Ebedî olarak, Cehennem ateşi ile yanacaksınız. Cehennemde, şimdiki bu hâlinizi çok arayacaksınız. Fakat bulamıyacaksınız.

İbni Mes'ûd hazretleri, başını kesmek için Ebû Cehil'in miğferini çıkartırken:
- Ne olur hiç olmazsa, boynumu gövdeme yakın kes ki, başım heybetli görünsün, diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi.

Ümmetin fir'avnı
İbni Mes'ûd, Ebû Cehil'in başını kılıcıyla kopardı. Kılıcını, miğferini aldı. Başına bir ip bağlayıp, sürükliyerek Resûlullahın huzûruna götürdü. Sevinç içinde:
- Yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehil'in başıdır, dedi. Peygamber efendimiz de:
- O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, buyurdu.

Sonra İbni Mes'ûd hazretleri ile beraber, Ebû Cehil'in cesedinin yanına gitti. Ona hitap ile:
- Allahü teâlâya hamd olsun ki seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allahın düşmanı! Sen bu ümmetin fir'avnı idin! buyurdu.

Hazret-i Abdullah bin Mes'ûd, Uhud'da, Hendek'te, Biat-ı Rıdvan'da, Mekke'nin fethinde ve Tebük seferlerinde bulundu. Peygamber efendimizin vefâtından sonra da Yermük harbine katıldı. Kûfe kadılığına tayin olundu. Orada hazine muhafızlığı da yaptı. Hazret-i Ömer, Kûfe halkına yazdığı mektupta şöyle diyordu:

- Ey Müslümanlar! Size iki arkadaşımı yolluyorum. Ammâr vâlî, Abdullah kâdı olacaktır. Onları dinleyiniz ve söylediklerini yapınız. Çünkü ikisi de Resûlullahın Eshâbından olup, Bedir kahramanlarındandır. İbni Mes'ûd'u yanımda alıkoymayarak sizi kendime tercih ettim. Kendisi aynı zamanda beytülmâl hesaplarına da bakacaktır.

Günâhtan şikâyet
Hazret-i Osman'ın son zamanlarında Medine'ye döndü. 60 yaşının üzerinde iken hastalandı. Halife Hazret-i Osman, ziyâretine geldi. Dedi ki:
- Bir isteğin mi var?
- Allahü teâlânın rahmetini isterim.
- Bir tabib getirelim mi?
- Hâcet yok! Beni hasta eden tabibdir.

Bu hastalıktan vefât etti. Cenâze namazını Hazret-i Osman kıldırdı. Vasiyeti üzerine Cennet-ül-Bakî Kabristanına defnedilmiştir.

Abdullah bin Mes'ud, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki, Resûl-i ekremin Ehl-i beytinden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi.

Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes'ûd'u Kur'ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı ve, "Kur'ân-ı kerîmi, İbni Mes'ûd, Salim, Übey bin Ka'b ve Muaz bin Cebel'den öğrenin!" buyururdu. 70 sûreyi Resûlullahın mübârek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kisaî, Halef, A'meş gibi meşhur kırâat imâmlarının silsilesi, İbni Mes'ûd'da son bulmaktadır.

Resûl-i ekrem Kur'ân-ı kerîmi ondan dinlemeyi çok severdi. Peygamber efendimiz bir gün ona buyurdu ki:
- Nisa suresini oku, dinleyelim.
- Kur'ân-ı kerîm size indi. Biz O'nu sizden okuduk ve sizden öğrendik. Resûl-i ekrem bunun üzerine buyurdu ki:
- Evet öyledir. Fakat ben Kur'ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim.

İbni Mes'ûd okumaya başladı. Meâlen; (Halleri ne olacak? Her ümmetten bir şahit getireceğimiz zaman...) Nisa: 41] âyet-i kerimesine gelince, Resûlullahın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı.

İbni Mes'ûd gibi
İbni Mes'ûd hazretleri, Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Hazret-i Ömer anlatır:
Bir gün Resûlullah efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir ile Müslümanların durumunu konuşuyordu. Ben de yanlarındaydım. Sonra beraber dışarı çıktık. Baktık, tanımadığımız birisi mescidde Kur'ân-ı kerîm okuyor. Resûlullah efendimiz dinlemeye başladı. Daha sonra da bize dönüp buyurdu ki:
- Kim Kur'ân-ı kerîmi indiği andaki tazeliği ile okumaktan hoşlanıyorsa, İbni Mes'ûd gibi okusun!

İbni Mes'ûd hazretlerinin vücûdu zayıf yapılı idi. Peygamber efendimiz birgün Eshâbına buyurdu ki:
- Siz İbni Mes'ûd'un vücutça zayıf olduğuna bakmayın. Mîzânda hepinizden ağırdır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 17:59:47
Abdullah Bin Ömer  

En çok hadîs bilen sahâbîlerden.

Abdullah bin Ömer hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup, dört büyük halîfeden Hazret-i Ömer’in oğludur. İlk îmâna gelenlerdendir. Babası îmân ile şereflenince, o da küçük yaşta Müslüman oldu.

Küçük yaştan beri Peygamber efendimizle beraber bulundu. Bunun için Eshâb-ı kirâm içinde en çok hadîs-i şerîf nakledenlerden oldu.

Ayrıca, yaratılış olarak üstün hâllere sahip olduğundan ve Resûlullahın hizmeti ile şereflenip, uzun zaman sohbetlerinde bulunduğundan, bütün ilimlerde mâhir oldu.

Çok cömert idi
Harâm ve şüphelilerden sakınmakta, dünyaya düşkün olmamakta örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Çok cömert olup, ikrâm etmeyi çok severdi. Akşam yemeklerini, yalnız yediği hiç vâki değildi. Mutlaka misâfir arar bulurdu.

Bir gün Abdullah bin Ömer hazretlerine, bin dirhem para ile kıymetli bir kaftan hediye getirilmişti. Dostlarından birisi ertesi gün, onu, çarşıda hayvanına veresiye yem alırken görünce şaşırdı. Evine gidip sordu:
- Dün Abdullah bin Ömer’e bin dirhem para ile kıymetli bir kaftan gelmemiş miydi?
- Evet gelmişti.
- Fakat bugün onu veresiye alış-veriş yaparken gördüm.
- Doğrudur. Hediyeleri aldığı gün, kaftanı omuzuna alıp, çarşıya çıktı. Dönüşünde ne kaftan ne de paralar vardı. İhtiyacı olanlara hepsini dağıtmış.

Gençliğinde bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında ipek bir kumaş parçasının üzerine binerek uçuyor, Cennetteki istediği yerlere konuyordu. Bu sırada birileri onu Cehenneme götürmek istedi. Hemen karşısına bir melek çıkıp, “Korkma!” dedi. Sonra alıp tekrar Cennete götürdü.

Hazret-i Hafsa, onun bu rü’yâsını Resûlullaha anlatınca, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Abdullah ne iyi insandır. Keşke geceleri de namaz kılsa!
O zamandan sonra gece namazını hiç bırakmadı.

Allahtan korkmak
Allahtan başka kimseden korkmazdı. Bir gün yolculuğa çıktı. Yolda karşılarına bir aslan çıkınca, arkadaşları korkup ne yapacaklarını şaşırdılar. O korkusuzca aslanın yanına yaklaşıp, kulağına dedi ki:
- Resûlullahtan işittim. “İnsanoğlu Allahtan başkasından korkmazsa, hiçbir şeyi ona musallat etmez” buyurdu. Yoldan çekil de yolumuza devam edelim.

Aslan sessizce oradan uzaklaştı.

Acıkmayınca yemez, yediğinde de çok az yerdi. Nitekim Irak’tan ziyâretine gelen bir dostu, kendisine hediye olarak bir ilâç getirerek dedi ki:
- Bu iyi bir ilâçtır. Sana, Irak’tan getirdim.
- Bu ilâç neye yarar?
- Hazımsızlığa iyi gelir.
- O zaman, sen bu ilâcı başkasına ver!
- Niçin?
- Çünkü, ben ömrümde hiç karnım doyana kadar yemek yemedim. Bundan sonra da yemiyeceğim için bende hazımsızlık olmaz.

Bir gün Abdullah bin Ömer hazretlerinin devesi kayboldu. Çok aradı, bulamadı. “Alana helâl olsun!” deyip mescide girdi. Sonra birisi gelip dedi ki:
- Deven filân kimsede.

Mescidden çıkıp giderken, hatırladı. “Ben onu alana hediye etmiştim” deyip tekrar mescide döndü.

Allah için sev!
Peygamber efendimiz bir nasîhatinde, Abdullah bin Ömer hazretlerine buyurdu ki:
- Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş! Velîlik mertebesine ancak böyle kavuşabilirsin! Bu minvâl üzere olmıyan kişi, namazı ve orucu çok olsa bile, îmânın tadını alamaz.

Yâ Abdullah, sabaha çıktığın zaman akşam için kendini kaygılandırma! Akşama çıktığın zaman sabah için kendini kaygılandırma! Sağlığında hastalığın ve hayatında ölüm için tedbîr al!

Abdullah bin Ömer hazretleri, harâmdan çok korkardı. Bunun için, sık sık buyururdu ki:
- Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, harâmdan kaçmadıkça bunların va’dedilen mükâfâtına kavuşamazsınız!

Birisi, Abdullah bin Ömer hazretlerine, “Allah için, seni çok seviyorum” deyince buyurdu ki:
- Ben de Allah için, seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen, ezânı tegannî ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun.

Tâbiînin büyüklerinden Nâfi’ buyurdu ki:
“Ben henüz çocuk iken Abdullah bin Ömer ile beraber gidiyorduk. Ney sesi işittik. Hazret-i Abdullah, kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan hızla uzaklaştık. Bir müddet sonra bana dedi ki:
- Ney sesi daha işitiliyor mu?
- Hayır işitilmiyor.

Ancak ondan sonra parmaklarını kulaklarından ayırdı.”

Hiç kimse yanmasın!
Resûlullah efendimiz, Abdullah bin Ömer’i çok severdi. Nitekim bir gün Hazret-i Abdullah, Resûlullahın huzûrlarına gelmişti. Resûlullah efendimiz ona çok iltifât edip, (Kıyâmet günü herkesin berâtı [kurtuluş vesîkası] her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah’ın berâtı ise, dünyada verilmiştir) buyurarak onu medh ve senâ buyurdu. Sebebi sorulduğunda buyurdu ki:
- Kendisi vera’ ve takvâ sahibi olduğu gibi, duâ ederken “Yâ Rabbî! Benim vücûdumu, kıyâmet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek, din kardeşlerini kendi canından daha çok sevdiğini göstermiştir. [Ebû Bekr-i Sıddîk’ın da böyle duâ ettiği Menâkıb-i çihâr yâr-ı güzîn kitâbında yazılıdır.]

Abdullah bin Ömer hazretleri bir gün, birkaç arkadaşı ile Medîne-i münevvere dışına çıkmışlardı. Yemek vakti gelince sofra hazırladılar. O sırada köle olan bir çoban selâm verdi. Hazret-i Abdullah çobanı yemeğe da’vet etti. Çoban oruçlu olduğunu söyleyip sofraya oturmadı. İbni Ömer ona sordu:
- Bu çok sıcak günde hem koyunları otlatman, hem de oruç tutman nasıl oluyor?

Çoban da cevap verdi:
- Bu hâlde çok günler oruç tuttum. Abdullah bin Ömer hazretleri, onu denemek için dedi ki:
- Koyunlarından birini satar mısın? Hem parasını, hem de iftâr etmen için etinden veririz?
- Koyunlar efendimindir.
- Efendine kaybolduğunu söylersin.

Bunun üzerine çoban, tam bir teslimiyetle şöyle cevap verdi:
- Allahü teâlâ görüp biliyor.

Azâd ettiler
Abdullah bin Ömer hazretleri, çobanın sözünü birkaç defa tekrar etti. Medîne’ye döndüklerinde, çobanın efendisine birisini gönderip, sürüyü ve çobanı satın aldı. Onu azâd ederek, koyunları da ona hediye etti.

Mekke’nin fethi sırasında, İbni Ömer yirmibeş yaşlarında bulunuyordu. Sür’atli koşan bir atı vardı. Bu at üzerinde, elinde mızrağı olduğu hâlde çok heybetli idi. Resûlullah efendimiz onun bu hâlini görünce, “Abdullah! İşte Abdullah” buyurarak mücâhidliğini övdüler. Müslüman ordusu, büyük bir ihtişâmla Mekke’ye girdiği zaman, Resûl-i ekrem bir deve üzerinde olup, İbni Ömer de yanında bulunuyordu.

Mekke’nin fethinden sonra Abdullah bin Ömer, Huneyn muhârebesine katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi.

Ordu bir ara geri çekilmek üzere iken İbni Ömer, Resûlullah efendimize yaklaşarak, duâ istedi ve, “Zafer nasîb olursa i’tikâf edeceğim” diye arzetti. Resûl-i ekrem onun bu arzûsu üzerine buyurdu ki:
- Dilediğini yapar, adağını yerine getirirsin.

Sonra zafer nasîb oldu.

Huneyn’den sonra Tâif muhâsarası oldu. Bu muhâsarada öncü kuvvetlerinden idi. Resûlullahın duâsı ile fetih nasîb oldu.

Doksandan fazla yara vardı
Abdullah bin Ömer hazretleri, Mûte harbinde de bulundu. Bu husûsla ilgili kendisi şöyle anlatır:
“Resûlullah efendimiz Mûte gazâsında Zeyd bin Hârise’yi kumandan yapmış, “Eğer Zeyd şehîd olursa, Ca’fer bin Ebî Tâlib, o da şehîd olursa, Abdullah bin Revâha kumandanlık yapsın” buyurmuştu.

Ben de bu savaşta idim. Ca’fer bin Ebî Tâlib’i harb meydanında aradık ve şehîdler içerisinde bulduk. Vücûdunda doksandan fazla kılıç ve mızrak yarası vardı.”

İyilik etmesini, hayrı, sadakayı, köle azâd etmeyi çok severdi. İyi ve güzel huylu olup, kötülükten uzaktı. Her işini ve her şeyini Allah için yapardı. Yüzüğünün taşında, “Abdullah bin Ömer, Lillah” ibâresi yazılı idi. Abdullah bin Ömer hazretleri buyurdu ki:
- Müslümanlıkla şereflendikten sonra, en büyük sevinç ve neş’em; gönlümün, herkesi peşinden koşturan birtakım istek ve arzûlara meyletmemiş olmasıdır.

Hazret-i Ebû Bekir devrinde, Amr bin Âs komutasındaki orduda vazîfe aldı. Ordu, Filistin toprağına girince, Amr bin Âs, Abdullah bin Ömer’e bir sancak ve emrine bin süvâri verdi.

Kimse dağılmasın!
Birlik, Amr bin Âs’ın emri üzerine hareket etti. Sabaha kadar yürüdüler. Bu sırada, kalabalık insan topluluğuna dâir birtakım izlere rastladılar. Abdullah bin Ömer hazretleri dedi ki:
- Zannederim bu asker izi, Rumların öncü birliklerine âittir.

Sonra emrindeki askerlerle birlikte durdu. Askerler dediler ki:
- Bu izi takip edelim.

Bunun üzerine Abdullah bin Ömer şu tâlimâtı verdi:
- Hayır, izin kime âit olduğunu kesin olarak öğreninceye kadar kimse dağılmasın!

Kimse yerinden ayrılmadı. Araştırma netîcesinde, Müslümanlardan haber almak için dolaşan, onbin kişilik Rum askerinin, yakınlarında olduğunu anladılar. Abdullah bin Ömer, onları görünce, askerlerine seslendi:
- Bu fırsatı kaçırmayınız! Cennet kılıçların gölgesi altındadır!

Bütün asker gür bir sesle, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” dedi. Kelime-i tevhîd sesleri semâyı çınlattı. Sanki ağaçlar, taşlar ve her şey onlara Kelime-i tevhîd ile cevap veriyordu. İlk hücûm eden İkrime bin Ebî Cehl oldu. Onu Süheyl bin Amr, sonra da Dehhâk takip etti. İki ordu birbirine girmişti. Abdullah bin Ömer hazretleri, savaş hâlini şöyle anlatmıştır:
“O anda, Rumların önde gelen cengâverlerinden, iri yapılı, sağına soluna çevik hareketlerle vuran birini gördüm. Bu, öncü kuvvetlerinin komutanı ve Rumların gözbebeği olan birisi idi.

Rum askerinin üzerinde moral yönünden büyük te’sîri vardı. Üzerine hücûm edip, mızrağımı uzattım, fakat kendini kurtardı.

Öldürmek için tekrar bir fırsatını bulup, yaraladım. Kılıcımla vurdukça vuruyordum. Sanki taşa çalıyordum. Her vuruşta kılıç, sert taşa vurulmuş gibi ses çıkarıyordu. Hattâ kırıldığını zannettim. Nihâyet yere düşürdüm.

Bunu gören Rumlar büyük bir korkuya kapıldılar. Müslüman mücâhidler ise daha şiddetli ve aşkla çarpışmaya başladılar. Allah için, Dehhâk ve Hâris bin Hişâm çok kahramanlıklar gösterdiler ve düşman büyük bir hezîmete uğrayıp dağıldı. Böylece Allahü teâlânın yardımı ile zafere ulaştık.”

Abdullah bin Ömer nerede?
Muhârebe bittikten sonra, Müslüman askerleri toplandılar. Rumlardan aldıkları malları ve ganîmetleri ortaya getirdiler. Bütün askerler döndüğü hâlde, Abdullah bin Ömer hâlâ görünmüyordu. Müslümanlar birbirlerine soruyordu:
- Abdullah bin Ömer nerede?

İçlerinden birisi, onun çok zâhid ve ibâdete düşkün olduğunu söyledi. Başkaları da, onu medheden konuşmalarda bulundular.

Bu konuşmaları, bulunduğu yerde dinleyen Abdullah bin Ömer hazretleri yüksek sesle, tekbîr ve tehlîllerle, Resûlullaha salâtü selâm getirdi ve elindeki bayrağı salladı. Bunu gören Müslümanlar, yanına koştular. Kendisine, nerede olduğunu sorduklarında, “Rumların kumandanları ile meşgûldüm. Onu öldürdüm” dedi.

Abdullah bin Ömer hazretleri, Mûte ve Yermük savaşlarında bulundu. Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Hâlid bin Velîd’in Arabistan’da isyân hâlinde bulunan mürted kabîlelere karşı açtığı sefere iştirâk etti.

Ayrıca Nihâvend muhârebesine ve Hazret-i Osman’ın Mısır vâlisi Abdullah bin Sa’d’ın Kuzey Afrika fütûhatını tamamlamak için Medîne’den gönderdiği yardımcı kuvvetler ile harbe katıldı.

Yine az zaman sonra 650-651 târihinde Sa’îd bin Âs kumandasındaki Horasan ve Taberistan seferine iştirak etti.

İstanbul’a geldi
Abdullah bin Ömer hazretleri, Hazret-i Muâviye’nin hilâfetinde, Yezîd bin Muâviye ile Bizans seferine katıldı. Eyyûb Sultân hazretleriyle İstanbul surları önüne kadar gelip, Bizanslılar ile olan mücâdelede bulundu.

Abdullah bin Ömer hazretleri, devlet kadrosunda vazîfe almaktan uzak durdu. Babası Hazret-i Ömer, şehâdetinden önce yerine oğlunu göstermesini isteyenlere buyurmuştu ki:
- Bir evden bir kurban yeter.

Seçilmemek şartıyla Hazret-i Osman’ı halîfe seçen şûrâ üyeliğinde bulundu.

Hazret-i Osman’ın şehâdetinden sonra, Hazret-i Ömer’in oğlu olması, ilmî mertebesinin yüksekliği ve savaşlardaki kahramanlığı ileri sürülerek, halîfe olması istendiyse de kabûl etmedi. Hazret-i Ali’ye bî’at etti. Fakat, iç hâdiselere karışmadı.

“Cihâd, İslâm ülkesinde, Müslümanlar arasında olmaz. Cihâd, kâfirlere ve gayrı müslim memleketine karşıdır” buyururdu.

Abdullah bin Ömer, Resûlullahı görme, sohbetinde bulunma, Ona hizmet etme şerefine kavuşma ve fıtraten üstün hâllere sahip olması sebebiyle, bütün ilimlerde mâhir, üstâd idi.

İlmi, harâm ve şüphelilerden sakınması ve dünyaya düşkün olmaması yönleri ile örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi.

Kur’ân-ı kerîmin tefsîri husûsunda sahâbenin ileri gelenlerinden idi. Helâle ve harâma âit hadîs-i şerîflerin çoğunu o bildirmiştir.

İşittiği hadîs-i şerîfleri yazar, gerek duymadıkça hadîs-i şerîf rivâyet etmezdi.

Resûlullaha çok benzerdi
İbni Ömer hazretleri, ekseriyâ Resûlullah efendimizin hizmetinde ve huzurunda bulunurdu. Bulunmadığı zamanlarda, Onun söz, fiil ve takrîrini sorar, araştırırdı.

Anlıyamadığında, bizzat Resûl-i ekremden öğrenir, bildiğini öğretmekten zevk duyardı.

Medîne-i münevverede ders meclisi kurup, hadîs-i şerîf öğretti. Ayrıca hac mevsiminde de dünyanın her yerinden gelen ilim ve hak âşıklarına hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu.

Hazret-i Âişe buyurdu ki:
- Hâl ve hareketinde Resûlullaha en çok benzeyenlerden biri de İbni Ömer idi.

Abdullah bin Ömer hazretleri, fıkıh ilminde de kemâl derecesinde idi. Fetvâ husûsunda çok titiz idi. Birçok mes'eleye, "Bilmiyorum" diye cevap verirdi. Fetvâları çok kıymetlidir. İmâm-ı Mâlik onun hakkında buyuruyor ki:

Abdullah bin Ömer, Peygamberimizden sonra hac mevsiminde ve başka zamanlarda, insanlara altmış sene fetvâ vermiştir.

Abâdile-i erbea
Hadîs ve fıkıh âlimleri arasında Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs, Abdullah bin Zübeyr ile Abdullah bin Amr bin Âs'a Abâdile-i erbea, ya'nî dört Abdullah ünvânı verilmiştir. Bu dört zât, bir mes'elede ittifâk edince, "Abâdile'nin kavli" denilir. Ancak fıkıh kitaplarında, Abâdile denilince, ekseriyâ İbni Mes'ûd, İbni Abbâs ve İbni Ömer hazretleri kasdedilir.

Tâbiînin büyüklerinden Nâfi', Abdullah bin Ömer'in azâdlısıdır. Onu, onbin dirheme satın aldıktan sonra buyurdu ki:
- Seni Allah rızâsı için azâd ettim.

Çok cömert, halîm ve selîm idi. Köle ve câriyelerinden hangisini Allahü teâlâya ibâdet ederken görse, onu azâd etmek âdeti idi. Kölelerinin böyle görünerek kendisini aldattıklarını söylediklerinde buyurdu ki:
- Hayır için aldanmaktan iyi şey var mıdır?

İmâm-ı Nâfi', efendisi ile ilgili olarak buyurdu ki:
- Abdullah bin Ömer, bin kişi azâd etmeyince, rûhunu teslim etmedi. Sevmeye başladığı bir şeyi Allah rızâsı için, ihtiyâcı olana verirdi. Böylece, Allahü teâlânın; "Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, iyiliğe kavuşamazsınız!" (Âl-i İmrân sûresi: 92) meâlindeki âyet-i celîlesiyle amel ederdi.

Zamanın zenginlerinden Abdülazîz bin Hârûn, "Her ne ihtiyâcın varsa bana bildir" diye Abdullah bin Ömer'e mektup yazmıştı. Karşılık olarak şöyle mektup yazdı:

Resûlullahtan, "Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden hayırlıdır!" buyurduklarını işittim. Yüksek elin veren el, alçak elin de alan el olduğunu sanıyorum. Senden hiçbir isteğim yoktur. Allahü teâlânın bana gönderdiği bir ni'meti de geri çevirmem.

İhlâs sûresi
Abdullah bin Ömer hazretleri, Cum'a namazına gitmeden önce mutlaka gusleder ve güzel kokular sürünürdü. Bayram namazları için de aynı şeyi yapardı. Günde iki defa güzel koku sürünür, elbiselerinin tertemiz ve kokusunun güzel olmasına dâimâ dikkat ederdi.

Abdullah bin Ömer'in oğlu Hâlid'in azâd ettiği Ebû Gâlib diyor ki:
"Abdullah bin Ömer Mekke'ye geldiği zaman, bize misâfir olurdu. Geceleri kalkar, teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah namazı yaklaştığı zaman, bana dedi ki:
- Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur'ân-ı kerîmin üçte birini okusan da olur.

Benim, "Sabah yaklaştı ve bu kadar kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmin üçte birini okuyup yetiştiremem" cevabım üzerine buyurdu ki:
- İhlâs sûresi, Kur'ân-ı kerîmin üçte birine eşittir.

Birisi Abdullah bin Ömer hazretlerine, “Ey insanların en iyisi” deyince buyurdu ki:
- Ben insanların en iyisi değilim. İnsanların en iyisinin oğlu da değilim. Ben sâdece Allahü teâlânın bir kuluyum. O’nun rızâsını bekler, O’ndan korkarım. Siz böyle övmeye devam ederseniz, insanı helâk edersiniz.

Namazlarını aksatanlar
Âdem bin Ali’den rivâyet edildiğine göre, Abdullah bin Ömer bir sohbetinde, “Kıyâmet gününde aksaklar diye çağrılacak kişiler vardır” dedi. Cemâ’at, “Aksaklar kimlerdir” diye sorunca şöyle cevap verdi:
- Sağa-sola bakmak ve ba’zı hareketler yapmak sûretiyle namazlarını eksilten ve aksatan kimselerdir.

İbni Ömer birisinin zâlim Haccâc’ın aleyhinde konuştuğunu duydu ve kendisine sordu:
- Haccâc burada olsa, böyle konuşabilir miydin?
- Hayır konuşamazdım.
- İşte biz, Resûl-i ekrem zamanında, bunu münâfıklık sayardık.

Abdullah bin Ömer hazretleri, birçok sohbetlerinde buyurdu ki:
“Ey Âdemoğlu! Bedeninle dünyada ol, kalbinle âhıreti bul!”

“Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.”

“İnsanın mâhiyeti arkadaşından anlaşılır.”

“Kendinden üsttekine hased, aşağıdakine tahakküm eden ilim ehli sayılmaz.”

“Peygamber efendimize yaptığım bî’atı, bugüne kadar bozmadım ve değiştirmedim. Fitne ve kargaşalığa taraftar olan kişiye de bî’at etmedim.

Hiçbir Müslümanı rahat döşeğinden uyandırmadım, rahatsız etmedim.”

“Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol, yine Allah için düşmanlık et! Allahü teâlânın sevgisine bu şekilde kavuşulur.”

“Biz öyle zamanlar gördük ki, hiç kimse Müslüman kardeşinden daha çok paraya, pula sahip olmayı düşünmedi. Şimdi ise, altın ve gümüş daha kıymetli gelmeye başladı.”

“Allah korkusundan dolayı bir damla yaş akıtmak, benim için, bin altın sadaka vermekten daha sevimlidir.”

“İnsan, imkânı kadar iyilik etmeli, her zaman tatlı konuşmalı ve güleryüzlü olmalıdır.”

Allah için sev!
Peygamber efendimiz Abdullah bin Ömer’e bir nasîhatında buyurdu ki:
- Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş! Velîlik mertebesini ancak bununla elde edebilirsin. Namazı ve orucu çok olsa bile, bu minvâl üzere olmayan kişi, îmânın tadını alamaz.

Sabaha çıktığın vakit akşama çıkacağını düşünme, akşama çıktığın vakit de sabahlayacağını hâtırına getirme! Hayatından ölümün ve sıhhatinden hastalığın için ayır! Ey Abdullah! Yarın adının ne olacağını bilemezsin!

Abdullah bin Ömer’in künyesi Ebû Abdurrahmân’dır. Müslümanların gözbebeği Hazret-i Ömer’in oğludur. Mekke-i mükerremede hicretten ondört sene önce doğup, aynı yerde 692 yılında vefât etti. Kabri, Muhasseb’dedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:00:49
Abdullah Bin Revâha

Resûlullahın şâiri.

Hicretin yedinci senesi idi... Sevgili Peygamberimiz ve Eshâbı hep birlikte, Medîne'den hareket ettiler. Niyetleri; Mekke'ye varıp "mübârek" Kâbe'ye yüzlerini sürmekti. Çünkü geçen sene müşrikler, buna engel olmuşlardı. Fakat bu yıl için anlaşmaları vardı.

Böylece Resûlullah efendimiz ve arkadaşları, umre ibâdetlerini de ifâ etmiş, yerine getirmiş olacaklardı.

Mekke'ye yaklaşırken Resûlullah efendimiz Kusvâ adlı devesinin üzerinde ve devenin yuları da Abdullah bin Revâha'nın elinde bulunuyordu. Abdullah bin Revâha, hem şiirler söylüyor, hem ilerliyordu:

Bırak yâ Ömer
Bu şiirleri işiten Hazret-i Ömer, hiddetlendi ve:
- Ey Abdullah! Beytulah'ın önünde ve Peygamber efendimizin huzurlarında, nasıl böyle şiir söyliyebilirsin, diye çıkıştı.

Fakat sevgili Peygamberimiz:
- Bırak Yâ Ömer! Allaha yemîn ederim ki, Abdullah'ın sözleri; düşmana, ok saplamasından fazla te'sir eder. Ey Revâha'nın oğlu devam et! buyurdular.

Peygamber efendimiz biraz sonra Hazret-i Abdullah bin Revaha'ya;
- Allahü teâlâdan başka ilah yoktur! Bir olan O'dur! Va'dini gerçekleştiren O'dur! Bu kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O'dur, de! buyurdu. Ve hayır duâda bulundu.

Abdullah bin Revâha da söylemeye devam etti. Diğer Eshâb-ı kirâm da onun söylediklerini tekrar ediyordu.

Hakikaten o zamanlar, şâirlerin önemi çok fazlaydı. Çünkü radyo, gazete, tv. gibi propaganda araçları mevcut değildi. Bu yüzden herkes kendi fikirlerini, şiirle beğendirmeye çalışıyordu. Veya aksine beğenmediklerini de, ancak o yolla tenkîd edebiliyordu. Şâirler bu yüzden çok önemliydiler...

Din düşmanları da aynı yolu, acımasızca kullanıyorlardı. Puta tapan ve kâfir şâirler; alçakça İslâmiyete saldırıyorlardı. Dînimiz ve Peygamber efendimizle, utanmadan alay ediyorlardı.

İslâmın büyük şâirleri
İşte bu hâin propagandaya karşı, islâmın ilk büyük şâirleri üç kişiydiler: Hassân bin Sâbit, Kâ'b bin Züheyr ve Abdullah bin Revâha hazretleri.

Bunların yazdığı Beyit ve Kıt'alar, hemen ezberlenirdi. Her yerde tekrarlanan bu şiirler, kâfir kalblerine ok gibi saplanıyordu.

Ama günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâb-ı Hak, Kelâmında meâlen buyurdu ki:
"... Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar..."

Bu şiddetli hitap karşısında, Hazret-i Abdullah ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygaber efendimiz, âyetin devamını okudular:
"... Ancak îman edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ, Onlar öteki şâirler gibi değildirler..."

Hazret-i Abdullah ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Ayet-i kerimenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.

Mübârek bir cum'a günü sevgili Peygamberimiz, mescidde hutbeye çıktılar.

Hazret-i Abdullah da telâşla, cum'aya yetişmeye çalışıyordu. Henüz epeyce ilerde, "Beni Ganm"de bulunuyordu. Tam o sırada, Peygamber efendimizin:
- Oturun! buyurduklarını işitti.

Derhal bulunduğu yere oturdu. İki Cihân Güneşi'nin hutbeleri bitinceye kadar da, yerinden kalkmadı. Bu hâli gören Müslümanlar, durumu Peygamber efendimize arz ettiler:

Resûlullaha itâ'at
- Yâ Resûlallah! Revâha oğlunun, nerede oturduğunu görüyor musunuz?

Sevgili Peygamberimiz o tarafa doğru baktılar.
- Çünkü sizin "oturun" emrinizi, orada duydu ve hemen oturdu!.. dediler.

Peygamber efendimiz bu hareketten çok hoşlanıp, Hazret-i Abdullah'a:
- Cenâbı Hak senin, yüce Allaha ve Resûlüne olan itâatte hırsını arttırsın, diye dua buyurdu.

Hazret-i Abdullahın şâirliği kadar, cengâverliği de (savaşçılığı) meşhurdu. Peygamber efendimizle birlikte, bütün savaşlara katıldı. Hepsinde büyük kahramanlık gösterdi.

İşte bunlardan biri de Hicretin 8. yılındaki Mûte gâzâsıdır. Sefere çıkılmasının sebebi, bir İslâm elçisinin öldürülmesidir.

Resûlullah efendimiz, Bizans imparatoruna bağlı Busrâ emîrine de bir mektup yollandı. Fakat küstah emîr, aldığı islâma dâvet mektubunu yırttı. Üstelik islâm elçisini de, hâince şehîd etti. İşte bu alçaklığa üzülen Allahü teâlânın Resûlü, o zâlimler üzerine kuvvet göndermeye karar verdi.

Hepsi de gönüllü olan 3.000 kişilik mücâhidler ordusu kısa zamanda hazırlandı.

İki cihan sultânı Peygamber efendimiz, öğle namazını kıldırdıktan sonra, bu mübârek orduyu bizzat uğurlamaya çıktılar. Sancağı şerîflerini, Hazret-i Zeyd'e teslim ettiler. Sonra da buyurdular ki:
- Cihâd için hazırlanan bu ordunun başına Zeyd bin Hârise'yi kumandan ta'yin ettim. Şâyet Zeyd şehîd olursa, sancağı Ca'fer alsın. O da şehîd düşerse, Abdullah bin Revâha alsın. O da şehîd olursa sizler, istediğiniz birini Kumandan seçersiniz.

Niçin ağlıyorsun?
Herkes birbiriyle kucaklaşıyor, helâllaşıyordu. Bu sırada arkadaşları, Hazret-i Abdullah'ın ağladığını farkettiler:
- Niçin ağlıyorsun, ey Revâha'nın Oğlu, diye sordular. Cevap verdi:
- Vallahi, dünyâyı sevdiğim için ağlamıyorum. Sizlerden ayrılacağım için de değil.
- Peki, niçin ağlıyorsun?
- Peygamber efendimizden duyduğum, Allahın kelâmını hatırladım: "... İçinizden hiçbiriniz hâriç olmamak üzere hepiniz, Cehenneme varacaksınız..." deniyordu. İşte oraya cehenneme vardığım zaman, hâlim ne olacak diye ağlıyorum, dedi. Aradaşları, O'nu tesellî ettiler.

Zeyd bin Hârise kumandasındaki ordu hareket ettiğinde Abdullah bin Revâha Peygamber efendimizin huzûruna gelerek:
- Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmıyacağım bir tavsiye de bulunur musunuz, dedi. Resûlüllah efendimiz buyurdular ki:
- Sen, yarın Allaha pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri çoğalt!
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatinizi artırır mısınız?
- Allahü teâlâyı zikret, çünkü, Allahü teâlâyı zikir, umduğuna kavuşmanda sana yardımcı olur.

Çocukları öldürmeyin!
Ordu, Medîne dışındaki hurmalıklara gelince, sevgili Peygamberimiz son emirlerini verdiler:
- Çocukları, kadınları, âmaları sakın öldürmeyin. Evleri yıkıp, ağaçları yakıp harâp etmeyin.

Zeyd bin Erkam der ki:
Ben Abdullah bin Revâha'nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. Mûte seferine çıktığımızda beni de terkesine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince dudaklarından şehidliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını ifâde eden şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin Revâha, bana dedi ki:
- Sana ne oluyor! Şehid olmamın sana ne zararı var? Hak teâlâ bana şehidliği nasîb ederse, sen de hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyânın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden kurtularak özlediğim şehidlik makâmına kavuşurum.

Abdullah bin Revâha, gece inip iki rekat namaz kılıp, uzunca bir duâ yaptı. Sonra Zeyd'e dönüp dedi ki:
- Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehidlik nasib olacaktır.

İslâm ordusu, Şam topraklarında bulunan, Ma'an şehrine kadar hiç durmadı. Ancak orada, Bizans imparatorunun kendilerine karşı, 100.000 kişilik büyük bir ordu yolladığını haber aldılar. Derhal istişâre toplantısı yapıldı. Bazıları, şu fikri ileri sürdüler:

- Peygamber efendimize yazalım. Düşman sayısının çok fazla olduğunu arz edelim. Ya bize, yardımcı kuvvet gönderirler veya ne yapacağımızı emrederler. Biz de, o şekilde hareket ederiz.

Zafer kazanacağız!
Başka fikirler de öne sürülürken, Hazret-i Abdullah ayağa kalktı:
- Ey Mücâhidler! Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor gibisiniz! Çünkü hepiniz biliyorsunuz ki, ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah rızası için ölüp, şehîd olacağız... Bu mertebelerin ikisi de, her Müslümân için, en büyük şereftir.

Müslümanlar heyecanla dinliyorlardı. O devamla:
- Kardeşlerim. Unutmayın ki biz düşmana karşı, sayı ve silâh çokluğuyla savaşmıyoruz. Cenâb-ı Hakkın lutfettiği, İslâm dîni ve îman gücümüzle, er meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allahtan, iki şey diliyoruz: Ya gâzilik, ya şehîdlik, diyerek sözlerini tamamladı. Oradakiler:

- Vallahi, "Revâha'nın Oğlu" doğru söylüyor, dediler. Sonra da hep birlikte, ilerlemeye başladılar.

Hazret-i Ca'fer, Mûte savaşında çarpışırken şöyle diyordu:
"Cennette yaşamak ne güzeldir! Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur. Rumlara gelince, Rumların âkıbetleri yakındır, kâfir ve cehennemliktirler. Bana düşen onlardan karşılaştığıma kılıç vurmaktır."

Hazret-i Ca'fer böyle söyliyerek kılıç sallıyordu ama, kefere sürüsü, tükenecek gibi değildi. Yüzlercesi birden, Hazret-i Cafer'e çullandılar. Önce, sağ kolunu kılıçladılar. Sancağı, öbür eline aldı. Sol kolunu da uçurdular. Mübârek sancağı şerîfi, mübârek vücûduna sardı. O hâliyle savaşa devam etti.

Bu inanılmaz kahramanlığa, Bizans şövalyeleri hayret ediyorlardı. Bir türlü yere yıkamadıkları o büyük mücâhide, yüzlerce ok ve mızrak sapladılar.

Cennete uçtu
Artık o, Hazret-i "Ca'fer-i tayyâr" oldu. Cennete uçarken, Hazret-i Abdullah koşturdu. Yere indi. Sancağı kaptı. Göklere doğru yükseltti.

Mute'de Ca'fer-i tayyâr'ın şehid düşmesi ile sancağı alıp, göklere yükselten Abdullah bin Revâha bu anda, en son şiirini, kendisine söyledi ve kâfirler üzerine, bir ok gibi atıldı.

Abdullah bin Revâha çarpışırken bir ara parmağı ağır yaralandı. Kopmak üzere idi.

Bunun üzerine atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına koyup:
"Sen sadece yaralı parmak değil misin? Zaten bu kazâya da Allahü teâlânın yolunda uğramış bulunuyorsun" diyerek çekip kopardı.

Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya devam etti.

Çarpışmanın bir anında Abdullah bin Revâha atından inmişti. Amcasının oğlu kendisine biraz pişmiş et getirdi ve:
- Al, bunu ye de biraz güçlen, dedi.

Abdullah bin Revâha üç günden beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma aldığı sırada, Müslümanların bulunduğu yerde bir karışıklık gördü. Bunun üzerine:
"Arkadaşların bu hâlde iken sen halâ bu dünyâdasın ve yiyip-içmekle meşgulsün" diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti bırakarak tekrar savaşa başladı.

Melekler O'nunla övünürlerdi
Çok geçmeden sevgili Peygamberimizin, mübârek sözleri gerçekleşiyordu. Hazret-i Abdullah da, önceki kumandanlar gibi şehîd oldu. Murâdına erdi.

Bundan sonra sancak Hâlid bin Velîd hazretlerine verildi. Hâlid bin Velid kumandası ve sancağı altında hücüma geçen mücâhidler düşmanı şaşkınlığa düşürüp bozguna uğrattılar. Hâlid bin Velîd:
- O gün benim elimde dokuz kılıç parçalandı. Elimde geniş yüzlü bir Yemen palasından başka bir şey kalmamıştı, diyerek o zamanı dile getirmiştir.

Bu esnada Medîne'de, Mescid-i Nebî'de bulunan Allahü teâlânın Resûlü, şehidlerin Arş-ı a'lâya yükseldiklerini haber verdiler.

Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin vahy katipleri arasındadır. Onun hakkında buyurdular ki:
- Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revâha'ya rahmet eylesin. Melekler onun meclisiyle öğünürlerdi...
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:01:54
Abdullah Bin Selâm  

Tevratta Resûlullahın alâmetlerini görüp Müslüman olan sahâbî.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan olup, Ensârın büyüklerindendir. Medîne'deki Yahûdî Benî Kaynuka kabîlesinden idi. Soyu Hazret-iYûsüf'e dayanıyordu. Asıl ismi Husayn idi. Müslüman olunca Resûlullah efendimiz ona Abdullah ismini verdi.

Îmân etmeden önce, Yahûdî âlimlerinden idi. Müslüman olması çok ibretlidir. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır:

Âhir zaman peygamberi
"Babam Yahûdîlerin ileri gelen âlimlerinden idi. Bana Tevrat'ı okutur, dindar yetişmem için elinden geleni yapardı. Bir gün âhir zaman Peygamberinin alâmetlerini ve yapacağı işleri anlatarak dedi ki:
- Eğer âhir zaman Peygamberi, Hârûn aleyhisselâmın neslinden ya'nî kendi kavmimizden gelirse inanırım, başka kavimden gelirse inanmam! Sen de inanma!

Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicret etmeden önce babam vefât etti.

Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicretinden önce, Mekke'de Peygamberliğini açıkladıktan sonra, sıfatlarına ve yaptığı işlere baktım, tıpa tıp babamın anlattıklarına uyuyordu. Fakat, kavmimizin ileri gelenleri, sırf Arab kavminden geldi diye Resûlullaha karşı çıkıyorlardı. Tevrat'ta bildirilen alâmetler gâyet açıktı.

Bir gün Yahûdîlerin hurma bahçelerine gittim. Kendi aralarında, "Arabların adamı geldi!" diye konuşuyorlardı. Bu sözü duyunca beni bir titreme tuttu. Elimde olmadan "Allahü Ekber" diye bağırdım. Benim tekbîr getirdiğimi gören halam Hâlide binti Hâris bana kızıp dedi ki:
- Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin.

Ben de ona şöyle karşılık verdim:
- Ey hala! Vallahi O, Hazret-i Mûsâ gibi Peygamberdir. Mûsâ aleyhisselâmın tevhîd dînindendir. Buna niçin karşı çıkıyorsunuz?
- Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o Kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?
- Evet.
- Öyleyse sevinmekte haklısın.

Dayanamayıp, Resûlullahı görmek için bulunduğu yere gittim. Daha ilk gördüğümde kendi kendime, "Bu güzel yüzün sâhibi yalan söyliyemez!" dedim. Resûlullah insanlar arasına oturmuş, onlara nasîhat ediyordu. İlk işittiğim hadîs-i şerîf şuydu:
- Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız, yakın akrabalarınızı ziyâret ediniz! İnsanlar uykuda iken namaz kılınız! Böylece Cennete selâmetle girersiniz.

Allah birdir
Sonra bana dönüp sordu:
- Sen Medîne âlimi İbni Selâm değil misin?
- Evet
- Ey Abdulah, Allah için söyle! Tevrat'ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?
- Evet, öğrendim. Yâ Resûlallah cenâb-ı Hakkın sıfatlarını söyler misin?

Resûlullah efendimiz bana İhlâs sûresini okudu.
"De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O'nun dengi değildir!" meâlindeki âyet-i kerîmeyi işitince:
- Şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve resûlüsün, diyerek îmân ettim.

Abdullah bin Selâm Müslüman olduktan sonrasını şöyle anlatıyor:
Müslüman olduktan sonra Resûlullaha dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Yahûdîler kadar, yalancı, inatçı, zâlim kimse yoktur. Hiçbir iftirâdan çekinmezler. Şimdi benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse olmadık iftirâ ederler, bunu açıklamadan önce onlara beni sorunuz!

Çok büyük âlimimizdir
Sonra ben bir perdenin arkasına saklandım. Resûlullah bir grup Yahûdîyi çağırdı. Onlara sordu:
- Aranızdaki Husayn [Abdullah] bin Selâm nasıl bir kimsedir?
- Çok büyük bir âlimimizdir. Onun gibi hayırlı birisi az bulunur. O doğru sözlüdür.
- Eğer o Müslüman olduysa siz ne dersiniz?
- Allah onu böyle birşeyden korusun!

Sonra saklandığım yerden çıkıp dedim ki:
- Ey Yahûdî topluluğu, Allahtan korkunuz! Size geleni kabûl ediniz! Allaha yemîn ederim ki, siz Resûlullahın hak Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Çünkü alâmetleri Tevrat'ta açık olarak yazılıdır. Başka kavimden geldiği için inadınızdan îmân etmiyorsunuz. Ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm Allahın resûlüdür.

Bunun üzerine Yahûdîler:
- Bizim en kötümüz budur. Aramızda bundan daha kötü biri yoktur, deyip olmadık iftirâlar etmeye başladılar. Peygamber efendimiz Yahûdîlere dönüp buyurdu ki:
- Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzûmsuzdur.

Hazret-i Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyete da'vet etti. Halası da dâhil hepsi Müslüman oldular.

O'nun îmân etmesi Yahûdîleri çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hattâ Yahûdî âlimlerinden ba'zıları:
- Araplardan peygamber çıkmaz. Senin adamın hükümdardır, diyerek, Abdullah bin Selâm'ı İslâmiyetten vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaffak olmadılar.

Kendisi ile birlikte Sa'lebe bin Sa'ye, Üseyd bin Sa'ye, Esed bin Ubeyd ve ba'zı Yahûdîler samîmî olarak Müslüman oldular. Fakat ba'zı Yahûdîler dediler ki:
- İslâmiyete yalnız bizim kötülerimiz inandı. Eğer, onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dînini bırakmazlardı.

Bunun üzerine inen âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruldu:
(Onların, Ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Ehl-i kitabın içinde bir cemâ'at vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allahın âyetlerini okurlar.) [Al-i İmran: 113]

Âdil şâhid
Abdullah bin Selâm'ın îmân ettiğine ve fazîletine Kur'ân-ı kerîmin şu âyet-i kerîmesinin şehâdet ettiğini müfessîrler ifâde etmektedirler. Bu âyet-i kerîme meâlen şudur:
(İnkâr edenlere de ki: Eğer Kur'ân-ı kerîm Allah tarafından gönderilmiş olup da siz inanmayıp inkar ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'ân-ı kerîmi benzerine, Tevrat'a göre bu da Allah kelâmıdır diye şehâdet edip inandı da siz yine de büyüklük taslarsınız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz Allah zalim milleti doğru yola eriştirmez.) [Ahkâf: 10]

Tefsîr âlimlerine göre, âyetteki İsrailoğullarından bir şâhid olarak bahsedilen kimse Abdullah bin Selâm'dır. Çünkü O kendi milletine:
- Hazret-i Mûsâ'ya inen Tevrat'ı Allah kelâmı olarak kabûl edip de Hazret-i Muhammed'i ve O'na inen Kur'ân-ı kerîmi inkâr etmek zulümdür, diyerek Müslüman olmuştur.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Yahûdî âlimi iken Müslüman olup îmân ile şereflenince, kendini tamamen İslâm dînine verdi. Yahûdilerin kendisi hakkında uydurdukları iftirâlara kulak asmadı. Kur'ân-ı kerîme dört elle sarılıp, Resûlullahı bir gölge gibi takip etmeye başladı. Peygamber efendimiz onun hakkında buyurdu ki:
- Cennetlik birini görmek istiyen, Abdullah bin Selâm'a baksın.

Bahçede gördüm
Bir gün Resûlullahın huzûruna gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah, rü'yâmda kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin içinde demirden bir direk vardı. Direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında bir kulp, bir çember vardı. Bana, "Haydi bu direğe çık!" denildi. Ben de "Gücüm yetmez" dedim. Bunun üzerine yanıma birisi gelerek, sırtımdaki elbiseyi çıkardı. Böylece rahatça direğin tepesine çıktım, kulpundan tuttum. "İyi tut, bırakma!" diye de tenbîh edildi. Böylece direğin kulpu elimde olduğu hâlde uyandım.

Peygamber efendimiz rü'yâsını şöyle ta'bîr etti:
- Gördüğün bahçe İslâm dînidir. Direk de İslâm dîninin direği, tevhîdidir. O kulp da sağlam olan îmândır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzere yaşayacaksın!

Başka bir zamanda Peygamber efendimiz, Eshâbı ile sohbet ederken buyurdu ki:
- Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden biridir.

Eshâb-ı kirâm merakla kimin gireceğini beklerken, Abdullah bin Selâm'ın girdiğini gördüler. Daha sonra bu müjdeli haberi kendisine bildirerek sordular:
- Yâ Abdullah, bu dereceye hangi amel ile ulaştın?
- Ben zayıf bir kimseydim. En kuvvetli ümidim, kalb selâmeti ya'nî kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka beni kurtaracağından ümitli olduğum bir amel bilmiyorum.

Kibirli Cennete girmez
Abdullah bin Selâm hazretleri nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmişti. Kendisi zengin olduğu hâlde, ba'zan Medîne çarşısında sırtında yük taşıdığı görülürdü. Bir gün yine onu bu hâlde görenler dediler ki:
- Senin çocukların, hizmetçilerin var. Bu işleri niçin onlara gördürmüyorsun?
- Evet bu işleri görecek kimselerim vardır. Fakat ben nefsimi denemek istiyorum. Böyle işler nefsime ağır geliyor mu, gelmiyor mu? Maksadım bunu anlamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, (Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete girmiyecektir) buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîflerinde de, (Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır) buyurmuştur. İşte bunun için yükümü kendim taşıyorum.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Hazret-i Osman'ın şehâdeti esnâsında yanında bulunuyordu. İsyâncılara dedi ki:
- Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezâsını çok şiddetli olarak çekeceksiniz! Ayrıca Hazret-i Osman'ın üzerinizde çok hakkı vardır.

Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakâret ettiler.

Hazret-i Abdullah hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi.

Eshâb-ı kirâmdan Mu'âz bin Cebel, 639'da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanmıştı. Vefât edeceği sıralarda, başucunda ağlayan talebesi Yezid bin Âmire'ye dedi ki:
- Niçin ağlıyorsun?
- Ben dünya için ağlamıyorum. İlmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!

Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:

İlim kaybolmaz
- İlim benim vefâtımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğren: Abdullah bin Mes'ud'dan, Abdullah bin Selâm'dan, çünkü Resûlullah onun hakkında, "O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur" buyurdu. Hazret-i Ömer'den ve Selmân-ı Fârisî'den öğren.

Abdullah bin Ömer şöyle anlatır:
Medîne'de bir takım Yahûdî topluluğu Resûlullaha gelerek dediler ki:
- Senin getirdiğin dinde recm var mıdır?

Resûlullah efendimiz de onlara sordu:
- Recm cezâsı hakkında Tevratta ne yazıyor?
- Tevratta recm cezâsı yoktur.

Abdullah bin Selâm Yahûdîlere dedi ki:
- Yalan söylüyorsunuz! Tevratta recm âyeti vardır.

Bunun üzerine Tevratı getirip açtılar. Yahûdîlerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona:
- Elini kaldır! dedi.

O da elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahûdîler dediler ki:
- Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi. Tevratta hakikaten recm âyeti vardır.

Birgün Hazret-i Abdullah bin Selâm, Ka'b-ül Ahbâr'a şöyle bir soru sordu:
- Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra, onu oradan söküp atan nedir?
Hazret-i Ka'b dedi ki:
- Tama', hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır.

Hırsın kaynağı
Birisi de Fudayl bin Iyâd'a dedi ki:
- Ka'b'ın bu sözünü bana izâh eder misin?

Bunun üzerine Fudayl şöyle cevap verdi:
-Tama', insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefsinin herşeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de ona buna, kötü insanlara vb. ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar. Ya'nî seni emirleri altına alırlar, istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin. Onlar hasta oldukları zaman, dünya sevgisinden dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin. Bu verdiğin selâmı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen, senin için çok daha hayırlı olurdu. Bu benim sana anlattığım, yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmekten senin için daha hayırlıdır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:02:53
Abdullah Bin Sühely  

Bedir'de babasına karşı savaşan sahâbî.

Abdullah bin Süheyl ilk Müslüman olanlardandır. İkinci Habeşistan hicretine kadar Müslümanlığını gizledi. Sonra Habeşistan’a hicret eden kâfileye o da iştirak etti. Habeşistan’dan dönüşünde, babası tarafından hapsedilip, işkence yapılmış, Müslümanlıktan vazgeçmeye zorlanmıştı. Bu yüzden çok şiddetli eziyet ve sıkıntılara mâruz kaldı. Çâresiz kalarak babasının sözüne uymuş gibi göründü. Aslında, istemiyerek îmânını gizlemişti.

Peygamberimizin ve Müslümanların çoğunluğu Medîne’de bir araya gelmişler, gün geçtikçe güçlenmekte ve durumları iyiye doğru gitmekteydi.

İşine yaramıştı
Mekke müşrikleri bunu bir türlü hazmedemiyorlar ve en kısa zamanda, Müslümanları ve İslâmiyeti yok etmek istiyorlardı. Bu yüzden Bedir Muharebesine büyük bir intikam hırsıyla hazırlanmışlardı. Bu Abdullah bin Süheyl’in işine yaramıştı. Bedeni müşrikler arasında ama, rûhu Resûlullah ve Müslümanlarla beraberdi. Şirk ve küfür ordusu arasında bulunmak istemiyordu ama, Resûlullaha kavuşmak için bir müddet sebredecekti.

Bu arada, babası kendisini zaman zaman kontrol ediyor, fakat Abdullah bin Süheyl, iç dünyasında olup bitenleri, rûhunda yaşadığı ve tattığı lezzeti, babasına ve etrafındakilere aslâ hissettirmiyordu. Günler böyle geçti. Babası, onda anormal bir durum, İslâmiyete dâir bir belirti görmediğinden, artık onun hakkında şüphesi kalmamıştı.

Hâlbuki o, onların kirli ve insanlıktan uzak dünyasından, Resûlullahın Cennet misâli huzûrlarına, onun mübârek sohbetlerine, Müslümanların o saâdet ve mutluluk dünyasına nasıl kavuşacağının plânlarını yapmaktaydı.

Abdullah bin Süheyl, sanki başka âlemde yaşamakta, müşriklerden çok çok uzaklarda bulunmaktaydı. Onun durumundan, kimsenin haberi yoktu. Müşriklerin, Müslümanlardan birkaç misli fazla olan küfür ve şirk ordusu, Bedir’e varmış, bütün techizatı yerleştirmiş, muharebeye hazır duruma gelmişti. Karşılıklı tek tek vuruşmalar bitmiş, iki ordu birbirine girmişti. Harp iyice kızışmıştı.

Hakkımda hayırlı kıldı
Abdullah bin Süheyl için tam zamanı idi. İslâm ordusu saflarına geçebilirdi. Fırsatı kaçırmadı ve Müslümanların saflarına katıldı. Böylece, günlerden beri hayâli ile yaşadığı dünyanın içine girmişti. Şimdi başka bir hava teneffüs etmeye başlamıştı. Bu, rûhlara hem gıda ve hem de şifâ olan bir hava idi. O, Allahü teâlânın sevgilisinin yanında, onunla yan yana cihâd ediyordu. Ne büyük saâdetti. Kıyâmete kadar hayırla, duâ ile anılacakların arasına girmişti.

Babası Süheyl, onun bu hareketine çok kızmış ve ağır laflar söylemişti. Abdullah ise babasına, “Allahü teâlâ bunu benim hakkımda çok hayırlı kıldı” diye cevap verdi. Abdullah bu esnâda 27 yaşında idi.

Abdullah bin Süheyl artık yerinde duramıyordu. Aslanlar gibi, şirk ordusunun üzerine atıldı. Sanki önceki Süheyl değildi. Diğer Sahâbe-i kirâm gibi o da kahramanca savaştı. Sonunda müşriklerin şirk ordusu perişan oldu. Abdullah’ın babası da esîr düşmüş, daha sonra fidye ile kurtulmuştu.

Abdullah bin Süheyl, Bedir’den sonra Uhud ve Hendek gazâlarına katılmış, Hudeybiye antlaşmasında da hazır bulunmuştur. Fakat bu antlaşma sırasında gördüğü manzara, onun kalbine bir hançer gibi saplanmış ve çok üzülmüştü. Çünkü bu antlaşmada, Mekkeli müşrikleri, babası Süheyl temsil etmiş ve antlaşmaya “Allahın Resûlü” ifâdesinin yazılmasına itiraz ederek demişti ki:
- Biz senin Resûlullah olduğunu kabûl etseydik seninle savaşmazdık.

Müslümanları üzmüştü
Onun bu kaba hareketleri Abdullah’ı çok üzmüştü. Resûlullah efendimiz, onun bütün şartlarını kabûl etmişti. Antlaşma imzalanmadan önce olan bir olay da, bütün Müslümanları üzmüş, Resûlullah efendimiz de mahzûn olmuştu.

Çünkü, Abdullah bin Süheyl’in küçük kardeşi Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Bu yüzden Mekke’de zincire vurulup, hapsedilmişti. Ancak bir yolunu bulup kaçmış, Hudeybiye antlaşması imzalanırken, kendini Resûlullahın mübârek ayaklarının dibine atarak demişti ki:
- Beni kurtar yâ Resûlallah!

Fakat müşriklerin temsilcisi olan babası Süheyl oğlunu orada görünce, Ebû Cendel’i boynundan tutup dedi ki:
- Yâ Muhammed! Antlaşmamız üzerine bana geri çevireceğin insanların ilki budur!

Resûlullah efendimiz, onu teslim etmek istememişti. Bunun üzerine Süheyl diretti:
- O zaman antlaşmayı imzalamam!

Ancak Resûlullah bu antlaşmanın yapılmasını, birçok sebepten dolayı istiyorlardı. Bütün taleplere rağmen, müşrikler tekliflerinden vazgeçmedi.

Ebû Cendel’in, babasına teslim edilirken söylediği sözler, bütün Müslümanların gözlerini yaşartmıştı. Başlangıcı Müslümanların aleyhine gibi görünen Hudeybiye antlaşması, daha sonra, Müslümanların lehine netîce vermiş, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bu antlaşmayı, Feth-i Mübîn diye vasıflandırmıştır. Ebû Cendel hazretleri de, bilâhare kurtulmuş, sağ sâlim Medîne’ye dönmüştür.

Hudeybiye antlaşmasından iki sene sonra, Abdullah bin Süheyl Mekke’nin fethinde de bulundu. Mekke fethedilmiş, öldürülecek olanların listesi yapılmıştı. Bunların arasında, Abdullah bin Süheyl’in babası da vardı. Babasına dayanamamıştı.

Ben de şehîd olsaydım
Babasının öldürülmemesi için teşebbüste bulundu. Durum Resûlullaha arz edildi. Resûlullah efendimiz Hazret-i Abdullah’ın bu istirhâmını kabûl etti. Babasına bir emannâme verildi. Daha sonra babası Süheyl bin Amr Müslüman oldu. Sahâbelik şerefine nâil oldu. O kadar ihlâslı bir Müslüman oldu ki, Resûlullahın âhırete teşrifleri sırasında konuşmaları ile, birçok kimsenin, dinden dönmesine mâni oldu.

Abdullah bin Süheyl, Yemâme’de Cevaş muharebesinde şehîd olmuştu. Hazret-i Ebû Bekir, Kureyş ve Mekke’nin ileri gelenleriyle birlikte, oğlunun şehâdetinden dolayı, babası Süheyl’e tâziyede bulunmuşlardı. Oğullarına her türlü işkenceyi daha önce yapmış olan Süheyl dedi ki:

- Keşke ben de şehîd olsaydım. Resûlullah efendimiz bana, şehîdin, âilesinden 70 kişiye şefâ’at edeceğini bildirdi. Ben oğlumun benden önce kimseye şefâ’at etmiyeceğini umuyorum.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:03:59
Abdullah Bin Ümm-i Mektûm  

Peygamberimizin müezzinlerinden.

Abdullah bin Ümm-i Mektûm, Peygamberimizin İslâmiyeti anlatmaya başladığı ilk zamanlarda îman ile şereflenerek Müslüman oldu. Mekke’de kâfirlerin zulüm ve eziyetlerinin dayanılmaz hâle gelmesi üzerine ve Medîneli Müslümanlara din esaslarını ögretmek için, Medîne-i Münevvereye hicret etti.

Sesi çok gürdü
Âmâ olup, sesi çok gürdü. Sabah namazında, önce Hazret-i Bilâl, sonra İbni Ümm-i Mektûm ezan okurdu. Kâfirlerle silahlı mücâdele başlayınca, harplere katılıp, gür sesiyle düşmanın moralini bozardı.

Bâzı savaşlarda Peygamber efendimiz, onu Medîne-i Münevverede vâli olarak bırakırdı. Peygamberimizin zamanında, onüç defa Medîne’de kalıp, vâlilik ve imamlık yaptı. Resûlullah efendimiz kendisine çok iltifat edip, dâima gönlünü alırdı.

Medîne’de vâlilik ve imametle vazifelendirilmesi, âmâ hâliyle sefer ve muharebelere katılmasının güç olmasındandır.

Bir defasında Resûlullah efendimiz, insanlara dînimizin esaslarını anlatırken, İbni Ümm-i Mektûm yanına geldi. Peygamberimiz, meşguliyetlerınden dolayı, alâkalanmakta geç kaldılar. Daha cevap veremeden Kur’an-ı kerimin sekseninci sûresi olan Abese sûresinin ilk on âyet-i kerimesi indi.

İlâhi emir üzerine, Peygamberimiz, daha fazla alâkalanıp, iltifatını artırdı. Hatta ona, "Merhaba! Ey Rabbimin bana hitâb ve ikâzında bulunmasına sebep olan kişi!” diye iltifat edip, yanına oturtu, hâlini, hatırını sordu.

Hâne-i saadetine alıp, onunla sohbet ederdi. Bir defasında, yine Peygamber efendimizi ziyâret için evine gelmişti. Resûlullahın huzuruna girmek için müsaade istedi. O sırada, Peygamberimizin mübârek hanımları da huzurundaydı.

Resûlullah efendimiz, onun eve girmesine müsaade ettikten sonra, hanımlarına, çekilmelerini emir buyurdular. Bunun üzerine hanımları, gelen kimsenin gözlerinin görmediğini bildirerek, çekilmelerinin sebebini suâl ettiler. Bunun üzerine buyurdu ki:
- O görmüyorsa, siz de görmüyor değilsiniz ya!

Abdullah İbni Ümm-i Mektûm, Vedâ Haccına katıldı. Peygamberimiz Vedâ Hutbesini okurken, gür sesiyle hutbeyi tekrarladı. Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfetinde müezzinlik, Hazret-i Ömer devrinde de İslâm ordusunda vazife aldı.

Cemaate gelirdi
Abdullah bin Ümm-i Mektûm hazretleri, Kur’an-ı Kerimi ezbere bilenlerdendi. Kur’an-ı Kerimin kıraatını öğretirdi. Resûlullahın buyurduklarını unutmamak için, sohbetlerinde devamlı hadis-i şerif rivâyet ederdi.

Evi Mescid-i Nebeviye uzakta olmasına rağmen, dâima cemaate gelirdi. Mescide gelirken Hazret-i Ömer yardım ederdi. Mücâhid olup, cihâdlara dâima katılmak isterdi. Fakat gözleri görmediği için, fiilen katılamamaktan dolayı çok üzülürdü.

Katıldıklarında da gür sesiyle düşmanın moralinin bozulmasına sebep olurdu. 636 senesinde yapılan Kadisiye savaşında, elinde sancak oluduğu hâlde, bir tepeye çıktı. Gür sesiyle düşmanın moralini bozdu.

İbni Ümm-i Mektûm’un bu muharebede şehit olduğu veya dönüşünde vefâti rivâyet edilir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:04:55
Abdullah Bin Zeyd
 
Sâhib-ül ezân.

Hicretten sonra Medîne'de Peygamber efendimizin mescidi yapılmış, burada Müslümanlar cemâ'atle namaz kılıyorlardı. Ancak o günlerde namaz vakitlerini bildirmek, zahmetli oluyordu. Müslümanlar, Mescid'e toplanır; namaz vaktini beklerlerdi. Ba'zıları da tam vakti tesbit edemezlerdi.

Sevgili Peygamberimiz, buna bir çâre arıyorlardı. Bir gün arkadaşlarını topladılar. Meseleyi hep birlikte konuşmaya (istişâreye) başladılar. İlk önce şu teklif yapıldı:
- Namaz vakitlerinde çan çaldırsak!

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Çan çaldırma âdeti, Hıristiyanlara mahsûstur. Bize yakışmaz.

Sonra, başka bir düşünce ileri sürüldü:
- Boru çaldırsak!
- O da Yahûdîlere âittir. Doğru olmaz.
Ateş yaksak
- Yüksek yerlerde ateş yaksak. Böylece namaz vakitlerini, görerek öğrenmiş oluruz!

Bu teklife de Allahü teâlânın Resûlü şöyle buyurdu:

- Ateş yakmak, ateşperestlerin, ateşe tapanların işidir. Mecûsîlerin yaptığını taklîd edemeyiz. Son olarak:
- Namaz vakitlerinde, bir bayrak çekelim, teklifinde bulunuldu.

Peygamber efendimiz, bunu da beğenmediler. Neticede, karar veremeden dağıldılar. Müslümanlar üzgün olarak evlerine çekildiler.

O toplantıda bulunan Abdullah bin Zeyd, aynı gece bir rü'yâ gördü... Ertesi gün, sabah namazından sonra, Sevgili Peygamberimize gördüğü rü'yâyı anlattı:
" Yâ Resûlallah! Dün gece rü'yâmda, mübârek bir zât gördüm. Elinde parlak bir çan vardı. Ona sordum:
- Onu bana satar mısın?
- Çanı ne yapacaksın?
- Müslümanları namaza da'vet edeceğim.

O mübârek zât güldü ve dedi ki:
- Sana ondan daha hayırlı, bir şey öğreteyim mi?
- Öğret!.

O zaman bana, kelimesi kelimesine, Ezân-ı Muhammedî'yi okudu."

Abdullah bin Zeyd hazretlerinin rü'yâlarını anlatmasından sonra, Allahü teâlânın Resûlü de tebessüm ederek buyurdular ki:
- İnşâallah gördüğün hak rü'yâdır, sâlih rü'yâdır. Şimdi kalk da öğrendiklerini, Bilâl'e öğret! Ezânı, O okusun. Çünkü sesi, senden daha gür, daha yüksektir.

Aynı rü'yâyı ben de gördüm
Bu rü'yâ ve Ezân kelimelerini işiten Hazret-i Ömer dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allaha yemîn ederim ki, aynı rü'yâyı ben de gördüm.

Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, ellerini semâya kaldırarak; cenâb-ı Hakka şükrettiler, hamdettiler.

Bundan sonra Sâhib-ül Ezân diye meşhûr olan Abdullah bin Zeyd, Medîneli Müslümanların Hazrec koluna mensuptur. Ebû Muhammed el-Medenî adı ile künyelenmiştir. Akabe bîâtında bulunarak Resûlullaha îmân edip Müslüman olmakla şereflenmiştir. Bedir muharebesine iştirak etmiş ve diğer bütün harplere katılarak, büyük kahramanlıklar göstermiştir.

Resûlullah ile beraber Vedâ Haccı'nda bulundu. Bu hac esnasında elinde bulunan bütün mallarını, hayvanlarını, fakirlere sadaka olarak dağıttı. 644 yılında 64 yaşında iken vefât etti.

Buyurdu ki:
"Dünyada olup da âhiret hayatı yaşıyan insan saâdet içindedir. Bir insan yaşadığı müddetçe Allahı hatırından çıkarmayıp, O'na hep yalvarırsa âhirette merhametine sebep olur. Böylece âhiret hayatı yaşamış olur."
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:05:46
Abdullah Bin Zübeyr  

Medîne'de muhâcirlerden ilk doğan sahâbî.

Abdullah bin Zübeyr, Medîne’de muhâcirlerden ilk dünyaya gelen çocuktur. Hicretten yirmi ay sonra 622’ de Medîne yakınındaki Kubâ’da dünyaya gelince, Muhâcirler çok sevinip rahatladılar. Çünkü Yahûdîler, “Biz muhâcirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak” diyorlardı.

Bu mübârek zâtın doğumu, Yahûdîlerin yalanlarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Resûlullah efendimiz ona duâ edip, ismini “Abdullah”, künyesini de “Ebû Bekir” koydu. Diğer künyesi “Ebû Hubeyb” idi.

İsmini Resûlulla koydu
Hişâm bin Urve şöyle anlatmıştır:
“Abdullah bin Zübeyr dünyaya gelince, annesi daha onu hiç emzirmeden, doğruca Resûlullah efendimize götürdü. Peygamber efendimiz çocuğu kucağına alıp ismini koydu ve duâ etti.”

Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamberimize getirildiğinde, Ona bî’at etme şerefine kavuştu. Böylece sahâbeden olma şerefine nâil oldu.

Hazret-i Ebû Bekir devrinden sonra yavaş yavaş çocukluk hayâtından çıkarak, Hazret-i Ömer zamanında kendini göstermeye başladı. 636 senesinde oniki yaşlarında iken, babası ile Yermük savaşına gitti. Yine dört sene sonra, babası ile birlikte Amr bin Âs’ın kumandanlığında Mısır’ın fethine katıldı.

Abdullah bin Zübeyr, gündüzleri oruç tutar, gecelerini de namaz kılarak geçirirdi. Çok namaz kılması sebebiyle, kendisine Mescid güvercini denmiştir. Birkaç gün bir şey yemediği olurdu. Çok cesûr, kuvvetli ve kahraman idi.

Abdullah bin Zübeyr, hicretin 30. senesinde Sa’îd bin Âs kumandasındaki ordu ile Horasan seferinde bulundu.

Aynı sene Hazret-i Osman tarafından Kur’ân-ı kerîmin nüshasının çoğaltılması için toplanan ilmî hey’ete da’vet edildi. Hazret-i Osman şehîd edilmeden önce, bütün gücüyle fitnecilerle mücâdele etti. Cemel vak’asında babası ile beraber bulundu.

Hazret-i Ebû Bekir'e benzerdi
Abdullah bin Zübeyr, şecâat ve cesâretiyle birlikte çok ibâdet ederdi. Namazda o kadar huzura dalardı ki, ta’rîfi mümkün değildir. Babası onun hakkında; “İnsanların Ebû Bekr-i Sıddîk’a en çok benzeyeni” buyurmuştur.

Eshâb-ı kirâmın fıkıh, tefsîr ve hadîs âlimlerinden biri olan Abdullah bin Zübeyr hazretleri, Resûlullah efendimizden bizzat işiterek hadîs-i şerîf rivâyet ettiği gibi, babasından, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’dan, teyzesi Hazret-i Âişe’den, Hazret-i Ali gibi Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden de hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

Onun bildirdiği otuzüç hadîs-i şerîfin tamamı Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında yer almıştır. İslâmiyette ilk olarak yuvarlak gümüş parayı Mekke-i mükerremede bastıran odur.

Bir gün hak yoldan ayrılan hâricîlerden bir grup, Abdullah bin Zübeyr hazretlerinin huzûruna giderek dediler ki:
- Senin görüşünü öğrenmek için geldik. Eğer doğru, ya’nî bizim gibi düşünüyorsan, seninle birlikte oluruz. Yoksa, seni bu i’tikâdını bırakmaya da’vet ederiz.

Sonra da şöyle sordular:
- Şeyhayn, ya’nî Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer hakkında ne dersin?

Sadece hayır söylerim
Abdullah bin Zübeyr hazretleri, onların sorularına şöyle cevap verdi:
- Onlar hakkında sâdece hayır söylerim.

Hâricîler bunun üzerine,
- Peki Osman hakkında ne diyorsun? diye sordular. Sonra da Hazret-i Osman’ın şânına lâyık olmayan ithâmlarda bulundular.

Daha sonra; babası Zübeyr ve Talha hakkında da ileri geri konuştular.

Onların bu konuşmaları üzerine, Abdullah bin Zübeyr hazretleri dedi ki:
- Sizin o büyükler hakkında böyle konuşmanız, aslâ doğru değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâm ile kardeşi Hârûn aleyhisselâmı, en azılı kâfirlerden olup ilâhlık dâvâsında bulunan Fir’avn’a gönderirken, gâyet yumuşak konuşmalarını emretti.

Bu husûs Kur’ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir:
(İkiniz (Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm) Fir’avn’a gidin! Çünkü o, ilâhlık iddiâsında bulunmakla hakîkaten pek azgınlık etti. Ona yumuşak muâmelede bulunun! Yumuşak söz söyleyin! Olur ki, nasîhat dinler, yahut Allahü teâlânın azâbından korkar.) [Tâhâ: 43, 44]

Resûlullah efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır:
(Ölmüş kimselere sövmek veya dil uzatmak sûretiyle dirilere eziyet etmeyiniz!)

Günâh olarak kâfi idi
Bunun için Resûlullah efendimiz, İkrime bin Ebî Cehil’e eziyet vermemek, onu üzmemek için babası Ebû Cehil’e sövmeyi, la’net etmeyi yasaklamıştır.

Hâlbuki, Ebû Cehil, Allahü teâlânın ve Resûlünün düşmanı idi. Hicretten önce, Resûlullah efendimize buğz ve düşmanlık etmiş, hicretten sonra da savaşta bulunmuştu.

Hepsi bir tarafa, azılı bir müşrik olması günâh olarak ona kâfi idi. Kâfir olduğu hâlde, la’netlenmesine izin verilmemesi; babama, arkadaşı Hazret-i Talha’ya ve diğer Eshâba söylediğiniz sözlerden vazgeçmeniz için yeterli bir sebeptir.

Bu ma’kûl sözlere verecek cevap bulamayan Hâricîler yanından ayrıldılar.

Hâricîler, ertesi gün tekrar geldiler. Abdullah bin Zübeyr gelip, yüksekçe bir yere oturdu. Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâm getirdi. Sonra Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’den çok güzel bahsetti. Hazret-i Osman’ın hilâfetiyle ilgili olarak da şunları söyledi:
- Hazret-i Osman bin Affân’ın durumunu bugün benden daha iyi bilen hiç kimse yoktur. Hakem bin Âs’ı Resûlullah efendimizin mübârek izinleri ile Medîne-i münevvereye kabûl etmiştir. Yaptığı işlerde faydalar var idi.

Hazret-i Osman yazmadı
Daha sonra Abdullah bin Zübeyr, Mısırlıların ele geçirip getirdiği, içinde ba’zı kimselerin öldürülmesi emredilen mektubu, onun yazmadığını belirtip şöyle dedi:
- Bunu Hazret-i Osman yazmadı. Dilerseniz, onun yazdığına dâir delîlinizi getiriniz, delîliniz yoksa ben size onun yazmadığına yemîn edeyim. Allahü teâlâ yemînin kabûl edilmesini emrediyor. Hele Resûlullahın dâmâdı, imâmetteki vekîli, onun sebebiyle ağaç altında Bî’at-ı Rıdvân’ın yapıldığı Hazret-i Osman’ın yazmadığına dâir yemîni, elbette kabûl etmek lâzımdır. Ancak hak olan bir şeye yemîn edilir. Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:
(Kim Allahü teâlâya yemîn ederse, tasdîk edilsin! Yemîn edilen kimse de râzı olsun.)

Hazret-i Osman, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer gibi mü’minlerin emîridir. Ben onu sevenin dostu, ona düşman olanın düşmanıyım. Babam ve arkadaşı Hazret-i Talha, Resûlullah efendimizin iki sahâbîsidir.

Hazret-i Talha’nın Uhud muhârebesinde parmağı kesilince, Resûlullah efendimiz;
(Parmağı Talha’dan önce Cennet’e girdi) ve, (Talha, Cennet’e girmesine vesîle olacak bir iş yaptı) buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir, Uhud harbinden bahsedilince, “Uhud harbinin hepsi veya çoğu Talha’ya âittir” buyurdu.

Allahü teâlâ râzı oldu
Babam Zübeyr bin Avvâm’a gelince, O Resûlullah efendimizin havârîsidir. Resûlullah efendimiz onu bu sıfatla zikretmişler, Talha ile beraber Cennetlik olduğunu bildirmişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
(Sana, ağaç altında ellerini uzatarak söz verenlerden Allahü teâlâ râzı oldu. Hepsini sevdi.) [Feth: 18]

Ayrıca, onların, Allahü teâlânın ve Resûlünün gadabına uğradıklarına dâir bir haber bize ulaşmadı.

Onların hak olarak yaptıklarına gelince, onlar zâten buna lâyıktırlar. Şâyet onlarda bir zelle sürçme meydana gelmişse, o sürçmeyi, onların Resûlullaha yaptıkları hizmetlerin hürmetine gidermek, Allahü teâlânın affındandır.

Hâricîler bu sözler karşısında da verecek cevap bulamadılar ve dönüp gittiler.

Abdullah bin Zübeyr 649 senesinde, Abdullah bin Sa’d ile Afrikıyye harbine katıldı. Yüzyirmi bin düşman askeri ile yirmi bin İslâm mücâhidi savaşırken, o birkaç mücâhid ile Bizans ordusu kumandanı, Roma asilzâdesi Gregorius’u öldürdü. Bu başarısı üzerine düşman kuvvetleri bozuldu. Zaferin kazanılmasında mühim bir rol oynadı.

Fethi anlatacaktır
Abdullah bin Zübeyr, Afrikıyye’nin fethinden döndükten sonra, Hazret-i Osman’ın huzûruna gidip, ona fethin nasıl gerçekleştiğini anlattı. Hazret-i Osman mescidde kalkıp, cemâ’ate şöyle hitâb etti:
- Ey mü’minler! Allahü teâlâ Afrikıyye’nin fethini nasîb ve müyesser eyledi. İşte bu Abdullah bin Zübeyr’dir. Şimdi size Afrikıyye’nin fethini anlatacaktır.

Bunun üzerine Abdullah bin Zübeyr, minberin yanında olduğu yerden ayağa kalkıp, cemâ’ate, Afrikıyye’nin fethinin nasıl gerçekleştiğini anlatmaya başladı:
“Ey mü’minler! Kalblerimizi birleştiren, birbirimizi sevdiren ve ni’metleri aslâ inkâr olunamayan, Allahü teâlâya, bildirdiği şekilde hamdolsun. Yine Allahü teâlâya hamdolsun ki, Muhammed aleyhisselâmı seçip, vahyini Ona emânet etti. Kur’ân-ı kerîmi gönderdi.

Muhammed aleyhisselâma insanlardan yardımcılar seçti. Ona îmân ettiler; hürmet ve ta’zîmde bulundular. Allahü teâlânın dîni uğrunda hakkıyla cihâd ettiler. Bir kısmı bu hak yol olan İslâmda, Allah yolunda şehîd düştüler. Geride kalanları ise, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışmaktadırlar. Kınayanların kınamaları, onları bu yoldan aslâ çevirememektedir.

Ey insanlar! Allahü teâlâ size merhamet eylesin! Biz, bildiğiniz ve anlattığım bu maksatla cihâda çıkmıştık. Emîr-el-mü’minîn’in tavsiyelerine ve emîrlerine titizlik ile uyan bir vâli ile beraber idik. Sabah-akşam o da bizimle beraber yürüyor, öğle vaktinde bizimle konaklıyordu. Geceleyin yola devam edip, kurak yerlerde durmadan acele geçiyor, bereketli ve bolluk yerlerde oldukça fazla kalıyorduk.

İslâma da'vet ettik
Afrikıyye’ye varıncaya kadar, Rabbimizin ihsân buyurduğu en güzel hâl üzere yolumuza devam ettik. Nihâyet at kişnemelerini, deve böğürtülerini düşmanlarımızın duyacağı bir yere konduk. Birkaç gün orada ikâmet ettik. Bu sırada, atlarımızı istirahata bıraktık. Silâhlarımızı harbe hazırladık.

Sonra Afrikıyyelileri İslâma da’vet ettik. Fakat onlar Müslüman olmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine, sulh ve zillet içinde kalmaları için onlardan cizye istedik. Bu teklîfimize ise hiç yanaşmadılar.

Onların karşısında onüç gece bekledik. Bu arada, elçilerimiz gidip geldi. Nihâyet teklîflerimizi kabûl etmeyeceklerine iyice kanâat getirince, komutanımız kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve senâ etti. Sonra cihâdın fazîletini anlattı. Sabredip Allah için cihâd edenlerin kavuşacakları sevâbdan bahsetti. Sonra hep birden düşman üzerine hücûm edip, savaşa başladık.

Düşmanla karşılaştığımız ilk gün pek şiddetli bir muhârebe oldu. İki taraf da çok çetin savaştı. Düşmandan pek çok kimse öldüğü gibi, bizden de pek çok kimse şehîd düştü. O gece, her iki taraf da savaş meydanında geceledi.

Zafer ihsân etti
Biz Müslümanların bulunduğu yerden, Kur’ân-ı kerîm okuyanların sesleri yükseliyordu. Düşman ise, içki içerek ve eğlence içinde geceyi geçirdi. Sabah olunca, biz önceki günkü gibi yerlerimizi aldık ve düşman üzerine hücûm ettik.

Allahü teâlâ bize sabır, yardım ve zafer ihsân etti. İkinci gün akşama doğru Allahü teâlâ bize Afrikıyye’yi fethetmek nasîb eyledi. Pek çok ganîmet elde ettik. Mervân bin Hakem, bu ganîmetlerin beştebirini devletin hazînesine koydu.

Müslümanların yanından, onları sevinçli bırakarak ayrıldım. Alınan bu ganîmetler, Müslümanları zenginleştirdi. İşte ben, Allahü teâlânın bize nasîb ettiği bu zaferi, şirkin uğradığı bu hezîmeti, Emîr-el-mü’minîne ve size müjdelemek için geldim.
Ey Allahın kulları! Verdiği ni’metlerden dolayı ve düşmanlarımıza indirdiği azâbdan dolayı, Allahü teâlâya hamdederiz.”

Abdullah bin Zübeyr, 692 yılında Haccâc tarafından şehîd edildi. Resûlullah efendimiz bu hadîseye işâret ederek Abdullah’a buyurmuştu ki:
- İnsanlardan senin başına neler gelecek biliyor musun? Senden de insanlara çok şey gelecek. Cehennem ateşi seni yakmaz.

Abdullah bin Zübeyr, Eshâb-ı kirâma çok hürmet ederdi. Hattâ babası Zübeyr bin Avvâm’dan naklettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullahın şöyle buyurduğunu bildirirdi:
(Herhangi bir memlekette vefât eden Eshâbımdan biri, kıyâmette, mahşer yerine giderlerken, o memleketin Müslümanlarına önder olur ve onların önlerini aydınlatır.)

Abdullah bin Zübeyr, Mekke’de namazlarını Mescid-i Harâm’da kılardı. Buyururdu ki:
“Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:
(Benim mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Harâm hariç diğer mescidlerde kılınan namazlardan üstündür. Mescid-i Harâm’da kılınan bir namaz, Mescid-i Nebî’de kılınan 100 namazdan efdaldir, üstündür.)

Kâ'be'ye çok hizmet etti
Abdullah bin Zübeyr, Kâ’be-i muazzamaya çok hizmet etmişti. Daha önce Hazret-i Ömer halîfe iken, onyedi senesinde, Mescid-i saâdeti genişletirken, Hucre-i saâdetin etrafına kısa bir taş duvar çevirmişti. Abdullah bin Zübeyr bu duvarı yıkıp, siyah taş ile yeniden sağlam yaptırdı. Bu duvarın üstü açık olup, kuzey tarafında bir kapısı vardı.

Abdullah bin Zübeyr’in babası, Aşere-i mübeşşereden, ya’nî Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Zübeyr bin Avvâm, annesi Ebû Bekr-i Sıddîk’ın kızı Esmâ, teyzesi mü’minlerin annesi Âişe-i Sıddîka’dır. Babasının annesi (ninesi) Hazret-i Safiyye, Resûlullahın halası idi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:06:45
Adî Bin Hâtim Tâî  

Âilece cömert olan sahâbî.

Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Peygamber efendimizin emriyle zaman zaman Medîne dışındaki kabîlelere seferler düzenler, buralardaki halkı İslâma da'vet ederlerdi. Da'veti kabûl etmiyenlerle savaş yapılır, ganîmet ve esir alınırdı.

Tay kabîlesi üzerine yapılan seferde, reisleri, Adî bin Hâtim kaçtı. Kardeşi Sefâne esir alındı. Kendisine çok iyi muâmele yapıldı. Çünkü babası meşhûr cömertlerdendi. Onun cömertliğine hürmeten, kızına iyi muâmele yapıldı.

Bu melik değildir
Peygamber efendimiz, Sefâne'yi kardeşini bulup getirmesi için serbest bıraktı. O da kardeşini bulup başından geçenleri anlattı. Kardeşi Adî bin Hâtim, kardeşinin anlattıklarından cesâret alarak, Medîne'ye gitti. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Medîne'ye vardığımda, Resûlullah efendimiz Mesciddeydi. Huzûruna varıp, selâm verdim. Bana:
- Kimsiniz, buyurdu. Ben de:
- Adî bin Hâtim'im, dedim.

Beni alıp evine götürdü. Yolda giderken, yaşlı bir kadın, ihtiyaçlarını arz etti. Onunla ilgilenip, ihtiyaçlarını giderdi. Bu hâli görünce, "Bu, melik değildir" dedim.

Eve varınca, içi lifle dolu bir minder gösterip, "Buraya oturun!" buyurdu. Ben oturmak istemedim. Israr edince mecbûren oturdum. Kendisi de yere oturdu. Kendi kendime, "Vallahi bu melik olamaz, melik olan kimse bu kadar tevâzu ehli olamaz!" dedim. Sonra bana:
- Yâ Adî bin Hâtim, Müslüman ol ki, selâmette olasın, buyurdu. Ben de:
- Benim dînim vardır, dedim. Bunun üzerine:
- Senin dînini senden daha iyi bilirim. Sen Rakusiyye dîninden değil misin? Kavminin dörtte bir ganîmetini yemiyor musun? Bu senin dîninde sana helâl değildir, buyurdu. Ben içimden:
- Vallahi doğru söylüyor. Bilinmiyen şeyleri biliyor. Bu peygamberdir, dedim.

Sonra buyurdu ki:
- Yâ Adî bin Hâtim, seni İslâma girmekten alıkoyan nedir? Seni "Lâ ilâhe illallah" demekten uzaklaştıran nedir? Allahtan başka ilâh var mı? Neden çekiniyorsun? Seni, Allah büyüktür demekten alıkoyan nedir?

Bu sözleri büyük bir huşû içinde dinledim. Bu kadar güzel yüzlü, tatlı sözlü bir kimse yalancı olamazdı. Hemen Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum.

Beni tanıdınız mı?
Resûlullah sonra beni, kabîleme İslâmiyeti anlatmak ve onların zekâtlarını toplamak için geri gönderdi. İlk zekât toplıyan ben oldum. Kabîlemin Müslüman olmasına vesîle oldum.

Birgün kabîlemden birkaç kişi ile beraber, Hazret-i Ömer'in huzûruna gitmiştik. Kendisine sordum:
- Beni tanıdınız mı?
- Evet tanıdım! Sevgili Peygamberimize kavmin inanmadığı bir zamanda sen inandın, vefâkâr oldun! Kavmin sana zulmettikleri zaman onlara sabreden sensin! Muhakkak ki, kabîlesinde ilk zekâtı toplayıp, Peygamber efendimizi sevindiren de sensin.

Adî bin Hâtim hazretleri, dünyaya hiç kıymet vermez, kazandığını fakîrlere dağıtırdı. Peygamber efendimizin huzuruna gittiğinde ona yanında yer verirdi. Kendisine iltifatlarda bulunurdu.

Allahü teâlâ ona uzun bir ömür verdi. Hazret-i Ali'nin vefâtından çok sonra 120 yaşında Kûfe'de vefât etti. Ölünceye kadar, İslâmiyeti yaymak için çırpındı. Vaktini hiç boşa geçirmezdi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:07:38
Âmir Bin Füheyre  

Meleklerin defnettiği sahâbî.

Âmir bin Füheyre hazretleri, Tufeyl bin Abdullah’ın çobanıydı. Nice yıllar herşeylerini kaybedip, insanlıklarını unutmuş kimselere hizmet etti. Ama bütün hizmetlerinin karşılığı, sadece karın tokluğuydu. Belki karınlar toktu, fakat rûhlar açtı.

Günler böyle ızdıraplar içinde geçip gitti. Nihâyet beklenen İslâm güneşi, Mekke’de doğdu ve etrafa yavaş yavaş ışıklarını saçmaya başladı. İslâmla müşerref olanlar, Onun ma’nevî lezzetini tattılar.

Önem vermedi
Tadını alan bir daha onu bırakamadı. İnsan, kalbe giren bu İlâhî aşktan ayrılabilir miydi? Bu İlâhî aşka tutulanlardan biri de Âmir bin Füheyre hazretleriydi. Fakat köleydi ve sözde efendisi vardı. Kalbinde duyup, vücudunun bütün zerrelerinde hissettiği îmân lezzetini açıklayamazdı.

Âmir, “Bu vücut mutlaka birgün toprak olacak, nefsin elinde bir oyuncak olan bu beden mutlak çürüyecek, öyleyse bu dünyada bu kadarcık işkenceye dayanıversin” diye düşündü. Bu düşünce zinciri akıp gitti. Artık Âmir bin Füheyre hazretleri, yüce dînin emirlerini yerine getirmeye başladı. Kınayanın kınamasından; kızanın kızmasından çekinmedi. Bu yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı.

Bilâl-i Habeşî ile birlikte ağır işkencelere uğratılmış, kızgın güneş altında saatlerce bekletilmişti. Bütün bu işkencelere rağmen îmânından zerre kadar ta’vîz vermemiş, hak dînden geri dönmemişti. Bilâhare Hazret-i Ebû Bekir, onu satın alarak âzâd etti.

Bu sırada müşrikler iyice azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, ezâ ve cefâyı yapmaktan geri durmadılar. Nihâyet İlâhî izin geldi. Allahü teâlânın Resûlü, en yakını Hazret-i Ebû Bekir ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret edeceklerdi. Bu emirle iki sâdık dost yola çıktılar. Sevr mağarası önüne geldiklerinde Mekke çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı. Resûlullaha yardımcı olanın canı tehlikedeydi.

Bütün bunlara mukâbil Âmir bin Füheyre hazretleri, Hazret-i Ebû Bekrir'e âit sütlü davarları uygun vakitlerde mağaranın önüne getirdi. Peygamber efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir’in yiyecek ve içeceğini temin etti. Böylece onlarla beraber hicret etme şerefine de kavuştu.

Resûlullah efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret eden Müslümanları birbirine kardeş yaptığında, Âmir bin Füheyre’yi de Ensâr’dan Hâris bin Evs ile kardeş yaptı.

Bedir eshâbından oldu
Hicretten sonra, Medîne’de bir araya gelen Müslümanlar, gittikçe artarak kuvvetlenmekteydi. Bu vaziyet, müşrikleri iyice endişelendirdi. Nihâyet Müslümanlarla müşrikler arasında Bedir ve Uhud gibi savaşlar oldu.

Âmir bin Füheyre hazretleri bu savaşların her ikisine katılmak saâdetine kavuştu. Her iki savaşta da Müslümanlar az olmasına rağmen, kendilerinden kat kat fazla olan düşmanı mağlûb ettiler. Bununla beraber müşrikler boş durmadılar.

Hicretin dördüncü senesi, Necd Şeyhi Ebû Berâ, Medîne’ye gelip, Resûlullaha mürâcaat etti. Kabîlesine dînî bilgileri öğretmesi için muallimler istedi. Yetmiş kişilik bir heyet hazırlanıp gönderildi.

Yetmiş kişilik muallimler heyeti, Bi’r-i Maûne’de kuşatıldılar. Müslümanlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca kılıçlarına sarıldılar. Ancak düşman çok kalabalıktı. Ebû Berâ’nın kardeşinin oğlu Âmir’in tertiplediği bu alçakça hareket netîcesinde, Ümeyye oğlu Amr’ın dışında oradaki Müslümanların hepsi şehîd oldu.

Vaziyeti bir başkaydı
İslâma hizmet etmek için giderken, uğradıkları saldırıda, şehîd olanlar arasında yer alan, Âmir bin Füheyre’nin vaziyeti daha bir başkaydı.

Şehîd edilişi sırasındaki gördükleri hâdiseyi, müşriklerin, kısa akıllarıyla anlamaları, kavramaları zordu. Azgın müşriklerin, sırtından saplamış oldukları mızrak, göğsünü yarıp çıkmıştı. Kanlar fışkırmaktaydı. Bu kan, alelâde bir insan kanı değil, Resûl-i ekremin müsâadesiyle İslâmı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmek için yola çıkmış bir sahâbînin mübârek kanıydı.

Cebbâr bin Sülmâ anlatır:
(Müslümanlardan, beni İslâm dînîne da’vet eden birine, arkasından mızrağımı sapladım. Mızrağımın demirinin onun göğsünden çıktığını gördüm. Bu esnada kendisinin, “Vallahi kazandım” dediğini işittim.

Kendi kendime,”Adamı öldürdüğüm hâlde, kazandığı ne acaba” dedim. Mızrağımı çıkarıp Dahhâk bin Süfyân’a gittim. Âmir’in sözünü naklettim. Dahhâk, “Onun maksadı, Cenneti kazandım demektir” dedi ve Müslüman olmamı tavsiye etti. Ben de Müslüman oldum. Müslüman olmama Âmir’den işittiğim söz ve kendisinin göğe yükseltilmesi oldu.)

Cebbâr ve oradaki müşrikler, Âmir bin Füheyre hazretleri şehâdet şerbetini içtiği zaman, onun semâya doğru kaldırıldığını görmüşlerdi. Böyle garip hâller olup, Âmir bin Füheyre hazretlerinin rûhu da Cennete uçup gitti. “Kurtuldum” sözünü duyan Cebbâr da müşrik topluluğu içinde tek îmâna gelen kimse oldu.

Allahü teâlânın hikmetidir ki, hâdise netîcesinde birisi şehîd olmuştur, diğeri ise hidâyete ermiştir. Âmir bin Füheyre şehîd olduğu sırada 40 yaşındaydı.

Bi’r-i Maûne’de müşrikler tarafından kuşatılan İslâm irşâd ekibi şehîd olacaklarını anlayınca, dediler ki:
- Yâ Rabbî! Resûlullah efendimize durumumuzu haber verecek, burada senden başka kimsemiz yoktur. Selâmımızı ona ulaştır yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Resûlün vâsıtasıyla kavmimize haber ver ki: Biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnut oldu ve bizi de hoşnut kıldı.

Rableri onlardan râzı oldu
Cebrâil aleyhisselâm gelip durumu Resûlullah efendimize bildirdi ve dedi ki:
- Onlar, Rablerine kavuştular, Rableri onlardan râzı, hoşnut oldu ve onları da hoşnut kıldı.

Resûlullah efendimiz Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi üzerine; “Ve aleyhisselâm" buyurdular ve hutbeye çıkarak, müşriklerin, Müslümanlara yaptığı bu ihâneti, Eshâb-ı güzînin bu şekilde pusuya düşürülmesini, onların şehîd olduklarını Medîne’de Eshâb-ı kirâma bildirdiler.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:08:36
Ammâr Bin Yâser  
Şehîd oğlu şehîd.

Ammâr bin Yâser, ilk Müslümanların otuzuncusudur. Süheyb-i Rûmî ile birlikte, Dâr-ül Erkam'da aynı vakitte Müslüman olmuşlardı. O zaman Peygamber efendimiz Dâr-ül Erkam'da bulunuyordu. Ammâr bunu şöyle anlatıyor:

Bir gün Hazret-i Erkam'ın evinin önünde Hazret-i Süheyb bin Sinan'a rastladım. Ona dedim ki:
- Burada ne yapıyorsun?
- Sen ne yapıyorsun?
- Ben içeri gireceğim ve Hazret-i Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği dîne gireceğim. Müslüman olacağım.
- Ben de aynı maksatla buraya geldim.

İçeri beraber girdik
Böylece ikimiz beraber içeri girdik. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Beraber Müslüman olduk, akşama kadar orada kaldık. Akşamdan sonra evimize döndük.

İmâm-ı Mücâhid buyurdu ki:
- Mekke'de Müslüman olduğunu ilk açıklayan, önce Resûlullah sonra da Ebû Bekir, Bilâl, Habbâb, Süheyb, Ammâr ve annesi Sümeyye hanımdır.

Peygamber efendimiz halkı açıktan îmâna çağırmaya başlayınca, müşrikler, kimsesiz Müslümanlara ezâ ve cefâ etmeye başladılar. Ebû Tâlib hayatta iken, putperestler. Resûl-i ekreme kötülükte bulunamazlardı. Eshâbdan tanınmış kimselere de kavimlerinin himâyesi ve aşîretlerinin kalabalık oluşu sebebiyle, istedikleri gibi ezâ ve cefâ edemezlerdi.

Ancak Müslümanların kimsesizlerini ve fakirlerini bulup, bunlara çeşit çeşit azâb ile eziyet edip, türlü cefâlar ederlerdi. Bunların içinde en çok eziyet görenler, Bilâl, Süheyb, Habbâb ve Ammâr bin Yâser'dir.

Müşrikler Ammâr'ı yalnız yakaladıkları zaman Ramda mevkiine, Mekke kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirler, günün sıcağında kızmış taşlarla dağlarlar, ba'zan da sırtını ateşle dağlar, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakıp derlerdi ki:
- Muhammed'in dîninden dön, Lat ve Uzzâya tap kurtul!

Ba'zan da kuyuya daldırıp boğmak isterlerdi. Onlar, bu dayanılmaz cefâlara sabredip,
- Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, diyerek İslâm dîninden dönmezlerdi.

Ebû Huzeyfe bin Mugîre, Ammâr'ın babası Yâser'in dostu olduğu ve sözleşme gereğince yardım etmesi lâzım geldiği hâlde, o da müşriklerle bir olup, o Müslüman âileye, arkalarına ateş yapıştırmak sûretiyle işkence yapıyordu.

Dilim dilim doğrasanız
Benî Mahzûm kabîlesinin ileri gelenleri, Ammâr bin Yâser'in babasına ve vâlidesi Sümeyye'ye işkenceye devâm edip, sıcak günde kuma gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları, gövdesine dizerlerdi. Sonra derlerdi ki:
- Lât ve Uzzâ, Muhammed'in dîninden iyidir deyin!

Bunun üzerine onlar da şöyle cevap verirlerdi:
- Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız sizi dinlemeyiz. Allahtan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve Peygamberidir.

Yine bir gün, Resûlullah efendimiz Bathâ denilen yerden geçerken, Yâser âilesine işkence yapıldığını görüp çok üzüldüler. Hazret-i Yâser suâl etti:
- Yâ Resûlallah! Zamanımız hep böyle işkence ile mi geçecek?

Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Sabrediniz ey Yâser âilesi! Sevininiz ey Ammâr âilesi! Hiç şüphesiz, sizin mükâfât yeriniz Cennettir.

Ammâr bin Yâser'in, Kureyşli müşriklerden gördüğü işkence, dillere destân olacak şekildedir. Bir defasında Ammâr Resûlullah efendimize gelerek hâlini arz etti:
- Yâ Resûlallah! Müşriklerin bize yaptığı işkenceler son haddine vardı.

Resûlullah efendimiz onların bu hâlini biliyor ve onlar için üzülüyordu. Buyurdu ki:
- Sabrediniz ey Yakzân'ın babası!

Sonra da şöyle duâ ettiler:
- Yâ Rabbî! Ammâr âilesinden hiç kimseye Cehennem azâbını tattırma.

Ey ateş, serin ol
Yine bir gün Mekke müşrikleri Ammâr'a ateşle eziyet ve işkence ediyorlardı. Resûlullah efendimiz orayı teşrif ettiler. Buyurdular ki:
- Ey ateş! İbrâhim'e (aleyhisselâm) olduğun gibi, Ammâr'a da serin ve selâmet ol.

Daha sonra Ammâr, sırtını açtığında ateşin izi görünüyordu. Bu iz Resûlullah efendimizin duâsından önce idi.

Yine güneşin çok yakıcı olduğu bir gündü. Güneş sanki bütün Mekke'yi yakmak istiyordu. Toprağın üstünde ve altındaki bitkiler kavrulmuştu. Çöl ve taşlık bölgeler, kızgın bir ekmek fırınını andırıyordu. Kureyşli Mahzumoğulları, daha da kızgındılar!

Yâser ve hanımı Sümeyye'ye, yapmadık işkence bırakmadılar. Fakat bu Yemenli Müslümanlar, onların bunca işkencelerine rağmen onların isteklerini yerine getirmedi. Nihayet Yâser'i kızgın taşlar üzerine yatırdılar. Üzerindeki kısa çöl elbisesini yırttılar.

Burası, Mekke'nin baştan başa taşlık ve çorak bir semtiydi. Hiç su bulunmadığı için zalimler, burayı seçmişlerdi. Güneş en fazla bir saatte, her insanı pişirebilirdi. Ama yere yatırılan Yemenli Müslüman, gülüyordu! Putperest Mahzumoğulları, hırslarından çatlıyacak gibiydiler. Hepsi kıpkırmızı olmuşlardı. Nihayet Yâser'in bir koluna, bir deve; öbür koluna, başka bir deve bağladılar. Ayaklarına da, aynı şeyi yaptılar.

Sonra içlerinden, en dinsizi bağırdı:
- Hemen şimdi, İslâm dînini inkâr edeceksin!

Hazret-i Yâser:
- Allah birdir, O'ndan başka tapılacak ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahın Resûlüdür, diye haykırdı. Hâin müşrik, şiddetle üzerine doğru eğildi:
- O hâlde, hiç görülmedik şekilde, can vermeye hazırlan!

İşte o zaman, gerçekten, dünyada pek görülmemiş bir vahşet emri verildi.

Dağlar taşlar tekrarladı
4 gaddar cellât, 4 deveyi aynı anda; ellerindeki yanmış ağaçlarla dağladılar. Can havliyle, dört bir yana koşuşan develer; Hazret-i Yâser'i, doğru Cennete uçurdular. Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar, yerlerdeki ve göklerdeki Melekler; aynı ilâhi kelimeyi tekrarlıyorlardı:
- Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah.

Bu manzaraya, insan yüreği dayanır mı? Fakat Sümeyye Hâtun dayandı. Çünkü kat'î olarak biliyordu ki; sevgili kocası Yâser şu anda, Cennet-i âlâdadır.

Bize doğru yolu gösterdi
Yâser âilesinin ezâya ve bir musîbete uğramadığı gün, hemen hemen yok gibiydi. Hazret-i Yâser'i ve oğlu Abdullah'ı, görülmedik şiddetli bir işkence ile şehîd ettikten sonra, Sümeyye Hâtun İslâmın en büyük düşmanıyla karşılaştı. Ebû Cehil sırıtarak dedi ki:
- İnandığın Allah, kocanı ölümden kurtaramadı!

Sümeyye Hâtun sükûnetle cevap verdi:
- Allah O'nu, Cennetine aldı. Kocamı; sizin gibi putlara, paraya ve dünyaya tapınmaktan kurtardı. Allahü teâlânın Resûlü O'na ve bize doğru yolu gösterdi. Ey Allah ve Resûlullah düşmanı! Sen git, kendi ahmaklığınla yaşa! Kocaman kafanı, vücûdundan kopardıkları gün; içinde beyin olmadığı anlaşılacaktır. Ama o zaman, ne fayda!

Ebû Cehil'in hakikaten, kocaman olan kafası kızdı ve bağırdı:
- Sus, ey Ebû Huzeyfe'nin kölesi! Benim gibi bir efendiye, bunları nasıl söyliyebilirsin?
- Sen, köpekten de aşağılıksın! Çünkü kuduz köpekler bile; sizin yaptığınız şekilde insan öldürmezler.

Ebû Cehil, elindeki kısa mızrakla oynuyordu. Birden onu, kadıncağıza fırlattı. Sümeyye Hâtun oracıkta şehîd oldu. İslâm'da ilk şehîd olan bunlardır. Ya'nî kadınlardan Sümeyye Hâtun, erkeklerden Hazret-i Yâser idi.

Hazret-i Ammâr'a da Mugireoğulları, böyle işkenceler yapmışlardı. Müşrikler yine suya batırarak işkence yapmış oldukları bir sırada, Peygamberimiz Ammâr bin Yâser'e rastlamıştı. Ammâr ağlıyordu. Kâinâtın efendisi mübârek elini, onun gözlerinin üzerine sürdü ve buyurdu ki:
- Bir daha kâfirler seni yakalayıp suya batırırlar ve sana, şöyle şöyle söyle, derler ve bu işkenceyi tekrarlarsa, onların söyletmek istediklerini söyleyiver, işkenceden kurtul!

Mugireoğulları Ammâr'ı bir gün yakaladılar. Meymun kuyusunun içine batırdılar.
- Sen Muhammed'i inkâr edip, putlarımıza dönünceye kadar seni bırakmıyacağız, dediler.

Hazret-i Ammâr da, kâfirlerin dediklerini, kalbiyle kabûl etmediği hâlde diliyle söyledi.

Îmân ile doludur
Resûl-i ekreme, "Ammâr kâfir oldu" diye haber verildi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Hâşâ! O kâfir olmaz. Baştan ayağa kadar îmândır ve eti ile derisi arası îmân ile doludur.

Ammâr, küffâr elinden kurtulup, Resûlullahın yanına geldi. Kâfirlerin ezâ ve cefâsından ağladı. Resûlullah efendimiz iki mübârek eliyle gözünün yaşını sildi ve teselli buyurdu.

Bu hâdise üzerine, Nahl sûresinin; Kim Allaha küfrederse, onlara şiddetli bir azâb vardır. Ancak kalbine îmân yerleşmiş olduğu hâlde küfür kelimesini söylemeye zorlanıp, sâdece diliyle söyliyenler müstesnâ, meâlindeki 106. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de Hazret-i Ammâr'a buyurdu ki:
- Müşrikler eziyet ederlerse yine böyle söyle.

Ammâr bin Yâser hazretleri, Mekke devrinde gördüğü işkenceler karşısında Habeşistan'a hicret edenler arasında bulunmuştur. Bilâhare tekrar Mekke'ye dönmüş, bir müddet orada kaldıktan sonra Medîne'ye göç ederek, Hazret-i Münzir bin Abdülmübeşşir'in misâfiri olmuştur. Daha sonra Peygamber efendimiz onu, Ensârdan Huzeyfe bin Yemân ile din kardeşi yapmıştır.

Hazret-i Ammâr, Medîne-i münevvereye gelince, Resûlullah için bir ibâdet ve istirâhat yerinin gerekli olduğunu söyledi. İslâmda mescid yapılmasına ilk teşebbüs eden o idi ve bu sâyede Kubâ mescidi yapıldı.

Çift kerpiç taşıyordu
Ammâr bin Yâser, Mescid-i Nebevî'nin de yapımında bulundu. Mescid-i Nebevî'nin temeli atıldığında, duvar yapılmak üzere kerpiç kestirilmişti. Kuruyan kerpiçler, bulundukları yerden mescid arsasına Eshâb-ı kirâmın sırtlarında taşınıyordu. Herkes birer birer taşırken, Hazret-i Ammâr büyük fedâkârlık gösterip;
- Biri kendim, biri Resûlullah için, diye iki kerpiç getiriyordu ve diliyle de;
- Biz Müslümanlar mescidler inşâ ederiz, diyordu.

Peygamber efendimiz Ammâr'ın yanına geldi ve mübârek eliyle arkasını sığadı ve buyurdu ki:
- Ey Sümeyye'nin oğlu! Senin iki ecrin, sevâbın, başkalarının bir ecri var. Senin, dünyada en son azığın, rızkın da bir içim süttür.

Hazret-i Ebû Sa'îd Hudrî der ki:
- Biz kerpici birer birer taşırdık. Ammâr ise, ikişer ikişer taşırdı. Resûlullah efendimiz, Ammâr'ı böyle üzeri toz toprak içinde görünce, onun üzerindeki tozları silkeleyerek:
- Vah Ammâr! Vah Ammâr! Onu bâgîler öldürecektir, diye haber verdi.

Ammâr bin Yâser, Bedir başta olmak üzere, Uhud, Hendek ve Tebük gazâsı dâhil, Resûlullah efendimizin bütün gazâlarına katıldı. Her savaşta şecâat ve cesâretiyle tanındı. Resûlullahın yanından hiç ayrılmadı.

Bedir günü, hâin Ebû Cehil'in koca kafası; iki mücâhîd tarafından kesildi. O zaman Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ammâr'a buyurdu ki:
- Allah teâlâ, anacığının katilini öldürdü.

Cennet ilerde!..
Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Hazret-i Ebû Bekir devrinde yapılan savaşlarda da aynı şecâat ve cesâretle döğüştü. Abdullah bin Ömer der ki:

- Yemâme'de mürtedlere karşı saldıran eşsiz bir yiğit gördüm. Düşman saflarını yerle bir ediyor, bir taraftan kılıç sallıyor, diğer yandan söyle söylüyordu:
"Bizim Peygamberimiz, Muhammed-ül Emîn'dir. Peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra, Peygamber gelmiyecektir. Aksini söyliyenlerin hepsi, yalancı sahtekârdırlar."

Bu sözleri, Müseylemet-ül Kezzab taraftarlarını bile ikna ediyordu. Tam sırada, hızlı bir kılıç darbesi, başucunda vızıldadı. Keskin demir, bir kulağını kesti. Akan kanları, eliyle durdurmaya çalışıyordu. Bir yandan da "Cennet ilerde!.. Cennet ilerde!" diye haykırıyor, mücâhidleri aşka getiriyordu. Sanki, şehîd ana ve babasını görüyor gibi, savaşıyordu. Yalancı Müseyleme de, yalancılar ordusu da kısa zamanda; darmadağın oldular.

Ammâr bin Yâser, Hazret-i Ömer devrinde Kûfe vâliliğine tâyin olundu. Halîfe, tâyin emrinde Kûfelilere şöyle yazdı:
- Size Ammâr bin Yâser'i vâli, İbni Mes'ûd'u öğretmen ve yardımcı olarak ta'yin ettim. Bunların ikisi de Eshâb-ı kirâmın seçilmişlerindendir. İkisi de Bedir harbinde bulunmuşlardır. Onları dinleyip, itâat ediniz.

Sevinmedim ki üzüleyim
Hazret-i Ammâr, Kûfe'yi bir sene dokuz ay mükemmel bir şekilde idâre etti. Halîfe Hazret-i Ömer, Ammâr'ı Medîne'ye çağırdığında, ona sordu:
- Üzüldün mü?
- Vâliliğe ta'yin olunduğumda sevinmedim ki, alındığım zaman üzüleyim.

Hazret-i Osman devrinde, fitne ve karışıklıklar başladığında, halîfe bunun sebebini öğrenmek için Ammâr'ı, Mısır'a gönderdi. Bu büyük sahâbî, fitne ve fesâdı ortadan kaldırmak için çok gayret etti.

Daha sonra Sıffîn muhârebesine katıldı. Savaş esnasında yanındakilere sordu:
- İçecek, bir şeyimiz var mı?

Kırmızı halkalı kap içinde, süt getirdiler. Bunu gören, Ammâr bin Yâser dedi ki:
- Allah Resûlünü, tasdik ederim, doğrularım! Yıllarca önce bize, böyle bir kaptan içeceğim sütün, benim dünyadaki son rızkım olacağını buyurmuştu.

Sonra sütü, Besmeleyle son damlasına kadar içti. Allaha hamd etti.

Ammâr bu savaşta 94 yaşında şehîd oldu. Hazret-i Ali, Ammâr bin Yâser'in şehîd olduğunu öğrenince, çok üzüldü buyurdu ki:
- Allahü teâlâ Ammâr'a rahmet eylesin. O, Resûlullahın etrafında birkaç kişi varken Müslüman olmuştu. Kendisi hiç şüphesiz magfirete kavuşacaktır. Çünkü Allahü teâlânın Resûlü, Ammâr âilesini Allahın magfiretiyle müjdelemişti.

Cenâze namazını bizzat kendisi kıldırdı ve elbisesiyle, yıkanmadan Kûfe kabristanlığına defnedildi.

Ammâr bin Yâser, ahlâken yüksek bir zâttı. Az konuşur, çok kerre hüzünlü ve kederli olurdu. Son derece doğru ve hakka riâyetkâr idi. Zühd ve takvâ sahibi olup sâde yaşardı. Gâyet belîğ (açık) ve veciz bir hitâbete sahipti. Namazına çok dikkat ederdi.

Ammâr bin Yâser, hadîs-i şerîfleri en doğru bilenler arasında sayılmaktadır. Şöhretini; dünyaya düşkün olmamasına ve harâmlardan sakınmasına, insanlar üzerinde bıraktığı i'timâda, da'vâsına sadâkatle bağlılığına borçludur.

Cennet üç kişiyi arzû eder
Hazret-i Ammâr hadîs-i şerîflerle medholundu:
"Cennet üç kişiyi şiddetle arzû eder. Bunlar; Ali, Ammâr ve Selmân'dır."

"Ammâr'a düşman olana, Allahü teâlâ düşman olur. Ona buğzedene, Allahü teâlâ buğzeder."

Ebû Vâil şöyle anlattı:
Ammâr bin Yâser bize kısa bir hutbe okudu. Hutbeyi okuyup, indikten sonra kendisine; hutbeyi gâyet kısa okuduğunu söyledik. Bunun üzerine şöyle dedi:

- Resûlullah efendimizin, "Bir kimsenin namazının uzun, hutbenin kısa olması, onun fıkıh bildiğine alâmettir" buyurduğunu işittim.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:09:42
Amr Bin Âs  

Meşhûr Arab dâhîlerinden.

Önceleri kabîlesine uyarak, İslâm aleyhinde çalışan Amr bin Âs, sonra yaptıklarına pişman olarak Müslüman oldu. Yaptıklarını ve Müslüman olmasını kendisi şöyle anlatır:

Hendek savaşından döndükten sonra, ba'zı ileri gelen kişileri topladım. Onlara dedim ki:
- Muhammed aleyhisselâm gün geçtikçe kuvvetleniyor. Kısa zamanda Mekke'yi ele geçirir. Bu yüzden sizlere Habeş hükümdârı Necâşî'ye sığınmayı teklif ediyorum. Biz, Necâşî'nin yanında bulunduğumuz sırada, Muhammed aleyhisselâm kavmimize galip gelirse, bizim, Necâşî'nin yanında olmamız, O'nun eli altında bulunmamızdan daha iyidir. Şâyet kavmimiz savaşı kazanırsa, geri döneriz.

Necâşî'den onu isteyeceğim
Bu teklifimi beğendiler ve Necâşî'ye vermek üzere hediyeler hazırladık. Necâşî'nin huzûruna vardığımızda, bizden önce Necâşî'nin yanına, Resûl-i ekremin elçisi Amr bin Ümeyye girdi. Resûl-i ekremin , Ümmü Habîbe binti Ebû Süfyân'ı kendisine nikâhlaması için gönderdiği bir mektubunu sundu.

Amr bin Ümeyye dışarı çıktıktan sonra Necâşî'nin yanına girdim. Necâşî bana dedi ki:
- Merhabâ! Hoş geldin ey dostum! Bana memleketinden bir şeyler hediye edecek misin?
- Ey Hükümdâr! Sana çok miktarda deri getirdim, diyerek hediyeleri önüne koydum. Deriler, Necâşî'nin çok hoşuna gitti. Bu durumdan faydalanarak dedim ki:
- Ey Hükümdâr! Huzûrundan çıkan birini gördüm. Onu teslim et, öldüreyim. O, bize düşman birisinin elçisidir ve eşrâfımızdan ba'zı kişileri öldürmüştür.

Necâşî, benim bu sözlerime çok kızdı. Eliyle burnuma öyle bir vurdu ki, burnum kırıldı sandım ve fışkıran kan üzerimi berbat etti. Zillet ve mahcûbiyet içinde kaldım. O an yer yarılsaydı, utancımdan yerin dibine girerdim. Daha sonra kendimi toplayarak;
- Ey Hükümdâr! Kızacağınızı bilseydim, böyle söylemezdim, dedim.

O zaman bana dedi ki:
- Ey Amr! Sen, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâma gelmiş olan Cebrâil'in kendisine gelen bir zâtın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi mi istiyorsun? Eğer onu öldürmüş olsaydın, vallahi sizden kimseyi sağ bırakmazdım. Hiç Resûl-i ekremin elçisi öldürülür mü?

Kalbimi İslâmiyete açtı
O anda, Allahü teâlâ kalbimi İslâmiyete açtı. Kendi kendime, "Arablar ve Arab olmayanlar bu gerçeği kabûl ettiği hâlde, sen hâlâ muhâlefet etmekte ve karşı koymaktasın. Yazıklar olsun sana" dedim. Sonra da Necâşî'ye sordum:
- Ey Hükümdâr! O gerçekten bir peygamber midir? O'nun peygamber olduğuna şehâdet ediyor musun?
- Ey Amr! Sana yazıklar olsun. Ben O'nun Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir resûl olduğuna şehâdet ediyorum. Sen sözümü dinle, hemen O'na tâbi ol! Zîrâ O, vallahi hak üzeredir ve Mûsâ aleyhisselâmın, Fir'avna ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı koyan herkese galip gelecektir.
- Öyleyse, benim O'na bî'atimi kabûl eder misin?

Bu sorum üzerine "Evet" deyince, elimi eline uzattım ve Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldum.

Müslüman olmanın verdiği bir haz ile kendimi kuş gibi hafif hissederek ayrıldım. Arkadaşlarımın yanına döndüm ve Müslüman olduğumu sakladım. Onlar bana sordular:
- Dostun Necâşî'den istediğini alabildin mi?
- Kendisiyle ilk görüşmemde bunu dile getirmeyi uygun bulmadım. Daha sonra gittiğimde söyleyeceğim.

Müslüman olmayan kalmadı
Sonra Amr bin Ümeyye'nin yanına gittim ve onunla kucaklaştım. Bir işimi bahâne ederek, geldiğim kişilerden ayrıldım. Limana giderek Şuaybe'ye giden kereste yüklü bir gemiye bindim. Şuaybe'ye gelince, gemiden inip, bir deve satın alarak, Medîne'ye gitmek için yola koyuldum. Merruzzahrân'ı geçtikten bir süre sonra yolda, Hâlid bin Velîd ve Osman bin Talhâ ile karşılaştım. Hâlid bin Velîd'e sordum:
- Ey Ebû Süleymân! Nereye gidiyorsun?
- Ey Amr! Tutulacak yol belli oldu. İş aydınlandı. Bu zât muhakkak Allahın resûlüdür. Ben hemen gidip Müslüman olacağım. Aklı başında olan kimselerden Müslüman olmayan kalmadı. Bunun üzerine;
- Ben de O'nun yanına gidiyorum, dedim.

Hep birlikte orada konakladık. Sabah olunca Medîne'ye gitmek üzere yola çıktık. Ebû İnâbe kuyusunda bulunan bir zât;
- Yâ Rebâh! Yâ Rebâh! diye bağırdı.

O zâtın bu sözlerini hayra yorarak yolumuza devam ettik. O zât bize tekrar bakarak;
- Mekke artık bu ikisinden sonra hâkimiyetini kaybetti, dedi.

O zâtın bu sözüyle, beni ve Hâlid bin Velîd'i kasdettiğini anladım.

Şartın nedir?
Harre mevkiinde develerimizi çöktürdük. Üzerimize temiz elbiseler giydik. O arada ikindi ezânı okundu. Resûlullahın yanına gittik. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Mü'minler etrafını sarmışlardı. Önce Hâlid bin Velîd bîât ederek Müslüman oldu. Sonra Osman bin Talhâ bîât ederek Müslüman oldu. O sırada kendimi birden Resûl-i ekremin önüne oturmuş buldum. Utancımdan dolayı yüzüne bakamıyordum.
- Yâ Resûlallah! Sağ elinizi açınız da, size bîât edeyim, dedim.

Server-i âlem elini açınca, ben elimi çektim. Bunun üzerine buyurdular ki:
- Yâ Amr! Sana ne oldu?
- Bîat için şart koşmak istiyorum.
- Şartın nedir?
- Yâ Resûlallah! Ben geçmişte olan günâhlarım bağışlanmak şartıyla size bîat edeceğim.

Gelecek günâhlarım için magfiret taleb etmek aklıma gelmedi. Bunun üzerine Fahr-i âlem efendimiz buyurdu ki:
- Ey Amr! Bîat et! Hiç şüphesiz ki, Müslüman olmakla, İslâmiyetten önce yapılanların hesâbı sorulmaz.

Bîat ettiğim anda insanlardan hiç biri bana, Resûl-i ekremden daha sevgili ve O'ndan daha yüce olmamıştı. Vallahi, Müslüman olduktan sonra önemli işlerde Server-i âlem beni ve Hâlid bin Velîd'i diğer Eshâbından ayırmadı.

Bir gün Amr bin Âs, Peygamber efendimize arz etti ki:
- Yâ Resûlallah, nice müddettir, İslâmiyet sarayını yıkmaya kasdettim. Şimdi murâdım odur ki, İslâma geldiğim belli ola.

Beyaz sancak bağladı
Habîb-i kibriyâ buyurdu ki:
- Yakında seni bir hizmete gönderirim.

Bir süre sonra Resûl-i ekrem, Amr bin Âs'a;
- Elbiseni giy, silâhını kuşan ve yanıma gel, buyurunca, derhal bu emri yerine getirerek huzûra vardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Amr! Seni ordunun başında gazâya göndereceğim. Allahü teâlâ sana selâmet ve ganîmet versin ve çok sâlih mal ile dön.
- Yâ Resûlallah! Ben mal kazanmak için Müslüman olmadım. İslâma olan sevgimden dolayı Müslüman oldum.
- Ey Amr! Sâlih mal, sâlih kimsede ne güzeldir.

Server-i âlem, Amr bin Âs için beyaz bir sancak bağladı ve ayrıca siyah bir bayrak verdi. Babasının dayıları olan Belî bin Ömer bin Lihaf kabîlesini İslâma da'vet etmesini, Müslümanlığı kabûl etmedikleri takdirde savaşmasını emir buyurdu.

Amr bin Âs'ı; Süheyb bin Sinân, Sa'îd bin Zeyd, Sa'd bin Ebî Vakkâs ve Sa'd bin Ubâde gibi Muhâcir ve Ensârın ileri gelenlerinden üç yüz sahâbînin başına geçirdi. Askerî birlikte otuz at vardı. Gündüzleri gizlenerek, geceleri ise hedefe doğru ilerliyerek, Zât-üs-Selâsil'e yaklaştılar. Burada, kâfirlerin başka kabîlelerle birleştiğini haber alan Amr bin Âs, durumu Resûlullah efendimize bildirdi.

Fahr-i âlem efendimiz, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ın emri altında, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'in de bulunduğu bir birliği Amr bin Âs'a yardım için gönderdi. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Amr bin Âs'ın yanına varınca, ona tâbi oldu.

Mücâhidlerin gittiği bölge çok soğuktu. Isınmak için ateş yakmak istediler. Amr bin Âs karşı çıkarak dedi ki:
- Kim ateş yakarsa, onu yaktığı ateşin içine atacağım.

Onun bu sözleri Eshâbın çok ağrına gitti. Hazret-i Ömer, onun bu sözlerini işitince çok üzüldü ve yanına gitmek istedi. Hazret-i Ebû Bekir ona engel oldu:
- Onu kendi hâline bırak. Resûl-i ekrem onu, savaştaki üstün bilgisi yüzünden bize kumandan tâyin etti.

Bol ganimet topladılar
Bu sözler üzerine Hazret-i Ömer sükût etti. Amr bin Âs, gece ve gündüz ilerleyip, Belî kabîlesine baskın ve akınlar yaptı. Önceleri güçlü bir ordu ile karşılaşmadı. Belî topraklarında bir müddet ilerledikten sonra, düşman ordusuyla karşılaşan Amr bin Âs'ın birliği, savaşa başladı. Tekbîr sesleriyle toplu hücûma geçen mücâhidler karşısında kâfirler pek az dayandılar ve kaçmaya başladılar. Mücâhidler onları tâkib etmek istedi ise de, Amr bin Âs izin vermedi ve gazâda çok sayıda esir ve ganîmet ele geçirildi.

Medîne'ye döndüklerinde, mücâhidlere ateş yaktırmama konusu Resûl-i ekreme intikâl etti. Bunun üzerine Amr bin Âs dedi ki:
- Ey Allahın Resûlü! Müslümanların sayısı az idi. Düşmanın, yanan ateşe bakarak, onları az görmesinden korktum. Kâfirleri tâkib etmekten onları menettim. Zîrâ pusu kurulmasından, pusuya düşürülmekten çekindim.

Amr bin Âs'ın bu davranışı Resûl-i ekremin hoşuna gitti.

Mekke'nin fethinden sonra Resûl-i ekrem ba'zı hükümdârlara, İslâma da'vet eden mektuplar gönderdi. Ummân'a, Amr bin Âs'ı ve beraberinde Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okuyan hâfızlardan Ebû Zeyd-ül-Ensârî'yi gönderdi.

Amr bin Âs ile Ebû Zeyd, Ummân sultânı Ceyfer ile kardeşi Abdi'yi, deniz kıyısındaki Suhar'da buldular. Amr bin Âs, Ceyfer ve kardeşi Abdi ile buluşmasını şöyle anlatır:

Nelere da'vet ediyorsun?
Ummân'a vardığım zaman, önce Abdi ile görüşmek istedim. Zîrâ o, ağabeyinden daha candan idi. Ona dedim ki:
- Ben, Allahü teâlânın kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın sana ve kardeşine gönderdiği elçiyim.
- Ağabeyim yaş ve saltanat bakımından benden önde gelir. Ben seni ona götüreyim. Getirdiğin mektubu o okusun, dedi. Sonra aramızda şu konuşma geçti:
- Ey Amr! Sen kavminin büyüğü olan bir zâtın oğlusun. Baban bu husûsta nasıl davrandı? Şüphesiz, o bize bu yolda bir misâl olabilir?
- Ben, onun da Müslüman olmasını ve Muhammed aleyhisselâma tâbi olmasını çok arzû ederdim. Ben de önceleri O'na karşı idim. Nihâyet, Allahü teâlâ benim kalbime îmân nûrunu yerleştirdi.
- Ne zaman ve nerede Müslüman oldun?
- Kısa bir zaman önce Necâşî'nin huzûrunda Müslüman oldum. Necâşî de Müslüman oldu.
- Peygamberiniz neleri emrediyor, nelerden sakındırıyor? Onları bana bildir.
- Allahü teâlânın emirlerine uymayı emrediyor. O'na karşı gelmekten ve âsî olmaktan sakındırıyor. İyiliği, akrabâ haklarını gözetmeyi emrediyor. Zulmü, haksızlığı, zinâyı, taşlara, putlara tapmayı yasaklıyor.
- O'nun dâvet ettiği şeyler ne kadar güzel! Ağabeyim beni dinlese de, bana uysa da, gidip Muhammed aleyhisselâma îmân etsek ne kadar iyi olurdu. Fakat o, saltanata düşkündür.
- Eğer o Müslüman olursa, Resûl-i ekrem yine onu kavmine sultan yapar. Zenginlerinden zekât alır, fakirlerine ve yoksullarına verir.
- Hiç şüphesiz, bu da güzel ahlâktır!

Ayakları altında çiğnenirsin
Bu görüşmemizden sonra Ceyfer'in huzûruna girmek için günlerce bekledim. Abdi; benden öğrendiklerini ağabeyine iletiyordu. Bir süre sonra Ceyfer beni yanına çağırdı. Huzûruna girince, Resûl-i ekremin mührünü taşıyan mektubu verdim. Mektubu okuyan Ceyfer, daha sonra okuması için kardeşine verdi. Abdi de mektubu okudu. Ceyfer, Kureyşlilerin bu durum karşısında ne yaptığını ve O'nun yanında bulunanların kimler olduğunu sordu. Ben de dedim ki:
- Bir kısmı İslâmiyeti benimseyerek, bir kısmı da cizye vererek kılıç zoru ile O'na tâbi oldular. Allahü teâlânın hidâyeti ile akılları başlarına gelip, dalâlet içinde bulunduklarını anlamış, İslâmiyete gönül vermiş ve Resûlullahı başka şeylere tercih etmemiş olanlar, O'nun yanında bulunurlar.

Eğer sen bugün, İslâmiyeti kabûl etmez, Resûl-i ekreme uymazsan, mücâhid ordularının ayakları altında çiğnenirsin. Halkın darmadağın olur. İslâmiyeti kabûl ederek selâmete er! Yine kavminin hükümdârı olursun. İslâm orduları senin topraklarına gelmez.

Ceyfer şöyle cevap verdi:
- Sen bugün, beni kendi hâlime bırak, yarın yine yanıma gel.

Bir süre sonra Ceyfer'in huzûruna kardeşi vâsıtasıyla tekrar kabûl edildim. Ceyfer bana dedi ki:
- Da'vetin üzerine düşündüm. Şâyet saltanatımı başka birisine bırakırsam, Arabların en zayıfı ve düşkünü olurum.
- O zaman yarın ben memleketime dönüyorum.
Gideceğimi anlayan Abdi, ağabeyine dedi ki:
- Biz bu konuda O'na üstün gelemeyiz. Kendilerine elçi gönderdiği hükümdârların bir çoğu O'nun da'vetine icâbet etti.

Allahü teâlâdan uzak değilsin
Ertesi gün, Ceyfer beni tekrar huzûruna da'vet etti. Huzûra girince aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Ey Ceyfer! Sen bizden uzak bulunuyorsan da, Allahü teâlâdan uzak değilsin. Seni yaratan Allahü teâlâ, yalnız kendisine ibâdet etmene, ibâdet ederken O'na ortak koşmamana lâyıktır. Şunu bil ki, sen ölü bir hâlde iken, O seni diri kıldı. Seni tekrar eski hâline döndürecek ve kıyâmet günü tekrar diriltecektir.

Muhammed aleyhisselâm, dünya ve âhıret saâdetine kavuşturacak bir din getirdi. Âhırette ecir ve mükâfat isteyen, O'nun yoluna sarılır. Nefsinin arzû ve isteklerine uyan ise bu yoldan ayrılır. İyi düşün ki, O'nun getirdikleri, hiç insanların söylediklerine benziyor mu? Eğer benzese idi, açıkça görülürdü. Sen bu husûsta serbestsin,
- Vallahi, ben Muhammed aleyhisselâmın hayır ve iyilik adıyla emredeceği şeyleri yapacak, yerine getirecek olanların ilki olacağım. O'nun yasaklayacağı şeyleri bırakacak olanların başında yine ben geleceğim. Verilen söz yerine getirilecek. Ben şehâdet ederim ki; Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve Resûlüdür.

Ceyfer böyle diyerek Müslüman oldu.

Yanında bulunan kardeşi Abdi de derhal Müslüman oldu. Sonra orada bulunan bütün Arabları İslâmiyete da'vet ettiler. Onlar da bu da'veti seve seve kabûl ettiler.

Umman halkı Müslüman olunca, Resûlullah efendimiz Amr bin Âs'ı Umman'a vâli tâyin etti. Resûl-i ekremin vefâtına kadar vazifede kaldı.

Siz akıllı adamdınız
Amr bin Âs, İslâmiyeti kabûl ettikten sonra, eski hatâlarına çok pişman oldu. İslâma hizmet etmeyi, müşriklere karşı savaşmayı şiddetle arzû etti. Böylece İslâm dîninin yiğit bir mücâhidi oldu. Birisi, Amr bin Âs'a sordu:
- Siz akıllı adamdınız. Niçin İslâma girmekte geciktiniz?
- Biz yaş ve bilgi bakımından, bizden üstün kabûl edilen insanlarla beraberdik. Onlar, Resûlullah efendimiz Peygamber olarak gönderilince, O'nu kabûl etmediler. Biz de onlara tâbi olduk.

Onlar gidip, sıra bize gelince, düşündük, inceledik, hakkın çok açık olduğunu gördük. Böylece İslâmiyet kalbime yerleşti. Resûlullah efendimizin, iyilik yapana öldükten sonra iyilik, kötülük yapana kötülük yapılacağı, sözünü içimde doğru buldum. Bozuk ve bâtıl olan bir şeye devamda, hiç bir fayda görmedim.

Amr bin Âs, Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfeti sırasında, önce Umman'daki mürtedleri, sonra Benî Kudaa mürtedlerini yola getirdi. Bundan sonra Hazret-i Ebû Bekir tarafından Şam'ın fethine gönderildi. Başkumandan Hâlid bin Velîd'in idâresinde cereyan eden Yermük Muharebesinde büyük kahramanlıklar gösterdi ve Şerahbil bin Hasene ile beraber ordunun sağ kanadını idâre etti.

Ecnadin zaferi
Yermük Muharebesi, İslâm ordusunun zaferiyle bitti. Bu savaşta Müslümanlar 250 bin kişilik Rum ordusunu büyük bir hezîmete uğrattı.

Amr bin Âs, Ecnadin'de büyük bir Rum ordusunu bozguna uğrattı. Bütün Filistin ve Ürdün'ü elegeçirdi. Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında Filistin vâliliğine ta'yin edildi.

Bir süre sonra Amr bin Âs, halîfe Hazret-i Ömer'den Mısır'ın fethi için izin istedi. İzin verilmesi üzerine hazırlıklara başladı. Yezid bin Ebû Süfyân, Amr bin Rebîa ve Müslüman olan Haleb'in eski vâlisi Yukanna da, 4.000 kişilik kuvveti ile İslâm ordusuna katılmıştı.

Amr bin Âs, ordusuyla önce Ferema şehrini fethetti. Sonra Bilbis'i ele geçirdi. Sonra, Tendonyas şehrine yürüdü. Şehrin yakınına vardıkları zaman, Mısır veliahtından elçi geldiğini gördüler. Gelen elçi, veliahtın kendisine elçi gönderilmesini, böylece sulh yapabileceğini söyleyince; Amr bin Âs birkaç lisan bilen Verdân adındaki Remleli hizmetçisini alarak yola çıktı. Saraya varınca, zırhlı ve silahlı askerlerin saf tuttuklarını gördü.

Amr bin Âs, kılıcını kuşanmış ve at üzerinde içeri girmek isteyince, nöbetçiler mâni olmaya kalkıştılar. Bu durum karşısında Amr bin Âs dedi ki:
- Veliahtınız bu şekilde kabûl ederse ne âlâ, yoksa geri dönüp giderim. Biz Müslümanlar müşrikler için atımızdan inmeyiz. Buraya gelmemizi veliaht istedi. Değilse bizim herhangi bir isteğimiz yoktu.

Askerler, Amr bin Âs'ın sözlerini haber verince, Veliaht Arsütalis emir verdi:
- Bırakınız, istediği gibi girsin!

Birkaç dünya menfaati
Nöbetçiler, Amr bin Âs'a, ne şekilde isterse öyle girebileceğini söylediler. Amr bin Âs, veliahtın bulunduğu avluya atı üzerinde girdi. Burada nöbetçilerin, kumandanların ve veliahtın tahtının bulunduğunu gördü. Hepsi gâyet güzel ve zînetli giyinmişlerdi. Amr bin Âs onları böyle görünce tebessüm etti:

(Size dünyada verilen şeyler, tekrar geri alınacak birkaç dünya menfaatidir. Hâlbuki Allahü teâlânın vahdaniyetine îmân edip işlerinde O'na tevekkül edenler için, Allahü teâlâ indinde olan şeyler daha hayırlı ve bâkidir, dâimidir) [Şurâ: 36] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve atından indi.

Bir eli atının dizgininde, diğeri de kılıcında idi. Yanlarına yürüyerek dört bir taraftaki süslere bakıp;
(Eğer insanlar kâfirlerin dünyadaki refahına bakarak hırslanmasalar ve bu yüzden küfre rağbet etmeseler ve böylece tek bir ümmet hâline gelmeyecek olsalardı, biz O Rahmân'ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkacakları merdivenler yapardık) [Zuhrûf: 33] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Amr bin Âs veliahtın huzûruna girince, veliaht dedi ki:
- Ey Arab kardeş! Siz bizden ne istiyorsunuz? Bize kasdedenler dâimâ elleri boş olarak, hezîmete uğrayarak dönmüşlerdir. Hem bize başka yerlerden de yardım gelecektir.

Biz ordulardan korkmayız
Amr bin Âs buna karşı şu cevabı verdi:

- Bizler, kalabalık ordulardan korkmayız. Çünkü Allahü teâlâ, bize yardımını, zaferi ve bizi yeryüzünün vârisleri kılacağını vâdeyledi. Şimdi sizi şu üç şeye da'vet ediyoruz: Ya Îslâmı kabûl edersiniz, ya cizye verirsiniz, yâhut muhârebe ederiz.
- Biz melik Mukavkıs'la meşveret etmedikçe bir işe karar vermeyiz. Fakat, ey Arab kardeş! Senin arkadaşların arasında senden daha cesûr ve lisânı daha fasih birisinin olacağını zannetmiyoruz.
- Arkadaşlarım arasında en fasih konuşamayan benim. Eğer onlardan birisinin konuşmasını görseydiniz, benimle aslâ mukâyese kabûl etmeyecek kadar ilerde olduğunu görürdünüz.
- Bu mümkün değil. Onlar arasında senin gibi birisi bulunamaz.
- Ben melik'e, onlardan on tanesini getirebilirim. Ancak onlar mektupla gelmezler. Melik isterse, ben gider onları getiririm.

Veliaht, Amr bin Âs'ın bu sözleri üzerine yanındakilere dönerek Kıptî diliyle dedi ki:
- Onlar geldiklerinde hepsini yakalar, salmayız. Böylece on bir kişi yakalamak, bir kişiyi yakalamaktan daha iyidir.

Amr bin Âs'ın hizmetçisi Verdân, başka bir lisân ile konuşulanları Amr bin Âs'a anlattı. Bu arada durum melik'e bildirildi. Melik; Amr bin Âs'a dedi ki:
- Git, gecikmeden gel.

Amr bin Âs atına bindi ve hızla şehrin dışına çıktı. Amr bin Âs'ın selâmetle dönmesinden dolayı mücâhidler Allahü teâlâya hamd ettiler.

Ertesi sabah veliahtın elçisi gelip;
- Seni ve diğer on kişiyi veliaht bekliyor, dedi.

Bunun üzerine Amr bin Âs hazretleri buyurdu ki:
- Hâinlik, onu ve ehlini helâk edecektir. Azgınların ve haddini aşanların başına çok belâ ve musîbet gelir. Melikinize yazıklar olsun. Hem bizden elçi istedi, hem de yanına gidince, beni öldürmek istedi. Hakkımda şöyle şöyle konuştu. Şimdi, seni öldürmek istesem, öldürürüm. Fakat biz hâinlerden değiliz. Sâhibine dön. Ona hakkımda konuştuklarının hepsinden haberdâr olduğumu söyle. Artık aramızda harbden başka yapılacak bir şey kalmadı.

En üstün ve kıymetli şey
Elçi, melikin yanına döndü. Amr bin Âs'ın dediklerini olduğu gibi anlattı.

Bundan sonra yapılan savaşlar neticesinde Mısır'ın tamamı, İslâm topraklarına katıldı. Sonra, Kuzey Afrika'ya yönelerek, Trablusgarb ve Siyre'yi feth etti ve Mısır vâlisi tâyin edildi. Hazret-i Osman zamanına kadar bu vazîfede kalan Amr bin Âs, sonunda halîfenin müşâviri oldu.

Amr bin Âs hazretlerinin, 664 senesinde, ölüm döşeğinde son sözleri şunlar oldu:
Allahım! Sen emrettin, biz emrine isyân ettik. Sen nehyettin biz tersini yaptık. Affına sığınırız. Allahım! Sen bize yardım et. Suçluyum. Özürümü kabûl et. Senden af diliyorum. Senden başka ilâh yoktur.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:10:40
Âsım Bin Sâbit  

Arıların koruduğu sahâbî.

Asr-ı saâdette küfür ve şirk karanlıklarından kurtulup, İslâm nûruna kavuşanların hayatlarında, tamamen bir değişiklik oluyor ve eski hayatlarıyla alâkalı her şeyi terk ediyorlardı. Müslüman olmadan önceki hayatlarını hatırlatan bir hâdise onlara büyük bir ızdırap veriyordu. Bu durum Akabe bî'atından önce Müslüman olan Medîneli Âsım bin Sâbit'te de kendini göstermişti.

Âsım Müslüman olduktan sonra, hiç bir müşrike dokunmamaya ve müşriklerden hiçbirini de kendine dokundurmamaya karar vermişti. Bu kararında sâbit olması için de devamlı olarak Allahü teâlâya duâ ediyor, yalvarıyordu.

Taşla saldırırız
Âsım bin Sâbit Bedir savaşına katılmış, büyük kahramanlık göstermişti. Peygamber efendimiz, Bedir gazâsının gecesinde Eshâb-ı kirâma nasıl harp edileceğini, harpte hangi usûlü takip edeceklerini sordu. Asım bin Sâbit eline yayı ve oku alarak dedi ki:
- Yâ Resûlallah, Kureyş kavmi 100 metre veya daha yaklaştıkları zaman yayla okları kullanırız. Kureyşliler, bize taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz. Mızrak yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, mızrak kırılıp parçalanıncaya kadar mızrakla mücâdele ederiz. Kırılınca mızrağı bırakır, kılıçlarımızı sıyırır ve kılıçla çarpışmaya tutuşuruz.

Peygamber efendimiz bunu beğendiler ve buyurdular ki:
- Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır. Çarpışan ve vuruşan Âsım'ın çarpışması gibi çarpışşın!

Bedir harbi bu şekilde yapıldı ve meleklerin de yardımıyla Allahü teâlâ zafer ihsân eyledi. Âsım bin Sâbit bu gazâda Kureyş'in ileri gelenlerinden Ukbe bin Muayt'i öldürdü. Bu Ukbe Mekke'de Peygamberimizi boğmaya kalkmış ve hayatına son vermek için çalışmış azıl müşriklerden idi.

Peygamberimizin hicreti üzrerine:
- Ey Kusvâ (Peygamberimizin devesinin adı) adındaki devenin binicisi! Hicret edip bizden uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin. Mızrağımı size saplayıp, onu kanınızla sulayacağım. Kılıçla hiç örtülü yerinizi bırakmayacağım, ma'nâsına gelen beytler söyledi.

Peygamberimiz onun bu sözlerini işitince:
- Allahım! Onu yüzü koyun, burnunun üzerine düşür! diyerek duâ etti.

Ukbe bin Ebi Muayt, Bedir'de Kureyş ordusunun yenildiği anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu yere vurmuştu. Resûlullahın duâsı gerçekleşmişti. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti.

Bir tek ben öldürülüyorum
Peygamberimiz Âsım bin Sâbit'e Ukbe'nin cezâlandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki:
- Yazıklar olun sana ey Kureyş cemâ'atı. Şunlar arasında neden bir tek ben cezâlandırılıyorum?

Peygamberimiz buyurdu:
- Allah ve Resûlüne olan düşmanlığından dolayı cezâlandırılıyorsun.
- Yâ Muhammed! Kavminden herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, onlar gibi benden de al. Yâ Muhammed! Sen beni öldürürsen, küçüklere kim bakacak?
- Onları Allaha bırak. Ey Âsım git onun cezâsını ver!

Âsım bin Sâbit gidip Ukbe'nin cezâsını verince Peygamberimiz buyurdu ki:
- Vallahi; Allahı, Resûlünü ve Kitâbını inkâr eden, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum.

Âsım bin Sâbit, Uhud'da da bulundu ve Resûlullahın has okçularından idi. Bu savaşta Resûlullahın yanından bir an bile ayrılmayan, O'nunla beraber sebât eden bahtiyarlardandı. Bu gazâda müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi bin Talhâ ile kardeşi Hâris bin Talhâ'yı ok ile öldürdü.

Bunların anneleri Sülâfe binti Sa'd, Hazret-i Âsım'ın kafatasından şarap içmeyi nezrederek yemîn etti ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti.

Öğretmenler heyeti
Uhud savaşında ba'zı yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Resûlullahın huzuruna çıkıp ricada bulundular:
- Yâ Resûlallah! Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi öğretecek kimseler yollar mısınız?

Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.

Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabîlesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar...

Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabîlesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi.

Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. "Bize öğretmen lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar...

Lıhyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun! Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki:
- Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!

Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr:
- Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabûl ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler.

Âsım bin Sâbit dedi ki:
- Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.

Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti:
- Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et!

Ölmekten korkmayız
Allahü teâlâ, Hazret-i Âsım'ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah efendimiz onlardan haberdar oldu.

Âsım bin Sâbit müşriklere haykırdı:
- Biz ölmekten korkmayız! Çünkü dînimizde basiretliyiz. Ölünce şehîd olur Cennete gideriz!

Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı:
- Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol!

Âsım bin Sâbit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:
- Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir. Mukadderâtın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allaha rücû edicidir. Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma'nâsında şiirler söylüyordu.

Senin dînini korudum
Hazret-i Âsım'ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım" ma'nâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti:
- Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyâz ediyorum.

Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Hâris ve Müsâfi' bin Talhâ'nın anneleri Hazret-i Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı.

Âsım bin Sâbit'in ve diğer Eshâbın Allah Allah nidâları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezâsını görüyorlardı. Âsım bin Sâbit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, Âsım bin Sâbit'ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler.

O gün orada mevcut bulunan on sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa'd'a satmak için Âsım bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hazret-i Âsım bin Sâbit'in duâsını kabûl buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler.

Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı.
- Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız, dediler.

Akşam olunca Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit'in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar.

Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular. Sonunda O'nu da şehîd ettiler. Hubeyb bin Adî ile Zeyd bin Desinne'yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi asarak şehîd ettiler.

Allah kulunu korur
Arıların, Âsım'ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Allahü teâlâ elbette mü'min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allahü teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhâfaza edip müşriklere dokundurmadı.

Bunun için Âsım bin Sâbit anılırken, "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı.

Eshâb-ı kirâmın muhâriblerden olan Âsım'ın, babası Sâbit, künyesi Ebû Süleymân'dır. Annesi Şemûs binti Ebî Âmir'dir. Doğum tarihi belli değildir. Âsım, hicretten önce îmân etmiştir. Ensârdan, ya'nî Medînelidir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:11:40
Berâ Bin Âzib

Kıblenin değiştiğini haber veren sahâbî.

Berâ bin Âzib, Resûlullahın hicretinden önce Medîne-i münevverede küçük yaşta iken Müslüman oldu. Babası Âzib de Sahâbî idi. Dînî hükümleri Peygamberimizden önce hicret eden Eshâb-ı kirâmdan ve babasından öğrendi. Hazret-i Berâ, Resûlullahın ve diğer sahâbenin hicretlerini şöyle anlatıyor:

Medîne halkının sevinci
"Resûlullahın Eshâbından Medîne'ye ilk gelenler, Mus'ab bin Umeyr ile Abdullah İbni Ümmi Mektûm idi. Bunlar Medîne'deki Müslümanlara Kur'ân-ı kerîm okutuyorlardı. Sonra Bilâl-i Habeşî, Sa'd bin Ebi Vakkâs, Ammâr bin Yâser hicret ettiler. Bunlardan sonra Hazret-i Ömer yirmi kişi ile birlikte geldi.

Nihayet Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicret ettiler. İşte bu anda Medîne halkının Resûlullahın teşrifine sevindiği kadar, hiçbir şeye sevindiğini görmedim. Ben de Peygamberimiz gelmeden az önce uzun sûrelerden sayılan sûrelerle beraber "Sebbihisme Rabbike'l-a'lâ" sûresini okumuştum."

Berâ bin Âzib, Resûlullah ile beraber onbeş savaşta bulundu. Bedir harbinde çocuk yaşta idi. Bu hususta kendisi demiştir ki:
- Resûlullah efendimiz ben ve İbni Ömer küçük yaşta olduğumuz için bizi Bedir savaşına göndermedi.

Hazret-i Berâ, kıblenin Ka'be'ye çevrilmesini bildiren sahâbîdir. Şöyle anlatıyor:
Resûlullah efendimiz Medîne'ye teşrif ettikleri zaman onaltı veya onyedi ay kadar Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kıldı. Allahü teâlânın emriyle kıble Ka'be'ye doğru oldu. Peygamberimizin Ka'be-i Muazzamaya doğru kıldırdığı ilk namaz ikindi namazı idi.

Peygamberimizle namaz kılanlardan birisi mescidden çıktı. Yolda giderken bir mescidde cemâ'atle namaz kılanlara rastladı ki, onlar rükü'da idiler. Onlara:
- Resûlullah efendimizle beraber Mekke'ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehâdet ederim, deyince, namazlarını bozmadan oldukları gibi Ka'be-i Muazzamaya döndüler.

Peygamberimiz Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılarken Yahûdîlerle diğer Ehl-i Kitâb bundan hoşlanırdı. Kıble değişip yüzünü Beyt-i şerîfe doğru döndürünce bunu beğenmediler.

Kıble değişmeden önce Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılıp, vefât eden kimseler vardı. Bunlarla ilgili olarak Allahü teâlâ; "Allah sizin îmânınızı, ibâdetinizi boşa çıkarmaz" [Bekara:143] meâlindeki âyet-i kerîmeyi indirdi.

Önce Müslüman ol
Hazret-i Berâ, Uhud harbinde meydana gelen bir hâdiseyi şöyle naklediyor:
Uhud harbinde yüzü zırh ile örtülü bir kişi Peygamber efendimize gelerek arz etti:
- Yâ Resûlallah! Şimdi harb edeyim de sonra mı Müslüman olayım, yoksa hemen mi?

Resûlullah buyurdu ki:
- Önce Müslüman ol, sonra harb et!

O kimse Müslüman oldu. Sonra harbe girerek şehîd oldu. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:
- Az iş yaptı, fakat çok sevâb kazandı, buyurdu.

Berâ bin Âzib buyuruyor ki:
Birgün Resûlullah efendimiz ile beraber Ensârdan bir zâtın cenâzesine gitmiştik. Resûl-i ekrem mübârek başı öne eğik olarak mezarın başına oturarak üç defa;
- Yâ Rabbî! Kabir azâbından sana sığınırım, dedikten sonra şunları anlattılar:

Bütün kapılar açılır
Mü'min öleceği zaman Allahü teâlâ, yanlarında kefen ve güzel koku bulunan, yüzleri güneş gibi parlayan melekleri gönderir. Onlar bu mü'minin göreceği bir yerde beklerler. Rûhunu teslim ettiği zaman yer ile gök arasındaki ve göklerdeki bütün melekler onun için istigfâr edip, Allahü teâlâya, onun bütün günâhlarını affetmesi için duâ ederler. Göklerin bütün kapıları kendisi için açılır, her kapı kendisinden geçmesini ister.

Rûhu Allahü teâlânın huzuruna çıktığı zaman, melekler derler ki:
- Yâ Rabbî! Bu filân kulunun rûhudur.

Allahü teâlâ buyurur ki:
- Onu geri çevirin ve onun için hazırladığım mükâfât ve ihsânları kendisine gösterin. Çünkü ben ona vâdettim: (Sizi topraktan yarattım ve tekrar toprak yapacağım, tekrar topraktan çıkaracağım.) [Tâhâ: 55]

Rûh kabrine döner ve hattâ kendisini defnedip dağılanların ayak seslerini dahî duyar. Meleklerle aralarında şu konuşma geçer:
- Rabbin kimdir?
- Rabbim Allahtır.
- Dînin nedir?
- Dînim İslâmdır.
- Size doğru yolu göstermek üzere Allah tarafından gönderilen zât kimdir?
- O zât Muhammed aleyhisselâmdır.

Bu cevabı verince birisi:
- Doğru söyledin, der.

İşte bu, Allahü teâlânın buyurduğu, (Allah îmân edenlere dünya ve âhiret hayâtında o kararlı sözlerinde dâimâ sebât ihsân eder) [İbrahim: 27] sözün ma'nâsıdır.

Sonra karşısına yüzü, elbisesi ve kokusu güzel birisi gelir ve der ki:
- Ni'metleri devamlı olan Allahü teâlânın Cennet ve rahmeti ile sana müjdeler olsun.

Cennetten kapı açın
Mü'min kimse sorar:
- Allah sana hayırlı karşılıklar versin, sen kimsin?
- Ben senin dünyadaki iyi amellerinim. Sen dâimâ Allaha ibâdet etmek için koşar, isyâna ise, yaklaşmazdın. Bunun için Allahü teâlâ seni hayırlı, güzel ni'metlerle mükâfatlandırdı.

Bundan sonra birisi der ki:
- Buna Cennetten bir döşek getirin ve Cennetten kabrine bir kapı açın.

Bir döşek getirilir ve Cennete doğru bir kapı açılır. O mü'min de der ki:
- Yâ Rabbi! Kıyâmeti çabuk getir de bir an önce âileme, çocuklarıma kavuşayım.

Kâfirler, dünyadan alâkasını kesip öleceği zaman, şiddetli azâb yapan melekler, ateşten elbise ve katrandan gömleklerle karşısında dururlar. Rûhu çıktığı zaman yer ve gökteki bütün melekler kendisine la'net ederler. Göklerin kapıları kapanarak hiçbir kapı onun habis, kötü rûhunun kendisinden geçmesini istemez. Böylece rûhu geri döndürülür.

Büyük azâbı gösterin!
Melekler derler ki:
- Yâ Rabbî! Bu falan kulunun rûhudur, yerler ve gökler bunu kabûl etmiyorlar.

Allahü teâlâ buyurur ki:
- Onu geri çevirin ve ona hazırladığım büyük azâbı gösterin. Çünkü ona da; "Sizi topraktan yarattım, yine toprağa iade edeceğim ve tekrar topraktan çıkaracağım" diye va'dettim.

Sonra rûhu mezarına götürülür. Hattâ mezarının yanından dağılmakta olanların ayak seslerini de işitir. Ona da melekler sorar:
- Rabbin kim, Peygamberin kim ve dinin nedir?
O kâfir kimse de der ki:
- Bilmiyorum.

Bundan sonra çirkin elbiseli, pis kokulu ve vahşi yüzlü birisi gelip karşısına dikilerek der ki:
- Allahın gadabı ve sonsuz azâbı sana müjde olsun.
- Sen kimsin?
- Ben senin dünyada iken yaptığın çirkin amelinim. Sen kötülüğe, Allahü teâlâya isyâna koşa koşa giderdin, fakat ibâdete ve tâate gevşek davranır, yapmazdın. İşte bugün Allahü teâlâ kötülüğünün ve küfrünün cezâsını sana çektirecek.

Sonra gözleri görmeyen, konuşamayan ve kulakları duymayan bir melek onu yakalar. Onun için demirden bir tokmak hazırlanır. Bütün insanlar ve cin toplansalar onu yerinden kaldıramazlar. Hattâ dağlara vurulsa, kül ve toprak hâline getirir. Bununla kendisine bir kere vurulduğu zaman parçalanır, kül hâline gelir. Tekrar dirilir ve alnına öyle şiddetli vurulur ki, insan ve cinden başka yeryüzündeki bütün mahlûklar onun bağırmasını işitirler. Sonra bir melek seslenir:
- Buna ateşten iki demir levha getirin ve mezarından da Cehenneme doğru bir kapı açın!

Hemen onun kabrine ateşten iki demir levha döşenir ve Cehennemden de bir kapı açılır.

Cennete götüren amel
Berâ bin Âzib diyor ki:
Bir köylü, Resûlullaha gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Beni Cennete götürecek bir ameli bana öğret.

Peygamberimiz bunun üzerine buyurdu ki:
- Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap, ya'nî Allahü teâlânın emirlerini, iyi amelleri insanlara öğret, harâm ve yasak olan kötü şeyleri de insanlardan men et. Bunlara gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini sakındır.

Berâ bin Âzib, Medîne'nin etrafına harb için hendek kazılırken, Resûlullahın hâlini şöyle anlatır:

Resûl-i ekremi hendek kazıldığı esnâda bizimle birlikte toprak taşırken gördüm. Kucağında taşıdığı toprak, mübârek karnının beyazlığını örtmüştü. Bu sırada Abdullah bin Revâha veya Âmir bin Ekva'nın bir şiirini söylüyordu.

"Yâ Rabbî! Sen bize hidâyet etmemiş ve doğru yolu gösterip bize rahmet etmemiş olsaydın, biz muhakkak dalâlette kalırdık. Üzerimize hücum eden kâfirler, sakındığımız fitne ve fesâdı bize ulaştırmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, Sen bizim kalblerimize sabır ve rahatlık ver, bizi onlara karşı güçlü yap!"

Su fışkırdı
Yine Hazret-i Berâ, Peygamberimizin Hudeybiye'deki mu'cizesini şöyle bildiriyor:
Hudeybiye'de bir kuyu vardı. Biz buraya gelince kuyunun suyunu tamamen çekerek bir damla su bırakmamıştık. Bu hâl, Resûlullaha arz edilince kuyunun yanına gelip kenarına oturdu. Sonra içinde biraz su bulunan bir kap istedi. Getirilen su ile abdest aldı. Sonra ağzını çalkaladı. Yavaşça duâ edip, abdest ve çalkantı suyunu kuyuya döktü. Kuyuyu Resûlullahın emri ile kısa bir müddet bu hâlde bıraktık. Bir müddet sonra kuyuda istediğimiz kadar su hâsıl oldu. Biz ve hayvanlarımız gidinceye kadar suya kandık.

Hazret-i Berâ buyurdu ki:
Resûlullahı yatsı namazında Tin sûresini okurken dinledim. Daha önce ondan güzel sesli hiçbir kimseyi dinlememiştim.

Bir defasında Resûlullah efendimiz Berâ bin Âzib'e buyurdu ki:
- Yatacağın zaman önce abdest al. Sonra sağ tarafına uzanıp yat ve şöyle duâ et: Allahümme innî eslemtü vechî ileyke ve fevvedtü emrî ileyke ve elce'tü zahrî ileyke ragbeten ve rehbeten ileyke lâ melcee velâ mencâ minke illâ ileyke. Âmentü bikitâbikellezî enzelte ve binebiyyikellezî erselte.

Yâ Berâ! Bunlar son sözün olsun. Şâyet bu gece içinde ölecek olursan Müslüman olarak ölmüş olursun.

Yedi şeyi emretti
Berâ bin Âzib buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz bize yedi şeyi emredip, yedi şeyi de yasakladı. Emrettikleri:

Birincisi, cenâzeye katılıp kabre kadar gitmek. İkincisi, hastaları ziyâret etmek. Üçüncüsü, da'vete icâbet etmek. Dördüncüsü, mazluma yardım etmek. Beşincisi, yeminin gereğini yapmak. Altıncısı, selâma cevap vermek. Yedincisi, aksırdığında Elhamdülillah diyene, Yerhamükellah demek. Yasakladıkları:

Birincisi, gümüş kap kullanmak. İkincisi, altın yüzük takmak. Üçüncüsü, erkeklerin ipekli elbise giymesi. Dördüncüsü, erkeklerin ipekli dîbâ giymeleri. Beşincisi, erkeklerin ipek ibrişimli elbise giymeleri. Altıncısı, kalın ipek kullanmak. Yedincisi, ipek yatak kullanmak.

Berâ bin Âzib hayatının son zamanlarında Kûfe'ye yerleşti. 691 yılında Mus'ab bin Zübeyr zamanında burada vefât etti. Ölünceye kadar burada fıkıh ve hadîs-i şerîf öğretti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:12:46
Beşir Bin Sa'd

Hazret-i Ebû Bekir'e ilk bîât eden sahabî.

Beşir bin Sa'd Medîneli Müslümanlardan idi. İkinci Akabe Bîâtine katılmış, her türlü tehlikeye karşı, Resûlullahı koruyacağına dâir orada söz vermişti. Resûlullahın bütün savaşlarına katılmış, büyük fedâkarlıklar göstermişti.

Yedikçe artan hurma
Beşîr bin Sa'd'ın kızı anlatır:
- Hendek savaşının yapıldığı günlerdi. Eshâb-ı kirâmın yiyecek bulamadığı, başta Peygamber efendimiz olmak üzere açlıktan karınlarına taş bağladıkları zamandı. Annem, Amre binti Revâha beni çağırdı. Bir avuç hurma verdi.
- Kızım! Bunun babana ve dayın Abdullah bin Revâha'ya götür yesinler, dedi.

Ben de alıp götürdüm. Yolda Resûlullaha rastladım. Buyurduki:
- Kızım! Yanındaki nedir?
- Yâ Resûlallah! yanımdaki hurmadır, annem, babamla dayımın yemesi için gönderdi.
- Getir onu!

Ben de hurmaları iki avucuna döktüm, avuçlarını bile doldurmamıştı. Sonra bir bez getirilmesini emretti. Bez getirildi ve yere serildi. Resûlullah efendimiz bezin üzerinde hurmaları dağıttı. Sonra yanında bulunanlara
- Kumanyaya geliniz, diye Hendek halkına sesleniniz!

Orada bulunanlar ve Hendek halkı bezdeki hurmadan yedikleri hâlde hurmalar bitmedi.

Ebû Mes'ûd şöyle anlatır:
- Biz Sa'd bin Ubâde'nin meclisinde idik. Resûlullah efendimiz yanımıza geldi. Beşîr bin Sa'd kendisine suâl etti:

- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ bize, sana salevât getirmenizi emretti. Acaba sana nasıl salevât getireceğiz?

Resûlullah efendimiz sükût edip cevap vermediler. Biz de,
- Keşke, Beşir sormamış olsaydı, diye temenni ettik.

Biraz sonra Resûlullah efendimiz Salli bârik duâlarını okuyarak böyle duâ etmemizi emrettiler.

Hizmet şerefini kazandık
Peygamber efendimiz âhırete teşrif edince Eshâb-ı kiram, Benî Said gölgeliğinde toplanmış, halifenin seçilmesi mes'elesi üzerinde duruyorlardı. Ensardan olan Müslümanlar, Sa'd bin Ubâdeyi halife seçmek istiyorlardı. Hazret-i Beşîr ayağa kalkıp:
- Ey Müslümanlar! Muhammed aleyhisselâm, Kureyş kabîlesindendir. Halîfenin de, Onun kabîlesinden olması dahâ uygundur. Yerinde bir iştir. Evet biz önce Müslüman olduk. Malımızla, canımızla, İslâma hizmet şerefini kazandık. Lâkin bunları Allah ve Onun Resûlünü sevdiğimiz için yaptık. Bu hizmetimiz için dünyâda bir karşılık beklemiyoruz, dedi.

Hazret-i Ebû Bekir ise halifelik için Hazret-i Ömer ve Ebû Ubeyde'den birinin seçilmesini tavsiye buyurmuş, fakat her ikisi de bundan kaçınmışlardı. Hatta Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir'e bîât etmek isteyince, Beşir bin Sa'd daha süratli hareket ederek ondan önce Ebû Bekir'in elini tuttu. Biat etti.

Beşir bin Sa'd hazretleri, Hazret-i Ebû Bekir'in hilafeti zamanında Ayn-ül-Temr muharebesinde şehid düştü.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:13:43
Bilâl-i Habeşî

Peygamber efendimizin müezzini.

Bilâl-i Habeşî hazretleri, ilk îmân edenlerden olup, müşriklere karşı Müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi kişiden biridir. Müslüman olmadan önce, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye'nin kölesi idi.

O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan'da da korkunç bir câhiliyet vardı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık nâmına ne varsa hepsi yapılıyordu.

Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.

Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.

Hür insan gibi yaşardı
Ticâret için uzun yol giden kervan yorgunluktan yürüyemez hâle gelince, bunun na'meleri ile canlanır, develer bile bunun güzel sesini işitince, coşup çatlarcasına yol alırlardı. Onun bu özelliklerini bilen sâhibi Ümeyye, ona diğer kölelerden ayrı muâmele yapardı. Sanki köle değil hür bir insan gibi yaşardı.

Bilâl-i Habeşî yine birgün, bir kervanla Şam'a gitmişti. Bu kervanda, Hazret-i Ebû Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticâretti.

İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hazret-i Ebû Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü'yâ sebebiyle sefer dönüşü îmân nûru ile şereflenmişti.

Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:
- Bilâl! Bilâl!

"Gecenin bu saatinde bu ses nedir" diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:
- Bilâl! Bilâl!

Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:
- Sen kimsin?
- Ben Ebû Bekir.
- Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyliyeceklerini sabah söyliyemez miydin? Acelen nedir?
- Sabahı beklemeden, sâhibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.
- Beni meraklandırdın! Söyliyeceğini hemen söyle!
- Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.
- Kimdir?
- Ebü'l-Kâsım.
- Peki peygamber olduğunu nasıl anladın?

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:
- Şam yolculuğunda gördüğüm rü'yâyı anlattıktan sonra kendisine, "Yâ Ebe'l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, îmâna da'vet ediyormuşsun, öyle mi?" diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrâhim'i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, "Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resûlüsün" deyip huzûrunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saâdete kavuşmanı istiyorum,

Hazret-i Ebû Bekir'in bu cevâbı üzerine, onu yakînen tanıyan, samîmiyetinden hiç şüphesi olmıyan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.

Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayâtında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile bâtıl arasında vukû bulmak üzere olan çetin bir mücâdelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücâhidi olmuştu.

Zâlim Ümeyye; O'nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hâinleşti.

Çâresiz kölesini sırtüstü veya yüzükoyun, kızgın çöllere yatırırdı. Sonra da çıplak vücuduna, kocaman kaya parçaları koyar ve Peygamber efendimizi inkâr etmesini emrederdi.

Taş yürekliler
Ama o Habeşli Mü'min, alnındaki boncuk boncuk terlerle inleyerek seslenirdi:
- Allah birdir, Allah birdir. Muhammed, O'nun elçisidir. Ey topraklar, ey taşlar, ey taş yürekliler! Allah birdir ve O'ndan büyük yoktur.

Bütün bu işkencelerle hıncını alamayan Ümeyye , onu böylece bîtap düşürdükten sonra da, boynuna bir ip takıp çocukların elinde Mekke sokaklarında dolaştırırdı. Müşrikler onunla alay ederlerdi.

Bilâl-i Habeşî garip ve kimsesiz olduğu için, diğer müşriklerden de işkence görürdü. Ona ağır işkence yapanlardan biri de Ebû Cehil'dir. Bilâl-i Habeşî onun ağır işkenceleri karşısında da, "Allah birdir, Allah birdir" diyerek, dînindeki sebâtını gösterirdi.

Ümeyye bin Halef yine bir gün Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapmak için dışarı çıkarmıştı. Üzerindeki elbiselerini çıkarıp sadece bir don ile, yakıcı sıcakta kızgın kumlar üzerine yatırıp, üzerine taşlar yığmıştı. Müşrikler toplanıp ağır işkenceler yapıyorlar, "Ya dîninden dönersin veya seni öldüreceğiz" diyorlardı.

Bilâl-i Habeşî bu tahammülü zor işkenceler altında yine, "Allah birdir, Allah birdir" diyor başka bir şey söylemiyordu. Bu sırada sevgili Peygamberimiz oradan geçiyordu. Bilâl-i Habeşî'nin halini görerek üzülerek buyurdu ki:
- Allahü teâlânın ismini söylemek seni kurtarır.

Evine döndükten biraz sonra da Hazret-i Ebû Bekir yanına geldi. Peygamberimiz, Bilâl-i Habeşî'nin çektiği işkenceyi Hazret-i Ebû Bekir'e söyleyip, "Çok üzüldüm" buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir hemen Bilâl-i Habeşî'ye işkence yapılan yere gitti. Müşriklere dedi ki:
- Bilâl'e böyle yapmakla elinize ne geçer? Bunu bana satınız!

Müşrikler cevap verdiler:
- Dünya dolusu altın versen satmayız. Fakat, senin kölen Âmir ile değişiriz.

Bilâl için size verdim
Hazret-i Ebû Bekir'in kölesi Âmir, onun ticaret işlerini yapardı. Çok para kazanırdı. Yanında şahsî malından başka, on bin altını vardı. Ebû Bekir-i Sıddîk'ın önemli bir yardımcısı olup, her işini yürütürdü. Fakat, kâfir idi. Îmân etmiyordu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki:
- Âmir'i bütün malı ve paraları ile, Bilâl için size verdim.

Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler çok sevinip, "Ebû Bekir'i aldattık" dediler.
Hazret-i Ebû Bekir, hemen Bilâl-i Habeşî'nin üzerine koydukları ağır taşları üzerinden alıp, ayağa kaldırdı. Ağır işkenceler sebebiyle çok halsizleşmişti. Elinden tutup doğruca sevgili Peygamberimizin huzuruna getirerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bilâl'i bugün Allah rızâsı için âzâd ettim,

Resûlullah efendimiz çok sevindi. Ebû Bekir-i Sıddîk'a çok duâ buyurdu.

Hürriyetine kavuşan Bilâl-i Habeşî hazretleri, derhal Allahü teâlânın Resûlünün hizmetine koştu. Vefâtlarına kadar da, hizmetlerinden ayrılmadı. İzin verildiği halde, Habeşistan'a gitmedi. Ancak sevgili Peygamberimizle birlikte, Medine'ye hicret (göç) ettiler.

Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, birgün Mescid-i Nebî'de iken büyük bir neş'e içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hazret-i Ömer bu hâlini görünce sordu:
- Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescid olduğunu unuttun mu?
- Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tevbe ederim ve bir daha yapmam.

Ben oynamayım da...
Beraberce Resûlullahın huzûruna gittiler. Hazret-i Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:
- Yâ Resûlallah, Bilâl, mescidin huşû'unu bozuyor. Burada neş'elenip coşuyor, oynuyor.

Peygamber efendimiz Hazret-i Bilâl'e sordu:
- Yâ Bilâl, böyle neş'eli olmanın sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saâdete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neş'elenmiyeyim de kim neş'elensin? Ben oynamıyayım da kim oynasın?
- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neş'elensin.

Ezândan rahatsız olan Yahudîler
Hazret-i Bilâl'in okuduğu ezânı işiten Müslümanlar, ne kadar aşka, şevke geliyorlarsa, Medîne'deki Yahûdîler de o kadar kahroluyorlardı. Ezânı dinlememek için kendilerini zorluyorlar, fakat buna muvaffak olamıyorlardı. İster istemez, durup dinliyorlardı. Dinledikçe de kahroluyorlardı. Bunu engellemek için çâreler aramaya başladılar.

Yahûdînin biri birgün Hazret-i Bilâl'i sıkıntı içinde görünce dedi ki:
- Yâ Bilâl, ben sana istediğin kadar para vereyim, yeter ki sen sıkıntı çekme.

Maksadı başkaydı. Hazret-i Bilâl de sıkıntıda olduğu için ondan çokça borç aldı. Yahûdî parayı verirken ilâve etti:
- Eğer bu parayı ödeyemezsen, seni köle olarak alırım.

Aradan bir zaman geçtikten sonra, Yahûdî gelip parasını istedi. Bilâl-i Habeşî hazretleri, özür beyân ederek dedi ki:
- Bana bir ay daha müsâade et, yine ödeyemezsem, beni köle olarak alıp götürürsün.

Son günü geldiği hâlde borcunu ödiyemiyen Hazret-i Bilâl, çâresiz kalıp, Resûlullahın huzûruna gidip durumu arz etti. Peygamber efendimiz birşey buyurmadı. Ümitsiz bir şekilde evine dönen Hazret-i Bilâl o gece uyuyamadı.

Artık ezân okuyamıyacağım
Kendi kendine, "Artık bundan sonra ezân okuyamıyacağım" diye derin derin düşünüyordu. Bu düşünceler içinde kendinden geçmiş hâldeyken kapı çalındı. Gelen kimse seslendi:
- Resûlullah seni çağırıyor, acele gel!

Hemen kendini toparlayıp, huzûra koştu. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Bilâl ticaretten dönen bir kervan var. Kervana git, onların arasında üzerindeki yükleriyle beraber bana hediye edilmiş olan üç deve var, onları al senin olsun! Borcunu öde!

Hazret-i Bilâl emredileni hemen yaptı. Rahat ve huzûr içinde, gidip sabah ezânını okudu. Namazdan sonra, mescidin kenarında onu köle olarak alıp götürmek için bekliyen Yahûdîyi gördü. Namazdan çıkınca, yüksek sesle konuştu:
- Bende alacağı olan kimseler gelsin, borcumu ödeyeceğim!

Bunun üzerine Yahûdînin bütün hayâlleri yıkıldı. Perişan oldu. Parasını aldığı gibi oradan uzaklaştı.

Bilâl-i Habeşî hazretleri, Peygamber efendimizin vefâtından sonra, ayrılık acısına dayanamaz hâle geldi. Resûlullaha olan muhabbetiyle, yanıp tutuşuyor, devamlı gözyaşı döküyordu.

Medîne'de kaldığı müddetçe bu acının daha da artacağını biliyordu. Çünkü, gördüğü her şey Resûlullahı hatırlatıyor, kendini tutamayıp ağlıyordu. Bu sebeple Şam'a gitmeye karar verdi. Hazret-i Ebû Bekir'den izin aldı. Medîne'den, ayrılıp Şam'a yerleşti. Hazret-i Ömer'in hilâfetine kadar orada kaldı. Hazret-i Ömer ordusuyla Şam'a gelince, onlara katılıp orduyla beraber Kudüs'e gitti.

Ayrılık yetmedi mi?
Bir gece Rü'yâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz kendisine sitem ettiler:
- Bunca ayrılık yetmedi mi, yâ Bilâl? Hâlâ Kabrimi, ziyâret etmiyecek misin?

Zavallı yüreği, duracak hâle geldi. Heyecan ve ter içinde uyandı. Hemen hazırlığa başladı. Şafak sökerken, ince, uzun ve garip deveciğiyle; mübârek Medîne yollarına dü??tü. Biricik Efendisine yaklaştıkça havayı kokluyor, taşları toprakları okşuyor ve gözyaşı döküyordu. Issız çölleri yara yara, Medîne'ye ulaştı...

O'na rastlıyanlar, selâm veriyorlardı. Sonra da yanındakilere diyorlardı ki:
- İşte Bilâl, Bilâl-i Habeşî hazretleri. Peygamberin Müezzini. O'nun gibi ezân okuyan, bu dünyaya gelmemiştir.

Fakat O, hiçbirini duymuyor, görmüyordu. Sanki çok kuvvetli bir mıknatıs, onu kendisine çekiyordu. Peygamber efendimizin mübârek kabirlerine doğru ilerledi. Yüce mâkâma erişirken; Kur'ân-ı kerîm okudu, okudu, okudu... En sonunda, sevgilisinin kabrine kapaklandı, bayıldı.

Katmerli gül kokularıyla ayıldığı zaman, başucunda, sevgilisinin sevgililerini görmez mi? Peygamber efendimizin torunları, Hasan ve Hüseyin hazretleri; saçlarını okşuyorlardı. Sanki dünyalar onun oldu. Sarıldılar, kucaklaştılar.
- Ah yavrularım! Ne kadar da Dedeniz gibi kokuyorsunuz! diye inledi.

Sonra biraz toparlandı:
- Babanız (Hazret-i Ali) nasıl?
- Babamız seni görmek diler, dediler.

Sonra Hazret-i Hasan sordu:
- Dedemiz seni de çok severdi. Acaba O'nun hatırı için, bir şey istesek yapar mısın?

Hazret-i Bilâl çok şaşırdı:
- Bu ne biçim söz! Bu kölenizden ne emredersiniz de, yerine getirmem!
- Bin defa estagfirullah! Fakat bütün Medîneliler gibi, biz de senden, bir defa da olsa ezân dinlemek istiyoruz. Ricâmız sadece buydu.
- Anam, babam sizlere fedâ olsun! Başım, gözüm üstüne!

Medîneliler ayağa kalktı
Ertesi sabah Bilâl-i Habeşî, son Ezânını Mescid-i Nebevî'de okudu. Yanık ve hasret dolu sesiyle:

"Allahü ekber! Allahü ekber!" dediği zaman; bütün Medîne halkı ayağa kalktı.

"Eşhedü en lâ ilâhe illallah!" ve "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" deyince kadın-erkek, genç-ihtiyar, çoluk-çocuk, hattâ yataklarındaki hastalar bile, sokaklara fırladılar. Sanki, Peygamber efendimiz yaşıyor zannettiler.

O günden beri dünyada, bir daha öyle ezân okunmadı. Bilâl-i Habeşî hazretleri de başka ezân okumadı. 641 senesinde Şam'da vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:14:36
Büreyde Bin Hasib

Resûlullahın sancaktarı.

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup, Horasan taraflarında vefât eden en son sahâbîdir. İsmi Büreyde bin Eslem'dir.

Resûlullah efendimiz, beraberinde Ebû Bekir-i Sıddîk ve onun azadlı kölesi Amir bin Fuheyre olduğu hâlde Medîne-i münevvereye doğru gidiyorlardı. Bu sırada Mekke müşrikleri, onları yakalamak için harekete geçtiler. Her tarafı aramaya başladılar. Yakalayıp getirene büyük mükâfatlar vadediyorlardı.

İçimiz serinledi
Hicret yolu üzerinde bulunan kabîleler, bu iş için seferber olmuşlardı. Büreyde bin Eslem de kendi kabîlesinden yetmiş kişiyle beraber bu işin peşine düşmüştü. Karşılaştıkları zaman, Resûlullah ona sordular:
- Sen kimsin?
- Büreyde.

Bu cevap üzerine Resûlullah, Hazret-i Ebû Bekir'e dönüp buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir, içimiz serinledi ve iyi oldu.

Sonra tekrar Büreyde bin Eslem'e dönerek sordu:
- Kimlerdensin?
- Eslem kabîlesindenim.
- Selâmetteyiz. Peki Eslem'in hangi kolundan?
- Sehm kolundan.
- Yâ Ebâ Bekir senin nasîbin çıktı.
- Ya sen kimsin?
- Allahü teâlânın Resûlü Muhammed'im. Seni Allahü teâlânın bir olduğuna ve benim de O'nun Resûlü olduğuma inanmaya da'vet ederim.

Bunun üzerine Büreyde ve yanındakiler, Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh [Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür] diyerek îmân ettiler. Büreyde sonra dedi ki:
- Allahü teâlâya hamd ve senâlar olsun ki, bizler zorla değil, isteyerek Müslüman olduk.

Büreyde ve yanındakilerin elinde az miktarda süt vardı. Bunu Resûlullaha takdîm ettiler. Resûlullah efendimiz ve yanındakiler bu sütten içtiler ve onlara hayır duâda bulundular. Resûlullah efendimiz o gece Büreyde'ye Meryem sûresinin baş tarafını öğretti.

Büreyde ertesi gün Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah yanınızda sancak olmadan Medîne'ye teşrif etmemiz uygun değildir.

Daha sonra başındaki sarığı sancak gibi, mızrağın ucuna bağladı.

Büreyde hazretleri Medîne-i münevvereye kadar Resûlullahın önlerinde, Livâ-i Muhammedîyi, ya'nî sancağı taşımıştır.

Hayatım at sırtındadır
Hazret-i Büreyde, Resûlullah efendimiz ile beraber birçok savaşlara katılmış, Mekke'nin fethinde bulunmuştur. Ayrıca Resûlullahın Hazret-i Hâlid komutasında Yemen taraflarına gönderdiği orduda da yerini almıştır.

Hazret-i Büreyde Resûlullahın son zamanlarında Üsâme kumandasında Şam tarafına gönderdiği orduda da sancak taşımıştır. Böylece Resûlullahın sağlığında ilk ve son sancağını taşıyan sahâbi olmuştur.

Büreyde hazretleri demiştir ki:
- Benim damarlarımda cihâd kanı akmaktadır. Hayatım at sırtında geçer.

683 tarihinde, Yezid zamanında vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:15:24
Câbir Bin Abdullah

Sahâbenin en çok hadîs bildirenlerinden.

Câbir bin Abdullah'ın babası Abdullah bin Amr, ikinci Akabe bî'atında İslâmiyeti kabûl etmiş ve Resûl-i ekrem efendimiz tarafından Benî Hasan'a temsilci olarak tâyin edilmişti. Bu sıralarda Câbir genç bir delikanlı idi. O da babası ile beraber Akabe'de bulunup bî'at etmişti. Yedi kızkardeşi olup, erkek kardeşi yoktu. Ümmü Ma'bed, kızkardeşlerinin en üstünü idi.

Şehîd olmanı isterdim
Câbir bin Abdullah hazretleri Bedir savaşına katılamadı. Uhud savaşına katılmak için Resûlullah efendimizden müsaade istedi. Resûlullah efendimiz, babasından izin alabilirse katılmasına müsaade edeceğini bildirdi.

Hazret-i Câbir babasından izin isteyince, babası, kızlarının kimsesiz kalmaması için oğlunu harbe iştirakten menederek dedi ki:
- Oğlum, şu kızların kimsesiz kalmaların düşünmesem, gözümün önünde senin şehîd olmanı isterdim.

Abdullah, oğlu Câbir'in şehîd olduğunu göremedi, ama kendisi bu savaşta şehîd oldu. Hazret-i Câbir şöyle anlatır:
"Babam, Uhud'da şehîd olmuştu. Kızkardeşim bana bir deve vererek dedi ki:
- Git, babamızı bu devenin üzerinde taşı. Onu Selemeoğullarının kabristanına göm!

Ben de deveyi alarak harb meydanına gittim. Yanımda birkaç kişi daha vardı. Resûl-i ekrem efendimiz babamı, harb yerinden alarak aile kabristanına götürmek istediğimi anladılar. O sıralarda Resûl-i ekrem Uhud'da bulunuyorlardı. Beni huzûrlarına çağırdılar ve buyurdular ki:
- Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki; Abdullah da arkadaşları ile gömülecektir.

Resûl-i ekremin bu sözü üzerine, ben de babamı taşımaktan vazgeçtim. Onu Uhud şehîdleri ile birlikte gömdüm."

Allahü teâlâ diriltti
Câbir bin Abdullah şöyle anlatır:
"Babam şehîd olunca Resûlullah efendimiz bana sordu:
- Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?
- Evet yâ Resûlallah.
- Baban Uhud'da şehîd olunca, Allahü teâlâ onu diriltti ve, "Ey Abdullah! Sana ne yapmamı arzû edersin" diye sordu. O da, "Yâ Rabbî! Ben sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya döndürmeni ve yine senin yolunda çarpışarak tekrar şehîd olmayı arzû ederim" dedi. Allahü teâlâ da, "Ben, şehîdler geri dönmiyecekler diye hükmettim" buyurdu. "Öyle ise yâ Rabbî, geride kalanlara bunu ulaştır" dedi.

Bunun üzerine Âl-i İmrân sûresi 169 - 171. âyetleri nâzil oldu."

Uhud şehîdlerinin kabri 46 yıl sonra su çıkarmak sebebiyle açılmak durumunda kalmıştı. Câbir bin Abdullah, babasının kabri açıldığında, babasını uyur gibi bulduğunu, az veya çok hiç bir değişikliğe uğramadığını, yüzünün siyah beyaz çizgili bir kefenle, ayaklarının da üzerlik otuyla örtülü bulunduğunu, aradan 46 yıl geçtiği hâlde, her ikisinin de, hiç değişmemiş olduğunu gördüğünü söyler.

Câbir bin Abdullah'ın babası şehîd olduğu zaman bir hayli borcu vardı. Bu borçların mühim bir kısmı, etrafta oturan Yahûdîlere idi. Babasının şehâdetinden sonra, alacalılar, Câbir bin Abdullah'ı sıkıştırarak alacaklarını istemişlerdi. Fakat Câbir bin Abdullah'ın elinde, babasından kalan ufak bir hurmalıktan başka bir şey yoktu. Buradaki hurmalar da borcunu ödeyecek miktarda değildi.

Çok zor durumda kalan Câbir bin Abdullah, hâlini insanların en merhametlisi olan Peygamber efendimize giderek arzetti:
- Yâ Resûlallah! Babam Uhud'da şehîd oldu. Büyük miktarda da borç bıraktı. Alacaklılar sıkıştırıyorlar. Yardım ediniz de borcun bir kısmı gelecek seneye kalsın.

Resûlullah efendimiz teşrif edecek
Resûl-i ekrem efendimiz teklifini kabûl buyurarak, bir kısım hurma toplanmasını ve kendilerine haber verilmesini buyurdular.

Câbir bin Abdullah evine gelerek hazırlık yaptı ve hanımına da dedi ki:
- Bize Resûlullah efendimiz teşrif edecek. Sakın onu rahatsız etmiyelim.

Resûl-i ekrem efendimiz, Câbir bin Abdullah'ın evine gittiklerinde buyurdular ki:
- Alacaklıları çağırın!

Alacaklıları geldi. Resûlullah efendimiz toplanan bir kısım hurmadan, hepsine haklarını verdikten sonra bir miktar hurma yine Câbir bin Abdullah'a kaldı. Peygamberimiz bu mu'cizeyi Eshâb-ı kirâma da anlatmasını Câbir bin Abdullah'a emir buyurdu.

Bu arada Resûlullah efendimizin geldiğini perde gerisinden gören hanımı da dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bana ve kocama duâ edin.

Resûlullah efendimiz de, "Allahü teâlâ seni ve kocanı magfiret etsin" buyurdu.

Resûlullah efendimiz gittikten sonra, Hazret-i Câbir hanımına dedi ki:
- Ben sana Resûl-i ekrem efendimizi rahatsız etmiyelim dememiş miydim?

Bunun üzerine hanımı da şöyle cevap verdi:
- Resûl-i ekrem efendimiz evimize teşrif eder de, ben ondan kendime ve kocama nasıl duâ istemem? Biz zâten Resûlullahın himmet ve yardımı ile borçlarımızdan kurtulduk.

Müslümanlar fethedecek
Hendek gazâsında, Resûl-i ekrem efendimizin mâiyetinde bulunan Câbir bin Abdullah, o günleri şöyle anlatır:

"Hendek muhârebesinde Resûl-i ekrem ile Eshâbı üç gün ağızlarına bir lokma koymamışlardı. Bu sırada Resûl-i ekreme dikkat ettim. Mübârek karınlarına taş bağlamışlardı. Hendek kazmakla meşgûl olan Eshâb, bir taş parçasını kıramadıklarını Peygamber efendimize haber verdiler.

Peygamber efendimiz onlara, "Siz bu kaya parçasının üstüne biraz su serpiniz" buyurmuştu. Sonra külünkü almış ve kayaya üç defa vurmuşlar, her vuruşlarında kuvvetli bir ateş çıkmış, Yemen, İstanbul, Fâris illeri görünmüştü. Bunun hikmeti sorulduğu zaman Peygamberimiz, "Buraların Müslümanlar tarafından fethedileceğinin işâretidir" buyurmuştur.

"Peygamber efendimiz Hendek gazâsında bir kayayı parçalarken, mübârek karnı açıldı. Açlıktan midesinin üzerine taş bağladığını gördük.

Bu hâli görünce çok üzüldüm. Hemen Resûlullahın huzûruna varıp, izin aldım ve eve gidip hanıma dedim ki:
- Resûlullahın öyle bir hâli vardı ki, dayanılır gibi değildir. Açlıktan karnına taş bağlamışlar. Evde yiyecek birşeyler var mıdır?
- Biliyorsun evimizde bir oğlakla birkaç avuç arpadan başka bir şeyimiz yoktur.
- Olsun, hiç olmazsa onları ikrâm edelim.

Yemeğin ne kadardır
Sonra hemen oğlağı kestim, arpayı el değirmeninde öğütüp un hâline getirdim.

Hamur yapıp tandırda pişirdik. Eti de çömleğe koyup kaynatmaya başladık.

Bu hazırlığı yaptıktan sonra, sevinçle Resûlullahın huzûruna varıp dedim ki:
- Yâ Resûlallah, az bir yemeğim var. Yanınıza birkaç kişi alıp yemeğe gelebilir misiniz?

Resûlullah efendimiz sordu:
- Yemeğin ne kadardır?
- Bir oğlak ve birkaç avuç arpa unu.
- Yemeğin hem çok, hem de güzeldir. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tandırdan et çömleğini ve ekmeği çıkarmasın!

Sonra da mücâhidlere dönüp buyurdu ki:
- Ey Hendek halkı! Kalkınız, Câbir'in ziyâfetine gideceğiz.

Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamber efendimiz önde olmak üzere bizim eve doğru gelmeye başladılar. Ben bunlardan önce eve varıp hanıma dedim ki:
- Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmın hepsini alıp yemeğe geliyor. Biliyorsun yemeğimiz az. Şimdi ne yapacağız?
- Resûlullah sana yemeğin ne kadar olduğunu sordu mu?
- Sordu. Ben de durumu olduğu gibi anlattım.
- Eshâb-ı kirâmı sen mi da'vet ettin, yoksa Resûlullah efendimiz mi?
- Resûlullah efendimiz da'vet etti.
- O zaman endişe edilecek bir şey yoktur.

Herkese yeten yemek
Biraz sonra Peygamber efendimiz kalabalık bir topluluk ile kapıya geldi.

Peygamber efendimiz, önce etin ve ekmeğin bereketli olması için duâ buyurdu. Sonra tandırdan indirmeden bizzat elleri ile yemeği ve ekmeği dağıttı.

Bütün Eshâb-ı kirâm doyuncaya kadar yediler. Yemîn ederim ki, binden fazla kişi yemek yedi, fakat ne ette, ne de ekmekte bir eksilme olmadı. Yemeği ve ekmeği sonra komşulara dağıttık.

Câbir’in babası Uhud’da şehîd olunca, kardeşleri kimsesiz kaldı. Bunun üzerine Hazret-i Câbir dul bir kadın olan Süheyme binti Mes’ud ile evlendi. Yedi kız kardeşine bakabilmek için böyle dul birini tercih etmişti. Resûlullah bunu duyunca buyurdu ki:
- Ey Câbir! Demek babandan sonra evlendin.
- Evet yâ Resûlallah.
- Dul mu aldın, yoksa kız mı?
- Dul aldım yâ Resûlallah.
- Kız alsaydın daha iyi olmaz mıydı?
- Yâ Resûlallah! Babam Uhud’da şehîd olunca geride yedi kız çocuğu bıraktı. Doğrusu, ben yaşlı bir kadınla evlenmeyi, onun da, çocukları başına toplamasını, onların saçlarını, başlarını taramasını, onlar üzerinde bir mürebbiye olmasını daha hayırlı buldum.

İsâbet ettin
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur:
- İsâbet ettin. Allahü teâlâ zevceni hakkında hayırlı ve mübârek kılsın.

Hazret-i Câbir yakışıklı, sevimli, güzel ahlâklı, sünnet-i seniyyeye uymakta çok gayretli, merhametli, nazik, gönül alıcı muhterem birisiydi. Hazret-i Câbir’in evi, Mescid-i Nebîden 2 kilometre uzak olmasına rağmen her namazı Peygamber efendimizle, Mescid-i Nebîye gelerek kılardı. Hakkı söylemekte adâletten ayrılmaz, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri bildirmekte çok gayret gösterirdi. Resûl-i ekremin nasıl namaz kıldığını görmek isteyen ona gelir, Hazret-i Câbir de onlara ta’rîf ederdi.

Şöyle anlatır:
“Resûl-i ekrem Mekke’de on sene kalarak, herkesin toplandığı Ukaz ve Mecenne gibi panayırlarda ve Minâ dağına çıkarak halka hitâben, (Rabbimin, risâletini tebliğ için bana kim yardım ederse, Cenneti kazanır) derdi. Fakat, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kâfirler, “Bizi bunun için mi çağırdın, sakın inanmayın!” diyerek insanları aldatırlardı.

Nihâyet biz Medîne’den gelerek Resûl-i ekremi bulup, O’na inanmış ve şehrimize da’vet ederek yardım etmiştik. Müslüman olanlara Resûl-i ekrem, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Onlar da döndüklerinde âilelerine İslâmiyeti tebliğ eder, onların îmân ile şereflenmelerini sağlarlardı.

Gönülleri îmân ile dolu olan ve Peygamberimizi herşeyden çok seven Müslümanlar toplanarak dediler ki:
- Resûl-i ekreme müşrikler tarafından hakâret, eziyet edilmesine ne zamana kadar müsaade edeceğiz?

Size bî'at edeceğiz
Bunun üzerine içimizden 70 kişi hac mevsiminde Medîne’den hareket ederek Resûl-i ekrem’i bulduk. Resûl-i ekrem ile Akabe’de mülâkat etmek üzere anlaştık. Birer, ikişer o mevkide toplandık. Resûl-i ekreme, kendilerine bî’at etmek istediğimizi arzettik. Resûl-i ekrem buyurdu ki:
- Bana iyi ve fenâ zamanlarda itâat etmek, darlık ve bolluk zamanında infâk etmek, emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münkere riâyet etmek, her sözü Allahü teâlâ için söyliyerek bu yolda birşeyden korkmamak, bana yardım etmek, canlarınızı, mallarınızı, çocuklarınızı nelerden koruyorsanız beni de öyle korumak üzere bî’at ediniz, mükâfâtınız Cennettir.

Resûlullah efendimiz sözlerini bitirdikten sonra kalkıp ona bî’at ettik.”

Câbir bin Abdullah Bî’at-ı Rıdvân’da da bulundu. Kendisi nakleder:
“Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!”

Bu hastalıktan vefât etmiyeceksin
Birgün Hazret-i Câbir hastalanmıştı. Resûlullah efendimiz kendisini ziyârete geldi. Baygın vaziyette yatan Câbir’in yüzüne su serperek ayılttı.

Hazret-i Câbir bu sırada yedi kız kardeşinden hangisine ne miktarda mîrâs bırakabileceğini Peygamber efendimize sordu. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Câbir, sen bu hastalıktan vefât etmiyeceksin!

Nitekim öyle oldu.

Hazret-i Câbir ihtiyarladığında gözleri zayıflamıştı. Genellikle iki oğlunun koluna girerek yürürdü.

Bir gün fitne çıkaran ba’zı kimseler karşısına çıktı. Tam o sırada Hazret-i Câbir’in ayağı kaydı. İki oğlu hemen sımsıkı babalarını kollarından kavrı*** düşmesine mâni oldular. Bu sırada Hazret-i Câbir buyurdu ki:
- Resûlullah efendimizi korkutmaya yeltenenlerin vay hâline!

Bunu işiten oğulları dediler ki:
- Peygamber efendimiz vefât etmiştir. Onu korkutmak nasıl mümkün olur?

Hazret-i Câbir de şöyle cevap verdi:
- Peygamber efendimizden işittim. “Medîne halkını korkutanlar beni korkutmaya çalışmış olurlar” buyurdu.

Resûlullah efendimiz Câbir bin Abdullah’ı çok sever, sık sık ziyâretine gelirdi. Câbir bin Abdullah anlatır: “Resûlullah efendimiz bize geldi. Evde, saçları dağınık biri vardı. Bunu görünce buyurdu ki:
- Bu, saçlarını düzeltecek birşey bulamamış mı?
Elbisesi kirli birini de görünce buyurmuştu ki:
- Elbisesini yıkayacak birşeyi yok mu?”

Hazret-i Câbir diyor ki:
“Yolculukta, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. “Muska yapmak câiz olur mu?” dedi. “Câiz olmaz, başını yıka” denildi. Yıkadı ve öldü. Medîne’ye gelince, Resûlullah efendimize haber verdik. Buyurdu ki:
- Onun ölümüne sebep oldular. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler? Cehlin ilâcı, sorup öğrenmektir!”

Kuyruğunu sallı*** gitti
Câbir bin Abdullah bir koyun pişirdi. Resûlullah efendimiz Eshâb-ı kirâm ile beraber yediler.Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Kemiklerini kırmayınız.

Resûlullah efendimiz, kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlânın izniyle koyun dirildi ve kuyruğunu sallı*** gitti.

Hazret-i Câbir’in künyesi Ebû Abdullah veya Ebû Abdurrahman’dır. Annesinin ismi Nesibe’dir. 601 yılında Medîne’de doğmuş olup, 694 yılında 95 yaşında Medîne’de vefât etmiştir. Cenâze namazını Medîne vâlisi bulunan Hazret-i Osman’ın oğlu Ebân kıldırmıştır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:16:23
Cafer-i Tayyar
 
Cennete uçarak giden sahâbî.

Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu.

Yükünü biraz hafifletelim
Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hazret-i Abbâs'a bir gün şöyle teklifte bulundular:
- Ey Amcam, biliyorsun ki, kadeşin Ebû Tâlib'in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Talib'e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen alırsın. Evlâtlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir.

Hazret-i Abbâs, "olur" deyince, kalktılar, Ebû Tâlib'in yanına vardılar. Ona dediler ki:
- Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.

Ebû Tâlib de onlara dedi ki:
- Oğullarımdan Ukayl ve Tâlib'i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz.

Böylece Peygamber efendimiz Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Abbâs da Hazret-i Ca'fer'i yanına aldı.

Birgün Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer ile şehrin dışında yürürken Peygamber efendimizi gördü. Hazret-i Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer'e:
- Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla, dedi.

Ca'fer gidip, Hazret-i Ali'nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ ederek buyurdu ki:
- Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın.

Allahü teâlâ bu duâyı kabûl etti. Hazret-i Ca'fer, Mûte gazâsında, şehîd olmakla şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs Cennetinde uçmaktadır. Bunun için Cafer-i Tayyar diye meşhûrdur.

Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkenceden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım Eshâbın Habeşistan'a hicret etmelerine müsaade etti. Kâfile, Hazret-i Ca'fer'in başkanlığında hareket etti. Habeşistan'da çok iyi karşılandılar.

Teslim edilmesini isteyiniz
Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan meliki Necâşî'ye iki elçi göndermeye karar verdiler. Son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Necâşî'nin din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı. Bu işe Abdullah bin Rebia ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Neçâşi'nin huzurlarında neler söyleyeceleri öğretildi. Onlara denildi ki:
- Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî'nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra oradaki Müslümanların size teslim edilmesini isteyiniz. Necâşî'nin Müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız.

Mekkeli müşriklerin elçileri Habeşistan'a geldiler ve devlet erkânının hediyelerini verdikten sonra Mekkeli muhâcirlerin kendilerine teslim edilmesi hususunda yardım etmelerini istediler.

Memleketinize sığınmışlardır
Patrikler bunu kabûl ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî'nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî'ye şöyle söylediler:
- Ey Melik! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize sığınmışlardır. Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terkettikleri gibi sizin dîninize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni tanımazsınız.

Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrâfı, sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabaları gönderdi. İstekleri, gelenlerin tekrar iâde edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dînlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler.

Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah bin Rebia'nın en çok arzû ettikleri şey, Necâşî'nin bu sözleri dinliyerek, arzûlarına uygun hareket etmesiydi. Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra Necâşî'nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi:
- Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler.

Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı ve dedi ki:
- Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim memleketime gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri sarayıma da'vet eder, onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler bunların dedikleri gibi iseler, onları teslim eder ve kendi milletlerine iâde ederim. Öyle değilse onları korur, ülkemde kaldıkça onlara iyilik ederim.

Kime inanırlar
Daha önceleri Necâşî semâvi kitapları incelemişti. Muhammed aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke'den çıkaracaklarını biliyordu.

Necâşî, Mekkeli elçilere sordu:
- İnandıkları kimse kimdir?
- Muhammed'dir.

Necâşî bu ismi işitince, O'nun Peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu:
- Onun dîni ve mezhebi nedir ve neye da'vet eder?
- Onun mezhebi yoktur.
- Mezhebi ve dînini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları size nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dînini bileyim.

Necâşî, Mekkeli müşriklerle yüzleştirmek için Müslümanları saraya da'vet etti. Müslümanlar önce kendi aralarında istişâre ettiler ve, "Habeş hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim" diye konuştular. Hazret-i Ca'fer dedi ki:
- Bizim bu husûstaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan ibârettir, deriz. Netice neye varırsa râzıyız.

Hepsi kabûl ettiler. Sadece Hazret-i Ca'fer'in konuşması için ittifak ettiler.

Büyük bir divan kuruldu
Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir divan kuruldu. Sonra muhâcirleri getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Necâşî, Müslümanlara sordu:
- Neden secde etmediniz?
- Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz bizi, Allahtan başkasına secde etmekten men edip, "Secde, yalnız Allahü teâlâya mahsûstur" buyurdu.

Necâşî dedi ki:
- Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccâr değilsiniz, bir istediğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir?

Hazret-i Ca'fer şöyle cevap verdi:
- Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki; şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun!

Mekkeliler adına Amr bin Âs dedi ki:
- Ben konuşayım.

Necâşî bunun üzerine:
- Ey Ca'fer, önce sen konuş! dedi.

Hazret-i Ca'fer konuşmaya başladı:
- Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz?

Necâşî sordu:
- Ey Amr! Onlar köle midirler?
- Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!

Hazret-i Ca'fer tekrar konuştu:
- Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iâde mi edileceğiz?

Birinin kanını mı döktüler
Necâşî, Amr'a sordu:
- Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler?
- Hayır, bir damla bile kan dökmediler.

Bu sefer Hazret-i Ca'fer, Necâşî'ye hitaben dedi ki:
- Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardır?

Necâşî de Amr'a sordu:
- Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa, borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin!
- Hayır, bir kuruş bile yok!
- O hâlde siz bunlardan ne istiyorsunuz?
- Onlar ile biz bir dinde idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular.

Necâşî, Hazret-i Ca'fer'e dedi ki:
- Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz?

Hazret-i Ca'fer şöyle cevap verdi:
- Ey hükümdar! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi.

Allahü teâlâ bize, kendimizden doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O'na ibâdete; bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya da'vet etti.

İftirâdan alıkoydu
Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi alıkoydu.

Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabûl ettik ve îmân ettik. Onun Allahtan getirip bildirdiklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O'nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabûl ettik.

Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulmettiler. Bizi, dînimizden döndürüp, Allaha ibâdetten vazgeçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere uğrattılar. Bizi perişân ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak istediler.

Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız.

Necâşî, Hazret-i Ca'fer'e dedi ki:
- Sen, Allahın bildiklerinden biraz biliyor musun?
- Evet, biliyorum.
- Ondan bana biraz oku!

Tatlı ve güzel kelâm
Hazret-i Ca'fer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumaya başladı. O okudukça Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıyordu. Rahibler de çok ağladılar. Necâşî ve Rahibler dediler ki:
- Ey Ca'fer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku!

Hazret-i Ca'fer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî, kendisini tutamı***:
- Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur. Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsâ da onunla gelmiştir, dedi.

Necâşî daha sonra Kureyş elçilerine döndü:
- Gidiniz! Vallahi ben ne onları size teslim eder, ne de onlara bir kötülük düşünürüm.

Bunun üzerine Abdullah bin Ebî Rebia ile Amr bin Âs, Necâşî'nin huzurundan çıktılar.

Amr bin Âs, Necâşî'nin huzurundan eli boş çıkınca, arkadaşı Abdullah'a dedi ki:
- Onların bir kabahatini Necâşî'nin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör. Onların, Meryem oğlu İsâ'yı bir kul olarak bildiklerini ihbar edeceğim.

Ertesi günü, Necâşî'nin yanına varıp:
- Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ hakkında ağır sözler söylüyorlar. Onlara Hazret-i Îsâ için ne söylediklerini sor, dedi.

Ne cevap vereceğiz?
Bunun üzerine Necâşî, muhâcir Müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir araya toplandılar. Birbirlerine sordular:
- Îsâ aleyhisselâm hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz?

Hazret-i Ca'fer dedi ki:
- Hazret-i Îsâ hakkında Allahü teâlânın buyurduğunu, Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz.

Necâşî'nin huzuruna çıkınca, Necâşî sordu:
- Siz Meryem oğlu Îsâ hakkında ne biliyorsunuz?

Hazret-i Ca'fer şöyle cevap verdi:
- Biz Hazret-i Îsâ hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. Onun Allahın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyadan ve erkeklerden vazgeçerek Allaha bağlanmış afîfe bir kız olan Hazret-i Meryem'den babasız olarak dünyaya geldiğini kabûl ederiz. Allahü teâlâ Hazret-i Âdem'i topraktan yarattığı gibi Hazret-i Îsa'yı da babasız yaratmıştır deriz.

Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve dedi ki:
- Yemîn ederim ki Meryem oğlu Îsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur.

Siz ne derseniz deyin
Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükûmet erkânı ve kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce, onlara:
- Yemîn ederim ki, siz ne dersiniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum, dedi.

Sonra Müslüman muhacirlere dönerek devam etti:
- Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki; O Allahın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil'de görmüştük. O Resûlü Meryem oğlu Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden birini üzüntüye sokmam.

Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için:
- Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gaspettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken, halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı, diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi.

Necâşî İslâmiyeti seçmiş ve Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirmişti.

Bir gün, Necâî eski elbiselerini giyip sarayından çıktı. Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hazret-i Ca'fer'i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik'i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hazret-i Ca'fer'e dedi ki:
- Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş, Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bir Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar.

Hazret-i Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra sordu:
- Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?

Hangisine sevineyim
Necâşi şöyle cevap verdi:
- İncilde gördüm ki, Hak teâlâ, kullarına bir ni'meti başkasına haber veren kimsenin tevâzu yapması gerekir, buyuruyor. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsân eylemiş. Ben de bunu size haber vermek için böyle yaptım.

Hazret-i Ca'fer ve beraberindeki Müslümanlar, birkaç sene kaldıktan sonra Habeşistan'dan Medîne'ye geldiler. Böylece iki defa hicret ettiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında, Hudeybiye'den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber'de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Hazret-i Ca'fer ile karşılaşınca, onu alnından öpüp bağrına bastı ve buyurdu ki:
- Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz.

Hazret-i Ca'fer Habeşistan'dan döndükten iki yıl sonra Mûte seferi kararlaştırıldı. İslâm Ordusu kısa zamanda hazırlandı. Resûlullah efendimiz, mübârek sancağı Hazret-i Zeyd bin Hârise'ye teslim etti ve buyurdu:
Zeyd bin Hârise'yi, cihâda çıkacak olan şu insanların başına kumandan tâyin ettim. O şehîd olursa yerine Ca'fer bin Ebû Tâlib geçsin, O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, Müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar!

Çok kalabalık idiler
Peygamber efendimiz tarafından uğurlanıp yola çıkan mücâhidler yollarına devam ettiler. Şam topraklarından Maan denilen yere varınca biraz dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken Meşârif diye anılan köyde düşman askerlerinin yaklaşmakta olduğunu görünce, hemen Mûte'ye çekilip, savaş düzenine girdiler.

İki taraf arasında çok şiddetli bir savaş başladı. Müslümanların başında bulunan Hazret-i Zeyd bin Hârise'nin elinde Peygamber efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleriyle, mübârek vücudu parçalanıp, kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı ve şehîd oldu.

Bundan sonra Hazret-i Ca'fer hemen sancağı kaptı. Elinde sancak, atını düşmana doğru sürdü. Düşman askerleri Hazret-i Ca'fer'in heybetinden korkup aralarında şöyle konuştular:
- Bunun hakkından kim gelecek?

Sancağı yere düşürmedi
Hazret-i Ca'fer, düşman askerlerinin arasına iyice dalmıştı. Nihâyet bir düşman askeri Hazret-i Ca'fer'in koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sağ eli kesilen Ca'fer, sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için, pazılarıyla göğsüne kaldırdı.

Nihayet mızrak ve kılınç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vücudunda yetmişten fazla mızrak, kılınç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha almış o da şehîd olunca Hâlid bin Velid almıştır.

Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize bildirmiş. Hazret-i Peygamberimiz de mescidde Müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi. Eshâb-ı kirâm dediler ki:
- Yâ Resûlullah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor.

Bunun üzerine üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette, karşılıklı tahtlar üzerinde oturduklarının kendisine gösterilmesine kadar devam edeceğini beyân ettiler.

Cafer-i Tayyar'ın hanımı Hazret-i Esmâ binti Umeys anlatıyor:
"O gün ekmek yapacağım hamuru yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah teşrif etti. Buyurdu ki:
- Ey Esmâ! Ca'fer'in çocukları nerede? Onları bana getir!

Çocukları getirdim. Onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. Bunun üzerine kendilerine sordum:
- Ey Allahın Resûlü! Niçin ağlıyorsunuz? Yoksa Ca'fer ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi?

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Evet, onlar bugün şehîd oldular.

Bunu duyunca ağlamaya başladım. Peygamberimiz, ağzımdan uygun olmayan bir söz çıkmamasını tenbih edip, evlerine gittiler."

Bundan sonra Peygamber efendimiz, kerîmesi Hazret-i Fâtıma'nın yanına vardı. O da ağlıyordu.

Peygamberimiz Hazret-i Ca'fer'in âilesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu.

Fakirlerin babası
Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil aleyhisselâmın gelerek, Hazret-i Ca'fer'in kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yâkuttan iki kanat ihsân olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hazret-i Ca'fer'in ailesine;
- Ey iki kanatlı mesûd kimsenin çocukları, diyerek bu durumu müjdelemişti.

Bunun için, Hazret-i Ca'fer, Tayyâr=Uçan ismiyle tanınmıştır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:17:27
Cüveyriyye Binti Hâris

Müminlerin annelerinden.

Hazret-i Cüveyriyye, benî Mustalak kabilesi reisi Hâris bin Dırar’ın kızıdır. Hicretin beşinci yılında yapılan Benî Mustalak (veya Müreysî) savaşında esir alınmış, babası da kaçmıştı. Kabilesinden de 600 kişi esir düşmüştü. Esirlerin arasında bulunan Cüveyriyye’yi kurtarmak için, babası Hâris, bir sürü deve getirdi.

İki deveyi de getir!
Bunların içinde çok iyi cins olan iki deveyi kıyamayıp, şehir dışında sakladı. Hâris, Resul-i ekremin huzuruna geldiğinde, Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Falan yerde sakladığın iki deveyi de getir!

Hâris, bu duruma çok şaşırıp dedi ki:
- Şehadet ederim ki, Allahtan başka tapılacak, kulluk edilecek hak bir mâbud, ilâh yoktur ve sen Onun elçisisin. Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahtan başka kimsenin bundan haberi yok idi.

Böylece iki oğlu ve kabilesinden birçok insanla beraber müslüman oldu. Resulullah efendimiz develeri alıp, Hâris’e kızını geri verdi. Babası, ağabeyleri ve kabilesinden birçok insandan sonra, Cüveyriyye de müslüman oldu.

Müslüman olan Cüveyriyye’yi Resulullah efendimiz babasından isteyip, kendilerine nikâhladılar ve 400 dirhem mehir takdir ettiler.

Eshab-ı kiram, Resulullahın Hazret-i Cüveyriyye’yi nikâhladığını duyunca, dediler ki:
- Biz Resulullahın ailesinin, annemizin akrabalarını, hizmetçi, köle olarak kullanmaktan haya ederiz.

Bu hâl yüzlerce esirin azat olmasına, serbest bırakılmasına vesile oldu. Hazret-i Cüveyriyye bu hâli söyleyerek her zaman övünürdü. Bu ciheti takdir eden Hazret-i Aişe demiştir ki:
- Ben Cüveyriyye kadar kavmine hayrı dokunan kadın görmedim.

Hazret-i Cüveyriyye, çok ibadet ederdi. Peygamber efendimiz onun yanına geldiklerinde, onu çok zikreder, kelime-i tevhid söyler bulurdu.

Hep böyle mi yaparsın?
Hazret-i Cüveyriyye şöyle anlatır: “Bir sabah ibadetle meşgul idim. Resulullah uğradığında, sübhânallah, sübhânallah diye zikir çekiyordum. Resulullah bir ara dışarı çıktı. Öğle üzeri tekrar geldiler ve yine ben aynı zikir ile meşgul idim. Buyurdular ki:
- Sen hep böyle mi yaparsın?
- Evet.
- İstersen sana birkaç kelime öğreteyim de, bu kelimeleri söyleyesin.

Şu duâyı öğretti ve üçer defa tekrarlamamı söyledi: Sübhânallahi adede halkıhi. Sübhânallahi zînete Arşihi. Sübhânallahi ridâ nefsihi. Sübhânallahi midâde kelimâtihi.

Hazret-i Cüveyriyye 576 yılında Medine’de vefat etmiş, Bakî kabristanına defnedilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:18:25
Dıhye-i Kelbî  

Cebrâil aleyhisselâmın, şekline girdiği sahâbî.

Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;
- Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul, buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.

Yüzüne gözüne sürdü
Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. Îmânla şereflenmek için huzuru saâdetlerine girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi.

Dıhye-i Kelbî, Resûlullah efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde îmân nûru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.

Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:
- Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi Îsâ’ya, Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.

Yine bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hazret-i Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada daha çocuk yaşta olan Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.

Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hazret-i Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hazret-i Hüseyin’e verdi.

Hazret-i Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz-toprak içerisinde, beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse gelip dedi ki:
- Yavrularım, günlerdir açım, Allah rızâsı için yiyecek birşeyler verin.

Ona harâmdır
Hazret-i Hasan ve Hüseyin, biri üzümü, diğeri de narı yiyecekleri sırada, bir ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil aleyhisselâm gördü:
- Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır, buyurarak şeytanı kovdu.

Hicretin beşinci senesinde, Resûlullah Benî Kureyza seferine gitmeden önce Medîne’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’ate rastladı ve onlara sordular:
- Kimseye rastlamadınız mı?
- Yâ Resûlallah, biz, Dıhye-i Kelbî’ye rastladık. Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı.

Bunu işitince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- O Cebrâil’dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku versin diye Benî Kureyza’ya gönderildi.

Mühürsüz mektubu okumazlar
Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah efendimiz, onu Bizans’a sefîr olarak gönderdi. Resûlullah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius’u İslâma da’vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Rum tâifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde birinci satırda Muhammed, ikincide Resûl, üçüncü satırda Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye’ye verdi.

Hazret-i Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması için, Busrâ’daki Gassân emîri Hâris’e başvurdu. Hâris de, Dıhye’yi Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazîfelendirdi.

Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu. Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus’tan Kudüs’e kadar yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus’tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.

Dıhye, Heraklius’tan sonra Kudüs’e vardı ve Heraklius ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:
- Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de aslâ başını yerden kaldırmayacaksın.

Bu sözler, Dıhye’ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:
- Biz Müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına terstir.

Derdini dinler, sıkıntısını giderir
Bunun üzerine Kayser’in adamları dediler ki:
- O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabûl etmez ve seni huzurundan kovar.
- Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde etmesine; önünde eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir, huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir.

Dıhye-i Kelbî’nin, Rum Kayser’inin huzurunda eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunanlardan biri dedi ki:
- Mâdem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazîfeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in, sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirâhat eder.

Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce, seni çağırtır. O zaman vazîfeni yerine getirirsin.

Hükümdârları değilim
Bunun üzerine Hazret-i Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman, Resûlullahın mektubunu okumaya başladı.

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed’den Rumların büyüğü Heraklius’a” diye başlandığını görünce, Heraklius’un kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adam yere düştü. Bu sırada Resûlullahın mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius, kardeşinin oğluna ne yaptığını sordu. O da dedi ki:

- Görmüyor musun? Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip, “Rumların büyüğü Heraklius’a” demiş. Niçin “Rumların hükümdârı” diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz. Bunun üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:

- Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemîn ederim ki, eğer O, söylediği gibi Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdârları değilim.

Sonra Yennak’ı dışarı çıkarttı.

İslâma davet ederim
Hıristiyan âlimlerinin reisi ve kendisinin müşâviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup okundu. Mektubun devamı şöyleydi:

(Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâma da’vet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp ba’zılarımız ba’zılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse “Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz.)

Resûlullahın mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince dedi ki:
- Hazret-i Süleyman’dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektup görmemiştim.

Onun gelmesini bekliyordu
Heraklius, Uskuf’a bu mes’eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:
- Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz Onun gelmesini bekliyorduk.
- Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?
- Ona tâbi olmanı uygun görürüm.
- Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup, Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni öldürürler.

Bundan sonra Dıhye ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy dedi ki:
- Ey hükümdâr, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor.
- Memleketlerindeki hâdise ne imiş, sor bakalım.

Hazret-i Dıhye bu soru üzerine dedi ki:
- Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur.

Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam vâlisine emir verip Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti.

Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma’daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu.

Roma’daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu arada Şam vâlisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Vâli, Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürüp, Heraklius’un yanına çıkardı.

Doğru olmayı emrediyor
Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti. Peygamber efendimiz hakkında ba’zı sorular sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:
- O size neyi emrediyor?

Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:
- Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi, harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabâyı ziyâret etmeyi emrediyor.

Heraklius, kilisede Ebû Süfyân’a sorular sormuş ve cevaplarını almıştı. Resûlullahın mübârek mektubu okunmuş, Rum papazları arasında gürültüler çoğalmıştı. Zîrâ Kayser’in İslâmiyete meyletmesinden korkuyorlardı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti.

O hepinizden hayırlıdır!
Daha Müslüman olmamış olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da’vâsını başarıyla sonuçlandıracağına inandığını, burada yemînle söylemiştir. Hazret-i Dıhye, o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi ki:
- Ey Kayser beni sana, Humus’tan Hâris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, ya’nî Resûlullah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır.

Sözlerimi alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl et! Çünkü alçakgönüllülük edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabûl etmezsen insaflı olamazsın.

Heraklius dedi ki:
- Devam et!
- Öyle ise ben seni, Mesîh’in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha da’vet ediyorum. Seni, önceden Mûsâ’nın, ondan sonra Îsâ’nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da’vet ediyorum. Eğer bu husûsta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elinden kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zâlimleri helâk edici ve ni’metleri değiştiricidir.

Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da şöyle dedi:
- Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakîkatı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.

O îmân ederse
Heraklius daha sonra Hazret-i Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:
- Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.

Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve i’tikâdımı açığa vururum.

Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hazret-i Dıhye’ye verip, Dağatır’a gönderdi.

Hazret-i Dıhye, Heraklius’un mektubu ile beraber Resûlullahın da bir mektubunu Dağatır’a götürdü. Zaten Resûlullah efendimiz Dağatır’a ayrıca mektup yazmıştı. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;
- Vallahi senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.

Bundan sonra Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı va’zlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar bağırıyorlardı:
- Dağatır’a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz!

Ahmed'den mektup geldi
Dağatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki:
- Ey Hırıstiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi hak dîne da’vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın hak peygamberidir.

Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır’ın üzerine hücûm ettiler ve onu döverek şehîd ettiler.

Hazret-i Dıhye gelip, durumu Heraklius’a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:
- Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hırıstiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.Heraklius Humus’taki köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:
- Ey Rum cemâ’atı! Sizler saâdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hazret-i Îsâ’nın söylediğine uymak ister misiniz?
- Ey bizim hükümdârımız, bunları elde etmek için ne yapalım?
- Ey Rum cemâ’atı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana Muhammed’in mektubu geldi. Beni İslâm dînine da’vet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da dünyada ve âhırette selâmet bulalım.

Öldürülmesinden korktu
Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;
- Ey Rum cemâ’ati, benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı şimdi gözlerimle gördüm, dedi.

Bunun üzerine Rumlar Heraklius’a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius, Hazret-i Dıhye’yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlattığı hediyeleri Hazret-i Dıhye ile Peygamberimize gönderdi.

Heraklius, Müslüman olmak istemişse de, makâm ve ölüm korkusundan îmân etmedi. Peygamberimize yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Hazret-i Îsâ’nın müjdelediği Allahın Resûlü Muhammed’e Rum hükümdârı Kayser’den, Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allahın hak Resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hazret-i Îsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeye da’vet ettim. Fakat îmân etmeye yanaşmadılar.

Beni dinleselerdi
Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup, sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzû ediyorum.”

Hazret-i Dıhye, Heraklius’tan ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Şenar vâdisinde Huneyd bin Us, oğlu ve adamları Hazret-i Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübey bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti kabûl etmişlerdi.

Hazret-i Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine yürüyüp Dıhye’den aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.

Daha sonra Efendimiz Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti. Bu mes’ele böylece kapandı.

Hazret-i Dıhye Medîne’ye gelince, evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti. İçeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize Heraklius’un mektubunu okudu.
- Onun için bir müddet daha saltanatta kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.

Heraklius daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah efendimiz;
- Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir, buyurdu.

Mektubu muhâfaza ettiler
Heraklius Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altından yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek isteyenlere:
(Bize baba ve dedelerimiz, “Bu mektup elinizde kaldıkça saltanat bizden gitmeyecektir” diye tenbîh etmişlerdir) demişlerdir.

Dıhye-i Kelbî Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve simâ olarak en güzellerindendir. İsmi; Dıhye bin Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.

Bedir gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hazret-i Dıhye, Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hazret-i Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hazret-i Muaviye zamanında, Şam’da 672’de vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:19:31
Ebû Dücâne  

Resûlullah efendimizin fedâisi.

Uhud harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler...

Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki:
- Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister?

Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Hazret-i Ebû Dücâne, yüksek sesle sordu:
- Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?

Kılıcın hakkı
- O'nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır. Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır.

Hazret-i Ebû Dücâne, Medîneli mücâhidlerin en bahadırlarından biriydi. Şunları söyledi:
- Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah.

Peygamber efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyt oyulmuştu:
"Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz."

Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu.

Aslında Eshâb-ı kîrâm, ya'nî Peygamber efendimizin sevgili arkadaşları; mütevâzi, alçak gönüllü, kibirsiz insanlardı. Halbuki şimdi Ebû Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Kendi aralarında konuşuyorlardı:
- Böyle yürümek, Müslümana yakışır mı?
- Gurur ve kibir, bize göre değil ki.

Fakat Resûl-i Ekrem efendimiz, onları susturdular ve buyurdular:
- Bu bir yürüyüştür ki, harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir...

Hazret-i Ebû Dücâne, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için, canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan dinsizleri, müşrikleri kılıçladı, kılıçladı. Kimini öldürdü, kimini yaraladı. Zâten yürüyüşünden, heybetinden korkan hâinler; çil yavrusu gibi dağılıyorlardı.

O kurtulursa
Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da:
- Ey Kureyş cemâ'atı! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım, diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu.

Ebû Dücâne hazretleri bu azılı kâfirin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek gerekli cezâsını vermişti.

Ebû Dücâne hazretleri bununla meşgul iken, müşriklerden Ma'bed bin Vehb, Ebû Dücâne'ye müthiş bir kılıç darbesi indirmişti. Ebû Dücâne hazretleri çok seri bir şekilde yere çökerek bu öldürücü darbeden kurtulmuş, hemen sonra acele kalkıp hücum ederek, Ma'bed'i yaralamış, bir çukura düşürmüştü.

Sonra da çukura atlayıp başını kesip kâfirlere doğru fırlattı. Bu hâl, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerini daha da bozmaya sebep olmuştu.

Uhud savaşının iyice kızıştığı sırada muhâcirinden Zübeyr bin Avvâm, kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün idi. Kendi kendine dedi ki:
"- Ben Resûlullahtan kılıcı istedim. Onu bana vermedi, Ebû Dücâne'ye verdi. Halbuki ben halası Safiyye'nin oğluyum. Üstelik de Kureyşliyim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım, Ebû Dücâne benden fazla ne yapacak?"

Ebû Dücâne'yi takibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri beytler okuyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli Ebû Zûl-Kerş her tarafı zırhlarla kaplı, sadece gözleri görünüyordu. Ebû Dücâne hazretleri ile karşı karşıya geldi. Kâfir bağırıyordu:
- Ben Ebû Zûl-Kerş'im!

Bu isim kendisine uzun boyuna rağmen büyük göbeğinden dolayı verilmişti.

İkiye biçti
Önce Ebû Dücâne hazretlerine hücum etti. Ebû Dücâne, onun darbesinden kalkanıyla korundu. Ebû Zûl-Kerş'in kılıcı Ebû Dücâne hazretlerinin kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne hazretlerine gelmişti. Bir kılınç darbesiyle omuzundan, tâ uyluklarına kadar ikiye biçti. Canını Cehenneme yolladı.

Bundan sonra Ebû Dücâne, önüne çıkan her kâfiri devirerek dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına geldi. Ebû Dücâne buyuruyor ki:
- Uzaktan bir kadın gördüm ki, müşriklere son derece kızıyor, bağırıyor ve harbe teşvik ediyordu. Üzerine yürüdüm. Etrafından imdat istedi, bağırmaya başladı. Onun bir kadın olduğunu görünce Resûlullahın kılıcının şerefini gözettim ve kılıcı kadına vurmadım.

Tir tir titreyen Kureyşli kadın bile, bu civânmertlik karşısında şaşırıp kaldı!

Bu kadın Ebû Süfyân'ın hanımı Hind idi. Daha sonra Mekke'nin fethinde Müslüman oldu.

Ebû Dücâne'nin her yere yetiştiğini, kılıcını kaldırdığı halde Ebû Süfyan'ın karısı Hind'i öldürmekten vazgeçtiğini gören Zübeyr bin Avvâm hazretleri, kendi kendine buyurdu ki:
- Kılıcın kime verileceğini Allahın Resûlü benden daha iyi bilir. Vallahi ben onun çarpışmasından daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim.

Sonra Ebû Dücâne'nin yanına vararak dedi ki:
- Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılıcını kaldırıp sonra vurmaktan vazgeçtiğini de gördüm.

Ebû Dücâne cevap verdi:
- Resûlullahın kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım.

Daha sonra Ebû Dücâne hazretleri, Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ali ve diğer Eshâb-ı kirâm ile beraber yeniden düşman saflarına umumî taarruz için ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehid düştü, fakat müşrikler de kaçmaya başlamışlardı.

Peygamberimiz duâ etmiş idi
Uhud savaşında Müslümanlar bir ara dağılınca, Peygamber efendimizin yanında yedisi muhâcirlerden, yedisi de ensârdan olmak üzere ondört sahâbi kalmıştı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû Dücâne idi.

Ebû Dücâne, aynı zamanda ölmek ve ayrılmamak üzere üçü muhacirlerden beşi ensârdan olan sekiz sahâbiden birisi olarak Resûlullaha biat etmişti. Bu sekiz sahâbiden hiçbiri Uhud'da şehid olmadı, çünkü bunlara Peygamberimiz duâ etmiş idi.

Uhud savaşında, müşriklerin azılılarından Abdullah bin Hüneyd, Peygamberimizi görünce atını mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup, başında da miğfer vardı.
- Ben Züheyr'in oğluyum. Bana Muhammed'i gösteriniz. Ya ben O'nu öldürürüm yâhut onun yanında ölürüm, diye haykırıyordu.

Ebû Dücâne hazretleri hemen onun karşısına çıkarak dedi ki:
- Gel yanıma! Ben vücudumla Resûlullahın vücudunu koruyan bir kişiyim.

Abdullah bin Hüneyd'in atının bacaklarına bir kılıç çaldı. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırıp:
- Al bunu da Hareşe'nin oğlundan, deyip bir vuruşta onu Cehenneme gönderdi.

Sen de râzı ol
Peygamber efendimiz bu olanları görüyordu ve buyurdu ki:
- Allahım, Ebû Dücâne'den ben nasıl râzı isem, Sen de râzı ol.

Ebû Dücâne hazretleri Uhud'da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah efendimiz Uhud gazâsından dönünce, Ebû Dücâne hazretlerine vermiş olduğu kılıçlarını almıştı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını silmek üzere mübârek kerîmeleri Hazret-i Fâtıma'ya uzattı. Bu esnâda, Hazret-i Ali de kendi kılıcını uzatarak dedi ki:
- Şunu da al, bu gazâda çok iyi işime yaradı.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
- Sen muharebede sadâkat gösterdin, başarılı oldun; Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de başarılı olmuşlardır.

Böylece Ebû Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyân buyurmuşlardır.

Cin mektubu
Ebû Dücâne hazretleri anlatır:
Bir gece yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah birşey yükseldiğini farkettim. Elimle yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmaya başladı. Hemen Resûlullaha gidip, anlattım. Buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin!.

Kalem ve kâğıt istedi. Hazret-i Ali'ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup, uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki:
- Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla, beni yaktın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz.

Sâhibimin izni olmadıkça
Ona dedim ki:
- Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam.

Cin ağlamasından, feryâdından dolayı, o gece, bana çok uzun geldi.

Sabah namazını, mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki:
- O mektubu kaldır. Yoksa, mektubun acısını, kıyâmete kadar çekerler!

Bir kimse, bu mektubu, yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup zarar veren cin de gider.

Ebû Dücâne hazretleri hicretin 13. yılında yalancı peygamber Müseylemet-ül Kezzâb ile yapılan Yemâme savaşında şehîd olmuştur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:20:33
Ebû Eyyûb-el Ensârî  

Mihmândâr-ı Resûlullah.

En güzel günleri başlatacak olan büyük hicret [göç] bitmek üzeredir. Allahın emriyle Mekke’den ayrılan sevgili Peygamberimiz, Medîne’ye girdiler. Bütün Müslüman kabîleler, Resûlullah efendimizi misâfir etmek için yarışıyorlardı.

Neccâroğullarının reisi Hazret-i Ebû Eyyûb da, bütün akrabâlarını toplamış; Resûlullahı karşılamaya çıkmıştı. Bütün Medîneli Müslümanlar gibi, o da iki cihânın efendisi Resûlullah efendimizi ağırlamak ateşiyle yanmaktadır.

Anamız babamız fedâ olsun!
Zaman zaman, Resûlullah efendimizin devesi Kusvâ’nın yularını yakalıyanlar, “Buyurunuz yâ Resûlallah! Anamız, babamız, canımız, herşeyimiz; sizin yolunuza fedâ olsun!” diyerek, kendi evlerine götürmek istiyorlardı.

Fakat Kâinâtın efendisi, kimsenin gücenmesini arzû etmiyorlardı. Kusvâ’yı işâret ederek buyurdular ki:
- Devemin yularını bırakınız! Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum!

Gerçekten o mes’ûd Deve de, sanki vazîfesini biliyormuş gibi hareket ediyordu. Yorgunluğuna rağmen, yavaş ve asîl hareketlerle, epeyce dolaştı. Sonunda, iki yetîme ait, boş bir arsa üzerinde durdu. Ağır ağır yere çöktü.

Resûlullah efendimiz devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere çöktü, bir daha kalkmadı ve tatlı tatlı homurdanmaya başladı.

Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip buyurdular ki:
- İnşâallah yerimiz burasıdır. Burası kimindir?
- Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl’indir.
- Akrabâlarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?

Şeref kazansın
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri sevinçle cevap verdi:
- Buyurunuz yâ Resûlallah!
Buyurunuz ki fakîr evimiz, varlığınızla şeref kazansın. İşte hemen şuracıkta.

Sonra da ilâve etti:
- Yâ Resûlallah! Bana müsâade ederseniz, devenin üzerindekileri oraya taşıyayım.

Bundan sonra da devenin üzerindeki Resûlullah efendimizin eşyalarını indirdi.

Peygamber efendimizin mübârek anne tarafları, aslen Medîneli ve Neccâroğulları kabîlesine mensup idiler. Bu yüzden, akrabâydılar. Eşyalar hemen, evin alt katına taşındı. Böylece onüç yıllık çileli, işkencelerle dolu Mekke günleri bitmiş, huzurlu günler, güzel haftalar, nûrlu aylar, ihlâslı yıllar, büyük asırlar başlamıştı.

Peygamberimizin devesi Kusvâ’nın ilk çöktüğü yerde Mescid-i Nebî inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasîb oldu.

Hazret-i Ebû Eyyûb’un ev sahipliği kusûrsuz; fakat kendisi huzursuzdu. Çünkü Efendimiz, alt katta oturmayı tercih etmişlerdi.

Kendisinin üst katta oturması, Ebû Eyyûb hazretlerini ziyâdesiyle rahatsız ediyordu. Hele bir akşam, toprak tavana su dökülünce, ne yapacağını bilemedi. Örtündükleri tek yorganla suyu kuruladı. Aşağı damlamasına, mâni oldu. Sabaha kadar, gözlerine uyku girmedi.

Uyumamız mümkün değildir
Ertesi gün onu üzüntülü gören Allahü teâlânın Resûlü, sebebini sordular. O zaman dertli Sahâbî ricada bulundu:
- Yâ Resûlallah, merhamet buyurunuz! Lütfen, kerem edin, yukarı kata teşrîf edin! Siz aşağı katta bulunurken, bizim yukarıda uyumamız mümkün müdür?

İki cihân güneşi Efendimiz, bu hassas ve ince kalbi kıramaz idi. Yukarı kata taşınmayı kabûl ettiler. Böylece başlayan sevgili Peygamberimizin bereketli misâfirlikleri ve Hazret-i Ebû Eyyûb’un mihmândârlığı, ev sahipliği; Mescid-i Nebî yapılana kadar yedi ay kadar devam etti.

Ebû Eyyûb hazretleri, zafer kazanılan bir deniz savaşından sonra, esirler arasında bir kadının ağladığını gördü. Nöbetçilere sordu:
- Bu kadın, niçin ağlar?
- Bilmiyoruz, yâ Ebâ Eyyûb.

Kadının dilini bilen birini buldurttu. Onunla konuşturdu. Sonra tercümana sordu:
- Niçin ağlıyormuş?
- Çocuğundan ayrı kalmış efendim.

Hazret-i Ebû Eyyûb, derhal vazîfeliyi bularak dedi ki:
- Çocuğu bulun ve anasının yanına getirin. Yeter ki, anacığına kavuşsun.

Oradakiler sordular:
- Yâ Hâlid!.. O kadını tanıyor musunuz yoksa?

Allahü teâlânın Resûlünün âşığı, cevap verdi:
- Sevgili Peygamberimizden işittim ki: “Her kimse bir çocuğu, anasından ayırırsa; Cenâb-ı Hak da onu, âhıret gününde bütün sevdiklerinden ayırır.”

Yüzümü kara çıkarma
Ebû Eyyûb-i Ensârî, bir savaşta, birinin yanından geçerken, “Bir kimsenin öğle vakti yaptığı işler, akşam olunca mezardakilere gösterilir. Akşam yaptığı işleri, sabah olunca mezardakilere gösterilir” dediğini işitti. Ebû Eyyûb hazretleri o kimseye dedi ki:
- Böyle ne söylüyorsun?
- Vallahi bunu sizin için söylüyorum.
- Yâ Rabbî, sana sığınırım. Öldükten sonra, yaptıklarımdan dolayı, yüzümü kara etme.

O kimse de dedi ki:
- Allahü teâlâ kullarının kusûrlarını örter, amellerinin iyisini gösterir.

Ebû Eyyûb-i Ensârî Resûlullahın mübârek kabrine yüzünü sürdü. Biri gelip kaldırmak isteyince buyurdu ki:
- Beni bırak! Taşa, toprağa gelmedim. Resûlullahın huzûruna geldim.

Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri şöyle anlatır:
“Bir defasında Resûlullah efendimiz ile Hazret-i Ebû Bekir’e yetecek kadar yemek hazırlayıp, huzurlarına götürdüm. Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
- Yâ Ebâ Eyyûb! Ensârın ileri gelenlerinden otuz kişiyi da’vet et!

Ben yemeğin azlığını düşünürken tekrar buyurdular:
- Yâ Ebâ Eyyûb! Ensârın ileri gelenlerinden otuz kişiyi da’vet et!

Altmış kişiyi da'vet et!
Binlerce düşünce ile Ensârdan otuz kişiyi da’vet ettim, geldiler. O yemekten yediler, doydular. Bir mu’cize olduğunu anlayıp, îmânları kuvvetlendi ve bir daha bî’at edip gittiler. Sonra Resûlullah tekrar buyurdular:
- Altmış kişi da’vet et!

Ben mu’cize olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde sevinerek, altmış kişiyi Resûlullahın huzuruna da’vet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Resûlullahın mu’cizesini tasdîk ederek döndüler. Ardından tekrar buyurdular:
- Ensârdan doksan kişi çağır!

Çağırdım, geldiler. Resûlullahın emri üzerine onar onar o sofraya oturup yediler. Hepsi de bu büyük mu’cizeyi görüp, gittiler. Yemek ise benim götürdüğüm gibi, sanki hiç el sürülmemiş gibi duruyordu.”

Ebû Eyyûb-i Ensârî yine anlatır:
“Resûlullaha her gün akşam yemeği yapıp gönderirdik. Kalanını, bize geri gönderdiği zaman, ben ve Ümmü Eyyûb, Resûlullahın geri gönderdiği kalan yemeği yer ve bununla bereketlenirdik.

Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz sarmısaklı yemeği Resûlullah efendimiz geri çevirmişti. Onu yemediğini farkedince, üzüntülü olarak yanına gittim. Dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Anam babam sana fedâ olsun! Siz akşam yemeğini yemeden geri çevirdiniz. Hâlbuki ben ve Ümmü Eyyûb kalan yemeğinizle bereketlenmekteydik.

Siz onu yiyiniz!
Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
- Bu sebzede bir koku hissettim. Onun için yemedim. Ben melekle konuşan bir kişiyim.
- O yemek harâm mıdır?
- Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı yemedim.
- Senin yemediğini ben de yemem.
- Siz onu yiyiniz!

Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha Resûlullaha o sebzeden yemek yapmadık.”

Hayber gazâsından dönerken, Ebû Eyyûb hazretleri gece Resûlullah efendimizin çadırını beklemişti. Bunu gören Resûlullah efendimiz, onun için şöyle duâ etti:
- Yâ Rabbî! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru.

Resûlullah efendimiz bir kuşluk vakti, Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hazret-i Ömer-ül Fârûk ile beraber Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine gittiler. Bahçede çalışmakta olan Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, Resûlullahın mübârek sesini işitip koşarak eve geldi.

“Hoş geldiniz, yâ Resûlallah! Arkadaşlarınızla beraber safâ geldiniz” diyerek karşıladı. Bahçede çalıştığını beyân edip, hurma ağacından bir salkım kopararak geldi. Salkımda üç çeşit hurma vardı.

Sütlü hayvan kesme!
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Eyyûb! Bu salkımdaki kuru hurmaları ayır!
- Yâ Resûlallah! Emir sizindir. Ancak, size hayvan kesip, et ikrâm edeceğim.
- Eğer hayvan keseceksen, sütlü hayvan kesme!

Ebû Eyyûb-i Ensârî oğlak kesip, hanımı Ümmü Eyyûb da yarısını söğüş yaptı, diğer yarısını da kızarttı. Sıcak bir ekmek hazırladı. Etleri ekmeğin üzerine koyarak sofrayı hazırladı. Sonra Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, “Yâ Resûlallah, buyurunuz” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Eyyûb! Bu ekmek ile etten bir parça da kızım Fâtıma’ya götür. Çünkü ben biliyorum ki; epey zamandan beri Fâtıma bu yemeği yememiştir.

Emir yerine getirilip, sofra kalktıktan sonra, Peygamberimiz, “Bütün bu ni’metler, ekmek, et, hurma, ne güzel. Bu ni’metler şükür ister” buyurup ağladılar. Sonra buyurdular ki:
- Nefsim, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu ni’metler yüzünden, yarın kıyâmet gününde siz suâl olunacaksınız. Ancak, sağlığınızda elinize geçen ni’metleri yemeğe başlarken “Bismillah”, doyduğunuz zaman da “Elhamdülillahillezî eşbaanâ ve en ame aleynâ feefdale” diyerek cenâb-ı Hakka şükür ve duâ ediniz. Zîrâ, cenâb-ı Hakkın verdiği rızık, sebeple, size kifâyet eder.

Resûlullah efendimiz gitmek üzereyken de, “Yâ Ebâ Eyyûb! Yarın da sen bize gel” buyurarak da’vet etti.

Hayır iste!
Ebû Eyyûb hazretleri bu da’vete seve seve icâbet edip, Resûlullahın yanına gitti. Resûlullah efendimiz Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerini çok sevdiğinden, mükâfat olarak, bir hizmetçisini onun hizmetine vererek buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Eyyûb! Bu hizmetçi hakkında Allahü teâlâdan hayır iste. Çünkü, bu hizmetçi bizim yanımızda bulunduğu müddetçe, bundan hayırdan başka birşey görmedik.

Ebû Eyyûb Resûlullah efendimizin yanından ayrılınca; “Ben Fahr-i âlem hazretlerinin vasiyetlerinde hayır görüyorum. O sebeple bu hizmetçiden de hep hayır gördüm” demiştir.

Ebû Eyyûb-i Ensârî Peygamberimiz için, hergün bir sofra hazırlamak âdetiydi. Bu izzet ve ikrâmıyla derecesi çok yükseldi.

Hicretten 52 yıl sonra, İstanbul üzerine; İslâm seferi açıldı. Mısır’dan, Şam’dan, Arabistan’ın her yerinden; ayrı ordular geldi. Çünkü, Resûl-i ekrem efendimiz buyurmuşlardı ki:
(İstanbul elbette fetholunacaktır! Onu fetheden emîr, ne güzel emîr; fetheden asker, ne güzel askerdir.)

Üstelik hastasın!
İşte bu methedilen, övülen askerler arasına katılmak arzûsuyla Müslümanlar, akın akın İstanbul fethine koştular. O sırada, Hazret-i Ebû Eyyûb rahatsızdı. Fakat cihâd haberlerini duyduğunda, heyecanla doğruldu. Hele İstanbul gazâsını işitince, gözleri parladı. Hazırlıklara başladı. Yakınları dediler ki:
- Yâ Ebâ Eyyûb! 70 yaşını geçtin. Üstelik hastasın. Bu sefer ise, uzun ve tehlikelidir.

Hazret-i Eyyûb’un cevabı tereddütsüz ve kesin oldu:
- Cihâd ve gazâyı terketmek, daha tehlikelidir.

Sevgili Peygamberimizin Medîne’ye gelişlerinden yarım asır sonra, sevgili arkadaşları da İstanbul önlerine geldiler.

Kalın surlar dibinde Ebû Eyyûb hazretleri, vefât etmek üzeredir. Güçlükle konuşmaktadır:

- Mücâhidlere selâm söyleyiniz. Onlara Resûl-i Kibriya Efendimizden duyduğum şu mübârek sözleri bildiriniz: “Her kim, Allaha şerîk koşmadan, rûhunu teslim ederse; cenâbı Hak da onu, Cennetine koyar.”

Etrafındaki gâzi ve askerler, gizli gizli ağlıyorlardı. Ak sakallı gâzi, son bir gayretle şunları fısıldadı:
- Sizlere vasiyetim olsun:

Öldükten sonra cesedimi, burada bırakmayın! Gâzilerin girebildikleri, en uzak yere götürün! Bizans topraklarının, İstanbul’a en yakın noktasına defnedin. Zîrâ Peygamber efendimiz; “Kostantiniyye’de kalenin yanında bir racül-i sâlih defnolunacaktır” buyurmuştu.

Akşemseddîn keşfetti
Ertesi gün büyük Sahâbî, şehâdet kelimeleri arasında temiz rûhunu, yüce Allaha teslim etti. Sevgili Resûlullaha kavuştu. Vasiyeti aynen yerine getirildi...

Bizanslılar tarafından bile mukaddes bilinen kabr-i şerîfi, 800 yıldan fazla gizli kaldı. Tâ ki İstanbul, Müslüman Türklerce fethedilene kadar.

Yüce Allahın izniyle, o güzel emîr, Fatih Sultan Mehmed Hân ve o güzel asker, Osmanlı Türkleri oldular. 1453 yılında Ulubatlı Hasan, karanlık surlara; ışıklı İslâm sancaklarını dikti.

İşte ancak o zaman, 800 yıldır bekleyen sabırlı Ebû Eyyûb hazretlerinin yüzü nûrlandı. Kendisini gönülden arayan Fâtih’in hocası Akşemseddîn’e tebessüm etti. Bugünkü gibi, Haliç ucundaki tepede, nûr şeklinde tecellî etti. Kabrinin yeri tesbit edildi.

Allahın en sevgili kulu ve Peygamberine, ev sahipliği yapan Hazret-i Ebû Eyyûb; şimdi de bizlere ev sahipliği yapmaktadır.

Hazret-i Ebû Eyyûb Akabe’de, Allah Resûlünün ellerini tutarak, Bî’at etti. İslâmiyetle şereflendi. Medîne’ye döndüğü zaman bütün ailesi ve kabîlesi Müslüman oldular.

Başta Bedir ve Uhud olmak üzere, bütün savaşlara katıldı. Zaten kendisi namaz ve cihâd ibâdetlerinde, çok titizlik gösterirdi.

Niçin bu kadar geciktirdiniz?
Bir ara Mısır’a gitti. Bir akşam vâli olan Ukbe bin Âmir; namaza geç kaldı. Vakti içinde, fakat geç olarak namazı kıldırdı. Ebû Eyyûb hazretleri namazdan sonra vâliye şunları söyledi:
- Ey Ukbe! Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki: “Akşam namazını, yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar geciktirmeyiniz...”

Ukbe, “Evet” diye cevap verince, sordu:
- Öyleyse akşam namazını niçin bu kadar geciktirdiniz?

Ukbe, meşgûliyeti sebebiyle bu gecikmenin olduğunu söyleyince, “Yemîn ederim ki, senin bu yaptığını görerek, halkın, Resûlullah efendimizin de böyle yaptığını zannetmesinden endişe ederim” buyurarak vâliyi îkaz etti.

Ebû Eyyûb hazretlerinin bildirdiği bir Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Kıyâmet günü Eshâbımdan herbiri, kabirlerinden kalkarken, vefât ettiği memleketin bütün mü’minlerinin önüne düşerek ve onlara nûr ve ışık saçarak, onları Arasat meydanına götürür.)

İstanbul’un ma’nevî fâtihi olan Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin asıl ismi Hâlid, babasının ismi Zeyd, annesi Rebia kızı Hind, Künyesi Ebû Eyyûb’dur. Türkler arasında Eyyûb Sultan olarak tanınır. Hanımı Ümmü Eyyûb da, Peygamber efendimize hizmetle şereflendi.

Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde bir kızı vardı.

Medîneli Eshâbın en büyüklerindendir. Gerek babası, gerekse ana tarafı, Hazrec kolundandırlar. Kendisi Neccâroğulları kabîlesinin reisi idi. Birçok savaşta sancaktarlık da yaptı. Bu sebeple Sancaktar-ı Resûlullah diye de tanındı.

Sevgili Peygamberimizin öz dedesi Abdülmuttalib’in ana tarafı, Neccâroğulları’na mensup idi. Bu yüzden bu kabîle, Efendimizin dayıları olurlar.

Câmi ve türbesi hemen yapıla!
Akşemseddîn tarafından kabri tesbit edildiğinde, Fetihler Babası Gazi Mehmed Hân buyurdu:
- Câmi ve türbesi, hemen yapıla! Cümle Müslümanlar beş vakit, İstanbul’un ma’nevî fâtihine duâ edeler!

Yapılan Eyyûb Sultan Câmiine 1723’te iki minâre ilâve edildi ve 1800 senesinde üçüncü Selim Hân tarafından yeniden yaptırıldı. İlk Cum’a namazında Sultan da bulundu. Osmanlı Pâdişâhları bu câmi önünde kılıç kuşanırlardı.

Hazret-i Ebû Eyyûb, yedi ay Allahü teâlânın Resûlüne ev sahipliği yaptı. Vefâtından sonra ise, İstanbul’un sahipliğini yapmaktadır. Ne mutlu bizlere...

Osmanlı devrinde ve günümüzde Hacı adayları, önce Ebû Eyyûb (Sultan) türbesini ziyâret ederler; sonra Mukaddes topraklara giderler...

Siz de çok sıkıldığınız zaman, orayı ziyâret ederek duâ ediniz.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:21:38
Ebû Hüreyre  

En çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahâbî.

Ebû Hüreyre Hicretin 7. senesinde Müslüman oldu. Gençliğinde fakîrlik ve sıkıntı içinde yaşamıştır. Müslüman olduğunda 30 yaşını geçmişti. Yemen’deki Devs kabîlesinin ileri gelenlerinden ve meşhûr şâir olan Tufeyl bin Amr vâsıtasıyla Müslüman oldu.

Tufeyl bin Amr, Peygamber efendimizin duâsı ve emri üzerine kabîlesini İslâma da’vet edince, ilk kabûl eden Ebû Hüreyre oldu. Bundan sonra Tufeyl bin Amr, îmân edenlerle birlikte Yemen’den ayrıldı. Yetmiş kişiden fazla Müslüman, bir kâfile hâlinde Medîne’ye geldiler.

Ey yolculuk gecesi!
Ebû Hüreyre bir an önce Peygamberimizi görmek, O’na kavuşmak aşkıyla yanıyordu. Yolculuğun uzun sürmesinden sıkılıyor, sabırsızlanıyor;
- Ey yolculuk gecesi! Bıktım yolun uzunluğundan ve sıkıntısından. Fakat bu yolculuktur kurtaran beni, küfür inkâr yurdundan, ma’nâsında şiirler söylüyordu.

Kâfile, Medîne’ye geldiği sırada, Peygamber efendimiz Hayber’in fethine gitmişti. Ebû Hüreyre bu gelişini şöyle anlatmıştır:
“Resûlullah efendimiz Hayber’de bulunduğu sırada, Medîne’ye muhâcir olarak geldim. Sabah namazını Resûlullahın vekil bıraktığı Siba’ bin Urfuta’nın arkasında kıldım. Birinci rek’atta Meryem sûresini, ikinci rek’atta Mutaffifîn sûresini okudu. Namazdan sonra Siba’ bin Urfuta’nın yanına vardık. Bize bir miktar yiyecek ikrâm etti.”

Bundan sonra Medîne’ye gelen bu kâfile, doğruca Hayber’e hareket etti. Oraya vardıklarında Peygamberimiz Natat kalesini fethetmiş, Kâtibe kalesini de kuşatmıştı. Resûl-i ekremin yanına vardıklarında Ebû Hüreyre’ye bakıp:
- Sen kimlerdensin? buyurdu.
- Devs kabîlesindenim!
- Devs içinde kimi gördümse, onda hayır gördüm.

Bundan sonra Ebû Hüreyre, Resûlullah efendimize bî’at etti. Eliyle müsâfeha ederek, bağlılığını bildirdi.

Ebû Hüreyre, yolda gelirken kölesini kaybetmişti. Resûlullahın huzûrunda otururken kölesi çıkageldi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- İşte kölen geldi!

Bunun üzerine Ebû Hüreyre dedi ki:
- Şâhid olun ki, o, hürdür. Ben onu Allah rızâsı için azâd ettim.

Fakîr bir kimseydim
Hayber’in fethinden sonra Peygamber efendimiz, Ebû Hüreyre’ye Hayber’de alınan ganîmetlerden hisse verdi. Sonra Medîne’ye döndüler. Bundan sonra Ebû Hüreyre Yemen’e dönmeyip Medîne’de kaldı. Gece gündüz Resûlullah efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Peygamberimizin vefâtına kadar dört sene böyle devam etti. Yemen’den gelen annesi de yanında kalmakta idi. Ebû Hüreyre şöyle demiştir:
- Benim çok hadîs rivâyet etmemin sebebi şudur: Ben fakîr bir kimseydim. Belli bir işim yoktu. Her zaman Resûlullah efendimize hizmet ediyordum. Muhâcirler çarşıda, pazarda alış-verişle; ensâr da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Resûlullah efendimizin yanında bulundum. Dolayısıyla diğerlerinden daha çok şey duydum.

Kedicik babası
Ebû Hüreyre bir gün kaftanının içinde küçük bir kedi taşıyordu. Resûlullah efendimiz onu gördü. Buyurdu ki:

- Nedir bu?
- Kedicik.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ona;
- Yâ Ebâ Hüreyre, [ya’nî, Ey kedicik babası] buyurdu.

Ebû Hüreyre bundan sonra bu isimle meşhûr olup, esas ismi unutuldu.

Örtünü uzat!
Peygamberimizin yanında devamlı bulunduğu için, pek çok hadîs-i şerîf işitmiş ve rivâyet etmiştir.

Bir gün Peygamberimize demişti ki:

- Yâ Resûlallah! Senden işittiklerimi hafızamda fazla tutamıyorum.

Bunun üzerine Peygamberimiz, “Örtünü uzat!” buyurdu. O da ridâsını uzattı. Resûlullah efendimiz, ona duâ etti. İki mübârek eliyle üç defa bir şeyler saçar gibi yaptı ve, “Örtünü göğsüne sür!” buyurdu.

O da sürdü. Böylece Allahü teâlâ ona öyle bir hafıza ihsân etti ki, işittiği hiçbir şeyi unutmadı. Ömrü de uzun oldu. Çok hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Ebû Hüreyre, bilmediği ve öğrenmek istediği her şeyi, bizzat Peygamberimizden sorup öğrenmiştir.

Ebû Hüreyre, dört sene gibi bir zaman içerisinde, gece-gündüz Resûlullahın huzûrundan ayrılmamış, bütün işini, gücünü bırakmış, hep Peygamberimizin buyurduklarını dinleyip, ezberlemiştir. Hattâ günlerce aç kaldığı hâlde, dîni öğrenme gayretiyle buna katlanmıştır. Bu husûsta kendisi şöyle anlatmıştır:
“Bir gün açlığa dayanamı*** evimden çıkıp mescide gittim. Günlerce bir şey yememiştim. Oraya varınca, bir grup Eshâbın da orada olduğunu gördüm. Yanlarına varınca dediler ki:
- Bu saatte niçin geldin Yâ Ebâ Hüreyre?
- Açlık beni buraya getirdi.
- Biz de açlığa dayanamı*** buraya geldik.

Bunun üzerine hep birlikte Resûlullahın huzûruna gittik. Huzûruna varınca, buyurdu ki:
- Bu saatte buraya gelmenizin sebebi nedir?
- Açlık yâ Resûlallah!

Niçin onu da yemedin?
Peygamber efendimiz bir tabak hurma getirdi. Hepimize ikişer tane hurma verdi. Ben birini yedim, birini sakladım. Resûlullah bana buyurdu ki:
- Niçin onu da yemedin?
- Birini anneme ayırdım.
- Onu da ye, sana annen için iki tane daha vereceğiz.

Sonra annem için iki tane daha verdiler.”

Hazret-i Ebû Hüreyre şöyle anlatır: “Bir gün Resûlullah efendimize bir kâse süt hediye getirildi. Ben o gün çok açtım. Resûlullah efendimiz bana buyurdu ki:
- Git Eshâb-ı Soffayı çağır!

Sen de iç!
Çağırmaya gittim. Giderken, “Bu sütün hepsi bana ancak yeter” diye hatırımdan geçti. Eshâb-ı Soffayı çağırdım, yüz kişi kadar vardı. Resûlullah efendimizin emri üzerine, o süt kâsesini alıp her birine ayrı ayrı verdim. Hepsi doyasıya içti. Resûlullahın mu’cizesi olarak süt hiç eksilmiyordu. Sonra Resûlullah efendimiz buyurdu:
- Ben ve sen kaldık, sen de iç!

Ben de biraz içtim. Tekrar, “İç!” buyurdular. Tekrar içtim. İçtikçe, “İç” buyurdular. O kadar içtim ve doydum ki, artık hiç içecek hâlim kalmadı. Sonra da kâseyi alıp, Resûlullah efendimiz de içti.”

Hazret-i Ebû Hüreyre, Müslüman olduktan sonra, annesinin de Müslüman olmasını çok istiyor, bunun için çok uğraşıyordu. Fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Bu husûsta şöyle anlatmıştır:
“Bir gün Peygamberimizin huzûruna gidip dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Annemi İslâma da’vet ediyorum, bir türlü kabûl etmiyor. Bugün de Müslüman olmasını söyledim. Bana hoş olmayan sözlerle karşılık verdi, kabûl etmedi. Hidâyete kavuşması için duâ buyurunuz.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, “Allahım Ebû Hüreyre’nin annesine hidâyet ver!" diye duâ buyurdu. Duâyı alınca sevinerek eve gittim. Eve varınca annem, “Yâ Ebâ Hüreyre, ben Müslüman oldum” dedi ve Kelime-i şehâdeti söyledi. Ben sevincimden yerimde duramıyordum. Tekrar Resûlullahın huzûruna koştum, sevincimden ağlayarak annemin Müslüman olduğunu müjdeledim. Dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Annemi ve beni mü’minlerin sevmesi için, bizim de müminleri sevmemiz için duâ ediniz.

Resûlullah efendimiz, “Allahım, şu kulunu ve annesini mü’min kullarına, mü’minleri de onlara sevdir” buyurarak duâ etti. Artık beni bilen ve gören her mü’min sevdi.”

Âhıret azığı
Hazret-i Ebû Hüreyre, Peygamberimizden bizzat öğrendiği din bilgilerinin ve işittiği hadîs-i şerîflerin, İslâm dünyasına yayılması husûsunda çok büyük hizmet yapmıştır. Her Cum’a günü namazdan önce hadîs-i şerîf dersleri verirdi. Hadîs-i şerîf öğrenmek için gelenler onun etrafında toplanırlardı. Onun ders meclisi pek geniş olup, birçok kimse ondan ilim öğrenip, ilimde yükselmiş ve hizmet etmiştir.

İbâdetlerde çok ihtiyatlı hareket ederdi. Hep abdestli bulunur ve “Resûlullah, Abdestli olan vücut a’zâsına Cehhennem ateşi dokunmaz, buyurdu” derdi.

Hazret-i Ebû Hüreyre, ölümü yaklaştığında ağlamıştı. Sebebi sorulunca demişti ki:
- Âhıret azığının azlığından ve yolculuğun zorluğundan.

Şakya Eshahi şöyle rivâyet etmiştir: “Bir defasında Medîne’ye Ebû Hüreyre’yi ziyâret için gelmiştim. Ebû Hüreyre, Resûlullahın kıyâmet gününe dâir bir hadîs-i şerîfini rivâyet ederken, birdenbire feryât edip, kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince, neden böyle yaptığını sordum. Dedi ki:
- Kıyâmet günü için Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

(Kıyâmet günü, Allahü teâlânın insanları hesâba çekeceği gündür. Kur’ân-ı kerîme, O’nun emirlerine uyanlar makbûl olup, uymayanlar cezâlandırılacaktır. Kur’ân-ı kerîmi bilip okuyan, öğrenip öğretenlerden amel etmeyenlerin vay hâline!..)

Bana nasib eyle
Kur’ân-ı kerîmde insanlara emirler vardır. Fakîri himâye etmek, sadaka vermek, akrabayı ziyâret etmek... Bunların hepsini yerine getirmek gerekir. İşte bunun için kıyâmet gününden korkarım.”

Ömrünün son günlerinde, 678 yılında hastalandı. Hastalığını duyanların ziyârete gelmesiyle büyük bir kalabalık toplandı. Bu hastalığı sırasında, “Allahım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasîb eyle” demiştir.

Ebû Hüreyre şöyle anlatır:
Biri Resûlullah efendimize gelerek dedi ki:
- Ey Allahın Resûlü, kime iyilik edeyim?

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Annene.
- Sonra kime?
- Annene.
- Sonra kime?
- Annene.

Adam tekrar, “Sonra kime?” diye sordu. Peygamber efendimiz bu sefer, “Babana” buyurdu.

Biri, Ebû Hüreyre’ye dedi ki:
- İlim öğrenmek isterim, fakat sonra kaybederim diye korkuyorum.Bunun üzerine Ebû Hüreyre şöyle cevap verdi:
- Asıl ilmi kaybetmek, bu düşünce ile onu öğrenmemektir.

Dostlarımı sevdin mi?
Ebû Hüreyre buyurdu ki:
- Kur’ân-ı kerîm okunan eve bereket, iyilik gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. Kıyâmet günü, kul, Allahü teâlânın huzûruna getirildiğinde, cenâb-ı Hak ona buyuracak ki:
“Ey kulum, sen benim için dostlarımı sevdin mi? Tâ ki, ben de, o dostlarım için seni seveyim.

Ebû Hüreyre buyuruyor ki:
Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:
(Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emrettiğini, mü’minlere de emretti ve buyurdu ki: Ey Peygamberlerim! Helâl yiyiniz, sâlih ve iyi işler yapınız! Mü’minlere de emretti ki: Ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz!)

Ebû Hüreyre buyurdu ki:
Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sahipleridir.Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiçbir namazı kabûl olmayan kimse, rükü ve secdelerini tamam yapmayan kimsedir.

Eshâb-ı kirâmdan bir zât, Zeyd bin Sâbit’e gelerek, ona bir mesele sordu. O da Ebû Hüreyre’ye gitmesini söyledi ve şöyle devam etti:
- Çünkü bir gün ben, Ebû Hüreyre ve bir başka sahâbî Mescidde oturuyorduk. Duâ ve zikirle meşguldük. O sırada Resûlullah efendimiz geldi, yanımıza oturdu. Buyurdu ki:
- Her biriniz Allahtan bir istekte bulunsun!

Kuvvetli bir hâfıza dilerim
Ben ve arkadaşım, Ebû Hüreyre’den önce duâ ettik. Peygamber efendimiz de bizim duâmıza “âmin” dediler. Sıra Ebû Hüreyre’ye geldi. O da şöyle duâ etti:

Allahım, senden, iki arkadaşımın istediklerini ve de kuvvetli bir hafıza dilerim.

Resûlullah efendimiz bu duâya da “âmin” dediler. Biz de dedik ki:
- Ey Allahın Resûlü, biz de Allahtan kuvvetli bir hafıza isteriz.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Devsli genç sizden önce davrandı.

Ebû Hüreyre’nin herhangi bir hadîste yanıldığı vâki değildir. Medîne vâlisi Mervân bin Hakem, kendisini huzûruna çağırıp birçok hadîs-i şerîf sordu. Bunu bir yere yazdı. Bir yıl sonra bu hadîsleri Ebû Hüreyre’ye sorduğunda hadîsleri aynen eksiksiz olarak bildirdi.

Ebû Hüreyre, birgün Peygamber efendimize sordu:
- Kıyâmet günü şefâ’ate kavuşacaklar kimlerdir yâ Resûlallah?

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Ey Ebû Hüreyre, senin hadîse karşı çok istekli olduğunu bildiğim için, hiç kimsenin senden önce bu suâli bana sormayacağını biliyordum. Kıyâmet günü benim şefâ’atime kavuşacak olan kimse, hulûs-i kalb ile “Lâ ilâhe illallah” diyen kimse olacaktır.

Hazret-i Ebû Hüreyre talebelerine hadîs rivâyet ederken, “Kim bilerek bana yalan isnâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın” hâdisini okur, sonra hadîs nakletmeye başlardı.

Resûlullah efendimiz bir gün, Eshâb-ı kirâma sordular:
- Sizlere birkaç kelime öğreteyim mi? İçinizden, onunla amel edecek ve öğrenecek kimdir?

Az olsa da razı ol
Ebû Hüreyre cevap verdi:
- Benim yâ Resûlallah.

Resûlullah efendimiz, onun elinden tutarak buyurdu ki:
- Allahü teâlânın harâm kıldığı, yasak ettiği şeylerden sakın, insanların en âbidi, en çok ibâdet edeni olursun!

Allahü teâlânın sana verdiği şeye, her ne kadar az olsa da râzı ol, Allahü teâlânın, kalb zenginliği verdiği insanların en zengini olursun! Komşuna kalben ve fiilen ihsân ve yardımda bulun, kâmil bir mü’min olursun! Kendi nefsin için neyi seversen, herkes için de onu sev, kâmil bir Müslüman olursun!

Hazret-i Ebû Hüreyre’nin dört oğlu ile bir kızı olmuştur. Kızı Tâbiînin büyüklerinden Sa’îd bin Müseyyib’le evlenmiş, oğulları da az da olsa hadîs rivâyetiyle meşgul olmuşlardır. Ebû Hüreyre aynı zamanda Hazret-i Osman ile bacanak olmuştur.

Ebû Hüreyre buyuruyor ki: “Bir gazâda aç kalmıştık. Resûlullah efendimiz bana buyurdu ki:
- Bir şeyler var mı?
- Evet yâ Resûlallah! Torbamda bir miktar hurma var.
- Onu bana getir!
Azık torbana koy!

Getirdim. Mübârek elini torbama soktu ve bir avuç hurma alarak, yere serdiği mendil üzerine koydu ve bereket için duâ buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm gelip, ondan yediler ve doydular. Sonunda bana buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Hüreyre! Sen de bu mendildeki hurmadan bir avuç al ve azık torbana koy!

Bir avuç aldım ve torbama koydum. Torbamda bu hurmalar hiç tükenmedi. Resûlullahın hayâtında ve daha sonra, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’ın hilâfetleri zamanlarında hem yedim, hem de ikrâm ettim. Yine bitmedi.

Ne zaman ki, Osman-ı Zinnûreyn halîfe iken, şehîd edildi, azık torbam çalındı.”

Ebû Hüreyre Medîne vâlisi iken odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd bunu tanı***, yanındakilere dedi ki:
- Yol verin, emîr geliyor!

Gençler, vâlînin böyle tevâzuuna hayret ettiler. Ebû Hüreyre onlara şöyle dedi:
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i İlâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu.)

(Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibirsizlik alâmetidir.)

Ebû Hüreyre şöyle anlatır: “Resûlullah efendimiz ile oturuyorduk. İçimizden birisi kalkıp gitti. Bunun üzerine denildi ki:
- Yâ Resûlallah! Herhalde rahatsız olup gitti.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Arkadaşınızı gıybet ettiniz, etini yediniz.”

Sen daha iyi bilirsin
Ebû Hüreyre buyuruyor ki:
Resûlullah efendimize biri gelip dedi ki:
- Bir altınım var, ne yapayım?
- Bununla kendi ihtiyaçlarını al!
- Bir altınım daha var.
- Onunla da çocuğuna lâzım olanları al!
- Bir daha var.
- Onu da, âilenin ihtiyaçlarına sarfet!
- Bir altın daha var.
- Hizmetçinin ihtiyaçlarına kullan!
- Bir daha var.
- Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin!

Yine Ebû Hüreyre hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfte;
- Bir zaman gelir ki, Müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. Dinlerinin emirlerini bırakıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur’ân-ı kerîmi mizmârlardan, ya’nî çalgılardan, şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara la’net eder. Azâb verir! buyuruldu.

Peygamber efendimiz Ebû Hüreyre’ye sık sık nasîhat ederek buyururdu ki:
- Yâ Ebâ Hüreyre! Benim ile Arş gölgesinde gölgelenmek istersen, her gün yüz defa salevât-ı şerîfe getir! Mahşerde benim havzımdan içmek istersen, mü’min kardeşinle üç günden fazla dargın durma!

- Yâ Ebâ Hüreyre! Mü’minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna harcar ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz.

Oruç benim içindir
- Yâ Ebâ Hüreyre! Oruç tuttuğun vakit, orucunu erken aç! Ya’nî akşam olduğu anlaşılınca, hemen iftâr eyle! Benim ümmetimden hayırlı o kimsedir ki, iftârda acele eder ve sahur yemeğini geç yer. Zîrâ sahurda çok rahmet ve bereket vardır.

Ve benim ümmetim Ramazan-ı şerîfin orucunu güzel ve tam olarak tutsa, Hak teâlâ hazretlerinin bayram gecesi vereceği sevâbı, ni’met ve ihsânı, kendi zatından başkası bilmez. Hak teâlâ hazretleri, azametiyle buyurur ki: “Oruç benim rızâm içindir, vereceğim sevâbı da kendim bilirim.”

- Yâ Ebâ Hüreyre! Allahtan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allaha tevekkül eyle! Bir arzûn varsa, Allahü teâlâdan iste! Allahü teâlânın âdet-i İlâhiyyesi şöyle cârî olmuştur ki; her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.

- Yâ Ebâ Hüreyre! Sapıtana doğru yolu göster, câhile ilim öğret, böylece sana şehîdlik mertebesi verilir.

- Yâ Ebâ Hüreyre! Her kim, günde yirmibeş defa bu duâyı okursa, Hak teâlâ, o şahsı âbidler zümresinden yazar. Duâ şudur: “Allahümmagfir lî ve li- vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimât el ahyâ-i minhüm vel emvât bi-rahmetike yâ erhamerrâhimîn.”

Ebû Hüreyre buyurdu ki:
Bir gazâda, Resûlullah efendimize, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik.
- Ben, la’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim, buyurdu ve Enbiyâ sûresinin “Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik” meâlindeki 107. âyetini okudu.

Onu korurum
Ebû Hüreyre hazretleri ibâdetlerine çok dikkat ederdi. Farz ibâdetlerden sonra nâfile ibâdetlere de devam ederdi. Mutlaka gece namazı da kılardı. Buyurdu ki:
- Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:
(Allahü teâlâ buyurdu ki: Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle herşeyi tutar, benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum.)
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:23:21
Ebû Katâde

Resûlullahın süvârilerinden.

Peygamber efendimizin develerini Medîne’de otlağa götürme vazîfesini, bir çobanla birlikte Peygamberimizin hizmetçisi Rebâh üzerine almıştı. Gâbe dağının yokuşuna vardıkları zaman, Gatafan ve Fezârîlerden kırk atlı baskın yaparak, Ebû Zer’in oğlunu şehîd ettiler ve develeri götürdüler.

Sabahleyin durumu öğrenen Seleme bin Ekvâ, hemen Rebâh’ı Medîne’ye haber vermek için gönderdi. Kendisi de yüksekçe bir yerden yardım çağrısında bulundu ve gelecek yardım kuvvetini beklemeden, tek başına eşkıyânın ardına düştü.

Allah yardımcın olsun!
Nihâyet onlara yetişti. Vuruşmaya başladılar. Onlardan birçoğunu öldürdü. Ancak, eşkıyâ grubu develerin bir kısmını bırakarak, orada bulunan dağ geçidine doğru çekilip, kendilerini emniyete aldılar.

Durumu haber alan İslâm süvârileri, Peygamber efendimizin yanında toplandılar. Bu sırada, Ebû Katâde başını yıkamakla meşguldü. O anda atı kişnemeye ve ayaklarını yere vurmaya başladı. Ebû Katâde başını yıkamayı bırakarak dedi ki:
- Vallahi bu at, süvâri kokusu almıştır. Bu hazırlanmış savaşa işârettir.

Hemen atına binerek Resûlullahın yanına gitti. Resûlullah efendimiz onu görür görmez buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Katâde! Hemen hareket et! Allah yardımcın olsun!

Ebû Katâde, diğer süvârileri toplayarak müşriklere yetiştiler ve eşkıyâlara hücûm ettiler. Ancak Abdurrahman El-Fezârî, Muhriz bin Nadre’yi şehîd etti. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Katâde bu azılı düşmana saldırarak, onu öldürdü.

Bundan sonra müşrikleri takibe devam eden Hazret-i Ebû Katâde duraklamadan üzerlerine saldırdı. Reisleri olan Mes’ade’yi öldürdü. Bu adamı kendisinin öldürdüğünü belli etmek için de kaftanını çıkarıp, üzerine örttü. Ebû Katâde diyor ki:
“Sonra ilerledim. Mes’ade’nin yeğeninin üzerine yürüdüm. Kendisi on yedi kişilik bir süvâri müfrezesinin içinde belli oluyordu. Onu mızrakladım. Yanında bulunan süvâriler bozulup dağıldılar.”

Ebû Katâde ölmedi
Peygamberimizle birlikte gelen Sahâbîler, Ebû Katâde’nin, öldürdüğü Mes’ade’nin üzerine örttüğü kaftanını görünce tanıdılar ve dediler ki:
- Ebû Katâde öldürülmüş. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn.

Peygamberimiz ise şöyle buyurdu:
- Hayır, Ebû Katâde öldürülmemiştir. Bu ölen kimse, Ebû Katâde’nin öldürdüğü bir müşriktir. Ebû Katâde, onu, kendisinin öldürdüğü bilinsin diye kendi kaftanını onun üzerine örtmüştür. Allahü teâlâ, Ebû Katâde’yi rahmetiyle esirgesin. Beni Peygamberlikle şereflendiren Allaha yemîn ederim ki, Ebû Katâde şiir okuyarak müşriklerin ardına düşmüştür.

Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer koşarak ölü üzerindeki örtüyü açtılar. Ölünün Mes’ade olduğunu gördüler.

Ebû Katâde’nin müşriklerin reislerini öldürmesi netîcesinde, İslâm mücâhitleri müşrikleri bozguna uğrattılar.Develerin on tanesini kurtardılar. Ebû Katâde Peygamberimizin yanına. geldiğinde, Resûlullah efendimiz ona bakarak şöyle duâ etti:
- Ey Allahım! Onun saçına ve derisine bereket ver. Onu zinde yaşat ve murâdına erdir.

Daha sonra, “Mes’ade’yi sen mi öldürdün?” diye sordular. Ebû Katâde, “Evet, yâ Resûlallah!” dedi. Peygamber efendimiz onun yüzündeki yara izini gördü ve buyurdu ki:
- Yanıma yaklaş!

Süvâri ve piyâdelerin en hayırlısı
Ebû Katâde Resûlullahın yanına yaklaştı. Peygamberimiz onun yarasına mübârek ağız suyundan sürdü. Netîcede Ebû Katâde’nin hiçbir ağrısı ve sızısı kalmadı.

Mücâhidler Medîne’ye dönerlerken, Peygamberimiz, Ebû Katâde’yi ve Seleme bin Ekvâ’yı şöyle takdir ve taltif etti:
- Bugün süvârilerin en hayırlısı Ebû Katâde, piyâdelerin en hayırlısı da Seleme idi.

Ebû Katâde birçok seriyyelere iştirâk etti. Bunların bir kısmında kumandan mevkiinde, bir kısmında süvâri olarak bulunmuştur. Hicretin sekizinci senesinde 15 kişilik bir keşif kuvvetinin başında Hadre tarafına gönderildi. Hadre havâlisinde Gatafan kabîlesi bulunuyordu. Bunlar zaman zaman Müslümanların bulunduğu yerlere baskınlar düzenler, yağma ederler ve Müslümanları rahatsız ederlerdi. Resûlullah efendimiz, Ebû Katâde’yi gönderirken şu tavsiyede bulundu:
- Geceleri yürüyüp, gündüzleri gizleniniz! Dağınık düzenle, dört taraftan kuşatarak, Gatafanlara birden baskın yapınız! Kadınları ve çocukları öldürmeyiniz!

Ebû Katâde, Resûlullahın emirlerine harfiyen uydu. Çok tedbirli hareket etti. Hadre’ye vardığında, mücâhidleri ikişer ikişer gruplara ayırdı. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmelerini ve yasaklarından kaçınmalarını tavsiye etti ve devamla şunları söyledi:
- Ölmedikçe kimse arkadaşından ayrılmayacak! Dönünce arkadaşı hakkında bana bilgi verecek! Arkadaşından sorulduğunda, “Onun hakkında bilgim yok” demeyecek! Ben tekbîr getirdiğim zaman, siz de tekbîr getireceksiniz! Kaçan düşmanı kovalamak için birlikten ayrılmayacaksınız!

Ganîmetle döndü
Ebû Katâde bunları söyledikten sonra tekbîr getirerek Gatafanlılar üzerine hücûm ederek, onları muhâsara etti. Gatafanlıları çok sıkı bir şekilde baskı altına aldı. Sonunda Gatafanlılar mallarını bırakarak kaçtılar. Ebû Katâde elde ettiği ganîmetlerle geri döndü. Ganîmetlerin beşte biri Resûlullaha arz edildikten sonra, geri kalanı mücâhitler arasında dağıtıldı.

Aynı senenin Ramazan ayı idi. Batnı Eham, Zi Merve taraflarında yine eşkıyâ meselesi vardı. Hazret-i Ebû Katâde bunun için gönderildi. Oralardaki eşkıyâyı temizleyerek emniyet ve huzûru temin etti. Bu hâdiselerin peşinden Mekke fethine ve Huneyn seferine katıldı.

Ebû Katâde Tebük gazvesinde de bulundu. Bu seferde Resûl-i ekrem efendimizin yanıbaşında yürüyordu. Resûlullah efendimiz binekleri üzerinde idiler. Peygamber efendimiz bir ara Eshâb-ı kirâma:
- Yarın su bulamazsanız, susuzluğa uğrayacaksınız, buyurarak ihtiyâtlı olmalarını hatırlattı.

Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm su aramaya çıktılar. Ebû Katâde ise Peygamberimizin yanından ayrılmadı. O susuzluğa tahammül eder, fakat Resûlullaha bir zarar gelmesine tahammül edemezdi.

Allahü teâlâ seni muhâfaza etsin!
Resûlullah efendimiz gece bir ara develerinin üzerinde uyudular. Bu sırada uyku hâliyle biraz eğilmişlerdi. Ebû Katâde gidip, Resûlullahın mübârek vücudunu kaldırıp doğrulttular.

Biraz sonra, mübârek bedenleri tekrar eğilmiş, düşecek bir vaziyet almıştı. Hazret-i Ebû Katâde tekrar Resûlullahı kaldırdı. Bu defa Resûlullah efendimiz uyandılar. Resûlullah efendimiz Ebû Katâde’ye şöyle duâ buyurmuşlardı:
- Yâ Ebâ Katâde! Sen Allahın Resûlünü muhafaza ile meşgul oldun, Allahü teâlâ da seni muhâfaza etsin!

Bunun gibi Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafında pervane olmuşlar, onun her sözünü, her hareketini ve tavrını, kendilerinden sonrakilere titizlikle, emânet eder gibi aktarmışlardır.

Ebû Katâde, İslâm kardeşliğini, yaşayışı ile bilfiil gösteren bir sahâbîdir.

Bir gün bir cenâze getirildi. Peygamber efendimizden namazını kıldırması istendi. Fakat Resûlullah efendimiz, onun borcu olup olmadığını sordu. İki altın borcu olduğu söylenince, Peygamber efendimiz tekrar, borcu için karşılık bırakıp bırakmadığını sordu. Bir şey bırakmadığı bildirildi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki;
- Götürün, namazını siz kılınız!

Orada bulunanlardan Ebû Katâde dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Onun borcunu ödemeyi ben üzerime alıyorum.
- Bu iki altın borç, senin üzerine oldu mu ve meyyit borçtan kurtuldu mu?

Ebû Katâde, “Evet” deyince, Resûlullah efendimiz cenâze namazını kıldırdı. Böylece Ebû Katâde, o zâtın Resûlullah tarafından cenâze namazının kılınmasına ve saâdete kavuşmasına vesîle oldu.

Gözünü güzel eyle!
Uhud gazâsında Ebû Katâde’nin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullaha getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup buyurdu ki:
- Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!

Bunun üzerine gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan daha kuvvetli görürdü.

Ebû Katâde’nin torunlarından biri, halîfe Ömer bin Abdülazîz’in yanına gelmişti. Ona, “Sen kimsin” dedi.

Bir beyit okuyarak, Resûlullahın mübârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halîfe bu beyitleri işitince, kendisine ziyâdesiyle ikrâmda ve ihsânda bulundu.

Ebû Katâde hazretleri, Vedâ Haccına Resûl-i ekremle birlikte gitti. Medîne’ye dönünce Resûl-i ekrem âhırete teşrif buyurdular. Resûl-i ekremden sonra Hulefâ-i Râşidîn devirlerini de gördü. Hz Ömer zamanında İran seferlerine katılarak, Fars bölgesi hâkimini öldürmüş ve onun üzerindeki zırh kendisine ganîmet olarak verilmiştir.

Hazret-i Ali’nin devrinde bir ara Mekke vâliliği yapmış, sonra yerine Kusem İbni Abbâs tayin edilmiştir. Bundan sonra Hazret-i Ali’nin yanında kaldı, 658 senesinde Hâricîlerle yapılan Nehrevan muharebesine katılarak, Hazret-i Ali’nin piyâde kuvvetleri kumandanlığını yapmıştır.

Resûlullahın duâsını aldı
Hazret-i Ebû Katâde, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çok ehemmiyet verir, Resûl-i ekremin sünnet-i seniyyesine son derece riâyet ederdi. Onun gönlü Resûl-i ekremin sevgisiyle dolup taşardı. Hattâ Resûlullahın yüksek duâlarına da kavuşmuşlardı. Ebû Katâde 170 civârında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

Hadîs rivâyet ederken son derece dikkatli ve titiz hareket eder, ufak bir hatâ olmasından çok sakınırdı. Bu konuda Resûl-i ekremden şu hadîs-i şerîfi bildirmiştir:
(Ey insanlar! Benden çok hadîs rivâyet etmekten sakınınız! Benden bir sözü nakleden, sadece hakkı ve doğruyu söylesin! Bana, söylemediğim bir sözü nisbet eden, söyledi diyen, kendine Cehennemden yer hazırlamış olur.)

Ebû Katâde şöyle anlatır: Resûlullah efendimizin yanından bir cenâze geçirdiler. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Rahata ermiş veya kendisinden kurtulunmuş.

Eshâb-ı kirâm sordular:
- Bu rahatlayan ve kendisinden kurtulunan ne demektir, yâ Resûlallah?
- Mü’min bir kul dünyanın yorgunluğundan, meşakkatlerinden rahata erer. Günâhkâr kuldan ise, insanlar, melekler, ağaçlar ve hayvanlar kurtulup rahata erer.

Ebû Katâde’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, (Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler) buyuruldu.

Savaşlara katıldı
İsmi Hâris, künyesi Ebû Katâde, lakabı Fâris-i Resûlullah = Resûlullahın süvârisi’dir. Adının Nu’mân olduğu da rivâyet edilmiştir. Tahminen 602 yıllarında Medîne’de doğup 674 senesinde de Kûfe’de vefât etmiştir. Hazrec kabîlesindendir. Babası Rebi’ bin Beldeme, annesi Kebşe binti Mazhâr’dır.

Ebû Katâde Sülâfe binti Berrâ bin Ma’rur ile evli idi. Sülâfe de kadın Sahâbîlerden idi. Ebû Katâde’nin bu zevcesinden Abdullah, Ma’bed, Abdurrahman ve Sabit adlarında dört oğlu oldu.

Ebû Katâde ikinci Akabe bî’atından sonra Müslüman oldu. Bedir savaşına katıldığı ihtilâflıdır. Bundan sonraki bütün savaşlara katıldı.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:25:29
Ebû Lübâbe
 
Tevbesi ile meşhûr sahâbî.

İslâmın nûrunu söndürmek isteyen Mekkeli müşriklere karşı hazırlanan mücâhid ordusunda az sayıda deve vardı. Bu sebeple bir deveye üç sahâbî nöbetleşe biniyordu.

Resûlullah efendimiz de Ebû Lübâbe ve Hazret-i Ali ile bir deveye sırayla bineceklerdi. Deveye ilk olarak Resûlullah efendimiz binmiş idi. Her ikisi de Resûlullahın deveden inmemesini ve haklarını seve seve vermeyi arzû ediyorlardı. Kendilerinin binip, Resûlullahın yürümesini içlerine sindiremiyorlardı.

Biz yaya yürüyelim
Nitekim yaya yürüme sırası Resûlullah efendimize geldiğinde ikisi birden şu teklifi yaptılar:
- Yâ Resûlallah! Siz inmeyin, biz yaya yürüyebiliriz.

Onların bu samîmî ve içten tekliflerine Resûlullah efendimiz şu cevâbı verdiler:
- Siz yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. Ayrıca benim de sizin kadar sevâba ihtiyâcım var.

Ebû Lübâbe, cihâd aşkıyla yanıyor, müşriklerle bir an önce karşılaşmaya can atıyordu. Henüz düşmanla karşılaşmadan Resûlullah efendimiz Ebû Lübâbe'yi kendi yerine vekil olması için Medîne'ye gönderdi. Oradaki vazîfesi kadın ve çocukları korumaktı.

Ancak Resûlullah efendimiz, Bedir'de kazanılan ganimetlerden ona da pay verdi.

Peygamber efendimizle, Benî Kurayza Yahûdîleri arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde Müslümanlarla beraber, Medîne'yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nazik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar. Peygamber efendimizin, durumu araştırmak ve sulh için gönderdiği heyete de hakârette bulundular. Bununla da yetinmeyip, Medîne üzerine baskınlar düzenlediler. Müslümanları öldürmeye teşebbüs ettiler.

Onların üzerine yürü
Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kurayza Yahûdîlerini hayâl kırıklığına uğrattı. Endişeyle Medîne'ye iki saatlik mesâfede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı.

Peygamber efendimiz, Hendek'ten dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhları çıkardı. O sırada Cebrâil aleyhisselâm geldi. Sarığının ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhtan gömlek vardı.
- Ey Allahın Resûlü! Silahlarınızı çıkardınız mı? Vallahi biz daha silahlarımızı çıkarmadık. Düşman sana geldiğinden beri melekler silâhlarını çıkarmadılar. Kalk, silâhını kuşan ve onların üzerine yürü, dedi.

Peygamberimiz sordular:
- Kimin üzerine yürüyeyim?
Cebrâil aleyhisselâm da;
- İşte oraya, diyerek eliyle Benî Kurayza tarafını gösterdi.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenseler nasıl olur?
- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ, hemen Benî Kurayza kabîlesi üzerine yürümeni emrediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklerle beraber, Kurayza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir.

Peygamber efendimiz, Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlânın emrini bildirip gidince, Bilâl-i Habeşî'ye;
- İşitip, itâat eden kişi, ikindi namazını Benî Kurayza yurdundan başka yerde kılmasın, diye seslenmesini emretti.

Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlandılar. Cebrâil aleyhisselâmın izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza Yahûdîlerinin olduğu yere geldiler. Kalelerin çok yakınına kadar yaklaştılar. Benî Kurayza Yahûdîleri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahûdîler, Peygamber efendimizden, görüşmek ve danışmak üzere Ebû Lübâbe'yi kendilerine göndermesini istediler.

Bize ne yaparlar
Ebû Lübâbe'nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kurayza yurdunda idi. Resûlullah efendimiz Ebû Lübâbe'yi çağırdı ve buyurdu ki:
- Yahûdîlerin yanına git! Onlar Evsliler arasından seni istediler.

Resûlullah efendimiz ayrıca Ebû Lübâbe'ye, onların yanına vardığında nasıl davranacağını da gösterdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmaya çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdîler, Ebû Lübâbe'ye dediler ki:
- Ey Ebû Lübâbe! Muhasara bizi mahvetti. Muhammed müsaade etse de buradan çıkıp, Şam'a veya Hayber'e gitsek, bizim çarpışmaya gücümüz yok. Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak? Bize teslim olmayı tavsiye eder misin?

Ebû Lübâbe de şöyle cevap verdi:
- Evet, teslim olmanızı tavsiye ederim. (Böyle söylerken elini boğazına götürerek, teslim olurlarsa boğazlarının kesileceğini ifâde eden bir işâret yapmıştı.)

Ebû Lübâbe diyor ki:
- Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allaha ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım.

Ebû Lübâbe, salâhiyetli olmadığı veya gizli kalması gereken bir şeyi söylemişti. Ancak bir kere ağzından çıkmıştı.

Allahü teâlâ kalbimi biliyor
Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medîne'ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı.
- Allahü teâlâ kalbimi biliyor. Bana hakîkî bir tevbe ihsân edinceye kadar vallahî ben Resûlullahın yüzüne de bakamam. Allahü teâlâ işlediğim günâhtan tevbemi kabûl etmedikçe bu yerimden ayrılmıyacağım, diye yemin etti.

Ebû Lübâbe'nin düştüğü bu hatâ ile ilgili olarak şu meâldeki âyeti kerime nâzil oldu:
(Ey îmân edenler, Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik etmeyin.) [Enfâl 27]

Ebû Lübâbe, Resûlullahın muhterem hanımlarından Ümm-i Seleme'nin Mescid-i Nebeviye açılan kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemeyecek hâle gelmişti.

Ebû Lübâbe, yaptığına pişman olup kendini direğe bağlattığı sırada, Müslümanlar onun bu hâlinden habersiz, Yahûdîlerin kalesinden dönmesini bekliyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihayet durumdan haberdar olunup, Resûlullaha arz edildi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Eğer doğruca yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tevbesini kabûl edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım.

Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı kalarak altı gece kaldı. Her namaz vaktinde hanımı tarafından bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, tekrar direğe bağlanırdı.

Müjdeleyeyim mi?
Peygamber efendimiz Ümm-i Seleme'nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe'nin tevbesinin kabûl olduğuna dâir âyet-i kerîme nâzil oldu. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
(Onlardan diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler ve önce yapmış oldukları iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü amel ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tevbelerini kabûl eder. Çünkü Allah, Gafûrdur, çok bağışlayıcıdır, Rahimdir.) [Tevbe 102]

Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimizin güldüğünü işitince sordu:
- Niçin gülüyorsunuz yâ Resûlallah!
- Ebû Lübâbe'nin tevbesi kabûl olundu.
- Müjdeleyeyim mi yâ Resûlallah?
- Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele!

Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe'ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi. Dedi ki:
- Vallahi Resûlullah efendimiz bizzat eliyle beni bırakmadıkça buradan ayrılmam.

Peygamber efendimiz de namaza giderken, uğrayıp salıverdiler.

Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi, izi kollarında kaldı.

Ebû Lübâbe hazretleri bu hâdise ile ilgili olarak şöyle anlatır:
Benî Kurayza Yahûdîlerini kuşatmıştık. O zaman bir rü'yâ gördüm. Şöyle idi: Kurayza Yahûdîleri, çok pis kokan bir kara balçık hâline gelmişler! Onlardan uzaklaşma imkânım da yoktu. Az kalsın, onların o kötü kokularından ölecektim. Sonra, akan bir nehir gördüm, onda yıkandım. Tertemiz oldum. Güzel bir koku da süründüm.

Rü'yâmı Hazret-i Ebû Bekir'e anlattım. O rü'yâmı şöyle ta'bîr etti:
- Dilin tutulacak, çok sıkıntılı bir işe gireceksin. Fakat kurtulacaksın.

Yemin keffâreti
Direkte bağlı olduğum zaman Ebû Bekir'in sözü aklıma geldi. Tevbemin kabûl olacağına dâir âyet ineceğini ümit etmiştim.

Ebû Lübâbe bu günâhın işlendiği, Benî Kurayza yurduna dönmek istiyordu. Hâlbuki Allah ve Resûlüne karşı günâh işlediği bu memlekete bir daha hiç girmeyeceğine dâir yemin de etmişti. Durumu Resûlullaha arz etti. Allah ve Resûlü uğrunda, bütün malını bile verebileceğini söyledi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Malının üçte birini vermek senin keffâretine yeter.

Hazret-i Ebû Lübâbe, malının üçte birini ayırıp, verilmesi gerekli kimselere dağıttı. Ondan sonra, vefât edinceye kadar kendisinden hayırdan başka bir şey görülmediği bildirilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:26:26
Ebû Mûsel-Eş'arî  

Kur'ân-ı kerîmi en iyi okuyan sahâbîlerden.

Ebû Mûsel-Eş'arî, Müslüman olmasını, Buhârî ve Müslim'in ittifakla bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle anlatmaktadır:

Biz Yemen'de iken Peygamber efendimizin ortaya çıkışı haberi bize ulaştı. Ben, iki ağabeyim, Ebû Bürde ve Ebû Rûhem ve Eş'arî kabîlesinden 52 kişi bir gemiye bindik ve Resûlullahı görmek için yola çıktık. Ancak gemimiz hava muhâlefeti sebebiyle bizi Habeşistan'a çıkardı.

Burada oturmamazı emretti
Habeşistan'da Ca'fer bin Ebû Tâlib ile buluştuk ve Müslüman olduk. Hazret-i Ca'fer dedi ki:
- Resûlullah efendimiz bizi, buraya gönderdi. Burada bir müddet oturmamızı emretti. Siz de bizimle burada bir müddet oturunuz!

Bunun üzerine, biz de orada oturduk. Daha sonra Resûlullahın müsâadesiyle Habeşistan hükümdarı Necâşî bizi iki gemiye bindirip Medîne'ye gönderdi.

Biz Medîne'ye geldiğimizde, Resûlullah efendimiz Hayber fethinde bulunuyordu. Bu savaşta yanında bulunmayanlara hisse vermediği hâlde bize ganimetten hisse verdi.

Eş'arîler, Medîne'ye gelmekte oldukları sırada Resûlullah efendimiz Eshâbına buyurmuştu ki:
- Yanınıza öyle bir kavim gelecektir ki onlar, İslâmiyet için, sizden daha yufka yüreklidirler.

Bunların arasında Ebû Mûsel-Eş'arî de vardı.

Eş'arîler Medîne'ye yaklaştıkları zaman; "Yarın, sevgililere, Resûlullahla Eshâbına kavuşacağız" diye şiirler söylüyorlardı. Medîne'ye gelince Peygamber efendimizle müsâfaha yaptılar. Müslümanlar arasında ilk defa müsâfahayı yapanlar onlardı.

Resûlullah efendimiz Eş'arîleri Medîne'de Batham Meydanlığına yerleştirdi ve onlara buyurdu ki:
- Sizin hicretiniz iki defadır. Biri Necâşî'nin ülkesine, ikincisi de yurduma yapılan hicrettir.

Gece geç vakte kadar ibâdet ederdi
Eş'arîler yatsıdan sonra geç vakitlere kadar ibâdet ederler, gündüz fırsat buldukça Peygamber efendimizin yanına giderler ve O'nun mübârek kalbinden fışkıran feyzlere kavuşurlardı. Resûlullah efendimiz de onların yanına gelirdi.

Resûlullah efendimiz Eş'arîlere namaz kıldırdıktan sonra, onlara;
- Allahın size olan ni'metlerindendir ki, insanlardan bu saatte, bu namazı sizden başka kılan kimse yoktur! buyurarak onları takdir ve teşvik ederdi.

Resûlullah efendimiz mübârek hanımlarından Hazret-i Âişe-i Sıddîka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş'arî'nin evinin hizâsına gelince durdular. O, Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler.

Resûlullah efendimiz, O'nu gündüz görünce, akşamki hâdiseyi Eshâbına anlatıp;
- Buna muhakkak Dâvüd'ün güzel seslerinden bir ses verilmiş, buyurarak methetti.

Ebû Mûsel-Eş'arî, Peygamber efendimizin yaptığı iltifatlardan çok memnun olurdu. Böylece Allahın Resûlüne ve Müslümanlara sevgisi kat kat artardı. Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde meâlen,
(Allahü teâlânın onları seveceği ve onların da Allahü teâlâyı seveceği bir kavim getirir) buyurduğu Mâide sûresi 54. âyet-i kerîmesi hakkında, Peygamberimiz buyurdu ki:
- Onlar işte bunun, ya'nî Ebû Mûsel-Eş'arî'nin kavmidir, buyurdu.

Yine buyurdu ki:
- Seferlerde yoldaşlık eden Eş'arî cemâ'atinin gece vakti evlerine girdikleri zaman okudukları Kur'ân-ı kerîmi, seslerinden çok iyi tanırım. Sefer hâlinde, geceleyin onların kondukları yerleri de gündüz görmemiş olsam bile Kur'ân-ı kerîm seslerinden anlarım.

Ehl-i sünnet i'tikâdındaki iki mezhep imâmından biri olan Ebül-Hasen-i Eş'arî hazretleri Eş'arî kavmindendir.

Amcasının yerine geçti
Ebû Mûsel-Eş'arî'nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullahın kumandanlarındandı. Ebû Mûsâ, Mekke-i Mükerremenin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtas Mevkiindeki harbe, amcasıyla katıldı. Ebû Âmir İslâm Ordusunun Evtas'taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsâ hazretleri anlatır:
"Resûlullah efendimiz, bu gazâya beni amcam ile berâber göndermişti. Harp bütün şiddeti ile devâm ederken, bir ara Cûşem kabîlesinden birinin attığı ok, amcamın diz kapağına saplandı. Hemen yanına koşup sordum:
- Ey amca! Oku sana atan kim idi?

Eliyle gösterip dedi ki:
- İşte! Oku atan müşrik şudur!

Amcamı o hâliyle bırakıp düşmanın peşine düştüm. Beni görünce kaçmaya başladı. Ben, hem peşinden koşuyor, hem de:
- Dur! Kaçmaktan utanmıyor musun, diye arkasından bağırıyordum.

Cûşemli nihâyet durdu. Yetiştiğimde o da kılıcını çekmişti. Önce Müslüman olmasını teklif ettim. Reddedince, aramızda şiddetli bir mücâdele başladı. Ben "Allahü ekber Allahü ekber!" dedikçe yeniden güçleniyor, hamlelerimi artırıyordum.

Nihâyet onu öldürdüm. Amcamın yanına geldiğimde, dizinden hâlâ kan fışkırıyordu. Bana dedi ki:
- Şu oku dizimden çıkar!

Oku çektim. Fakat okun çıkmasıyla kanın fışkırması bir oldu. Ne yapsak da durduramıyorduk. Amcam şehîd olacağını anlayıp, bana dedi ki:
- Ey kardeşimin oğlu! Resûl-i ekrem efendimize hürmetimi ve selâmımı bildir. Benim için Allahü teâlâdan af dilesin!

Amcam, beni, kendi yerine kumandan tâyin etti. Sancağı bana verip;
- Atımı ve silâhımı Resûllah efendimize teslim et, dedikten sonra şehîd oldu."

Bundan sonra yeni kumandan Ebû Mûsel-Eş'arî mübârek İslâm sancağını büyük bir hürmetle alıp öptükten sonra, müşriklerin arasına daldı. Mücâhidler; Allah Allah! diyerek kıyâsıya çarpışıyorlardı. Ebû Mûsâ'nın kahramanca hücûmları, gâzileri coşturuyor, hamle üstüne hamle yapıyorlardı. Onların bu gayretleri, düşmanın mâneviyatını bozdu. Kısa zamanda bozguna uğrayıp Tâif'e doğru kaçmaya başladılar. Zafer Müslümanların oldu.

Evtas'ta zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş'arî Resûlullahın yanına dönüşünü şöyle anlatır:

"Evtas muhârebesinden sonra, amcamın emânetlerini alıp Resûl-i ekremin huzûruna gittim. Peygamber efendimiz, bir hasır üzerinde istirâhat buyuruyorlardı. Hasırın örgüleri, mübârek vücûduna değen yerlerde iz yapmıştı. Elimde mübârek İslâm sancağını görünce buyurdu ki:
- Ey Ebû Mûsâ! Ebû Âmir şehîd mi oldu?

Ebû Âmir'i affeyle!
Ben de amcamın söylediklerini arzettim. Başımdan geçenleri ve muhârebeyi anlattım. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz abdest için su istedi ve abdest aldı. Sonra mübârek ellerini kaldırıp:
- Allahım! Kulcağızın Ebû Âmir'i affeyle! diye duâ etti.

Duâ ederken ellerini o kadar kaldırmıştı ki ben koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah efendimiz:
- Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âli bir makâmda kıl, niyâzında bulundu. Bunun üzerine dedim ki:
- Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Benim için de magfiret dile!

Resûlullah benim için de:
- Yâ Rabbî! Ebû Mûsâ Abdullah bin Kays'ın günâhlarını affeyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makâma koy! diye duâ buyurdu."

Ebû Mûsel-Eşarî hazretleri, Resûlullah efendimiz zamanında Zebid, Aden ve Yemen vâliliklerinde bulundu. Resûlullah efendimiz Mu'âz bin Cebel ile birlikte Yemen'e vâli gönderirken ikisine şöyle buyurdu:
- Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz! Birleşiniz, fırkalara ayrılmayınız!

Ebû Mûsel-Eş'arî hazretleri Resûlullah efendimizin vefâtından sonra da devlet hizmetinde bulundu. Hazret-i Ömer'in hilâfetinde, Kûfe, Basra vâliliklerine tâyin olundu.

Bana yardımcı olunuz
Halîfe, Ebû Mûsel-Eş'arî'yi huzûruna çağırıp, Basra'ya vâli tâyin ettiğini bildirdi. O da Halîfe'ye dedi ki:
- Ey mü'minlerin emîri! Bana, Resûlullahın Eshâbı ile yardımcı olunuz. Çünkü onlar yemekteki tuz gibidirler. İşlerimi ancak onların yardımıyla düzene sokabilirim.

Hazret-i Ömer de, "arzu ettiğin kimseyi yanına alabilirsin" diyerek izin verdi. O da yanına Enes bin Mâlik, İmrân bin Husayn, Hişâm bin Âmir gibi sahâbîlerden yirmi dokuz kişi alıp, Basra'ya gitti. Hazret-i Mugîre bin Şûbe'den vâliliği devraldı.

Burada vâli iken Ehvaz, İsfehan ve Nusaybin fethedildi. Bu şehirde iken yaklaşık 15 kilometre uzaklıktaki suyu kanal kazdırarak şehre getirdi. Bu kanal kendi adıyla meşhûr oldu.

Hazret-i Osman'ın halîfeliği esnasında önce Basra daha sonra da Kûfe vâliliğine tâyin edildi. Hazret-i Ali zamanında da Kûfe vâliliğine devâm etti. Hazret-i Mu'âviye'nin hilâfeti zamanında 663 senesinde vefât etti.

Birgün Peygamberimiz Ebû Mûsel-Eş'arî'ye buyurdu ki:
- Cennet hazînelerinden (ve diğer rivâyette) Arşın altındaki hazînelerden bir hazîneye seni irşâd edeyim mi?
- Evet yâ Resûlullah irşâd buyur.
- Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, de!

Ecel günlerini sayıyoruz
Ebû Mûsel-Eş'arî, Kur'ân-ı kerîmin bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfetinde Kur'ân-ı kerîmi toplayan heyetteydi.

Safvân bin Süleyman diyor ki:
Resûl-i ekrem efendimiz zamanında Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ali'den ve Mu'âz ile Ebû Mûsel-Eş'arî'den başkaları fetvâ vermezdi.

İslâm takvimini yazılarında ilk defa o kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur'ân-ı kerîmin Meryem sûresi 84. âyetindeki;
- Biz onların ecel günlerini sayıyoruz, meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu.

Her an son nefesini düşünürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her hâlinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifâde eder, son nefesi îmânla vermekten başak birşey düşünmezdi. Bu hâline akrabâları, "kendine biraz acısan" diye tavsiyede bulunduklarında buyurdu ki:
- Atlar koştukları vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim.

Kur'ân-ı kerîme uymak
Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına, "azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vâsıta yoktur" buyururdu.

Çok güzel Kur'ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhâr olması sebebiyle vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki:
- Kur'ân-ı kerîme ta'zimle çok hürmet ediniz. Zîrâ bu Kur'ân-ı kerîm sizin için ecirdir. Kur'ân-ı kerîme uyun. O'nu kendinize uydurmayınız.

Kim Kur'ân-ı kerîme uyarsa, Kur'ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecektir.

Kim Kur'ân-ı kerîmi kendine uydurursa, hesâbına geldiği gibi ma'nâ verirse, Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.

Âdemoğlu, iki vâdi dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçünçü bir vâdiyi doldurmaya çalışır. Âdemoğlunun karnını birazcık topraktan başka birşey doldurmaz.

İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır. İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular. Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek.

Ebû Mûsel Eş'arî hazretlerinin İsmi Abdullah'tır. Ebû Mûsâ künyesi ile tanınmış olup, babasının adı Kays, annesini adı ise, Tayyibe'dir.

Bîsetten önce Yemen'in Zebid bölgesinde doğduğu bilinmekteyse de tarihi belli değildir.

663 yılında Kûfe, diğer bir rivâyette Mekke-i mükerremede vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:27:53
Ebu Rafi  

Peygamberimizin azatı kölelerinden.

Ebu Rafi aslen Mısırlı olup, Resul-ı ekremin amcası Hazret-i Abbasın kölesi idi. İslâmın ilk zamanlarında Müslüman olmasına rağmen, müşriklerin kötülük yapmasından çekindiği için, Müslümanlığını açığa vurmamıştı. Çünkü Mekkeli müşrikler, köle gibi kimsesiz olanlara daha fazla işkence yapıyorlardı. Ebu Rafi Bedir savaşına kadar, Mekke’de kaldı.

Bedir savaşı olmuş, müşrikler mağlup olarak Mekke’ye dönmüşlerdi. Ebu Rafi, bu sırada Zemzem kuyusunun yanındaki odasında kendi işi ile uğraşıyordu. Yanında Hazret-i Abbasın hanımı Ümm-i Fadl da vardı.

Sevinçli haber
Ümm-i Fadl da Müslüman idi. O da Müslümanlığını gizliyordu. Müslümanların, Bedir’de, müşrikleri büyük bir hezimete uğrattıklarını duyunca, çok sevinmişlerdi.

Ebu Rafi ile Ümm-i Fadl bu sevinçli haberden konuşuyorlardı.

Bu sırada oraya Ebu Leheb gelince, konuşmalarını kestiler. Ebu Leheb, Bedir savaşına gitmemiş, yerine As bin Hisam bin Mugireyi göndermişti. O zamanın adetine göre harbe gitmeyen bir kimse, yerine başkasını göndermesi gerekiyordu.

Ebu Leheb gelince, kendisine Kureyşin mağlubiyet haberini verdiler. Bunun üzerine, Ebu Leheb orada bir yerde oturdu. Ebu Rafi ile Ebu Lehebin sırtları birbirine dönük bir vaziyette idi. Ebu Leheb otururken, Ebu Süfyan da Bedir’den dönmüştü. Bunu görenler dediler ki:
- İşte Ebu Süfyan geldi!

Ebu Leheb, Ebu Süfyana seslendi:
- Ey kardeşimin oğlu! Yanıma gel!

Ondan, Bedir harbi hakkında bilgi almak niyetiyle sordu:
- Anlat bakalım, nasıl oldu? Ebu Süfyan orada bir yere oturdu. Birçok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebu Süfyan şöyle anlattı:
- Hiç sorma, Müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Vallahi ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada öyle kimselerle karşılaştık ki, yer ile gök arasında siyah-beyaz atlar üzerinde beyazlara bürünmüşlerdi.

Sessizce onları dinlemekte olan Ebu Rafi, birdenbire, "Vallahi onlar meleklerdir" deyiverdi.

Kimsesi yok diye...
Ebu Leheb, Ebu Rafiye şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Onu bir hayli dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan Ümm-i Fadl, bir sopa ile şiddetle Ebu Lehebe vurdu ve dedi ki:
- Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün, değil mi?

Ebu Leheb, başına yediği sopa ile zelil, hakir ve horlanmış bir vaziyette dönüp, gitti. Yedi gün geçmişti ki, Allahü teâlâ ona, kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalık, onun ölmesine sebep oldu. Oğulları, onu, iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar.

Sonunda halkın ayıplaması üzerine, yanına yaklaşmadan, uzaktan üzerine su serpip kenar bir yere gömdüler.

Ebu Rafi, Bedir savaşında esir olan Hazret-i Abbasın fidyesini getirdi. Bundan sonra Hazret-i Abbas onu Peygamber efendimize bağışladı. Ebu Rafi bundan sonra bir daha geri dönmeyerek, daima Peygamber efendimizle beraber oldu. Resulullahın himayesinde olup, devamlı sohbetinde bulunan Eshab-ı Soffa arasına katıldı.

Bir köle bağışladı
Resul-i ekremin, mübarek hanımlarından olan Mâriyeden, İbrahim ismindeki oğlunun dünyaya teşrifinde, Ebu Rafi’nin hanımı Selma, ebelik yapmıştı. Ebu Rafi Resul-i ekreme müjde haberini getirdiğinde, Peygamber efendimiz, onu azat etmiştir.

Resul-i ekrem efendimiz, onu, Selma ismindeki cariyesi ile evlendirdi. Ondan, Ubeydullah adında bir oğlu oldu. Bu oğlu büyüyünce, Hazret-i Alinin kâtibi olma şerefine kavuştu.

Ebu Rafi, azat edildiği zaman ağlamış ve demişti ki:
- Ya Resulallah! Beni bırakıyorsunuz, ama bundan sonra da yanınızda kalacağım.

Hür iken de Resulullahtan ayrılmamış, harp ve sulh zamanlarında da, Resul-i ekremin hizmetinde bulunma nimetine kavuşmuştur. Seferlerde Resulullahın çadırını o kurardı.

Peygamber efendimiz Erkam bin Ebil-Erkamı, zekat memuru olarak bir bölgeye göndermişti. Hazret-i Erkam, Ebu Rafi’ye dedi ki:
- Bana bu işte yardımcı olursan, sana, toplanan zekattan, toplayanlara ne verilirse, sana da o kadar veririm.

Ebu Rafi bunu Resulullaha arz edince, buyurdu ki:
- Ya Eba Rafi! Biz Ehl-i beytteniz. Onun için bize sadaka yani zekat helal değildir. Kavmin kölesi, kendilerinden sayılır.

Ebu Rafi, Uhud ve Hendek savaşlarına katılmış, Hazret-i Alinin kumandasında Yemene gönderilen seriyyede bulunmuş, bu seriyyede Hazret-i Aliye yardımcılık vazifesi yapmıştır. Hazret-i Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan savaşlarda bulunup, Hazret-i Ömer devrinde de fetihlere katılmıştır.

Ebu Rafi, Hazret-i Osmanın zamanında, kendi hâlinde, sakin bir hayat yaşamış, ilimle meşgul olup, pek çok talebe yetiştirmiştir. 660 yıllarında vefat etmiştir.

Daha fazla ihsan edildi
Ebu Rafi, Resul-i ekremin sünnet-i seniyyesini ve yüksek ahlakını çok iyi bilirdi. Eshab-ı kiram, ondan bu konuda çok istifade etmişlerdir. Hatta İbni Abbas bir kâtip tutup, onun bu hususta verdiği bilgileri yazdırmıştır. 68 hadis bildirmiştir.

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama olan ikramdan daha fazlasını, Peygamber efendimize ihsan etmiştir. Çünkü Hazret-i Âdeme yalnız isim bilgisi verildi. Peygamber efendimize isim bilgisi verildikten sonra, bu isimlere ait sahışlar da bildirildi. Ümmetinden ne kadar kişi gelecekse, hepsinin suretleri kendisine sunulmustur. Bu konuda Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Âdem (aleyhisselam) su ile çamur arasında iken, ümmetimin suretleri bana sunuldu. Âdeme bütün isimler öğretildigi gibi, bana da bütün isimler ögretildi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:28:54
Ebû Sa’îd-i Hudrî  

Çok hadîs rivâyet eden yedi sahâbîden.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Peygamber efendimizin hicretinden sonra yapılan, Medîne’deki Mescid-i Nebevî’nin inşasında çalışmıştı.

Yaşı küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud gazâlarına katılamadı. Bedir gazâsına babası Mâlik bin Sinân katıldı. Şehîd olmak için ön saflarda kahramanca savaştı.

Ebû Sa’îd-i Hudrî Uhud harbine katılmak için, babasıyla Peygamber efendimize müracaat ettiler. Bu hâdiseyi Ebû Sa’îd hazretleri şöyle anlatır:

İri kemiklidir
“Uhud günü Peygamber efendimize arz olunduğum zaman, onüç yaşında idim. Babam beni Resûlullahın yanına götürüp dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu yavrumun yaşı her ne kadar küçükse de, iri kemiklidir. Vücudu gelişkindir. İzin verirseniz, bizimle gelsin.

Peygamber efendimiz beni yukarıdan aşağıya kadar süzdükten sonra buyurdular ki:
- Onu geri çeviriniz!

Benim gibi yaşı küçük olanlar, Medîne’de, kadınları ve çocukları korumakla vazîfelendirildiler.

” Babası Mâlik bin Sinân hazretleri, Uhud gazâsında şehîd oldu.

Uhud gazâsından dönüşte, Peygamber efendimizi nasıl karşıladıklarını Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri şöyle anlatmıştır:
“Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamaya, Onun mübârek cemâlini görmeye gittiğimizde, babamın şehîd olmakla şereflendiğini öğrenmiştik. Peygamber efendimize bakarken, O da bizi gördü. Bana buyurdu ki:
- Sen, Mâlik bin Sinân’ın oğlu musun?

Ben de şöyle cevap verdim:
- Evet, anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah.

Resûlullah efendimiz at üzerinde idi. Hemen yanlarına yaklaştım ve mübârek dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana buyurdular ki:
- Allahü teâlâ, babana ecrini versin.”

Korktuklarımızdan emîn eyle
Hendek gazâsında müşrikler çok şiddetli saldırıyorlardı. Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî bir ara Peygamberimize yaklaşarak dedi ki:
- Yâ Resûlallah, yüreğimiz ağzımıza gelmiş bulunuyor, okuyacağımız bir duâ var mıdır? Peygamberimiz buyurdu ki:
- Evet var. “Yâ Rabbî, açık ve korkulu yerlerimizi kapa, bizi bütün korktuklarımızdan emîn eyle” diyerek duâ ediniz!

Hepimiz duâ ettik, yalvardık. Çok geçmeden şiddetli bir fırtına esti. Düşman karargâhını alt üst etti ve düşman hezîmete uğradı, dağılıp gitti.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Resûlullahın devamlı yanında bulunur, Ondan birçok hadîs-i şerîf dinlerdi. Bu hadîs-i şerîflerin birinde buyuruldu ki:
(Eshâbıma dil uzatmayınız! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biriniz, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875 gr), hattâ yarım müd sadakasına yetişemez.)

Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hazret-i Ebû Sa’îd’in omuzlarına yüklendi. Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi bir hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile birlikte, çok sabırlı olduklarından dertlerini, sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak açlıklarını gidermeye çalışırlardı.

Bir gün annesi dayanamamış ve, “Evlâdım, Resûlullah efendimiz kendisine başvuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek birşey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı olur” diyerek Ebû Sa’îd’i, Resûlullaha gönderdi.

Sabırdan üstün rızık yoktur
Ebû Sa’îd, Resûlullahı, Eshâbına nasîhat verirken buldu. Oturup dinlemeye başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün bir rızık yoktur. Eğer sabra râzı değilseniz isteyiniz, vereyim.

Bu mübârek sözleri işiten Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı.

Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medîne’nin en zenginlerinden oldular.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Benî Mustalık gazâsına, sonra da Hendek gazâsına katıldı. Çok kahramanlıklar gösterdi. Gösterdiği kahramanlıkları Peygamberimiz pek beğenmişti.

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî Hendek savaşının hafiflediği bir öğle üzeri, Resûlullah efendimizden, evine kadar gitmek için izin istedi. Peygamberimiz izin verip buyurdu ki:
- Yanına silâhını al! Benî Kureyza Yahûdîlerinin sana zarar vermelerinden korkarım.

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî de emir gereğince, silâhlarını alarak evine gitti. Hanımı kapıda duruyordu. Niçin evde beklemeyip de dışarıda beklediğini sorunca, hanımı dedi ki:
- Niçin bana kızıyorsun? İçeriye gir de gör!
Eve girdiklerinde yatağın üzerinde, kocaman siyah bir yılan yatıyor gördüler.

Müslüman olan cinnîlerden
Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî, mızrağını çekip yılana batırdı. Sonra yılanı yataktan kaldırınca, yatak üzerinde, yılanın yerinde, bir gencin yatmakta olduğu görüldü. Mızrağın ucundaki yılanı bahçeye çıkarıp astılar. Yılan titreyerek öldü. İçerde yataktaki genç de can çekişerek öldü. Yılanın mı, yoksa o gencin mi önce öldüğünü tesbit edemediler.

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî hemen gelip, Peygamber efendimize hâdiseyi bildirdi.

Peygamberimiz de buyurdu ki:
- O Medîne’deki Müslüman olan cinnîlerdendir. Onlardan bir şey görürseniz, onlara oradan gitmesi için üç gün müsâade ediniz! Bundan sonra, size tekrar görünecek olursa, onu öldürünüz. Çünkü, o, şeytandır.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, 630 senesinde Alkame bin Mahrez’in emri altında küçük bir sefere çıktılar. Bu seferi Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlattı:
“Resûlullah efendimiz Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı. Bir kısmını Abdullah bin Huzâfe’ye verdi. Ben de onunla birlikte idim.

Her dediğimi yapmalısınız!
Abdullah bin Huzâfe, Eshâb-ı kirâmın kahramanlarından olup, çok şakacı bir kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte ba’zı işlerimizi görüyorduk. Bir ara Hazret-i Abdullah askerlere dedi ki:
- Sizler bana itaat etmekle vazîfelisiniz, öyle değil mi?
- Evet...
- Öyleyse her dediğimi yapmalısınız, değil mi?
- Elbette yaparız.
- Öyleyse şimdi size emrediyorum ki, hepiniz bu yanan ateşe giriniz!

Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe atılmaya hazırlandılar. Hazret-i Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itâatteki gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ki:
- Durunuz! Ben sizin itâatinizi denemek için böyle söyledim.

Bu seferden dönüşte, bu ateş hâdisesini Peygamber efendimize anlattık. Buyurdular ki:
- Size bir günâhı emredene itâat etmeyiniz!”

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri şöyle anlatır:
“Peygamber efendimize bir kimse geldi. “Kardeşimin karnında rahatsızlığı var. Ne yapayım?” diye sordu. Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Bal şerbeti içir!

Soran kimse gidip, kardeşine bal şerbeti içirdi. Ertesi gün geri gelip, kardeşine bal şerbeti içirdiğini, ama rahatsızlığının arttığını söyledi. Resûlullah efendimiz yine buyurdu:
- Git ve ona bal şerbeti içir!

Kusûr kardeşinin karnındadır
O kimse gitti ve ertesi gün tekrar gelip, kardeşine bal şerbeti içirdiğini ve rahatsızlığının daha da arttığını söyleyince, bu defa Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
- Allahü teâlânın kelâmında yanlışlık olamaz. Kusûr kardeşinin karnındadır. Git ve ona bal şerbeti içir!

O kimse, bu defa da bal şerbetini içirince, kardeşi iyi oldu.”

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, duymuş olduğu hadîs-i şerîfleri hemen her yerde rivâyet ederdi. Fakat, “Hak ve hakîkate hizmette kusûr ederim” endişesiyle ağlardı. Rivâyet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdular ki:
- İçinizden biri, bir münkeri, yasak edileni görürse ve ona eliyle mâni olabilirse, hemen ona mâni olsun. Eliyle mâni olamazsa diliyle, dili ile de mâni olamazsa, kalbiyle nefret etsin. Bu da îmânın en zayıfıdır.

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirildi. Bu seriyye Medîne’den hareket etti. Yolda Müslüman olmayan bir Bedevî grubuna rastladılar ve onlara misâfir olmak istedilerse de kabûl edilmediler.

Reisimizi akrep soktu
Müslümanlar onların yakınlarında istirahat ederlerken, bu Bedevîlerin reislerini bir akrep soktu. Oradakiler, reislerini kurtarmak için birçok çârelere başvurdularsa da, şifâ hâsıl olmadı. Bedevîlerden ba’zıları dediler ki:
- Şu karşıda istirahat eden kâfileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak tedâviyi soralım. Belki bilen vardır.

Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma gelip sordular:
- Ey insanlar! Reisimizi biraz önce akrep soktu. Bildiğimiz çârelere başvurduk, fakat şifâ hâsıl olmadı. İçinizde bu işi bilen var mı?

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri dedi ki:
- Siz bizim talebimizi önce reddettiniz, bizi misâfir kabûl etmediniz. Hastanızı tedâvi ederim. Fakat, buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun alırız.

Onlar da kabûl ettiler. Reisin yanına vardılar. Ebû Sa’îd-i Hudrî, reisin yarasını sardı, yedi defa Fâtiha sûresini okudu. Okuma biter bitmez, reis hemen ayağa kalktı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmadı.

Bedevîler, Eshâb-ı kirâma anlaştıkları sürüyü verdiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, “Bu sürüyü aramızda paylaşalım” diyen Eshâba dedi ki:
- Hayır! Peygamber efendimize bu hâdiseyi anlatırız, koyunları da kendilerine arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz.

Sefer dönüşünde, bu hâdiseyi anlattılar. Peygamberimiz;
- Fâtihanın bu kadar te’sîrli bir duâ olduğunu sana kim öğretti? buyurarak taltif ettiler. Sonra iyi hareket ettiklerini açıkladılar.

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır:
“Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Adâlet üzere hareket et!

Kim adâlet eder?
Peygamberimiz de buyurdu ki:
- Ben adâlet etmezsem, kim eder?

Bu hâdise esnasında Hazret-i Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım.

Resûlullah ona dönerek buyurdu ki:
- Hayır, bırak! Onun birtakım arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde iken zuhur edeceklerdir.

Bu esnâda, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken, seni kaşla gözle muâheze ederler” âyet-i kerîmesi nâzil oldu.”

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurur ki:
- Ben, Peygamberimizin işâret buyurduğu bu adamı, Hazret-i Ali’nin Nehrevan seferinde öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin ta’rîf ettiği gibiydi.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn, Tebük gazâlarına da iştirak etti. Peygamberimizle birlikte 12 gazâya katılmakla şereflendiği açıklanmıştır.

Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizin âhırete irtihâlinden sonra Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman’ın halîfelikleri zamanlarında Medîne’de fetvâ ile meşgul oldu. 656 senesi Hazret-i Ali’nin zamanında her türlü fitneden uzak olmaya çalıştıysa da, bozuk fırkalardan Hâricîlerle yapılan Nehrevan harbine katıldı.

İstanbul'un fethine geldi
Bir rivâyete göre; Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, İstanbul’un fethi için gelen asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civârında şehîd oldu. Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddîn hazretleri keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, câmiye çevrilen Kariye Câmiinin bahçesindedir. Bir rivâyete göre de; 693 senesinde bir Cum’a günü vefât etti. Medîne’de Bakî kabristanına defnedildi.

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî, hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî ders verirken, çevresinde büyük bir kalabalık hâsıl olur, sorulan bütün suâllere cevap verirdi.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyuruyor ki:
Peygamber efendimiz, neş’elenip eğlenen ba’zı insanları görünce buyurdu ki:
- Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu hâlden ayrılırdınız.

Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır:
“Biri, Resûlullah efendimizin ardında namaz kıldı. Peygamber efendimizden önce rükü’ya varıyor, yine ondan önce başını kaldırıyordu. Peygamberimiz, namazdan sonra:
- Bunu yapan kim idi? diye sordular. O kimse dedi ki:
- Benim yâ Resûlallah.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz, (Namazın noksan olanından sakınınız! İmâm rükü’ya vardığında rükü’ya varınız. Başını kaldırdığında başınızı kaldırın??z) buyurdu.”

En şiddetli sıkıntı
Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî anlatıyor: “Resûlullah efendimizin huzuruna gittim. Kadife ile örtünmüş idi. Harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi, mübârek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Buyurdu ki:
- En şiddetli sıkıntı peygamberlere olur. Ama peygamberlerin sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsânlara sevinmenizden fazladır.”

Hazret-i Ebû Sa’îd-i Hudrî, doğru bildiği bir husûsu söylemekten çekinmezdi. Çok cesûr, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı. Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye ederdi.

Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır: Resûlullah efendimizden işittim. Buyurdu ki:
(İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler:
- Buraya geliniz, buraya geliniz!
Nasıl buldunuz?
Kanatları ile, onları sararlar. O kadar çokturlar ki, göğe varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak buyurur ki:
- Kullarımı nasıl buldunuz?
- Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar.
- Onlar beni gördüler mi?
- Hayır görmediler.
- Görselerdi nasıl olurlardı?
- Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbîh ederlerdi ve daha çok tekbîr söylerlerdi.
- Onlar benden ne istiyorlar?
- Yâ Rabbî! Cennetini istiyorlar.
- Onlar Cenneti gördüler mi?
- Görmediler.
- Görselerdi nasıl olurlardı?
- Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar.
- Onlar Cehennemi gördüler mi?
- Hayır görmediler.
- Görselerdi nasıl olurlardı?
- Görselerdi, daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı.
Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklere buyurur:
- Şâhid olunuz ki, onların hepsini affeyledim.
- Yâ Rabbî! O zikredenlerin yanında, filân kimse zikretmek için gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti.
- Onlar benim misâfirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler.)

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.)

(Yatağına girdiğinde üç kere Estagfirullah el-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel-hayye’l-kayyûm ve etûbü ileyh diyen kimsenin günâhları deniz köpükleri veya Temîm diyârının kumları veya ağaç yapraklarının sayısı veya dünyanın günleri kadar çok olsa da, Allahü teâlâ onun günâhlarını bağışlar.)

Allahtan kork!
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri kendisinden öğüt istiyen birine buyurdu ki:
- Allahtan kork, çünkü her şeyin başı Allah korkusudur. Cihâda sarıl! Çünkü cihâd, İslâm dîninin dünya zevk ve lezzetlerine kapılmama hissidir. Allahü teâlayı zikretmeye ve Kur’ân-ı kerîm okumaya devam et ki, seni gökte melekler, yerde insanlar arasında yaşatacak olan budur. Doğruyu söyle, bunun dışında da sükûtu tercih et! Bunları yaparsan şeytanı yenersin.

Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurur ki:
Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:
(Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişiyi öldürmüştü. Sonra, “Dünyanın en büyük âlimi kimdir?” diye soruşturdu. Ona bir râhib gösterildi. Bunun üzerine râhibin yanına gitti.
“Doksandokuz adam öldürdüm, tevbe etsem kabûl olur mu?” diye sordu. Râhib, “Tevben kabûl olunmaz” dedi.

Tevbene kim mâni olabilir?
Bunun üzerine o adam, râhibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra yeryüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona, âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu:
- Yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabûl olur mu?

Âlim dedi ki:
- Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir? Filân yere git, orada Allahü teâlâya ibâdetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü teâlâya ibâdet et. Memleketine dönme! Zîrâ orası fenâ bir yerdir.

Bunun üzerine tevbe eden adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü. Rahmet melekleri ile azâb melekleri bu adamı almak için geldiler. Rahmet melekleri dediler ki:
- Bu adam candan tevbe ederek geldi.

Azâb melekleri de dediler ki:
- Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir.

Bunun üzerine insan kıyâfetinde bir melek bunların yanına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi:
- İki taraftaki mesâfeyi mukâyese ediniz! Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafındır.

Mesâfeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.)

Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yemek yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba içinde eve getirirdi.

Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi.

Güzel huylu idi
Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafîf, aşağı görmezdi. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi.

Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabî’atli değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nâzik idi. Cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen, Onun gibi olmalıdır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:30:18
Ebû Seleme  

Tek başına hicret eden sahâbî.

Allahü teâlânın emriyle sevgili Peygamberimiz, Müslümanlara Medîne'ye hicret için izin verdiler. Bunun üzerine birçok sahâbî hicret hazırlıklarına başladılar.

Hazret-i Ebû Seleme de devesini getirip, hanımını bindirdi. Oğlunu, kucağına oturttu. Hayvanın yularını çekip, kaldırmaya çalışıyordu. O sırada ba'zı öfkeli adamlar gelerek, elindeki yuları aldılar.

Hazret-i Ebû Seleme, ne olduğunu anlıyamadı. Adamlar, hanımına bağırıyorlardı:
- İn deveden aşağı! Çabuk ol!

Kabîlemizin kızıdır
Bunlar, Mugîreoğulları olup hanımının akrabaları idiler. Bir yandan zorla kadıncağızı çekiyorlar, öbür yandan da kocasına:
- Sen kendin, bizi dinlemedin! Putlarımızı bırakıp, Müslüman oldun. Şimdi de kabîlemizin kızını, kaçırmaya çalışıyorsun! Onu daha nerelere götüreceksin? Buna aslâ müsaade edemeyiz, diye çıkışıyorlardı.

Tabii oğlu da, annesiyle birlikte deveden indirildi. Zâten O'nun elini sıkı sıkı tutuyordu. Mugîreoğulları, kalabalık idiler. O zorbalarla başa çıkmak mümkün değildi. Buna rağmen münâkaşa çok uzadı. Olayı işiten, Esedoğulları da oraya koştular. Bunlar da, Hazret-i Ebû Seleme'nin kabîlesinden idiler. Ne olduğunu sordular. Onların da çoğu, Müslüman değildi. Fakat buna rağmen direttiler:
- Mâdem ki sizler, bizim akrabamızın hanımını bırakmıyorsunuz; biz de onun oğlunu size bırakmayız!

Anasının elinden kopmak istemiyen yavrucağızı, çekiştiriyorlardı. İtişme, kakışma arasında küçük çocuk ağlamaya başladı. Çünkü, kolu çıkmıştı. Bu kadar zorbalık sonunda; çocuğu Esedoğulları, Anasını da Mugîreoğulları alıp, uzaklaştılar. Hazret-i Ebû Seleme oracıkta, sâdece devesiyle kalakaldı.

İlk Müslümanlar buna benzer eziyet, işkence ve felâketlere artık alışmışlardı. Olaylar karşısında, sabır ve metânet göstermeye çalışıyorlardı. Çünkü sevgili Peygamberimizin emirleri öyle idi.

Ebû Seleme hazretleri de işte bu yüzden, Hicrete tek başına devam etmeye katlandı. Allah rızâsını kazanmak ümidiyle, yollara düştü. Gözyaşları arasında nihâyet Medîne'ye vardı. Mekke'de kalan hanımı ise her sabah, şehir dışındaki Ebtah mevkiine çıkıyordu. Orada, Medîne'den gelen yolcuları bekliyor ve kocasından haber almaya çalışıyordu.

Hiç insanlık yok mu?
Yanında kimse olmadığı zamanlar, uzun uzun ağlıyordu. Zorla ayırdıkları oğlu ve eşi için gözyaşı döküyordu. Amcaoğullarından birisi, O'nu o vaziyette gördü. Perişân hâline acıdı. Doğruca, kendi kabîlesinin zorbalarına giderek bağırmaya başladı:
- Bu zavallıya, daha ne kadar zulmedeceksiniz? Onu hem kocasından, hem oğlundan kopardınız. Sizde hiç insanlık yok mudur? Üstelik kendi akrabanıza işkence ediyorsunuz.

Bu sözler üzerine, Zorbalar insâfa geldiler. Sonra da kederli kadıncağıza:
- İstersen, gidip kocana kavuşabilirsin, dediler.

O'nun Medîne'ye yollanacağını öğrenen, Esedoğulları da dayanamadılar. Getirip, oğlunu teslim ettiler.

Allah ve Resûlullah yolunun yolcuları, ışıklı günlere doğru yürüyorlardı. Hazret-i Seleme'nin ana-babasının, duâları kabûl olmuştu. Uzun ayrılık ve hasretten sonra nihâyet, Kubâ'da hepsi birbirlerine kavuştular.

Hicretten sonra mübârek Medîne'de, İslâmın ve Ebû Seleme ailesinin, güzel günleri başladı. Bütün Mü'minler İslâmiyeti yaymak için, canla-başla çalışıyorlardı. Bedir'de Mekkelilere karşı ilk zafer kazanıldı. Bu zaferi kazanan mücâhidlerden biri de, Hazret-i Ebû Seleme idi.

Hazret-i Ebû Seleme sevgili Peygamberimizin yakın akrabası idi. Hazret-i Ebû Seleme'nin annesi, Peygamber efendimizin halaları idi. Ebû Seleme hazretleri, cihâd ve gazâ olmadığı zamanlar, daha çok ibâdet etmeye çalışıyordu.

Sevindirici söz
Bir gün Mescîd-i Nebevîden, sevinçle evine geldi. Kendisini karşılayan hanımına dedi ki:
- Şimdi, Allahü teâlânın Resûlünden çok sevindirici bir söz duydum.

Hanımı merakla sordu:
- Hayırdır inşâallah! Ne duydunuz?

- Peygamber efendimiz "Müslümanlar, herhangi bir belâya uğrar da; İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn dedikten sonra; yâ Râbbi! Bu uğradığım musîbetin ecrini ihsân eyle. Beni, ondan daha hayırlısına eriştir diye duâ ederse; cenâb-ı Hak, onun duâsını kabûl eder" buyurdular.

Epeyce daha konuştular. Bir ara hanımı dedi ki:
- Yâ Ebâ Seleme!.. Gel, seninle bir sözleşme yapalım.

Kocası hayretle sordu:
- Hayrola! Nasıl bir sözleşme istiyorsun?
- İkimizden hangimiz önce ölürsek, geriye kalanımız; bir daha evlenmesin!. Buna, söz verebilir misin?

Ebû Seleme biraz düşündü ve sordu:
- Ey hanımcığım! Sen, beni dinler ve itâat eder misin?
- Evet! Dinlerim ve itâat ederim.
- Sen, sözümü dinle ve ben ölürsem, evlen!

Hazret-i Ebû Seleme böyle söyledikten sonra ellerini kaldırıp, o büyük îmânlı hanımına ve bütün Müslümanlara duâlar etti.

Bedir'deki yenilginin ateşiyle yanan Kureyş müşrikleri, bütün hınçlarıyla Uhud'da saldırdılar. Medîne civârındaki Yahûdileri de kışkırtıyorlardı. O gazânın gerçek kahramanlarından birisi, yine Hazret-i Ebû Seleme idi. Olanca îmânı ve olanca gücüyle savaşıyordu. Asıl gâyesi şehîd olmaktı. Fakat sâdece kolundan, pâzusundan yaralandı. Yarası küçük olmasına rağmen, kan kaybediyordu.

Müşrikleri dağıttılar
Gazâdan sonra bile, uzun zaman evinde yattı. Hanımı onu, güzelce tedâvi ediyordu. Bir ay sonra iyileşti, ayağa kalktı.

İslâmın hudutları genişledikçe, düşmanları da çoğalıyordu. Kutn bölgesindeki ba'zı kabîle reisleri, hâlâ kibir ve azamet peşindeydiler. Orada başlıyan kışkırtma olayları üzerine Peygamber Efendimiz, bir ihtar hareketini uygun gördüler. Hazret-i Ebû Seleme ile ba'zı arkadaşlarını, bu iş için vazîfelendirdiler.

Onlar da kısa zamanda, Kutn civârındaki âsî ve müşrikleri dağıttılar. Pek çok ganîmet alarak, Medîne'ye döndüler. Dönüşte, Hazret-i Ebû Seleme fenâlaştı. Çünkü Uhud'da aldığı yara yeniden açılmıştı. Bütün gayretlere rağmen, fazla kan kaybından vefât etti.

Ümmü Seleme hatun, kocası Ebû Seleme'nin şehîd olması üzerine, "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciun" dedikten sonra, duâ etti.

Sonda doğruca sevgili Peygamberimizin huzûrlarına giderek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ebû Seleme vefât eyledi.

Peygamber efendimiz kalktılar ve halalarının oğlunu görmeye gittiler. Mübârek elleriyle hâlâ açık bulunan gözlerini kapattılar ve buyurdular ki:
- Hakikaten, rûh kabzolunurken göz; rûhun peşinden baka kalır!

Melekler âmin demektedir
Resûlullah efendimiz o sırada ağlaşıp, sızlanan kadınlara ve diğer ev halkına da:
- Sizler şimdi kendinize, hayırdan başka duâda bulunmayınız. Çünkü Melekler şu anda, duâlarınıza âmin demektedirler, îkazında bulundular.

Daha sonra da şöyle duâda bulundular:
- Ey Allahım! Ebû Seleme'yi rahmetine kavuştur! Doğru yola ermiş kulların arasında, derecesini yücelt! Geride kalanlardan O'na, iyi bir halef ihsân eyle! Bize ve O'na mağfiret kıl. O'nu kabirinde, ferahlandır ve nûrlandır.

Hazret-i Ebû Seleme Medîne'de Bâki' Kabristanına defnolundu. Muhterem hanımı, her zaman olduğu gibi sabretti, duâlar etti. Onun yetîm kalan yavrularıyla, geçim derdini halletmeye çalıştı.

4-5 ay kadar sonra Peygamberimiz, bir arkadaşlarını ona yolladılar. Gelen zât dedi ki:
- Müjdeler olsun, ey Ümmü Seleme! Resûlullah efendimiz, Allahın emriyle seni nikâhlamak istiyorlar.

Bu büyük müjdeye rağmen Hazret-i Ümmü Seleme, düşünceli görünüyordu. Az sonra, cevap olarak dedi ki:
- Ey Resûlullahın elçisi! Hoş geldin, sefâlar getirdin! Yalnız şu husûsları, Efendimize arz etmelisin ki:
1) Ben yaşlı ve kıskanç bir kadınım. Olabilir ki, aksi bir davranışta bulunurum da; o yüzden, Allahın gazâbına uğramaktan korkarım.

2) Yetîm çocuklarım mevcuttur. Bir de onların bakımı, kendilerine yük olmaz mı?

3) Nikâhımı yapacak velîlerim, yanımda değildirler.

Elçi bunları, aynen sevgili Peygamberimize arz etti.

Biz de yaşlıyız
Birkaç gün sonra iki cihânın Sultânı bizzat, teşrîf buyurdular. Çok heyecanlanan Hazret-i Ümmü Seleme'ye, tekliflerini Kendileri tekrarladılar. Ve buyurdular ki:
- Biliyorsun ki, biz de yaşlıyız. Sonra senin, o kıskançlık hâlini gidermesi için, Allaha duâ ederiz. Çocuklarına gelince onlar, Bizim de çocuklarımızdır. Velîlerin arasında, bizim evlenmemizi istemiyen kimse çıkmaz.

Ve Allahın emriyle, nikâhları kıyıldı. Böylece, Hazret-i Ebû Seleme'nin muhterem hanımına ettiği vasiyeti de, yerine getirilmiş oldu.

Ebû Seleme'nin asıl adı, Abdullah; babası, Abdülesed; annesi, Abdülmuttalib'in kızı Berre idi. Gâyet iyi okuma-yazma bilir ve her isteyene öğretirdi...
 
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:31:30
Ebu Süfyan Bin Hâris  

Peygamberimizin süt kardeşi.

Ebu Süfyan bin Hâris, Peygamberimiz davete başlamadan önce, Peygamberimizi pek çok severdi. Resulullah efendimiz davete başlayınca, önce çok düşman olmuştu. Peygamberimizi ve Müslümanları hicveden şiirler söyledi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, görüldüğü yerde öldürülmesini emrettiler.

Nasıl izin verebilirim?
Ebu Süfyan, Kureyş müşriklerinin, Peygamberimizle yaptıkları çarpışmaların hiçbirinden geri kalmadı. Müslümanlar, Şair Hassan bin Sabit’e, “Sen de onu hiciv ve tahkir et” demişlerdi. Hassan bin Sabit de demişti ki:
- Resulullah efendimiz izin vermedikçe, yapamam!

Peygamberimiz, kendilerinden izin istendiğinde buyurmuştu ki:
- Ben, “Babamın kardeşi olan amcamın oğlunu hiciv ve tahkir et” diye, sana nasıl izin verebilirim?

Hassan bin Sabit de demişti ki:
- Ben, ondan, sizi, sizin soyunuzu, hamurun içinden kıl çeker gibi kolayca çekip ayırt eder, sonra onu hiciv ve tahkir ederim!

Hazret-i Aişe der ki:
"Resulullah efendimiz, (Siz de Kureyşlileri hiciv ve tahkir ediniz! Çünkü, hiciv, onlara ok yağdırmaktan daha ağır gelir!) buyurdu ve Abdullah bin Revaha’ya, (Onları, hicvet) diye haber gönderdi.

Abdullah bin Revaha, Kureyşlileri hicvetti. Resulullah efendimiz daha sonra, Kab bin Malik’e, sonra da Hassan bin Sabit’e, Kureyşlileri hicvetmeleri için haber gönderdi.

Hassan bin Sabit, Resulullah efendimizin huzuruna girince, dedi ki:
- Demek, kükrediği zaman, kuyruğunu iki yanına çarpan bu arslana, haber salmanın zamanı geldi! Seni, hak dinle Peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki; ben, onların şahsiyet ve şereflerini dilimle, deri parçalar gibi parçalayacağım!

Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Acele etme! Ebu Bekir, Kureyşlilerin soyunu, sopunu en iyi bilendir. Elbette, benim soyum da onların içindedir. Ebu Bekir, benim soyumu, sana iyice açıklasın!

Hassan, hemen Ebu Bekir’e gitti. Sonra, dönüp gelince dedi ki:
- Ya Resulallah! Senin soyun bana iyice açıklandı. Seni, hak dinle Peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki; hiç süphesiz, seni, onların arasından, hamurdan kıl çeker gibi, kolayca çeker, çıkarırım!”

Hem ferahlattı, hem de ferahladı
Hazret-i Aişe buyurdu ki:
"Peygamber efendimizin Hassan’a, (Hiç süphe yok ki, sen, Allah ve Resulü tarafından müdafaa yaptığın müddetçe, Cebrail seni destekleyip duracaktır) ve yine, (Hassan, onları hicvedip susturmakla, hem Müslümanları ferahlatti, hem de, kendisi ferahladı) buyurduğunu, kendisinden işitmişimdir.

Hassan bin Sabit, Sair Ebu Süfyan bin Hâris’e hitaben çesitli hicivlerde bulundu. Neticede Ebu Süfyan bin Hâris’in kalbine İslâm sevgisi düştü.

Ebu Süfyan bin Hâris, bir gün, Rum Kayserinin huzuruna çıktığında, Kayser, ona sordu:
- Sen kimlerdensin?

- Ben, Ebu Süfyan bin Hâris bin Abdülmuttalib’im!
- Sen, Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib’in amcasının oğlu musun!
- Evet! Ben, Onun amcasının oğluyum.

Batıl olduğunu anladım
Ebu Süfyan der ki:
“Rum Kayserinin yanında, ne İslâmiyetten kaçıldığını, ne de Muhammed’den başkasının tanındığını gördüm! Bunun üzerine, kalbime, İslâmiyet sevgisi girdi. İçinde bulunduğum müşrikliğin batıl ve boş olduğunu anladım.

Ne çare ki; biz, akılları başlarında bir kavimle birlikte bulunuyorduk. İnsanların, akıllarına ve görüşlerine göre yaşadıklarını sanıyordum. Onlar, bir yol tutup gittiler. Biz de, o yolu tutup gittik.

Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek Muhammed’e karşı ayaklandıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman, onlara uyduk!

Bir gün, kendi kendime; (Ben, kimlerle arkadaş oluyorum? Kimlerin yanında bulunuyorum? İslâm yolu, belli olmuş ve kararlaşmış bulunuyor) dedim. Zevcemle oğlumun yanına vardım. Onlara dedim ki:
- Yola çıkmak için hazırlanınız! Muhammed’in yanınıza gelmesi, çok yaklaşmıştır!

Karım ve oğlum dediler ki:
- Canımız sana feda olsun! Arapların ve Arap olmayanların Muhammed’e tabi olduğunu görüyorsun da, hâlâ, ona karşı düşmanlık mevkiinde bulunuyor, düşmanlıkta direnip duruyorsun!?

Hâlbuki, Ona yardım etmek, herkesten çok sana düşerdi. Ona yardım edenlerin ilki, sen olmalı idin!

Uşağım Mezkur’a dedim ki:
- Bir deve ile atımı, acele yanıma getir!

Resulullah ile buluşmak maksadıyle Mekke’den yola çıktık. Yanımızda Abdullah bin Ebi Ümeyye de vardı. Ebva’ya varıp indiğimiz zaman, Resulullah efendimizin öncü birliği oraya gelmiş ve Mekke’ye yönelmişti.

Yüzünü çevirdi
Resulullah efendimiz, görüldüğüm yerde öldürülmemi emretmişti. Bunun için, öldürülmekten korktum ve gizlendim.

Oğlum Cafer’in elinden tutup, yaya olarak bir mil kadar gittik. Sabahleyin Resulullah efendimizin yanına vardık. Halk, takım takım geliyordu. Peygamberimiz, hayvanına bineceği zaman, kendisiyle görüşmek istedim. Yüzünü, bizden başka tarafa çevirdi. Yüzünü çevirdiği tarafa geçtim. Tekrar tekrar benden yüzünü çevirdi. Biraz düşüneyim...

Bütün yakın uzak her şey beni tuttu, sıktı! Ona erişemedikçe bir ölü olduğumu, Onun iyiliğini, merhametini ve bana olan yakınlığını düşündükçe “Beni tutar” diye ummuştum.

Resulullah Aleyhisselamın akrabası olduğum için, benim Müslüman olmama, Resulullah efendimizin de, eshabının da son derecede sevineceklerini sanıyor ve şüphe etmiyordum.

Resulullah efendimizin, benden yüz çevirdiğini görünce, bütün Müslümanlar da, benden yüz çevirdiler. Hazret-i Ebu Bekir, bana rastladı ve benden yüzünü çevirdi.

Resulullahı inciten sen misin?
Ensardan birisi beni Hazret-i Ömer’in yanına yanaştırdı. Ona bakınca, bana dedi ki:
- Ey Allahın düşmanı! Resulullah efendimizi ve eshabını inciten sensin ha! Ona düşmanlığını, yeryüzünün doğularına, batılarına kadar ulaştırdın ha!

Hemen amcam Abbas’in yanına vardım. Ona dedim ki:
- Ey Abbas! Ben, Resulullahın yakını ve asaletli oluşum sebebiyle Müslümanlığımın, Resulullahı sevindireceğini ummuştum. Kendisinden umduğum iltifatı göremedim. Beni kabul etmesi için Onunla konuş!
- Hayır! Vallahi, Onun, senden yüz çevirdiğini gördükten sonra, Onunla bir tek kelime bile konuşamam! Resulullah efendimizi üzmüş olmaktan korkarım!
- Ey Amca! Bâri, gidip başvuracağım bir kimseyi bana söyle?

Bunun üzerine Hazret-i Abbas, (İste, o!) diye Hazret-i Ali’yi gösterdi. Hazret-i Ali ile buluşup konuştum. O da, bana Abbas’ın sözlerinin tıpkısını söyledi."

Ebu Süfyan bin Hâris ile Abdullah bin Ebi Ümeyye, Peygamberimizin huzuruna girme çarelerini araştırdıkları ve kendilerinden yüz çevrildiği sırada, Peygamberimizin zevcesi Hazret-i Ümmü Seleme de, onlar hakkında Peygamberimizle konuşarak dedi ki:
- Ya Resulallah! Biri amcanın oğlu ve süt kardeşindir. Diğeri de, halanın oğludur ve hısmındır. Allahü teâlâ, bunları, sana Müslüman olarak gönderdi. Bunlar, senin katında halkın en yaramazı olamazlar!

Peygamberimiz buyurdu ki:
- Bana, onların ikisi de gerekmez. Amcamın oğlu, benim haysiyet ve şerefimi, dili ile lekelemek istedi! Halamın oğlu ve hısmım olan kişi ise, Mekke’de bana söylememesi gereken sözleri söylemiştir!

Gerçekten de, Peygamberimiz Mekke’de iken, bir gün, Kureyş müşriklerinin azılıları toplanıp, Peygamberimize ileri geri tekliflerde bulunduktan sonra, Peygamberimizin Peygamberliğini reddetmişlerdi. Peygamberimiz, onların yanlarından çok üzgün olarak ayrılmışlard??.

Yine inanmam
Abdullah bin Ebi Ümeyye ise, Peygamberimizin peşini bırakmamış, yolda Ona demişti ki:
- Ey Muhammed! Kavmin sana yapacakları teklifleri yaptılar. Sen, onların tekliflerinden hiçbirini kabul etmedin! Sonra, dediğin gibi, Allah katındaki mevkiini anlamak, sana inanmak, uymak üzere kendileri için istedikleri şeyleri de yapmadın!

Vallahi ben, sana bakıp dururken, sen, göğe bir merdiven kurarak tırmanıp göğe çıkmadıkça ve oradan, yanında senin dediğin gibi Peygamber olduğuna tanıklık edecek dört melek getirmedikçe, sana hiçbir zaman inanmam!

Yemin ederim ki, sen, bunu yapmış olsan bile, yine seni tasdik edeceğimi sanmıyorum!

Abdullah bin Ebi Ümeyye, bunları dedikten sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıştı.

Peygamberimiz, Hazret-i Ümm-i Seleme’ye, Abdullah bin Ebi Ümeyye ve süt kardeşi hakkında nazil olan ayet-i kerimeyi de (Isra 93) okudu. Hazret-i Ümm-i Seleme dedi ki:
- Ya Resulallah! Bu kişi, senin kavmindendir. Onların söylediği şeyi, bütün Kureyş müşrikleri de, söylemişler ve haklarında onun gibi ayetler de inmiştir. Sen, onun suçundan daha ağırını da affetmiştin. O, Amcanın oğludur ve onun sana akrabalığı vardır. Sen de, onun suçunu bagışlamaya halkın en layıkısın!

Bana ilk bakışı idi
Ebu Süfyan bin Hâris der ki: “Cuhfe’ye varıncaya kadar, ne Resulullah efendimiz, ne de Müslümanlardan hiçbiri benimle konuşmadı.

Her konaklanılan yerde, kendim Resulullahın kapısında duruyor, oğlum Cafer de ayakta dikiliyordu. Resulullah beni gördükçe, yüzünü benden çeviriyordu.

Ezahir yokuşundan Mekke’nin Ebtah vadisine inince, Resulullahın çadırının kapısına yaklaştım. Bana baktı. Bu bakış, Onun, bana ilk yumuşak bakışı idi. Kendisinin gülümseyeceğini de ummaya başladım.”

Hazret-i Ali, Ebu Süfyan bin Hâris’e dedi ki:
- Resulullah efendimize, arka tarafindan var! Yusuf aleyhisselamin kardeşlerinin, Yusuf aleyhisselama söylediği şu sözü söyle: (Allaha yemin ederiz ki, Allahü teâlâ, seni, gerçekten bizden üstün kılmıştır! Biz, doğrusu, sana karşı yaptıklarımızda suçlu idik, dediler.) [Yusuf 91]

Bundan daha güzel bir söz bulunabileceği kabul edilemez. Ebu Süfyan bin Hâris böyle yapınca, Peygamberimiz, Hazret-i Yusuf’un kardeşlerine söylediğini bildiren, (Size, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allahü teâlâ, sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir) [Yusuf 92] mealindeki ayet-i kerimeyi okudu.

Ebu Süfyan bin Hâris, Peygamberimizin, "Bana, onların ikisi de gerekmez” buyurduğunu haber aldığı zaman demişti ki:
“- Vallahi, ya yanına girmeme izin verecektir, ya da su oğlumun elinden tutup yeryüzünde açlıktan, susuzluktan ölünceye kadar çekip gideceğiz! Sen ki benim hem akrabam, hem de halkın en uslusu, yumuşak huylusu, en iyilikseveri ve cömerdi bulunuyorsun.”

Peygamberimiz, Ebu Süfyan’ın bu sözlerini işitince, her ikisine de acıdı ve kendilerinin huzurlarına girmelerine izin verdi. Girdiler ve Müslüman oldular.

Yüzüne bakamazdı
Ebu Süfyan bin Hâris, Müslüman olduktan sonra, utancından, başını kaldırıp Peygamberimizin yüzüne bakamazdı. Geçmişteki tutum ve davranışlarından dolayı özür diledi.

Ebu Süfyan, Mekke-i mükerremenin fethinde bulunmuştur. Huneyn muharebesinde gösterdiği fevkalade kahramanlığı dolayısıyla, Resulullahın iltifatlarına mazhar oldu.

Miladi 644 senesinde, hacdan dönerken vefat etti. Namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Medine’deki Bakî kabristanına defnedildi. Hadis-i şerifte, “Ebu Süfyan cennet yiğitlerindendir” buyurularak, Resulullahın methine mazhar oldu. Siması Resulullaha benzeyen yedi kişiden biri de bu idi.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:32:50
Ebû Talhâ  

Resûlullahın fedâisi.

İslâm Güneşi Mekke'de parlarken, Ebû Talhâ 20 yaşlarında delikanlıydı...

Medîne'nin asîl ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Her gece evlerinde, eğlence ve içki toplantıları vardı. Zenginliği sâyesinde, bütün dünya nîmetlerini tatmak istiyordu...

Daha kötüsü; birçok asil arkadaşları gibi, Puta tapmaktaydı..

Etrafında sayısız kadın ve kız dolaşıyordu. Fakat o, sadece biriyle evlenmek istedi. Haber yolladı.

Evlenme teklifinde bulundu.

Ümmü Süleym adlı bu hanımın, kocası, yeni ölmüştü. Şu cevabı verdi:
- Yetîm oğlum büyüyünceye kadar, evlenmeyi düşünmüyorum.

Ümmü Süleym fakir olduğu halde, küçük oğlunu, üvey baba eline bırakmak istemiyordu.

Ebû Talhâ, çâresiz bekliyecekti!..

Evlenmem mümkün değil
Epeyce zaman sonra, bizzat kendisi gitti. Nezâketle evlenme teklifini tekrarladı:
- Oğlun artık büyüdü, Ey Ümmü Süleym!.. Kararını vermelisin, dedi.

O'nun niyetinin iyi olduğunu anlıyan zeki kadın, başka bir şeyden endişeliydi. Açık açık söylemeyi uygun buldu:
- Yâ Ebû Talhâ! Ne yazık ki, seninle evlenmem mümkün değil.

Neccar Oğulları Kabîlesinin bu en yiğit, en zengin ve en yakışıklı delikanlısı; hayretle sordu:
- Niçin?
- Çünkü sen, müşriksin. Putlara tapıyorsun.

Ebû Talhâ'nın hayreti arttı:
- Putlarımız sana, bir zarar mı verdiler? diye sordu. Ümmü Süleym, gâyet sâkin:
- Onlar kimseye; ne zarar verebilir, ne de fayda!.. dedi ve devam etti:
- Çünkü sen de biliyorsun ki; tahta putlarınızı, aşağı mahalledeki marangoz köleleriniz yapmaktadır! Taş ve toprak putllarınızı da, yukarı mahalledeki köleleriniz yaparlar.

Ebû Talhâ gözlerini açmış, evlenmek istediği kadını dinliyordu. O, sözlerini şöyle tamamladı:
- Taptığınız putları, ateşe atsan yanar! Kayaya çarpsan dağılır, toz olurlar! Senin gibi asîl bir efendinin işe yaramaz oyuncaklara secde etmesi, yakışır mı?

Biraz düşüneyim...
Zekî Medîneli, ne diyeceğini şaşırdı, sâdece sordu:
- Peki sen, nelere inanıyorsun? Nasıl düşünüyorsun?

Kadın, cevap verdi:
- Seni, beni, yeri, göğü yaratan ve yaşatan ve öldüren Allah; birdir ve büyüktür. Muhammed aleyhisselâm, O'nun kulu ve elçisidir. İşte, benim inandığım budur.

Zengin delikanlının aklı karıştı:
- Biraz düşünmek istiyorum! diyebildi.

Tek başına kaldığı zaman, gerçekten uzun uzun düşündü. Sonra tekrar, Ümmü Süleym'in yanına vardı.
- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh. diyerek, Kelime-i Şahâdet getirdi. Müslümanlık şerefine erişti.

Ebû Talhâ kelime-i şehâdet getirip Müslüman olunca, O mü'mine hanım da:
- Ey Ebû Talhâ! Şimdi seninle, hiçbir karşılık istemeden; evlenmeyi kabul ediyorum, dedi.

Ümmü Süleym hakikaten sevinçliydi. Çünkü bir insanı, hem de kocası olacak bir insanı; sapık fikirlerden kurtarmıştı. Ancak Müslüman olduktan sonra Ebû Talhâ hazretleri, o iyi kalbli hanımla evlenebildi. Böylece dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmuş oldu.

Bu sıralarda sevgili Peygamberimiz, Allahın emriyle; Medîne'ye hicret, ettiler. Bu şerefe eren Medîne halkı, gerekli herşeyi; Muhacîrlere, göç edenlere te'mîn ediyordu.

Lütfen kabul buyurun
Hazret-i Ebû Talhâ ve muhterem hanımı da, Peygamber efendimizin huzurlarına vardılar.
- Yâ Resûlallah. Biz de size, şu küçük oğlumuzu armağan ediyoruz. Lûtfen kabul ve duâ buyurunuz. İnşâallah size hizmette, kusur etmez, dediler.

Bu küçük oğlu, Enes idi.

Efendimizin memnun oldukları, gözerinden anlaşılıyordu. Küçük Enes'i, kendi terbiyelerine aldılar. Bir sâyede Ebû Talhâ'nın üvey oğlu, büyük bir şerefe nâil oldu.

Cenâb-ı Hak bir müddet sonra onlara, yeni bir oğul verdi. Yeni bebek, evlerine sevinç getirmişti. Çünkü artık Sevgili Peygamberimiz de sık sık, onlara uğruyorlardı. Hatır soruyor, cemâ'atle namaz kıldırıyorlardı.

Ne yazık ki çocukcağız, bir gün hastalandı. Az sonra da, vefat etti. O sırada Hazret-i Ebû Talhâ evde yoktu. Ümmü Süleym evlâdını yıkadı, kefenledi. Üstüne, temiz bir bez örttü.

Ev halkına:
- Babası geldiği zaman, siz bir şey söylemeyin, diye, tenbih etti.

Akşamleyin Ebû Talhâ eve döndü. Her zamanki gibi yanında, arkadaşları bulunuyordu. Selâm verdi ve sordu:
- Oğlum nasıl? Hanımı:
- O şimdi, daha sâkin ve daha huzurlu bir hâlde bulunuyor, dedi. Sonra efendisine ve misafirlere, hazırladığı yemekleri ikrâm etti.

Hayırdır inşâallah
Hepsi âfiyetle yediler, içtiler. Hiçbir şeyden haberleri olmadı.

Misâfirler, geç vakit gittiler. Ancak o zaman, hanımı konuştu:
- Ey Ebû Talhâ! Aşağı hurmalıktaki komşularımız, emânet birşey almışlar. Bir müddet faydalanmışlar. Fakat sahibi, emâneti geri isteyince, itiraz etmişler.
- Ne demişler?
- Daha zamanı gelmedi! Ne çabuk istiyorsun, gibi şeyler!
- İnsafsızlık etmişler doğrusu!
- Evet öyle. İnşâallah biz etmeyiz.
- Hayırdır inşâallah! Birşey mi oldu?
- Evet...
- Ne oldu?
- Cenâb-ı Hak da, bizdeki emânetini geri istedi, deyince, kocası hemen anladı.
- Oğlumuz öldü mü yoksa, diye sordu:
- Allah, sana ömürler versin...

Ebû Talhâ ilk oğlunun ölüm haberine rağmen sarsıldı. Fakat, herşeye rağmen:
- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn "Biz, hepimiz, Allahın kullarıyız ve ancak, O'na dönücüleriz..." mânâsına gelen, âyet-i kerîmeyi okudu. Hakkın emrine râzı olup, sabretti...

O günlerde Müslümanlar, maddî sıkıntı çekiyorlardı. Hazret-i Ebû Talhâ, hanımına:
- Ey Ümmü Süleym! Evde yiyecek var mıdır, diye sordu. Hanımı da:
- Evet. Ne yapacaksın, dedi.
- Resûlullah efendimizin mübârek seslerinde, zaîflik ve açlık hissediyorum. Gönderebilir miyiz?

Hazret-i Ümmü Süleym derhal, birkaç arpa ekmeğini beze sardı. Oğlu Hazret-i Enes'in koltuğuna verip, yolladı.

Evet yâ Resûlallah
Sevgili Peygamberimiz, Mescîdde, arkadaşlarıyla idiler. Ekmeklerle, Hazret-i Enes'i görünce:
- Seni, Ebû Talhâ mı yolladı.
- Evet efendimiz...
- Koltuğunda, ekmek mi var?
- Evet, yâ Resûlallah.

Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, arkadaşlarına:
Kalkın! Ebû Talhâ'nın evine gidiyoruz, buyurdular.

Bunu işiten Hazret-i Enes, önlerinden koşturdu. Doğru eve gelip, babasına meseleyi bildirdi. O da:
- Yâ Ümme Süleym!.. Peygamber efendimiz bütün cemâatlarıyla birlikte, yemeğe teşrîf ediyorlarmış. Şimdi ne yapacağız! Evdeki yemek, hepsine yetecek mi, diye telâşlandı.

Hanımı gâyet sâkin:
- Allahü teâlâ ve Peygamberi, daha iyi bilirler. Sen telâşlanma, cevabını verdi.

Gerçekten o gün, iki cihân sultânı ve bütün arkadaşları, Ebû Talhâ hazretlerinin evinde doydular. Bu olay şüphesiz, Hazret-i Resûlullahın mu'cizesi ve ev sahiplerinin tevekkülü sâyesinde gerçekleşti.

Günler sür'atle geçip gidiyordu.

Harp ve sulh anlarında Hazret-i Ebû Talhâ, sevgili Peygamberimizden hiç ayrılmadı. En ufak işâretlerini bile, yerine getirmek için, canla-başla çabalıyordu.

Başta büyük Bedir gâzâsı olmak üzere, bütün savaşlarda herşeyini; Allahü teâlâ ve Resûlü uğruna fedâ etti. Bilhassa Huneyn gâzâsında hârikaydı.

Yüz kişiden hayırlıdır
O gün Peygamber efendimiz buyurdular ki:
- Kim, bir düşmanı öldürürse; düşmanın üzerinde nesi varsa O gâzîye âit olacaktır. Ganîmete, dâhil edilmiyecektir.

O savaşta Hazret-i Ebû Talhâ tek başına, yirmiden fazla müşrik öldürdü. Üzerlerinde bulunan bütün eşyâları topladı. İçlerinden bir kılıç bile almadan, hepsini Peygamber efendimizin önlerine bıraktı.

O'nun tek isteği, sâdece Allahü teâlânın ve Resûlullahın rızâları idi.

Sevgili Peygamberimiz:
- Asker içinde Ebû Talh'nın sesi, 100 kişiden hayırlıdır, buyurmuşlardır.

Sevgili Peygamberimizin vefâtlarından sonra, Medîne'de duramadı. Şam taraflarına gitti. Ancak Hazret-i Ömer'in son zamanlarında, baba ocağına döndü.

70 yaşlarında, Hakkın rahmetine. Sevdiklerine kavuştu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:34:52
Ebû Zer-i Gıfârî  

Gıfârî kabilesinin reisi.

Ebû Zer-i Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabîlesindendir. Bunlar Arabistan’da bulunan diğer kabîleler gibi câhiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.

Ebû Zer-i Gıfârî de çevresinin te’sîriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesâreti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu.

Putlardan nefret ediyordu
Fakat o, bütün bunlardan bir tat almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu.

Nihâyet bir gün herşeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya başladı. Üç sene böylece devam etti.

Ebû Zer-i Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta iken, Muhammed aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirilmişti. Artık insanlar birer ikişer Müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çâreler arıyordu.

Nihâyet bu haber Benî Gıfâr kabîlesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:
- Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve Peygamber olduğunu bildiriyor.

Ebû Zer heyacanla sordu:
- Hangi kabîledendir?
- Kureyş’tedir.

Ne haber getirdin?
Ebû Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneys’e dedi ki:
- Hayvanına bin, Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zâtla görüş, söylediklerini dinle, benim için bilgi edin, haberini bana getir.

Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber efendimizin mübârek cemâli, sohbeti ve ihsânları ile şerefledi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer kardeşine sordu:
- Ne haber getirdin?
- Vallahi öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.
- Peki insanlar, onun hakkında ne diyorlar?

Zamanın meşhur şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle cevap verdi:
- Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne, ne de sihirbazların sözüne benzemiyor. Onun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:
- Sen bana, bu husûsta arzû ettiğim, gönlüme şifâ veren, müşkillerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.

Kardeşi Üneys dedi ki:
- İyi olur, fakat sen Mekke halkından sakın! Çünkü Mekkeliler, ona karşı son derece kin besliyorlar ve onunla görüşenleri takip ediyorlar.

Ebû Zer, hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi görüp Müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle Mekke yoluna düştü.

Kimseye sormadı
Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.

Ebû Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu. Burada Zemzemden başka bir şey yiyip içmiyordu.

Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hazret-i Ali, Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hazret-i Ebû Zer de ona sırrını açmadı.

Sabah olunca, tekrar Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ip ucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hazret-i Ali, o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:
- Bu biçâre hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.

Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hazret-i Ali tekrar da’vet edip evine götürdü ve ona sordu:
- Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?
- Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen, söylerim.
- Söyle, hâlini kimseye açmam.

Akıllılık ettin
- İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmesi, ondan işittiklerini ezberleyip bana nakletmesi için kardeşimi göndermiştim. Kardeşim gönlüme şifâ verecek bir haber getirmedi. Onun için bizzat kendim onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.
- Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zât Allahın Resûlüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!

Ebû Zer-i Gıfârî, Hazret-i Ali’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:
- Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebû Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.

Peygamber efendimiz selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:
- Sen kimsin?
- Gıfâr kabîlesindenim.
- Ne zamandan beri buradasın?
- Üç gün üç geceden beri buradayım.
- Seni kim doyurdu?
- Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.
- Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.
- Yâ Muhammed! İnsanları neye da’vet ediyorsun?
- Bir olan ve ortağı bulunmayan Allaha îmân etmeye ve putları terketmeye, benim de Allahın Resûlü olduğuma şehâdet etmeye da’vet ediyorum.

Bana İslâmı bildir
Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri:
- Bana İslâmı bildir, dedi.

Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebû Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyâkla dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki Müslüman olduğumu Kâ’be’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmiyeceğim.

Bundan sonra Ebû Zer-i Gıfârî Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle:
- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.

Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.

Bu hâli gören Hazret-i Abbâs seslendi:
- Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?

Böylece Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.

Kavminin yanına dön!
Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hazret-i Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.

Bundan sonra Peygamber efendimiz Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine buyurdu ki:
- Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!

Bu emir üzerine Ebû Zer-i Gıfârî kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri kavmini İslâmiyete da’vet ediyordu. Birgün kabîlesine, Allahın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve ma’nâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, “Olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabîlenin reisi Haffâf, bağıranları susturdu ve dedi ki:
- Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak!

İşte sizin taptığınız şey
Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti:
- Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mânî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.

Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:
- Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?

Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:
- O, Allahın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allaha îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya da’vet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabîlesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabûl ettiler.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civârında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan’a, daha sonra Medîne-i münevvereye hicret yapıldı.

Her şeyi sorardı
Ebû Zer hazretleri de Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zer hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabîlesi arasına gönderildi.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri Hendek savaşından sonra Medîne’ye geldi ve yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı.

Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize sorardı. Îmân, ihsân, emir ve yasaklar husûsunda, Kadir gecesi ve daha birçok husûsların sırlarını, izâhını, namaza dâir ince husûsları ve nice şeyleri Resûlullaha bizzat sorarak öğrenmiştir.

Resûl-i Ekrem efendimiz Ebû Zer’i çok sever, ona, husûsî iltifât buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullahın huzûrunda kalırdı. Peygamberimizin mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.

Ayrıca Ebû Zer hazretleri, Peygamberimizin mübârek elini öpmek saâdetine kavuşmuştur. Resûlullah efendimize bi’ât ederken de, “Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun dâimâ doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu husûsta Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Dünyaya Ebû Zer’den daha sâdık kimse gelmedi.

Tebûk seferi
Resûlullaha anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:
- Yâ Resûlallah, benim kalbim yalnız Allahü teâlânın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.

Tebük muharebesinde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zer orduya yetişti. Resûlullahın yanında bulunan Eshâb-ı kirâm dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.

Resûlullah efendimiz:
- Ebû Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.

Eshâb-ı kirâm dikkatle bakıp Resûlullaha dediler ki:
- Yâ Resûlallah, gelen Ebû Zer’dir.
- Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşrolunur.

Daha sonra Ebû Zer’e:
- Ey Ebû Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.

Her adımına karşılık
Ebû Zer, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:
- Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allahü teâlâ bir günâhını bağışlasın, diye duâ buyurdular.

Ebû Zer-i Gıfârî dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeple ona, “Mesîh-ül-İslâm” lâkabını vermişti.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Mekke’nin fethine de kendi kabîlesinin sancağını taşı*** katılmıştır.

Peygamberimize tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer, Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzûn ve yalnız yaşadı. Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Bir gün Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Kâ'be'nin yanında durarak şöyle dedi:
- Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, azıksız aslâ çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhıret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?

Âhıret azığı
Orada toplanan ahâli sordu:
- Bizim âhıret azığımız nedir yâ Ebâ Zer?
- Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhıret hazırlığı yapmaya tahsîs ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Hazret-i Osman'ın halîfeliğine kadar Şam'da kaldı. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve harâmlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakîrlere dağıtırdı.

Bir defasında Şam vâlisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zer hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakîrlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.

Ertesi gün vâlinin hizmetçisi gelip dedi ki:
- Aman efendim, dün akşam sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim. Mümkünse altınları geri alayım, yoksa vâli benden hesap sorar.

Bunun üzerine Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri buyurdu ki:
- Oğlum, onları fakîrlere dağıttım. Sen vâliden iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, o zaman iâde ederiz.

Vâlinin adamı durumu vâliye anlattı. Vâli, Ebû Zer'in, sözünün eri olduğunu anladı.

Ancak, Ebû Zer'in bir günlük ihtiyaçtan fazlasını bulundurmayıp dağıtmasını ve halkı buna teşvik etmesini, halkın anlamayacağını anlayan vâli, durumu halîfe Hazret-i Osman'a mektup ile bildirdi.

Medîne'den ayrıl!
Bunun üzerine halîfe, Ebû Zer'i Medîne'ye da'vet etti. Ebû Zer, Medîne'ye geldiğinde, evlerin Sel Dağına dayandığını ve refâhın arttığını gördü. Halîfenin huzûruna çıkınca, Hazret-i Osman'a, niçin insanların biriktirdikleri malları dağıttırmıyorsun, diye sordu. Bunun üzerine Hazret-i Osman buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Onlar zekâtlarını verdikten sonra, benim vazîfem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.

Bunun üzerine Ebû Zer dedi ki:
- Resûlullah bana "Binalar Sel dağına ulaştığı zaman, sen Medîne'den ayrıl!" diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medîne'den gideyim.

Hazret-i Osman müsâade buyurdu. Birkaç koyun ve keçi, yetecek miktarda yiyecek vererek, Medîne-i münevvere yakınlarındaki Rebeze adındaki köye gitmesini söyledi. Ailesi de Şam'dan buraya gönderildi.

Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Rebeze’de, küçük bir kulübeye yerleşti. Gelip geçenlere, hadîs-i şerîf ve dînî bilgiler öğretmeye başladı. Halîfenin hediye ettiği, birkaç koyun ve keçisi vardı. Onlarla hayatını devam ettiriyor, dâimâ Allaha şükrediyordu.

Elbisen eskidi
Birgün, muhterem hanımı hatırlattı:
- Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?
- Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.
- Hayırdır İnşâallah efendi...
- İnşâallah yakında, Allahın sevgilisi Peygamber efendimize kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, rûhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.

Hanımı ağlamaya başladı.
- Niçin ağlıyorsun hanım?

Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:
- Nasıl ağlamıyayım! Gerçekten bir emr-i Hak vâki olsa, vefât etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?
- Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?

Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı. Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden! Üzüntüyle içeri döndü. Başını salladı:
- Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?
- Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman cemâ’ati gelince, onlara ikrâm edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!

Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı.

Gelenler var!
Nihâyet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu:
- Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!

Yaşlı Sahâbînin gözleri parladı ve dedi ki:

- Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, Kıbleye doğru çevirelim.

Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefât etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.

Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Mâlik bin Eşter ve ba’zı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:
- Ebû Zer içerde, vefât etti. Onu kefenleyip, ecre, sevâba nâil olmak istemez misiniz?

Bu ismi duyan kâfile mensupları, hep birlikte, Ebû Zer hazretlerinin hizmetine koştular.

Abdullah bin Mes’ûd’un verdiği kefenle kefenlendi ve cenâze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medîne’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hazret-i Osman himâyesine aldı.

Hazret-i Ömer, halîfeliği zamanında birgün arkadaşları ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada iki genç huzûruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:
-Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhâkeme edilmesini istiyoruz.

Üç gün mühlet ver
Hazret-i Ömer, her iki tarafın da ifâdelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyân ettiği iyice öğrenildikten sonra kâtil genç suçlu görülerek idâma mahkûm edildi.

Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:
-Siz, mü'minlerin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefât etmezden önce paralarını ayırmış, bana, "Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhâfaza et! Büyüyünce kendisine verirsin." diye vasiyet etmişti. Ben de bu paraları bir yere gömdüm. Şimdi karar infaz edilirse, bu paralar orada kalır. Çünkü benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zâyi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emâneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.

Hazret-i Ömer:
-Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu.
-Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?
-Kefilini göster!

Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebû Zer Gıfarî hazretlerini göstererek:
-İşte bu zât kefil olur, dedi.

Hazret-i Ömer:
-Ey Ebû Zer, kefil olur musun?
-Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.

Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Da'vâcı gençler gelmiş fakat, suçlu genç gelmemişti. Da'vâcılar dedi ki:
-Ey Ebû Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezâsını çekmedikçe buradan ayrılmayız.

Ebû Zer hazretleri gayet sakin bir şekilde:
-Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.

Sözünde durdu
Nihâyet bildirilen vakit doldu. Ebû Zer hazretleri de ortaya çıkıp, cezâsının infazını istedi. Tam bu sırada, toz duman içinde birinin gelmekte olduğunu gördüler. Gelen, o gençten başkası değildi.

Genç geciktiği için özür dileyerek:
-Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emânet ettim. Dayımın yeri haylı uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.

Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu husûsu kendisine söylediklerinde:
-Mert olan hakîki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, "Artık dünyada sözünde duran kalmadı" dedirtmem.

Ebû Zer hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:
-Genç bana güvenerek, "Bu bana kefil olur" dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. Âlemde fazîlet, iyilik kalmamış, dedirtmem.

Bu durumu gören da'vâcılar:
-Biz de bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı dedirtmeyiz. Allah rızâsı için, da'vâmızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak affettik, dediler.

Peygamber efendimiz Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki:
-Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu İsâ'nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.

-İsâ aleyhisselâmın tevazuuna bakmak kendisini mesrur eden kimse, Ebû Zerr'e nazar eylesin.

Ebû Zerr-il Gıfârî Peygaberimizden bizzat işiterek 281 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden Enes bin Mâlik, İbn-i Abbas, Hâlid bin Vehba, Zeyd bin Vehb, Hurşe bin Hurr, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Abdullah bin Samit, Amr bin Meymun ve daha çok sayıda hadîs âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte denilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır.

Ebû Zerr'in rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsî şöyledir:

Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki:
Ey kullarım! Şüphesiz zulmü kendime haram kıldım. Ya'ni zulümden münezzehim. Bunu size de haram kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin.

Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidayet ve imân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidayete kavuştu, dalâletten kurtuldu. Benden hidayet isteyiniz, sizi hidayete kavuşturayım.

Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.

Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim.

Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiç bir zarar veremezsiniz ve bana hiç bir fâide sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. Ben ganiyy-i mutlakım siz de fakir-i mutlaksınız.

Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvânın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvânızın fâidesi yine sizedir.

Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyânkâr ve günâhkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyânı size ulaşır.

Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde bir yerde el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz. İğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden birşey eksiltir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.

Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ilmi ezelîm ve hafaza mleklerim ile zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd-ü senâ eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz'iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günâh işliyorlar.

Ebû Zerr-il Gıfârî şöyle anlatmıştır
Bir gün mescid girdim. Resûlullah efendimiz yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturdum, buyurdu ki:
Yâ Ebû Zer, mescide girince iki rekât namaz (tahıyyet-ül mescid) kılmak gerekir. Kalk kıl.

Kalktım iki rekât tahıyyet-ülmescid namazı kıldım sonra yine Resûlullahın yanına varıp oturdum. Dedim ki,
-Yâ Resulallah, bana namaz kılmayı emir buyurdunuz. Bu namaz nedir?
-Azı ve çoğu Allahü teâlânın koyduğu bir ibâdettir.
-Yâ Resûlallah hangi amel daha efdaldir:
-Allahü teâlâya imân etmek ve onun yolunda cihad yapmak.
-Yâ Resûlallah imân bakımından en kâmil mü'min hangisidir?
-Ahlâkı en güzel olanıdır
-Yâ Resûlallah mü'minlerin en emini kimdir?
-İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir.
-Yâ Resûlallah en efdal hicret hangisidir?
-Günâhlardan uzaklaşmaktır.
-Yâ Resûlallah en efdal namaz hangisidir?
-En uzûn kılınan namazdır
-Yâ Resûlallah, oruç nedir?
-Ecrini, mükâfatını bizzat Allahü teâlânın katkat vereceği bir farzdır ibâdettir,
-Yâ Resûlallah hangi cihad daha efdaldir?
-Mal ve canı ile yapılan cihaddır,
-Yâ Resûlallah hangi köleyi azât etmek daha efdaldir?
-Madden ve manen kıymetli olanı.
-Sadakanın en efdali hangisidir?
-Az da olsa fakirin gönlünü almak için verilendir.
-Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir?
-Âyet-el kürsîdir..

Ebû Zer hazretleri devam ederek,
-Yâ Resûlallah bana nasihât et!
-Sana Allah'tan korkmayı tavsiye ederim. İşin başı budur.
-Yâ Resûlallah biraz daha!..
-Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte meleklerin övgüsüdür.
-Biraz daha...
-Çok gülmeyi terket, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nurunu giderir.
-Biraz daha nasihât buyur, Yâ Resûlallah!
-Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah!
-Cihad et, çünki cihad ümmetimin zühdüdür.
-Biraz daha...
-Miskinleri, fakirleri sev onlarla bulun.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah!
-Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için nimettir.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah dedim!
-Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeseler de.
-Biraz daha, Yâ Resûlallah dedim.
-Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma.
-Biraz daha nasihât et, Yâ Resûlallah!
-Acı da olsa Hakkı söyle!
-Biraz daha istedim.
-Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:36:10
Ebüdderdâ  

Kâdılık yapan sahâbîlerden.

Ebüdderdâ hazretleri, Bedir seferi sırasında Müslüman oldu. Önceleri puta tapardı. Bir gün Ebüdderdâ’nın ana bir kardeşi Abdullah bin Revâha ile Muhammed bin Mesleme, Ebüdderdâ’nın bulunmadığı bir sırada evine girerek putunu kırdılar.

Niye mâni olamadın?
Ebüdderdâ, eve dönünce, hem putun kırıklarını topluyor, hem de diyordu ki:
- Yazıklar olsun sana! Ne diye seni kıranlara mâni olmadın? Onları ne diye üzerinden defedemedin?

Zevcesi Ümmüdderdâ dedi ki:
- Eğer o, bir kimseye fayda verebilse veya gelecek bir zararı önleyebilse idi, kendisine gelen zararı önlerdi!

Ebüdderdâ, bunun üzerine, “Gusletmek için bana su hazırla!” dedi. Yıkandı. Elbisesini giydikten sonra, Peygamberimizin yanına gitmek üzere yola çıktı.

Ebüdderdâ gelirken, Abdullah bin Revâha Peygamberimizin yanında bulunuyordu. Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu gelen Ebüdderdâ’dır. Ben onun, bizi görmek için geldiğini sanıyorum!
- O, Müslüman olmak için geliyor. Çünkü, Rabbim, Ebüdderdâ’nın Müslüman olacağını bana va’detti!

Ebüdderdâ Resûlullah efendimizin huzûrunda Müslüman oldu. Ebüdderdâ’nın ev halkı ise kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.

O Müslüman olmadan önce Bedir savaşı yapılmıştı. Uhud savaşında ve diğer savaşların hepsinde bulundu. Uhud savaşında gösterdiği cesâret ve kahramanlığı çok dikkati çekmiş, Peygamberimiz onun için, “Ne mükemmel süvâridir” buyurarak methetmiştir.

Ebüdderdâ, Peygamberimizin zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiştir. Âyet-i kerîmelerin çoğunun tefsîrini bizzat Peygamber efendimize sorarak öğrenmiştir.

İlim öğretmekle meşgul oldu
Ebüdderdâ, Peygamberimizin vefâtından sonra Medîne’de kalmaya tahammül edememiştir. Hazret-i Ebû Bekir zamanında, Yermük savaşında, ordu kâdısı olarak bulunmuştur. İslâm tarihinde ilk defa ordu kâdılığı yapan o olmuştur. Hazret-i Ömer devrinde izin istiyerek Şam’a gitmiş, orada Kur’ân-ı kerîm ve ilim öğretmekle meşgul olmuştur.

Şam’da Câmi-i Kebîr’de verdiği bu derslerine pek çok sayıda talebe katılırdı. Talebelerine onar kişilik halkalar halinde ders verirdi. Her ders halkasını ayrı ayrı kontrol ederdi. Bir defasında talebeleri sayıldığında binaltıyüz civârında oldukları görülmüştür. Bu derslere Eshâb-ı kirâmdan da katılanlar olmuştur. Ebüdderdâ ayrıca tabâbet ilmini de bilirdi. Hastalarını tedâvi eder, gerekli ilâçları yapardı.

Şam’a vâli tâyin edilen Hazret-i Muâviye, halîfeden bir kâdî istemişti. Hazret-i Ömer de, “Bu vazîfeyi en iyi Ebüdderdâ yapar” buyurarak, vazîfenin ona verilmesini emretti. Bu vazîfesi sırasında da ilim yaymaya devam etti.

Birgün, Ebüdderdâ hazretlerine bir kişi gelerek dedi ki:
- Yâ Ebüdderdâ! Benim büyük bir hastalığım var. Bunun tedâvisinde bana yardımcı ol!
- Hastalığın nedir?
- Benim kalbimde dünyaya karşı aşırı sevgi var. Dünya, âdetâ kalbimi işgâl etmiş. Kıldığım namazlarda nûr göremiyorum. İbâdetlerimden bir tat, lezzet alamıyorum.
- Ey kişi, senin hastalığın hastalıkların en büyüğüdür. Bunu, hemen tedâvi etmelisin! Yoksa, Allah korusun îmânını da kaybedebilirsin!
- Yâ Ebüdderdâ, ne olur beni bu hastalıktan kurtar!

Hasta ziyâretine git
Ebüdderdâ hazretleri bu kişiye şu nasîhatı yaptı:
- Sık sık hasta ziyâretlerine git! Cenâze namazlarında bulun! Kabirleri ziyâret et! Bu üç şeyi muntazam yaparsan bu hastalıktan kurtulursun. Sendeki dünya sevgisi yok olur, kalbin nûrlanır, basîret gözün açılır.

Bu kişi bildirilen üç şeye bir müddet devam etti, fakat kendi hâlinde herhangi bir değişiklik hissetmedi. Üzüntülü bir şekilde tekrar Ebüdderdâ hazretlerine gidip dedi ki:
- Ey Ebüdderdâ! tavsiyelerini aynen yerine getirdim. Fakat kendimde hiçbir değişiklik görmüyorum. Ne olur beni bu hastalıktan kurtar!

Ebüdderdâ hazretleri şöyle buyurdu:
- Öyle ise sen, cenâzeye bir hayvan ölüsüne gider gibi gitmişsin! Şimdi söyliyeceklerimi iyi dinle! Hasta ziyâretlerine gittiğin vakit, birgün senin de onun gibi zayıf, hâlsiz, yatağa uzanmış olacağını düşün! Bir yudum suyu bile eline alıp içemiyecek, başkalarının yardımı ile içebileceksin!

Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ dünyaya bağlanmaktaki maksadın ne? Görüyorsun ki, dünya zenginliği, insanın bu hâle gelmesine mâni olamamaktadır. Bunları, hastanın yanında düşün ve nefsine şöyle de:
“Şunun hâline bak, ibret al! Senin de sonun budur! O hâlde dünya muhabbetinden elini çek!”

Cenâze namazına gittiğin zaman düşün ki, bu kimseyi, bütün dünya ni’metlerinden ayırmışlar, tabutun içine koyup musalla taşının üzerine bırakmışlar. Yakınları, çok sevdiği ve bütün ömrünü onlar için harcadığı çocukları onu geriden seyrediyorlar.

Hastalıktan kurtuldu
Mezarlığa vardığında, kabirde yatanların hâlini düşün! Birgün sen de onlar gibi olacaksın. Nâzik bedenin çürüyüp böceklere yem olacaktır.

Ey kişi, işte üç şeyi yaparken bunları düşünüp, kendini bunların yerine koyarsan, kısa zamanda bu tehlikeli hastalıktan kurtulursun.

O kişi, bu nasîhatlara aynen uydu. Kısa zamanda bu hastalıktan kurtuldu. Dünyadan tiksinmeye başladı. Kalbi nûrlandı. Basîret gözü açıldı. Hakkı bâtıldan ayırdı. Bundan sonra bütün ömrünü, âhıreti düşünerek, ona hazırlanmakla geçirdi.

Ebüdderdâ hazretlerini gördüğünde dedi ki:
- Allah senden râzı olsun! Kalb gözümün açılmasına, gerçekleri görmeme vesîle oldun.

Ebüdderdâ hazretleri, hastalandığı zaman, dostları ziyâretine gelerek dediler ki:
- Hastalığın nedir?
- Günâhımdır!
- Arzûn nedir?
- Cennettir!
- Sana bir tabîb çağırmayalım mı?
- Beni tabîb hasta yaptı.

Halka ilân et
Abdullah bin Selâm’ın oğlu Yûsüf şöyle anlatmıştır:
“Ebüdderdâ vefât edeceği sırada ben yanında idim. Bana dedi ki:
- Kalk benim vefât etmek üzere olduğumu halka ilân et!

Ben kalkıp insanlara durumu bildirdim. İşitenler evine geldiler. Evin içi-dışı insanlarla doldu. Sonra, “Beni dışarı çıkarınız” demesi üzerine dışarı çıkardık. “Beni oturtunuz” dedi. Oturttuk. Evinde toplanan büyük kalabalığa karşı şöyle dedi:
- Ey insanlar Resûl-i ekremden işittim ki, şöyle buyurdu:
(Kim kusûrsuz ve noksansız bir abdest alır, sonra da tam bir ihlâs ile namaz kılarsa, Allahü teâlâ onun istediklerini ona ihsân eder.)

Ebüdderdâ, bundan sonra gelenlere namazla ilgili bir miktar daha nasîhatta bulundu. Son sözleri bunlar oldu.”

Peygamber efendimiz Ebüdderdâ’nın ilimdeki gayretini övmüş ve;
- Her ümmetin bir hakîmi vardır. Bu ümmetin hakîmi de Ebüdderdâ’dır, buyurmuştur.

Mu’âz bin Cebel de vefât ederken, talebesi Amr bin Meymûn’a, Ebüdderdâ’nın ilminden istifâde edilmesini vasiyet ederek buyurmuştur ki:
- Yeryüzü ondan daha âlim bir kimse taşımadı.

Ebüdderdâ, herkese iyilikle muâmelede bulunurdu. Kızgınlıkları ve kırgınlıkları yatıştırır, hep güleryüz gösterirdi. Kimseyi incitmez, kimseden incinmezdi. Çok tok gönüllü ve cömert idi. Kendisini ziyârete gelen her misâfire çok ikrâmda bulunur, bizzat kendisi hizmet ederdi. İlmi, takvâsı, üstün ahlâkıyla ve daha birçok vasıflarıyla çok sevilmiş, hürmet gösterilmiştir.

Onu kötülemeyiniz!
Ebüdderdâ hazretleri; bir şahsın işlemiş olduğu bir kötülükten dolayı, insanlar tarafından sövülüp, kötülendiğine tesâdüf etti. Oradakilere dedi ki:
- Bu adam bir kuyuya düşmüş olsaydı, siz onu çıkarmak istemez miydiniz?
- Evet çıkarmak isterdik.
- Öyle ise, onu kötülemeyiniz, dil uzatmayınız, onun işlemiş olduğu kötülükten sizi korumuş olan Allahü teâlâya şükrediniz.
- Sen ona buğzetmez misin?
- Ben onun kendisine değil, yaptığı fenâlığa buğzederim.

Ebüdderdâ’nın hanımlarından Hayre binti Hadred, Ümmüd Derdâ el-Kübrâ lâkabıyla meşhûr olup, kadın sahâbîlerdendir. Fıkıh ve hadîs ilminde âlim bir kadındı. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler altı meşhûr hadîs kitabında yer almıştır. Bilâl, Yezîd, Derdâ ve Nesîbe adlarında dört çocuğu vardı.

Hanımı Ümmüd Derdâ şöyle anlatmıştır:
“Ebüdderdâ birşey anlatırken ve bir hadîs-i şerîf naklederken dâimâ tebessüm ederdi. Bir gün sebebini sordum. Dedi ki:
- Resûl-i ekrem efendimiz her hadîs-i şerîf söyledikçe tebessüm ederdi.”

Hadîs dinlemek için geldim
Bir gün Medîne’den, Ebüdderdâ hazretlerini ziyâret için bir zât geldi. Ebüdderdâ hazretleri o zâta, niçin geldiğini sordu. O da, “Sizin Resûlullahtan işittiğiniz hadîs-i şerîfleri rivâyet ettiğinizi duydum. Onun için geldim” dedi. Ebüdderdâ hazretleri tekrar sordu:
- Ticâret için falan gelmedin mi?
- Hayır.
- Başka bir işin veya ihtiyacın için mi geldin?
- Sadece hadîs-i şerîf almak üzere geldim.

Bunun üzerine Ebüdderdâ hazretleri buyurdu ki:
- Pekiyi, o hâlde dinle! Resûl-i ekrem efendimizin şu sözleri söylediğini duydum:
(Bir insan ilim kazanmak için bir yola giderse, Allahü teâlâ ona Cennete doğru bir yol açar. Melekler, ilim talebesinden memnun oldukları için kanatlarını onların üzerine gererler. İlim sahipleri için, yerdekiler ve göktekiler magfiret niyâz ederler. Denizin diplerindeki balıklar bile ona duâ ederler.)

(Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Bunlar para peşinde koşmazlar. İlme koşarlar. Onun için, onlar ilimden ne kadar fazla pay almak mümkünse o kadar alırlar.)

Yolcuyum gideceğim
Bir defasında Ebüdderdâ hazretlerinin evine bir zât uğradı. O zâta dedi ki:
- Eğer burada kalacaksan sana bir yer hazırlayayım, yolcu isen, geçip gideceksen sana azık hazırlayayım.
- Yolcuyum, gideceğim.
- Öyle ise sana en güzel azığı hazırlayayım. Bundan daha kıymetli azık olsa idi, onu da sana verirdim.

Ebüdderdâ hazretleri sonra şöyle devam etti:
- Bir gün Resûlullah efendimizin huzûruna gitmiştim. “Yâ Resûlallah! Zenginler dünyayı da âhıreti de kazandılar. Onlar hem namaz kılıyor, hem oruç tutuyor, hem de sadaka verebiliyorlar. Fakat biz fakîr olduğumuz için sadaka veremiyoruz” dedim.

Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz şöyle buyurdu:
- Sana bir şey söyleyeyim mi? Sen onu yapınca kavuştuğun şeye, ancak onu yapanlar kavuşabilirler. Yapmayanlardan hiçbiri ona yetişemezler. Her namazdan sonra 33 kere Sübhanallah, 33 kere Elhamdülillah, 33 kere Allahü ekber söyle!

Bir defasında Kureyşten bir zât ile Ensârdan bir zâtın aralarında bir mesele olmuştu. Ensârdan olan zât, Hazret-i Muâviye’ye gidip şikâyet etti. Hazret-i Muâviye helâllaşmalarını tavsiye etti. Fakat şikâyet eden kabûl etmedi. Hazret-i Muâviye, o zâta Hazret-i Ebüdderdâ’yı göstererek dedi ki:
- Bu zâta sor!

O kimsenin sorusu üzerine Ebüdderdâ şöyle dedi:
- Resûl-i ekremden işittim. “Bir Müslümanın bedenine bir zarar gelir de, buna sebep olanı, affeder, hakkını helâl ederse, Allahü teâlâ onu bir derece yükseltir. Onun bir hatâsını affeder” buyurdu.

Kalbimle kavradım
Bunu dinleyen zât, Ebüdderdâ’ya bakarak sordu:
- Sen bunu bizzat Resûl-i ekrem efendimizden duydun mu?
- Evet, kulaklarımla işittim. Kalbimle kavradım.
- O hâlde ben şikâyetimden vazgeçiyorum, hakkımı da helâl ediyorum.

Ebüdderdâ hazretleri bir gün Şam’da mescidde oturuyordu. Bir kişi mescide girdi ve şöyle duâ etti:
- Yâ Rabbî! Yalnızlıkta bana yardımcı ol, garipliğimde bana acı, bana azîz ve sevimli bir dost ihsân et!

Ebüdderdâ bu sözlerini duyunca, o zâta dönüp şöyle dedi:
- Resûlullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: “İnsanlar içinde kendine zulmedenler var, bunlar gam ve keder içindedirler. İnsanlar arasında isrâftan sakınanlar var, bunlar iktisatlı ve mutedil hareket ederler. Bunların hesâbı kolaydır. Ayrıca, insanlar arasında hayır işlemek için yarışanlar var. Bunlar hesapsız Cennete girerler.”

Peygamberimiz; Selmân-ı Fârisî ile Ebüdderdâ’yı kardeş yapmıştı.

Selmân-ı Fârisî, bir gün, Ebüdderdâ’yı ziyârete gitti. Ebüdderdâ, Selmân-ı Fârisî’ye yemek getirterek dedi ki:
- Ben, oruçluyum. Buyur, sen ye!

Selmân-ı Fârisî de dedi ki:
- Sen yemedikçe, ben de, yemem!

Şimdi kalk artık!
Ebüdderdâ da, onunla birlikte yemek zorunda kaldı. Geceleyin namaza kalkmaya davranınca, Selmân-ı Fârisî, ona, “Yat, uyu!” dedi. O da, yatıp uyudu. Bir müddet sonra, yine namaza kalkmaya davrandı. Selmân-ı Fârisî tekrar, “Yat, uyu!” dedi. O da yatıp uyudu. Sabah namazı vakti girince, Selmân-ı Fârisî, ona, “Şimdi, kalk artık!” dedi. Kalktılar. Sonra Selmân-ı Fârisî, ona dedi ki:
- Senin üzerinde bedenin hakkı var! Rabbinin hakkı var! Misâfirinin hakkı var! Âilenin de, hakkı var! Oruç tut, iftâr da, et! Namaz kıl! Âilenin yanına da, git! Sen, her hak sahibine hakkını ver!

Abdest alıp sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra farzını kılmak üzere mescide gittiler. Namazdan sonra, durumu Peygamberimize anlattılar. Peygamberimiz buyurdu ki:
- Selmân, ilimle doldurulmuştur, doğru söylemiş, doğru yapmış!

Ebüdderdâ’nın bildirdiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı da şunlardır:
(Cömertlik, îmânın sağlamlığından gelir. Îmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik de şek ve şüpheden gelir. Şüphe içinde olan Cennete giremez.)

Birgün Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Cum’a günleri bana çok salevât getirin! Okunan salevât bana hemen bildirilir.

Öldükten sonra da bildirilir
Bunun üzerine, “Öldükten sonra da bildirilir mi?” diye sorulunca, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Evet, ben öldükten sonra da bildirilir. Çünkü, toprağın peygamberleri çürütmesi harâm kılındı. Onlar kabirlerinde diridirler, rızıklandırılırlar.

Bir gün Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Ebüdderdâ! Cehennem ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her böbürlenen, kaba, büyüklük taslıyan, iyiliğe mâni olan kimsedir. Cennet ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her fakîr kimse ki, Allaha yemîn etse, Allah onu doğru çıkarır.

Yine buyurdu ki:
(Din kardeşinin arzû ettiği yemeği ona yediren kimsenin günâhları bağışlanır. Din kardeşini sevindiren, Allahı sevindirmiş olur.)

Peygamber efendimiz, günâhkârlara şefâ’at edeceğini bildirince, “Îmânı olan hırsız ve zânîler de şefâ’ate kavuşacak mı?” diye suâl ettim. Buyurdu ki:
- Evet, onlara da şefâ’at edeceğim.

Yine buyurdular ki:
(Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babanızın adları ile çağırılacaksınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler veriniz.)

(Mîzâna konacak amellerden en ağır geleni, güzel ahlâktır.)

(Bir kimse, kardeşine arkasından duâ ettiği zaman, bir melek, “Allah, sana da o duâ ettiğin gibi versin” der.)

(Şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır.)

(Her kim Kehf sûresinin başından on âyet-i kerîme ezberlerse, Deccâlın ve aldatıcıların şerrinden korunmuş olur.)

(Her hastalığın başı çok yemektir.)

(Dertli mü’minin duâsını ganîmet bilin! Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billah, çok söyleyiniz. Zîrâ onlar sâlih amellerdendir. Ağaçların yaprakları döktükleri gibi bunlar da hatâları dökerler. Bunlar Cennet hazînelerindendir.

Kötülüklerin anahtarı
Ebüdderdâ dedi ki:
- Çok sevdiğim bana dedi ki:
(Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile, Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşma! Farz namazları terketme! Farz namazları bile bile terkeden Müslümanlıktan çıkar. İçki içme! İçki, bütün kötülüklerin anahtarıdır.)

Ebüdderdâ hazretleri buyurdu ki:
- Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli ve çok duâ ve istigfâr etmelidir! Çünkü Muhammed aleyhisselâm, (Bu on günün hayır ve bereketinden mahrûm kalana yazıklar olsun) buyurdu.

Günâh unutulmaz
Ebüdderdâ hazretleri buyurdu ki:
- Dünyada, üç şey için yaşamak isterim: Uzun gecelerde namaz kılmak için, uzun günlerde oruç tutmak için ve sâlih kimselerin yanında oturmak için.

- Kötü kimselerle çok düşüp kalkan kimsenin kalbi harâb olur.

- Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz! Kendinizi ölmüş biliniz! İyilik zâyi olmaz, günâh unutulmaz.

- Hayır, mal ve evlâdı çoğaltmakta değildir. Hayır, kulluk yükünün büyüklüğünü anlamak, ameli çoğaltmak, insanlarla oyalanmayı bırakıp Allahü teâlâya ibâdete yönelmektir. Eğer iyilik yaparsan Allahü teâlâya hamdet, günâh işlemişsen istigfâr et.

- Ardından insanların gelmesinden hoşlanan, Allahtan uzaklaşır.

- Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü dünyalıktan eline birşey geçtiği vakit sevinir, fakat ömrünün azaldığına üzülmez.

- Ölümden sonra neler göreceğinizi, başınıza gelecekleri bilseydiniz, isteyerek ne yemek yiyebilir, ne de su içebilirdiniz.

- İlminden faydalanmayan, ilmiyle amel etmeyen âlimler, mahşer günü şiddetli azâba düşeceklerdir.

- Ölümü çok hatırlayan taşkınlıktan ve hasedden kurtulur.

- Bir âlim ilmiyle amel etmedikçe âlim sayılmaz.

- Rabbime karşı tevâzu’ için yokluğu, yoksulluğu severim. Rabbimi arzûladığım için ölümü severim! Günâhıma keffâret olacağı için hastalığı severim!

- Kul Allahü teâlâya ibâdetle meşgul olunca, Allahü teâlâ onu sever, mahlûkâtına da sevdirir.

- Bilmeyene bir kere, bilip de yapmıyana yedi kere yazıklar olsun!

- Îmânın kemâli, başa gelene sabır, kadere rızâ, tam bir tevekkül, ve Allahü teâlâya teslim olmaktır.

İlmi yaydı
Ebüdderdâ hazretlerinin ismi Uveymir bin Zeyd el-Ensârî el-Hazrecî’dir. Ebüdderdâ künyesidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde meşhûr sahâbîdir. Bilhassa Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olmasıyla ve kırâat ilmini pek çok kimseye öğretmesiyle meşhûrdur.

Şam’da bulunduğu sırada Kûfe’den ve diğer yerlerden çok kimse, Ona fıkhî mes’eleler sormak üzere gelir, fetvâsını alırdı. Ba’zı sahâbîlerle birlikte Kıbrıs’ın fethine de katıldı. Ebüdderdâ hazretleri, ömrünü dîne hizmet etmekle geçirdi. Nübüvvet kaynağından aldığı ilmi yaydı. Hazret-i Osman’ın halîfeliğinin son yıllarında, 652 yılında vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:37:36
Enes Bin Mâlik  

Resûlullahın hizmetçisi.

Medîneli çocuklar hem koşuyor, hem de sevinçle bağırarak etrafı çınlatıyorlardı:
- Resûlullah efendimiz geldi! Kâinâtın efendisi geldi!

Günlerce, aylarca, beklenen Allahın Resûlü işte geliyordu...

Çocuklar arasında en coşkulusu, şüphesiz Hazret-i Enes idi. Ancak 9-10 yaşlarındaydı. Bütün varlığıyla koşuyor, sevinç çığlıkları atıyordu. Dikkatle bakmasına rağmen, Âlemlerin Efendisini bir türlü göremedi.

Müjdeyi verin!
Bir müddet daha, o heyecanla koştular, bağırdılar. Nihayet Kusvâ adlı develeri üzerinde, Resûlullah efendimiz ve arkadaşları göründüler. Kalbleri duracak gibiydi. Medîne'nin epeyce dışındaydılar. Bir Müslüman amca, Küçük Enes ve arkadaşlarına dedi ki:
- Koşun! Medînelilere müjdeyi verin! Sevgili Peygamberimizin teşriflerini bildirin!

Bunun üzerine çocukların yarısı, nefes nefese şehre koşmaya başladı. Büyük müjdeyi ulaştırmak için, son gayretlerini sarfediyorlardı. Bu haberi sabırsızlıkla bekleyen sayısız Müslüman, Medîne ufuklarında doğan Nûr'a doğru yarıştılar. Bütün insanların ve cinlerin Peygamberini karşılamak için, acele ettiler.

Her taraftan sesler yükseliyordu:
- Vedâ tepelerinden ay doğdu üstümüze.
- Buyurunuz yâ Resûlallah, bize buyurunuz.
- Safâ geldiniz sevgili Peygamberimiz, safâlar getirdiniz...
- Hürmet ve şerefle Sizi selâmlıyoruz, ey Allahın Sevgilisi.
- İnşâallah Medîne'de, emniyet ve huzûra kavuşacak ve kavuşturacaksınız.

Resûlullah efendimiz böyle sesler arasında şehre girdiler.

Sevgili Peygamberimizin yanlarında, en yakın dostları Hazret-i Ebû Bekir bulunuyordu. Kadınlar ve çocuklar, şiirler okuyorlar, hangisinin Resûlullah olduğunu birbirlerine soruyorlardı.

Medîne kurulduğu günden beri, böyle sevinçli ve heyecanlı anlar yaşamamıştı. Müslümanların çoğu Efendimizi; kendi evlerine götürmek, misâfir etmek şerefine erişmek istiyordu. Bu sebeple, Kusvâ'nın yularını yakalamaya çalışıyorlardı. Fakat sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
- O'nu serbest bırakınız. Kimin evi önünde durursa, oraya misâfir oluruz, İnşâallah.

En sonunda Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd hazretleri, bu şerefe kavuştu. Efendimiz, bir müddet için, O mübârek zâtın evinde misâfir kaldılar.

Artık bütün Medîneli Müslümanlar için, Resûlullaha hizmet yarışı başlamıştı. Herkes ellerinde ve evlerinde ne varsa, ikrâm ediyordu.

Fakirin hediyesi
Ümmü Süleym de, oğlu küçük Enes'in elinden tutarak; sevgili Peygamberimizin huzûruna gelerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bizler zengin değiliz. Size takdim edecek, fazla bir şeyimiz yok. Ancak çok sevdiğimiz şu küçük oğlumuzu, hizmet etsin diye, size armağan ediyoruz. Lûtfen kabûl buyurunuz!

Peygamberimiz, bu içten gelen teklife pek memnun kaldılar. Küçük Enes'in başını okşayıp, duâ ettiler. Ana ve babasını kırmayıp, onu, yanlarına aldılar. Medîne dışında koşa koşa Efendimizi karşılayan bu küçük Müslüman, meğer kendi saâdetine doğru koşuyormuş! Böylece iki cihânın Efendisiyle, gece ve gündüz beraber olmak saâdetine kavuşmuş oldu.

O da, bu büyük ni'metin karşılığını ödemek için, büyük gayret sarfetti. Efendimizin hiçbir sözlerini kaçırmadan, dikkatle hizmet etti.

Sevgili Peygamberimiz Enes bin Mâlik'e, sanki çocuk değil de; olgun bir insan gibi davranıyorlardı. Bir kerecik yüzlerini astığı görülmedi. Sert konuştukları işitilmedi. O'nun minik kalbini kırdıkları, incittikleri duyulmadı.

İşte o sıralarda bir gün, küçük Enes, arkadaşlarıyla birlikte oyun oynuyorlardı. Hazret-i Peygamber, çocuklara doğru yaklaştılar. Sevgiyle selâm verdiler. Onlar da hürmetle, selâmlarını aldılar. Sonra Efendimiz yavaşça, Enes'in elinden tuttular. Birlikte, az ilerdeki duvar dibine yürüdüler. Orada O'nun kulağına, bir şeyler söylediler.

Ümmü Süleym'in akıllı oğlu, derhal koşarak uzaklaştı. Belli ki Efendimiz kendisine, vazîfe vermişlerdi. Kendileri de, o duvar dibine oturdular. Beklemeye başladılar...

Epeyce sonra Hazret-i Enes, koşarak geldi. Hazret-i Resûle öğrendiklerini arzetti. Resûlullah efendimiz oradan memnun ayrıldılar.

Niçin geciktin?
Yaşı küçük, vazîfesi büyük Hazret-i Enes; daha sonra evine geldi. Hava kararmak üzereydi. Annesi O'nu, merakla bekliyordu. Hemen sordu:
- Nerede kaldın yavrucuğum? Niçin geciktin?

Oğlunun gözleri, pırıl pırıldı. Cevap verdi:
- Efendimiz, bir işe gönderdiler anneciğim. O yüzden geç kaldım.

Hazret-i Ümmü Süleym daha da meraklandı:
- O iş, neydi?
- Sırdır, cevabını verdi ve sustu.

İşte o zaman anesi:
- Âferin oğlum! Resûl-i Ekremin sırlarını, dâimâ muhafaza et, sakla. Onları hiç kimseye açıklama. Bütün ömrünce böyle davran, diye tenbih etti. Sonra da sevgiyle, oğulcuğunu bağrına bastı.

Aylar ve yıllar geçiyor, küçük Enes; sevgili Peygamberimizin yanlarında büyüyordu. O şerefli ocakta terbiye ediliyordu. Dâimâ birlikte abdest alır, namaz kılar, oruç tutarlardı.

Kıyâmet ne zaman?
Bir gün mescid-i şerîfe, çölden bir adam geldi. Efendimiz, namaza durmak üzere idiler. Ama adamcağız soruverdi:
- Yâ Resûlallah! Kıyâmet, ne zaman kopacak?

Sevgili Peygamberimiz namaza başladılar. Namazı bitirip, selâm verdikten sonra:
- Kıyâmeti soran nerede? diyerek bakındılar.

O kimse cevap verdi:
- Buradayım, yâ Resûlullah!..
- Kıyâmet için, ne hazırladın?

Soruyu soran kimse mahcûb bir hâlde arz etti ki:
- Anam babam, Sana fedâ olsun ey Allahın Resûlü! Yazık ki kıyâmet için, fazla bir hazırlığım yok. Ne fazla oruç tutabildim; ne namaz kılabildim. Sâdece, Allah ve Resûlünü çok seviyorum.

Bu cevap üzerine, sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdular:
- İnsan kıyâmette, sevdikleri ile beraber olur.

Bunu duyan Müslümanlar, başka hiç bir müjdeye; bu kadar sevinmediler.

Hazret-i Enes iyi günlerde, sıkıntılı anlarda, İslâm için yapılan savaşlarda; dâima Efendimizle birlikte idi. Resûlullahın gazâları, fazla olmakla beraber; savaş yapılanı dokuz tanedir: Büyük Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kureyzâ, Benî Mustalak, Hayber, Mekke'nin Fethi, Tâif ve Huneyn Gazâlarıdır. Hazret-i Enes bunların çoğuna iştirak etti. Kâinatın Efendisini hiç terk etmedi. Hizmetlerini, bir an için bile aksatmadı.

Zaman ilerledikçe Ümmü Süleym'in küçük oğlu Enes; 20 yaşlarında bir delikanlı oldu. Zekâsı, terbiyesi, ilim ve cesâretiyle; yaşıtlarını geride bıraktı. Hazret-i Enes bu arada şâhid olduğu olayları sonraki âlimlere nakletti. Resûlullahın son günlerindeki bir hâdiseyi şöyle anlatır:

Sizleri ağlatan nedir
Bir sabah Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Abbâs, beraberce yürüyorlardı. Bir topluluğa rastladılar. Bunlar, Medîneli Müslümanlar idiler. Hepsi de, üzüntüyle ağlaşıyorlardı. Kalbi çok rakik, hassas, yumuşak olan Hazret-i Ebû Bekir sordu:
- Ey Kardeşlerim! Sizleri ağlatan şey nedir?
- Bizler, Resûlullah Efendimizin huzûrunu düşünüyoruz. O'na ağlıyoruz.

Gerçekten sevgili Peygamberimiz, bir müddetten beri rahatsız idiler. Bunu bilen Medîneliler öbek öbek toplanıp, üzüntülerini paylaşıyorlardı. Yüreği, sevgi ve ayrıl??k üzüntüsüyle çarpan, Hazret-i Ebû Bekir de ağladı. Biraz sonra da, Efendimizin mübârek evlerine vardı. Gördüklerini, duyduklarını saygı ile arzetti.

Sevgili Peygamberimiz çektiği bütün acılara rağmen, mescide geçtiler. Bunu gören Eshâb-ı kirâm da oraya koşuştular. Efendimizin üzerlerinde, uzun bir hırka ve başlarında, siyah sarık bulunuyordu. Güzel bir hutbe okudular. Önce Allaha hamd ve şükrettiler. Sonra da ağır ağır buyurdular ki:
- Ey Nâs! Sizlere, Ensârı ya'nî Medîneli Müslümanları vasiyet ediyorum. Diğer insanlar çoğalıyor. Ensâr ise azalıyor. Onlar, kendi zararlarına bile olsa, size karşı vazîfelerini yerine getirdiler. Artık sizler de, Onları kollayın. İstemiyerek sizlere, bir kusurları dokunursa; o kusurlarından vazgeçiverin!

Bu, sevgili Peygamberimizin son Hutbeleri oldu. Bir daha minbere çıkamadılar. Dünya hayatlarını ve Peygamberlik vazîfelerini, şerefle tamamladılar.

Her ikisini de gördüm
Gözyaşları arasında, Hazret-i Enes dedi ki:
- Sevgili Peygamberimizin Medîne'ye geldikleri günü de, vefât ettikleri günü de gördüm. Müslümanlar birincisi kadar sevinçli; ikincisi kadar elemli gün yaşamadılar.

Hazret-i Enes'in babası Mâlik, hicretten önce Müslüman olmamış ve Hazret-i Enes'in annesi Ümmü Süleym ile kavga etmiş ve evden ayrılmıştı. Çıktığı bir seferde ölmüştü. Ümmü Süleym daha sonra Ebû Talhâ ile evlenmişti.

Hazret-i Enes bütün gazâlara katıldı. Büyük Bedir zaferinde, 12 yaşında olduğu hâlde, savaş alanındaydı. Efendimizin vefâtlarında 20 yaşında bulunuyordu. 70-80 yıl daha yaşadı. Efendimizin en yakınlarında bulunduğu için; O'nun bütün emir ve yasaklarını çok iyi biliyordu. Bunları olduğu gibi, Müslümanlara nakletti. Uzun ömrünü yalnız, bu işe vakfetti.

Hazret-i Ebû Bekir devrinde, Bahreyn'de zekât ve vergi toplamaya memûr edildi. Hazret-i Ömer zamanında, Basra'ya yerleşti. Hayatının sonuna kadar orada, ilim öğretmeye devam etti. Çok ve kıymetli talebeler yetiştirdi. Hasan-ı Basrî hazretleri, bunlar arasındadır. 100 yaşlarında, Basra'da vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:39:20
Erkam Bin Ebi'l Erkam

Evi ilk vakıf olan sahâbî.

Hazret-i Erkam'ın ataları, Mekke'nin sayılı zengin ve reisleri idiler. Bu sebeple, eskiden beri saygı ve i'tibâr görürlerdi. Kâ'be-i muâzzamanın batı taraflarında, yüksek bir evleri vardı. Beytullahı ziyâret edenler mutlaka, onların evi önünden geçmeye mecburdular. Safâ tepesinde bulunduğu için, uzaktan bile Kâ'be'yi görmek mümkündü.

Evim evinizdir
Hazret-i Erkam Müslüman olduktan sonra, sevgili Peygamberimizi evlerine da'vet etti. Peygamber efendimiz de münâsip bir zamanda, Hazret-i Ebû Bekir'le birlikte şeref verdiler. Evin geniş ve ferah salonlarında, topluca namaz kıldılar. Huzûr içinde sohbet ettiler, uzun uzun konuştular. Bir ara Hazret-i Erkam dedi ki:
- Yâ Resûlallah, evim, evinizdir. Emrinizdedir. Nasıl, ne zaman ve ne kadar arzû ederseniz, kullanabilirsiniz.

O sırada ilk Müslümanlar gerçekten, büyük baskı ve tehdit altındaydılar. En yakın akrabâları bile onlara, eziyet ediyorlardı. Abdestlerini gizli alıyor, namazlarını gizli kılıyorlardı. Çünkü müşrîkler, puta tapanlar; büyük bir kin ve nefretle doluydular. Hazret-i Erkam'ın teklifi bu yüzden, sevgili Peygamberimizi çok ferahlattı.

Hazret-i Erkam'ın tertemiz evi, Müslümanlar için gerçek bir kurtuluş kalesi oldu. Bir dâr-ül İslâm ya'nî İslâm yuvası hâline geldi. Peygamber efendimiz, sayıları 10-15'i geçmeyen mü'minler ile birlikte oraya yerleştiler. Rahatça ibâdet etmeye, İslâm için çalışmaya devam ettiler.

İki Cihân Güneşi ve sevgili arkadaşları üç yıl kadar, bu ilk İslâm Kalesinde bulundular. Birçok âyet-i kerîme, orada nâzil oldu. Birçok meşhur kimse, orada hidâyete erdiler, Müslüman oldular. Sayıları kırka yaklaştığı bir gün, Hazret-i Ebû Bekir sordu:
- Yâ Resûlallah! İnsanları açıkça İslâma da'vet zamanı, daha gelmedi mi?

Peygamber efendimiz de buyurdu ki::
- Henüz, sayımız azdır.

Fakat Hazret-i Ebû Bekir ısrar etti. Bunun üzerine hep beraber, Kâ'be civârına çıktılar. Hazret-i Ebû Bekir ayağa kalkıp, orada bulunanlara konuşmaya başladı:
- Ey Kureyşliler! Allahü teâlâ birdir. Muhammed aleyhisselâm, O'nun Resûlüdür. Gelin, birlikte İslâma dönelim. Felâha, kurtuluşa erelim.

Utbe'yi sağ bırakmayız
Sevgili Peygamberimiz de onu dinliyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir, daha sözünü bitirmeden, müşrikler hücûm ettiler. Hem Hazret-i Ebû Bekir'e, hem de ötekilere saldırıyorlardı. Hâinliğiyle tanınmış Rebîa'nın oğlu Utbe yamalı ayakkabısıyla, yüzüne gözüne vuruyordu. Her tarafı şişen Hazret-i Ebû Bekir sonunda düştü, bayıldı...

Gürültüyü işiten Teymoğulları kabîlesi, koşarak geldiler. Saldırganları dağıtıp, akrabâlarını kurtardılar. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir, aynı kabîleden idi. O zamanlar kabîle mensupları, Müslüman olsun, müşrik olsun, birbirlerini koruyorlardı.

Hazret-i Ebû Bekir'i, bir çarşaf içinde evine götürürlerken dediler ki:
- Eğer akrabâmız ölürse; and olsun ki biz de, Utbe'yi sağ bırakmayız!

Hazret-i Ebû Bekir'i müşriklerin elinden alıp evine götüren Teymoğulları ve anacığı, Akşama kadar yatağı ucunda beklediler. Nihayet hava kararırken Hazret-i Ebû Bekir gözlerini açtı. İlk sözü:
- Allahü teâlânın Resûlü nasıllar,oldu.

Kabîle büyükleri çıkıştılar:
- Sen bu hâle, O'nun yüzünden düştün! Kendine bakmıyor da, hâlâ O'nu mu soruyorsun?

Anası Ümm-ül Hayr, başında gürültü yapanları kovaladı. Bütün gayretiyle, sevgili oğluna bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. O ise, hep soruyordu:
- Resûlullah efendimiz nasıldır?

Onun, ısrarlı soruları karşısında anası dedi ki:
- Yemîn ederim ki, benim hiç haberim yok!
- Öyleyse sorup, öğreniver!

Müjde oğlum!
Annesi yalvaran oğlunun hatırı için, evden çıktı. Epeyce sonra geldi. Yüzü gülüyordu:
- Müjde oğlum! Merak ettiğin zât, Erkam'ın evinde bulunuyorlarmış.

Hazret-i Ebû Bekir'in gözleri parladı. Sanki dünyalar onun olmuştu. Anacığı ise, elinde yiyecek bir şeyler uzatıyordu.
- Yine de gidip O'nu kendim görmedikçe, ahdim olsun, boğazımdan ne su, ne yemek geçmiyecektir, deyince, kadıncağız şaşırdı.

Ortalık kararıp, herkes evlerine kapanıncaya kadar beklediler. Sonra, Hazret-i Ebû Bekir'in koltuklarına girip, sokağa çıktılar. Doğruca Hazret-i Erkam'ın evine yollandılar. Peygamber efendimizi sağ-sâlim görünce; sarılıp öpmeye, koklamaya başladı. Dâr-ül Erkam'da bulunan Müslümanlar da, onu öpüyorlardı. Bu göz yaşartıcı sahne, uzun zaman devam etti...

Annem de hidâyete erse
Peygamber efendimizin şefkatli bakışlarından, kendisine çok acıdığını hisseden Hazret-i Ebû Bekir ricâda bulundu:
- Yâ Resûlallah! Anam, babam, size fedâ olsun. Lütfen, benim için üzülmeyiniz. Çünkü o kâfirler, yüzüme biraz fazlaca vurdular, o kadar. Fakat şu benim vefâlı anacığım, çocukları için çok merhametlidir. Onun için Allaha duâ buyursanız da, hidâyete kavuşsa ve böylece de, Cehennem ateşinden kurtulmuş olsa?

Sevgili Peygamberimiz tebessüm ettiler. Sonra, Allahü teâlâya duâda bulundular. Ümm-ül Hayr hazretlerine, îmân ve İslâmı teklif ettiler. O temiz kalbli ana, hiç tereddüt etmeden Müslüman oldu. Kurtuluşa erdi. Böylece Hazret-i Erkam'ın evi, bir kere daha bereketini gösterdi.

Çok geçmeden Hazret-i Hamza da, Müslümanlar arasına katılınca; sayıları 39'a yükseldi. Peygamber efendimizin o bahadır amcaları ile, Müslümanların gücü çok yükseldi. Çünkü onun kılıcının keskinliği, herkes tarafından iyi bilinmekteydi. Bütün Mekkeliler, Hazret-i Hamza'nın cesâret ve kahramanlığından korkarlardı.

Hazret-i Hamza Müslüman olduktan sonra bir ikindi vakti, inananlar, yine Hazret-i Erkam'ın kutlu evinde toplanmışlardı. Namaz kılınmış, sohbet ediyorlardı. Kapı hızlı hızlı çalındı. Gidip bakan zât, haber verdi:
- Yâ Resûlallah, Hattâb'ın oğlu Ömer gelmiş. Kılıcı da elinde bulunuyor.

Bunun üzerine ba'zıları dediler ki:
- Kapıyı açmıyalım!

Ba'zıları da, aksini söylediler.

İşte o zaman yiğit Hazret-i Hamza, sevgili Peygamberimize dönerek dedi ki:
- Bırakınız, yâ Resûlallah! Şâyet hayır için geldiyse, hayır görür. Şer, kötülük için geldiyse, kendi kılıcıyla kellesini uçururum.

Hâlâ vazgeçmiyecek misin?
Kapı açıldı. Ve bütün heybetiyle Hattâb'ın oğlu içeri girdi. İki Cihân Sultânı ayağa kalktılar. Önlerine gelince, onu omuzlarından tutup sarstılar:
- Ey Ömer! Hâlâ vazgeçmiyecek misin?

Hattâb'ın oğlu, tâ iliklerine kadar sarsıldı. Ve olanca gücüyle dedi ki:
- Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!

O anda, Müslümanlık şerefine erişti. Hazret-i Ömer oldu. Bütün Eshâb-ı kirâm, yüksek sesle:
- Allahü ekber! Allahü ekber! Vallahü ekber! Tekbîrleriyle yeri, göğü inletmeye başladılar. O kadar ki, Mekke'nin en uzak yerindekiler bile işittiler. Çünkü Müslümanların sayısı, 40'a yükselmişti. Bunu öğrenen Hazret-i Ömer:
- Ey Allahın Resûlü! Müsâade buyurunuz da, gidip hep birlikte, Beytullahın içinde namaz kılalım, teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz kabûl ettiler.

İşte o gün, Hazret-i Erkam'ın sırlarla dolu güzel evi Dâr-ül Erkam; vazîfesini tamamlamış oldu. Çünkü o günden sonra Müslümanlar, ibâdetlerini artık açıkça ve her yerde yapmaya başladılar...

Allahü teâlânın emriyle sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye Hicret ettikleri zaman; Hazret-i Erkam da fazla gecikmedi. Herkes gibi o da; Mekke'deki güzel evlerini, topraklarını, akrabâlarını terketti.

Peygamber Efendimiz Medîne'de onu, Hazret-i Zeyd bin Sehl ile din kardeşi yaptılar. Huzur içinde yaşıyabilmesi için, Beni Züreyk mahallinde bir miktar arazi verdirdiler...

Ne tarafa gidiyorsun?
Hazret-i Erkam fevkalâde dindar, ahlâklı ve cömert bir Müslümandı. Bilhassa, namaza çok önem veriyordu. Bir gün yol kıyâfetiyle Peygamber efendimizin huzûrlarına girip, selâm verdi. Sevgili Peygamberimiz selâmını aldıktan sonra sordular:
- Ne tarafa gidiyorsun?

O da eliyle, Beyt-i Makdîs'i, Kûdüs taraflarını işâret etti. Peygamber Efendimiz tekrar sordular:
- O tarafa seni sevkeden nedir, ticâret mi?
- Hayır ey Allahın Resûlü. Maksadım, ticâret değildir. Sâdece Beyt-i Makdîs'te namaz kılmak istiyorum.

Sevgili Peygamberimiz, Mekke taraflarını işâret ederek buyurdu ki:
- Mescîd-i Harâm'da kılınan bir namaz; oradan başka mescîdlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır.

Medîne'de parlayan İslâm Güneşi, ışıklarını; önce yakınlara, sonra uzaklara yaymaya başladı. Allah rızâsı için, Allahın dîni olan İslâmı yaymak için, savaşlar yapıldı.

Önce büyük Bedir, sonra ibretli Uhud, daha sonra Hendek ve öteki gazâlar kazanıldı. Nihâyet İslâmın doğduğu mübârek belde olan Mekke, müşrikliğin merkezi durumundan kurtarıldı ve fethedildi. Oradan da, dünyanın dört bir yanına dağıldılar.

Hazret-i Erkam'ın nûrlu evinde, Dâr-ül İslâmda yetişen, 40 büyük" sahâbî bugün yeryüzünde yaşayan 400 milyon Müslümanın yıldızları, önderleri, ataları oldular.

Tam bir sığınak oldu
Hazret-i Erkam'ın evi, İslâm târihinde çok önemli bir rol oynamıştır. İlk Müslümanlar, kendilerine yapılan eziyet ve işkencelerden kurtulmak için, bu eve sığınmışlardı.

Hazret-i Ömer'in katılmasıyla 40 kişi oluncaya kadar, Dâr-ül Erkam onlara, tam bir sığınak oldu. Ayrıca birçok âyet-i kerîme de, burada nâzil oldu...

Hazret-i Erkam'ın evi Dâr-ül İslâm olarak; uzun müddet önemini korudu. Çocuklarına vakfettiği için, onlar da satmadılar. Fakat Halîfe Mansûr zamanında, devletin eline geçti. Yıkılmaktan kurtarmak için, ta'mir edildi. O zaman da evin aslı kayboldu.

Bu mübârek eve fazla kıymet vermemiz; şüphesiz, onun taşına toprağına değildir! İslâmiyet zâten böyle bir şeye, izin vermez. Saygımız sâdece, orada toplanan ve İslâm ve îmânları için her fedâkârlığı göze alan ilk Müslümanların hâtırâları sebebiyledir.

Erkam'ın babası; Ebî'l Erkam, anası; Ümeyme, kabîlesi; Mahzûmoğulları, künyesi; Ebû Abdullah'tır. İslâmiyeti ilk kabûl edenlerin 7. veya 11.'sidir. Ailesi, Mekke'nin sayılı asîllerinden idi. Bu sebeple Müslüman olmadan önce de, çok saygı görürlerdi.

Mazlûmun hakkını arayanlar
Hazret-i Erkam aynı zamanda; Mekke'de, Mekkelilerden ve onlar dışında Mekke'ye girecek olan sâir insanlardan zulme ve haksızlığa uğramış kimse bırakmamak; mazlûmun hakkı geri alınıncaya kadar, zâlime karşı, mazlûmla birlikte hareket etmek üzere ahidleşen; denizlerin, bir kıl parçasını ıslatacak kadar suyu bulundukça, Hirâ ve Sebîr dağı yerlerinde durduğu ve üzerlerinde dağ tekeleri yayıldığı müddetçe, bu ahid ve sözlerine bağlı kalacaklarına yemin eden Hılfül fudûl eshâbından idi.

Hazret-i Erkam, Bedir, Uhud ve diğer gazâlara katıldı. Hepsinde büyük yararlıklar gösterdi. Allahü teâlânın Resûlü zaman zaman onu, zekât toplamakla vazifelendirdiler. Her zaman olduğu gibi bu vazifeyi de, severek ve başarıyla yaptı.

Geçimini, ziraat ve ticâretle temin ederdi. Kimseye muhtaç olmadan yaşadı. Dürüstlük ve dindarlık; ahlâkının temel taşlarıydı. İki oğlu vardı: Abdullah ve Osman. Kızları: Meryem, Safiyye ve Ümeyye adlarını taşıyordu.

Hicretin 53. yılında, 83 yaşlarında, Medîne'de vefât eyledi. Namazını, vasiyeti üzerine aynı günlerde Müslüman oldukları; Hazret-i Sa'd bin Ebî Vakkâs kıldırdı. Bakî' kabristanına defnolundu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:40:14
Es'ad Bin Zürâre

Câhiliye devrinde de tek bir Allaha inanan sahâbî.

Resûlullah efendimiz, Mekke'de herkesi îmâna da'vet ediyor, İslâm nûru ile küfür karanlığını aydınlatarak, kalblere Allah sevgisini yerleştirmeye çalışıyordu. Mekke'nin puta tapan Arapları, bu hak da'veti bir türlü anlayamıyor, İslâmiyeti kabûl etmemekte ısrar ve inat ediyorlardı. Çok az kimse Müslüman olmuştu. Onlara da, müşrikler, akla hayâle gelmedik sıkıntılar veriyor, işkence yapıyordu.

Siz kimlersiniz?
Resûlullah her yıl hac mevsiminde ve Ukâz panayırı günlerinde Mekke şehrinin dışına çıkıp, başka yerlerden gelen kabîlelerle görüşerek onları İslâma da'vet ederdi.

Peygamberliğinin 11. senesinde, hac mevsiminde Mekke dışına çıkmıştı. Akabe denilen yerde, Medîne halkından bir toplulukla karşılaştı. Onlarla aralarında şu konuşma geçti:
- Sizler kimlersiniz?
- Hazrec kabîlesindeniz.
- Yahûdîlerin dost ve müttefikleri olan Hazrecîlerden misiniz?
- Evet.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Oturmaz mısınız, sizinle biraz konuşayım?

Onlar da oturunca Resûlullah efendimiz onlara Kur'ân-ı kerîmden İbrâhim sûresi 35-52'inci âyet-i kerîmelerini okudu ve İslâmiyeti anlattı. Bu dîne girmeleri için da'vette bulundu.

Onlar da, zâten kabîlesinin büyüklerinden ve Medîne'de yaşayan Yahûdîlerden, yakında bir peygamberin geleceğini işitmişlerdi. Resûl-i ekrem, onları dîne çağırınca birbirlerine bakıştılar ve, "Yahûdîlerin, alâmetlerini haber verdiği işte bu Peygamberdir!" diye aralarında konuştular. Resûlullahın huzurunda Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular. Peygamberimize de dediler ki:
- Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de Yahûdîlere karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu hâlde geride bırakmış bulunuyoruz. Ümit edilir ki, Allah onları da, sizin sayenizde bir araya toplar. Biz, hemen dönüp onları senin peygamberliğini kabûl etmeye da'vet edeceğiz ve bu dinden kabûl ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allah, onları bu din üzerinde toplayıp birleştirirse, senden daha azîz ve şerefli kimse olmaz!

İslâmiyetin girmediği ev kalmadı
Medîneli bu altı kimse gerçekten inanmış, Allahü teâlânın Peygamberimize tebliğ ettiklerini kabûl ve tasdik etmişlerdi. Vatanlarına dönmek üzere Peygamberimizden izin alıp ayrıldılar.

Bu yeni Müslüman olan altı kişinin ikisi, Neccâroğulları ailesinden Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre ile Avf bin Hâris idi.

Bunlar, Medîne'ye kavimlerinin yanına dönünce, hemen onlara Peygamberimizden anlatmaya ve İslâm dînine girmeleri için da'vete başladılar. Bunu o kadar çok yaptılar ki; Medîne'de, içinde Peygamberimizin ve İslâmiyetin bahsedilmediği bir ev kalmadı. Böylece İslâmiyet, Hazrec kabîlesi arasında yayıldığı gibi Evs kabîlesinden de ba'zı kimseler Müslüman oldu.

Es'ad bin Zürâre, İslâmiyeti kabûl eden oniki arkadaşı ile beraber ertesi sene tekrar Mekke'ye geldiler. Ve yine Akabe'de Resûlullah efendimizle görüşüp, O'na bî'at ettiler. O'na bağlılıklarını arzedip, bütün emir ve isteklerine teslim olacaklarına söz verdiler.

Bu sözleşmede, Allaha ortak koşmayacaklarına, zinâ yapmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, iftiradan kaçınacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusu sebebiyle çocuklarını öldürmeyeceklerine dâir taahhütte bulundular. İkisi Evs kabîlesine, diğerleri de Hazrec kabîlesine mensup olan bu 12 kişinin başı, reisi Es'ad bin Zürâre idi.

Beş vakit namaz emrolundu
Peygamberimiz bu 12 kişiyi kabîlelerine temsilci yaptı. Bunlar, kabîlelerine İslâmiyeti anlatıp, onlar adına Resûlullaha karşı kefil olacaklardı.

Bu sözleşmeden sonra, Medîne'ye dönen Hazret-i Es'ad ve arkadaşları, kabîlelerine hemen İslâmiyeti anlatarak, onu yaymak ile meşgul oldular. Bu sırada Peygamberimiz Mi'râca götürülüp, Cenneti ve Cehennemi gördü. Allahü teâlâ ile vâsıtasız olarak, anlaşılmaz bir şekilde konuştu. Beş vakit namaz emrolundu.

İslâmiyet Arabistan Yarımadası'nda yayılmaya devam ederken, Medîne'de bu iş çok daha süratli yürüyordu. Öyle ki, daha önce birbirlerine düşman olan Evs ve Hazrec kabîleleri barışmış, İslâmiyeti daha iyi öğrenebilmek için Resûlullah efendimizden bir muallim, hoca istemişlerdi.

Resûl-i ekrem efendimiz de, onlara Kur'ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için Mus'ab bin Umeyr'i gönderdi. Mus'ab, Medîne'de Hazret-i Es'ad'ın evinde kaldı. Onunla birlikte ev ev dolaşarak herkese İslâmiyeti duyurdular. Resûlullahın sevgisini ve Onu, bütün düşmanlarından korumak için canla başla çalışacaklarına söz vermelerini anlattılar. Birkaç gün içinde 30 kişi Müslüman oldu. Böylece Medîne'de Müslümanların sayısı 40'a ulaşmıştı.

Birgün, bu Müslümanların hepsi, Hazret-i Es'ad bin Zürâre'nin evinde toplandıklarında dediler ki:
- Yahûdîler ve Hıristiyanlar, kendilerine haftada birer gün seçerek, o gün alış-verişi bırakıp, inançlarına göre ibâdet ediyorlar. Şimdi, bize de uygun olanı, haftanın yedi gününden birini seçerek, o günü tâat ve ibâdet için ayırmaktır!

İlk cum'a namazı
Bu fikri, başta, reisleri Hazret-i Es'ad olmak üzere hepsi uygun buldular. Derhal Cum'a gününü bu işe ayırdılar. Cum'aya, o güne kadar Arube günü deniliyordu. Mü'minlerin toplanıp ibâdet etme günü ma'nâsına "Cum'a" dendi.

Resûl-i ekrem'in Medîne'ye hicretinden evvel, Hazret-i Es'ad bin Zürâre, Medîne'deki 40 kadar Müslümanı toplayarak, bir Cum'a günü Nakîb-ül-Hadamât'taki Beyâda'ya götürmüş ve orada onlara Cum'a namazı kıldırmıştır. Bu sûretle Peygamberimizin:
- Kim, güzel bir sünneti ihyâ ederse, hem onun sevâbına, hem de kıyâmete kadar o sünnetle amel edenlerin kazanacakları sevâba nâil olurlar, hadîs-i şerîfinin muhâtabı olmuştur.

İslâmiyette ilk defa kılınan Cum'a namazı, işte bu yerde kılınan Cum'adır. Medîneli Müslümanların bu hayırlı maksatları, cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olduğundan bilâhare devamlı olarak Cum'a namazı kılınması emredilmiştir.

Resûlullah efendimize, Peygamberlik vazîfesi verileli 13 sene olmuştu. Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulmü had safhaya varmış, dayanılmaz bir hâl almıştı. Medîne'de ise, Es'ad bin Zürâre ile Mus'ab bin Umeyr'in hizmetleri sayesinde Evs ve Hazrecliler, Müslümanlara kucak açacak, onları bağrına basıp, uğrunda her fedâkârlığı yapacak aşk ve şevkin içindeydiler.

Sana yardım var
Resûlullahın da bir an önce Medîne'ye teşriflerini arzûluyorlar, O'nun uğrunda mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine söz veriyorlardı. Hac mevsimi gelmişti. Hazret-i Mus'ab bin Umeyr ile beraber, Medîneli 73 erkek ve 2 kadın Müslüman, Mekke'ye geldiler. Kâ'beyi ziyâretten sonra, Resûlullah efendimizle bir kısmı görüştü. Resûlullaha dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Biz servet, silâh ve hayvan bakımından, çok hazırlıklıyız. Bizim yanımızda sana yardım var. Senin için canlar verme var. Kendimizi nelerden korur ve savunursak, seni de onlardan koruma ve savunma var! Seninle buluşmak istiyoruz.

Akabe'de buluşmaya karar verildi.

Medîneli Müslümanlar ve Resûlullah efendimiz hepsi yine Akabe'de buluştular. Hazret-i Es'ad bin Zürâre Medîneli Müslümanlar adına Peygamberimizin Medîne'ye hicret etmelerini ricâ ve teklif ettiler.

Cennet var
Resûlullah efendimiz onlara, Kur'ân-ı kerîmden ba'zı âyet-i kerîmeleri okuduktan sonra, kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını nasıl koruyup gözetirlerse, O'nu da öyle koruyacaklarını temin etmek üzere onlardan kesin söz istedi. Evs ve Hazrec kabîlelerinin bütün temsilcileri biraz düşünüp taşındıktan sonra dediler ki:
- Senin uğrunda canımızı ve mallarımızı harcasak, bize ne var?

Peygamberimiz de cevabında buyurdu ki:
- Allahü teâlânın râzı olması ve Cennet var!

Bunlardan her biri kavminin temsilcileri, vekilleri olarak bu husûsta söz verdiler. İlk önce Es'ad bin Zürâre dedi ki::
- Ben, Allaha ve O'nun Resûlüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O'na yardım husûsundaki sözümü, işlerimle gerçekleştirmek üzere bî'at ediyorum.

Sonra elini uzattı ve müsâfeha yaptı. Arkasından her biri bu şekilde bî'atı tamamlayıp, "Allahü teâlânın ve Resûlünün da'vetini kabûl ettik, dinledik ve boyun eğdik" diyerek hoşnutluklarını ve teslimiyetlerini ifade ettiler.

Böylece Resûlullahın uğrunda canlarını ve mallarını çekinmeden ortaya koydular. Kadınlar ile bî'at, sadece söz ile yapılmıştı.

Bu ikinci Akabe bî'atından sonra, Resûlullah efendimiz, Mekkeli Müslümanların Medîne'ye hicret etmelerine izin verdi. Daha sonra Allahü teâlânın izni ile, Peygamberimiz de Medîne'ye hicret buyurdular.

Hicretten sonra Peygamberimiz Hazret-i Hâlid bin Zeyd, Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evine yerleşmekle beraber, Hazret-i Es'ad bin Zürâre'nin evinde de kalmak suretiyle onun hatırını gözetir, hanesini bereketlendirirlerdi. Zîrâ İslâmiyet, Medîne'ye O'nun evinden yayılmıştı. İslâmiyeti öğretmek için Peygamberimiz tarafından Mekke'ye gönderilen Hazret-i Mus'ab bin Umeyr, O'nun evinde kalmıştı.

Her çâreye başvuruldu
Hicrette, Peygamberimizin bindiği devenin, Medîne'ye varınca ilk çöktüğü arsa, Es'ad bin Zürâre'nin yanında yetişip büyüyen Neccâroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetime aitti. Resûlullah efendimiz, mescit yapmak için bu arsayı satın almak istedikleri zaman, iki kardeş, satmayacaklarını, ancak Resûlullaha hediye etmek istediklerini söylediler.

Peygamberimiz arsa sahiplerinin yetim olduklarını bildikleri için, ücretini ödemeden almak istemedi. O arsayı parayla satın aldı. Hazret-i Ebû Bekir'e emir buyurup, arazinin parasını verdirdi. Hazret-i Es'ad bin Zürâre de, bu iki yetime, Benî Beyâda tarafında kendilerine bir arazi vererek geçimlerini sağlamayı temin etti.

Medîne'de Mescid-i Nebevî'nin inşaatına devam edilirken, hicretten dokuz ay sonra Hazret-i Es'ad bin Zürâre hastalandı. Çeşitli tedâvî şekli uygulanmasına rağmen hastalığı iyileşmedi. Resûlullah efendimiz kendisini ziyâret ederek sıhhat ve âfiyetleri için duâ etti. Hastalığı çok şiddetliydi. Hayatının son anlarını yaşıyordu. Tedâvisi için her çâreye başvurulmuştu. Kısa bir müddet içinde vefât etti. Bakî kabristanına defnedildi.

Es'ad bin Zürâre, Bedir harbine katılamadan vefât etmişti. Resûlullah efendimiz, O'nun ölümüne çok üzüldüler. Medîneli Yahûdîler, onun ölümünden sonra Resûlullahın Peygamberliği aleyhinde dedikodu yapmaya başlayarak dediler ki:
- Muhammed'in bir kudreti olsaydı, arkadaşını iyi ederdi.

Onun vazîfesi
Bu suretle, mü'minleri, O'ndan soğutmak ve yeni dîne girecek olanları, O'na yaklaştırmamak istiyorlardı. Düşmanlıklarını açıkça ortaya koyuyorlar, insanları şüpheye düşürmek istiyorlardı. Resûl-i ekrem efendimiz de, onların bu hâllerini çok iyi bildiklerinden buyurdu ki:
- Yahûdîler, neden arkadaşını kurtaramadı diyecekler. Ben ise, arkadaşımın bu hâli için bir menfaat veya zarar vermeye mâlik değilim!

Hâlbuki onun peygamberliği, insanları câhillikten, küfür ve sapıklık yollarından kurtarıp, îmân aydınlığına çıkartmaktı. Onun vazîfesi, Allahü teâlânın râzı olduğu doğru yola da'vet işinden ibâretti.

Es'ad bin Zürâre İkinci Akabe bî'atından sonra, Hazrec kabîlesinin Neccâroğullarının temsilcisi tâyin edilmişti. Vefâtından sonra, Neccâroğullarından bir grup Resûlullaha gelerek dediler ki:
- Bizim temsilcimiz öldü. Bize bir temsilci tâyin ediniz!

Resûlullah efendimiz de onlara yeni bir temsilci tâyin etmiyerek;
- Sizler, benim dayılarımsınız. Ben de sizin temsilcinizim! buyurdu.

Böylece, onları sevindirmiş oldu. Resûlullahın, Neccâroğullarına böyle iltifat etmesi, onlar için büyük şeref oldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:41:11
Fâtima Binti Esed

Hazret-i Ali’nin annesi.

Fâtima binti Esed, İslâmın başlangıcında Müslüman olmuştur. Resulullah efendimiz, İslâmiyeti, önceleri açıktan açığa bildirmedi. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedrici, yani yavaş yavaş bir yol takip ediliyordu.

Ahiret ile korkut!
Üç sene sonra, nihayet İslâmiyeti açıktan bildirme zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resul-i ekreme vahiy ile bildirildi. Allahü teâlâ Suara suresinin 214. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır:
(Ey Resulüm, sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını Allahın dinine davet ederek, ahiret azabı ile korkut!)

Resulullah efendimiz, akrabalarını bir araya topladıktan sonra, onlara şu konuşmayı yaptı:
- Hamd ancak Allahü teâlâya mahsustur. O’na hamdederim. Ancak O’ndan yardım isterim. Yalnız O’na inanır, O’na güvenirim. Ben gözümle görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm ki; Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi O’ndan başka ilah olmayan, Allahü teâlâya iman etmeye davet ediyorum.

Ben O’nun bütün insanlara gönderdiği, son Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.

İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında ceza göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı Cehennemde kalmaktır. İnsanları ahiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler, sizlersiniz.

Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli, dünya ve âhiretiniz için faydalı şeyler getirdim. Araplar içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse bilmiyorum.

Ben sizi, dile kolay, hafif ve mizanda ağır gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh” [Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederim] demenizdir.

Kim yardımcım olur?
Resulullah efendimiz akrabalarına bu konuşmaları yapınca, birçoğu Müslüman oldu. Hazret-i Fâtıma binti Esed de bunlar arasında idi. Kendisinden önce veya daha sonra olmak üzere, Zevci Ebû Talib’in dışında, bütün çocukları da İslâmı kabul ettiler. Hatta Resûl-i Ekrem efendimiz, yakın akrabalarına konuşmalar yapıp, “O hâlde, hanginiz bu yolda bana tâbi olup, vezirim ve yardımcım olur?” buyurunca, henüz, 12-13 yaşlarında bulunan Hazret-i Ali hemen ayağa kalkmış, Resul-i Ekrem de ona, "Sen otur" buyurmuştu.

Resulullah efendimiz, bu suallerini üç defa tekrar etmişler, üçünde de hemen cevap Hazret-i Ali’den gelmişti. Hazret-i Ali bu suallere söyle cevap vermişti:
- Ya Resulallah! Her ne kadar yaşça en küçük ben isem de, sana ben yardımcı olurum.

Hazret-i Ali’nin, daha oniki, onüç yaşlarında iken, Resulullah efendimize, hiç kimseden korkmadan, çekinmeden, bu yolun yolcusuyum, gönül vermişlerdenim manasındaki bu sözleri, Resul-i Ekrem efendimizi son derece sevindirdi. İşte Allahü teâlâ, Hazret-i Fatıma binti Esed’e böyle salih evlatlar vermişti.

Gül yağıyla yağlardı
Fatıma binti Esed üstün bir ahlaka sahipti. Güzel ahlakı vardı. Yaşayışı mükemmel, Resul-i Ekrem efendimizin yanında itibarlı bir hanımefendi idi. Peygamberimizin sevgisine kavuşma bahtiyarlığına erişmişti.

Resulullah efendimiz onu methetmişlerdi. Fatıma binti Esed, çocukluğundan beri Peygamberimize çok yakınlık göstermiş, Ondan hiçbir yardımı esirgememiştir. Resulullah efendimiz, Ebu Talib’den sonra, kendilerine en fazla yakınlık gösterenin Fatıma binti Esed oldugunu buyurmuşlardır. Hazret-i Fatıma binti Esed, Resul-i Ekremin bakımında çok titizlik göstermişti. Kendi çocukları dururken, önce Resulullahı doyururdu. Kendi çocuklarının temizliğinden önce, Onun mübarek başını tarar, mübarek saçlarını gül yağıyla yağlardı. Bu yüzden Resul-i Ekrem efendimiz, onun için, "O benim annemdi" buyurmuşlardı. Bu bildirilen sözün, iki cihanın Efendisinin mübarek ağzından çıkması, Fatıma binti Esed için büyük bir saadet idi.

Zaman akıp gitmiş, Fatıma binti Esed’in ömrü de sona ermişti. Peygamberimiz, gömleğini sırtından çıkararak, Fatıma binti Esed’e kefen yaptırmıştı. Bilahare Peygamber efendimiz, Fatıma binti Esed’e Cennet elbiselerinin giydirilmesi için böyle yaptıklarını söylemişlerdir.

Cenaze namazını da kıldırdıktan sonra buyurdular ki:
- Allahü teâlânın emriyle, yetmiş bin melek onun cenaze namazını kıldılar.

Cenaze namazı kılınmış, artık defnedilecekti. Resulullah efendimiz bizzat kendileri kabre indiler. Kabır hayatının rahat ve hoş olması için, kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdular. Kabirden çıkınca gözleri yaşarmış, gözlerinden akan yaşlar kabre damlamıştı.

Peygamberlerin hakkı için
Orada bulunan Hazret-i Ömer ve başkalaıi, Resulullahın, Fatıma binti Esed’den başka hiçbir kimseye böyle yapmadığını söylemişlerdir. Bundan sonra Resul-i Ekrem efendimiz, Fatıma binti Esed için şöyle duâ buyurmuşlardır:
- Allahü teâlâ seni mağfiret etsin, bagışlasın, seni mükâfatlandırsın. Ey annem! Allahü teâlâ sana rahmet eylesin. Kendin aç iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana giydirir; yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de Allahü teâlâdır. O daima diridir. O ölmez.

Allahım! Annem Fatıma binti Esed’i affeyle, bağışla. Ona hüccetini bildir. Kabrini genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım! Ben Peygamberin ve geçmiş Peygamberlerin hakkı için bu duâmı kabul buyur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:42:08
Feyrûz Bin Deylemî  

Yemenli sahâbîlerden.

Feyrûz bin Deylemî San’a’da bulunuyordu. Resûlullahın Peygamberliği haberi oraya ulaşınca, Vebr bin Yuhannis’in teklîfi üzerine Müslüman oldu ve hicretin onuncu yılında Medîne’ye geldi. Resûlullahın huzûruna girip, bî’at etti. Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Biz, uzaklardan çıkıp geldik. Burada Müslüman olduk. Bize kim yardım edecek?

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Allah ve Resûlü.

Feyrûz da, bunun üzerine dedi ki:
- Allah ve Resûlü bize kâfîdir.

Hangisini istersen tercih et!
Yine Feyrûz bin Deylemî, Resûlullaha sordu:
- Yâ Resûlallah! Ben Müslüman oldum. Fakat nikâhım altında iki kızkardeş var.Şimdi ne yapacağım?
- Onlardan hangisini istersen tercîh et, onu tut! Hangisini istersen boşa!
- Yâ Resûlallah! Biz, üzüm sahibi kimseleriz. Allahü teâlâ ise içkiyi harâm kılmıştır. Bu üzümleri ne yapacağız?
- Kurutup, kuru üzüm yapınız!
- Biz bunu nasıl kullanalım?
- Kırba içinde sabah ıslatıp, hoşaf yapıp içiniz, akşamleyin ıslatıp, sabahleyin içiniz!

Feyrûz bin Deylemî bir defasında da Peygamber efendimize şöyle sordu:
- Yâ Resûlallah! Biz, soğuk bir memlekette yaşıyoruz. Bu yüzden buğdaydan yapılmış içki içiyoruz.
- O sarhoş ediyor mu?
- Evet, sarhoş ediyor.
- Onu içmeyiniz!

Feyrûz bin Deylemî’nin Müslüman olduğu yıl, Resûlullah efendimiz Vedâ haccını yaptıktan sonra hastalanmışlardı. O sırada Araplar arasında ba’zı kimseler peygamberlik da’vâsına kalkıştı.

Çok kimseyi aldattı
Bunların ilki, Benî Ans kabîlesinden Esved-i Ansî idi. Asıl ismi Abhele bin Ka’b’dır. O, kâhin, hafif meşrep bir adamdı. Halka, onları hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle, dinleyenlerin dikkatini çekerdi.

Esved-i Ansî, meleklerin kendisine vahiy getirdiğini söyleyerek, Peygamberlik iddiasında bulunmaya başladı. Birtakım hîlelerle, Yemen halkından birçok kimseyi aldattı. Necrân ahâlisi de ona tâbi oldu. San’a’yı zaptedip, fitne çemberini genişletti. Yemen’de bulunan Müslüman vâli ve memurlar oradan ayrılmak zorunda kaldılar.

Esved-i Ansî ile ilgili haber, Peygamber efendimize ulaştı. Yemen’deki İslâm vâlilerine ve oradaki Müslümanlara haber gönderdi. İster onunla çarpışma, isterse onun tuzağa düşürülmesi şeklinde olsun, mutlaka Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması gerektiğini emir ve tavsiye buyurdular.

Resûlullah efendimiz, hasta olmalarına rağmen, Esved-i Ansî gibi yalancıların yaptıkları tahribat üzerinde ehemmiyetle durdular. Resûlullah efendimiz bu mes’ele için, Müslüman olmayanlarla da irtibat kurdu. Netîcede Esved-i Ansî öldürülecekti. Esved’in öldürülmesi için, karısı Âzad ile de anlaşıldı.

O daha ölmemiştir!
Feyrûz, o sırada Yemen’de bulunuyordu. İki arkadaşı ile beraber, Esved’in yattığı evin duvarını deldiler. Feyrûz, arkadaşlarından birisine, içeri girip öldürmesini söyledi. Arkadaşı, tehlikeli anlarda, kendisinde titreme meydana geldiğini, bu işi beceremeyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Feyrûz içeri girdi. Esved’in yattığı odaya yaklaştı. Horladığını duydu. Esved derin bir uykuya dalmış ve yatağına gömülmüş bir vaziyette idi. Feyrûz bu işten haberi olan Âzad’a, işâretle, başının nerede olduğunu sordu. Âzad da, Esved’in başını gösterdi.

Feyrûz, Esved’in başucuna dikildi. Esved, sarhoş olarak uykuya dalmış ve sarhoşluğu daha geçmemişti. Feyrûz, Esved’in başını kıvırdı ve boynunu kırdı.

Sonra gitmek isterken, Âzad, “O daha ölmemiştir” dedi. Feyrûz da, “Hayır o öldü” diyerek arkadaşlarının yanına gitti. Olanları anlattı. Arkadaşları dediler ki:
- Geri dön, başını da kes! Beraberce tekrar oraya vardılar. Feyrûz, başını keseceği zaman, Esved titremeye başladı.

Feyrûz arkadaşlarına, göğsüne oturmalarını söyledi.

Âzad da, Esved’in başını tuttu. Esved’den homurdanmalar geliyordu. Boğazı kesilince, şiddetli bir böğürtü duyuldu.

Feyrûz ile arkadaşları, oradan ayrıldılar.

Ertesi gün Feyrûz ve arkadaşları, kabîlelerini toplayarak Esved’in öldürüldüğünü ve Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu ilân ettiler. Bundan sonra Müslüman vâliler, işlerinin başına döndüler ve zekâtı toplamaya başladılar.

Onu öldüren kim?
O gece yalancı Esved-i Ansî’nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize vahiyle bildirilmişti. Ertesi gün, bu hâdiseyi Eshâbına müjdeledi:
- Dün gece, yalancı Esved-i Ansî, kardeşlerimizden biri tarafından öldürüldü.

Eshâb-ı kirâm, “Yâ Resûlullah, onu öldüren kim” dediler. Resûlullah efendimiz de buyurdular ki:
- Onu sâlih, mübârek bir ev halkından, mübârek kişi olan Feyrûz bin Deylemî öldürdü.

Feyrûz bin Deylemî’nin, Esved’in başını Peygamber efendimize getirdiği rivâyet edilir.

Feyrûz’un, Ebû Dahhâk ve Ebû Abdullah künyeleri vardır. Hazret-i Osman zamanında Yemen’de vefât etti. Aslen Fârisî’dir. Kisrâ’nın, Habeşlileri Yemen’den çıkarmaları için, Seyf bin Zî Yazen’le beraber Yemen’e gönderdiği Farsların (İranlıların) çocuklarındandır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:43:07
Habbâb Bin Eret

İlk Müslüman sahâbîlerden.

Hazret-i Habbâb demirci olup, kılıç yapardı. Peygamber efendimiz onun dükkânına gider, onunla görüşürdü. Bu görüşmelerinin netîcesinde Hazret-i Habbâb Müslüman olmuş, ebedî saâdet yolunu tutmuştu.

Müşriklerden hiç çekinmedi
Hazret-i Habbâb koruyucusuz olmasına rağmen, Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemişti. Kureyşli müşrikler onun İslâma girdiğini duyunca, ona işkence ve eziyet etmeye başladılar.

Çıplak vücuduna demir gömlek giydirip, en sıcak günde, Ramdâ’da, vücudunun yağı eritilircesine, güneş altında tutulduğu da olurdu.

Güneşten kızgın hâle gelmiş, ya da ateşle kızdırılmış olan taşa, çıplak sırtı bastırıldığı hâlde, söyletmek istedikleri küfrü gerektiren sözleri, ona söyletemezlerdi! O büyük bir îmânla;
- Allah birdir, Muhammed aleyhisselâm O’nun Peygamberidir, diye haykırırdı.

Bunun üzerine müşrikler hırslarından deliye döner, daha fazla işkence yapmaya başlarlardı. Nitekim müşrikler, bir gün, onu yakalayıp soydular. Düz bir yerde yaktıkları ateşin içine, sırtüstü yatırdılar. İçlerinden birisi, ayağı ile onun göğsünün üzerine basıp, ateş sönünceye kadar, kendisini o hâlde tuttu.

Yıllar geçtiği hâlde bile, Habbâb’ın sırtındaki yanıkların izleri, alacaları kaybolmadı!

Hazret-i Ömer, Halîfeliği sırasında, Habbâb’a, müşriklerden çektiği işkenceyi sormuştu. Habbâb dedi ki:
- Ey mü’minlerin emîri! Bak sırtıma!

Hazret-i Ömer, onun sırtına bakınca buyurdu ki:
- Doğrusu ben, insan sırtının bugünkü gibisini hiç görmemiştim!

Bunun üzerine, Habbâb dedi ki:
- Benim için bir ateş yakmışlardı da, ben, onun üzerine sürüklenip atılmıştım. O ateşi, ancak benim sırt etimin yağı söndürmüştü!

Zâlim müşrik kadın Ümmü Enmâr, himâyesinde olan Hazret-i Habbâb’ın Müslüman olduğunu öğrenince, şaşkına dönmüştü. Ona göre olacak bir şey değildi. Şirk ve küfür kirleriyle, kalbi simsiyah olmuş, basireti körelmiş bu zavallı, Habbâb’ın kalbindeki îmân nûrunu nereden görebilecekti? Gözleri bakıyor, ama hakîkati göremiyordu.

İşte bu Ümmü Enmâr da, ateşte kızdırdığı demirle, Habbâb’ın başını dağlardı.

Habbâb'a yardım et!
Habbâb; Peygamberimize varıp Ümmü Enmâr’ın yaptıklarını arzetti. Bunun üzerine Peygamberimiz; “Allahım! Habbâb’a, yardım et!” diyerek duâ edince, Ümmü Enmâr, başından, bir derde tutulup, köpeklerle birlikte ulur oldu!

Kendisine, “Başını, dağlat” diye tavsiye edildi. Bunun üzerine, Habbâb; demiri, alır, ateşte kızdırır, Ümmü Enmâr’ın başını, onunla dağlardı! Zâlimin zulmü elbette hesapsız ve cezâsız kalmayacaktı. Böylece adâlet-i İlâhi tecelli etmiş. Bu sefer Hazret-i Habbâb, onun isteği üzerine Ümmü Enmâr’ın başını dağlıyordu.

Mekke’de kendisini koruyacak kimsesi bulunmayan Hazret-i Habbâb’a, müşriklerden, Esved bin Abdiyağus da, işkence yapardı. Habbâb bin Eret anlatır:

“Müşriklerin, en ağır işkencelerine uğramış bulunuyorduk. Resûlullah efendimizin yanına gittik. Efendimiz, Kâ’be’nin gölgesinde, mübârek kaftanını yastık edinerek ona dayanmıştı.

Bizim için duâ et!
Müşriklerden çektiklerimizi kendisine arz edip dedik ki:
- Yâ Resûlallah! Yüce Allaha, bizim için, duâ et! Bizim için, Allahtan, yardım dile! Yâ Resûlallah, bizi, dînimizden döndürmelerinden korktuğumuz şu kavme karşı, bizim için, yüce Allahdan yardım diler misiniz? Bizim için, Allaha duâ eder misiniz?

Resûlullah efendimizin, hemen yüzünün rengi değişti. Yüzü, al al olduğu hâlde doğrulup oturdu. Buyurdu ki:
- Vallahi sizden öncekiler içindeki mü’minlerden bir kimse, yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse, o çukura, dizlerine kadar gömülür, sonra bir testere getirilip, başının üzerine konulup biçilerek ikiye bölünürdü de, bu işkence, onu, dîninden dördüremezdi!

Yâhut, onun kemiğinin üzerinden eti ve siniri, demir taraklarla taranır, kazınırdı da, yine bu işkence, kendisini dîninden döndüremezdi!

Allahdan, korkunuz! Hiç şüphesiz, Allahü teâlâ, sizin için fetih ihsân edecektir! Vallahi, yüce Allah bu işi, muhakkak tamamlayacak, bu iş, muhakkak tamamlanacak! Bu işin hükmü, muhakkak yerine getirilecektir! Hattâ hayvanına binmiş bir kimse, San’a’dan çıkıp Hadramût’a kadar gidecek de, yüce Allahdan başka, bir şeyden korkmayacak!

Ancak, koyunları varsa, onlar hakkında kurt saldırmasından endîşe duyacaktır. Fakat siz, acele ediyorsunuzdur!

Bundan sonra, Resûlullah efendimiz sırtlarımızı okşadı ve duâ buyurdular. Resûlullahın rûhlara gıda ve şifâ olan bu lâtif, güzel sözleri, acılarımızı dindiriverdi.”

Hazret-i Habbâb’ın, azgın müşriklerden Âs bin Vâil’den epeyce alacağı vardı. Onu istemek için yanına gitti. Âs bin Vâil, Hazret-i Habbâb’a dedi ki:
- Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana alacağını vermem.
- Vallahi ben ölünceye kadar, öldükten sonra kabrimden kalkınca da aslâ Peygamberimi red ve inkâr edemem. Her şeyden vazgeçerim de, yine bu inkârı yapamam.

Azâbını çoğalttıkça çoğaltacağız
Bunun üzerine Âs bin Vâil alay ederek dedi ki:
- Öldükten sonra dirilecek miyiz? Öyle bir şey varsa, o zaman malım da, evlâdım da olacak. Borcumu, sana o gün öderim.

Âs bin Vâil’in bu sözleri üzerine Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; Meryem sûresinin 77, 78, 79. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurdu:
(Şimdi şu âyetlerimizi inkâr eden ve “Elbette bana mal ve evlât verilecektir” diyen adamı (Âs bin Vâil’i) gördün mü? O, gayba muttali mi olmuş, yoksa Rahmanın huzurunda bir söz mü almış? Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azâbını da çoğalttıkça çoğaltacağız.)

Hazret-i Habbâb her türlü tehlîkeye rağmen, Müslümanlığını açığa vurmaktan çekinmediği gibi, Kur’ân-ı kerîmi Müslümanlara öğretip, okutmak için de bütün gücünü sarfetmiştir. Resûlullah yeni Müslümanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretme vazîfesini ona vermişti.

Tâhâ sûresinin nâzil olduğu sıralarda idi. Hazret-i Ömer’in kızkardeşi Fâtıma ile kocası Sa’îd bin Zeyd bunu yazdırıp, Habbâb bin Eret’i evlerine çağırmışlar, yeni âyet-i kerîmeleri öğreniyorlardı.

Hazret-i Ömer'in Müslüman olması
Fakat bu sırada, dışarıda başka şeyler oluyordu. Ömer bin Hattâb, henüz Müslüman olmamıştı. Müslümanlar gün geçtikçe kuvvetleniyordu. Hele Hazret-i Hamza’nın Müslüman olması, Kureyşin ileri gelenlerini çileden çıkarmıştı. Ebû Cehil, bu işin önüne geçmek için, Resûl-i Ekrem’in öldürülmesinden başka çâre olmadığı görüşünü ortaya atmıştı.

Ömer bin Hattâb kılıcı çekmiş, yola düşmüştü. Yolda kızkardeşi ile kocasının Müslüman olduğu haberini alınca, onların evine uğradı. Burada kalbinde îmân güneşi parladı. Ömer bin Hattâb gelince, Habbâb gizlenmişti. Ömer bin Hattâb’dan, kalbinde îmân nûrunun parladığını gösteren sözler duyunca, Habbâb gizlendiği yerden çıktı. Tekbîr getirdikten sonra dedi ki:
- Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil ile yâhut Ömer ile kuvvetlendir” diye duâ buyurmuştu. İşte bu devlet, bu saâdet, sana nasîb oldu.

Bilâhare Ömer bin Hattâb, Resûl-i Ekrem’in yüksek huzurlarına giderek, Kelime-i şehâdet getirmiştir. Hazret-i Ömer dâimâ Hazret-i Habbâb’a sevgi ve hürmet göstermiş, hattâ halîfeliği sırasında birgün onu kendi yerine oturtmuştur.

Hazret-i Habbâb bin Eret, Mekke’de müşriklerin işkenceleri dayanılmaz hâl alınca, Resûl-i Ekrem’den izin alarak Medîne’ye hicret etti.

Resûlullah efendimiz Medîne’ye hicret buyurdukları zaman, Hazret-i Habbâb ile Harrâş bin Semme’nin azâtlı kölesi Temîm’i birbirine kardeş yapmıştır.

Korku ve ümîd namazı
Hazret-i Habbâb, Resûlullahın bütün gazâlarına iştirak etti. Küçük seriyyelerden ba’zılarında da bulunmuştur.

Hazret-i Ebû Bekir devrinde, yalancı peygamberlerle yapılan muharebelere ve Sûriye taraflarında yapılan seferlere de katılmıştır. 657’de memleketi Kûfe şehrinde vefât etti.

Habbâb bin Eret, birgün Resûlullaha yatsı namazı hakkında sormuştu. Anlatılanı unutmuş, ertesi gün tekrar sormuştu. Resûlullah efendimiz şöyle buyurmuşlardı:
- Bu namaz, ümîd ve korku namazıdır. Bu namazda, Allahü teâlâdan üç şey istenirse, hiç olmazsa ikisi kabûl edilir.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Bir fitne olacak, onda kişinin bedeni öldüğü gibi kalbi de ölecek. Kişi, mü’min olarak akşamlayıp, kâfir olarak sabahlar. Ve kâfir olarak sabahlayıp, mü’min olarak akşamlar.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:44:13
Haccac bin İlat  

Mekkeli sahabilerden.

Haccac bin İlat'in İslâma girişi şöyle olmuştur:

Haccac bin Ilat, Süleym oğulları kabilesinden bir cemaatle birlikte, Mekke'ye doğru yola çıktı. Issız, korkunç bir vadide bulunuyorlardı. Bu yüzden yollarına devam edemediler. Arkadaşları ona dediler ki:
- Emniyetimiz için bir şeyler yap!

Haydi, geçip gidiniz!
Bunun üzerine kalktı, dolaşmaya başladı. Hem de, kendi kendine, "Ben ve arkadaşlarım sağ salim dönünceye kadar Allaha sığınırız" diyordu. Bu sırada bir ses işittiler:
- Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin köşe ve bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi geçip gidiniz! Ancak, Allahü teâlânın ihsan edeceği bir kudretle geçebilirsiniz! [Rahman 33]

Haccac Mekke'ye varınca, bu durumu, Kureyşlilerin toplandıkları bir mecliste anlattı. Bunun üzerine Kureyşliler dediler ki:
- Ey Haccac! Sen de sapıtmışsın. Muhammed de (aleyhisselam) bu sözlerin, kendine, Allahü teâlâ tarafından vahyedildiğini söylüyor. Haccac bin Ilat da onlara su cevabı verdi:
- Vallahi hem ben, hem de yanımdaki arkadaşlarım bu sözleri birlikte duyduk.

Haccac bin Ilat, Peygamberimizin nerede bulunduğunu sordu. Medine'de olduğunu öğrenince, Medine'ye gidip, İslâmiyeti kabul etti. Haccac'ın Müslüman oluşu, Resulullahın Hayber'i fethi zamanına rastlar.

Haccac, Müslüman olduktan sonra, Resulullahın huzurlarına çıkarak durumunu söyle arz etti:
- Ya Resulallah! Mekke'de birtakım kimselerde mallarım var. İzin verirseniz, bunları almak istiyorum. Müslüman olduğumu ögrenirlerse, bana hiçbir sey vermezler.

Resul-i ekrem efendimiz ona izin verdi. Haccac bu arada şunu da sordu:
- Ya Resulallah, mallarımı onlardan alabilmek için, belki sizin hakkınızda münasip olmayan sözleri söylemem gerekebilir. Bu hususta ne buyurursunuz?

Resulullah efendimiz buna da izin verdiler.

Bir haber var mı?
Kureyş müşrikleri, Resulullahın, Hayber üzerine yürüdüğü haberini, daha önce duymuşlardı. Haccac bin Ilat Mekke'ye gelince, devesinin etrafını sardılar. Hayber hakkında malumat alabilmek için hiç beklemeye tahammülleri yoktu. Hemen sordular:
- Ey Ilat'in oğlu! Hoş geldin. Şu akrabalık bağlarını kesen kişi hakkında sende bir haber var mı?

Hazret-i Haccac cevap verdi:
- Söyleyeceklerimi gizli tutmak şartıyla, evet...

Bunun üzerine müşrikler söz verdiler ve, "Haydi ne oldu, bize hemen anlat" dediler.

Haccac da müşriklere; Hayberlilerin savaş hususunda çok mahir olduklarını, Müslümanların daha böylesiyle karşılaşmadığını, Hayberlilerin, Arap kabilelerinin de yardımıyla on bin kişilik bir ordu topladığını, Müslümanların müthiş bir hezimete uğradığını, Muhammed'in de esir edildiğini, Hayberlilerin Muhammed'i Mekkelilere teslim edeceğini" söyledi.

Kureyş müşrikleri bu habere çok sevindiler. Fakat Haccac'in Müslüman olduğundan, onların haberleri yoktu.

Hazret-i Haccac bin Ilat, Mekke müşriklerine, aslı olmayan bu parlak müjde haberini verdikten sonra, onların sevinçli ve memnun durumlarını fırsat bildi. Onlara, “Mekke’deki alacaklarını toplamak için kendisine yardımcı olmalarını, mağlup olan Müslümanların mallarını, başka tüccarlar gidip satın almadan önce, hemen oraya varıp, kendisinin alacağını” söyleyerek, onların vasitasıyle, alacaklarını ve orada bulunan mallarını topladı. Mekke’deki zevcesine de aynı şekilde söyleyip, ondan da mallarını aldı.

Sanki kalbinden vurulmuştu
Müslümanların Hayber’de mağlup olduğu şeklindeki haber her tarafa yayılmıştı. Bu haber, müşriklerin sevinç çığlıklarına vesile olurken, bu durumdan haberi olmayan Mekke’deki Müslümanlar da, derin bir üzüntü içindeydiler.

Bu sırada, daha Medine’ye hicret etmemiş bulunan Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbas, sanki kalbinden vurulmuştu. Ancak bu üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Hazret-i Abbas, kölesi Ebu Zübeyde’yi çağırıp dedi ki:
- Haccac’ı bul! Ona, Abbas, “Allah aşkına, doğru söyle. Bu haberin aslı var mıdır? Senin bu haberin, Allahü teâlânın Resulullaha ve Müslümanlara olan vaadine uymuyor” diyor, de!

Hazret-i Haccac, Ebu Zübeyde’ye, gizlice, Hazret-i Abbas’la kimsenin olmadığı bir yerde görüşüp, kendisine sevinçli bir haber vereceğini bildirdi.

Hazret-i Abbas bu haberi alınca, çok sevindi. Sanki dünyalar onun olmuştu. Elbette, Allahü teâlânın hayır vaatleri bir bir zuhur edecekti. Hazret-i Abbas Ebu Zübeyde’yi alnından öptü ve onu azat etti. Ayrıca on köle azat etmeyi de adadı.

Nihayet, Hazret-i Abbas ile Haccac tenha bir yerde buluştular. Haccac, Hazret-i Abbas’a anlatacaklarını, üç gün geçmeden kimseye söylememesini sıkıca tenbih etti. Sonra söyle konuştu:
- Resulullah efendimiz, Hayber’i fethetti. Kendisine düşen hisseyi aldı. Sahabilere paylarını dağıttı.

Aradan üç gün geçtikten sonra, Hazret-i Abbas Kabe’ye gitti ve tavafını yaptı. Müşrikler bu sırada Haccac’ın işini konuşuyorlardı. Hazret-i Abbas’in böyle sakin sakin tavaf yapması dikkatlerini çekmişti. Bu soğukkanlılık ve vakarının neden olduğunu sordular. Hazret-i Abbas dedi ki:
- Allaha hamdolsun ki, sıhhatım yerindedir. Size bildirebilirim ki, Muhammed aleyhisselam Hayber’i fethetmiştir. Hayberdeki mallara ve her şeye el koymuştur. Hayber şimdi Onun elindedir.

Mekkeliler dediler ki:
- Bu haberi sana kim getirdi?
- Size o haberi getirmiş olan Haccac getirdi.

Kâbus gibi kaplamıştı
Bunun üzerine şoke olan Mekkeliler meselenin hakikatini anlamış, aldandıklarını geç farketmişlerdi. Müslümanların hüzünleri üzerlerinden kalkmış, aynı üzüntü, bu sefer müşrikleri bir kâbus gibi kaplamıştı.

Hazret-i Haccac çok zengin idi. Servetini Medine’ye getirdikten sonra, orada bir ev ve bir mescit yapmıştı. Hazret-i Ömer’in hilafetinin ilk yıllarında vefat etmiştir.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:45:11
Hadice-tül Kübra

Peygamberimizin ilk hanımı.

Hazret-i Hadice; güzelliği, malı, aklı, iffeti, hayâsı ve edebi ile Arabistan'da büyük şöhreti olan bir hanımefendi idi. Bu sebeple, her taraftan kendisine talip olan ve rağbet eden pek çok kimse vardı. Fakat gördüğü bir rüya gereği, o hiç kimseye iltifat etmemişti.

Gerçekleşen rüya
Rüyasında, gökten ay inip koynuna girmiş, ayın nuru, koltuğundan çıkıp, bütün âlemi aydınlatmıştı. Sabahleyin, bu rüyayı, akrabasından olan Varaka bin Nevfel'e anlattı. Varaka dedi ki:
- Ahir zaman Peygamberi, seninle evlenir ve senin zamanında Ona vahiy gelir. Dininin nuru, âlemi doldurur. En önce iman eden sen olursun. O Peygamber, Kureyşten ve Haşimoğullarından olur.

Hazret-i Hadice, bu cevaba çok sevindi ve o Peygamberin gelmesini beklemeye başladı. Hazret-i Hadice'nin ilmi, malı, şerefi, iffeti ve edebi pek fazla idi. Ticaret ile uğraşan, devrin büyük tüccarlarındandı. Memurları, katipleri ve köleleri vardı. Ticareti, adamları veya ortaklık suretiyle yapardı.

Peygamber efendimiz yirmibeş yaşlarında iken, Hazret-i Hadice, Şam'a ticaret kervanı göndermek istiyordu. Bunun için de güvenilir birini arıyordu. Bunu işiten Ebu Talib, Hazret-i Hadice'ye giderek, yeğeni olan Peygamber efendimizin bu işi yapabileceğini söyledi.

Bunun üzerine Hazret-i Hadice, Resulullah efendimizi, görüp konuşmak üzere evine davet etti. Efendimiz teşrif edince, pek ziyade tazim ve hürmette bulundu. Peygamber efendimizin nezaketini, nezih ve pâk cemalini görüp hayran kaldı. Resulullah efendimize dedi ki:
- Doğru sözlü, güvenilir, emniyetli ve güzel huylu olduğunuzu biliyorum. Bu iş için hiç kimseye vermediğim ücretin, kat kat fazlasını vereceğim.

Sonra bu hizmette lazım olacak elbiseler vererek, kalb huzuru içinde uğurladı. Yanına kölesi Meysere'yi de verdi. Hazret-i Hadice validemiz, bilgili bir hıristiyan olan amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'den, peygamberlik alametlerini öğrenmişti. Resulullah efendimizin bu ziyaretinde de, peygamberlik vasıflarını üzerinde teşhis etmişti. Bu sebeple Meysere ismindeki kölesine dedi ki:
- Kervan Mekke'den ayrılacağı zaman, devenin yularını Muhammed aleyhisselamın eline ver ki, Mekkeliler herhangi bir dedikodu yapmasınlar. Şehirden uzaklaşıp gözden kaybolunca, bu kıymetli elbiseleri Ona giydir!

Canını esirgeme
Sonra develerinden en güzelini, sultanlara lâyık bir şekilde donattı. Meysere'ye şu talimatı verdi:
- Onu bu deveye büyük bir hürmet ile bindirip, yularını eline al ve kendini o hazretin hizmetkârı bil! Ondan izinsiz bir iş yapma ve Onu muhafaza etmek, tehlikelerden korumak için canını esirgeme! Gittiğiniz yerlerde çok eğlenmeyiniz ve çabuk geliniz! Böylece Haşimoğulları katında mahcup olmayalım. Eğer bu dediklerimi harfiyen yerine getirirsen, seni azat eder ve istediğin kadar da mal veririm.

Peygamber efendimiz ve Hazret-i Hadice'nin kervanı hazırlandı. Mekkeliler yakınlarıyla vedalaşmak üzere, büyük kalabalıklar hâlinde toplandılar.

Peygamberimizin halası, Allahü teâlânın Resulünü hizmetçi elbisesi ile ve devenin yularını eline almış görünce, dizlerinin bağı çözüldü. Ağlayıp feryat etti. Gözlerinden yaşlar dökerek, “Ey Abdülmuttalib! Ey Zemzem kuyusunu kazan büyük zat! Ey Abdullah! Kabirlerinizden kalkıp, başınızı bu tarafa çevirip de, şu mübareğin hâlini görün” diyerek acılarını dile getirdi.

Beni sakın unutmayın!
Ebu Talip de aynı duygular ve aynı hâller içinde idi. Resulullah efendimizin, mübarek gözlerinden inci gibi yaşlar döküldü ve buyurdu ki:
- Beni sakın unutmayın! Gurbet elde gam ve keder çektiğimi yâd eyleyin.

Bu sözleri işitenlerin hepsi ağlaştı.

Nihayet kervan yürüyüp, Mekke görünmez olunca, Meysere, aldığı emir üzerine, kıymetli elbiseleri sevgili Peygamberimize giydirdi. Çeşitli kumaşla örtülmüş ve pek güzel süslenmiş deveye bindirdi. Yularını da kendi eline aldı.

Bu yolculukta, kervandakiler, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin üzerinde, Onu gölgeleyen bir bulutun ve kuş şekline giren iki meleğin, Onunla birlikte, sefer bitinceye kadar hareket ettiğini gördüler.

Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup, kervandan geri kalan iki devenin ayaklarını, eliyle sığamasından sonra, develerin birden süratlenmesi gibi ince hâllerini görünce, Onu son derece sevip, şanının çok yüce olacağını anladılar.

Meysere, Resulullah efendimizde gördüğü ve hakkında duyduğu her şeyi zihnine nakşediyor ve Ona olan hayranlığı gitgide artıyordu. Meysere'nin kalbinde, Âlemlerin Efendisine karşı büyük bir muhabbet hasıl olmuştu. Artık Ona, zevkle ve hürmetle hizmet ediyor, en küçük bir işaretini büyük bir aşkla yerine getiriyordu.

Götürülen mallar satılmış, Peygamber efendimizin bereketiyle her zamankinden kat kat fazla kâr edilmişti. Kervan dönüşe geçti. Merr-uz-zahran mevkiine geldikleri zaman, Meysere, sevgili Peygamberimize, Mekke'ye müjde haberi götürmesini teklif etti. Efendimiz de kabul buyurarak, kervandan ayrılıp, Mekke'ye doğru devesini süratlendirdi.

Bulut gölge yaptı
Nefise binti Müniyye Hatun anlatır:
“Kervanın gelme zamanı yaklaşmıştı. Hadice Hatun, hergün hizmetçileriyle evinin üzerine çıkıp, kervanın yollarını beklerdi. Böyle birgün Hadice'nin yanında idim. Ansızın, uzaktan deveye binmiş bir kimse göründü. Üzerinde bir bulut ve kuş şekline girmiş iki melek Ona gölge yapıyor, Peygamberimizin mübarek alnındaki nur, ay gibi parlıyordu.

Hadice Hatun gelenin kim olduğunu anlayıp, ferahladı. Fakat bilmezlikten gelip sordu:
- Bu sıcak günde gelen kim olabilir?

Hizmetçiler; "Bu gelen Muhammed-ül-Emin'e benzer" dediler ve gördüklerinden dolayı hayrete düştüler.

Az sonra Resul-i ekrem efendimiz, Hadice validemizin yanına geldi ve durumu anlattı. Verdiği müjde ile onu çok sevindirdi.

Hazret-i Hadice'nin kervanı Mekke'ye geldikten sonra, Meysere, Hazret-i Hadice validemize, yolculuk esnasında, iki bulutun Peygamber efendimizi gölgelediğini, rahip Nastura'nın söylediklerini, zayıf develerin nasıl süratlendiğini ve buna benzer gördüğü nice fevkalâde hâlleri tek tek anlattı. Peygamber efendimizi dili döndüğü kadar methetti.

Kimseye söyleme!
Hazret-i Hadice, bunları biliyordu, fakat bu sözler onun yakinini artırdı. Meysere'ye; “Bu gördüklerini kimseye söyleme” diyerek tembih etti.

Hadice validemiz, bu işittiklerini haber vermek üzere, Varaka bin Nevfel'e gitti. Olanları büyük bir hayranlıkla dinleyen Varaka dedi ki:
- Ey Hadice, bu anlattıkların doğru ise, O, bu ümmetin peygamberi olacaktır.

Bunun üzerine Hazret-i Hadice'nin sevgi ve itimadı daha da arttı. Onun hanımı olup, hizmetiyle şereflenmeye meyletti.

Nefise binti Müniyye, bu hâli sezip, araya girdi. Bu niyetle Resul-i ekremin yüksek huzuruna geldi ve dedi ki:
- Ya Muhammed! Zat-ı âlinizi evlenmeden alıkoyan nedir?

Peygamberimiz buyurdu ki:
- Evlenmek için yeterli para elimde mevcut değildir.
Ya Muhammed! Eğer iffetli ve şerefli, mal ve cemal sahibi bir hatunla evlenmek istersen, hizmetine hazırım.
- O hatun kimdir?
- Hadice binti Hüveylid'dir.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Bu işe kim vesile olur?

Nefise Hatun, “Bu işi ben yaparım” deyip, huzurlarından ayrıldı. Hazret-i Hadice'ye varıp müjdeyi verdi.

Hazret-i Hadice, akrabası Amr bin Esed ile Varaka bin Nevfel'i çağırıp durumu anlattı. Ayrıca Resulullah efendimize haber gönderip, belli bir saatte teşrif etmesi için davet etti. Ebu Talip ve kardeşleri de hazırlıklarını yaptılar ve Peygamber efendimizle birlikte gittiler.

Çeşitli hediyeler verdi
Hazret-i Hadice validemiz, evini donatıp süsledi. Bugünün şükranesi olarak hizmetçilerine çeşitli hediyeler verdi. Resulullah efendimiz, Hadice validemizin evini, amcaları ile teşrif ettiler. Ebu Talip dedi ki:
- Yaradanımıza hamdolsun ki, bizi İbrahim aleyhisselamın evladından ve İsmail aleyhisselamın neslinden eyledi. Bizi, Beytullah'ın muhafızı kıldı. İnsanların kıblesi ve âlemlerin tavaf ettiği o mübarek hâneyi, her kötülükten koruduğu Harem-i şerifi bize müyesser eyledi.

Kardeşim Abdullah'ın oğlu Muhammed aleyhisselam öyle bir kimsedir ki, Kureyşten her kim ile kıyaslansa üstün gelir. Gerçi malı azdır, lâkin mala itibar olunmaz. Çünkü mal gölge gibidir. Elden ele geçerek gider. Yeğenimin şerefi, üstünlüğü hepinizin mâlumudur.

Şimdi Hadice binti Huveylid'i, yeğenim Muhammed için helallığa talep eder, ne kadar mehr verilmesini istersiniz? Yemin ederim ki, Muhammed'in mertebesi yüksek olsa gerektir.

Varaka bin Nevfel, Ebu Talib'in bu konuşmalarını destekler mahiyette konuştu. Hadice validemizin amcası Amr bin Esed de dedi ki:
- Şahit olun ki, Hadice binti Huveylid'i, Muhammed aleyhisselama hâtunluğa verdim.

Böylece nikâh akdi tamam oldu.

Hepsi size aittir
Bir rivayete göre mehr; dörtyüz miskal altın, bir rivayete göre beşyüz dirhem gümüş, başka bir rivayete göre de 20 deve idi.

Ebu Talib, düğün ziyafeti için bir deve kesip, o güne kadar görülmedik bir yemek verdi. Evlilik vâki oldu. Hazret-i Hadice validemiz, bütün varlığını Peygamber efendimize hediye etti ve dedi ki:
- Bu malların hepsi yüce şahsınıza aittir. Ben de sana muhtacım ve minnetin altındayım.

Hazret-i Hadice validemiz, evlilik hayatı boyunca, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama daima hizmet edip, yardımcısı oldu. Peygamber efendimizin bu evliliği, Hadice validemizin vefatına kadar yirmibeş sene sürdü. Bunun onbeş senesi bisetten önce, on senesi bisetten sonra idi.

Hazret-i Hadice'nin Peygamber efendimizle olan bu evliliğinden dört kız ve iki erkek olmak üzere altı çocuğu oldu. Kızlarının adları Zeynep, Rukayye, Ümm-i Gülsüm, Fâtıma, oğullarının ise, Kâsım ve Abdullah'tı. Kâsım'dan dolayı Resulullaha “Ebül-Kâsım” denildi.

Kâsım, nübüvvetten önce Mekke'de dünyaya geldi. Onyedi aylık iken vefat etti. Hadice-tül-Kübra'dan olan son çocuk Abdullah'tır. Nübüvvetten sonra doğup memede iken vefat etti. Tayyib ve Tahir de denilir.

Abdullah vefat edince, Âs bin Vâil, "Muhammed ebter oldu, yani soyu kesildi" dedi. Kevser suresi gelerek, Âs kâfirine Allahü teâlâ cevap verdi.

Resul-i ekrem efendimiz, Hazret-i Hadice validemizle evlendikten sonra da ticaretle meşgul oldu. Kazançlarıyla; misafirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakirlere yardım ederlerdi.

Beni örtünüz! Beni örtünüz!
Cebrail aleyhisselamın, Hira dağında, ilk vahyi getirip, Peygamber olduğunu bildirdikten sonra, oradan ayrılıp hâne-i saadetlerine doğru hareket ettiler. Bu sırada, yanından geçtiği her taşın, her ağacın, “Esselamü aleyke ya Resulallah” dediğini işitti. Evine gelip buyurdu ki:
- Beni örtünüz! Beni örtünüz!

Ürpermesi geçinceye kadar, istirahat ettiler.

Sonra gördüklerini Hazret-i Hadice validemize anlattılar ve buyurdular ki:
- Cebrail (aleyhisselam) gözümden gayb oldu. Lâkin onun heybet, şiddet ve korkusu üzerimden gitmedi. Bana mecnun diyeceklerinden ve dil uzatıp kötüleyeceklerinden korktum.

Peygamber efendimizin, ilk vahyin gelişini anlatmasından sonra, bu hâlleri, bu günleri bekleyen ve buna hazır olan Hazret-i Hadice dedi ki:
- Hak teâlâ sana hayır ihsan eder ve senin için hayırdan başka bir şey dilemez. Allahü teâlânın hakkı için, bu ümmetin Peygamberi olacağına inanıyorum. Zira sen, misafiri seversin.

Doğru söylersin ve eminsin. Âcizlere yardım eder, yetimleri korur, gariplere yardımda bulunursun. İyi huylusun. Bu hasletlerin sahibinde, bahsettiğin korku olmaz.

Son peygambersin
Sonra, bu durumu sormak üzere, Varaka bin Nevfel'e gittiler. Varaka, Resulullah efendimizin anlattıklarını dinledikten sonra dedi ki:
- Müjde ey Muhammed aleyhisselam! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sen, Hazret-i İsa'nın haber verdiği son Peygambersin. Sana görünen melek, senden evvel Musa aleyhisselama gelen Cebrail aleyhisselamdır. Âh! Keşke genç olsaydım. Seni Mekke'den çıkardıkları zamana yetişseydim de, yardımına koşsaydım. Çok yakın bir zamanda tebliğle emrolunursun.

Hazret-i Hadice, Peygamber efendimiz davete başladığında, Onun bildirdiklerine hiç tereddüt etmeden, hemen iman ederek inanan ilk hür kadın oldu. Peygamberimiz, Hazret-i Hadice validemize, Cebrail aleyhisselamın öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra, Peygamber efendimiz imam oldu, birlikte iki rekat namaz kıldılar.

Hazret-i Hadice validemiz, sevgili Peygamberimizin her sözüne, her emrine, en mükemmel şekilde, itaat etti. Böylece Allahü teâlânın katında pek yüksek derecelere kavuştu. Resulullah efendimiz üzülse, inkâr edenlerin alay etmesiyle elem çekse, Onu teselli eder, kederini giderirdi. Derdi ki:
- Ya Resulallah! Hiç üzülme, gam çekme! Sonunda dinimiz kuvvet bulup, müşrikler helak olurlar. Kavmin sana itaat eder.

Hazret-i Hadice validemizin bu yardımlarından ötürü, birgün, Cebrail aleyhisselam gelip, “Ya Resulallah! Hadice'ye, Allahü teâlânın selamını bildir” dedi. Peygamber efendimiz “Ey Hadice! İşte Cebrail (aleyhisselam), Allahü teâlânın sana selamını bildiriyor” buyurdu.

Peygamber efendimiz bir defasında da buyurdu ki:
- Allahü teâlâ bana cennette inciden bir ev ile Hadice'ye müjde vermemi emretti. Orada hastalık, üzüntü ve başağrısı yoktur.

Hüzün senesi
Resulullah efendimizin dert ortağı, yirmibeş senelik hayat arkadaşı olan mübarek Hazret-i Hadice validemiz de, dert ve üzüntülerle geçen üç senelik muhasaradan sonra, Hicret'ten üç sene önce, Ramazan ayının başında, 65 yaşında vefat etti. Resulullah efendimiz, onun ayrılığından, çok hüzünlendiler. Çünkü Hazret-i Hadice validemiz, en önce imana gelen ve Resulullah efendimizi tasdik eden idi. Herkes düşman iken, o, bütün kalbini açmış ve Peygamberimizin muhabbetiyle dolmuş idi. Bütün malını, servetini, nesi varsa İslâmiyet uğruna harcamış, sevgili Peygamberimizin hizmetini görmek için, gecesini gündüzüne katmıştı.

Aynı sene içinde Hazret-i Hadice validemizin ve amcası Ebu Talib'in vefatı, Peygamber efendimizi üzüntüye boğmuştu. Bundan dolayı bu seneye Senet-ül-hüzn, yani hüzün senesi denildi.

Birgün Hazret-i Hadice, Peygamberimiz dışardayken, Onu aramak için çıkmıştı. Cebrâil aleyhisselam insan kıyafetinde Hazret-i Hadice'ye göründü. Hadice validemiz, ona, Peygamber efendimizi sormak istediyse de, düşmanlardan olma ihtimalini düşünerek geri döndü. Sevgili Peygamberimizi evde görünce, hadiseyi anlattı. Fahr-i kainât efendimiz buyurdu ki:
- Senin gördüğün ve beni sormak istediğin o zatın kim olduğunu biliyor musun? O, Cebrâil (aleyhisselam) idi. Selamını sana bildirmemi söyledi. Şunu da sana bildirmemi söyledi ki; cennette senin için, incilerden yapılmış bir bina hazırlanmıştır. Tabiî orada böyle üzüntülü, sıkıntılı, zahmetli ve külfetli şeyler bulunmayacaktır.

Ev işlerini tanzim eden hatun
Hazret-i Hadice, Peygamber efendimize, evladına, müslümanlara ve insanlara çok şefkatliydi. Ev işlerini iyi bilip, mükemmel iş görürdü. Peygamberimiz bu hususta, onun için, (Hem çocuk annesi, hem de ev işi tanzim eden hatun) buyurdu.

Peygamberimize karşı çok hürmetkâr idi. Ne buyurulursa, itiraz etmeden kabul ederdi. Bu her zaman böyle oldu. Resulullah efendimiz de onu her zaman methederdi. Hatta birgün yine onu methederken, Hazret-i Aişe dayanamayıp dedi ki:
- Cenab-ı Hak size daha iyisini verdi.

Resululah efendimiz buyurdu ki:
- Herkes bana yalancı dediği günlerde, o bana inandı. Herkes bana eziyet verirken, o bana yâr oldu. Üzüntülerimi giderdi.

Peygamberimiz buyurdu ki:
- Şu dört hanımın faziletleri, bütün dünya hanımlarının faziletlerinden üstündür. Meryem binti İmran, Firavun'un i-man etmiş hanımı Asiye, Hadice binti Hüveylid ve Fâtıma binti Muhammed.

Hazret-i Aişe buyurdu ki: Resulullahın zevceleri arasında, Hazret-i Hadice'ye gayret ettiğim gibi, başkasına gayret etmedim. Hâlbuki, onu görmemiştim. Çünkü, vefat etmiş olduğu hâlde, ondan çok bahsederdi. Ne vakit bir koyun kesip dağıtsa, mutlaka bir parçasını da Hadice'nin akrabasına yollardı. Bunu görünce, bir defasında, “Allahü teâlâ, sana, sanki, Hadice'den başka kadın vermedi mi, hep onun iyiliklerinden bahsediyorsun” dedim. Yine Hadice'nin birçok faziletini saydı. Ondan çocuklarının olduğunu da söyledi.

Ahde vefa
Peygamber efendimiz, ihtiyar bir kadına ikramda bulundu. Sebebini soranlara buyurdu ki:
- Bu kadın, Hadice hayatta iken bize gelir giderdi. Ahde vefa, dindendir.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Hadice ile ilgili olarak buyurdu ki:
- Bana Hadice'yi cennette inciden bir sarayla müjdelemem emredildi. Orada ne gürültü, patırtı vardır, ne de yorgunluk ve meşakkat.

Hazret-i Hadice'nin babasının adı Hüveylid, annesininki Fâtıma'dır. Nesebi Peygamber efendimiz ile baba tarafından Kusay, anne tarafından Lüey sülâlesiyle birleşmektedir. Cahiliye devrinde lâkabı Tâhire idi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak milâdi 555 olabileceği bildirilmektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:46:15
Hafsa Binti Ömer  

Peygamberimizin hanımlarından.

Hazret-i Ömer’in kızı olan Hazret-i Hafsa, önce Huneys bin Huzafe ile evlendi. Huneys ile ilk muhacirlerden olup, önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etti. Huneys, Bedir ve Uhud gazvelerine katılıp, Uhud’da yaralanıp, Medine’de sehit oldu.

Hazret-i Hafsa, genç yaşında dul kalınca; babası Hazret-i Ömer hicretin üçüncü yılında, Hazret-i Ebu Bekir’e ve Hazret-i Osman’a, “Kızımı alır mısınız” diye teklif etmiş, onlar da, “Düşünelim” demişlerdi.

Sebebi nedir?
Birgün Resulullah efendimiz, her üçü ve başkaları yanında iken, Hazret-i Ömer’e buyurdu ki:
- Ya Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?

Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resulullah efendimiz de herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. Hazret-i Ömer de şöyle cevap verdi:
- Ya Resulallah! Kızımı Ebu Bekir’e ve Osman’a teklif ettim, almadılar.

Resulullah efendimiz en çok sevdiği üç eshabının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki:
- Ya Ömer! Kızını, Ebu Bekir’den ve Osman’dan daha iyi birisine vermek ister misin?

Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü Ebu Bekir’den ve Osman’dan daha yüksek ve daha iyi kimse Resulullahtan başka olmadığını biliyordu. Cevap verdi:
- Evet ya Resulallah.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Ya Ömer, kızını bana ver!

Bu suretle, Hazret-i Hafsa, Ebu Bekir’in ve Osman’ın ve bütün müminlerin anneleri oldu. Bunlar, ona hizmetçi oldu. Ebu Bekir ve Osman birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.

Hazret-i Hafsa hakkında hadis-i şerif söylendi. Peygamberimiz kendisine hitaben buyurdu ki:
- Ey Hafsa! Sakın çok konuşma! Allahı anmadan çok konuşmak, kalbi öldürür. Allahın zikri ile çok konuşmak ise kalbi diriltir.

Yine Hazret-i Aişe ile ikisine buyurdu ki:
- Allaha tevbe ederseniz, kalbleriniz Ona meyleder.

“Babasının kızıydı”
Hazret-i Hafsa, altmış hadis-i şerif bildirdi. Peygamber efendimizin sabah namazı için kalktığında, abdest aldıktan sonra evinde sabahın sünnetini kıldığını haber vererek hadis kitaplarına geçirdi.

(Peygamber efendimizin oturarak tesbih namazı kıldığını görmedim. Ancak, vefatından bir sene önce tesbih namazlarını oturarak kılmaya basladı) buyurdu.

Hazret-i Hafsa, bilgili, iradesi kuvvetli, özü ve sözü bir idi. Hazret-i Aişe, onun hakkında; “Hafsa tam mânasıyla babasının kızıydı” buyurdu.

Dinî vecibeleri hakkıyla yerine getirirdi. Geceleri ibadetle geçirir, gündüzleri oruç tutardı. Senenin çoğunu oruçlu geçirirdi. Peygamber efendimizin nikâhıyla şereflendikten sonra dinî pek çok hususlara bizzat şahit oldu.

Hazret-i Hafsa’ya, Peygamberimiz vefat edince, beytülmaldan tahsisat ayrıldı. Hazret-i Ebu Bekir’in toplatmış olduğu Kur’an-ı kerimi muhafaza etmekle vazifelendirildi. Hazret-i Osman’ın hilafetinde Kur’an-ı kerimin çoğaltılması esnasında, muhafaza ettiği nüshayı Halifeye teslim etti.

Hazret-i Hafsa, 665 senesinde Medine-i münevverede vefat etti. Cenaze namazını Mervan kıldırdı. Bakî kabristanlığında Abdullah bin Ömer, Asım bin Ömer, Salim bin Abdullah, Hamza bin Abdullah kabre koyup, defnettiler.

Ümmetimin idaresini ellerine alacaklar
Peygamberimizden 60 hadis-i şerif rivayet etmiş, kendisinden de Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace hadis nakletmişlerdir. Şöyle bildirilir:

Hazret-i Hafsa, Peygamberimizin gece yattıkları zaman neler yaptıklarını şöyle anlatırlar:
“Peygamber efendimiz yataklarına yattıkları zaman, mübarek sağ ellerini baslarının altına koyar ve şöyle duâ ederdi: (Rabbi kinî azâbeke yevme teb’asü bâdeke [Ya Rabbi, insanların ba’s olunacakları günde beni azaptan koru!]) [3 defa okurlardı]

Peygamber efendimiz sağ eliyle yer, sağ eliyle içer, abdeste, giyinmeye, almaya ve vermeye sağdan başlardğ. Bundan başka işlere soldan başlardı.” Bir gün, Resulullah efendimiz Hazret-i Hafsa’ya buyurdu ki:
- Ebu Bekir ile baban, ümmetimin idaresini ellerine alacaklardır.

Bu sözle Ebu Bekir’in ve Hafsa’nın babası olan Hazret-i Ömer’in ileride halife olacaklarını müjdeledi.

Ahzab suresinin 28. ayet-i kerimesinde de bildirildiği gibi, Peygamber efendimize, önceleri, hanımını boşaması caiz idi. Bunun için Resulullah efendimiz Hazret-i Hafsa’ya bir talak vermiş idi. Hak teâlâdan şöyle vahiy geldi:
(Ey habibim, Hafsa’ya geri dön! Çünkü o, çok oruç tutar, çok namaz kılar. Cennette de senin hanımındır.)

Bu vahiy üzerine Peygamber efendimiz, Hazret-i Hafsa validemizi tekrar nikâhına aldı. Daha sonra, Ahzab suresinin 52. ayet-i kerimesi inerek, Peygamber efendimizin, hanımlarını bırakması ve başka kadınlarla evlenmesi haram kılındı.

Hazret-i Hafsa anlatır:
Resulullah efendimiz, bir gün istirahat ediyordu. Bu sırada Hazret-i Ebu Bekir içeri girmek için izin istedi. İzin verilip içeri girdi. Resulullah hiç hâlini değiştirmedi. Sonra babam Hazret-i Ömer izin alıp içeri girdi. Yine hâlini değiştirmedi. Uzanmış vaziyette iken onlarla sohbet ettiler.

Daha sonra, Hazret-i Osman kapıya gelip içeri girmek için izin istedi. Peygamber efendimiz oturdular ve Hazret-i Osman’ı bu şekilde kabul ettiler.

Hepsi gittikten sonra sordum:
- Hazret-i Ebu Bekir ve babam Hazret-i Ömer içeri girdiklerinde hiç hâlinizi değiştirmediniz. Fakat Hazret-i Osman içeri girince, oturdunuz. Bunun sebebi nedir?

Bunun üzerine, (Meleklerin hayâ ettikleri bir kimseden, ben nasıl hayâ etmem) buyurdu.

Hazret-i Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hazret-i Ebu Bekir’e tayin edilen maaş kadar ücret alıyordu. Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hazret-i Ömer, geçim sıkıntısına düştü.

Maaşını artıralım
Bu durumu gören, Eshab-ı kiramın büyüklerinden bazıları, toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvam hazretleri şöyle bir teklifte bulundu:
- Kendisine söyleyerek maaşını artıralım.

Bu teklif kabul edilerek, “Bu teklifi, onun reddedemeyeceği biri olan kızı Hazret-i Hafsa’ya söyletelim” dediler.

Hazret-i Hafsa’ya giderek, aralarındaki konuşmaları anlattılar. İsim vermeden, tekliflerini Hazret-i Ömer’e bildirmesini istediler. Hazret-i Hafsa da babasının yanına varıp dedi ki:
- Eshabdan bazıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.

Hazret-i Ömer bu teklif üzerine celâllendi ve kızına sordu:
- Kimdi onlar?
- Fikrini öğrenmeden, kim olduklarını söylemem.
- Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezayı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın.

Sonra kızı Hazret-i Hafsa’ya sordu:
- Sen Resulullahın evinde iken, Allahın Resulünün giydiği en kıymetli elbise neydi?
- İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cuma hutbelerini bunlarla okurdu.
- Peki yediği en iyi yemek neydi?
- Bizim yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi. Ekmek sıcak iken yağ sürer, yumuşatırdık. Bunu güzel bulduğumuz için misafirlerine de ikram ederdik.
- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?
- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.

Bir yol takip eden üç yolcu
Daha sonra Hazret-i Ömer dedi ki:
- Ya Hafsa, benim tarafimdan seni gönderenlere söyle! Resulullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyaç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyaç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.

Ben, Resulullah efendimiz ve Hazret-i Ebu Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasibini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu takip etti ve Ona kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer o da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz.

Hazret-i Ömer, böylece sıkıntı içinde yaşamayı tercih edip, maaş artırma teklifini kabul etmedi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:47:19
Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

İlk Müslüman olan sâhabilerden.

Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni bağlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman olmuştu. Bu sırada Hâlid bin Sa'îd bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, Cehennemin kenarında dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü.

Feryât ederek uyandı. Kendi kendine dedi ki:
- Vallahi bu rü'yâ gerçektir.

Hakkında hayırlı olsun
Dışarı çıkınca Hazret-i Ebû Bekir ile karşılaştı. O'na rü'yâsını anlattı. Hazret-i Ebû Bekir ona dedi ki:
- Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen, O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!

Hâlid bin Sa'îd, rü'yâsının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki:
- Yâ Muhammed! Sen, insanları neye da'vet ediyorsun?

Peygamberimiz cevâben şöyle buyurdu:
- Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allaha ve benim de O'nun kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanları da bilinmeyen birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye da'vet ediyorum.

Bunun üzerine, Hâlid bin Sa'îd hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlânın peygamberisin!" diyerek Müslüman oldu.

Onun Müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye'ye de gelip İslâmiyeti anlattı. O da hemen severek Müslüman oldu.

Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, kardeşlerinin de Müslüman olmaları için da'vette bulundu. Kardeşi Amr bin Sa'îd de, Müslüman olmuştu.

Rızkımı ihsân eder
Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Sa'îd'in Müslüman olduğunu öğrenip, Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra dedi ki:
- Sen Muhammed'e mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayıpladığını görüyorsun!

Hâlid bin Sa'îd de dedi ki:
- Allaha yemîn ederim ki, Muhammed aleyhisselâm doğru söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölürüm de onun dîninden dönmem!

Bunun üzerine babası Ebû Uhayha'nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında kırılıncaya kadar vurdu ve sonra bağırdı:
- Ey zelîl yaramaz oğlum! İstediğin yere git! Yemîn olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim!

Hazret-i Hâlid cevap verdi:
- Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ da, elbette bana geçineceğim rızkımı ihsân eder.

Bunun üzerine, babası, Hazret-i Hâlid'i evinden çıkarttı ve diğer çocuklarına da dedi ki:
- Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi yaparım.

Sonra, Hazret-i Hâlid'i tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke'nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hazret-i Hâlid bin Sa'îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Mekke'nin kenarında bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.

Ey Allahım, onu kaldırma!
Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Resûlullah efendimiz, Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi.

Hâlid bin Sa'îd hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü. Bu hâlinde bile, "Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu.

Hazret-i Hâlid, babasının, hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü.

Habeşistan'a hicret için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü.

Hâlid bin Sa'îd, kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hazret-i Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan Resûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hazret-i Hâlid'e ayrıldı.

Bundan sonra Hâlid bin Sa'îd önce Umretül-kazâya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona:
- Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz, buyurarak, gönlünü aldı.

Vahiy kâtipliği yaptı
Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hazret-i Hadice, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd bin Hârise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu bildirmektedir.

Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve mektuplaşma işlerini ona verdi. Eshâb-ı kirâmın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Resûlullahın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu.

Hicretin dokuzuncu senesinde Tâif'te oturan Benî Sakif'ten gelen heyetle, Resûlullah efendimiz arasındaki yazışma işlerini ve sulh antlaşmasını Hâlid bin Sa'îd kaleme almıştı.

Hazret-i Hâlid’in Müslümanlığı kabûlünden ve Habeşistan’dan Medîne’ye gelerek orada ikâmetinden sonra, onu zekât memûru, sonra da vâli olarak tâyin etti.

Vâlilik yaptı
Hazret-i Hâlid Yemen’deki görevine, Resûlullahın vefâtına kadar devam etti. Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliğinin ilk yıllarında, İslâmiyetten ayrılan ve “Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz” diyenlerle yapılan muhârebelere katılarak mürtedlerin, bozguncuların bastırılmasında vazîfe aldı.

Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile Yermük’te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü. 3.000 Müslüman şehîd oldu.

Bu arada halîfe, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd’e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona âitti. Hazret-i Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin’de Remle şehrine yakın Ecnadeyn taraflarına gönderildi.

Yolda, askerleri arasında ba’zı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da, ordusu ile Hazret-i Hâlid’e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hazret-i İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hazret-i Hâlid’e yardıma geldiler.

Bizans ordusu üzerine tekrar hücum edildi ve Şam’a kadar sürüldü.Şam ile Vakusa arasında ordusunu düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd kumandasındaki İslâm ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta, Hazret-i Hâlid’in oğlu Sa’îd bin Hâlid şehîd oldu.

Tam bu sırada İkrime bin Ebû Cehil’in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin Sa’îd, ordusunu Zü’l-Merre’ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu, Medîne’de bulunan halîfeye bildirdi.

İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muhârebelerde Müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hazret-i Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hazret-i İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hazret-i Hâlid bin Sa’îd de, büyük bir cesâret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesâret geldi.

Hanımı da cihâd etti
Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muhârebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hazret-i Hâlid bin Sa’îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa’îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden birisi, kendisi ile yeke yek dövüşecek bir er istedi.

Hâlid hemen oraya çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehîd oldu. Kocasının şehîd edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryât ve figân etmiyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler. Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir askerini öldürmüştü.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:48:27
Hâlid Bin Velid

Allahın kılıcı lâkabı ile tanınan kumandan Sahâbî.

Hâlid bin Velid, Kureyş arasında süvâriliği ve askerliği ile tanınırdı. Bedir ve Uhud savaşlarında henüz Müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında idi.

Kardeşi Velid, Bedir’de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp, Mekke’ye dönünce, îmâna geldi ve tekrar Medîne’ye döndü. Oradan, Hazret-i Hâlid bin Velid’in Müslüman olması için, teşvik edici mektuplar gönderdi. Resûlullah efendimiz de teşvik edici sözler söyledi.

İslâma meyli arttı
Hâlid bin Velid, Peygamber efendimizin sözlerini haber alınca, İslâma meylı arttı. Peygamberimizin yanına gitmek için hazırlandı. Bu durumu kendisi şöyle anlatıyor:
"Allahü teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki:
- Ben, Muhammed’e karşı her savaş yerinde bulundum. Bulunduğum savaş yerlerinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed’in, muhakkak gâlip geleceğini içimde sezmiş olmayayım!

Resûlullah efendimiz, Hudeybiye’ye çıkıp geldiği zaman, ben de, müşrik süvârilerinin başında yola çıktım. Usfan’da, Resûlullah efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.

Resûlullah efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki, ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı. Bu, bana çok tesir etti. Kendi kendime, “Bu zât, herhâlde, Allah tarafından korunuyordur” dedim. Mekke’ye döndüğümde, çeşitli düşünceler içinde bocalıyordum.

Ertesi sene, Resûlullah efendimiz umre için Mekke’ye gelip girince, Ondan gizlendim. Kendisinin Mekke’ye girişini görmedim.

Üstün tutardık
Kardeşim, Velid bin Velid de umre için gelip Mekke’ye girmişti. Beni arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:
(Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Hâlbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?!

Resûlullah efendimiz, seni, bana sordu. "Hâlid nerededir?" dedi. Ben de, "Allah, onu getirir" dedim. Resûlullah efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:
- Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşke o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık!

Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun firsatlara acele yetiş!)

Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı.”

Hâlid bin Velid söyle anlatır: Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, Müslüman olma arzûsu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullahın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyâmda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne’ye varınca, bu rüyâmı Hazret-i Ebû Bekir’e anlatıp, tâbirini ondan sormaya karar verdim.

Bana kim arkadaş olabilir?
Ben Resûlullaha gitmek için hazırlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra Ikrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde dâvetimi reddedince, evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talha’nın yanına gittim.

Ona da aynı şekilde, Müslüman olmak üzere, Peygamberimize gideceğimi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da Müslüman olmak için Medîne’ye gidiyordu.

Hep beraber Medîne’ye vardık. Elbisenin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velid geldi ve dedi ki:
- Acele et! Çünkü Peygamberimize sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor.

Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verip dedim ki:
- Allahtan başka ilâh olmadığına ve senin de Allahın Peygamberi olduğuna sehâdet ediyorum.
- Sana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun. Senin akıllı olduğunu biliyor, bunun, er veya geç seni selâmet ve hayra ulaştıracağını umuyordum.

Günahlarını bağışla!
Sonra günahlarımın affı için, Allahü teâlâya duâ etmesini istedim. Resûlullah efendimiz de buyurdu ki:
- İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları söküp atar.

Sonra da ellerini açarak duâ buyurdular:
- Yâ Rabbî! Hâlid’in, kullarını, senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün çabalarından ileri gelen günahlarını bağışla!

Peygamber efendimiz, bana, kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvâri birliklerinin başına kumandan tâyin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyâyı Hazret-i Ebû Bekir’e anlattım. O da buyurdu ki:
- Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlânın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir.

Hazret-i Hâlid bin Velid’in Müslüman olması, hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medîne’de yerleşti.

Hazret-i Hâlid bin Velid, Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Cihâda çıkacak olan şu insanlara Hazret-i Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim. Eğer o şehîd olursa, yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa, yerine Abdullah bin Revâha geçsin. Eğer o da şehid olursa, aranızda münâsip gördüğünüz birini seçip, ona tâbi olursunuz.

Birini kumandan seçin!
Mûte harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazret-i Zeyd bin Hârise, Hazret-i Ca’fer ve Hazret-i Abdullah bin Revâha sırasıyla şehîd oldular. Sonra sancak Hazret-i Sâbit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca dedi ki:
- Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz!

Ona dediler ki:
- Biz seni kumandan seçtik.

Bunun üzerine, “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazret-i Hâlid bin Velid’e dönerek dedi ki:
- Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al! Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor!

Böylece Hazret-i Hâlid bin Velid sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu mahâretine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı.

Hazret-i Hâlid bin Velid, şaşılacak derecede askerî dehâya ve savaş tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı.

Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca, hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki, bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar.

Hazret-i Hâlid bin Velid’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifade edip, hücûma geçtiler. Üç bin kişilik İslâm askeri, Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı.

Başarının sırrı
Başkumandan Hazret-i Hâlid bin Velid’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber efendimiz, Hazret-i Hâlid bin Velid’in, bu fevkalâde başarısını haber aldığı zaman, onu “Seyfullah = Allahın kılıcı” lâkabı ile şereflendirdi.

Hâlid bin Velîd hazretleri, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerîf taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede zafer kazanırdı.

Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp, içindeki mübârek sakal-ı şerîfi gösterir ve onun sayesinde zafer kazandığını söylerdi.

Peygamber efendimiz Hazret-i Hâlid bin Velid’i Benî Huzeyme kabîlesini İslâma dâvet için gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, yine Hazret-i Hâlid bin Velid’i, Hâris bin Kâ’b oğullarına gönderdi. Peygamber efendimiz, ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbih etmişti. Bunun için Hazret-i Hâlid bin Velid, tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâmı kabul ettiler.

Allaha hamd ederim
Hazret-i Hâlid bin Velid, Hâris bin Kâ’b oğullarının İslâma gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâlid bin Velid tarafindan, Allahü teâlânın Resûlü Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!

Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni, Hâris bin Kâ’b Kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üç gün savaşmamamı ve onları İslâma dâvet etmemi, Müslüman olurlarsa, aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlânın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer Müslüman olmazlarsa savaşmamı emir buyurmuştunuz.

Ben de, emr-i şerîfleriniz üzere hareket ederek, Hâris bin Kâ’b oğullarına üçgün nasîhat edip, İslâmı tebliğ ettim.

Süvârilerim, “Ey Benî Hârisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz!” diye onları İslâma dâvet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan Müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlânın emirlerini, Resûl aleyhisselâmın sünnet-i şerîflerini öğrettim.

Yâ Resûlallah! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekleyeceğim. Esselâmü aleyke yâ Resûlallah.

Peygamber efendimiz de, Hazret-i Hâlid bin Velid’in mektubuna şöyle cevap yazdırdılar:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Hâlid bin Velid’e, Esselâmü aleyke Yâ Hâlid! Allahü teâlâya hamd ederim. Benî Hâris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan Müslüman olup, Allahü teâlânın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidâyete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi.

Âhiret azâbıyla korkut!
Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse, onları âhiret nîmetleriyle müjdele! Eğer aykırı hareket ederlerse âhiret azâblarıyla korkut! Sonra buraya gel! Onların elçileri de seninle beraber gelsin!

Vesselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtühü."

Hazret-i Hâlid bin Velid, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra, Hazret-i Ebû Bekir devrinde ortaya çıkan ve Peygamberlik iddiasında bulunan bâzı kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve avânesini öldürdü ve Ayniye bin Husayn’i yakalayıp Medîne’ye getirdi.

Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzab’in ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme’nin ordusundan 20 bin kişi, Müseyleme de Hazret-i Vahşî tarafından öldürüldü. İslâm ordusundan 2000 asker şehîd oldu.

Hâlid bin Velid, Peygamber efendimizin vefâtından sonra mürted olanlarla ve zekât vermek istemeyenlerle uğraştı.

Hâlid bin Velid, Hazret-i Ebû Bekir tarafından, İslâmın yayılması için, Irak tarafina gönderildi. Muzar muharebesinde 30.000 İran askeriyle çarpıştı. Galip geldi. Çoğunu nehre döktü. İranlı kumandan Hürmüz’le müthiş çarpışmalar oldu.

Hazret-i Hâlid bin Velid’in kumandanlarından Hazret-i Ka’ka bin Amr fevkalâde kahramanlıklar gösterdi ve kalın zincirlerle yapılmış istihkâmları kırdı. İran ordusuna karşı muzaffer oldular.

Hazret-i Hâlid bin Velid, Kesker’de, İran’ın büyük bir ordusunu âni gece baskınıyla hezimete uğrattı. İran kumandanı, kederinden öldü. Hazret-i Hâlid bin Velid, Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta, gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu. Bu savaşta da gâlip geldi.

İslâma dâvet ediyorum
Hâlid bin Velid, Hîre üzerine yürüdü. Kaleyi kuşattı. Görüşmek üzere bir kimse istedi. Hîreliler dediler ki:
- Öldürmezseniz göndeririz!

Hazret-i Hâlid bin Velid öldürmeyeceklerini söyleyince, Abdülmesih bin Hayyam ile Hîre vâlisi, Hazret-i Hâlid’in huzuruna geldiler. Hazret-i Hâlid onlara dedi ki:
- Sizi Allaha ve İslâma dâvet ediyorum. Eğer Müslüman olursanız, Müslümanlara âit olan haklara sâhip olursunuz ve Müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı istekli olan bir orduyla geldim.

Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe görerek, şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih söyle cevap verdi:
- Yâ Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzûlarımıza uygun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzûlarına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.

Hâlid bin Velid, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihi sey’ün fil’erdi velâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm" diyerek sonuna kadar içti.

Cizye vermeye hazırız!
Abdülmesih ve Hîre vâlisi, Hâlid bin Velid’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara dedi ki:
- Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum.

Sonra kavmiyle istişâre edip, tekrar Hazret-i Hâlid bin Velid’in yanına gelerek dedi ki:
- Biz, sizinle harp edemeyiz, fakat dîninize de giremeyiz! Size cizye vermeye hazırız!

Bundan sonra, 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar.

Hazret-i Hâlid bin Velid buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti. Sulh yoluyla şehri ele geçirdi. Bundan sonra, Mehran’ın, Müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek bu kaleyi de fethetti.

Hazret-i Hâlid bin Velid, Hîrelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince, İran hükümdarına ve erkânına bir mektup yazdı. Bu mektup aynen söyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâlid bin Velid’den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine.

Selâm, hidâyete kavuşanlara olsun! Allahü teâlâya hamdederim. O’nun kulu ve Resûlü olan Muhammed aleyhisselâma salâtü selâm olsun.

Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü, kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hâkimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun.”

Fırat’a yöneldi
Bu mektubu, İran’a gönderilmek üzere Hîrelilere teslim etti.

Hazret-i Hâlid bin Velid, bundan sonra, yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyatı için çok mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayri müslim Araplar, Rumlar ve İranlıların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe oldu. Bu büyük zaferin elde edilmesi ile Irak’ın her tarafı Müslümanların hâkimiyetine girmiş oldu.

Bundan sonra, Halîfe Hazret-i Ebû Bekir, Hâlid bin Velid’e, Şam tarafına hareket etmesini emretti. Bunun üzerine Hâlid bin Velid hazretleri, derhal yola çıktı. Birçok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busralılar, Müslüman ordusu karşısında aman dilediklerinden, onlarla cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busralılar can ve mallarını teminat altına aldılar.

Bu İslâm ordusu, Ecnadeyn’de yapılan savaşta da galip geldikten sonra, Şam civarına geldiler. Şehir üç taraftan kuşatıldı. Üç ay süren kuşatmadan netice alınamadı. Şehirde bir gün, patriklerden birinin bir oğlu dünyaya geldi. Halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladılar.

Hâlid bin Velid geceleri uyumayıp vaziyeti araştırırdı. Askerî dehâsı ve halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücum emri verdi ve ordu şehre girdi. Fahl mevkiinde Rumlarla yapılan savaşta, Rum orduları perişan edilerek zafer kazanıldı.

Şam’da yapılan ikinci karşılaşmada, Rumların bütün orduları yok edilinceye kadar savaş devam etti. Arka arkaya yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük bir Haçlı seferi düzenlediler. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, 46 bin kişilik Müslüman ordusu vardı.

Yermük zaferi
Müslüman kumandanlar, Hâlid bin Velid’i başkumandan seçtiler. Hâlid, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her bölüğe kumandanlar tâyin etti. Askerin mâneviyatını kuvvetlendiren konuşmalar yaptıktan sonra, hücum emrini verdi. Bu savaş, tarihte eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu.

Rum kumandanlarından Yorgi, Hazret-i Hâlid bin Velid’e gelip Müslüman oldu. O da kâfirlere karşı çarpışmaya başladı ve şehîd oldu. Harbin şiddetinden öğle ve ikindi namazlarını îmâ ile kıldılar. Bu harpte İslâm kadınları bile fevkalâde cenk ettiler.

Allahın kılıcı Hazret-i Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi. Merkezdeki kuvvetlerini dağıtınca, Rum ordusu kaçmaya başladı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. 100 binden ziyade Haçlı askeri öldürüldü. Buna karşılık 3000 Müslüman şehîd oldu.

Hâlid bin Velid, 642 yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra buyurdu ki:
“- Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir.

Garip olarak şehîd oldular
Resûlullahın hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Dîn-i İslâmı yayarken garip olarak şehîd oldu.

Ah Hâlid! Şehîd olamayan Hâlid! Harp, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın.

Ömrü, Dîn-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü her zaman, harp meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.”

Hazret-i Hâlid bundan sonra Yermük savaşını hatırlayarak buyurdu ki:
“- Ah Yermük günü! İnsan kanlarının vâdide sel gibi aktığı Yermük! Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı, kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhâcirlerden kurulu akıncı birliğimle baskın yapmak için sabahı zor etmiştik.

Ah Yermük harbi! Üç bin yiğitle, yüzbin kâfire karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!

Ey yakınlarım! Cihâda sarılın! Bu topraklar ancak cihâd etmekle korunabilir. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük savaştır. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakin gaflete düşmeyin!

Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidâlarıyla insanlara dar gelen Yermük Vâdisi’nde hissediyorum. Vallahi Rabbimden, beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim.”

Beni ayağa kaldırın!
Hazret-i Hâlid biraz sustuktan sonra, “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar.
“Beni bırakınız! Şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı.

Bundan sonra, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman, atımı, savaşta tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz! Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim.

Mezarımı, bu kılıcımla kazınız! Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır” dedi ve yatağına düşüp Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:50:15
Halime Hatun

Peygamberimizin sütannesi.

Mekke'nin havası, yeni doğan çocuklara yaramıyordu. Sıhhatli ve gürbüz büyümelerine maniydi. Bu sebeple çocuklarının sıhhatli yetişmesini isteyen bazı aileler, çocuklarını, Mekke dışında bâdiyelerde yaşayan sütanneye veriyorlardı. Çünkü, oraların hem havası güzel, suyu temiz ve tatlıydı, hem de orada yetişen çocuklar Arapçayı daha düzgün bir şekilde konuşuyordu.

Geç kalmışlardı
Sütanne olacak kadınlar, yılda iki defa Mekke'ye gelirler, küçük çocukları alarak yurtlarına götürürlerdi. Peygamberimizin dünyaya teşrif etmesinden hemen sonra, Benî Sâd kabilesine mensup kadınlar, beyleri ile birlikte Mekke'ye geldiler. Bunlardan biri de Hazret-i Halime'ydi.

Halime hatun şöyle anlatır:
“İçinde bulunduğumuz kuraklık ve kıtlık senesinde, hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Ben kır bir merkebe binmiştim. Yanımızda da yaşlı bir devemiz bulunuyordu. Bu devemiz, bize bir damla bile süt vermiyordu. Biz Mekke'ye bir rahmet yağmuruna kavuşmayı, darlıktan kurtulmayı umarak gelmiştik. Bindiğim zayıf merkebin yürüyüşünün ağırlığı, arkadaşların canını sıkacak dereceye varmıştı. Bunun için beni beklemeyip Mekke'ye benden önce vardılar.”

Hazret-i Halime Mekke'ye girdiğinde, kadınların hemen hepsi, emzirecek bir çocuk bulmuş, sevinç içerisinde yurtlarının yolunu tutmuşlardı bile.

Abdülmuttalib de, sevgili torunu Peygamberimizi bir sütanneye vermeyi çok istiyordu. Fakat kadınlardan kime teklif ettiyse, “Yetimdir” diyerek almaya yanaşmadılar. Hiç kimse bu çocuk hürmetine, berekete kavuşacaklarını hayal bile edemiyorlardı. Resulullahın dedesi, çaresizlik içerisinde dolaşırken, emzirecek bir çocuk bulamamanın üzüntüsünü kalbinde hisseden Halime ile karşılaştı. Ona sordu:
- Sen hangi kabiledensin?

Hazret-i Halime cevap verdi:
- Benî Sâd kabilesinden.

Abdülmuttalib, ona ismini sordu. “Halime” olduğunu öğrenince, gülümsedi ve dedi ki:
- Çok güzel! Sâd ve hilm iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, ahiretin izzet ve şerefi de bunlara bağlıdır. Ey Halime, benim yanımda yetim bir çocuk var. Diğer kadınlar, “Biz götüreceğimiz çocukların babalarından faydalanmayı umuyoruz. Yetimi alıp da ne yapacağız” diyerek onu almak istemediler. Bari sen bunu al. Belki onun yüzünden mutluluğa erersin.

Başka çocuk yoktur
Halime, biraz ileride bulunan kocasına danışmak için müsaade isteyip, kocasının yanına gitti. Kocasına haber vererek dedi ki:
- Mekke'de bu yetim çocuktan başka emzirilecek çocuk yoktur. O çocuğu almamızı uygun görür müsün? Çünkü ben yurdumuza emzirilecek çocuk almadan, eli boş dönmeyi hoş bulmuyorum. Uygun görürsen, O yetimi alacağım.

Kocası Hâris, onun teklifini kabul ederek dedi ki:
- Almanda bir mahzur yok. Belki Allahü teâlâ bize onun yüzünden bereket ve bolluk ihsan eder.

Halime hatun, hiç olmazsa bir çocuk bulabilmiş olmanın sevinciyle Peygamberimizin dedesinin yanına geldi. Çocuğu almak istediğini söyledi. Abdülmuttalib buna çok sevindi. Onu Hazret-i Amine'nin yanına götürdü. Hazret-i Amine, Halime'yi, “Hoş geldin, safa geldin” diyerek karşıladı. Birlikte Resulullahın uyuduğu odaya gittiler.

Misk kokuları yayıyordu
Peygamberimiz sütten daha ak bir yün kundağa sarılmıştı. Altına da yeşil bir kumaş serilmişti. Sırtüstü yatmış, mışıl mışıl uyuyor, etrafa misk gibi kokular yayıyordu.

Hazret-i Halime, Peygamberimizi görünce, güzelliğine ve sevimliliğine hayran kaldı. Böyle bir çocuğu yanına aldığı için çok sevinçliydi. Peygamberimizi kucağına aldı. Mübarek yavru, sütannesine gülümsedi. Halime de onu öptü. Sevinçliydi. Hazret-i Amine ise, üzgündü. Yavrusu ancak birkaç gün yanında kalabilmişti. Hasretine nasıl dayanacaktı? Fakat, sevgili oğlunun sıhhatli büyümesi için, buna mecbur olduğunu düşünerek teselli buldu.

Hazret-i Amine, Halime hatuna dedi ki:
- Bana üç gece; “Oğlun Benî Sâd kabilesinden, Ebu Züeyb ailesi içinde emzirilecektir" denildi.

Bunun üzerine Hazret-i Halime dedi ki:
- İşte, bu kucağımdaki çocuğun sütbabası Ebu Züeyb'dir. O benim kocam olur.

Bunun üzerine Amine hatunun içi ferahladı. İşittiği şeyler kendisini sevindirdi.

Hazret-i Halime, Peygamberimiz kucağında olduğu hâlde, kocasının yanına geldi. Sonra sağ memesini Peygamberimize, sol memesini de oğluna verdi. Emdiler ve uyudular. Bundan böyle Resulullah, hep sağ memeden emecek, sol memeyi hiç almayacaktı.

Hazret-i Halime'nin önceleri sütü çok azdı. Daha önce kendi oğluna bile yetmiyor, çocuk açlıktan ağlayıp duruyordu. Şimdi her ikisinin de doyduğunu görünce sevindiler. Hemen sonra, daha önce çok az sütü olan devenin memelerinin de sütle dolduğunu görünce, sevinçleri bir kat daha arttı. Halime'nin kocası dedi ki:
- Ey Halime, bilmiş ol ki, sen mübarek ve uğurlu bir çocuk almışsın.

Dur, bizi de bekle!
Gerçekten de bundan böyle, bu aile ile birlikte Sâdoğulları kabilesi, kuraklıktan, kıtlıktan kurtulup, bolluk ve berekete kavuşacaktı.

Bütün hazırlıklarını tamamlayan Hazret-i Halime ve kocası, biraz sonra yola çıktılar. Bu arada binek hayvanlarında büyük bir değişikliğin olduğunu gördüler. Gelirken çok gerilerde kalan merkep, sonradan çıktığı hâlde, kafilenin bütün hayvanlarını geride bırakıyordu. Diğer kadınlar bunu görünce, şaşırıp kaldılar ve dediler ki:
- Ey Halime, başına rahmet yağsın! Yoksa bu merkep, gelirken bindiğin hayvan değil mi? Dur da bizi bekle!

Yorucu bir yolculuktan sonra, kafile yurtlarına vardı.

O yıl Sâdoğulları yurdunda büyük bir kuraklık hâkimdi. Hayvanların yayılıp karınlarını doyurabilecekleri hiçbir otlak yoktu. Bu yüzden, koyunlar sabahleyin ayrıldıkları gibi, akşamleyin aç olarak eve dönüyorlardı. Hayvanlar iyice cılızlaşmışlardı. Fakat Hazret-i Halime bolluk ve berekete mazhar olmuştu. Diğerlerinden farklı olarak koyunları da akşamleyin eve karınları doymuş; memeleri sütle dolmuş bir şekilde dönüyordu.

Yazıklar olsun size!
Bu durum kabile halkının da dikkatini çekmişti. Çobanlarına çıkış??yorlardı:
- Yazıklar olsun size! Siz de bizim koyunlarımızı Halime'nin çobanının koyunlarını otlattığı yerde otlatsanıza!

Halime ve kocası, bu bolluk ve iyiliğe, yetim diye kimsenin almaya yanaşmadığı çocuk yüzünden kavuştuklarını biliyor, şükrediyorlardı. Günler böylece geçti.

Peygamberimiz gün geçtikce gelişiyor, gürbüzleşiyordu. Onun çocukluğu da diğer çocuklara benzemiyordu. Daha sekiz aylıkken konuşuyor, konuşulanı da dinliyordu. Dokuz aylıkken çok düzgün bir şekilde konuşmaya başlamıştı. On aylık olunca ok atmaya başlamış, iki yaşına geldiğinde ise, gösterişli bir çocuk olmuştu.

Peygamberimiz iki yaşında sütten de kesilmişti. Onun sütten kesilmesi, Hazret-i Halime'yi de, kocasını da derinden üzdü. Onun sebebiyle hayır ve berekete nail oldukları için, bir müddet daha yanlarında kalmasını çok istiyorlardı. Fakat artık, onu yanlarında tutamazlardı. Annesine teslim etmeleri gerekiyordu.

Birgün yanlarına aldılar ve Mekke'ye gittiler. Hazret-i Amine birden ciğerparesini karşısında görünce, çok heyecanlandı. Ne kadar da büyümüş, gürbüzleşmişti. Artık bundan sonra, hep beraber olacaklarını düşünerek, seviniyordu. Fakat bu mübarek çocuktan ayrılmak istemeyen Hazret-i Halime, Peygamberimizin annesine dedi ki:
- Oğulcuğumu büyüyünceye kadar yanımda bıraksan iyi olur. Onun Mekke vebasına tutulmasından korkarım.

Hazret-i Amine oğlunun hasta olmasını düşünmek bile istemiyordu. Artık hasretine razıydı. Yeter ki, biricik oğlu hastalanmasındı. Bu düşünce ile Hazret-i Halime'nin teklifini kabul etti. Böylece Peygamberimiz bir müddet daha Benî Sâd yurdunda kalmak üzere Mekke'den ayrıldı.

Kralımıza götüreceğiz
Bu arada Halime hatun, Mekke'ye giderken, Sirer Vadisi'nde bazı Habeş hıristiyanlarına rastlamıştı. Hıristiyanlar Halime hatuna, nereye gittiğini sordular. Sonra da Peygamber efendimize dikkatli dikkatli baktılar.

Peygamber efendimizin iki küreği arasındaki peygamberlik mührüne ve gözlerindeki kırmızılığa baktılar. Sonra da bu kırmızılığın devamlı olup olmadığını sordular. Halime hatun, bu kırmızılığın devamlı olduğunu söyleyince, hıristiyanlar dediler ki:
- Biz bunu kralımıza götüreceğiz. Zira bunun bizimle ilgisi vardır. Biz onun hâlini biliyoruz.

Hazret-i Halime çok korktu ve hemen Peygamberimizi alarak onlardan uzaklaştı.

Peygamberimiz sütannesinin yanında, sütkardeşi Abdullah ile birlikte koyun otlatacak kadar büyümüştü. Birgün yine evin arkasında, yeni doğan kuzuların yanında bulundukları bir sırada, iki kişi geldi. Peygamberimizi yere yatırdı. Sonra da göğsünü açarak kalbini yardılar. Kan pıhtısına benzer birşeyi çıkararak dediler ki:
- Bu, sende bulunan şeytana ait bir şeydi.

Kureyşli kardeşim
Resulullahın sütkardeşi Abdullah, bu iki yabancının, sevgili kardeşine yaptıkları şeyi görünce, çok korktu. Koşarak eve geldi ve anne ve babasına seslendi:
- Koşun, Kureyşli kardeşim öldürüldü!

Onun bu feryadı üzerine, karı-koca, hemen dışarı fırladılar. Resulullahın bulunduğu yere doğru koştular. Peygamberimiz ayakta idi. Yüzü sararmış, fakat gülümsüyordu. Hemen ona sordular:
- Yavrum sana ne oldu?
- Beyaz elbiseli iki kişi gelip, beni yere yatırdı. Sonra da karnımda bilmediğim bir şeyi aradılar.

Hazret-i Halime ile kocası çok korkmuşlardı. Resulullaha bir zarar gelmesinden endişe ediyorlardı. Kocası Hâris, Halime'ye dedi ki:
- Halime, ben bu çocuğun başına bir felaket gelmesinden korkuyorum. Başına birşey gelmeden önce, onu götür âilesine teslim et!

Halime de hiç vakit geçirmeden, Peygamberimizi alıp, Mekke'ye götürdü. Fakat Mekke'de onu bir ara kaybetti. Buna çok üzüldü. Bütün aramalara rağmen bulamadı. Hemen Abdülmuttalib'e gitti. Üzüntü içerisinde durumu haber verdi. O da birkaç kişi ile birlikte, onu aramaya çıktı. Nihayet Peygamberimiz bulundu.

Hazret-i Amine, oğlunu tekrar gördüğüne sevinmiş, hemen geri getirilmesine ise bir mana verememişti. Halime'ye dedi ki:
- Çocuğu niçin getirdin? Onu, yanında tutmak için ısrar edip durmuştun.
- Oğulcuğumu Allah büyüttü. Ben sadece, üzerime düşeni yapmış bulunuyorum. Onun başına bir felaket gelmesinden korkuyorum. Sana getirip sağ salim teslim etmek istedim.

Anneciğim, anneciğim!
Aradan yıllar geçti. Peygamberimizin annesi de, dedesi de vefat etti. Peygamberimiz de artık büyüyüp evlendi. Zaman zaman Hazret-i Halime'yi görürdü. Sütannesine karşı derin bir sevgi beslerdi. Onu gördükçe, “Anneciğim, anneciğim!” der, saygı gösterirdi. Hemen üzerindeki fazla elbiseyi çıkarır, onun altına serer, bir ihtiyacı varsa, derhal yerine getirirdi.

Birgün Hazret-i Halime, onu ziyarete gelmişti. Sâdoğulları yurdunda, yine kıtlık olduğunu, hastalıktan hayvanların kırıldığını söyledi. Peygamberimizin ona verebilecek fazla birşeyi yoktu. Fakat Hazret-i Hadice, Peygamber efendimizin sütannesini boş olarak göndermeye gönlü razı olmadı. Kırk koyunla bir deve verdi.

Hazret-i Halime, bu ikram karşısında memnuniyetini bildirdi. Sevinç içerisinde evine döndü.

Sonraki yıllarda müslüman olarak sahabîye olma şerefini kazanan Hazret-i Halime, Cennet-ül-Bakî kabristanına defnedilmiştir. Allah ondan razı olsun!
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:51:26
Hamne Binti Cahş

Peygamber efendimizin halasının kızı.

Ası Ümeyme binti Abdülmuttalib’in kızıydı. Aynı zamanda Resulullah efendimizin hanımlarından Zeyneb binti Cahş’ın kardeşiydi. Böylece Resulullahın baldızı olma şerefini kazanmıştı.

İslâmiyetin ilk yıllarında müslüman olmuştu. Peygamberimize bütün kalbiyle bağlıydı. Büyük sahabîlerden Musab bin Ümeyr ile evliydi. Birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı.

Kocası, dayısı ve kardeşi şehit oldu
Hazret-i Musab, Uhud savaşına katılmış, çok büyük kahramanlıklar göstermişti. Neredeyse büyük bir zafer kazanılacaktı. Fakat Resulullahın yerleştirdiği okçuların yerlerini terk etmesi üzerine, savaşın akışı değişti. Müslümanlar dağılır gibi oldular. Hatta Resulullahın şehit edildiği şayiası yayıldı.

Medine’de bulunan kadın sahabîler bunu haber alır almaz, cepheye koştular. Bunlar arasında Musab bin Ümeyr’in hanımı Hamne de vardı. Bu hanımlar Resulullahın sıhhat haberini alınca, çok sevindiler.

Fakat, Hazret-i Musab bu savaşta şehit olmuştu. Ayrıca Hazret-i Hamne’nin kardeşi Abdullah bin Cahş ve dayısı Hazret-i Hamza da şehadet mertebesini kazanmıştı. Bu haberi Hamne’ye, Peygamber efendimiz vermek istiyordu. Hamne yanına geldiğinde buyurdu ki:
- Ey Hamne, sabret ve Allahtan sevabını bekle!
- Kimin için sabredeyim ya Resulallah?
- Dayın Hamza için.
- Bizler Allahın kullarıyız ve ona döneceğiz. Allah ona rahmet ve magfiret etsin. Onu şehitlik sevabıyla sevindirsin ve müjdelesin.

Peygamberimiz tekrar buyurdu ki:
- Ey Hamne, sabret ve Allahtan sevabını bekle!
- Kimin için sabredeyim, ya Resulallah?
- Kardeşin Abdullah için.
- Bizler Allahın kullarıyız ve ona döneceğiz. Allah ona rahmet ve magfiret etsin. Onu şehitlik sevabıyla müjdelesin ve sevindirsin.

Bundan sonra, Peygamberimiz yine buyurdu ki:
- Ey Hamne, sabret ve mükâfatını Allahtan bekle!

Hazret-i Hamne bu sefer merakla tekrar sordu:
- Kim için sabredeyim, ya Resulallah?
- Kocan Musab bin Ümeyr için.

Bunun üzerine, o zamana kadar sabır ve metanetini hiç bozmayan Hazret-i Hamne, birden değişti. Yetim kalan çocuklarını düşündü. “Vay benim başıma gelenlere” diye ağlamaya başladı.

Ayrı bir değeri vardır
Bunun üzerine Resulullah efendimiz şöyle buyurdu:
- Hiç şüphesiz kadının yanında kocasının ayrı bir değeri vardır. Hamne dayısının, kardeşinin ölümüne dayanabildi. Fakat kocasının vefatını duyunca, metanetini koruyamadı.

Hazret-i Hamne, kocası için aynı sabrı gösterememiş olmakla beraber, kadere itiraz da etmedi. Resulullahın duâ ve tesellisiyle sakinleşti.

Hazret-i Hamne daha sonra cennetle müjdelenen on sahabîden Talha bin Ubeydullah’la evlendi. Onunla da mesut bir hayat yaşadılar. Muhammed ve İmran isminde iki çocukları dünyaya geldi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:52:34
Hansa Hatun

Meşhur kadın şair sahabilerden.

Peygamber efendimiz zamanında, Amr’ın kızı olan meşhur kadın şair Hansa, çok güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. Müslüman olduktan sonra, İslâm, onu üstün bir feragat ve fedakârlık timsali yapmış ve imanda kemale erdirmişti. Dört çocuğu Kadisiye harbinde şehit olduğu hâlde, cesaret ve sebatında asla bir sarsılma olmamıştı. Şehit anası olmanın verdiği teselli, ona evlat acısını bile unutturmuştu.

Başka söze ne hacet?
Hansa Hatun, Kadisiye muharebe meydanına giderek, çocuklarını şu tarihi sözleriyle coşturmuştur:
“Benim kahraman evlatlarım! Allaha yemin ederim ki, Ondan başka ibadet edilecek bir mabud yoktur. Siz aynı ananın ve aynı babanın çocuklarısınız. Ben kocama ihanet etmiş bir kadın olmadığım gibi, babanız da mazisi lekeli bir insan değildir. Hem de ben, zorla değil de kendi isteğimle İslâmiyeti kabul ettim. Ve yine kendi arzumla hicret ettim. Sizler işte böyle tertemiz bir maziye sahipsiniz.

Sizden; gireceğiniz savaşta bu asaletinize uygun bir cesaret ve kahramanlık bekliyorum. Din düşmanlarına ilk hücum eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, daima en ön safta çarpıştığınızı görmeliyim. Çünkü bu harp, eski savaşlarımız gibi adi, basit çıkarlar uğruna yapılan çapulculuk ve yağmacılık hareketi değildir.

Elleriyle yaptıkları putlara tapan, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşete devam eden putperestlere, doğruyu ve hakkı gösterme hareketidir. Kısaca bu cihadda emir Allahtan, kumanda da Resulullah efendimizdendir. Başka söze ne hacet?”

Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan Hazret-i Hansa, ilave ederek diyor ki:
“Ya İslâmın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız; yahut da din uğruna şehit olduğunuzu duyacağım!.."

Bir annenin çocuklarına karşı böyle kahramanca konuşması, orada bulunan diğer mücahidleri de coşturuyor ve Kadisiye’de İslâmın zafer bayrağının dalgalanmasına sebep oluyordu.

Şehit anası
Nitekim öyle de olmuştur. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun da şehadet haberi getirilince, haberi getirenlere sordu:
- Yani ben, şehit anası mı oldum şimdi?
- Evet, şehit anası, hem de dört şehit anası...
- Zafer kimlerde?
- Zafer, müslümanlarda... Şimdi Kadisiye’de İslâmın bayrağı dalgalanıyor!

“İslâmın bir zaferi için dört oğlum da feda olsun!” diyen Hansa Hatun, ellerini kaldırarak şöyle yalvarıyor:
- Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı, yine senin dinin uğrunda feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kaydet! Benim için şehit anası olmak kâfi ikramdir. Bunu bana nasip eyle!

Her ne zaman Hansa Hatun’dan söz edilse, Resulullah efendimiz, onun için, “Örnek bir İslâm kadını” buyururlardı.

Hansa Hatun, ilk önce, Süleymoğulları kabilesinden Revaha bin Abdülaziz Selmi isimli bir zat ile evlenmişti. Onun vefatından sonra Mirdas bin Ebi Amir ile evlendi.

Medine’nin yolunu tuttu
Risalet güneşi Mekke’de doğup da dünyayı aydınlattığı zaman, bu güneşin aydınlığı her tarafa yayıldı. Hazret-i Hansa’nın gözü de bu nur ile aydınlandı. Kendi kabilesinden birkaç kişiyi de yanına katarak Medine’nin yolunu tuttu. Huzuru saadete vararak İslâmiyet ile şereflendi.

Hansa Hatun, devrinin meşhur şairlerindendir. Peygamber efendimiz, onun şiirlerini bir hayli dinlediler. Bu hanımın fesahat ve belagatını takdir buyurdular.

Hazret-i Hansa, ilk olarak şairliğe şöyle başlamıştı:
Arada sırada bir-iki şiir söylüyordu. Fakat Esedoğulları kabilesi ile onun kabilesi arasındaki savaşta, öz kardeşi Muaviye öldürüldü. Diğer üvey kardeşi Sahr da mizrakla yaralandı. Hansa Hatun bir sene kadar kardeşine ihtimamla baktı, fakat yara bir türlü iyileşmedi. Sahr da bu yaradan kurtulamayıp, o da öldü.

Hazret-i Hansa da bu iki kardeşinin ayrılığından müteessir olup, bunlar için mersiye söylemeye başladı ve şair olup ortaya çıktı.

Hazret-i Ömer, Hansa Hatunun çocuklarının Kadisiye’de şehit olmaları üzerine, şehitlerin çocuklarının her biri için senelik iki yüz dirhem maaş bağladı ve Hazret-i Hansa’nın ismi de şehit çocukları ile birlikte anıldı.

Birgün Hansa Hatun, Hazret-i Aişe’nin huzuruna gelmişti. Başında matem işareti vardı. Hazret-i Aisş de Hazret-i Hansa’yı böyle görünce dedi ki:
- Ey Hansa, böyle yapma! Bu şekilde matem tutmayı dinimiz yasaklamıştır.

Hazret-i Hansa da şöyle cevap verdi:
- Ben bunu bilmiyordum, böyle yapmanın men edildiğinden haberim yoktu. Fakat bunu böyle yaptığımın bir sebebi vardır.

Hansa Hatun böyle söyledikten sonra, bu sebebi şöyle anlattı:
“Cahiliye devrinde, babamın, beni verdiği kocam çok müsrif bir kimseydi. Kendisinin de, benim de, bütün varımı, yoğumu dağıttı. Kumara verdi. Bunun için parasız, pulsuz kalıp muhtaç duruma düştük. Kardeşim Sahr malını ikiye bölüp, bize bir şeyler vermişti. Az zaman sonra bu mal da heba olup gitti.

Hep dağıtıyor
Kardeşim Sahr, benim parasız kalıp muhtaç duruma düstüğümü görmüş ve buna çok üzülmüştü. Geride kalan diğer hisseden de bana yine verdi. Karısı kendisine, dedi ki:
- Bu böyle olmaz, sen daha ne zamana kadar kız kardeşin Hansa’ya malını vermekte devam edeceksin? Onun kocası hep kumar oynuyor ve nesi var, nesi yoksa hep dağıtıyor.

Sahr karısına cevaben şu şiiri söyledi:
- Yemin ederim ki, ona malımın iyisini vereceğim, o afife bir kadındır. Eğer ben ölürsem, o da kendi başörtüsüyle benim matemimi tutar.”

Bunları anlatan Hansa Hatun sözlerini şöyle bitirdi:
- İşte ben de onun matemi için böyle yapıyordum.

Hazret-i Hansa 646 yılında vefat etti.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:53:23
Hanzala Bin Ebû Âmir  

Meleklerin yıkadığı sahâbî.

Hanzala Bedir gazâsında bulundu. O zaman henüz bekârdı. Bedir gazâsından bir müddet sonra Abdullah bin Übey’in kızı Cemîle ile nikâhlandı. Ertesi gün de Uhud’da Kureyş müşrikleriyle çarpışılacaktı.

Hanzala geceyi Medîne’de hanımının yanında geçirmek için Resûlullahtan izin istedi. Peygamberimiz de müsâade buyurdu. Hanımı Cemîle ile o gece beraber kaldı. Cumartesi günü sabahleyin Uhud’a yetişmek için, telâştan gusletmeyi unutup çok acele yola çıktı.

Ne lüzûm vardı?
Yola çıkacağı sırada, hanımı Cemîle, orada bulunan kavminden dört kişiyi çağırdı ve Hanzala ile evlendiklerini söyleyip, onları şâhid tuttu. Oradaki dört şâhid sordular:
- Buna ne lüzûm vardı?

Cemîle dedi ki:
- Rü’yâmda semânın açıldığını ve Hanzala içeri girdikten sonra kapandığını gördüm.

Peygamberimiz Uhud’da harp için safları düzeltirken Hanzala yetişti ve Eshâb-ı kirâm arasına karıştı. Hazret-i Hanzala diğer sahâbîler gibi cansiperane müşriklerin üzerine atıldı. Şehîdlik mertebesine kavuşmak için durmadan savaştı. Daha sonra müşrikler bozuldular, dağılıp kaçmaya başladılar.

Hazret-i Hanzala, Ebû Süfyân’ın önünü kesti. Üzerine hücûm etti. Ebû Süfyân yere düştü. Korkudan ne yapacağını şaşıran Ebû Süfyân;
- Ey Kureyş, ben Ebû Süfyân’ım! Hanzala beni öldürecek, yetişin, diye sesi çıktığı kadar bağırmaya başladı.

Müşriklerden birçokları Ebû Süfyân’ın sesini işittikleri hâlde, kendi canlarının derdine düştüklerinden hiç aldırış eden olmadı. Fakat Şeddâd bin Esved, Hazret-i Hanzala’ya arkadan yaklaşıp hâince, sırtından mızrakladı.

Hanzala mukâbele etmek istedi. Fakat îmândan nasîbi olmıyan bu müşrik, ikinci bir darbe daha vurup, Hanzala’yı şehîd etti. Hanzala şehîd olunca, Peygamberimiz buyurdu ki:
- Ben Hanzala’yı meleklerin gökle yer arasında, gümüş bir tepsi içinde, yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm.

Ebû Useyd Sa’îd diyor ki:
“Gidip Hanzala’ya baktım. Başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm, bunu Resûlullaha haber verdim. Peygamberimiz hanımına haber gönderip bunun sebebini sordu. O da Uhud’a çıktığı zaman Hanzala’nın cünüb olduğunu bildirdi.”

Hanzala bizdendir
Hazret-i Hanzala Uhud’a yetişmek için çok acele edip, yetişememek korkusu kendini kapladığından, acele ile gusletmeyi unutmuştu. Bundan sonra Hanzala’nın adı Gasîl-ül-Melâike=Melekler tarafından yıkanmış kimse diye anıldı. Medîne’de Eshâb-ı kirâmın Evs kabîlesinden olanlar, “Melekler tarafından yıkanan Hanzala bizdendir” diye iftihâr ederlerdi.

Hanzala bi’setten ya’nî Peygamber efendimizin da’vetinden önce de îmân sâhibi olup, Allahın birliğine inanır, putlara tapmazdı. Hanîf dîninde idi. Böylece hanımının rü’yâsı hakîkat olup, Uhud savaşında Hazret-i Hanzala şehîd oldu. Abdullah isminde bir oğulları oldu. Abdullah bin Hanzala olarak tanınan bu oğlu, Yezîd zamanında şehîd edildi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:54:15
Hassan Bin Sabit  

Peygamber efendimizin şairlerinden.

Hassan bin Sabit, Müslüman olmadan önce de meşhur şairlerden olup, Sam ve civarında hüküm sürmekte olan Gassani hükümdarının sarayına mensuptu. Şiirleri ile bu devletin ileri gelenlerini methederdi.

Ey yahudiler!
Peygamberimizin geleceğini daha önceden yahudi âlimlerinden işitmişti. Kendisi şöyle anlatmıştır:
“Ben 7-8 yaşlarında aklı eren bir çocuktum. Bir defasında meşhur yahudi âlimlerinden biri, Medine’de yüksek bir yere çıkıp, “Ey yahudiler!” diye bağırarak, yahudilerin toplanmasını istedi.

Yahudiler toplanınca, “Ne var, ne diyorsun?” dediler. Yahudi âlim, toplananlara, “Bu gece Ahmed’in, ahir zaman peygamberinin yıldızı doğdu” diyerek, Peygamberimizin doğduğunu haber vermişti.”

Peygamber efendimiz, peygamberliğini açıklayıp, İslâm dinine davete başlaması ile Hazrec kabilesi de İslâmiyetle şereflenmişti. Bu sırada Medine’ye gelmiş bulunan Hassan bin Sabit de Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunda 60 yaşında bulunuyordu.

Hassan bin Sabit Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin yanından ayrılmadı. Peygamber efendimizi metheden çok şiir söyledi.

Bedir savaşında Medine’de kalmakla vazifelendirilmişti. Yaşlı ve bedenen çok zayıf olduğu için, bizzat savaşa katılamadı. Bu sırada Müslümanları metheden ve cihada teşvik eden şiirler yazdı. Müşriklerin şairleri tarafından Müslümanlara karşı yazılan şiirlere cevap verip, onları hicvetti. Bu şiirleri pek meşhur olup, o zaman Arabistan’da yaşayan kabileler arasında pek tesirli olmuştur.

Oktan daha tesirli
Hassan bin Sabit’e, Bedir gazasına bizzat bedenen katılamadığı için, “Cihad sevabına ve verilen müjdelere kavuşamadın” diyenler olmuştu. O da buna çok üzülmüştü. Fakat Peygamber efendimiz, onun İslâm düşmanlarına karşı yazdığı şiirlerle cihad ettiğini ve düşmanlara karşı yazdığı şiirlerin her bir kelimesine verilen sevabın, başkalarının gazada kazandığı sevaptan daha çok olduğunu bildirerek buyurmuştur ki:
(Hassan’ın beyitleri düşmana ok darbesinden daha tesirlidir.)

Hassan bin Sabit şiirleri ile Resulullahı, İslâmiyeti ve eshab-ı kiramı över, metheder ve İslâm kahramanlarını cihada teşvik edici beyitler söylerdi. Ayrıca Kureyş kâfirlerinin ve diğer müşriklerin yüz karalarını ortaya koyucu şiirler okurdu. Peygamberimiz, Mescid-i nebevide Hassan bin Sabit’e mahsus bir minber yaptırmışlardı. Hassan bin Sabit oraya çıkıp Eshab-ı kiram huzurunda İslâmiyeti metheden şiirleri okurdu.

Peygamberimiz, onu hiciv (yerici) şiirleri yazarken Hazret-i Ebu Bekir’e danışmasını, ondan bilgi almasını emretmiştir. Hazret-i Ebu Bekir’den bilgi aldıktan sonra hiciv şiirleri yazardı.

Hassan bin Sâbit bir defasında kâfirlerin yüzkaralarını ortaya koyan bir şiirini okuduktan sonra Peygamberimiz:
- Ey Hassan, müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrail seninledir. Eshâbım silâhla harb ettikleri gibi sen de dil ile harb et! buyurdular.

Şairlerini de getirmişlerdi
Hassan bin Sâbit hazretleri böylece cihâdın en kıymetlilerinden olan söz ile ve yazı ile cihad etmek şerefine ilk kavuşanlardan oldu.

Cahiliyet devrinde ve Asr-i seâdet'te Arabistan yarımadasında şiir ve edebiyatın pek büyük kıymetı, tesirleri ve rolü vardı. Araplar buna pek kıymet verir, övünürlerdi. Yarışmalar tertip eder, birincilik kazanan şairlerin şiirlerini Kâ'be'nin duvarlarında herkesin görebileceği şekilde asarlardı.

Hicretin dokuzuncu senesinde Beni Temim kabîlesinden bir heyet, esirlerini almak için Medine'ye gelmişdi. Yanlarında en meşhur hatiplerini ve şairlerini de getirmişlerdi. Önce getirdikleri Utarid konuşup, kabilesini övdü.

Buna karşı Peygamberimiz Eshâb-ı kirâmdan, Sâbit bin Kays'a:
- Kalk bunun konuşmasına karşılık ver, buyurdu.

Sâbit bin Kays ayağa kalkıp, Allahü teâlânın büyüklüğüne ve Peygamberimizin medhine dair bir konuşma yaptı. Onun bu hitabı gelen heyeti fevkalade bir tesir altında bıraktı. Sonra da gelen heyetin şairleri şiir okumaya başladı. Şairlerinden biri bir kaside okuyup, bitirince Peygamberimiz, Hassan bin Sâbit'e:
- Kalk yâ Hassan bunun şiirine karşılık ver! buyurdu.

Hassân bin Sâbit böyle bir vazife üzerine sevinerek, aşk ve şevk içinde ayağa kalktı. Temim kabilesinin şairinin söylediği şiire karşılık aynı vezin ve kafiyede uzun ve pek mükemmel bir şiir okudu. Bu şiirinde İslâmiyyetin üstünlüğünü gayet açık bir ifade ile dile getirdi.

Şairimizden üstündür
Bunu dinleyen Temim heyeti ve bilhassa hatip ve şirleri hayret içinde kaldı. İleri gelenlerinden Akra bin Hâbis kendini tutamayıp, şöyle dedi:
- Allaha yemin ederim ki, bu zâta, "Muhammed aleyhisselâma" her zaman O'na bizim bilemediğimiz bir yardım gelmektedir. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Herşeyde, herkese üstün gelecektir. Onun hatibi ve şâiri, bizim hatibimizden ve şâirimizden üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür.

Akra bin Hâbis bu sözleri söyledikten sonra Peygamberimizin yanına yaklaştı ve Kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslüman oldu. O Müslüman olunca bu heyete bulunanların hepsi Müslüman oldu.

Bunun üzerine Peygamberimiz hepsine birer hediye verdi. Onlardan alınmış olan bütün esırleri de serbest bıraktı.

Bedir savaşından sonra, Kâb bin Eşref adında yahudi bir şair, Bedir’de ölen Mekkeli müşrikler için bir şiir söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiire karşı, Peygamberimiz, Hassan bin Sabit’e bir şiir yazmasını emretmişti. Hassan bin Sabit de, o yahudi şaire karşı bir şiir yazdı. Bu şiiri o derece tesirli oldu ki, Mekkeli müşriklerden hiçbiri, o yahudi şairi evinde misafir etmeye cesaret gösteremedi.

Resulullahın pak alnı
Hassan bin Sabit hazretleri her iki dönemde de, [yani hem cahiliye döneminde, hem de İslâmiyetten sonra] bu sahanın önde gelen simalarından biriydi. Resulullahı, eshab-ı kiramı ve İslâmiyeti anlatması, kâfirleri ve kâfirliği ve bunların yüz karalarını dile getirmesi çok tesirli idi. Bir şiirinde diyor ki:
- Resulullahın pak alnı karanlık içinde göründüğü zaman, ortalığa nur saçan, karanlığı yok eden lamba gibi görünür.

Hassan bin Sabit hazretleri, Resulullah efendimizin ayrıca akrabası da oldu. Mariye hazretlerinin kız kardeşi Şirin ile evlendi.

Hassan bin Sabit hazretleri, Peygamber efendimizin vefatında çok üzülüp, bu üzüntülerini bildiren uzun mersiyeler yazmıştır. Hazret-i Ömer’in halifeliği sırasında gözleri görmez oldu.

Peygamberimiz, (Muhakkak ki, Allahü teâlâ Resulünü övmek ve müdafaa etmek hususunda, Hassan’ı, Ruh-ül-kuds [Cebrail aleyhisselam] ile takviye etmektedir) buyurmuştur.

Birçok olaylarda âlimlerimiz Hassan’ın şiirlerini delil almı??lardır. Mesela Sabi diyor ki:
“Önce kimin iman ettiği, Abdullah ibni Abbas’a soruldu. O da şöyle cevap verdi:
- Hassan bin Sabit’in şiirini işitmedin mi?

Bu şiirde, (Resulullahı tasdikte insanların birincisi Ebu Bekir’dir) denilmektedir.

Bid’at yaparsa...
Hassan bin Sabit, Peygamber efendimizden bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bunlardan birinde buyuruldu ki:
(Bir millet, dinlerinde bir bid’at yaparsa, Allahü teâlâ, buna benzeyen bir sünneti yok eder. Kıyamete kadar bir daha geri getirmez.)

Hassan bin Sabit buyurdu ki:
“Kötü bir söz işittiğin zaman göz yum, af ile karşıla, onu dinlememiş gibi ol.”

“Kalblerinde buğz ve husumet taşıyan insanların içi, altında ateş yanarak kaynayan tencereler gibi devamlı kaynar. Buğz ve düşmanlık sebebiyle içlerinden ateş saçılır.”

“Zenginlik bana hayayı unutturmaz. Dünyanın musibetleri huzurumu bozmaz. İnsanın namusu ve şerefi hiçbir leke ve yaraya tahammül edemez. Nasıl bir şişe kırıldıktan sonra tamir olmaz ise, insanın namus ve şerefi de öyledir."

Hassan bin Sabit’in künyesi, Ebu Velid’dir. Ebu Abdurrahman ve Ebu Hüsam da denilmiştir. Annesi Füriate binti Halid de Hazrec kabilesindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Kendisinden nakledildiğine göre, Peygamberimizden 8 sene önce doğmuştur. 682 senesinde 120 yaşında Medine-i Münevvere’de vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:55:10
Hatîb Bin Ebî Beltea

Peygamber efendimizin elçilerinden.

Hazret-i Hâtib, genç yaşında Yemen’den Mekke-i Mükerreme’ye gelmiştir. Buraya yerleşen Hazret-i Hâtib, burada evlenmiş ve birçok çocuğu olmuştur.

Hâtib bin Ebî Beltea, Müslüman olmadan önce, şâirliği ile meşhurdu. İyi bir süvâri idi. Hicretten önce Müslüman olmakla sereflenmiş olup, bunun kesin tarihi bilinmemektedir. Mekkeli Müslümanlarla birlikte, Peygamber efendimizin hicretinden önce Medîne’ye hicret etmiştir.

Îmânı kuvvetli, teslimiyeti tamdı
Medîne’de bir süre Ensardan Münzir bin Muhammed’in evinde misâfir kalmıştır. Resûlullah efendimiz, onu Ensardan Hâlid bin Râhile ile kardeş yapmıştı.

Hâtib bin Ebî Beltea hazretlerinin, îmani kuvvetli ve Resûlullaha olan sevgisi ve teslimiyeti tamdı. Bedir, Uhud, Hendek harblerinde ve Bîat-ı Rıdvân ve Hudeybiye’de bulundu.

Bedir savaşı, Müslümanlar ile müşrikler arasında yapılan ilk harptı. Bu harbe katılan Eshâb-ı kirâmın gösterdikleri cesâret, sabır, fedakârlık ve Resûlullaha olan bağlılıklarından dolayı, Allahü teâlâ, Bedir harbine katılan 313 Sahâbînin, Cennette kavuşacakları nîmetleri haber vermiştir. Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri de bu müjdeye kavuşanlardandır.

Peygamber efendimiz, 1400 kadar Eshâbı ile hac niyetiyle Medîne’den yola çıkmıştı. Hazret-i Hâtib da bunlar arasındaydı. Bunu haber alan Mekkeli müşrikler, onları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler.

Elçi olarak gönderilen Hazret-i Osman’dan bir haber gelmeyince, buradaki mü-minler canlarını fedâ ederek Resûlullahı koruyacaklarına söz vermişlerdi. “Bîat-i Rıdvan” adı verilen bu hâdiseyi, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, Fetih sûresi 18. âyet-i kerîmesinde haber vererek, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir. Bu âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
“Ağaç altında sana bîat eden, emirlerini kayıtsız şartsız yapmaya söz veren müminlerden Allahü teâlâ râzıdır ve onlara sekîne [kalblerine kuvvet] veriyor ve sana olan sevgilerini, Sıdk ve ihlâsı biliyor ve onları yakın bir feth ve zafer ile sevâblandıracağını müjdeliyor.”

Sözleri çok tesirliydi
Câbir bin Abdullah’ın bildirdiği hadis-i şerifte de Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
“Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!”

Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, hicretin yedinci senesinde Hayber gazâsında, Yahûdilere karşı büyük bir cesâretle, kahramanca savaşan ve kalelerini muhâsara eden süvârilerden biriydi. O, kuvvetli bir hitâbete ve iknâ edici bir konuşma kabiliyetine sahipti.

Sözleri çok tesirliydi. Dinleyenleri mest ediyor, etkisi altında bırakıyordu. Sûreti, görünüşü çok güzeldi. Güler yüzlü, tatlı dilliydi. İyi bir şâirdi.

Resûlullah efendimiz, hicretin altıncı yılında, Mekkeli müşriklerle bir sulh antlaşması yaptıktan sonra, Medîne civarında bulunan altı hükümdara mektup göndererek, onları İIslâm dînine dâvet etmişti.

Her bir hükümdara gönderdiği elçiler, Eshâbının en seçkinleri olup, sûretleri ve sözleri en güzel olanlarıydı.

Ben götürürüm!
Peygamber efendimiz, Hâtib bin Ebî Beltea’yı Mısır kralı Mukavkis’a göndermişti. Peygamber efendimiz, onu göndermeden önce sordular:
- Ey Eshâbım! Mükâfatı Allahü teâlâdan beklemek üzere, şu mektubu, Mısır hükümdarına kim götürür?

Bunun üzerine Hazret-i Hâtib, hemen yerinden fırlayıp, ayağa kalktı ve Peygamberimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ben götürürüm!

Bunun üzerine Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Ey Hâtib! Bu vazifeni, Allahü teâlâ senin hakkında mübârek eylesin!

Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, mektubu Peygamberimizden aldı. Vedâ edip, evine gitti. Yol için hayvanını hazırladı. Âilesi ile de vedâlaştıktan sonra yola çıktı. Önce Mısır’a vardı. Mukavkis’i orada bulamayınca, İskenderiye’ye gitti. Orada hükümdarın sarayını buldu.

Kapıcı, içeriye almadan önce, maksadını öğrendi. Kapıcı Hazret-i Hâtib’a çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkis, o sırada adamlarıyla bir meclis kurmuş bulunuyordu.

Hazret-i Hâtib, Mukavkis’in toplantı hâlinde olduğu yere yaklaştı. Peygamberimizin mektubunu eline alıp, ona gösterdi. Mukavkis, mektubu görünce, Hâtib bin Ebî Beltea’yı yanına getirmelerini adamlarına emretti.

Müslüman ol!
Huzuruna varınca, Mukavkis, Peygamberimizin mektubunu Hazret-i Hâtib’dan aldı. Mektupta şöyle yazıyordu:

- Bismillâhirrahmânirrahîm, Allahın kulu ve resûlü Muhammed’den Kibt’in [Eski Mısır halkının] büyüğü Mukavkis’a, Allahü teâlânın hidâyetine tâbi olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâma dâvet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın!

Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kibt’in vebâli senin üzerinedir.

Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin! Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım! Allahü teâlâyı bırakıp bâzılarımız bâzılarını Rab edinmesinler! Eğer bu sözden yüz çevirirlerse, “Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz!

Peygamberimizin mektubu okununca, Mukavkis, Hâtib hazretlerine, “Hayırlısı olsun!” dedi.

Mısır hükümdarı Mukavkis, kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hâtib ile aralarında, şu konuşmalar geçti:
- Ben, anlamak istediğim bâzı şeyleri sana soracak, bu hususta seninle konuşacağım.
- Buyur, konuşalım!
- Sizi gönderen zat, gerçekten bir Peygamber ise, kendisini öz yurdundan çıkarıp, başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin bedduâ etmedi?
- Sen, Îsâ bin Meryem’in bir Peygamber olduğuna inanıyorsun, değil mi?

Çok güzel cevap verdin
O, kavmi kendisini yakalayıp, öldürmek istediğinde, buna rağmen onlara bedduâ etmedi ve Cenâb-ı Hak, onu, dünya semâsına kaldırdı. Mükâfatlandırdı. Halbuki, o, kavminin helâk edilmesi için Allahü teâlâya duâ etse olmaz mıydı?

Hâtib’in bu cevabı üzerine, Mukavkis söyleyecek söz bulamadı ve bu sözü üç defa tekrarlattı ve sonunda dedi ki:
- Çok güzel cevap verdin. Gerçekten sen, hikmet sahibi bir zatın yanından gelen hakîm bir kimsesin.

Hazret-i Hâtib Hazret-i Mûsâ zamanındaki Firavun’u kasdederek Mukavkis’a dedi ki:
- Senden önce, burada bir hükümdar vardı. O, halkına karşı, “En büyük ilâh benim!” diyerek Rab olduğunu iddia etmişti. Allahü teâlâ da, onu dünya ve âhiret azaplarıyla cezâlandırarak ondan intikam aldı. Sen ise, senden başkasından ibret al da, başkasına ibret olma!
- Bizim için bir din vardır. Biz bu dînimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız!
- Senin bağlı olduğun ve daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dîninden daha hayırlı olan din, hiç şüphesiz İslâmiyettir. Biz seni Allahü teâlânın bu son dînine, İslâmiyete dâvet ediyoruz ki, Allahü teâlâ dînini onunla tamamlamış, onu insanlara yeterli kılmıştır.

Dahası da yoktur. Bu Peygamber, yâni Muhammed aleyhisselâm, yalnız seni değil, bütün insanları dâvet etti. Bu Peygamber, insanları İslâma dâvet ettiğinde; Kureyş, Ona karşı, insanların en fazla tepki gösterip kaba davrananı; Yahûdiler, en fazla düşmanlık edenleri; Hırıstiyanlar da en yakın olanları oldu.

Peygambere itaat emretmiştir
Yemin ederim ki, Mûsâ aleyhisselâmın Îsâ aleyhisselâmı müjdelemesi, ancak, Îsâ aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâmı müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni Kur’ân-ı kerîme dâvet etmemiz, senin Yahûdileri İncil’e dâvet etmen gibidir.

Bildiğin gibi, her Peygamber kendisini anlayıp idrâk edecek bir kavme gönderilmiştir. Ve o kavmin, bu Peygambere itaat etmesi emredilmiştir. İşte sen de bu Peygambere yetişenlerden birisisin. Biz seni, Hazret-i İsâ’nin da haber verdiği Muhammed aleyhisselâmın dinine dâvet ediyoruz.

Hazret-i Hâtib’in, kendisini çok açık bir şekilde İslâmiyete dâvet etmesi üzerine, Mukavkis dedi ki:
- Ben bu Peygamberin hâline baktım, emirlerinde ve yasaklarında aslâ akla uygun olmayan birşey bulamadım. Anladım ki, bu kişi sihirbaz değildir. Kâhin ve yalancı da değildir. Peygamberlik alâmetlerinden bâzı halleri kendinde buldum.

Gizli olan şeyleri meydana çıkarmak, bu alâmetlerdendir. Bâzı sırlardan haber vermek, bu kişiden ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim.

Beş vakit namazı emrediyor
Mukavkis, Hazret-i Hâtib bin Ebî Beltea’yı Mısır’da 5 gün misâfir etti. Çok hürmet edip, ikramlarda bulundu. Mukavkis, bir gece haber salıp, Hazret-i Hâtib’i huzuruna çağırtıp, Peygamber efendimiz hakkında birçok sorular daha sordu. Yanlarında, Arapça konuşan tercümanından başka kimse yoktu. Mukavkis’la aralarında şu konuşmalar geçti:
- Onun hakkında soracağım şeylere doğru cevap verir misin? Eshâbının arasında seni seçip gönderdiğini biliyorum. Ben sana üç şey soracağım.
- İstediğin şeyi sor! Ben sana ancak doğruyu söyleyeceğim.
- Muhammed, insanları neye dâvet ediyor?
- Yalnız Allahü teâlâya ibâdet etmeye dâvet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namaz kılmayı emrediyor. Ramazan orucunu tutmayı, Kâbe’ye hac etmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Kan ve ölmüş hayvan etini yemekten men ediyor.
- Onun şekil ve şemâlini, fizikî görünüşünü bana târif et!

Hazret-i Hâtib bin Ebî Beltea kısaca târif etti. Birçoğunu saymamıştı. Bunun üzerine Mukavkis dedi ki:
- Anlatmadığın daha bâzı şeyler kaldı. Öyle ki, gözlerinde azıcık kırmızılık, sırtında Peygamberlik mührü vardır. Kendisi hayvana biner, harmanî [sof] giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları veya amcaoğulları tarafından korunur.
- Bunlar da onun sıfatıdır.
- Ben gelecek bir Peygamber kaldığını biliyordum. Fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki Peygamberler hep oradan çıkmışlardı. Gerçi son Peygamberin Arabistan’da, sertlik, darlık, yokluk ülkesinden çıkacağını da kitaplarda görmüştüm.

Halkım beni dinlemez
Allahın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz Peygamberin ortaya çıkma zamanı da, tam bu zamandır. Biz, onun vasfını; “İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez, hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez. Fakirlerle, yoksullarla oturur, kalkar” diye de kitapta yazılı bulmuştuk.

Ona uymak hususunda Kibtîler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da ayrılamayacağım. Bu hususta çok cimriyim. O Peygamber, ülkelere hâkim olacak, kendisinden sonra da Sahâbîleri, bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En sonunda suradakilere galip geleceklerdir.

Ben Kibtîlere bundan ne bir kelime anarım, ne de hiçbir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim.

Mukavkis, Arapça yazan kâtibini çağırdı. Peygamberimizin mektubuna şöyle cevap yazdırdı:

“Abdullah’ın oğlu Muhammed’e, Kiptîlerin büyüğü Mukavkis’tan, Selâm, senin üzerine olsun. Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada zikrettiğin şeyi ve yaptığın dâveti anladım. Ben de bir Peygamberin geleceğini biliyordum. Ama onun Şam’dan çıkacağını zannediyordum.

Elçine ikramda bulundum. Sana Kibtîlerin yanında büyük değeri bulunan iki câriye ile giyecek elbise gönderdim. Bir de binmen için iki binek hayvanı hediye ettim.”

Hemen memleketine dön!
Mukavkis, bundan başka ne bir şey yaptı, ne de Müslüman oldu. Hazret-i Hâtib bin Ebî Beltea’ya dedi ki:
- Hemen memleketine, sahibinin yanına dön! Onun için iki câriye, iki binek hayvanı, bin miskal altın, yirmi takım Mısır işi ince elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini emrettim.

Senin için de, yüz dinar ve beş takım elbise verilmesini söyledim. Yanımdan ayrılıp git! Sakın, Kibtîler, senin ağzından tek kelime bile işitmesinler!

Mukavkis, Peygamber efendimize ayrıca billûr bir kadeh, kokulu bal, sarık, Mısır keten kumaşı, öd, misk gibi güzel kokular, baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak, makas, misvak, ayna, iğne ve iplik de hediye etti.

Mukavkis, Hâtib hazretlerine, Peygamberimiz hakkında, “Sürme kullanır mı?” diye sormuştu. Hazret-i Hâtib da, “Evet! Aynaya bakar, saçını tarar, seferde, hazarda, aynayı, sürmedanlığı, tarağı, misvaki yanından ayırmaz!” demişti.

Mukavkis’in, Peygamberimize hediye olarak gönderdiği iki câriye Mâriye ve kardeşi Şîrîn’di. Hâtib bin Ebî Beltea yolda, bunlara Müslüman olmalarını teklif edince, kabûl edip, Müslüman olmuşlardı.

Peygamberimiz Hazret-i Mâriye’yi hanım olarak kabûl edip, onunla evlendi. Oğlu Hazret-i İbrâhim, ondan olmuştu. Şîrîn’i de Eshâbından, “Şâir-i Nebî” olan Hassân bin Sâbit’e verdi. En iyi cins ve beyaza çok yakın gri tüylü iki binek hayvanından katıra “Düldül”, merkebe de “Ufeyr” veya “Yafur” adı takıldı.

Muhâfız askerlerle gönderdi
O güne kadar Arabistan’da ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak tüylü katır, düldül oldu. Peygamber efendimiz, hediye edilen billûr kadehle su içerdi.

Hazret-i Hâtib bin Ebî Beltea, Mukavkis’in yanında kısa bir müddet kaldı. Halbuki yabancı heyetler, Mukavkis’in yanında bir ay veya daha fazla kalırlardı. Hazret-i Hâtib 5 gün kaldıktan sonra, Mukavkis’in ülkesinden ayrıldı. Mukavkis, Hâtib hazretlerini Arap yarımadasına muhafız askerlerle gönderdi.

Bunlar, Arabistan’a ayak bastıkları sırada, Şam’dan Medîne-i Münevvere’ye gitmekte olan bir kâfileye rastladılar. Hazret-i Hâtib kâfileye katılarak Mısırlı askerleri geri gönderdi.

Hazret-i Hâtib hediyelerle Medîne’ye gelip, Resûlullahın huzuruna kavuştu. Peygamberimiz de, Mukavkis’in hediyelerini kabûl etti. Hazret-i Hâtib, Mukavkis’in mektubunu verip, sözlerini nakledince, Peygamberimiz buyurdu ki:
- Ne kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Hâlbuki îman etmesine mâni olan saltanatı ise, kendisinde kalmayacak!

Eshâbım hasta olmaz!
Mukavkis’in gönderdiği hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki:
- Efendim! Mukavkis, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!

Resûlullah efendimiz kabûl buyurdu. Doktora, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek dedi ki:
- Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Müsaade ederseniz, artık gideyim.

Resûlullah efendimiz tebessüm ederek buyurdu ki:
- Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikramda bulunmak, Müslümanların başta gelen vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun!

Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan da, doymadan kalkar!

Doktor, ülkesine geri döndü. Rum İmparatoru Heraklius’un da Resûlullah efendimize böyle bir doktor gönderdiği, onun da bu şekilde geri döndüğü kaynaklarda bildirilmektedir.

Mukavkis, Peygamberimizin mektubuna çok hürmet gösterip, fil dişinden yapılmış bir kutu içine koymuş, kutuyu da mühürleyip bir câriyesine teslim etmişti.

Bu mektup 1850 senesinde Mısır’ın Ahmin bölgesinde eski bir manastırdaki Kibt kitapları arasında bulunmuş ve Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Hân tarafından satın alınarak, İstanbul Topkapı Sarayında, Mukaddes Emânetler Bölümüne konmuştur. Orada muhafaza edilmektedir.

Yine elçilik yaptı
Peygamber efendimizin âhirete teşriflerinden sonra, Hazret-i Ebû Bekir zamanında, Hazret-i Hâtib tekrar Mısır’a elçi olarak gönderildi. Ebû Bekir’in hilâfetinden sonra, Hazret-i Ömer devrinde de bu vazifesini çok iyi bir sûrette yapan Hazret-i Hâtib, Mukavkis ile bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma; Mısır’ı fetheden Amr İbnü’l Âs zamanına kadar yürürlükte kaldı.

Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, 650 senesinde Medîne’de vefât etmiştir. Cenâzesini Hazret-i Osman kıldırmış ve Bakî kabristanına defnedilmiştir.

Eshâb-ı kirâmın Muhâcirlerinden ve Bedir harbine katılanlardan olan Hazret-i Hatîb bin Ebî Beltea’nın künyesi, “Ebû Muhammed” veya “Ebû Abdullah”tır. Kendisinin, Yemen’deki Kahtanî kabîlesine veya Necm bin Adiyy kabîlesine mensup olduğu zikredilmektedir. Babası, Ebû Beltea’dır. Doğumu hakkında kesin bir tarih bildirilmemiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:56:18
Hubeyb Bin Adiy

Darağacında ilk namaz kılan sahâbî.

Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakca bir plân hazırladılar. Hemen de planı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medine'ye giderek Resulullahın huzuruna çıkıp:
- Yâ Resûlallah. Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'an-ı kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız? diye ricada bulundu.

Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.

Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl Kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar...

Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğullarına gidip, haber verdi.

Çarpışmaya karar verdiler
Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkiyâ oradaydı.
- Bize öğretmen lâzım! diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar.

Lıhyânoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple:
- Teslim olun. Canınızı kurtarın, teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekke'li müşrikler kendilerine:
- Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz, demişlerdi.

Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Onun için, aralarında istişâre ederek çarpışmaya karar verdiler. Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allahın dîni uğrunda vuruşmaya başladılar.

İkiyüz kişilik düşmana karşı görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler.

Nihayet çarpışa çarpışa on Sahâbi'den yedisi okla vurularak orada şehid düştü.

Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı.

Çok geçmeden müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar.

Arkadaşlarım bana örnektir
Lıhyanoğulları üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. Mekke'ye götürmek üzere yola çıktılar.

Abdullah bin Târık Mekkeli müşriklere götürülmeye râzı olmadı. Gitmemek için zorlandı.
- Vallahi ben size arkadaş ve yoldaş olmam! Şehid olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir, deyip, bir zorlayışta ellerini kurtardı.

Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular, sonunda O'nu da şehid ettiler.

Lihyânoğulları, Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla sattılar.

Çünkü Hazret-i Hubeyb Bedr Gazâsında müşriklerden Hâris bin Âmir'i Cehenneme yollamıştı.

Onun oğulları şimdi kendisini almak için, büyük para ödediler.

Zeyd bin Desinne'yi de Safvân bin Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef'in intikâmını almak üzere satın aldı.

Mekkeli Müşrikler, Hazret-i Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne cezâ vereceklerini konuşuyorlardı:
- Hayır! Evvelâ işkence etmeliyiz.
- Ama Harâm aylar içinde bulunuyoruz!
- Evet! Bu sebeple, hemen öldüremeyiz! Harâm ayların geçmesini beklememiz gerek.
- O hâlde, hapsedelim.
- Ellerini, ayaklarını zincire vuralım! diyorlardı. Öyle yaptılar.

İntikam hırsı
Harp meydanındaki yenilginin intikâmını, müdâfaasız bir insandan alacaklardı. Hem de o esîri; harpte değil, parayla pazardan almışlardı!..

Hârisoğulları, iftihârla Hubeyb bin Adiy'i kendi âile fertlerine gösteriyorlar:
- İşte babamızı öldüren. Şimdi vereceğimiz cezâyı beklemekte! diyorlardı.

Hazret-i Hubeyb bin Adiy, hapsedildiği evde tam bir tevekkül ile, Allahü teâlânın kendisi hakkındaki takdirini bekliyordu.

Üzüm salkımı
Hapsedildiği evde bulunan ve azatlı bir cariye olan Mâviye şöyle anlatmıştır:
Hübeyb, benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Hergün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü.

O mevsimde hem de Mekke'de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahü teâlâ ona rızık veriyordu.

Hazret-i Hubeyb, hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Onun okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar. Ona acırlardı.
- Ona bir isteğin var mı? dediğimde,
- Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni ödürecekleri zaman önceden haber ver, başka birşey istemem, dedi.

Öldürüleceği gün kararlaştırılınca gidip kendisine söyledim. Hayret ettim, öldüreceği zamanı öğrenince onda en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri görülmüyordu. Bana:
- Ne olur bana, bir ustura buluver. Temizlik yapacağım. Ben de sana duâ ederim, dedi.

Haksız yere cana kıymayız
Ben de çocuğumun eline bir ustura verip, gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum.
- Eyvah bu adam çocuğu ustura ile keser o nasıl olsa öldürülecek, dedim. Koşup çocuğa baktım.

Hubeyb, gönderdiğim usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu görünce çok korkup, feryâd etmeye başladım. Durumu anlayınca,
- Bu çocuğu ödüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dînimizde böyle şey yok. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve şânımızdan değildir, dedi. Aslında eli usturalı bir esir çok şey yapabilirdi. Hattâ bu fırsat sâyesinde, hürriyetine bile kavuşabilirdi.

Hazret-i Hubeyb böyle birşeyi, düşünmek bile istemedi. Küçük bir yavruyu âlet etmek küçüklüğünü aklına bile getirmedi.

Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Fakat müşriklerin kin ve intikâm hisleri geçmek bilmedi.

Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakîr, genç-ihtiyâr, kadın-erkek ve bütün çocuklar oradaydılar. Bu iki yüce Sahâbenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.

Bir isteğin var mı?
Bir sabah erkenden O büyük îmânlı Sahâbînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Ten'im denilen yere götürdüler. Çünkü bütün mel'anetlerini, orada yapmayı âdet edinmişlerdi.

Bu iki Allah ve Resûlullah dostu ise, heyacanlı değildiler.Yolda karşılaşıp görüşen bu iki Sahâbî kucaklaşarak birbirlerine uğradıkları belâya sabretmelerini tavsiye ettiler.

Az sonra bir müşrik bağırdı:
- Ey Hubeyb! Sen bizim babamızı, Hâris bin Âmir'i öldürdün. Bugün onun intikâmını senden alacağız. Ölmeden önce bir isteğin var mı?

Hubeyb bin Adiy gâyet sâkin, şunları söyledi:
- Yaşatan ve öldüren ve öldükten sonra gene diriltecek olan, yalnız Cenâb-ı Allahtır.. O'na binlerce hamd olsun.

Darağacında namaz
Müşrikler hayretle tekrar sordular:
- Ölmeden önce son bir arzun yok mudur?
- Beni bırakınız iki rekât namaz kılayım...
- Kıl orada.

Elleri ve ayakları çözülen Hazret-i Hubeyb, hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşû' ile iki rekât namaz kıldı. Cenâbı Hakka son duâlarını yaptı.

Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra
- Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım, dedi.

Böylece idam edilirken iki rekât namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan Hubeyb bin Adiy'dir Peygamber efendimiz, onun idam edilirken iki rekât namaz kıldığını işitince bu hareketini yerinde ve uygun bulmuştur.

Allah ve Resûlullah sevgisi için
Hârisoğulları hırsla yaklaştılar:
- Artık ölmeye hazır mısın? diye sordular.

Aslında O'nun bağırıp çağırmasını istiyorlardı. Çünkü o zaman daha keyifle, işkence edeceklerdi.

Fakat aksine Hubeyb halâ sâkindi:
- Müslüman olarak öldükten sonra, ne şekilde can verirsem vereyim, önemli değil. Çünkü bütün çektiklerim, Allah ve Resûlullah sevgisi içindir. Cenâb-ı Hak dilerse, parça parça edeceğiniz vücudumun zerresini, lütuf ile Cennetine nâil eyler, dedi.

Hazret-i Hubeyb, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeli müşrikler, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra:
- Vallahi dînimden asla dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönem!..

Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah
- Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?
- Ben Muhammed aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medîne'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına asla râzı olmam!
- Ey Hubeyb, İslâm dîninden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz.
- Allah yolunda olduktan sonra benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur.

Hazret-i Zeyd bin Desinne'ye de bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehid oldu.

Bundan sonra Hubeyb:
- Allahım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum... Allahım! Resûlüne selâmımı ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir, diyerek duâ etti.

Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmla oturuyordu.

Zeyd bin Hârise şöyle anlatmıştır:
Bir gün Resûlullah efendimiz Eshâbıyla otururken kendisine vahy geldiği sırada kaplayan hâl gibi bir hâl kapladı. Sonra,
- Ve aleyhisselâm, dedi.
- Yâ Resûlallah bu selâmı kimin selâmına karşılık verdiniz?
- Kardeşimiz Hubeyb'in selamına karşılık verdim. Cebrâil aleyhisselâm, Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı.

Ve Hubeyb ile Zeyd'in şehid edildiğini Eshâbına duyurdu. Hubeyb'in etrafında toplanan Kureyş müşrikleri:
- İşte babalarınızı öldüren bu adamdır, diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya başladılar.

Yüzümü Ka'be'ye çevir
Bu sırada Hubeyb'in yüzü Kâ'be'ye doğru döndü. Müşrikler Medine'ye doğru döndürdüler. Hazret-i Hubeyb:
- Allahım eğer ben senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü Ka'be'ye çevir, diyerek duâ etti.

Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâ'be'den başka bir tarafa çeviremedi.

Bu esnada Hazret-i Hubeyb darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehit edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi.

Mekkeli müşrikler darağacına çıkardıkları Hazret-i Hubeyb'e, ellerindeki mızraklarla işkence yapmaya başlayınca:
- Valahi ben Müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra vurulup hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır, dedi.

Hubeyb bundan sonra yüksek sesle şöyle bedduâ etti.
- Ey büyük ve herşeye kâdir Allahım. Sen de bu zâlimlerin tamâmını mahveyle! Onlardan hiç birini sağ bırakma! Hepsini ayrı ayrı öldür, Allahım!

Hâinler korkak olur
Hâinler korkak olur. Bu hâinler de bedduâyı işitince korkmaya başladılar. Hazret-i Hubeyb biraz daha konuşursa, vaziyet değişebilirdi. Oradakiler müşrik de olsalar tesir altında kalabilirlerdi! Hattâ o mazlûmu kurtarmak istiyen bile çıkabilirdi. Hârisoğulları:
- Konuşturmayın şunu! diye bağırdılar.

Sonra da mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı.

Hubeyb, vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken,
- Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh diyerek şehid oldu.

Hubeyb bin Adiy'in cenazesi kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı.

Peygaber efendimiz onun cenazesini getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved'i gönderdi.

Gece gizlice Mekke'ye girip Hubeyb'i asılı bulunduğu darağacından indirip deveye yükleyerek Medine'ye doğru yola çıktılar.

Cennetteki komşu
Durumu öğrenen müşrikler büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine hücum ettiler.

Hazret-i Zübeyr ve Mikdâd, kendilerini savunmak için cenazeyi yere koydular. Biraz sonra baktılar ki, Hubeyb'in cenazesini bıraktıkları yer yarılıp, cesedi içine alındı ve kapandı. Onlar da oradan uzaklaşıp, Medine'ye döndüler.

Peygaber efendimiz, Hubeyb bin Adiy için:
- O benim Cennette komşumdur, buyurmuştur.

Bu şekilde şehid edilen Hubeyb, Ensârdan ya'nî Medîneli Müslümanlardan olup Evs kabilesindendir.

Hicretten önce Müslüman oldu. Bedir ve Uhud savaşına katıldı. Bu savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:57:22
Huzeyfe Bin Yemân  

Sevgili Peygamberimizin sırdaşı.

Huzeyfe bin Yemân hazretleri şöyle anlatıyor:
"Hendek savaşının en şiddetli safhaya ulaştığı bir sırada, bir gece yarısı Eshâb-ı kirâmdan bir grup olarak Resûlullahın yanında idik. Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte gök gürültüsünü andıran korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı.

Ok ve taş atma
Bu sırada müşrik ordusu, telâşa kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Peygamber efendimiz bize onların bu hâlini haber verdi. Resûluluh efendimiz gece bir miktar namaz kıldıktan sonra yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Bana dokunarak buyurdu ki:
- Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma. Mızrak ve kılıç vurma. Sen benim yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın.

Resûlullahın bu sözlerinden anladım ki, bana hiç bir zarar gelmeyecek. Kılıcımı yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah efendimiz benim için duâ etti:
- Allahım, onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru!

Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihâyet müşriklerin ordugâhına vardım. Reisleri Ebû Süfyân ve diğerleri ateş yakmışlar, başında ısınıyorlardı. Ebû Süfyân daha o zaman Müslüman olmamıştı.

Hemen aklıma Ebû Süfyân'ı orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım sırada Resûlullahın, "Benim yanıma dönüp gelinceye kadar bir hâdise çıkartmayacaksın" buyurduğunu hatırladım ve onu öldürmekten vazgeçtim.

Bundan sonra kendimde kuvvetli bir cesâret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Alllahü teâlânın görülmeyen ordusu melekler, onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda, kap kacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp dedi ki:
- İçinizde gözcüler ve casuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun!

Durulacak yerde değilsiniz
Ebû Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan, önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebû Süfyân:
- Ey Kureyşliler, siz durulacak gibi bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmaya, ölmeye başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan, başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz. İşte ben gidiyorum, diyerek devesine bindi.

Müşrik ordusu perişan bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Rüzgârdan üzerlerine yağan taş ve çakıl sesini işitiyordum.

Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Resûlullahın yanına döndüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvâri şeklinde melekler çıktı. Bana dedilir ki:
- Resûlullaha haber ver. Allahü teâlâ düşmanı perişan etti!

Resûlullahın yanına geldiğimde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı.

Huzeyfe bin Yemân, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olmasıyla meşhurdur. Peygamberimiz ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vukû bulacak hâdiseleri de bildirmişti.

Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullahın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Hazret-i Huzeyfe'ye söyledi.

Lâzım olanı bildirdik
O ve Ebû Hüreyre buyurdular ki:
- Server-i âlem, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi lâzım olanları size bildirdik. Lâzım olmayanları, sakladık, bildirmedik.

Hazret-i Huzeyfe, Peygamber efendimizin sağlığında Hendek'ten sonraki savaşların hepsine katıldı. Resûlullahın vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, onu ordu kumandanı ta'yîn etti. Dinden dönenlerle savaşmak üzere Umman'a gönderdi. Kendisine katılan İkrime ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman'da, önce zekâtları toplamakla, sonra da vâli olarak vazîfelendirildi. Sonra da Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak'ın ve İran'ın fethinde bulundu.

Nihâvend savaşında Nu'man bin Mukarrin şehîd olunca, İslâm sancağını Huzeyfe eline alarak Hemedân, Rey ve Deynura'yı fethetmiştir. Cezîre'nin fethinde bulunarak, Nusaybin vâliliğine ta'yîn olundu.

Hazret-i Ömer yeni bir vâli ta'yîn ettiği zaman, oranın halkına mektup yazarak, "Yeni vâli, âdâletle hükmettiği müddetçe; siz de onun emirlerine uyunuz" derdi. Hazret-i Huzeyfe'ye verdiği mektupta ise şöyle yazdı:
"Ey Nusaybin halkı! Bu gönderdiğim vâlinin, bütün emirlerine uyun. Her isteğini yerine getirin."

Nusaybinliler, karşılamaya çıktılar. Onu gördükleri zaman; hayvanı üzerinde, bir parça kuru etle ekmek yiyordu. Selâmlaştılar. Sonra halîfenin emirnâmesini gösterdi. Onlar da dediler ki:
- Hazret-i Ömer'in emirleri, başımız üzerine! Sen de hoş geldin, safâ geldin. Lâkin, bizden isteklerin ne ise; şimdi söyle. Belki karşılıyamıyacağımız şeylerdir!

Yeni vâli tebessüm ederek şu cevabı verdi:
- Aranızda kaldığım müddetçe sizlerden; sâdece, kendimin ve hayvanımın yiyeceğini istiyorum. Başka hiçbir şey istemem.

Duâ eden kurtulur
O şehirde, epeyce müddet bulundu. Görevini, kusursuz yapmaya çalışıyordu. Bilhassa Cum'adan önce, Müslümanlara va'z ve nasîhat eylerdi. Bir defasında buyurdu ki:
- Ey Mü'minler! Fitne, önce kalblerde filizlenir. Su katılmamış şarap bile; fitne kadar, insan kalbini çelemez, bozamaz. Sizler, fitneye doğru gitmeyiniz. Allaha yemîn ederim ki fitne insanları; selin, çöpleri sürüklediği gibi sürükler götürür!..
- Yâ "Huzeyfe! Fitneden nasıl kurtulabiliriz?
- Duâ eden, kurtulur.
- Ne zaman duâ edelim?
- Namazdan sonra. Çünkü kulları, güzelce abdest alıp, namaza durdukları zaman; cenâb-ı Hak da namaz kılanlara yönelir. İşte o anlarda duâ ediniz! Fakat sizler; hayırlı kimseler olmak istiyorsanız; geçici olan dünya için âhireti terketmeyiniz!

Hazret-i Huzeyfe, Medâyin şehrinde uzun müddet vâlilik yaptı. Oranın halkı, onun idâresinden son derece memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Nihayet bir akşam, Hazret-i Ömer'den haberci geldi. Artık, Huzeyfe'nin Medîne'ye dönmesini istiyordu...

Emir üzerine hazırlandı, helâllaştı, vedâlaştı ve yola çıktı. Dönüşünü bekleyenler arasında, halîfe de bulunuyordu. Az çok yaklaşınca, Halîfe dikkatle baktı. Gördü ki; Medâyin vâlisi gönderdiği gibi dönüyor! Bunca yıl sonra; aynı hayvan üzerinde, aynı sâde elbiseler içinde.

Yan yana geldiler ve selâmlaştılar, kucaklaştılar. Halîfe sevinçle:
- Sen, benim kardeşimsin. Ben de, senin kardeşinim, diyerek, hislerini belirtti.

Cenâzesini niçin kılmadın?
Hazret-i Ömer halîfeliği zamanında Huzeyfe'nin bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, ona sordu:
- Niçin cenâze namazını kılmadın?

Resûlullahın sırdaşı Hazret-i Huzeyfe dedi ki:
- Resûlullah efendimiz, bana o kişinin münâfık olduğunu açıklamıştı. Bunun için onun namazını kılmadım.
- Allahın Resûlü münâfıklar arasında Ömer'i de saydı mı yâ Huzeyfe?
- Hayır, yâ Ömer.
- Peki memurlarım arasında münâfık var mı?
- Sadece bir tane var. Ancak ismini söylemeye memur değilim.

Huzeyfe hazretleri, Hazret-i Ömer'in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münâfık Hazret-i Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır.

Bundan sonra Hazret-i Ömer, Huzeyfe'nin gitmediği cenâzeye gitmemiştir. Çünkü onun gitmemesini, ölenin münâfık olduğuna işâret sayardı.

Birgün Hazret-i Ömer, huzurunda bulunan ba'zı Eshâb-ı kirâma sordu:
- Resûlullah efendimizin fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı?

İçlerinden Huzeyfe dedi ki:
- Ey mü'minlerin emîri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır buyurdu ki,
"Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçâr olur. Böyle günâhlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak keffâret olur."

- Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum.
- Ey mü'minlerin emîri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.

Kapı kırılacak mı?
- Yâ Huzeyfe! Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?
- Ey mü'minlerin emîri! O kapı kırılacak.

Bu cevap üzerine Hazret-i Ömer:
- Desene ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek! diyerek üzüntüsünü dile getirdi.

Daha sonra Huzeyfe'ye o kapının ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
- O kapı Hazret-i Ömer idi.

Hazret-i Ömer'in bunu bilip bilmediği sorulunca da:
- Akşam ve sabahın olacağını bildiği gibi biliyordu, cevabını vermiştir.

Nitekim daha sonra Hazret-i Ömer şehîd edilmiş, Hazret-i Osman devrinin sonlarında alevlenen fitne târih boyunca bitmemiştir.

Kötü zaman gelecek mi?
Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:
Herkes Resûlullah efendimize hayırdan sorardı. Ben ise ileride hâsıl olacak fitnelerden sorardım. Çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. Dedim ki:
- Yâ Resûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm ni'metini, iyiliklerini bizlere ihsân etti. Bu saâdet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi?
- Evet gelecek.
- Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?
- Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur.
- Bulanıklık ne demektir?
- Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimseler ortaya çıkar. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler.

Cehenneme çağıranlar
- Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu?
- Evet, Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır.
- Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir?
- Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar.
- Onların zamanlarına yetişirsem ne yapmamı emredersiniz?
- Müslümanların cemâ'atına ve hükümetine tâbi ol!
- Müslümanların hükümeti yoksa ne yapalım?
- Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma, ölünceye kadar yalnız yaşa.

Huzeyfe, Hazret-i Osman'ın halîfeliği sırasında Azerbaycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Buradaki hizmetlerinin yanında mühim bir hizmeti de, Kur'ân-ı kerîm nüshâlarının çoğaltılmasına sebep olmasıdır. Çünkü o, Azerbaycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde,

Kur'ân-ı kerîmin değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur'ân-ı kerîmin Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hazret-i Osman'a teklif etti. Bunun üzerine Hazret-i Osman, Kur'ân-ı kerîm nüshâlarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi.

Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfe bin Yemân, Hazret-i Osman şehîd edildiğinde Medîne'de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Dördüncü halîfe Hazret-i Ali'nin, ilk günlerinde hastalandı. Artık iyice ihtiyarlamıştı. Müslümanlar akın akın ziyâret ediyorlardı.

Bir arkadaşına 300 dirhem vererek buyurdu ki:
- Bu parayla, kefen alıverin.

Desenli bir kumaş getirdiler. Onu görünce:
- Bu kefen değil, gömlek içindir. Kefen, boydan boya iki bez parçası olur, dedi.

Dost ânî geldi
Sonra da yavaş bir sesle buyurdu ki:
- Hem sizin arkadaşınız iyi bir Müslüman ise, cenâb-ı Hak; kabirde o kefeni, daha iyisiyle değiştirir. Kötü ise, daha kötü şeylere hazırlanmalıdır.

Hazret-i Ali'nin hilâfetinin 40. günü, 656 senesinde, Huzeyfe hazretleri de, sırlarıyla birlikte sevgili Peygamberimize kavuştu.

Hazret-i Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit şöyle duâ etmiştir:
- Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım, fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 24 2008, 18:58:20
Hamza bin Abdülmuttalip

Şehîdlerin efendisi.

Abdullah ibni Mes’ûd buyuruyor ki:
Müşriklerden Velîd adında birinin bir putu vardı. Safâ tepesinde toplanırlar, bu puta ibâdet ederlerdi. Bir gün Peygamber efendimiz, onların yanına gitti ve onları îmâna da’vet etti. Kâfir olan bir cinnî, o putun içine girdi ve sevgili Peygamberimiz için uygun olmayan sözler sarfetti. Peygamber efendimiz üzüldüler.

Teşrif eder misiniz?
Başka bir gün şahsını görmediği bir kimse, Peygamber efendimize selâm vererek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Kâfir olan bir cinnî sizin için münâsib olmayan şeyler söylemiş. Ben, onu bulup boynunu kestim. Arzû buyurup, yarın Safâ tepesine teşrif eder misiniz? Siz, yine onları İslâma da’vet ederseniz, ben de o putun içine girip, sizi medhedici sözler söylerim.

Peygamber efendimiz, Abdullah ismindeki bu cinnînin arzûsunu kabûl ettiler. Ertesi günü oraya gittiler ve yine müşrikleri îmâna da’vet ettiler. Müslüman cinnî, müşriklerin elindeki putun içine girip, sevgili Peygamberimizi ve İslâmiyeti anlatan güzel sözler ve beyitler söyledi.

Müşrikler, bu sözleri duyunca, başta Ebû Cehil olmak üzere ellerindeki putu parça parça ettiler. Resûlullaha saldırdılar. Mübârek yüzü kana boyandı. Onların bu ezâ ve cefâlarına tahammül gösterip, şöyle buyurdular:
- Ey Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz. Ama ben sizin Peygamberinizim.

Peygamber efendimiz, oradan ayrılıp evine geldi. Bir hizmetçi kız, bu hâdiseyi, başından sonuna kadar görmüştü.

Bu sırada Hazret-i Hamza, dağda avlanıyordu. Bir ceylana ok atmak için hazırlandı. Ceylan dile gelerek dedi ki:
- Yâ Hamza! Bana ok atacağına kardeşinin oğlunu öldürmek isteyenlere ok atsan daha hayırlı olur.

Hazret-i Hamza bu sözlere hayret ederek süratle evine hareket etti. Hazret-i Hamza âdeti üzere, avdan dönünce, tavâf yapmak için Harem-i şerîfe uğrar, ondan sonra evine giderdi. O gün tavâf yaparken, hizmetçi kız, yanına gelerek dedi ki:
- Ebû Cehil, kardeşinin oğluna, şöyle şöyle söyledi.

Hazret-i Hamza, Peygamber efendimize hakâret edildiğini işitince, akrabâlık damarları hareket etti. Silahlarını kuşanarak, Kureyş kâfirlerinin bulunduğu yere geldi.
- Kardeşimin oğluna, kötü söz söyliyen, kalbini inciten sen misin? diyerek, boynundaki yay ile, Ebû Cehil’in başını yedi yerinden yardı.

Kötü şeyler söyledim
Orada bulunan kâfirler Hazret-i Hamza’ya saldıracak oldular. Bu durumda büyük çarpışma çıkacaktı. Fakat, Ebû Cehil dedi ki:
- Dokunmayınız, Hamza haklıdır. Onun kardeşinin oğluna bilerek kötü şeyler söyledim.

Hazret-i Hamza oradan ayrıldıktan sonra, Ebû Cehil, etrafındakilere;
- Aman ona ilişmeyiniz! Bize kızar da Müslüman olur. Bununla Muhammed kuvvetlenir, dedi.

Hazret-i Hamza Müslüman olmasın diye, kendi kafasının yarılmasına râzı oldu. Çünkü Hamza, hatırı sayılır, kıymetli ve kuvvetli idi.

Hamza, Peygamber efendimizin yanına gelip dedi ki:
- Yâ Muhammed, Ebû Cehil’den intikamını aldım. Onu kana boyadım, üzülme, sevin!

Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
- Ben, böyle şeylere sevinmem.
- Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak için, ne istersen yapayım.

Îmân etmenle sevinirim
O zaman Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Ben ancak senin îmân etmen ile, kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim.

Bunun üzerine Hazret-i Hamza hemen Müslüman oldu.

Hakkında âyet-i kerîme geldi. Abdullah ibni Abbâs’a göre, Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde, “Diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu” anlatılan zâtın Hazret-i Hamza ve aynı âyet-i kerîmede, “Karanlıklarda bocalayan” şeklinde anlatılanın da Ebû Cehil olduğu açıklandı.

Hazret-i Hamza, Kureyşin yanına gidip Müslüman olduğunu ve Allahın Peygamberini her suretle koruyacağını bildirip şöyle dedi:
“- Kalbimi, İslâmiyete ve Hakka meylettirmiş olduğu için Allahü teâlâya hamdolsun. Bu din, kullarının her yaptığını bilen, herkese lutfu ile muâmele eden, kudreti her şeye galip gelen, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından gönderilmiştir.

Kur’ân-ı kerîm okunduğu zaman, kalb ve akıl sâhibi olanların gözlerinden yaşlar akar. Kur’ân-ı kerîm, açık bir lisan ile açıklanmış âyetler hâlinde Hazret-i Muhammed’e nâzil olmuştur. Muhammed, içimizde, sözü dinlenir, kendisine boyun eğilir bir mübârek kimsedir.

Ey müşrikler! Aklınız başınızdan gidip, gözünüz kararıp da Onun hakkında sert, ağır ve kaba sözler, söylemeyin! Eğer böyle bir düşünceye kapılırsanız, biz Müslümanların cesedine basıp geçmeden, onu hiç kimseye vermeyiz!”

Hazret-i Hamza’nın Müslüman olması ile, Resûlullah efendimiz çok sevindi. Müslümanlar, pek çok kuvvet buldu. Artık Mekkeliler Müslümanlara, hiçbir sebep yokken, fenâ muâmele yapamadılar. Bilhassa Hazret-i Hamza’nın kılıcının şiddetinden çekindiler.

Endişeye lüzûm yok
Peygamber efendimiz, Hazret-i Hamza ve diğer bir kısım Müslümanlar Hazret-i Erkam’ın evinde bulunuyorlardı. Bir ara kapı vuruldu. Gelen kimsenin, silâhlarını kuşanmış şekilde Hazret-i Ömer olduğu görülünce, ba’zıları endişeye kapıldı. Hazret-i Hamza;
- Gelen tek bir kişidir. Bu kadar endişeye lüzûm yok. Eğer, hayır için geldi ise hoş geldi. Yok eğer şer için geldi ise kendi kılıcı ile başını keserim, dedi.

Dışarı çıktı ve dedi ki:
- Yâ Ömer! Sen ne zannedersin? Biz Abdülmuttalib evlâdıyız. Her birimiz Allahü teâlânın izni ile demiri çiğneyip havaya püskürtürüz. Allah ve Resûlü için can ve baş fedâ ederiz. Sen Resûlullaha zarar vereceğini zannediyorsan aldanıyorsun.

Sevgili Peygamberimiz, bu konuşmaları işitti. Kendileri gelerek, iltifat ile Hazret-i Ömer’i karşıladı. Hazret-i Ömer de Müslüman oldu. Bu iki kahraman sayesinde Müslümanlar kuvvet buldular, ibâdetlerini açıktan yapmaya başladılar.

Hazret-i Hamza bir gün, Cebrâil aleyhisselâmı kendi aslî şeklinde görmeyi arzû ettiğini, Peygamber efendimize bildirdi. Peygamber efendimiz de Hazret-i Hamza’ya sordular:
- Onu görmeye dayanabilir misin?
- Evet dayanırım.
- Öyle ise yere otur da bak!

Bayıldı, arkası üstüne düştü
Hazret-i Hamza Cebrâil aleyhisselâmı görünce, bayıldı, arkası üstüne düştü.

Hazret-i Hamza, Hazret-i Zeyd bin Hârise, Hazret-i Ebû Mersed Kennaz, Hazret-i Enes ve Hazret-i Ebû Kerse ile beraber Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz Medîne’ye geldiklerinde, Mekke’li Müslümanları hem kendi aralarında, hem de Medîneli Müslümanlarla kardeş yaptı. Kendi aralarında da, Hazret-i Hamza’yı, Zeyd bin Hârise ile kardeş yapmıştı. Hazret-i Hamza bu kardeşini çok sever ve muharebeye çıktığı zaman her şeyini ona emânet ve vasiyet ederdi.

Peygamber efendimiz, Medîne’ye hicret ettikten sonra, Kureyşli müşrikler boş durmadılar. Peygamberimizi Medîne’de rahat bırakmıyorlar, Medînelilerin Onu terketmeleri için etrafındaki Müslümanları tehdit ediyorlardı. Hattâ, Peygamber efendimizi Medîne’nin dışına çıkarmaları için, Abdullah bin Übeyy bin Selül ile Evs ve Hazrec kabîlelerinin müşriklerine tehditler gönderdiler ve Müslümanlara hac yollarını kapadılar.

Bu durumda, Müslümanların, Suriye ticaret yollarını kesmeleri, müşrikleri ticarî ve iktisâdi bakımdan zor duruma düşürmeleri ve böylece müşrikleri yola getirmeleri îcâb ediyordu. Bu sırada bir müşrik kervanının Medîne yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sefer hazırlığı yapıldı. Sefere çıkacak birliğin kumandanlığına Hazret-i Hamza’yı getiren Peygamberimiz, ona beyaz bir bayrak verdi. Hazret-i Hamza’ya verilen bu bayrak İslâm tarihinde Müslümanların kullandığı ilk bayrak idi.

Hazret-i Hamza, 30 süvâri ile birlikte hareket etti. Şam’dan Mekke’ye gitmek üzere, 300 süvârinin koruduğu bir müşrik kervanı, Sifr-ül-Bahr denilen yere gelmiş bulunuyordu. İslâm Mücâhidleri, buraya geldiklerinde, müşriklerin kervanını koruyan üçyüz süvâri ile karşılaştılar ve savaş düzenine girdiler.

Doğru bir iş yaptı
Mecdi bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az ve müşriklerin çok fazla olduklarını ve düşmanların bu ilk çarpışmada yenebileceklerini düşünerek arabulucuk edip iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra Hazret-i Hamza ve arkadaşları Medîne’ye geri döndüler. Mecdî’nin bu hareketi Peygamber efendimize arzedilince çok memnun oldular ve buyurdular ki:
- İyi ve doğru bir iş yapmıştır.

Hazret-i Hamza, Ebva, Veddan ve Zül’ uşeyre gazâlarında Peygamber efendimizin beyaz sancağını taşıdı.

Bedir gazâsında 313 Eshâb-ı kirâm, 1000 müşrikle karşı karşıya geldi. Mekke müşriklerinden Utbe, Şeybe ve Velîd meydana çıkarak er dilediler. Peygamberimiz buyurdu ki:
- Ey Hâşimoğulları! Kalkınız, Allahü teâlânın nûrunu söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allahü teâlâ zaten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali! Kalk yâ Ubeyde bin Hâris!

Dengimiz iseniz...
Hazret-i Hamza, Hazret-i Ali, Hazret-i Ubeyde miğferlerini giydiler. Meydana yürüdüler. Müşrikler dediler ki:

- Sizler kimlersiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız.

Eshâb-ı kirâm da; “Ben Hamza’yım! Ben Ali’yim! Ben Ubeyde’yim!” dediler. Bunun üzerine müşrikler cevap verdiler:
- Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabûl ettik.

Eshâb-ı kirâm, müşrikleri, önce îmâna da’vet ettiler. Onlar kabûl etmediler. Ondan sonra Eshâb-ı kirâm, müşriklerin üzerine saldırdılar. Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ali, Utbe ve Velîd kâfirlerini, anında öldürdüler. Hazret-i Ubeyde, Şeybe’yi yaraladı. Şeybe de Hazret-i Ubeyde’yi yaraladı.

Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ali, Şeybe’yi orada öldürüp, Hazret-i Ubeyde’yi kucaklayıp Resûlullahın huzûruna getirdiler.Ebû Cehil, müşrikleri savaşa teşvik etmeye başladı. Her iki taraf bütün güçleriyle saldırıya geçtiler. Bu savaş her iki tarafın ilk büyük savaşıydı. Eshâb-ı kirâm, “Allah Allah” diyerek, tekbîr getirerek hücûm ediyordu. Hazret-i Hamza, her iki elinde birer kılıç ile çarpışıyordu. Peygamber efendimiz “Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!” buyurarak Allahü teâlâya yalvarıyordu.

Peygamberimiz, Eshâbını, böyle yiğitçe çarpışıyor gördükçe;
- Onlar, Allahü teâlânın yeryüzündeki arslanlarıdır, buyurarak onları takdîr ediyordu.

Allahü teâlâ, Peygamberimize yardım için melekleri de savaşa gönderdi. Eshâb-ı kirâm daha kılıcını vurmadan müşriklerin kellesi yere düşüyordu. Müşrikler bozguna uğradılar. Ebû Cehil de öldürüldü. Mekke’ye doğru kaçmaya başladılar. Hazret-i Hamza, Bedir’de fevkalâde kahramanlık gösterdi. Bedir savaşı, Peygamber efendimizin zaferiyle neticelendi. Eshâb-ı kirâmdan 14 kişi şehîd oldu.

Allahın arslanıyım!
Peygamber efendimiz, Uhud harbinde; Hazret-i Hamza’yı en önde zırhsız süvârilerin başında çarpışmakla vazifelendirdi. Hazret-i Hamza, iki elinde de kılıç olduğu hâlde;
- Ben Allahü teâlânın arslanıyım! diyerek, düşmanı önüne katmış, öldüre öldüre ilerliyordu.

Safvân bin Ümeyye, etrafındakilere, “Hamza nerededir? Bana gösteriniz!” diyor, savaş meydanını araştırıyordu. Bir ara gözleri, iki kılıç ile halkı kıyâsıya kesip biçen birini görünce sordu:
- Bu çarpışan kim?

Çevresindekiler dediler ki:
- Aradığınız kimse! Abdülmuttalib oğlu Hamza!
- Ben bugüne kadar, düşmanını öldürmek için saldıran, onun gibi hırslı, onun gibi gözüpek bir kimse daha görmedim.

Uhud’da herkes bütün güçleriyle çarpışırken, bir ara Resûlullah efendimiz ile Hazret-i Hamza arasında kimse kalmadı. Hazret-i Hamza, hiç arkasına bakmıyor, hep ileri doğru hücûm tazeliyordu.

Savaşın başlamasından o ana kadar tek başına 30 müşriki öldürmüştü. Bu sırada Siba bin Ümmü Ammâr; “Bana karşı koyabilecek bir yiğit var mı?” diyerek Hazret-i Hamza’ya meydan okudu. Hazret-i Hamza, “Demek sen Allaha ve Resûlüne meydan okuyorsun, öyle mi?” deyip onu da öldürdü.

Şehit oldu
Hazret-i Hamza büyük kahramanlıklar gösterdikten sonra bu savaşta Vahşî tarafından şehîd edildi.

Vahşî, Mekke’nin fethinden sonra, Tâiflilerle birlikte Medîne’de mescide gelip, îmân etti, affa kavuştu. Fakat Yemâme tarafına gitmesi emrolundu. Resûlullaha karşı çok mahcûb olup, başı önünde yaşadı.

Hazret-i Hamza şehîd olduğunda oruçlu idi. Hazret-i Peygamberimiz, kendisi için, “Seyyid-üş-Şühedâ = şehîdlerin efendisi” buyurdu. Ve cesedini meleklerin yıkadıklarını haber verdi.

Savaş bitmişti. Şehîdlerin yanlarına gidildi. Peygamber efendimiz, Hazret-i Hamza’nın mübârek cesedini görünce, dayanamadı. Ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak buyurdu ki:
- Ben, şu şehîdlerin, Allahü teâlânın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, Kıyâmet günü şâhidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, Kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır.

Daha sonra Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Bana Cebrâil aleyhisselâm gelip Hamza bin Abdülmuttalib’in göktekiler katında, “Allahın ve Resûlünün arslanıdır” diye yazıldığını haber verdi.

Hazret-i Hamza’nın ve diğer şehîdlerin cenâze namazları kılındı. Hazret-i Abdullah bin Cahş ile Hazret-i Hamza’nın cenâzeleri bir kabre kondu. Hazret-i Hamza, Hazret-i Abdullah’ın dayısı idi.

Ve Aleykümselâm
Hazret-i Hamza orta boylu idi. Kılıcını çok iyi kullanır pek mükemmel ok atardı. Pehlivanların pîri idi. Peygamber efendimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi idi. Peygamberimiz kabrini ziyârete gider, selâm verirdi. Mezardan, “Ve Aleykümselâm yâ Resûlallah” diye cevap gelirdi.

Hazret-i Fâtıma buyurdu ki:
- Birgün Hazret-i Hamza’nın kabrini ziyârete gittim. “Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın amcası” diye selâm verdim. “Ve Aleyküm selâm ve Rahmetullahi ey Resûlullahın kızı” diye mezardan cevap geldi.

Şeyh Muhammed isminde âlim bir kimse Hazret-i Hamza’nın kabrini ziyârete gitti. Selâm verdi. Mezardan, selâmına cevap verildi ve, “Yâ Şeyh Muhammed, bu sene bir erkek evlâdın olacak, ona benim ismimi koyunuz” dedi. O âlimin erkek çocuğu oldu ve adını Hamza koydu.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:19:50
İkrime Bin Ebî Cehil

Meşhur İslâm kumandanlarından.

İkrime bin Ebî Cehil, meşhûr İslâm düşmanı Ebû Cehil’in oğludur. Önce İslâma büyük düşman idi. Mekke’nin fethedildiği gün, öldürülmesi emir buyurulan altı kişiden biri de o idi.

İkrime, o gün Yemen’e kaçmak için gemiye bindi. Yolda fırtına çıkıp, gemi batmak üzereyken, “Kurtulursam Muhammed’in ayaklarına kapanacağım” diye niyet etti. Kurtulup, Yemen’e varınca, Müslüman olmaya karar verdi.

Ona taarruz etmeyin!
Hanımı ve amcasının kızı olan Ümmü Hakîm, Mekke’nin fethedildiği gün îman edip, onun için de Peygamberimizden emân (af) almıştı. Yemen’e giderek ona müjdeyi verdi:
- İnsanların en üstünü, en halimi ve en kerimi olan zat tarafından sana emân getirdim. Senin için Resûlullahtan emân istedim. Eshâbına, “Allahü teâlânın emânında olsun, kimse ona taarruz eylemesin!" buyurdu.

İkrime, hanımı ile Mekke’ye dönüp, Resûlullahın huzûruna geldi. Resûl-ı ekrem, İkrime’nin geldiğini görünce, ona doğru gelerek ayakta karşıladı, kucaklaştılar. Sonra Peygamber efendimiz oturdular. Emir buyurunca, İkrime ve hanımı da oturdular. Zevcesinin yüzü kapalıydı.

Bundan sonra İkrime, Peygamberimize dedi ki:
- Zevcem, benim için sizden emân aldığını söyledi. Bu sebeple geldim. Resûl-ı ekrem efendimiz buyurdu ki:
- Zevcen doğru söylemiş, sen emniyettesin.

İkrime bunun üzerine dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Önceki yaptıklarıma pişman oldum. Bana İslâmiyeti öğretir misiniz?

Resûlullah efendimiz ona İslâmi öğrettiler. İkrime de, “Allahtan başka ilâh olmadığına, Peygamberimizin de Allahın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ediyorum” diyerek Müslüman oldu. Peygamber efendimiz de Cenâb-ı Hakka duâ ederek, onun için af ve mağfiret talebinde bulundu.

Hazret-i İkrime, Müslüman olduktan sonra, Resûl-i ekrem ile beraber Medîne’ye gitti. Oraya yerleşti. Hicretin onuncu yılında Resûlullah efendimiz tarafından Hevazin’e zekât toplayıcı olarak gönderildi.

Mürtedleri temizledi
Hazret-i Peygamberin vefâtında Hazret-i İkrime, Yemen’in Tebâle şehrinde bulunuyordu. Bu sebeple Resûl-i ekremin vefâtında Medîne’de bulunamamıştı.

Hazret-i Ebû Bekir devrinde İkrime, bir ordu ile Yemâme’de bulunan ve yalancı Peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseylemetül-Kezzâb üzerine gönderildi. Fakat yardımcı kuvvetleri beklemeden Müseyleme’ye hücum edince mağlup oldu.

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir, onu, önce Umman tarafında bulunan Huzeyfe’nin yanına yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Burada vazifesini yaptıktan sonra Mehre’ye yolladı. Mehre halkının İslâmiyeti kabûlünden sonra, Hazret-i İkrime ordusu ile birlikte Yemen’e gönderildi. Yemen’deki bütün mürtedleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Medîne’ye geri döndü.

Hazret-i Ebû Bekir, Yemen’deki mürtedleri temizleyen Hazret-i İkrime’yi, bir ordu ile birlikte Suriye tarafına gönderdi. Burada Ecnadın’de Bizanslılarla savaştı. Bu savaşta ağır yaralandı. Sonra Medîne’ye geri döndü. Daha sonra 636 yılında, Yermük savaşına katıldı.

Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:
“Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum.

Su istiyor musun?
Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:
- Su istiyor musun?

Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile, "Çabuk, hâlimi görmüyor musun?" der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hazret-i İkrime’nin sesi duyuldu:
- Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su!

Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hazret-i İkrime’ye götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hazret-i İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hazret-i Iyas’ın iniltisi duyuldu:
- Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!

Bu feryâdı duyan Hazret-i İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas’a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi.

Hepsi şehit oldular
Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Hazret-i Iyas’a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehâdet getirerek tamamladı. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hazret-i İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim? Onun da şehit olduğunu müşâhede ettim.

Bâri dedim, amcamın oğlu Hazret-i Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslim eylemişti.

Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile baktığım en büyük îman kuvveti tezâhürü olarak hâfızama âdeta nakşoldu!” Hazret-i İkrime şehit olduğunda, üzerinde 70’den fazla kılıç ve mızrak yarası vardı.

Hazret-i İkrime, İslâmiyetle şereflenince, çok samimi bir Müslüman olmuştur. Bu ihlâsinin nişânesi olarak, savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesâretli ve çok iyi bir kumandandı. Müslümanlığa gönülden bağlanmıştı. Kur’an-ı kerimi eline alınca, önce alnına koyar, sonra ağlamaya başlardı.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:20:48
İmrân bin Husayn

Meleklerle konuşan Sahâbî.

İmrân bin Husayn, Hayber savaşında Müslüman oldu. Ondan sonraki bütün savaşlarda Peygamber efendimizin yanında ve hizmetinde bulunmakla şereflendi. Peygamber efendimiz kendilerini çok severdi.

Eshâb-ı kirâm içinde çok faziletlere sahipti. Fikir ilminde üstün derecesi vardı.

Duâsı kabûl olunan seçilmişlerdendir. Mekke’nin fethinde Huzaa kabîlesinin sancağını taşıdı.

Daha hayırlı gelmedi
Hazret-i Ömer halîfe olunca, Basra halkına İslâmiyeti öğretmek için İmrân bin Husayn’i gönderdi.

Hasan-i Basrî hazretleri, kendisinden çok hadis-i şerif öğrenmiş ve yemin ederek demiştir ki:
- Basralılar için İmrân’dan daha hayırlı biri gelmemiştir.

Abdullah bin Amr, İmrân’i Basra kâdılığına tayin etti. Kâdılı'ğı zamanında, iki kişi hüküm vermesi için kendisine geldi. Bunlardan birisi şâhidini getirdi, diğeri getiremedi. Hüküm şâhit getirenin lehine verildi. Şâhit getiremeyen kimse bunu kabûl etmeyip dedi ki: - Bu karar bâtıldır.

Hazret-i İmrân bunun üzerine, Abdullah bin Amr’dan azlını isteyerek istifa etti.

Yakalandığı hastalığı sebebiyle ne oturabilir, ne de ayakta durabilirdi. Kendisine hurma dallarından bir sedir yapmışlardı.

Orada günlerini geçirir, Rabbini zikrederdi. Otuz sene bu hâl devam etti.

Mutarrif bin Abdullah ile kardeşi A’lâ, ziyâretine gittiler. Mutarrif, onun bu hâlini görünce ağladı.

Hazret-i İmrân, ona sordu:
- Niçin ağlıyorsunuz?
- Senin hâline ağlıyorum.

Hazret-i İmrân buyurdu ki:
- Ağlama, ben ölünceye kadar da kimseye söyleme! Melekler benim ziyâretime gelip selâm veriyorlar.

Meleklerin selâmını alıyor, onlarla konuşuyorum. Onların bu ziyâretlerinden fazlasıyla memnun oluyor, hasta olduğumdan dolayı verilen bu nîmetlere şükrediyorum.

Böyle bir hastalık hâlinde Melekleri gören bir kimse, bu dertlere râzı olmaz mı?

Yalnız Kur’andan söyle!
Bir gün İImrân bin Husayn’a birisi dedi ki:

- Bize yalnız Kur’andan söyle!
- Ey ahmak! Kur’an-ı kerimde namazların kaç rekât olduğunu bulabilir misin?

Böyle söyleyerek, hadis-i şeriflerin ve âlimlerin açıklamalarının da lâzım olduğunu bildirdi.

İmrân bin Husayn 672 senesinde vefât etti. Resûlullah efendimizden 120 hadis-i şerif nakletmiştir.

Hazret-i İmrân bin Husayn, hasta yatağında bile ilim öğretirdi. Talebelerine şöyle anlattı:
“Peygamber efendimiz, merhametten ayrılmamakla beraber, harp meydanlarında din düşmanlarına karşı şiddetli olurdu. Huneyn cenginde, müşrikler onu kuşattığı zaman, atından inerek, “Ben Peygamberim, yalan yok. Ben Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’in oğluyum” buyurarak, düşmana saldırdı. O gün, Ondan daha cesur ve daha metin kimse görmedim.”

Size müjde olsun!
Yine anlatır:
"Birgün Peygamber efendimizin huzuruna Temim oğullarından bir grup gelmişti. Peygamberimiz onlara, “Ey Temim oğulları, size müjde olsun” buyurduktan sonra, onlara, insanların yaratılışını ve kıyâmetin kopmasını anlattılar.

Temim oğulları, “Bizi müjdeledin. Fakat biz, devletin hazinesinden para istiyoruz” diyerek, îman etmediler. Sonra Yemen halkından bir grup ziyârete geldi. Peygamber efendimiz, Yemenlilere buyurdu ki:
- Ey Yemenliler! Madem ki, Temim oğulları îman etmeyi kabûl etmediler. O hayır ve saadet müjdesini siz alınız!

Yemenliler de dediler ki:
- Kabûl ettik yâ Resûlallah! Zaten biz huzurunuza îman etmek için gelmiştik.

Peygamber efendimiz, onlara da insanların yaratılışını ve kıyâmetin kopmasını anlattıkları sırada, bir kimse gelerek bana dedi ki:
- Yâ İmrân! Bindiğin deve, yularını sıyırarak kaçtı.

Ben de devemi bulmak için, hemen çıkıp baktım. Keşke deveyi bıraksaydım da, Resûlullahın mübârek sözlerini dinlemek firsatını kaçırmasaydım.”

Hazret-i İmrân bin Husayn, hastalığı sırasında namazların?? nasıl kılacağını Peygamber efendimize sordu. Resûlullah efendimiz de ona buyurdu ki:
- Ayakta kıl! Gücün yetmezse, oturarak kıl! Buna da kudretin olmazsa, yan veya sırtüstü yatarak kıl!

Fakirlere verdik
Emîrlerden biri; İmrân bin Husayn’i zekât'ı toplamak üzere göndermişti. Dönünce, Emîr kendisine, topladığı malın nerede olduğunu sordu. Bunun üzerine buyurdu ki:
- Mal için mi göndermiştin? Peygamber efendimiz zamanında aldığımız gibi aldık ve yine Onun zamanında dağıttığımız gibi dağıttık. Yâni zenginden zekâtını alıp, hak sahibi olan fakirlere verdik.

Bir sohbetinde de talebelerine buyurdu ki, Resûlullah efendimiz, bizlere buyurdular ki:
(Ey Eshâbım! Kur’an-ı kerim okuyunuz! Kur’an-ı kerimin feyzi ile ihtiyaçlarınızı Allahu teâlânın ihsân deryasından isteyiniz! Sizden sonra bir sınıf Kur’an-ı kerim okuyucuları gelecektir ki, bunlar, Allahü teâlâdan değil, insanlardan menfaat sağlamak için Kur’an-ı kerim okuyacaklardır.)

Hazret-i İmrân bin Husayn şöyle anlatır:
Bir gün Peygamber efendimiz bana buyurdu ki:
- Yâ İmrân, sen de bilirsin ki, biz seni çok severiz. Kızım Fâtıma rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen, onun ziyâretine ve hatırını sormaya gidelim.
- Anam, babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah, gidelim.

Başka örtüm yok
Kalktım, beraberce Fâtımatüz Zehrâ’nin evine gittik. Peygamber efendimiz kapıyı çaldı ve, Esselâmü aleyküm yâ Ehle Beytî diye selâm vererek içeri girdiler. Fâtımatüz Zehrâ da cevap verdi:
- Ve aleyküm selâm, sevgili babam yâ Resûlallah! Buyurunuz!
- Kızım, yanımda İmrân bin Husayn da vardır. Onunla beraber geldik, başını ört!
- Babacığım, seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka örtünecek bir şeyim yoktur.
- Kızım, işte onunla örtün!
- Ey Babacığım! Başımı örtsem vücudum, vücudumu örtsem başım açık kalır.
- Bu örtüyü düz düzüne değil de, köşeleme, yâni uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını kaplasın.

İmrân bin Husayn diyor ki:
Ben dışardan bu konuşmaları işittikçe, gözlerimden yaş, ciğerlerimden kan geliyordu. Hazret-i Fâtima’nın dünyaya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum. Nihayet Hazret-i Fâtıma sevgili Peygamberimizin târifleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra, içeri girmeme izin verdiler. İçeride Peygamber efendimizin arkasında oturdum.

Peygamberimiz, “Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?” diye hatırlarını sordular. O da dedi ki:
- Babacığım, bu gece çok rahatsızdım. Sancıdan sabaha kadar uyuyamadım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, bir lokma ekmek yemeye bile takatım kalmadı. Açlıktan çok bitkinim.

Müjdeler olsun ey kızım!
Bu söz üzerine Allahü teâlânin habîbi, Resûl-i ekrem efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Buyurdular ki:
- Kızım, sakın hâlinden şikâyet etme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben, yaratıkların en üstünü, Allahü teâlânın habîbi olduğum hâlde, üç gündür mideme bir lokma ekmek girmedi. Hâlbuki, Rabbimden istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici rızıkları, sonsuz rızıklar için feda ettim.

Resûlullah efendimiz, sonra mübârek elleriyle Hazret-i Fâtıma’nın omuzlarını tutarak buyurdu ki:
- Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının hanım efendisisin!
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:21:45
Kâ’b Bin Züheyr

Peygamberimizin hırkasını verdigi şâir Sahâbî.

Kâ’b bin Züheyr, Müzeyne kabîlesinden olup, onbir şâir yetiştiren bir âileye mensuptu. Babası Züheyr bin Ebî Sülemî ve kardeşi Büceyr de şâir idi. Kâ’b bin Züheyr’in babası Hırıstiyan ve Yahûdi âlimlerinin yanlarına gider, onları dinlerdi. Onlardan âhir zamanda bir Peygamber gönderileceğini işitmişti.

İşâreti anlamıştı
Züheyr, bir gece rüyâsında, gökten bir ip uzatıldığını, o ipten tutmak için elini uzattığı hâlde yetişemediğini görmüştü. Bu rüyâsının, âhir zamanda gelecek olan Peygambere yetişemeyeceğine ve ömrünün o gönderilmeden biteceğine işâret olduğunu anlamıştı.

Fakat oğulları Kâ’b ve Büceyr’e, âhir zaman Peygamberi gönderilince, Ona îman etmelerini vasiyet etmişti.

Kâ’b bin Züheyr ve kardeşi Büceyr, İslâmiyet gelince, Peygamberimizle görüşmek üzere Medîne-i Münevvereye doğru yola çıkmışlardı. Ebrak-ul Azzâf denilen yere geldiklerinde, kardeşi Büceyr dedi ki:
- Sen burada bekle, ben Medîne’ye gidip, O Peygamberi bir göreyim. Söylediklerini dinleyeyim.

Büceyr Medîne’ye gidince, Peygamberimiz ona, İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmasını söyledi. O da hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in Müslüman olduğunu öğrenince, ona çok kızdı. Bunu dile getiren bir şiir yazdı. Şiirinde, Peygamberimize ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler söylemişti. Kardeşi Büceyr, buna tahammül edemeyip, durumu Peygamberimize arz etti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
- Kâ’b’a kim rastlarsa, onu öldürsün!

Kardeşi Büceyr, Kâ’b’a bir mektup yazıp gönderdi. Mektupta, “Başının çâresine bak!” diye yazarak durumu bildirdi. Kâ’b’in yazdığı kötüleyici şiire karşılık bir de şiir yazdı. Bu şiirinde özetle şöyle dedi:
- Ey Kâ’b! Kabûl etmeyip, yerdiğin bu İslâm dîninden daha gerçek ve daha sağlam bir din olamaz, var sende? Kurtulmak istiyorsan putları bırak, bir olan Allaha îman et, Müslüman ol ki, kurtulabilesin! Kıyâmet gününde kaçılamayacak olan Cehennem ateşinden, Müslüman olup, îman edenlerden başkası kurtulamayacaktır.

Resûlullahın yanına gel!
Büceyr, kardeşi Kâ’b’a yazdığı mektubun bir kısmında da şöyle yazmıştı:
- Resûlullahı şiir yazarak hicvedip üzen Mekkelilerden bâzıları öldürüldü. Kureyş şâirlerinden sağ kalan İbni Zibâra ve Hubeyre bin Ebî Vehb ise başlarını alıp kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan, acele Resûlullahın yanına gel!

O, yaptığına pişman olup, tevbe ederek yanına gelen kimseyi öldürmez. Böyle tevbe ederek, gelip Müslüman olanların hepsini kabûl etti. Bu mektubumu alır almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde başını al, nereye gideceksen git!

Kâ'b bin Züheyr, kardeşi Büceyr'in mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti. Zaten kabîlesi arasında bulunan düşmanları, onun için, "O, artık öldürülmüş demektir!" diyerek dedikodu yayıyorlardı.

Kâ'b bin Züheyr, bu durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi. Medîne yollarına düştü. Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de tevbe edip, Müslüman olduğunu bildiren uzun bir şiir yazdı.

Sohbetini dinliyorlardı
Medîne'ye varınca, gizlice Cüheyni kabîlesinden olan bir arkadaşının evine gidip, misâfir oldu. Ertesi gün sabah, evine misâfir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin yanına götürdü. Peygamberimiz o sırada, Eshâb-ı kirâm arasında idi. Eshâb-i kirâm etrafini sarmış, sohbetini dinliyorlardı.

Kâ'b bin Züheyr, devesini mescidin önüne çöktürüp, içeri girdi. Peygamberimizin yanına yaklaşıp, kendini tanıtmadan dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Kâ'b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman verip, Müslüman olmasını kabûl eder misiniz?

Peygamberimiz buyurdu ki:
- Evet.
- Yâ Resûlullah, ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de O'nun Resûlüsün!
- Sen kimsin?
- Ben Kâ'b bin Züheyr'im.

Eshâb-ı kirâm onun Kâ'b bin Züheyr olduğunu anlayınca, Ensârdan biri ayağa kalkıp dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müsaade et, boynunu vurayım!

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Vazgeç ondan! O, içinde bulunduğu hâlden pişman ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir.

Bu sırada Kâ'b bin Züheyr, Müslüman olduğunu bildiren bir kaside okumaya başladı. Bu kasîdesinde uzun bir girişten sonra, asıl mevzuya geçip, Müslüman olduğunu, tevbe ettiğini ve af dilediğini dile getirdi. Son kısmında da Peygamberimizi ve Eshâb-ı kirâmi metheden beyitleri okudu.

Hırkasını hediye etti
Peygamberimiz, Kâ'b bin Züheyr'in, "Banet süâdü= Sevgili uzaklaştı" sözleriyle başlayan bu kasîdesini beğenip, çok memnun oldu. Onu affetti. Bürdesini (hırkasını) çıkarıp, onun omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ'b bin Züheyr'in kasîdesi, "Kasîde-i Bürde" ismi ile meşhur olmuştur. Hazret-i Kâ'b 645 senesinde Şam'da vefât etti.

Resûlullahın hediye ettiği bu hırka, Hazret-i Muaviye tarafından Kâ'b bin Züheyr'in vârislerinden satın alınıp, muhafaza edilmiştir. Sırasıyla Emevîlere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır'ın fethinde Mekke Serifi tarafindan diğer kutsal emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han'a teslim edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu hırka, "Hırka-ı Saadet" ismi ile meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul'da Topkapı Müzesinde "Hırka-ı Saadet" odasında muhafaza edilmektedir.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:22:38
Kâ'b Bin Mâlik

Peygamber efendimizin şâirlerinden.

Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatır:

Bunları tanıyor musun?
Kavmimizden müşrik olan ba'zı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyâret için Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, bana dedi ki:
- Bizi Resûlullah aleyhisselâma götür.

Birlikte Resûlullah efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir adama Resûlullahı sorduk. Adam bize:
- Mescid-i Harâm'a gidiniz! Aradığınız O zât şimdi orada amcası Abbâs ile birlikte orada oturuyor, dedi.

Biz tüccâr olduğu için Hazret-i Abbâs'ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde Resûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Resûlullah efendimiz Hazret-i Abbâs'a sordu:
- Bu zâtları tanıyor musun?
- Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin Mâlik'tir.
- Şu şâir olan Kâ'b mı?

Hazret-i Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Resûlullah efendimizin bu sözünü hayatım boyunca unutmadım.

Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır:

Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah efendimizi bekliyorduk. Sonra Resûlullah efendimiz amcası Hazret-i Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti yayacaklarına söz verdiler.

Akabe bî'atinden sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir savaşına katılmadı. Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

Tanıyamadın mı yâ Kâ'b?
Uhud savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da:
- Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.

Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu.

Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve dedi ki:
- Tanıyamadın mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim.

Hazret-i Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazâsına gidilecekti. Daha önceki gazâlarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.

İşleriyle oyalandı
Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere hazırlanırken Hazret-i Kâ'b; "hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim" diyerek, kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamber yola çıktığı zaman Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:

"Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da mümkün olmadı. Resûlullah efendimiz bu gazâya gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münâfıklık damgası vurulmuş kimseleri, yâhut âcizleri görmem beni kederlendirdi."

Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hazret-i Peygamber, orada Kâ'b'ın ne yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, (elbiselerine ve boyuna bakıp gururlanması onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine Hazret-i Peygamber sükût etti.

Sefer sona erip de Müslümanlar Medîne'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş bir endişe ve telâş kapladı. Resûlullah efendimiz dönünce ona ne diyeceğini düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mâzeretler geliyor, ama o Resûlullaha yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu.

Nitekim Resûlullahın Medîne'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakîkatı olduğu gibi söylemeye karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:
"Resûlullah efendimizin huzûruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir gülümseyişle, "Gel" buyurdular. Yürüyüp yanına vardım ve önüne oturdum. Bana sordular:
- Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bî'at etmemiş miydin?
- Evet, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazâbından kurtulabileceğimi zannederdim. Zîrâ söz söylemesini bilirim.

Hiç bir özrüm yoktur
- Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahü teâlâ sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.

Lâkin ben doğruyu söylemekle Allahtan hayırlı netîce beklerim. Yemin ederim ki, gazâdan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.

Kâ'b Resûlullaha doğruyu söylerken gözleri önünde, ba'zı münâfıklar yalan mâzeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu mâzeretlerini kabûl ederek kalblerinde yatan niyeti Allaha havâle etmişti. Fakat Kâ'b Allah ve Resûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı.

Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mâzeret belirtmemesi üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahü teâlâ senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!

Âciz duruma düştün
Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarından ba'zı kişiler, benimle birlikte geldiler ve bana dediler ki:
- Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz. Ne çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde Resûlullah efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Resûlullah senin hakkındaki magfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi!

Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet Resûlullah efendimizin yanına dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra, onlara sordum:
- Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?
- Evet! İki kişi daha vardır. Onlar da, Resûlullaha senin söylediğin sözün benzerini söylediler. Resûlullah tarafından onlara da, sana söylendiği gibi söylendi.
- Kimdir onlar?
- Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyye-tül-Vâkıfî'dir!

Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:
- Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah, herhalde, Allahü teâlâ, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahü teâlâ, bu husûsta onlardan hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir!

Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya başladı. Diğer iki Sahâbî evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle namazlarını kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu.

Allah ve Resûlü daha iyi bilir
Resûlullaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnâda onun çehresine bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu hâlden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:
- Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allahı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun?

Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.

Bunun üzerine Kâ'b mahzûn bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.

Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'ın imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b 50 gün devam eden bu ızdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu:
- Efendinizin size uygunsuz muâmelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gelin, size ikrâmlarda bulunuruz.

Tereddütsüz reddetti
Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikrâm ve haşmet teklif eden bir da'vet vardı.

Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir zamanda, böyle câzip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.

Tam bu esnâda, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi. Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacaktı.

Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahâbîye de gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullaha bağlılığını sarsmadı. İşledikleri hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlarıyla Allaha yalvarıp istigfâr ediyorlardı.

Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Resûlünü terketmek akıllarından bile geçmiyordu. Îmânları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:

Ey Kâ'b, müjde!
"İnsanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Rûhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdetâ yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnâda bir ses işittim:
- Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde!

Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."

Peygamber efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahâbînin tevbelerinin kabûl edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahâbîler müjdeyi kardeşlerine ilân etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer iki Sahâbîye müjdeciler gönderdiler.

Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanına gidişini şöyle anlatır:
"Hemen Resûlullah efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar. "Allahın, tevbeni kabûl buyurması, sana kutlu olsun!" diyerek beni, kutladılar.

Mescide varıp girdim. O sırada, Resûlullah efendimiz, eshâbıyla oturuyordu."

Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti:
"Kendisine selâm verdiğim zaman, Resûlullah efendimiz, sevinçten yüzü şimşek çakar gibi bir hâlde olarak bana buyurdu ki:
- Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman, üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!

Bunun üzerine Peygamber efendimize sordum:
- Yâ Resûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahü teâlâdan mı?
- Hayır! Benden değil, Allahü teâlâdandır!

Yüzü ay gibi parlardı
Zâten, Allahü teâlâ tarafından sevindirildiği zaman, Resûlullahın yüzü, sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından anlardık.

Resûlullah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Hem tevbemin kabûlüne şükür için, hem de Allahın ve Resûlünün rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!

Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki:
- Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için daha hayırlıdır.

Bunun üzerine dedim ki:
- Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime alıkorum. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı. Artık ben, tevbemin icâbından olarak, bundan böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça, doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!

Vallahi, Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan hiç bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek husûsunda, Allahü teâlânın bana yaptığı imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!

Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek, aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahü teâlânın beni yalandan koruyacağını umarım!

Allahü teâlâyı ananlar müstesnâ
Günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâbı Hak, kelâmında meâlen buyurdu ki:
(Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar...)

Bu şiddetli hitap karşısında, Hazret-i Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve Hassân bin Sâbit ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber efendimiz, âyetin devamını okudular:

(Ancak îmân edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ. Onlar öteki şâirler gibi değildirler.) [Şuarâ:224]

Hazret-i Kâ'b ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Âyet-i kerîmenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.

Peygamberimizin şâirlerinden olan Hazret-i Kâ'b, Hicretin 50. yılında Hazret-iMuâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:23:39
Katade bin Nu’man

Eshab-ı kiramın okçularından.

Eshab-ı kiramdan Cabir bin Abdullah şöyle bildiriyor:
Uhud Harbi sırasında, Katade bin Nu’man, Peygamberimize bir yay hediye etmişti. Peygamberimiz de yayın baş kısmı eskiyinceye kadar bu yay ile müşriklere ok atmış'idi. Sonra yayı tekrar Katadeye iade etmişti.

Katade de bu yay parçalanıncaya kadar düşmanlara ok attı. Yay parçalandıktan sonra da, sapı ile Peygamberimizin önünde durarak, Ona hücum eden müşriklere karşı vücudunu siper etti. Nihayet gözüne bir ok isabet ederek gözü çıktı.

Hiçbir eksiği olmaz
Gözbebeğini eline alarak, Peygamberimizin huzuruna geldi. Resulullah efendimiz onu görünce, buyurdu ki:
- Ya Katade bu ne hal?
- Ya Resulallah, gördüğünüz gibi gözüm çıktı.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- İstersen bu haline sabret! O zaman cennet senin için hazırlanır. Eğer istersen göz bebeğini yerine koyup, senin için Allahü teâlâya duâ edeyim, eskisinden hiçbir eksiği olmaz.

Hazret-i Katade dedi ki:
- Ya Resulallah! Benim çok sevdiğim bir eşim var. Beni bu halde görürse, belki hoş karşılamaz. Peygamber efendimiz Katade hazretlerinin elinden gözü alıp, çıktığı yere koydu ve, "Ya Rabbi! Katadenin gözünü güzel eyle!" diye duâ etti.

Katadenin gözü eskisi gibi sağlam oldu. Peygamberimizin mucizesiyle görmeye başladı. Hatta bu gözü diğer gözünden daha iyi görürdü.

İmam-ı a’zam hazretleri Peygamberimizi methetmek için yazdığı bir şiirinde, bu hadiseyi şöyle yazmıştır: “Mucizenle geri getirdin, Katadenin gözünü.”

Mekke’nin fethedildiği gün, kabilesinin, Beni Zafer kolunun bayrağı Hazret-i Katadenin elindeydi.

Dönüşte bana uğra!
Katade hazretleri bir gece, karanlıkta yatsı namazına giderken, yolda Peygamberimize rastladı. Peygamberimiz ona sordular:
- Katade, sen misin?
- Evet, ya Resulallah.
- Dönüşte bana uğra!
Namazdan sonra uğradığında, Peygamberimiz ona bir hurma dalı verdi.

O günden sonra Katade hazretleri gece bir yere giderken, yanında o hurma dalını taşıyınca, o hurma dalından etrafa ışık yayılır, çevresini aydınlatırdı.

Hazret-i Katade buyurdu ki:
“Size, hastalığınızı teşhis ettirip, tedavi çarelerini bulduran Kur’an-ı kerim'dir.

Hastalığınız günah işlemek, tedavisi ise, tevbe ve istiğfardır.”

“Kabir azabı üç şeyden meydana gelir: Bunun üçte biri gıybet, üçte biri nemime yani söz taşıma, diğer üçte biri de idrardan sakınmamaktır.”

"Elbise, servet, güzellik ve ilim gibi nimetler kendisine verilip de, tevazu etmesini bilmeyenlerin bu varlıkları, kıyamet günü kendilerine vebaldir.

Hazret-i Katade hicri 646 tarihinde 65 yaşında Medine-i münevverede vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:24:32
Meymune Binti Hâris  

Peygamberimizin hanımlarından.

Hazret-i Meymune, Hazret-i Abbas’ın hanımı Ümm-i Fadl’ın kızkardeşi idi. İlk önce cahiliyye devrinde Mesud bin Amr ile evlenmişti. Ondan ayrılınca, Ebû Rühüm bin Abdiluzza ile nikâhlandı. Bu da vefat edince dul kaldı.

Meymune dul kaldı
Resulullah efendimiz, Hicretin yedinci senesi Hayber’in fethinden sonra, Zilkade ayında, umre niyeti ile yola çıktı. Cuhfe’de bulunduğu sırada Hazret-i Abbas ile buluşunca, Hazret-i Abbas, “Ya Resulallah! Meymune binti Hâris dul kaldı. Onu kendine hanımlığa alsan olmaz mı” diye teklifte bulundu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Ebu Rafi ile ensardan bir zatı Mekke’ye dünürlüğe gönderdi.

Hazret-i Meymune, Resulullahın kendisine dünür olduğu haberini deve üzerinde iken alınca, dedi ki:
- Deve de, üzerindeki de Resulullahındır.

Peygamber efendimizin teklifini severek kabul etti. Bu işin gereğinin yapılmasını da ablası Ümm-i Fadl’a, o da kocası Hazret-i Abbas’a bıraktı.

Böylece Hazret-i Abbas, Hazret-i Meymune’nin nikâhlanmasında vekil oldu. Resulullah efendimiz Mekke’de umreyi tamamladıktan sonra, Medine’ye dönerlerken Şerif mevkiine gelince, Hazret-i Abbas, dörtyüz dirhem mehir ile Hazret-i Meymune’yi Resulullaha nikâhladı. Burada düğün merasimi de yapıldı.

Hazret-i Meymune, Resulullahın nikâhı ile şereflenen, son hanımı oldu. Peygamberimiz bundan sonra bir daha evlenmedi.

Hazret-i Meymune çok hayır yapar, ibadette bulunurdu. Dinî emir ve yasaklara da son derece dikkat ederdi. Hazret-i Aişe onun hakkında buyurmuştur ki:
- Meymune bizim hepimizden fazla Allahü teâlâdan korkan ve sıla-i rahmi, yani yakın akrabaları gözeten bir hanım idi.

Hazret-i Meymune bazan borç alır ve hayır işlerine harcardı. Bir ara çok borçlanmıştı. Bunu nasıl ödeyeceğini sordukları zaman dedi ki:
- Resulullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: “Herkes iyi niyetle borçlanırsa, Allahü teâlâ onun borcunu öder.”

Beni Mekke’den çıkarınız!
Hazret-i Meymune 671 senesinde Mekke’de hastalandığında dedi ki:
- Beni Mekke’den çıkarınız! Çünkü Resulullah efendimiz, benim Mekke’nin dışında vefat edeceğimi haber verdi.

Kendisini çıkardıkları zaman, Resulullaha nikâhı yapılmış olduğu yerde vefat etti. Cenaze namazını yeğeni Hazret-i Abdullah bin Abbas kıldırdı. Cenazesi kaldırılacağı zaman Hazret-i Abdullah şöyle dedi:
- Bu Resulullahın hanımıdır. Cenazeyi fazla sallamayın ve edeple yola devam edin.

Hazret-i Meymune, Resulullahın son nikâhı olduğu gibi, hanımlarının da en son vefat edeni idi.

Kendisinden 46 hadis-i şerif veya başka bir rivayete göre 76 hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan 7 tanesi Buhârî ve Müslimde, diğerleri de çeşitli hadis ve fıkıh kitaplarında vardır.

Hazret-i Meymune’nin ismi daha önce "Berre" iken, Resulullah efendimiz değiştirerek “Meymune” yaptı.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:25:24
Mikdâd Bin Esved

Resûlullahın süvârilerinden.

Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı başlayacağı sırada, Peygamberimiz Eshâbın ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişâre etti. Henüz Müslümanlar çok azdı.

Harp için hazırlıkları yok sayılırdı. Maddî imkânları azdı. Önce Hazret-i Ebû Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in fikirlerini aldı. Onlardan herbiri:
- Hiçbir hizmet ve fedâkârlıktan geri durmayız, diyerek, Resûlullahın dilediği gibi hareket etmesini istediler.

Ne ise bize bildir
Hazret-i Mikdâd şöyle konuştu:
-Ey Allahın Resûlü! Cenâb-ı Hakkın emirleri ne ise, bize bildir. Biz, size itâat ederiz. Yahûdîlerin, Hazret-i Mûsâ’ya söyledikleri gibi, “Sen, Rabbinle beraber git de, düşmanlarla savaş!.. Biz burada, seni bekleyicileriz” demiyoruz. Biz hepimiz, senin sağında, solunda, önünde, arkanda harp etmeye hazırız.

Bu sözleri işiten sevgili Peygamberimizin mübârek yüzleri aydınlandı. Çok memnun oldular. Çünkü kuvvetli bir müşrikler ordusu üzerlerine geliyordu.

Onun, bu ferâgat ve şecâat misâli sözlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz, ona duâ etti.

Hazret-i Mikdâd’ın söyledikleri çok te’sîr etti. Diğer Eshâb da, onun gibi konuştular. Böylece, İslâmın ilk harbi ve ilk zaferi gerçekleşti.

Bedir savaşında büyük bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved, bu savaşta İslâm ordusunda süvâri idi. Bunun için kendisine, Resûlullahın süvârisi denilirdi.

Hazret-i Mikdâd, ok atmakta, binicilikte son derece mâhir bir yiğitti. Bedir’deki kahramanlıkları siyer ve hadîs kitaplarında anlatılmaktadır.

Hazret-i Mikdâd, Müslümanlığı kabûl eden ilklerdendir.

Sütleri paylaşınız
Bir gün Hazret-i Mikdâd ve iki arkadaşı, iyice yorgun ve aç idiler. Sonunda, Efendimize gittiler. Avluda, 3 keçi bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz onları, perişân hâlde görünce buyurdu ki:
- Şunları sağınız da, sütleri paylaşınız!

Sevinerek öyle yaptılar ve açlıktan kurtuldular. Sonraki günlerde de, aynı şekilde hareket etmeye başladılar.

Her akşam hâne-i saâdete, Peygamber Efendimizin huzûr verici evlerine gelirler, kendilerine ayrılan odaya girmeden önce, keçileri sağarlar, karınları doyuncaya kadar içerler, Peygamber efendimizin paylarını da ayırırlardı.

İki cihânın Sultânı, şâyet onlardan sonra gelirlerse, uyanık olanların duyacağı, fakat, uyuyanları uyandırmayacak bir sesle; selâm verirler, gece namazlarını kılarlar, süt kabındaki kendi paylarına ayrılan sütü içerlerdi.

Bir akşam Peygamber efendimiz, Ensâra da’vetli idiler. Hazret-i Mikdâd, “Nasıl olsa orada, izzet ve ikrâm edilecekler. Evdeki sütü içmeye, ihtiyaç duymayacaklar!..” diye düşündü.

Bir türlü uyuyamıyordu
İşte o duygularla, Peygamber efendimizin süt payını da içiverdi. Ama içtiği anda, pişman oldu ve, “Peki şimdi, ne olacak? Biraz sonra Peygamber efendimiz gelip, sütlerini içmek isterlerse. Sütü bulamayınca da üzülürlerse...” diye düşünmeye başladı.

Yattığı yerde, bir türlü uyuyamıyordu. Üzerinde, bir örtü vardı. Başını örtse, ayakları; ayaklarını örtse, başı açıkta kalıyordu.

Nihâyet Peygamber efendimiz teşrîf ettiler. Her zamanki gibi yavaşca selâm verip, gece namazlarını kıldılar. Süt kabına baktılar. Tabiî kap bomboştu!..

Hazret-i Mikdâd’ın yüreği, hızlı hızlı çarpıyordu. Peygamber efendimiz ellerini kaldırdılar ve;
- Yâ Rabbî! Bize yedirenlere, Sen de yedir. İçirenlere, Sen de içir! diye duâ ettiler.

Kulaklarına inanamıyan Hazret-i Mikdâd, sevinçle üzerindeki örtüyü attı. Yavaşca doğrulup, keçilerin bulunduğu yere vardı.

Az önce onları sağmıştı, fakat, “Hangisinde süt bulursam, biraz alayım da, Peygamber efendimize takdîm edeyim” diye karar verdi.

Hayretle gördü ki, keçilerin hepsi de sütlüydü... Hemen sağdı. Kap tamamen dolmuş, üzeri süt köpükleriyle süslenmişti.

Dökmeden getirdi. Kâinâtın Efendisine dedi ki:
- İçiniz yâ Resûlallah!

Peygamber efendimiz hayretle sordular:
- Yâ Mikdâd! Sizler bu gece, süt içmediniz mi?

O tekrar ricâda bulundu:
- İçiniz, yâ Resûlallah!

Ne oldu, yâ Mikdâd?
Sevgili Peygamberimiz alıp içtiler. Sonra da süt kabını, kendisine uzattılar. Artan kısmı da, o içti.

Büyük lezzet ve haz duymuştu. Peygamber efendimizden artan sütün, harareti söndürücü olduğunu hissedince güldü. O zaman Resûl-i ekrem sordular:
- Ne oldu yâ Mikdâd?

O da, bütün yaptıklarını ve üzüntüsünü bir bir anlattı. İki Cihân Güneşi tebessüm ettiler ve buyurdular ki:
- Bu hâl, cenâb-ı Hakkın bizlere rahmetidir. Allahü teâlâya şükredelim!

Hazret-i Mikdâd, uzun boylu, iri; fakat yakışıklı bir zât idi. Bir arkadaşının akrabâsıyla evlenmek istedi. Nedense arkadaşı râzı olmadı. O da durumu, Peygamber efendimize bildirdi.

Çok kırıldığını anlayan sevgili Peygamberimiz, kendisini memnûn etmek istediler. Öz amcalarının kızı, Hazret-i Dıbaa ile evlenmelerini sağladılar. Bu sâyede, Allahü teâlânın Resûlüyle akrabâlık şerefine erişmiş oldu.

Hazret-i Mikdâd bütün müşküllerini Peygamber efendimize sorarak hallederdi. Bir gün Peygamber efendimize sordu:
- Yâ Resûlallah! Ben bir kâfirle dövüşürken, o, bir kolumu kesse, sonra da, ağaç arkasına sığınıp, “Allah rızâsı için, Müslüman oldum” dese, onu öldürmek, benim için câiz midir?

Peygamber efendimiz buyurdular ki:
- Hayır! Onu öldürme!
- Fakat o, benim kolumu kestikten sonra Kelime-i Şehâdet getirmiş bulunuyor. Böyle olduğu hâlde, onu öldürmiyeyim mi?

Onu öldürme!
Allahü teâlânın Resûlü tekrar buyurdular ki:
- Onu öldürme! Çünkü, Müslüman olduktan sonra öldürürsen, onun “şehâdet” getirdikten önceki hâline dönersin. O da senin, onu öldürmenden önceki hâline döner.

Hazret-i Mikdâd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra da gazâdan gazâya koştu. Kılıç kullanması ve ok atması kadar, hâfızlığı da mükemmeldi. Savaş meydanlarında mücâhidleri, Kur’ân-ı kerîm okuyarak da coşturuyordu.

Hazret-i Ebû Bekir devrinde yapılan, Ecnadin muhârebesinde akılları şaşırtan işler başardı. Yüzlerce hâfız-ı Kur’ânı etrafına toplamış, İslâm askerlerine heyecan ve şevk veriyordu.

Hazret-i Ömer zamanında, Mısır seferi açıldı. Oraya giden İslâm kumandanı, Halîfeden yardım istedi. Hazret-i Ömer, ona gönderdiği mektupta şunları yazdı:
“Sana yardım için, dört Müslümanı yolluyorum! Çünkü onların her biri, bin askere bedeldir. Haydi, Allah yardımcınız olsun.”

“Bin kişiye bedel” Müslümanlardan biri de, Hazret-i Mikdâd idi. Evvel Allah, sonra onların yardımıyla; bereketli Nil vâdisi fethedildi. Mısır’ın karanlık toprakları, İslâm ışıklarıyla nûrlandı.

Peygamber efendimizin Medîne’ye hicretlerinden 24 yıl sonra idi. Hâinin biri, halîfe Hazret-i Ömer’i hançerledi. Hayatından ümit kesildi. Yerine geçecek halîfeyi bildirmesini istediler. O da en kıymetli altı Müslümanı seçti. Onların hepsi sevgili Peygamberimiz tarafından Cennetle müjdelenmiş kimselerdi...

Halîfe daha sonra, Hazret-i Mikdâd’ı çağırdı. Kendisine;
- Ey Resûlullahın süvârisi! Beni kabrime koyar koymaz, sen de, bu 6 Müslümanı bir eve topla! Aralarından birini halîfe seçmedikçe onları bırakma, emrini verdi.

Hazret-i Ömer’in bu derece güvenini kazanan Hazret-i Mikdâd, vazîfesini eksiksiz yerine getirdi. Hazret-i Osman, halîfe seçildi.

Toprakla bulayınız!
Bir müddet sonra Halîfenin huzûruna, ba’zı işadamları geldiler. İşlerini anlatırken, Hazret-i Osman’ı, yüzüne karşı övmeye başladılar. O zaman Hazret-i Mikdâd, yerden bir avuç toprak aldı. Övücülerin yüzlerine fırlattı.

Niçin böyle yaptığını soranlara da buyurdu ki:
- Çünkü Resûl-i Kibriyâ; “Yüzünüze karşı sizi övenlerin yüzlerini, toprakla bulayınız” buyurmuşlardı.

Hazret-i Mikdâd, Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hazret-i Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu heyete Hazret-i Mikdâd bin Esved’i de almıştır.

O devirde yaşasaydınız!
Hazret-i Mikdâd gittiği her yerde, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf öğretmeye gayret ediyordu. Mısır’da iken adamın biri, onun yüzüne bakıp, “Resûl-i ekremi gören, bu gözlere ne mutlu!” deyiverdi. Hazret-i Mikdâd biraz da üzülerek şunları söyledi:
- Sizleri bunu söylemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınızın ne olacağını biliyor musunuz? Allaha yemîn ederim ki, Resûlullah efendimiz, kendisine uymayan ve tasdîk etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı.

Hâlbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle, Resûlullahın size getirdiklerini tasdîk ederek, yalnız Allahı biliyor ve ona îmân ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti.

İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah efendimiz, insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları câhiliyet ve vahşet devrinin en şiddetlisinde gönderilmiştir.

O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân yerleştikten sonra, îmân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu.

Kimsenin Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve îmân etmesini arzûlar, bunun için çırpınır, Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu husûsta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”

Sevmemi emir buyurdular
Hazret-i Mikdâd 653 yılında 70 yaşlarında hastalandı. Çok geçmeden Hakkın rahmetine, Resûlünün hasretine kavuştu. Hazret-i Osman buyurdu ki:
- Ey Müslümanlar! Sevgili Peygamberimiz bizlere bildirdiler ki:
“... Allahü teâlâ, Eshâbımdan 4 kişiyi çok sevdiğini; benim de, onları sevmemi emir buyurdular. Onlar: Ali, Mikdâd, Selmân ve Ebû Zer’dir...”

Cenâze namazını bizzat, Hazret-i Osman kıldırdı.

Hazret-i Mikdâd’ın doğum yeri olan Behrâ, Arab Yarımadası’nın güneyindedir. Kabîlesi diğer kabîlelerle, kan da’vâsı içinde idi. Bu yüzden önce Kinde taraflarına, sonra da Mekke’ye geldi.

Mekke’de, kendisini çok seven Esved bin Abd-i Yegus, Hazret-i Mikdâd’ı evlâd edindi. Asıl babasının ismi Amr olduğu hâlde, Esved’in oğlu olarak tanındı.

Hazret-i Mikdâd ilk Müslümanlardandır. Müslüman olduğunu gizlemeyen yedi mücâhidden biri oldu. Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimize îmân edip, putlara tapınmaktan vazgeçerek Müslümanlığı yeni kabûl edenlerin hepsine eziyet ve işkence etmeye başladılar.

Hicrete izin verildi
İslâmiyeti kabûl eden Hazret-i Mikdâd ve diğer kimsesiz Müslümanları yakalayıp, elbiselerini soydular. Demirden zırhlar giydirerek güneşin altında, kızgın kumların üzerine yatırarak saatlerce, hattâ günlerce, işkenceleri artırarak devam ettiler.

Müslümanları her gördükleri yerde yakalayıp hapsediyorlar, akla ve hayâle gelmedik işkenceler yapıyorlardı. İşkenceler, sonunda dayanılmaz bir hâl alınca, diğer Müslümanlarla beraber Habeşistan’a hicret etmelerine izin verildi. Mikdâd bin Esved de, Habeşistan’a hicret eden ikinci kâfilenin içinde yer aldı. Peygamberimizin Medîne’ye hicretine kadar orada kaldı. Buradan Medîne’ye döndü.

Mikdâd bin Esved Medîne’ye gelince, Resûlullah efendimiz, onu haber toplaması için Meke’ye gönderdi. Çünkü Peygamberimiz Mekke’deki müşriklerin durumunu araştırıp, Müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Nitekim daha önce Utbe bin Cezvan da, bu maksatla Mekke’ye gönderilmişti.

İşte bu sıralarda Mekkeli müşrikler, birkaç koldan Medîne’ye akın için hazırlanmışlar, keşfe çıkmışlardı. Hazret-i Mikdâd ile Hazret-i Utbe de bunların arasına sokularak beraberce ilerlediler. Resûlullah efendimiz de tam bu sırada Ubeyde bin Hâris’i keşif için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medîne’ye döndüler.

Hazret-i Mikdâd cesûr, gözüpek ve fedâkâr bir Müslümandı. Bütün önemli hâdiselerde, ona vazîfe verilirdi. Hîleyle esîr ve şehîd edilen, Hazret-i Hubeyb’in mübârek cesedi, müşriklerin elindeydi. Bunu istemeyen Efendimiz, Hazret-i Ebû Zer ile Hazret-i Mikdâd’ı vazîfelendirdi.Her husûsta, Kur’ân-ı kerîme ve sevgili Peygamberimize uygun hareket ederdi. Kur’ân-ı kerîmi baştan başa ezberlemişti. Hâfız idi. Çünkü Resûl-i ekrem buyurmuştu ki:

(Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefâ’at eden ve şefâ’ati kabûl edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmin emirlerine uyarsa, Kur’ân-ı kerîm, onu Cennete götürür.

Kim de Kur’ân-ı kerîmin emirlerine sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân-ı kerîm en hayırlı yolu gösterir. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. O hakîkate ulaşmak için Allahın sağlam ipidir. Doğdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân-ı kerîmi duydukları zaman, hayretten, “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakîkattir.)

İnsan kalbi
Hazret-i Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerini netîcesine bakarak hüküm verirdi. Bu husûsta kendisi şöyle bildiriyor:

Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dâir Resûlullahtan bir şey sorulmuştu da, şu cevâbı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”

Cenâb-ı Hak bizleri de, Onlara kavuştursun, âmin.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:26:29
Muaviye bin Ebi Süfyan

Resulullahın vahiy kâtibi.

Hazret-i Muaviye (radıyallahü anh), Peygamber efendimizin kayınbiraderi ve vahiy kâtibi idi. Resulullahın zevcelerinden Habibe validemizin kardeşidir. Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Öleceği zaman, Resulullahın kendisine hediye ettiği bir gömleğe sarılıp, hazinesinde saklamış olduğu, Resulullahın mübarek saç ve tırnak kesintilerinin de gözlerine ve ağzına konularak defnedilmesini vasiyet etmişti. Kabri Şam’dadır.

Mekke fethedildiği gün babası ile beraber, Resulullahın önünde müslüman oldu.

Hazret-i Muaviye, Peygamber efendimizin kâtiplerinden idi. Yazısı güzel idi. Fasih, halim, vakur idi.

Zeyd ibni Sabit diyor ki:
Muaviye, Cebrailin getirdiği vahyi ve Peygamber efendimizin mektuplarını yazardı.

Fahr-i âlemin emniyetlisi idi. Bu yüksek rütbe, derecesinin ne kadar yukarı olduğunu gösterir. Bu büyük zata dil uzatanlar, Server-i âlemin Kur’an-ı kerimi yazmakta emniyet ettiğine dil uzatmış olurlar.

Abdullah ibni Mübarek hazretlerinin ilminin derecesini bilmeyen bir müslüman yoktur. Din imamı idi. Her ilimde ileri, her işi ilmine uygun idi. Peygamber efendimizin ilmine tam vâris idi. İşte bu büyük âlim buyuruyor ki:

(Hazret-i Muaviye, Resulullahın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den bin kere efdaldir.)

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Hazret-i Muaviye’nin yanılması, Resulullahın sohbeti bereketi ile, Veysel Karani’nin ve Ömer bin Abdülaziz’in doğru işlerinden daha hayırlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni As’ın yanlış bir işi, o ikisinin şuurlu işinden daha üstün oldu. (1/120)

Din-i İslamın en büyük âlimlerinden İbni Hacer-i Mekki hazretleri de buyuruyor ki:
Şüphe yoktur ki, Hazret-i Muaviye Sahabe-i kiramın nesep itibariyle büyüklerindendir. Peygamber efendimize nesep ile ve nikah ile çok yakın ve mahremleridir. Server-i âlem, Onun hilm ve sehasını meth ve sena buyurdu. Onda İslamiyet, sohbet, nesep, nikahla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resulullahın yanında bulunmaya sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm ve ilim ve Halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salahı ve imanı ve izanı olan kimse için artık bu hususta fazla anlatmaya lüzum kalmaz. (Sava’ik-ul-muhrika)

Hazret-i Muaviye, Huneyn Gazasında Resulullahın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gazvesine katıldı. Veda Haccında bulundu. Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer zamanlarında Suriye taraflarındaki savaşlara katıldı. Hazret-i Ömer, onu Şam valisi yaptı. Hazret-i Ömer zamanında 4 yıl, Hazret-i Osman zamanında 12 yıl, Hazret-i Ali zamanında 5 yıl, Hazret-i Hasan zamanında altı ay Şam’da 21.5 sene vali oldu. [41.] senede, Kufe’de halife seçildi. 19 sene, dört ay halifelik yaptı.

Aklı, zekası, fesahatı, sabrı, yumuşaklığı, ikramı, cömertliği fevkalade çok idi. Müslümanların başına geçeceği, hadis-i şerifte bildirildi. Kendisinden çok hadis-i şerif alındı, kitaplara yazıldı. Bu da, büyüklüğünü ve kendisine güvenildiğini göstermektedir.

İslamiyet’in yayılmasında kıymetli ve pek çok hizmetlerde bulundu. Miladi 662’de Sicistan’ı, 663’de Sudan’ı, bir sene sonra Afganistan’ı, Kâbil şehrini ve Hindistan’ın kuzey kısmını, 665’te Tunus’u (Afrikiyye’yi) aldı. 668’de gemilerle gittiği Kıbrıs’ı ve iki sene sonra da İran’daki büyük Kuhistan eyaletini fethetti. Yine aynı sene Bizans İmparatoru Dördüncü Kostantin zamanında, oğlu Yezid’i büyük bir ordu ile İstanbul’un fethi için gönderdi ve şehir kuşatıldı. Kostantin, her sene büyük miktarda vergi vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı.

673’de Ubeydullah bin Ziyad’ı Horasan’daki orduya kumandan yapıp, Ceyhun Nehrini develerle geçerek Buhara’yı aldı. Hazret-i Ömer tarafından fethedilen Kudüs hıristiyanlara geçince, Hazret-i Muaviye şehri tekrar ele geçirdi. Yemen, Mısır, Kayrevan, Irak, Azerbaycan, Anadolu, Horasan ve Maveraünnehire hakim oldu. Müslümanlar tarafından çok sevildi. Peygamber efendimiz, Hazret-i Muaviye’ye, (Ey Muaviye! Memleketlere hakim olduğun zaman, iyilik et!) buyurmuştur. Resulullahın sohbeti ve hayır dualarının bereketiyle, İslamiyet’in tesir sahasını çok genişletti ve İslamiyet’ten hiç ayrılmadı.

Hazret-i Muaviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetliydi. Güzel konuşur, adaletli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimliydi. Arabistan’da meşhur olmuş dört dâhi Sahabiden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmıştı. Hatta Hazret-i Ömer, Hazret-i Muaviye’ye her bakışta, (Bu, ne güzel bir Arap sultanıdır) derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyerdi. Resulullahın sohbetinin bereketiyle şeriattan hiç ayrılmazdı. Hazret-i Ali onun hakkında; Muaviye’nin idaresini kötülemeyiniz! Zira onu kaybederseniz başların koptuğunu ve düştüğünü görürsünüz buyurmuştur. (Kısas-ı Enbiya, Mirat-i Kâinat, Medaric-ün-nübüvve)
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:27:33
Muaz bin cebel

Helâl ve harâmı iyi bilen sahâbî.

Peygamber efendimiz Müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek buyurdu ki:
- İçinizden hanginiz Yemen'e gider?

Hazret-i Ebû Bekir cevap verdi:
- Ben giderim yâ Resûlallah!

Peygamberimiz bir müddet sonra tekrar sordu:
- Hanginiz Yemen'e gider?

Bu sefer Hazret-i Ömer cevap verdi:
- Ben giderim Yâ Resûlallah!

Peygamberimiz biraz sonra yeniden sordu:
- İçinizden Yemen'e kim gider?

Mu'âz bin Cebel ayağa kalkıp dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ben giderim.

Vazife senindir
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Bu vazîfe senindir. Ey Bilâl! Bana sarığımı getir!

Mu'âz bin Cebel, Yemen'de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını vazîfelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen'e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz ona şöyle buyurdu:
- Sen ehl-i kitaptan ya'nî Yahûdîlerden ve Hıristiyanlardan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, onları önce, Allahtan başka ilâh olmadığına ve benim Allahın Resûlü olduğumu tasdîke da'vet et.

Eğer bunu kabûl ederlerse, onlara, Allahü teâlânın beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allahü teâlânın, zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir.

Bunu da kabûl ederlerse, zekât alırken sakın mallarının sadece en iyilerini seçme! Mazlumun âhını almaktan çekin. Çünkü Allahü teâlâ mazlumun duâsını hemen kabûl eder.

Sığırların zekâtı
Hazret-i Mu'âz diyor ki:
Resûlullah efendimiz bana, onlardan, her 30 sığırda, bir yaşında erkek veya dişi bir dana; her 40 sığırda iki yaşında bir dana... Her bülûğ çağındaki gayrı müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür (yirmide bir) alınmasını emretti.

Bundan sonra Resûlullaha dedim ki::
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatta bulunur musunuz?
- Yâ Mu'âz! Her ne hâlde ve her nerede olursan ol, Allahtan kork!
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatınızı artırır mısınız?
- Günâhın arkasından hemen iyilikte bulun ki, günâhı yok etsin!
- Yâ Resûlallah! Bana nasîhatınızı biraz daha artırır mısınız?
- İnsanlara güzel ahlâkla muâmele et! Yâ Mu'âz! Sen kitap ehli bir kavmin yanına gidiyorsun. Onlar senden, Cennetin anahtarının ne olduğunu soracaklardır. Onlara, Cennetin anahtarı Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, de!

Mu'âz bin Cebel tekrar sordu:
- Yâ Resûlallah! Bana, kitapta bulunmayan ve senden de işitmediğim bir şey sorulur ve halledilmesi için bana getirilirse ne yapmamı buyurursunuz?
- Allah için tevâzu göster, Allahü teâlâ seni yükseltir. Sakın iyi bilmedikçe hüküm verme! Sana müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danışmaktan utanma! En son ictihâd et! Muhakkak ki, Allahü teâlâ doğruluğuna göre seni muvaffak kılar. İşler sana karmakarışık gelirse, gerçek, sence belli oluncaya kadar bekle veya bana yaz! O husûsta keyfine göre hareket etmekten sakın! Yumuşak davranmanı sana tavsiye ederim.

Kabrimi ziyârete gelirsin
Resûlullah efendimiz vedâlaşırken buyurdu ki:
- Yâ Mu'âz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyâret için gelirsin.

Bunu işiten Mu'âz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz buyurdu ki:
- Ağlama yâ Mu'âz! Feryâd ederek ağlamak şeytandandır. Ben seni yürekleri yufka olan bir kavme gönderiyorum. Onlar hak üzerinde iki kere savaşacaklar. Onlardan sana itâat edenler, sana âsi olanlarla çarpışacaklar; hattâ kadın, kocasına; oğlu babasına; kardeş kardeşine öfkelenecek, sonra da İslâmiyete tekrar döneceklerdir.

Resûlullah efendimiz Mu'âz ile bir mil kadar yürüdü ve son olarak şu nasîhati yaptı:
- Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz! Birleşiniz, fırkalara ayrılmayınız! Bana yakın olanlar, tam bağlı olanlar, nerede olursa olsunlar, takvâ sâhipleri ve Allahü teâlâya hakkıyla kulluk edenlerdir.

Ne ile hükmedeceksin?
Resûlullah efendimiz ile Mu'âz arasında şu konuşma geçti:
- Sana bir da'vâ getirilince, insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?
- Allahın kitabıyla hüküm veririm.
- Ya O'nda açıkça bulumazsan?
- Resûlullahın sünneti ile hüküm veririm.
- Ya onda da açıkça bulamazsan?
- İctihâd ederek, anladığımla hükmederim.

Peygamber efendimiz, Mu'âz bin Cebel'in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini O'nun göğsüne koyup buyurdu ki:
- Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullahın rızâsına uygun eyledi.

Sonra da Mu'âz bin Cebel'e şöyle duâ etti:
- Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musîbetlerden muhafaza buyursun. İnsanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın. Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için dünyadan hayırlıdır.

Mu'âz bin Cebel, Yemen'de uzun müddet kaldı. Yemen halkı onun da'vetine uyarak İslâmiyeti kabûl ettiler. Hazret-i Mu'âz'ın işini kolaylaştırdılar. Yemen'de kaldığı müddetçe halka va'z ve nasîhatlar yaparak derdi ki:
- Ben Resûlullahın elçisiyim. Kesin olarak bilin ki, ölüm muhakkaktır. Orada Cennet ve Cehennemden başka bir yer yoktur. Oralara gidiş vardır, dönüş yoktur. Orada hayât sonsuzdur.

Allahü teâlânın emâneti
Peygamber efendimiz, Yemen'de iken çocuğunun ölümü üzerine Mu'âz bin Cebel'e gönderdiği ta'ziye mektubu şöyledir:

"Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun ni'metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin!

Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni'metlerinden, tatlı ve faydalı ihsânlarındandır. Bu ni'metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü teâlâ, ni'metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi; vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emir eyledi.

Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı ni'metlerinden idi. Geri almak için sana emânet bırakmıştı. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neş'elendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acı***, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir.

Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.

Üstünlüğü çoktur
Mu'âz bin Cebel, Peygamberimizin vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen'deki hizmetini tamamlayıp, Medîne'ye döndü. Hazret-i Ebû Bekir'in halîfeliği sırasında Medîne'de Hazret-i Ebû Bekir'in seçtiği danışma hey'etinde yer aldı. Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretti.

Mu'âz bin Cebel'in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Resûlullah efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde onu medhetmiş, övmüştür.

Abdullah bin Mes'ud buyurdu ki:
- Mu'âz bin Cebel, Allaha ve Resûlüne itâat eden, doğru yolda bulunan bir cemâ'at gibiydi. Biz Onu İbrâhim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allaha ve Resûlüne de itâat ederdi.

Hazret-i Mu'âz şöyle anlatıyor:

Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana buyurdu ki:
- Ey Mu'âz!
- Emredin, yâ Resûlallah!

Resûlullah efendimiz üç kere ismimi söyledikten sonra buyurdu ki:
- Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir, biliyor musunuz?
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
- Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların Kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiç bir varlığı O'na ortak koşmamalarıdır. Kullar bu vazîfelerini yerine getirirlerse, Allahü teâlâdan bekledikleri hakları, Allahü teâlânın onlara va'dettiği nedir, bilir misin?
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
- Bu takdirde kulların Allahü teâlânın üzerindeki hakkı, Onlara va'dettiği ni'meti vermesi ve azâb etmemesidir.

Mu'âz bin Cebel sağ olsaydı
Hazret-i Ömer'e, "bize kimi halîfe bırakıyorsun" denildiğinde buyurdu ki:
- Şâyet Mu'âz bin Cebel sağ olsaydı, onu halîfe bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana, "Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halîfe bıraktın" deyince, ben de, "Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın; (Mu'âz, kıyâmet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemâ'attır) buyurduğu kimseyi bıraktım" derdim.

Mu'âz bin Cebel der ki:
Resûlullah efendimiz bana buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Sana Allahtan korkmayı, O'na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur'ân-ı kerîmi okumayı, âhireti sevmeyi, âhiret hesâbının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeyi tavsiye ederim.

Hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günâhkâra itâatten, âdil hükümdara isyândan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan da seni nehyederim, sakındırırım.

Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günâhın peşinden tevbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günâh işlediğin zaman gizli, âşikâre günâh işlediğin zaman âşikâre tevbe edersin.

Allah için seviyorum
Tâbiînin büyüklerinden Ebû İdris el-Havlânî, Hazret-i Mu'âz bin Cebel'e, "seni Allah için seviyorum" dediğinde, Mu'âz bin Cebel şöyle cevap verdi:
- Sana müjdeler olsun, ey Ebû İdris! Ben Resûl-i Ekremin şöyle buyurduğunu işittim:

(Kıyâmet günü Arşın etrafında, birtakım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryâd ederken onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allahın gerçek dostlarıdır.)

Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca buyurdu ki:
(Onlar, Allah için birbirlerini seven kimselerdir.)

Peygamber efendimiz bir gün Hazret-i Mu'âz'a buyurdu ki:
- Yâ Mu'âz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terketme! Allahümme e'ınnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike.

Dînimi bana kim öğretecek?
Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor:
Mu'âz bin Cebel taûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hazret-i Mu'âz, Ona sordu:
- Niçin ağlıyorsun?
- Allaha yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımda bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.

Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:
- Hayır, bundan korkma! Îmân ve ilim, kıyâmete kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur'ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmete kadar korunacaktır.

Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve îmânı İbrâhim aleyhisselâma ihsân etmiştir. Hâlbuki o zaman, îmânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhim aleyhiselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O'na ihsân etti. İlmi, Hazret-i Ömer'den, Hazret-i Osman'dan ve Hazret-i Ali'den alınız! Eğer onları da kaybederseniz, Ebü'd-Derdâ'dan, Abdullah İbni Mes'ud'dan, Selmân-ı Fârisî'den ve Abdullah İbni Selâm'dan alınız!

Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkatı kim bildirirse kabûl ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, onu reddediniz!

Cennet ehlinin hasreti
Bir gün, birisi, Mu'âz bin Cebel'in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, ona buyurdu ki:
- Ey falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyadaki nasîbinden daha çok âhiret nasîbine muhtâçsın. Âhiret nasîbini, dünya nasîbine tercih et! Hattâ öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhiret servetine sahip olasın! Dünya ni'metleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.

Cennet ehlinin tek bir hasreti, pişmanlığı vardır. O da, Allahü teâlâyı unutarak geçirdikleri vakitlerdir.

Ebû Bâhirî şöyle anlatıyor:
Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Mu'âz bin Cebel de, orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki:

- Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir îmânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı câmide cemâ'atle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin mühim sünnetidir.

Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullahın sünnetini terketmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.

Mu'âz bin Cebel'e sordular:
- Duâ ne zaman kabûl olunur?

Buyurdu ki:
- İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen, Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldür.

Amel etmedikçe
Yezîd bin Câbir diyor ki:
Ben Mu'âz bin Cebel'den şöyle işittim. Buyurdu ki:
"- Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevâb alamazsınız."

Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor:
Bir zamanlar Mu'âz bin Cebel'in bir sohbetinde bulunmuştum. İlim hakkında şöyle buyurdu:
"- Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızâsı için öğrenin! Zîrâ Allah rızâsı için öğrenilen ilim, takvâyı, Allahtan korkmayı hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzâkere etmek tesbihtir; ilimden konuşmak, Allah yolunda cihâddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâya yakınlıktır. Zîrâ ilim, helâl ile harâmın terâzisi, Cennet ehlinin minâresi, gurbette insanın arkadaşıdır.

Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim, sahibine delildir. İlim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. Dostlarının yanında insanın süsüdür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itâat ederler. Melekler dahî ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler.

Canlı ve cansız her ne varsa, hattâ denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istigfâr ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nûrdur.

İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makâmlarına yükselir. İlim sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür, nâfile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan sevâbdır. İlim ile, helâl ve harâm olan şeyler ayırdedilebilir.

İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbidir. İlimsiz amel olmaz. İlim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrûm kalanlardır. Dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir."

Son namaz bil
Mu'âz bin Cebel oğluna şöyle vasiyet etmişti:
"Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!

Ey oğlum! Mü'min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Ya'nî bir hayırlı işi yaptığın zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır."

Mu'âz bin Cebel'e dediler ki:
Falanca, Kur'ân-ı kerîm yazıp satıyor.

Buyurdu ki:
- Bu, Kur'ân-ı kerîmi satmak değildir. Kâğıt ve işçilik ücreti istemektir. Kur'ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmektir.

Merhametli ol ki
Birisi Mu'âz bin Cebel'e, "bana öğüt ver" deyince, buyurdu ki:
- Merhametli ol ki, ben de senin Cennete girmene kefil olayım.

Mu'âz bin Cebel şöyle anlatıyor:
Birgün Resûlullahın huzuruna varmıştım. Bana buyurdu ki:

- Ey Mu'âz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?

- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya îmân etmiş olarak sabahladım.
- Ey Mu'âz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?
- Yâ Resûlallah! Ben, geceden gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşrolunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azâblarını ve Cennetteki insanların ni'metlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Mu'âz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma!

Bir defasında Mu'âz bin Cebel'i ağlarken gördüler ve sebebini sordular. Buyurdu ki:
- İnsanlar iki gruptur: Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. "Acaba ben hangisinden olacağım" diye ağlıyorum.

Senden korkuyordum
Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz yaşında iken vefât etti.

Mu'âz bin Cebel vefâtı esnasında buyurdu ki:
- Allahım! Şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum.

Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça:
- Allahım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever, buyurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:28:43
Mugire-Tebni Su’be

Meşhûr beş dâhiden biri olan Sahâbî.

Meşhûr Arap dâhilerinden Mugîre der ki:
Biz Araplar içinde, dînine son derecede bağlı ve Lât putunun hizmetçisi bir kavimdik. Kavmimizin Müslüman olduğunu görecek olsam bile, onlara tâbi olmayacağımı sanırdım. Mâlikoğullarından bir heyet, Mısır meliki Mukavkıs’a gitmek ve hediye sunmak üzere hazırlanmışlardı.

Hiç kimse yanında değil!
Onlarla birlikte ben de, gitmek üzere hazırlanmıştım. Amcam Urve bin Mes’ûd’a danıştım. Gitmekten men etti ve dedi ki:
- Kardeşlerinden hiç kimse senin yanında değil!

Ben, onun sözünü dinlemedim. “Mutlaka gideceğim!” dedim. Onlarla birlikte yola çıktım. Nihâyet, İskenderiye şehrine vardık.

Mukavkis, bana baktı ve birisine, kim olduğumu ve ne istediğimi öğrenmesini emretti. O kimse, benden sordu. Kim olduğumu ve kendisini görmeye geldiğimi haber verdim. Bunun üzerine Mukavkis, kiliseye indirilmemizi ve orada ağırlanmamızı emretti. Ağırlandık.

Sonra, Mukavkis bizi çağırdı. Mukavkis, Mâlikoğullarının liderine baktı. Onu, yakınına getirtti. Birlikte oturdular. Sonra, ona sordu:
- Bütün bunlar, Mâlikoğullarından mıdırlar?
- Evet! Ancak, bir tek kişi müttefiklerdendir.

Sonra beni gösterdi. Oradaki cemaatten, Mukavkis’a en önemsiz olanı ben idim. Sonra aralarında su konuşmalar geçti:
- Sizinle benim aramda bulunan Muhammed ve Eshâbının, sizi takiplerinden nasıl kurtulabildiniz?
- Onlardan korkumuzdan ötürü, deniz yolunu tercih ettik!
- Onun, sizi kabûle dâvet ettiği şey hakkında ne yaptınız?
- Bizden hiçbir kimse Ona tâbi olmadı!
- Niçin tâbi olmadı?
- O, şimdiye kadar ne atalarımızın, ne de hükümdarların tutmamış olduğu, sonradan çıkma bir din getirdi bize! Biz, atalarımızın tuttukları dîne bağlıyız!
- Onun dâvetini, kavmi nasıl karşıladı?
- Ona, kavim'in gençleri tâbi oldular ve Onu, kavminden ve başka Araplardan olan muhâliflerine karşı korudular. Aralarındaki çarpışmada bir kere kavmi, bir kere de O yenildi!
- Siz, Onun kabûle dâvet ettiği şeyleri, bana dosdoğru haber verir misiniz?
- O, atalarımızın yapa geldikleri ibâdeti bırakmaya ve kendisine hiçbir şeyi şerik koşmadan bir Allaha ibâdet etmeye, bizi dâvet ediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye dâvet ediyor!
- Namaza ve zekâta mı dediniz? Bunlar için vakit ve adet belli edilmiş midir?
- Geceli gündüzlü her gün, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde olmak üzere, beş kere namaz kılarlar.

Zekât verirler
Her yirmi miskal doldukça, altından kırktabirini, beş deveyi buldukça bir koyun zekât verirler! Bütün malların zekât nisâblarını bildirdiler.

Mukavkis, Mâlikoğullarının namaz vakitleri ve zekât nisâbı hakkında verdikleri bilgiler üzerine, sorularına şöyle devam etti:
- Onun, almış olduğu zekâtı, nereye koyduğunu, nerelere harcadığını biliyor musunuz?
- Yoksullara veriyor. Hısım ve akrabâyı görüp gözetmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Fâizi, zinâyı, içkiyi ve Allahtan başkası adına kesilen kurbanın etinden yemeyi yasaklıyor!

Zafer Onun olacak!
Onların bu cevapları üzerine Mukavkis dedi ki:
- O hâlde, O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer O, Kiptîlere ve Rumlara gelmiş, erişmiş olsaydı, onlar, Ona tâbi olurlardı. Çünkü, Îsâ bin Meryem, onlara bu hususta emir vermişti. Kendisinden önce gönderilmiş olan Peygamberler de, Onu târif etmişler ve sıfatlarını bildirmişlerdir.

Neticede zafer Onun olacak, kendisine kimse karşı koyamayacak, dînini, ayakların bastığı her yere eriştirecek, kavmi Onu, mızrakları ile koruyacaktır!

Mâlikoğulları dediler ki:
- Bütün halk, Onun dînine girmiş, Onun yanına toplanmış olsalar da, biz, Onun dînine girmeyiz, yanına varmayız!

Mukavkis hayretinden başını salladı ve aralarında şu konuşma geçti:
- Siz boştasınız ve oyalanıyorsunuz. Peki, Onun, kavmi arasındaki soyu sopu nasıldır?
- O, kavminin soy sop yönünden en üstünü ve seçkinidir.
- Mesîh yânî Hazret-i Îsâ ve bütün Peygamberler de, böyle, mensup bulundukları kavimlerin soy sop yönünden üstün ve seçkinleri arasından seçilip gönderilmişlerdir. Onun, sözlerindeki doğruluğu nasıldır?
- Doğru sözlülüğünden dolayı Ona Emîn adı takılmıştır.
- Bakınız şu işinize! Aranızdaki işlerde doğru ve doğru sözlü olan bir kimsenin, Allaha karşı yalan söyleyebileceğini mi sanıyorsunuz? Ona tâbi olan kimlerdir?
- Gençlerdir!
- Mesîh ve daha önceki Peygamberlere ilk tâbi olan, bağlananlar da, gençlerdi! Tevrat sâhibi olan Medîne Yahûdîleri, Ona karşı ne yaptılar, nasıl davrandılar?

- Ona aykırı davrandılar. O da, üzerlerine yürüyüp onları öldürdü ve esir etti. Her tarafa dağıldılar.
- Onlar kıskançlık yapıyorlar, Onu kıskanıyorlardır.

Bâzısını üstün tuttular
Mâlikoğulları, hediyelerini Mukavkis’in önüne koydular. Mukavkis, sevindi ve adamlarına, onların alınmasını, kendilerine bahşişler verilmesini emretti. Bahşiş verilirken onların bâzısını bâzısına üstün tuttu.

Bana gelince, kıstılar. Söylemeye değmez az ve ehemmiyetsiz bir şey verdiler. Sonra Mukavkis’in huzurundan çıktık.

Hazret-i Mugîre diyor ki: Mukavkis’tan işittiğimiz sözlerden, Muhammed aleyhisselâma karşı rezil rüsva ve süklüm püklüm olduk. Kendi kendimize, “Yabancı hükümdarlar bile Onu tasdik ediyorlar da, bizler, Onun akrabâsı ve komşuları olduğumuz ve dâvetçisi evlerimize kadar geldiği hâlde, Onun yanına uğramıyoruz!” dedik. Yerlerimize döndük.

Peygamberlerden gelmeyen kim?
İskenderiye’de oturduğum müddetçe, girmedik kilise bırakmadım. Karşılastığım bütün Kibtî, yâni Mısır halkından ve Rum din adamlarından Muhammed aleyhisselâmın sıfatını sordum.

Bunlardan biri de, Ebû Guseym kilisesi reisi Kibtî papazı idi. Kibtîler onun rızâsını ve duâsını almak için yanına gelirlerdi. Ben, ibâdete ondan daha düşkün bir kimse görmemiştim. Kendisine dedim ki:
- Peygamberlerden, gelmeyen kim kalmıştır? Bana haber ver!
- Olur! O, Peygamberlerin sonuncusudur. Onunla, Îsâ bin Meryem arasında, Peygamberlerden hiç kimse yoktur. Îsâ Peygamberin, kendisine uymayı bize emretmiş olduğu Peygamber, Odur!

O Peygamber, ümmîdir ve Araptır. Onun ismi, Ahmed’dir. Kendisi, ne uzun, ne de kısa boyludur. Onun gözlerinde biraz kırmızılık vardır.

Kendisi, ne çok beyaz, ne de esmerdir. Saçını uzatır, elbisenin kalınca olanından giyer, yemeklerden bulduğu ile iktifa eder, kılıcını boynunda taşır, kendisiyle çarpışmaya kalkmadıkça, kendiliğinden, kimse ile çarpışmaz.

Onun yanında, kendilerini Ona fedâ eden, Onu, kendi evlâtlarından ve babalarından daha çok seven Eshâbı bulunacaktır.

O, Selem ağaçlarının yetiştiği yerden, Harem’den çıkacak, bir Harem’e gelecek, çorak ve hurmalık bir yere hicret edecektir. İbrahim aleyhisselâmın dîninde bulunacaktır!

- Bana, Onun sıfatını biraz daha açıklasan olur mu?
- O, kendisinden önceki Peygamberlerde bulunmayan birtakım haslet ve imtiyazlarla, kendisi mümtaz kılınmıştır. Her Peygamber, yalnız kendi kavmine gönderildiği hâlde, O, bütün insanlara gönderilecektir!

Orada namazını kılacaktır
Bütün yeryüzü Ona mescid ve temiz kılınacaktır. O, namaz vaktini nerede idrâk ederse, orada namazını kılacaktır.

Hâlbuki kendisinden önceki Peygamberler, namazlarını, kiliseler ve havralardan başka yerlerde kılamazlardı!

Hazret-i Mugîre diyor ki:
Onun ve başkalarının bütün bu söylediklerini aklımda tuttum.

Mâlikoğulları, ailelerine hediyeler satın aldılar. Sevinçli idiler. Onlardan hiç kimse de, bana hiçbir fedâkârlıkta bulunmadılar.

Yola çıktılar ve yanlarına da, içki aldılar. İçki içiyorlardı. Her türlü rezâleti yapıyorlardı.

Tâif’e dönünce, kavmime, Mukavkis’in beni hor, hakîr gördüğünü haber verecekler diye, Mâlikoğullarını öldürmeyi tasarladım. Irak’ta Bassak nehri yanında bulunduğumuz sırada, yalandan hastalandım ve başımı bağladım. Bana, “Neyin var?” diye sordular.
Ben de, “Başım ağrıyor!” dedim. Şaraplarını ortaya koydular ve beni çağırdılar. Onlara dedim ki:
- Başım ağrıyor, ben, içemeyeceğim. Fakat, sizinle oturur, size içirebilirim.

Medîne’ye geldim
Hiç itiraz etmediler. Oturdum, onlara içirdim. İçtikçe iştahlandılar ve daha çok içtiler. En sonunda sarhoş bir hâlde sızıp kaldılar.

Ben de, onların üzerlerine çöküp, hepsini öldürdüm. Yanlarında bulunan bütün malları alıp, Medîne’ye geldim. Peygamberimizi, mescidde Eshâb-ı kirâmla birlikte otururken buldum. Üzerimde yolcu elbisesi vardı. Kendisine, İslâm selâmı ile selâm verdim. Hazret-i Ebû Bekir bakınca, beni tanıdı. Bana dedi ki:
- Urve’nin kardeşinin oğlusun galiba?

Ben de, “Evet! Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehâdet ediyorum!” dedim. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Allaha hamdolsun ki, seni hidâyete kavuşturdu, İslâmiyete ulaştırdı.

Hazret-i Ebû Bekir sordu:
- İskenderiye şehrine emniyet ve selâmetle vardınız mı?
- Evet!
- Seninle birlikte bulunan Mâlikoğulları ne yapıyorlar, nasıllar?
- Onlarla bizim aramızda olan, bâzı Araplar arasında olan şeydir. Biz, şirk dînindeydik. Onları, öldürdüm. Elbiselerini soyup Resûlullah efendimize getirdim. Beşte birini çıkarsın, yahut onlar hakkında ne yapmayı uygun görürse, öyle yapsın. O, müşriklerden bir ganîmettir. Ben, artık Muhammed aleyhisselâmı tasdik eden bir Müslümanım!

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Senin Müslümanlığını kabûl ettim. Fakat, onların mallarından ne bir şey, ne de beşte bir alırım. Çünkü, o, bir gadrdır, yâni zulümle, hîleyle alınmıştır. Gadrde ise, hayır yoktur!

Kendinden öncekini siler
Peygamber efendimiz böyle buyurunca, dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Ben, ancak kavmimin dîninde bulunduğum sırada onları öldürmüş, sonra da, Müslüman olup, şimdi huzurunuza gelmiş bulunuyorum!

Resûlullah efendimiz tekrar buyurdu ki:
- İslâmiyet, kendisinden önce olup bitenleri düşürür, siler!

Mukavkis’in söylediklerini, Kibtî, yâni Mısırlı ve Rum din adamlarına sorduğum soruları ve onlardan işittiklerimi Peygamber efendimize haber verdim. Resûlullah efendimiz çok memnun oldu ve bunları, Eshâbının da işitmelerini istedi. İki, üç gün de, onlara anlattım.

Hazret-i Mugîre, Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin yanında bulunup, Ona hizmet etti. Seriyyelerde kumandanlık ve mücâhitlik yaptı. Bî’at-i Ridvânda bulundu. Hudeybiye antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi.

Mekke’nin fethine, Huneyn gazâsına ve Tebük seferine katıldı. Tâif’te, kabîlesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence ve tecâvüze uğradı.

Önce sen git!
Sakîfliler durumu Resûlullaha arz ettiler. Sakîf temsilcileri, Medîne’den ayrıldıktan iki veya üç gün sonra Peygamberimiz, Ebû Süfyân bin Harb ile Hazret-i Mugîre’yi, Rabbe (Lât) putunu yıkmak için gönderdi.

Tâif’e yaklaştıkları zaman Ebû Süfyân, Mugîre’ye dedi ki:
- Kavminin yanına, önce sen var!

Ebû Süfyân’in kendisi ise, Zilherem’de kaldı. Bunun üzerine Hazret-i Mugîre, yanında ondokuz kadar kişi olduğu hâlde, yatsı vaktı, Rabbe’yi yıkmak üzere Tâif’e girdi. Geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin, Rabbe’nin üzerine çıkacaklar, onu yıkacaklardı.

Hazret-i Mugîre, eline, bir balta aldı. Rabbe’nin üzerine çıktı. Kendi kavim ve kabîlesi olan Muattiboğulları, Urve bin Mes’ûd gibi vurulur, öldürülür korkusuyla silahlanarak Hazret-i Mugîre’nin yakınında, dikilmiş duruyorlardı.

O sırada, Ebû Süfyân da oraya geldi. Müşrik kadınları gelip başlarını açmışlar, erkeklerinin, kılıçla çarpışmaksızın, Rabbe’yi, Müslümanlara teslim ettiklerine yanıyorlar, ağlıyorlardı. Köleler, çocuklar, erkekler, genç kızlar gelmişlerdi. Herkes, Lât’in yıkımından dolayı endişeli bulunuyordu.

Hazret-i Mugîre, elindeki balta ile, Lât’a bir darbe indirdi. Ebû Süfyân dedi ki:
- Vah vah sana! Eyvahlar olsun sana!

Hazret-i Mugîre titrer gibi yaparak arkasının üzerıne yıkıldı. Tâif halkı, birden çığlık kopardılar. Dediler ki:
- Allah, Mugîre’yi rahmetinden uzak etsin! Rabbe, onu öldürdü!

Hazret-i Mugîre’nin yıkılıp düştüğünü görmelerine çok sevindiler. Dediler ki:
- Sizlerden, ona yaklaşmayı, onu yıkmaya kalkışmayı göze alabilecek kim var? Vallahi, ona güç yetirilemez! Hayır! Siz, Rabbe’nin, kendisini koruyamayacağını, savunamayacağını sanıyordunuz! İşte o, kendisini korumuş ve savunmuştur!

Birer taştırlar
Mugîre, bir müddet o hâl üzere kaldıktan sonra, silkinip oturdu. Sonra Tâif halkına seslendi:
- Ey Tâifliler! Araplar, "Arap kabîleleri içinde sizlerden daha akıllı bir kabîle yoktur” derlerdi. Meğer, Arap kabîleleri içinde sizden daha ahmak bir kabîle yokmuş!

Yazıklar olsun size! Lât ve Uzzâ dediğiniz nedir ki? Şu taşlar gibi birer taştırlar! Taştan, kerpiçten ibârettirler! Onlar, kendilerine kim tapıyor, kim tapmıyor bilemezler!

Yazıklar olsun size! Lât, hiç işitir mi? Hiç görür mü? Hiçbir yarar veya zarar verir mi? Geliniz, Allahın affına ve lütfuna sığınınız! Ona ibâdet ediniz!

Hazret-i Mugîre, Tâiflilere, putların hiçbir şey yapamadıklarını belirttikten sonra, yanındakilerle birlikte Rabbe’yi yıkmaya, taşları, birer birer yere indirmeye devam etti. En sonunda, onu yerle bir edince, Tâifliler şaşırıp kaldılar.

Lât’in kapıcısı ve bakıcısı olan Aclân bin Attâb, Mâlikoğullarındandı. Ondan sonra bu hizmeti, oğulları görmekte idi. Lât’in bakıcısı diyordu ki:
- Göreceksiniz ki, temeline inilince, temel öyle bir kızacaktır ki, o kızgınlıkla, onları yerin dibine batıracaktır!

Temeline kadar indi
Hazret-i Mugîre bunu işitince, temelini de kazmaya başlayıp, adam boyunun yarısına kadar kazdı. Temeline kadar indi. Orada bulunan, altın ve gümüşleri çıkardı.

Putun bulunduğu yerdeki mallar, bir araya toplanınca, Hazret-i Mugîre, Ebû Süfyân’a dedi ki:
- Resûlullah efendimiz, bu maldan, Urve ile Esved’in borçlarını ödemeyi sana emretmişti. Bunun üzerine, onların borçlarını ödediler.

Hazret-i Mugîre, Tâif’i küfür karanlığından nûra kavuşturup, Mekke’ye, Resûlullahın yanına döndü. Vedâ haccına katıldı. Resûlullahın âhirete teşriflerinde techiz ve tekfinde vazife aldı. Peygamberimiz kabre indirildikten sonra, üzerine toprak atılırken yüzüğünü düşürdü. Hazret-i Ali’ye durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi. Müsaade verilince, kabre inip, yüzüğünü alırken, Peygamberimizin ayaklarını sıvazladı. Böylece Resûlullahın mübârek bedenine son defa elini süren kişi oldu.

Bundan dolayı, “Resûlullahtan son ayrılan insan benim” derdi.

Kureyşli müşrikler, Benî Sakîf kabîlesi reisi olan amcası Urve bin Mes’ûd’u elçi olarak gönderdi. Urve, konuşma esnasında cahiliyye âdetinde olduğu gibi, Peygamberimizin sakalını tutup, okşamak istedi.

Hazret-i Mugîre, amcası Urve’ye kılıcının ucuyla müdâhale ederek, Resûlullahın mübârek sakalına dokunmaktan menetti.

Amcası, onun Resûlullaha olan sevgisi, muhabbeti ve bağlılığı karşışında hayrete düştü.

Sefirlik yaptı
Hazret-i Mugîre, Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb ve dinden dönen mürtedler üzerine gönderilen orduda vazife aldı. Yemâme harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük’de de Rumlara karşı savaştı. Yermük’de bir gözü yaralandı.

Hazret-i Ömer’in hilâfetinde Irak’ta yapılan fetihlere de katıldı. İran’daki Sâsânî İmparatorluğunun sonunu getiren Kadisiye Meydan Muharebesi öncesinde, Müslümanların sefirliğini yaptı.

Zulüm üzerine kurulan İran Sâsânî kumandanlık sarayının şaşaası ve kumanda heyetinin süslü elbiselerine karşı, Mugîre’nin sâde kıyâfeti ve vakarlı hâlini gören İran kumandanları şaşırdılar.

Hazret-i Mugîre, Sa’d bin Ebî Vakkâs tarafindan sefir olarak gönderilmişti. İranlılar, sert konuşup, Müslümanları korkutacaklarını zannettiler. Söz sırası Mugîre’ye gelince, o, büyük bir cesaretle konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
- İslâmiyetin esaslarına göre, herkes Allahü teâlâ indinde bir kul olarak eşittir. Hiç kimsenin diğerine karşı bu hususta bir imtiyazi yoktur.

Yaltakçılık yapmışlar
Mugîre hazretlerinin bu sözlerini dinleyen İran heyeti, şaşkın bir vaziyette birbirlerine bakıp, ne söyleyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar ve telâşa düştüler. Telâşı ve şaşkınlığı daha çok artan İran Başkumandanı Rüstem, yakut, inci ve elmaslarla süslü olan kılıcını Hazret-i Mugîre’ye göstererek dedi ki:
- Sefir hazretleri, bu kılıç çok insanlar tarafindan birçok kere öpülmüştür.

Bu söz karşısında büyük bir dâhî olan Hz Mugîre şöyle cevap verdi:
- Senin kılıcını öpenler, yaltakçılık yaparak kılıcını değil, onun kınını öpmüşlerdir.

Sonra kendi kılıcını göstererek dedi ki:
- Bu kılıç ondan daha keskin ve daha çok bilenmiştir.

Bu görüşmelerden sonra anlaşmaya varılamadı ve yapılan Kadısiye Meydan Muharebesinde, Müslümanlar galip geldi. Bu savaşta, Hazret-i Mugîre büyük bir kahramanlık göstermiştir.

Mugîre hazretleri bir kadınla evlenmek istemişti. Peygamber efendimiz Mugîre’ye buyurdu ki:
- Onu gördün mü?
- Hayır yâ Resûlallah.
- Onu gör! Zîrâ birbirinizi görmeniz, aranızdaki muhabbeti artırır.

Hazret-i Mugîre buyurdu ki:
- Bir kimse evine girdiği zaman selâm verirse, şeytan, “Artık, benim burada duracak bir yerim kalmadı” der.

Sofraya oturup yemek yemeye başladığı zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, yâni Besmele-i serîfeyi söylerse, şeytan bu sefer de, “Benim burada ne duracak yerim, ne de yiyecek bir şeyim kaldı” der.

Eli boş çıkar
Su içeceği zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, şeytan bu sefer de şöyle der: “Artık burada benim için ne durak, ne yemek, ne de içmek kaldı.” Şeytan, bundan sonra eli boş olarak çıkar gider.

Hazret-i Mugîre, dâhi olup, teşkilâtçı bir Sahâbiydi. Zekâ ve aklını, meşhur dâhilerden Halîfe Hazret-i Muâviye de takdir ederdi. Büyük meseleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en şıkışık durumlarda bile bir çıkar yol bulurdu.

Dînî ilimlere vâkif, tedbir sahibiydi. Pek çok talebe yetiştirip, bunlara dînî ilimleri öğretip, hadis-i şerif rivâyet etti. Yüzotuzüç hadis-i şerif rivâyet etti.

Vefâtına kadar Kûfe vâlisi kaldı. Kûfe’de 670 senesinin Saban ayında, yetmiş yaşında taundan vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:29:55
Muhammed Bin Mesleme

Resûlullah efendimizin fedâîlerinden.

Bedir savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dil uzatarak fitne çıkartan, hattâ Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Kâ’b bin Eşref adlı bir Yahûdî zengini vardı. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma buyurdu ki:
- Kâ’b bin Eşref’i kim öldürür? Çünkü o, Allah ve Resûlüne ezâ etmiştir.

Muhammed bin Mesleme dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ben onu senin için öldürür, onun sesini kısarım.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu:
- Gücün yeterse bu işi yap!

Berâber öldürürüz
Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, evine döndü. Sonra Ebû Nâile, Abbâd bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs ve İbni Cerîr’in yanına gidip, mes’eleyi onlara açtı. Hepsi uygun görerek, “Beraber öldürürüz” dediler.

Bundan sonra, birlikte Peygamber efendimize gelerek dediler ki:
- Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız, biz Kâ’b ile konuşurken, sizinle ilgili olarak onun hoşuna gidecek ba’zı sözler söylemeliyiz. Peygamber efendimiz, onlara buyurdu ki:
- Bu husûsta istediğinizi söylemeniz size helâldir.

Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları, aralarında istişâre yapıp bir plân hazırladılar. Bundan sonra Muhammed bin Mesleme, Kâ’b bin Eşref’in yanına giderek dedi ki:
- Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim.
- O sizi daha da bıktıracak.
- İşte ona bir defa uymuş bulunduk. Ona tâbi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver.
- Evet vereyim, fakat bana bir şeyi rehin vermelisiniz.

Silâhlarımızı veririz
Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler sordu:
- Ne istersin?
- Kadınlarınızı rehin isterim!
- Kadınlarımızı sana nasıl rehin verebiliriz? Sen yakışıklı birisin. Kadın gönlü, meyledebilir.
- O zaman oğullarınızı rehin verin!
- Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu diye sövülür ki, bu bizim hiç unutamıyacağımız bir leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz.

Kâ’b bu teklifi kabûl etti. Onlara, ne zaman geleceklerini de bildirdi.

Muhammed bin Mesleme, belirtilen gece Kâ’b’ın kalesinin yanına gitti. Beraberinde, Kâ’b’ın süt kardeşi Ebû Nâile de vardı. Kâ’b onları kaleye çağırmıştı.

Durum bana iyi gelmiyor
Kâ’b gelenleri karşılamak için aşağı inerken Kâ’b’ın karısı dedi ki:
- Bu saatte nereye gidiyorsun?
- Gelenleri karşılamaya iniyorum.
- Bu durum bana pek iyi gelmiyor. Sanki bana kan dökülecek gibi geliyor.
- Yok yok zannettiğin gibi değil, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile’dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılınç vuruşmasına bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir.
- Yine de sen aşağı inme! Onlarla konağın damından konuş!
- Yiğite yaraşan, çarpışmaya, süngülenmeye da’vet edilse bile icâbet etmektir.

Kâ’b böyle söyledikten sonra aşağı indi.
Muhammed bin Mesleme, bu arada üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar Ebû Abs, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına dedi ki:
- Kâ’b gelince, ona saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Kâ’b’ın başını iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, Kâ’b’a vurunuz. Böylece (Harb hiledir) hadîs-i şerîfine uygun hareket etmiş oluruz.

Kâ’b bin Eşref, güzel giyinmiş bir şekilde güzel koku saçarak, onların yanına gelmişti. Muhammed bin Mesleme, “Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım” diyerek Kâ’b’ın yanına vardı. Kâ’b gururlanarak cevap verdi:
- Dünyanın en güzel kokularını kullanırım.

Muhammed bin Mesleme dedi ki:
- Güzel kokulu saçını koklamama izin verir misiniz?

Kâ’b, müsâade ettiğini söyledi. Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına seslendi:
- Allah ve Resûlullah düşmanına vurunuz!

İlk kılıç vurulduğunda, Kâ’b şiddetle bağırdı, ancak ölmedi. Bunu gören Muhammed bin Mesleme hançeriyle Kâ’b’ın karnını göbeğinden kasığına kadar yırttı. Kâ’b, öyle bir çığlık kopardı ki, çevrelerindeki evlerden bu feryâdı duymayan kalmadı. Kâ’b yere yıkılıp öldü.

Murâdınıza erdiniz
Fedâîler bundan sonra oradan sür’atle uzaklaştılar. Yahûdîler kaleden inip bir müddet onları ta’kip ettilerse de, yolu şaşırarak bulamadılar. Mücâhidler, Medîne’ye girdiklerinde, Resûlullah efendimiz namaz kılmıştı. Mücâhidlerin tekbîr seslerini işitince, kendileri de, tekbîr getirdiler.

Muhammed bin Mesleme, Resûlullah efendimize, Kâ’b’ın öldürüldüğünü haber verdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Murâdınıza erdiniz. Fedâîler de;
- Evet yâ Resûlallah! Allahın ve Resûlullahın bir düşmanı daha hak ettiği cezâyı buldu, dediler.

Kâ’b’ın öldürülmesi, hicretin üçüncü yılının Ramazan ayında oldu. Bedir savaşından sonra Benî Nâdir Yahûdîleri, Peygamberimizi yurtlarına da’vet edip, suikast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz onların bu tutumunu öğrendi. Muhammed bin Mesleme’yi çağırarak buyurdu ki:
- Nâdiroğulları Yahûdîlerine git! Onlara, (Resûlullah beni size; “Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynu vurulacaktır” emrini bildirmek üzere gönderdi) de!

Hikmet konuşacak dememiş miydiniz?
Bu emir üzerine Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları Yahûdîlerinin yurduna varınca, onlara dedi ki:
- Mûsâ aleyhisselâma Tevrat’ı indirmiş olan, Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğim ve şu meclisinizde bana Yahûdîliği teklif ettiğiniz zaman ben size, “Vallahi ben aslâ Yahûdî olmam” demiştim. O zaman siz de bana cevâben, “Senin dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem şerî’at sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrâma bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır” dememiş miydiniz?

Yahûdiler bunu itiraf etmelerine rağmen İslâmiyeti kabûl etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme ayrıca Resûlullahın emrini onlara bildirdi. Bunun üzerine Nâdiroğulları yüklerini toplayıp, topraklarını terkederek yurtlarından oldular ve ihânetlerinin cezâsını gördüler.

Hayber gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda en önde bulunuyordu. Henüz Hayber fethedilmemişti. Muhammed bin Mesleme dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bugün çok üzgünüm. Yahûdîler kardeşim Mahmûd bin Mesleme’yi şehîd etti.

Sana müjde
Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allahtan sağlık ve âfiyet dileyiniz. Çünkü siz, onlardan başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman, “Allahım! Bizim de Rabbimiz, onların da Rabbi sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin” diye duâ ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbîr getiriniz. Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşâallah, kardeşini öldüren öldürülecek ve Yahûdî savaşçıları, kaçacaklardır.

Hayatı muharebe meydanlarında geçti. Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’nin halîfelikleri sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medîne’de sakin bir hayat yaşadı. Hazret-i Mu’âviye’nin halîfeliği sırasında yetmişyedi yaşında iken, 664 yılında Medîne’de vefât etti, Bakî’ kabristanına defnedildi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:30:46
Mus'ab Bin Umeyr

İslâmda ilk öğretmen.

Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Zengin oldukları için gâyet râhat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik ve yumuşak huylu, son derece zekî idi. Güzel konuşurdu.

Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremiyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti.

Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi." buyurmuşlardı.

Dîninden dönmedi
Bütün bu rahatlıklara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu.

İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı.

Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar.

Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu:
- Allahtan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir.

İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı.

Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hazret-i Ali şöyle anlatmıştır:

Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve:
- Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.

İlk öğretmen
Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah efendimize:
"Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâmın sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona:
"Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.

Mus'ab bin Umeyr kısa zamanda Medîne'ye vardı. Orada kendisini büyük sevinçle karşıladılar. Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşti. Ev sâhibi Medîneli ilk Müslümanlardan idi. Orada insanlara dinlerini öğretmeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu.

Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, şöyle konuşmaya başladı:

Sözümüzü dinle
Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın!

Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr;
- Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun, diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi.

Üseyd sâkineşip;
- Doğru söyledin, dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu.

Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp;
- Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı, diye sordu.

Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi:
- Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir.

Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve:
- Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım, diyerek ayrıldı.

Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert bir kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktâr okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi:
- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?

İlk cuma namazı
Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün.
- Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.

Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı. Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Ensâr-ı kirâm , Resûlullahdan izin alarak Sa'd bin Heyseme'nin evinde ilk defâ Cum'a namazını edâ ettiler. Medîne-i münevverede ilk kılınan Cum'a namazı bu oldu.

Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu.

Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.

Peygamberimize benziyordu
Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı.

Mus'ab o esnâda; "Muhammed (aleyhisselâm) ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehîd oldu.

Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygaberimize benzediği için müşrikler onu şehîd edince Peygamberimizi ödürdüklerini zannetmişlerdi.

Hazret-i Mus'ab şehîd olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehîd düştüğünden Resûlullahın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali'ye verdi.

Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehîd olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden:

"Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu:
- Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız.

Selâm vereceklerdir
Daha sonra yanındakilere dönüp;
- Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehîdler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir, buyurdu.

Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücûdu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi.

Habbâb bin Eret der ki:
Mus'ab bin Umeyr, Uhud'da şehid edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına çektik, baş tarafı açıldı. Resûlullah bize:
- Onu baş tarafına çekiniz! Ayaklarını otlarla kapatınız! buyurdu.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:31:37
Nevfel Bin Hâris  

Hâşimoğullarının en yaşlısı.

Nevfel bin Hâris, Kureyş kervanını kurtarmak ve Müslümanlarla savaşmak için hazırlanan müşrik ordusuna katılmak istemiyordu. Resûlullah İslâmiyeti bütün insanlara duyurmaya, anlatmaya başladığı zamanlarda, daha müslüman olmamıştı. Ancak karşı da çıkmak istememişti. İlk senelerde O'na muhalefet etmesine rağmen bunu isteyerek yapmıyordu.

Fakat diğer müşriklerin zorlamaları ile Bedir savaşına katılmaya mecbur oldu. Savaş sonunda müşrikler mağlup olup birçok esir verdiler. Bunların arasında Hazret-i Nevfel de bulunuyordu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Nevfel fidye verip kendini kurtar.

Cevap verdi:
- Yâ Resûlallah! Kendimi esirlikten kurtarmak için verecek bir şeyim yok!

Kimse bilmiyordu
Resûlullah efendimiz tebessümle buyurdu:
- Cidde'deki mızraklarını versene!

Bunu duyan Nevfel şaşkınlık içinde:
- Allaha yemin ederim ki, Cidde'de mızraklarımın bulunduğunu benden ve Allahtan başka kimse bilmiyordu. Ben, şehâdet ederim ki, sen Resûlullahsın! diyerek Müslüman oldu.

Hazret-i Nevfel, mızraklarını verip kendini esirlikten kurtardı. Bunların sayısı bin tane kadar vardı. O zamanlar mızrak en kıymetli savaş âleti idi. Bunun için iyi para ediyordu.

Kendisi Peygamber efendimizin amcası Hâris'in oğlu olup, Hâşimoğulları'ndan Müslüman olanların en yaşlısı, hattâ Hazret-i Hamza ve Hazret-i Abbas'dan daha yaşlı idi. Yine Haşimoğulları'ndan kardeşleri Rebia ve Abdüşşems'den de büyük idi.

Bundan sonra Hazret-i Nevfel, Mekke'ye geri döndü. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hazret-i Abdullah bin Abbâs ile beraber Hendek savaşı sırasında Medîne'ye, Resûlullahın yanına hicret etti. Peygamber efendimiz onunla Abbâs bin Abdülmuttalib'i kardeş yaptı. Câhiliyet devrinde malları ortaktı. Birbirlerini severlerdi. Resûlullah ikisi için Mescid-i Nebevi'nin bitişiğinde bir ev verdi. Bu ev bir duvar ile ikiye ayrılmıştı.

Kemiklerini kırdığını görüyorum
Hazret-i Nevfel Medîne'de iken ilk önce Mekke'nin fethine katıldı. Tâif ve Huneyn seferlerinde büyük yardımlar ve mahâretler gösterdi. Bilhassa Huneyn savaşında Resûlullaha üçbin mızrak ile yardım etti. Peygamberimiz ona buyurdu ki:
- Sanki ben senin bu mızraklarının müşriklerin sırt kemiklerini kırdığını görüyorum.

O Huneyn savaşında Resûlullahın sağ tarafında en önde bulunuyordu. İslâm ordusunun ön safları dağıldığı zaman büyük kahramanlık göstererek kendisi gibi birkaç yiğit mücahid ile düşmana hücum etti. Müşrikler kaçmaya başlayınca Müslümanlar toparlandılar. Netîcede savaş İslâm ordusunun zaferi ile bitti.

Peygamber efendimiz Hazret-i Nevfel'i hatırladıkları zaman hayırla anarlardı.

Kendisi Resûlullaha büyük bir muhabbet ile bağlı, son derece kuvvetli îmâna ve cesârete sahip idi. Çok cömert idi.

Hazret-i Nevfel Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında Medîne'de 636 da vefât etti. Namazını Hazret-i Ömer kıldırarak Cennetül Bakî kabristanına defnedildi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:32:22
Nu'man Bin Mukarrin

Eshâb-ı kirâmın meşhûr kumandanlarından.

Hazret-i Ömer, Eshâb-ı kirâmı toplayıp sordu:
- Ben bir ordu teşkil edip, İran üzerine göndermek istiyorum. Bu husûstaki görüşünüz nedir?

Çeşitli fikirler ortaya atıldı. Eshâbdan birisi şunu teklif etti:
- Şam ve Yemen ordusu tamamen İran hudûduna hareket etsin. Sen de Mekke ve Medîne halkı ile Basra ve Kûfe tarafına git, bütün Müslümanları kâfirlerin üzerine gönder!

Hazret-i Ali kalkıp fikrini beyân etti:
- Ey mü'minlerin emîri! Şam askerini İran'a gönderirsen, Rumlar onların çoluk çocukları üzerine saldırır. Yemen askerini gönderirsen, o zaman Habeşliler bu tarafa geçer. Bu bölgeyi yalnız bırakırsan, etrafımızdaki Araplar isyâna kalkışır, arkadan vurup, senin önündeki işini unutturur.

Yerinde kalsın
Bunlar yerlerinde kalsın. Basra halkı üç kısma ayrılsın. Bir kısmı çoluk çocukların muhafazasında kalsın. Bir kısm daı ehl-i zimmetin ya'nî müslüman olmıyan, harâc ve cizye veren vatandaşların muhafazası için, ihtiyat olarak bulunsun. Üçüncü kısmı ise, Kûfe askerine yardım için hareket etsin.

Acemler seni sınırda görürlerse, mü'minlerin emîri, Arapların kumandanı diyerek, daha fazla bir hırs ve istekle saldırırlar. Sayılarının çokluğuna gelince, biz şimdiye kadar sayı çokluğu ile savaşmadık. Allahü teâlânın yardımı ile iş gördük, zafer kazandık.

Hazret-i Ömer bu görüşü uygun bulup, dedi ki:
- Bu iş için Irak kumandanlarından birini seçiniz, sınırın işlerini ona bırakayım!

Danışma hey'etinde bulunanlar:
- Sen askerin durumunu daha iyi bilirsin. Çünkü sen onlarla görüştün. Durumlarına vâkıfsın. Onları iyi tanıyorsun, diye arz ettiler.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Nu'man bin Mukarrin el-Müzenî'yi kumandan olarak ta'yîn etti.

Nu'man bin Mukarrin, bir miktar Kûfe askeriyle Cundişâpûr ve Sûs kolunda idi. Hazret-i Ömer ona yazılı bir emir göndererek, etrafındaki askeri yanına toplı***, Nihavent üzerine hücum etmesini emretti.

Kûfe kumandanına da, halkı Allah yolunda harbe teşvik edip, onları Nu'man bin Mukarrin'in emrine göndermesini yazdı. Bölgedeki kumandalara, Ahvâz askeriyle, Fâris ve İsfahan hudûdunda bekleyip, o taraflardan Nihavent'in yardımını kesmelerini emretti.

Tekbîr sesleri
Nu'man bin Mukarrin Hazret-i Ömer'in emrettiği şekilde ordusu ile hareket etti. Bu orduya, Kûfe'den Huzeyfe bin Yemân kumandasındaki kuvvetle, Mugire bin Şu'be kumandasındaki Medîne'den gelen kuvvetler de katıldı. Nu'man bin Mukarrin'in yanında 30 bin civârında asker toplandı. İran ordusu ise 150 bin kadardı. İran başkumandanı Fîrûzan'dı.

Nu'man bin Mukarrin'in ordusunda Cerir bin Abdullah Becelli, Mugire bin Şu'be gibi büyük zâtlar, Tuleyha bin Huveylid, Amr bin Ma'dıkerib gibi bin kadar kahraman vardı.

Nu'man hazretleri, Tuleyha ile Amr'ı keşif için Nihavent'e gönderdi. Bunlar kimseye rastlamayıp, geri döndüler. İslâm ordusu ile Nihavent arası, yirmi saatten fazla idi. Bu mesâfede tehlikeli bir durum olmadığı anlaşılınca, Nihavent'e yüründü.

Bir çarşamba günü, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Numan bin Mukarrin tekbîr alınca, bütün İslâm ordusu tekbîr aldı. Tekbîr sadâsından yer, gök inledi. Tekbîr sesleri, İran ordusu üzerinde derin bir korku meydana getirdi.

Nu'man bin Mukarrin kumandasındaki İslâm ordusu ile Nihavent yakınlarında putperest İran ordusu arasında harp başladı. İran ordusu, etrafını hendek ve birçok engellerle sağlamlaştırmıştı. İranlılar, istediği zaman siperlerinden çıkış yapıp, sonra geri dönebiliyorlardı. Bu yüzden muhârebeden bir netîce alınamıyordu.

Bir ara İran ordusu siperlerinden çıkıp, İslâm ordusunun yakınlarına kadar geldi ve, ok atmıya başladılar. Müslümanlardan yaralananlar oldu. O gün cum'a idi. Nu'man hazretleri İslâm ordusuna:
- Mü'minlerin emîri minbere çıkıp, hutbede Müslümanların zaferi için duâ edinceye kadar hücuma geçmeyiniz, emrini verdi.

Yakınımıza kadar geldiler
O zaman, Mugire bin Şu'be, Nu'man hazretlerine dedi ki:
- Durumu görüyorsun. Yakınımıza kadar geldiler. Bize doğru yürüyüşe geçtiler. Ok atıp, bizden ba'zılarını da yaraladılar. Hemen hücuma geçelim.
- Evet doğrudur. Sen menkıbeler sahibi bir kimsesin. Fakat ben Resûlullahın savaşlarında bulundum. Günün ilk saatlerinde savaşmazsa, güneşin sıcaklığı kaybolup rüzgârın esmesine, Allahü teâlânın yardımının gelmesine kadar savaşı geciktirirdi.

Bundan sonra, Nu'man bin Mukarrin atına binip, askeri dolaştı. Her sancağın yanında durup, onları harbe teşvik edip, coşturdu. Sonra dedi ki:
- Ben sancağı üç defa sallıyacağım. İlk salladığımda herkes ihtiyacını giderip abdest tazelesinler. İkincisinde harbe hazır hale gelsinler. Üçüncüsünde hepiniz hücuma geçiniz. Ben bile olsam, birisi şehîd düşerse, kimse onun yanında toplanmasın. Hiç kimse hücumdan geri durmasın! dedi.

Sonra şöyle duâ etti:
Allahım! Müslümanların zaferi kazanması yolunda Numan'a şehîdlik ihsân eyle . Zaferi müyesser kıl!

Bütün İslâm ordusu, "âmin" dedi.

Hazret-i Numan bayrağı üç defa salladı. Sonra İslâm ordusu hücuma geçti. Savaş başlamıştı. Çetin bir savaş oldu. Müslümanların birisi yere düşmüştü. Bu, İslâm ordusunun kumandanı Nu'man bin Mukarrin idi. Nu'man bin Mukarrin:
- Üzerime bir elbise örtünüz, beklemeden düşmanın üzerine saldırınız, bu halim sizi korkutup, gevşetmesin, buyurdu.

Kimse düşenle oyalanmasın
Numan bin Mukarrin yere düşünce, bayrağı Huzeyfe bin Yemân aldı. Bu sıradaki manzarayı Hazret-i Ma'kil bin Yesar şöyle anlatır:
"Numan bin Mukarrin yaralanıp düşünce, yanına geldim. Kimse, kimse ile oyalanmasın, velev ki ben bile olsam, sözünü hatırlayınca orada beklemedim. Yalnız, belli olması için bir işâret koydum. Düşman, kumandanları öldürüldüğü zaman onun başına toplanır, savaşla ilgileri pek kalmazdı.

Nihayet İran ordusu kumandanı, kendine ait boz katırından düşmüş, karnı yarılmıştı. Bu vesîle ile Allahü teâlâ Müslümanlara zaferi müyesser kılmış, İran ordusu hezimete uğramıştı. Savaş bitmişti. Nu'man bin Mukarrin'in yanına gittim. Vefât etmek üzere idi. Su getirip, yüzünü yıkadım. Bana sordu:
- Sen kimsin?
- Ma'kil bin Yesar'ım.
- Müslümanlar ne yaptılar?
- Allahü teâlâ zaferi müyesser kıldı.
- Elhamdülillah! Bu zaferi Hazret-i Ömer'e yazınız."

Hazret-i Nu'man bin Mukarrin bundan sonra kelime-i şehâdet getirip şehîd oldu.

Nu'man bin Mukarrin'in şehâdeti ve Müslümanların zaferi haberi Medîne-i Münevvereye geç gitmişti. Hazret-i Ömer, İslâm ordusunun muzaffer olması için devamlı duâ ediyordu. Medîne âlimlerinden yaşlı bir zât şöyle anlattı:

Medîne'ye bir Bedevî geldi ve sordu:
- Nihavent ve İbni Mukarrin'den haberiniz var mı?
- Niçin soruyorsun?
- Hiç, soruyorum işte!

Bu durum Hazret-i Ömer'e haber verildi. Hazret-i Ömer, onu çağırdı ve dedi ki:
- Nihâvent ve İbni Mukarrin hakkında konuşman, bir şeyleri bildiğini gösterir. Bildiklerini bize anlat.

Kırmızı deve
Bedevî anlatmaya başladı:
- Ey mü'minlerin emîri! Ben falancayım. Malımla, servetimle, çoluk çocuğumla Allah ve Resûlü için hicret etmek üzere yola çıkmıştık. Falanca yerde konakladık. Oradan ayrıldığımız zaman, ansızın bir benzerini görmediğimiz, kırmızı bir deve üzerinde bir adamla karşılaştık. Nereye gittiğini sorunca, Irak'tan geldiğini söyledi. Bunun üzerine, oradaki Müslümanların durumlarını da sorunca şöyle dedi:
- Düşmanları ile muharebe ettiler. Allahü teâlânın izni ile, düşman mağlup oldu. Nu'man bin Mukarrin şehîd düştü. Vallahi Nu'man'ı da Nihavent'i de bilmem.

Hazret-i Ömer muharebenin hangi Cum'a olduğunu, bilip bilmediğini sordu. Bedevî, hangi Cum'a olduğunu bilmediğini, fakat, falanca gün göç ettik, falan gün, falan yere indik, diyerek, harbin yapıldığı vakti bildirdi. O bunları anlatınca, Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- O gün Cum'adır. Herhalde, haber getirip götüren biri ile karşılaşmışsın. Onların böyle postacıları vardır.

Sonradan alınan haberlerden, Nihavent muharebesinin Bedevînin bildirdiği günde yapıldığı anlaşılmıştır. Hazret-i Ömer'e Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberi gelince, mescidde minbere çıktı. Müslümanlara, Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberini verip ağladı.

Abdullah bin Mes'ud şöyle buyurdu:
- Îmânın ve münâfıklığın birçok yerleri, evleri vardır. Mukarrinoğullarının evi, îmânın konakladığı evlerden birisidir.

Kardeşleri de kumandan
Şehîdlik gibi yüksek br makâma kavuşan Nu'man bin Mukarrin, Müzenî kabîlesindendir. Künyesi Ebû Amr'dır. Kardeşleri, Suveyd bin Mukarrin ile Nuaym bin Mukarrin ile birlikte Hudeybiye antlaşmasından önce Müslüman olmuştur. Kardeşleri de Nu'man gibi askerlik ve kahramanlık bakımından meşhur sahâbîlerdendir.

Nu'man bin Mukarrin Resûlullah ile beraber Mekke'nin fethine ve Huneyn gazvelerine katılmıştır. Vedâ Haccı'nda da hazır bulunmuştur.

Resûlullahın vefâtından sonra, halîfe olarak Hazret-i Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada büyük bir irtidat ya'nî dinden çıkış hareketi başladı. Hazret-i Ebû Bekir bu fitneye gereken cevabı verdi.

Nu'man bin Mukarrin bu irtidat fitnesine karşı verilen mücâdelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan verilmiyerek büyük bir felâketin önüne geçilmiş oldu. Nu'man bu hizmetlerine Hazret-i Ömer'in hilâfeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran taraflarında da çok oldu. 642 yılında Nihavent'te şehîd oldu.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:36:02
Osman Bin Maz'ûn

Medîne'de ilk vefât eden muhâcir sahâbî.

Osman bin Maz'ûn temiz bir yaratılışa sahipti. İslâmdan önce de düzenli ve ağırbaşlı bir yaşayışı vardı. Müslüman olmadan önce hiç içki içmemiş ve;
- Aklı giderip, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem, demiştir.

Böyle bir insanın her türlü kemâli, iyiliği ve güzelliği emreden İslâmiyeti kabûl etmemesi düşünülemezdi.

Resûlullah efendimiz bir gün Mekke'de evinin yanında oturuyordu. O sırada Osman bin Maz'ûn oradan geçiyordu. Resûlullah efendimiz bakıp, tebessüm etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ona buyurdu ki:
- Biraz oturmaz mısın?

Osman bin Maz'ûn bu teklifi kabûl etti. Peygamberimizin karşısına oturdu. Resûlullah efendimiz konuşuyordu. Konuşurken, o sırada mübârek gözlerini göğe dikti. Sanki kendisine bir şeyler anlatılıyor, o da bunu kavramak istiyor gibi başını sallıyordu. Bu sırada Resûlullahın Osman bin Maz'ûn ile ilgisi kalmamıştı. Bu hâl bir müddet devam etti.

Ne yaptığımı gördün mü?
Peygamberimiz bundan sonra gözünü, sağ tarafından aşağı doğru ağır ağır indirdi. Bilâhare Osman bin Maz'ûn bu hâli Peygamber efendimizden sordu. Kendisinde, daha önce böyle bir şeye rastlamadığını söyledi.

Resûlullah Osman bin Maz'ûn'a sordu:
- Ne yaptığımı gördün mü?

O da gördüklerini olduğu gibi anlattı. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Sen otururken, bana Allahü teâlânın elçisi Cebrâil aleyhisselâm geldi.
- Allahü teâlânın elçisi mi?
- Evet.
- Cebrâil sana ne söyledi?
- "Muhakkak ki Allahü teâlâ, adâleti, ihsânı ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenâlıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor (yasak ediyor.) Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız" [Nahl: 90] âyetini indirdi.

Osman bin Maz'ûn der ki:
- Bu hâdise üzerine kalbimde îmân yeşerip yerleşti. Resûlullahın sevgisi gönlüme düştü ve Müslüman oldum.

Habeşistan'a hicret etti
Osman bin Maz'ûn'un İslâma girişi Resûlullahı çok sevindirdi. Osman bin Maz'ûn Müslüman olduktan sonra evine gitti. Âilesine de İslâmı anlatıp, onların da İslâm ile şereflenmesine vesîle oldu. Böylece, ailece Müslüman olma bahtiyarlığına kavuştu.

Osman bin Maz'ûn Müslüman olunca, müşriklerin çeşitli eziyet ve işkencelerine uğradı. Bunun üzerine, Peygamberimizin müsaadesi ile Habeşistan'a hicret etti.

Habeşistan'a hicret eden Müslümanlara, "Kureyşliler Müslüman oldu" diye yalan bir haber ulaştı. Bunun üzerine, Müslümanlar Habeşistan'dan ayrılıp, Mekke'ye doğru yola çıktılar. Fakat Mekke'ye yaklaşınca, haberin yalan olduğu anlaşıldı. Mekke'ye girerlerse, durumlarının iyi olmıyacağını biliyorlardı.

Aralarındaki istişâreden sonra her biri Mekke'de bir dostunun himâyesinde kalmaya karar verdiler. Böylece Mekke'ye açıktan girme imkânını elde etmiş oldular. Bu himâyeyi elde edemiyenler de vardı. Bunlar ise, Mekke'ye girişlerini gizli yapmak zorunda kaldılar.

Osman bin Maz'ûn, Velid bin Mugîre'nin himâyesine girmişti. Ancak, Müslümanın, bir müşriğin himâyesi altında olması hazmedilir bir şey değildi. Müşriklerin himâyesine giren bütün Müslümanlar, bu durumun acısını ve ağırlığını, bütün şiddetiyle rûhlarının derinliklerinde hissediyorlardı. Îmânları buna aslâ müsaade etmiyordu.

Himâyeyi reddetti
Zaten bütün bu sıkıntılı ve perişan durumlara onlar sebep olmuşlardı. Geçici bir rahatlık için, onların himâyesine girmeyi, îmânlarından fedâkârlık sayıyorlardı. Bu yüzden himâye altına girenlerin hepsi üzgün ve kalbleri kırık idi. Bu üzüntüyü en çok hissedenlerden biri de Osman bin Maz'ûn idi. Kendi kendine dedi ki:
- Vallahi, benim arkadaşlarım, Allah yolunda çeşit çeşit eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşriğin himâyesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam, bu belâlardan uzak kalmam, benim için büyük bir eksikliktir.

Doğruca, Velid bin Mugîre'ye gitti. Ona dedi ki:
- Ey amcamın oğlu! Beni himâyene aldın. Güzelce de himâye ettin. Taahhüdünü yerine getirdin. Bu zamana kadar senin himâyende idim. Şimdi senin himâyenden çıkıp Allahın ve Resûlünün himâyesine giriyorum. Bunun için himâyeni sana iâde ediyorum.
- Niçim himâyemden çıkmak istiyorsun? Yoksa birisi sana işkence veya kötülük mü yaptı. Yoksa benim himâyem sana yeterli olmadı mı?
- Böyle bir şey yoktur. Ancak bir müşriğin himâyesinde olmak biz Müslümanlara yakışmaz. Üstelik bizim perişan hâllere düşmemize sebep oldunuz. Ben Allahü teâlânın himâyesinden râzıyım. Bize O'nun garantisi kâfidir.

Bunun üzerine Velid bin Mugîre son olarak şöyle dedi:
- Öyleyse bu reddi Mescid-i Harâm'da açıktan yap!

Beraberce Mescid-i Harâm'a gittiler. Velid, orada, Osman bin Maz'ûn'un himâyesini reddettiğini söyledi. Osman bin Maz'ûn da onun sözünü tasdik ederek şöyle dedi:
- Ben Allahü teâlâdan başkasının himâyesinde bulunmayı sevmiyorum. Onun için, Velid'in üzerimdeki himâyesini reddettim.

Bu redde, orada bulunanların hepsi şâhid oldu. Artık o himâyesizdi. Osman bin Maz'ûn hazretleri îmân ve inancından hiç tâviz vermemiş, en ağır eziyet ve hakâretler bile onu da'vasından vazgeçirememişti.

Osman bin Maz'ûn Velid bin Mugîre'nin himâyesinden çıktıktan sonra, Kureyşlilerin meclisine gitti. Orada meşhur câhiliyye şairi Lebîd de bulunuyordu. O yazdığı bir kasîdeyi okuyor, herkes onu dinliyordu.

Lebîd, "Şüphesiz Allahü teâlâdan başka herşey bâtıldır" mısraını okurken, Osman bin Maz'ûn, "Doğru söyledin" dedi. "Her ni'met mutlaka zevâle (yok olmaya) mahkûmdur, mısraını okurken de, "Yalan söyledin, Cennet ni'metleri zevâl bulmaz, dâimîdir" demişti.

Kureyşliler Lebîd'e dediler ki:
- Okuduklarını bize tekrarla!

Lebîd ilk mısraı tekrar okuyunca, Osman bin Maz'ûn onu tekrar tasdik etti. İkinci mısraı okuyunca tekrar yalanladı.

Böyle kimseler olmazdı
Bunun üzerine Lebîd kızgın bir hâlde, Kureyşlilere sitem ederek dedi ki:
- Ey Kureyşliler! Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size?

Kureyşliler, Lebîd'i teskin etmeye çalışarak dediler ki:
- Sen ona bakma, o zaten bizim dînimize, putlarımıza da karşı gelip, başka bir yol tuttu. Daha önce Velid bin Mugîre'nin himâyesinde idi, bunu da reddetti.

Bu sırada, müşriklerden Abdullah bin Ümeyye, Osman bin Maz'ûn'un gözüne şiddetli bir yumruk vurup, gözünü mosmor yaptı. Velid bin Mugîre, yapılanı gördüğü hâlde hiç yardımcı olmamış, aksine;
- Himâyemi reddetmeseydin böyle olmazdın, demişti.

Osman bin Maz'ûn'un tek suçu var idi. O da Allahü teâlâya îmân etmesi ve bu îmân istikâmetinde konuşmasıydı. Karşılaştığı bu üzücü durum, Osman bin Maz'ûn'u durduramamış, içindeki alev alev kabaran îmânla cevap verdi:
- Vallahi, Allah için, bu sağlam gözüm de, öncekinin âkıbetine uğrasa gam yemem. Ben, Allahü teâlânın teminatındayım. Rızâ yolunda, gözüme vurulan tokatın ecrini Allahü teâlâ verecektir. Kimden Allahü teâlâ râzı olursa o bahtiyardır. Bana sefîh ve yolunu şaşırmış da deseler, ben Muhammed aleyhisselâmın dîni üzereyim. Bana ne kadar zulmetseler, eziyet etseler de bu yoldan yürüyeceğim.

Bu samîmî ve içten gelen ifâdeler, Velid'e te'sîr etmişti. Bundan dolayı Velid, Osman bin Maz'ûn hazretlerine dedi ki:
- Gel, tekrar himâyeme gir.
- Ben Allahü teâlâdan başkasının himâyesine giremem.

Cezâsını buldu
Osman bin Maz'ûn'un gözüne müşriklerden Abdullah bin Ümeyye tarafından o yumruk vurulunca, orada bu acıya içten katılan, sanki kendisine vurulmuş gibi olan bir kişi vardı. O da Hazret-i Sa'd bin Ebî Vakkâs idi. Çünkü Müslüman kardeşine atılan bu tokat, ona atılmış demekti.

Bunu kabûl edemiyen Hazret-i Sa'd yerinden fırlayıp, o da, o kâfirin suratına müthiş bir yumruk indirdi. Abdullah bin Ümeyye'nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Böylece o, lâyık olduğu cezâyı bulmuş oldu.

Osman bin Maz'ûn hicretin ikinci senesinde Bedir harbi sırasında hastalandı. Tedâvisine çalışılmış, fakat iyileşememişti. Nihayet hicretten otuz ay sonra ebedî âleme göçtü. Medîne'de ilk vefât eden muhâcir sahâbî o oldu. Peygamber efendimiz o kefenlenirken alnından öptü. Sonra;
- Sen de dünyadan bir şey elde etmedin, dünya da senden etmedi, buyurdu.

Mübârek gözlerinden akan yaşlar Osman bin Maz'ûn hazretlerinin yanaklarına damladı.

Osman bin Maz'ûn'un techîz ve tekfîni bitmişti. Bu sırada Ümmül-Alâ; Osman bin Maz'ûn'a şöyle seslendi:
- Ey Osman! Allahü teâlâ sana ikrâmda bulunmuştur.

Nereden biliyorsun?
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ona sordu:
- Allahü teâlânın ona ikrâm ettiğini nereden biliyorsun?

- Yâ Resûlallah! Osman bin Maz'ûn'a hüsn-i zannım olduğu için.
- Vallahi Osman için hayır ümit ediyorum. Ancak ben Allahü teâlânın Peygamberi olduğum hâlde, Allahü teâlâ bildirmedikçe başıma ne geleceğini bilmem.

Ümmül-Alâ, o günden sonra, bir daha kimse için böyle sözlere cesâret edemediğini söylemiştir.

Osman bin Maz'ûn'un vefâtı sırasında Müslümanların henüz bir kabristanı yoktu. Resûlullah Eshâbı için, bir kabristan arıyordu. Medîne etrafına teşrif buyurdular.
- Bakî' ile emrolundum, buyurarak orayı kabristan seçtiler. Böylece Hazret-i Osman bin Maz'ûn ilk Bakî'ya defnedilen oldu. Osman bin Maz'ûn kabre indirilirken, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- O, bizim ne iyi selefimizdir.

Kabrinin baş tarafına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefât edince, Resûlullaha, "Nereye defnedelim" diye sorulur, Peygamberimiz de, "Selefimiz Osman bin Maz'ûn'un yanına" buyururlardı.

Osman bin Maz'ûn dünyaya hiç rağbet ve tama' etmez, devamlı ibâdetlerle meşgul olurdu. Peygamber efendimiz, o vefât ettiği zaman;
- Dünyadan üzerine birşey bürünmeden çıktı, buyurmuştur.

En güzel örnek
Gecelerini namaz kılmak, göndüzlerini de oruç tutmakla geçirirdi. Bu husûs Peygamber efendimize haber verildi. Ona buyurdu ki:
- Ben senin için güzel bir örnek değil miyim?

Osman bin Maz'ûn suâl etti:
- Anam-babam sana fedâ olsun! Bu soruyu niçin sordunuz?
- Devamlı olarak gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun.
- Öyle yapıyorum.
- Gözlerinin, senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin hakkı var, âilenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak ba'zan da tutma. Ey Osman! Allahü teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.

Böylece Resûlullah efendimiz Osman bin Maz'ûn'a nâfile ibâdetlerde ve niyâzda mu'tedil olmasını tavsiye buyurmuşlardır.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:37:04
Osman Bin Talhâ  

Kâbe'nin hizmetinde olan sahâbî.

Osman bin Talhâ, Mekke'de Kâbe Kayyımlığı ile vazîfeliydi. Sülâlesi câhiliye devrinde Kâbe'nin hicâbet vazîfesini yapardı, ya'nî kapı anahtarını taşırdı. Peygamber efendimiz, hicretten önce Osman'ı da bizzat îmâna da'vet etti. Osman:
- Yâ Muhammed! Sen kavminin dînine aykırı davranmış ve ortaya yeni bir dîn çıkarmış bulunuyorsun. Doğrusu, benim sana tâbi olacağımı ümit etmen şaşılacak şeydir, diyerek îmâna gelmedi.

Bir defasında Resûlullah efendimiz, îmân edenlerle birlikte Kâbe'ye girmek istemişlerdi. Osman Kâbe'ye de sokmak istemediği gibi sert de davrandı.

Kime isterseniz verirsiniz
Fakat Resûlullah efendimiz onun bu hareketini sükûnetle karşılayıp, şöyle buyurdu:
- Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide de göreceksin!
- O zaman Kureyş mahvolmuş, kıymetten düşmüş olur.
- Hayır! Asıl o zaman, Kureyş yaşayacak ve kıymetlenecektir.

Osman bin Talhâ, Uhud harbine müşriklerin safında katıldı. Babası, kardeşleri ve akrabası öldürülünce, Kâbe'nin hicâbet vazîfesi tek başına üzerinde kaldı.

Mekke'nin fethinden altı ay önce Amr bin Âs ve Hâlid bin Velid ile birlikte Medine-i münevvereye gelerek, Müslüman oldu. Fetihten önce îmâna gelen Muhâcirlerin derecelerine kavuştu.

Emâneti ehline veriniz
Mekke'nin fethine katılıp, Resûlullahın yanında bulundu. Kâbe'nin anahtarını Resûlullaha arzetti, beraber girdiler. Burada Resûlullah efendimiz iki rek'at namaz kıldı. Beyt-i şerîften çıkarken, Resûlullah efendimiz, Nisâ sûresinin, ( Allahü teâlâ size emânetleri ehline vermenizi emreder) meâlindeki 58. âyet-i kerîmesini okuyup, anahtarı Osman bin Talha'ya ve amcasının oğlu Şeybe'ye verdi. Ona buyurdu ki:
- Ey Ebû Talhâ evlâdı! Ceddinizden kalma olan emâneti sizde payidar ve bâki olmak üzere alınız. Bunu zâlim olmaksızın hiçbir kimse sizden alamaz.

Sonra, "Sana vaktiyle söylemiş olduğum şey gerçekleşmedi mi?" buyurarak Hicretten önceki sözlerini de hatırlattı. O da dedi ki:
- Evet, şehâdet ederim ki, sen hiç şüphesiz Resûlullahsın.

Resûlullah efendimiz o gün şöyle bir hutbe okudu:
- Va'di, sözü hak olan, kuluna yardım eden, kendinden başka kulluğa müstahak bir ilâh bulunmayan Allahü teâlâya hamdolsun. Dikkat ediniz! Câhiliye devrinde değer verdiğiniz her türlü âdet ve kan dâvâsı ayağımın altındadır. Bunlardan Kâbe'ye hizmet etmek ve hacılara su dağıtmak müstesnâdır.

O günden itibaren hicâbet vazîfesi, Osmanlı devletinin sonuna kadar, Osman bin Talhâ'nın sülâlesinde kalmıştır.

Mekke'nin fethinden sonra Resûlullah efendimiz ile Huneyn gazâsına katıldı. Resûlullahın vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye döndü. Kâbe-i muazzamadaki hicâbet vazîfesine devam etti. Dört Halîfe devrinde gazâlara katıldı. Hazret-i Muâviye'nin hilâfeti devrinde 662 senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:37:52
Reyhane binti Semun

Peygamberimizin hanımlarından.

Peygamber efendimiz Hendek savaşından sonra, 626 senesinde, Medine’nin dışında bulunan ve bir kaleye sığınan Benî Kureyza yahudîlerinin üzerine yürüdü. Çünkü bunlar orada devamlı huzursuzluk kaynağı oluyorlardı.

Benî Kureyza yahudîlerinin bulunduğu kale; muhasara ve kuşatmadan sonra müslümanların eline geçti. İçinde bulunan yahudîler malları, mülkleri, çocukları ve kadınları ile birlikte ganimet olarak alındılar.

Peygamberimizin hissesine düştü
Benî Kureyza’dan alınan savaş ganimetleri ve esirler, müslümanlar arasında İslâm dinine uygun bir şekilde taksim edildi. Ganimetler taksim edilip, sıra esirlere gelmişti. Reyhane de savaş esirleri arasında bulunuyordu. Reyhane de Peygamber efendimizin hissesine düsmüştü. Bunun üzerine, Reyhane Ümm-i Münzir’in evine gönderildi.

Resulullah efendimiz o zaman yahudîlik dinine inanan Reyhane’yi, dilerse kendi dininde kalmak, dilerse müslüman olmak hususunda serbest bırakmışlardı. Reyhane de, Peygamber efendimize şöyle arzetmişti:
- Ben kendi dinimde kalmak istiyorum.

Peygamberimiz bu hareket ve davranışıyla, “İslâm dinine girmek için zorlamak yoktur” hükmünü bizzat kendileri tatbik etmişlerdir.

Daha sonra Salebe bin Sâye’nin tavsiyesiyle Reyhane’nin kalbi İslâmiyete ısındı. Bunun üzerine Peygamberimiz daha sonra Reyhane’ye şöyle buyurdular:
- Sen Allahü teâlânın ve Onun Resulünün yolunu tutmak ister misin? Ben böyle münasip görüyorum.

Hazret-i Reyhane de; “Evet” dedi. Peygamber efendimiz, bu davranışından sonra Reyhane’yi azat ettiler. Kendilerini, bizzat Mehir vererek, nikâhına aldılar. Düğünleri de Ümm-i Münzir’in evinde oldu. Böylece bütün müslümanların annesi olmak şerefine kavuştu.

“Evliliklerim izinle olmuştur”
Peygamber efendimiz, evlenmelerinin hepsini Allahü teâlânın emri ile yaptı. Bunlar dinî, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek yapılan evlenmelerdir. Reyhane ile de olan evlenme böyledir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrail’in Allahü teâlâdan getirdiği izinle olmuştur.)

Hazret-i Reyhane sakin, temiz karaktere sahip, yumuşak huylu bir hanımefendi idi. Peygamber efendimizden önce vefat ettiği için naklettiği hadis-i şerif yoktur.

Hazret-i Reyhane, Medine’de bulunan yahudîlerin Benî Kureyza kabilesindendir. İlk önceleri Hakem isimli biri ile evlenmişti. Adi Reyhane binti Semun’dur. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Bakî kabristanlığına defnedilmiştir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:38:36
Ribi Bin Âmir  

Eshab-ı kiramın elçilerinden.

Hazret-i Ömer'in hilafeti zamanı idi. İslâm adaleti altında müslümanlar, bir taraftan altın devirlerini yaşarken, diğer taraftan da İslâm orduları, dört bir cephede yeni fetihler yapıyor, zaferler kazanıyor ve İslâm topraklarını genişletiyorlardı.

Zincirlerle bağlıydılar
Sâd ibni Ebî Vakkas'ın kumandası altındaki 34 bin kişilik İslâm ordusu, Acem topraklarına dayanmıştı. Resul-i ekremin duâsının gerçekleşmesine çok az bir zaman kalmıştı. İran Kisrası Resul-i ekremin mektubunu parçalamış, Resulullah efendimiz de, “Ya Rabbi, nasıl o benim mektubumu parçaladıysa, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et” diye duâ etmişti.

Bu duâ gerçekleşmiş, İran Kisrası, oğlu tarafından hançer ile öldürülmüş, şimdi sıra mülkünün parçalanmasına gelmişti.

İran kisrası Yezd-i Cürd'ün kumandanı Rüstem, İslâm ordusuna karşı hazırlıklarını tamamlamıştı. İslâm ordusunun 34 bin mevcuduna karşılık, İran ordusunun 80 bin yedeği yanında 120 bin mevcudu vardı. Bu mevcudun 30 bini, kaçmaması için zincirlerle birbirine bağlanmıştı.

İslâm ordusu, dinimizin emrine uyarak, elçiler göndererek, önce düşmanını İslâm dinine davet ediyordu. Bunun için Rüstem'e de birkaç defa elçi gönderilmişti. Rüstem her seferinde reddetmişti.

Rüstem'in yanına giden ikinci elçi de Ribî bin Âmir idi. Rüstem'in yanına vardığında, hiç görmediği şatafatlı bir manzara ile karşılaştı. Rüstem'in bulunduğu yer, nakışlı yastıklar, kadifeden halılar, inci ve yakutlar ve daha birçok zinetlerle süslenmişti. Rüstem, altından yapılmış bir koltukta oturuyor, etrafındaki insanlar bir köle gibi kendisine hizmet ediyorlardı.

Ribî'nin ise eski bir kıyafeti, eğri bir kılıcı, yer yer eğilmiş bir kalkanı ve çelimsiz bir atı vardı. Ancak gördüğü şatafat Ribî bin Âmir'i hiç mi hiç cezbetmemişti. Bütün bu gördüklerine karşılık, onun da sarsılmaz bir imanı, yıkılmaz bir şecaati ve cesareti vardı.

Böyle kabul ederseniz...
Halılarla örtülü yere varınca, atından indi ve hemen oraya atını bağladı. Silahı, zırhı üzerinde ve miğferi başında idi. Ona, “Silâhını bırak” dediler. O da şu cevabı verdi:
- Beni böyle kabul ederseniz ne âlâ, yoksa döner giderim.

Orada bulunanlar, bu çelimsiz insandan çıkan cesurane sözler karşısında şaşırıp kalmışlardı.

Rüstem, “Bırakın onu” dedi. Ribî ilerledi ve Rüstem'in yanına yaklaştığında, mızrağını yere sapladı. Yerde ise ipekli yastıklar vardı. Mızrağın keskin ucu, ipek yastıkları delip geçti. Etrafındakilerin fevkalâde değer verdiği bu süslü yastıkların, Ribî için hiçbir ehemmiyeti yoktu. Onun tek düşündüğü, elçilik vazifesini, İslâmın izzetine uygun bir şekilde yerine getirebilmekti. Ribî, süslü yastıklara aldırmayıp yere oturdu.

İslâm elçisi Ribî bin Âmir'in, huzurunda mızrağını yere saplamasından sonra, Rüstem dedi ki:
- Ne diyorsan, anlat bakalım!

Ölen için cennet var
Ribî şöyle cevap verdi:
- Allahü teâlâ, dilediği kimseleri, kula kulluktan kendisine kulluğa, dünya sıkıntılarından feraha çıkaralım, bâtıl dinlerinin zulmünden kurtarıp İslâm adaletine ulaştıralım diye, bize bir Peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse, bizden olur, biz de döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allahın vâd ettiğine kavuşuncaya kadar onunla savaşırız.

- Allahın vâd ettiği nedir?
- Kâfirlerle savaşırken ölen için cennet, geride kalanlar için ise zaferdir.
- Söylediklerini dinledim. Bu mevzuu düşünmemiz için bize mühlet verir misin?
- Evet, istediğiniz mühleti veririz.
- Kaç gün mühlet verirsiniz?
- Bir veya iki gün ancak mühlet veririz.

Bunun üzerine Rüstem dedi ki:
- Hayır. Âlimlerimiz ve reislerimizle mektuplaşmamız için bu vakit az olur.

Onun bu cevabı üzerine Ribî dedi ki:
- Peygamberimiz düşmanla karşılaştığımız zaman, üç günden fazla mühlet vermememizi emretti. Düşün ve adamlarına sor, bu mühlet içinde şu üç şıktan birini tercih et: Müslüman olmak, cizye vermek ve harb etmek.

Rüstem tekrar sordu:
- Sen onların efendisi misin?
- Hayır, müslümanlar birbirlerine kuvvet veren tek vücut gibidir.

Rüstem bunun üzerine adamlarını topladı ve dedi ki:
- Bu adamın sözlerinden daha kıymetli ve kabule sayan bir söz duydunuz mu?

Adamları, Rüstem'in bu sözlerine şiddetli bir şekilde karşılık verdiler:
- Kendi dinini bırakıp, onun söylediklerine meyletmekten Allah seni muhafaza etsin! O adamın elbiselerini görmedin mi? Böyle elbiseler giyen adamın sözlerinde ne olabilir ki?

Yazıklar olsun size!
Bunun üzerine Rüstem, adamlarına dedi ki:
- Yazıklar olsun size! Siz elbiselere mi bakıyorsunuz? İnsanın şahsiyeti elbiseleri ile değil, akıl, kabiliyet ve konuşması iledir. Bunlar zaten yiyecek ve elbiseye önem vermiyorlar. Onlara göre önemli olan, akıl ve kabiliyettir.

Kısa bir zaman sonra, Ribî gibi elbise giyenlerden müteşekkil 34 bin kişilik İslâm ordusu, süslü elbiseler ve zinetler içerisinde bulunanların 200 bin kişilik ordusuna galip gelmiş ve İslâm orduları Medayin'e girerek, Resul-i ekremin duâsının gerçekleşmesine şahit olmuşlardı.

İslâm ordusundan, çok az kimse şehit olurken, İran ordusu 120 bin kişi zayiat vermiş, geri kalanları da yaralı olarak firar etmişlerdi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:39:30
Sa’d Bin Ubâde  

Ensârın sancaktarlarından.

Sa’d bin Ubâde, ikinci Akabe bîatinda Müslüman oldu. O da bu bîatte, Peygamberimizle görüşüp, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım edeceklerine söz veren Sahâbîlerdendi.

Her gün yemek gönderdi
Bu bîatte seçilen 12 temsilciden biri de Hazret-i Sa’d bin Ubâde’dir. Çok zengin ve cömert idi. Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret ettiğinde, Hazret-i Hâlid bin Zeyd’in evinde yedi ay misâfir olmuştu. Sa’d bin Ubâde hazretleri, Peygamberimize bu misâfirliği sırasında her gün yemek göndermiştir. Hicretin ikinci yılında yapılan ve ilk gazve olan Ebvâ gazvesinde, Hazret-i Sa’d bin Ubâde Medîne’de vekil olarak görevlendirildi.

Peygamberimiz Bedir savaşı yapılmadan önce müsâvere heyetini topladığında, Sa’d bin Ubâde hazretleri de bu heyette bulunmuştur. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştır. Uhud savaşında Peygamberimiz Hazrec kabîlesinin sancağını Sa’d bin Ubâde hazretlerine vermiştir. Bu savaşta düşman karşısı da büyük bir sebatla savaşmıştır.

Müreysi gazâsında ensârın sancağı onun tarafından taşınmıştır. 627 yılında vuku bulan Gared gazvesinde, orduya erzak olarak on deve yükü hurma vermiştir. Onun bu hizmeti üzerine Peygamberimiz, “Allahım Sa’d’a ve Sa’d ailesine rahmet eyle!” diyerek duâ etti ve buyurdu ki:
- Sa’d bin Ubâde ne iyi kimsedir.

Hazrec kabîlesinden olanlar da dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Sa’d bin Ubâde aramızda büyüğümüzdür. Babası da öyle idi.

Kuraklık ve kıtlık yıllarında halkı doyururlar, yolda kalanlara da yardım ederlerdi. Misâfirleri ağırlarlar, musibet ve ihtiyaç zamanlarında yardım yaparlar, kabileleri yurtlarına göçürürlerdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
- Câhiliye devrinde en ileri olanınız, İslâmiyette de en ileridir.

Ensârın sancağını taşıdı
Hendek savaşı yapılmadan önce, Peygamberimiz istişâre için Sa’d bin Mu’âz ve Sa’d bin Ubâde’yi çağırmıştı. Bu istişâre sırasında, Peygamberimizin emirlerine uymakta en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini ve müşriklerle savaşmaya, canlarını fedâ etmeye hazır olduklarını belirtmişlerdir.

Bu sırada gösterdikleri sebat ve düşmanla çarpışma hususundaki kararları karşışıda, Peygamber efendimiz çok memnun olmuştur. Hendek savaşına da katılan Sa’d bin Ubâde hazretleri, bu savaşta ensârın sancağını taşımıştır.

Hendek savaşından hemen sonra yapılan Benî Kurayza gazâsında bütün orduya yiyecek vermiştir. Hudeybiye antlaşmaşında ve Bîat-i Ridvânda bulundu. Hayber gazvesindeki ordunun kumandanlarından birisi de Sa’d bin Ubâde idi. Mekke’nin fethinde de bulundu. Bu sırada sancaklardan birini de o taşıdı. Bundan sonra vuku bulan Huneyn gazvesinde Hazrec kabîlesinin sancağını taşıdı.

Sa’d bin Ubâde hazretleri, vefât edinceye kadar canıyla ve malıyla devamlı hizmette ve cihadda bulunmuştur. Medîne civarında pek çok arazisi, bağı ve bahçesi vardı. Evi, Medîne’nin kenar mahallesinde idi. Mescid-i Nebîye uzak olduğu için, orada bir mescit yaptırmıştı.

Hazret-i Sa’d bin Ubâde, sülâlece cömert bir âiledendi. Dedesi, “Et, yağ isteyen, Düleym’in evine gelsin” diye nida ettirir ve gelenlere et ve yağ dağıtırdı. Düleym vefât edince, oğlu Ubâde de aynı şekilde nida ettirir ve gelenlerin ihtiyaçlarını görürdü.

Su sadakası iyidir
Hazret-i Sa’d, dedelerinden beri sürüp gelen bu cömertliklerini, Müslüman olduktan sonra daha çok artırmıştır. “Allahım, bana cömertlik yapabileceğim mal ver” diye duâ ederdi.

Kale şeklinde bir evi vardı. Orada ikâmet ederdi. Burada hergün büyük ziyâfetler verirdi. Herkes oraya gidip, yer içerdi.

Eshâb-ı kirâm içinde Eshâb-ı Suffa denilen kimsesiz, yoksul Müslümanlardan hergün 80 kişiye yiyecek ve içecek verirdi.

Resûlullah efendimiz hicret edince de, Peygamberimize her gece et, süt ve tereyağı veya yemek gönderirdi.

Annesi vefât edince, Peygamberimize gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Annem öldü. Ona ne iyilik yapabilirim?

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Su sadakası iyidir. Zîrâ sadaka vermek, Allahü teâlânın gadabını yumuşatır. İnsanı azâbdan kurtarır. Eceli gelmemiş olan hastanın şifâ bulmasına sebep olur.

Bunun üzerine Hazret-i Sa’d bin Ubâde Medîne’de bir kuyu açtırdı. “Sikâye-i âl-i Sa’d” adını verdiği bu su kuyusunu Müslümanların iştifadesine sundu.

Arap kabîleleri içinde ensârdan olan Evs ve Hazrec kabîlesinin İslâma çok büyük hizmetleri olmuştur. Savaşlarda çok şehit vermişlerdir. Sa’d bin Ubâde ve Sa’d bin Mu’âz bu kabîlelerin en ileri gelenlerinden idi.

Her ikisinin de İslâmiyete hizmetleri ve Müslümanlar için gösterdiği fedakârlıkları, akılları şasırtacak derecede idi. Bu uğurda feda etmedikleri hiçbir şeyleri kalmamıştı. Mallarıyla, canlarıyla hizmet ettiler. Sa’d bin Mu’âz Peygamberimiz hayatta iken şehit olmuştur.

Hizmete teşvik etmiştir
Onun vefâtından sonra, Ensâr arasında en önde gelen zat, Sa’d bin Ubâde olmuştur. O da dâimâ İslâmiyete hizmet etmiş, Medîneli Müslümanları Dîn-i İslâm için fedâkârlık ve hizmet etmeye teşvik etmiştir.

Hazret-i Sa’d bin Ubâde, Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında Medîne’de ikâmet etti. Sonra Şam tarafında Havran’a gitti. Ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. 635 senesinde orada vefât etti. Gûta kasabasında defnedildi.

Sa’d bin Ubâde hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek hadis-i şerif rivâyet etmiş ve hadis-i şerif öğrenmekle meşgul olmuştur. Rivâyetleri, meşhur hadîs kitaplarından olan Kütüb-i sittenin dördünde yer almıştır
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:40:33
Sâbit Bin Kays  

Peygamber efendimizin hatîblerinden.

630 senesinde henüz Müslüman olmamış Benî Temim kabîlesinden 80-90 kişilik bir heyet, Peygamber efendimizin huzurlarına gelerek dediler ki:
- İzin verirseniz, biz, sizinle övünme yarışı yapmak istiyoruz.

Peygamber efendimiz de izin verince Utarid isminde bir hatib ayağa kalkarak konuştu:
- Üzerimizde bol bol ihsânları bulunan yaratıcımıza hamdolsun ki, O buna lâyıktır. O bizi hükümdâr yapmış, pek çok mal ve servet vermiştir. Biz onlarla iyi işler yapıyoruz. O bizi, doğu halkının en güçlüsü, sayıca en kalabalığı, savaşa da en kolay, en çabuk hazırlananı kılmıştır. Halk içinde bizim gibi kim var? Halkın reisleri ve fazîletlileri biz değil miyiz? Bizim gibi fazîletlere sahip olabileniniz varsa çıksın da görelim!

Hutbesine karşılık ver
Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Hazret-i Sâbit bin Kays'a buyurdu:
- Kalk! Şunun hutbesine karşılık ver!

Sâbit bin Kays şöyle cevap verdi:
- Hamd Allahü teâlâya mahsûstur. Ben O'na hamd ederim ve O'ndan yardım isterim. O'na îmân eder, O'na güvenirim. Ben, Allahtan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olduğuna, eşi, ortağı ve benzeri bulunmadığına îmân ederim. Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna da şehâdet ederim.

Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yaratan, yaşatan O'dur. O'nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve açık her şeyi bilir. Kâinâttaki her şey, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Bizi hakim kılması da bu ihsânlarından biridir.

Allahü teâlâ, mahlûklarının en hayırlısı ve en güzelini peygamber olarak gönderdi. O Peygamber ki, insanların en iyisi, en doğru sözlüsüdür. Soyu en asîl soydur. İ'tibârca en fazîletli olandır. O, insanların en cömerdi, en güzeli, en hayırlısıdır. O emîndir. Her bakımdan insanların en üstünüdür. Hiç bir kimse, hiç bir bakımdan O'nun üstünde değildir. O'nu yaratan böyle yaratmıştır.

Îmân etmekle şereflendirdi
Allahü teâlâ O'na kitabını indirdi. O yüce Peygamber insanları Allahü teâlâya ve kendisine îmân etmeye da'vet etti. Biz O'nun bu da'vetini kabûl ettik. O'na tâbi olduk. Bu da'veti kabûl edenler, kavmimizin en hayırlıları oldular. Bundan sonra, bu da'vete karşı gelenlerle, bozuk yol tutanlarla Allah yolunda cihâd edeceğiz. Allaha ve Resûlüne îmân edenlerin canlarını ve mallarını koruyacağız.

Allahü teâlâya hamdolsun ki bizleri, kendine ve Resûlüne îmân etmekle, Resûlünün yardımcıları olmakla ve dîninin yayılması için vâsıta olmakla şereflendirdi. Ben bunları söylüyorum. Allahü teâlâdan kendim ve bütün mü'minler için afv ve âfiyet dilerim.

Sâbit bin Kays'ın bu konuşmasından daha sonra şiir yarışması yapıldı. Bunda da Hassân bin Sâbit'in galip gelmesi üzerine, Benî Temim'in reislerinden Akra bin Hâbis, Peygamber efendimiz için;
- Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi, O'nun hatîbinin hitâbeti ve O'nun şairinin şiiri bizimkinden daha güzel, ses ve sedâları da bizimkinden daha gür ve daha tatlıdır. Bu zât, Allahü teâlâ tarafından korunuyor, destekleniyor, diyerek, Peygamber efendimize yaklaştı ve Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.

Peygamber efendimiz, Medîne-i münevvere'ye teşrif ettikten sonra Medîneli Müslümanlardan söz aldı. Bu söz alma esnâsında hatîbliği ile meşhûr olan Hazret-i Sâbit bin Kays, son derece, fasih ve beliğ olarak dedi ki:
- Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi vaad ediyorsunuz?

Peygamber efendimiz, bu samîmî karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevap verdiler:
- Cenneti!

Orada olan herkes bu cevaptan çok memnun olup, hepsi de, "Razıyız" dediler. Böylece kadın erkek bütün Medîneliler, Resûlullah efendimize bî'at ettiler, söz verdiler.

Dünyalık vaad etmediler
Peygamber efendimiz burada olduğu gibi, hayatları boyunca hiç bir kimseye, dünyaya âit bir şey vaad etmediler. Kendisine tâbi olanlara, Allahü teâlânın rızâsını, Cenneti, iki cihân saâdetini müjdelediler. Zaten, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Peygamber efendimize, bu güzel niyet ve maksatlarla tâbi oldular. Başka şeylere kıymet vermediler.

632 senesinde Tuleyha isminde birisi, Peygamber olduğunu iddia etti. Halîfe Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Hâlid bin Velid komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid'i yola getirmek üzere gönderdi. Bu ordunun bir kanadına Hazret-i Sâbit bin Kays kumandanlık yaptı.

Tuleyha yola getirildikten sonra Hâlid bin Velid kumandasında, Müslüman ordusu Müseylemet-ül Kezzâb ile Yemame'de çarpıştı. Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü. Buna karşı iki bin İslâm askeri şehîd oldu. Hazret-i Sâbit bin Kays, Hazret-i Ebû Dücâne'nin de aralarında bulunduğu üçyüzaltmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu.

Hazret-i Sâbit, şehîd düştüğünde üzerinde kıymetli bir zırh vardı. Bu zırh çalındı. Biri rü'yâsında Hazret-i Sâbit'i gördü. Hazret-i Sâbit, zırhının saklı olduğu yeri söyledi. Onu oradan almasını ve ihtiyacı olan birisine vermesini rica etti.

Rü'yâyı gören zât, ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte. Hazret-i Sâbit'in tarif ettiği yere gitti. Zırhı orada buldu. Ve bu şehîdin isteğini yerine getirdi.

Hazret-i Sâbit bin Kays, şehîd olduğunda geriye Muhammed Abdullah, Yahya, Abdurrahman, Abdullah ve İsmail isimlerinde çocukları kaldı.

İsrâf etmeyiniz
Hazret-i Sâbit bin Kays, çok cömerd idi. Bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmadı. Bunun üzerine En'âm sûresi, 141. âyeti nâzil oldu. Burada meâlen:
- Ekini hasat ettiğiniz zaman, fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ isrâf edenleri elbette sevmez, buyuruldu.

Hazret-i Sâbit bin Kays; Peygamber efendimize karşı çok hürmetli idi. Peygamberimiz de onu sever, bu sevgisini zaman zaman bildirirlerdi. Hazret-i Sâbit bin Kays birgün hastalandı. Resûl-i ekrem efendimiz onu ziyâret ederek:
- Ey Allahım, Sâbit bin Kays'ın hastalığına şifâ ver, diye duâ buyurdular.

Bir gün, "Şüphesiz, Allahü teâlâ, kibirlenip gururlananları sevmez" meâlindeki Lokman sûresi 18. âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Sâbit'in durumu değişti, evine kapanıp ağlamaya ve tevbe etmeye başladı. Çünkü, o âyet-i kerîme ile, kendisi gibi şık giyinenlerin kastedildiğini zannediyordu. Evinden dışarı çıkmıyor, gözyaşları içerisinde Rabbine tevbe ve ilticâ ediyordu.

İyi giyineceksiniz
Onun bu durumunu Resûlullaha haber verdiler. Resûlullah efendimiz bir adam göndererek, niçin böyle yaptığını sordu. Hazret-i Sâbit şöyle cevap verdi:
- Ben şık giyinmeyi severim.

Resûl-i ekrem efendimiz, Hazret-i Sâbit'i rahatlatan şu cevabı verdi:
- Sen âyet-i kerîmede sözü edilenlerden değilsin. İyi bir hayat sürüyorsun. Hayırlı bir şekilde öleceksin ve Allahü teâlâ seni Cennete sokacak.

Hazret-i Sâbit'in elem gözyaşları, artık sevinç gözyaşlarına dönmüştü. Gurur ve kibir maksadıyla giyilmeyen güzel elbiselerin, dînimize aykırı bir yönü yoktu.

Zâten Resûlullah efendimiz, Müslümanları temsil durumunda olanların çok düzgün ve temiz kıyâfetli olmaları gerektiğini zaman zaman ikâz ederdi. Bir yere gönderdiği elçilerine;
- Öyle giyineceksiniz ki, gittiğiniz yerde parmakla gösterileceksiniz, buyururdu.

Hazret-i Sâbit de zaman zaman müşriklere karşı Resûlullahın ve Ensârın hatipliğini yapardı. Bu cihetle de onun şık ve güzel giyinmesinde mahzûr bir tarafa, zarûret bile vardı.

Hucurât sûresi nâzil olduğu zaman da, duygulu sahâbî Sâbit bin Kays'ı bir endişe almıştı. Âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruluyordu:
"Ey îmân edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın, yoksa amelleriniz mahvolup gider de farkında bile olmazsınız." [Hucurât 2]

Kastedilenlerden biri benim
Bu âyet-i kerîmeyi işiten Hazret-i Sâbit daha önce yaptığı gibi;
- Bu âyette kastedilenlerden birisi de benim. Ben de Resûlullahın huzurunda yüksek sesle konuşuyorum ve amellerim boşa gidiyor, Cehennem ehlinden oldum, diyerek evine kapandı ve gözyaşları içerisinde Rabbine yalvarmaya başladı.

Bunu işiten Resûlullah efendimiz yine birisini gönderip, niçin böyle yaptığını sordu. Hazret-i Sâbit Resûlullahın huzûrunda yüksek sesle konuştuğundan bahisle dedi ki:
- Amelleri boşa giden kişilerden olmaktan korkuyorum.

Bunun üzerine, Resûlullah şöyle buyurdu:
- Hayır, korkma! Sen övünülecek bir hayat sürüyorsun. İleride de şehîd olacaksın ve Allahü teâlâ seni Cennetine sokacak.

Hazret-i Sâbit'in yüksek sesle konuşması, Resûlullaha hürmetsizliğinden değil, onun hatipliğinden ileri geliyordu. Onun için, âyet-i kerîmede ikâz edilen kimselerden olamazdı. Ancak onun hassas kalbi, bundan endişe duyuyor, üzülüyordu. Resul-i ekremin sözleri onu yine ferahlatmıştı.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:42:16
Sa'd Bin Mu'âz  

Ensârın en hayırlılarından.

Muhammed aleyhisselâmın bi'setinin onuncu yılı başlarında Medîne'den gelen 12 kişi, Peygamberimizle görüşüp Müslüman oldular. Birinci Akabe bîatı denilen bu görüşmeden sonra, Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek üzere, Mus'ab bin Umeyr'i Medîne'ye gönderdiler.

Mus'ab bin Umeyr Medîne'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı.

Sen işini bilen adamsın
Ancak bir kabîle reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:
- Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan bu adamı, yanımıza gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim hallederdim.

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve gitti. Oraya varınca:
- Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer, hayatınızdan olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gidersin, dedi.

Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle dedi ki:
- Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin.
- Yerinde bir söz söyledin.

Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı kerîm okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr:
- Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır, dedi.

Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyliyerek Müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e döndü ve;
- Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o Müslüman olursa, Medîne'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz, diyerek kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına vardı. Sa'd bin Mu'âz onu görünce:
- Ne yaptın yâ Üseyd?

Bir fenâlığını görmedim
Üseyd bin Hudayr, Sa'd bin Muâz'ın Müslüman olmasını çok arzu ettiği için şöyle cevap verdi:
- Mus'ab bin Umeyr ile konuştum, bir fenalığını görmedim. Yalnız duyduk ki, Hâriseoğulları, teyze oğlun Es'ad'ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak teyzenin oğlunu öldürmek için harekete geçmişler.

Bu sözler Sa'd bin Mu'âz'a çok dokundu. Çünkü birkaç sene önce yapılan bir savaşta, Hâriseoğullarını yenip, Hayber'e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi Sa'd bin Mu'âz'ı çok kızdırmıştı.

Halbuki işin aslında böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr böyle bir hîleye başvurarak, Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye, dolayısıyla Mus'ab bin Umeyr'e zarar vermesini önlemek istedi. Böylece onların tarafına geçmesini ve nihayet müslüman olmasını temin etmek gayretinde idi.

Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr'ın, Hâriseoğullarının, teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye zarar verecekler demesi üzerine, hemen yerinden fırlayıp, Es'ad bin Zürâre'nin yanına gitti.

Oraya varınca baktı ki, Es'ad bin Zürâre ile Mus'ab bin Umeyr, son derece huzûr ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlar. Yanlarına yaklaşıp dedi ki:
- Ey Es'ad, aramızda akrabalık olmasaydı, sen bu adamı elimden kurtaramazdın. Sen memleketinden çıkarılmış şu yabancı adamı, zayıflarımızın inançlarını bozmak için mi çağırdın?

Hele sözümüzü bir dinle
Bu sözlere Mus'ab bin Umeyr yumuşak bir şekilde cevap verdi:
- Ey Sa'd, hele biraz dur, oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer sözlerimizi beğenmezsen, biz bunu sana tekliften vazgeçeriz. Bizi bırakır gidersin.

Sa'd bin Mu'âz bu yumuşak ve tatlı sözler üzerine:
- Yerinde bir söz söyledin, dedi ve oturdu.

Mus'ab bin Umeyr, Sa'd bin Mu'âz'a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa'd bin Mu'âz'ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir te'sîr altında kaldı. Kendini tutamayıp dedi ki:
- Yemîn ederim ki ben, şimdiye kadar, hiç bilmediğim bir şeyi dinledim. Siz bu dîne girmek için ne yapıyorsunuz?

Mus'ab bin Umeyr hemen ona Kelime-i şehâdeti öğretti. O da,
- Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh, diyerek Müslüman oldu.

Sa'd bin Mu'âz Müslüman olmaktan duyduğu huzur ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu. Üseyd bin Hudayr'ı yanına alıp, kavminin toplandığı yere gitti. Abdüleşheloğullarına hitâben dedi ki:
- Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız?
- Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz.

O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim.

Medîne tekbîrle çınladı
Abdüleşheloğulları, reisleri Sa'd bin Mu'âz'ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâma da'vet ettiğini duyar-duymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar, Medîne semâlarını Kelime-i şehâdet ve tekbîr sedâlarıyla çınlattılar.

Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medîne halkı, Evs ve Hazrec kabîleleri İslâmiyeti kabûl edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nûruyla aydınlandı. Sa'd bin Mu'âz ve Üseyd bin Hudayr, kabîlelerine ait bütün putları kırdı.

Bu durum sevgili Peygamberimize bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli Müslümanlar sevince garkoldular. Bu sebeple o seneye (m. 621) sevinç yılı denildi.

Sa'd bin Mu'âz İkinci Akabe bîatında bulunup, Resûlullaha bîat etti. Bu bîatte bulunanlar Resûlullahı canları gibi koruyacaklarına ve gerekirse bu husûsta mallarını ve canlarını fedâ edeceklerine söz verdiler.

Sa'd bin Mu'âz, Medîne'nin ileri gelenlerinden ve reislerinden olduğu için, Mekke'ye gidip, Kâ'be'yi tavâf ederdi. Müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Bu ziyâretlerinden birinde Ebû Cehil karşısına çıkıp dedi ki:
- Siz bizim dînimizden ayrılanları himâye ettiniz. Onlara her yardımda bulundunuz. Eğer burada seni himâyesine alanlar olmasaydı seni öldürürdüm. Dönüp çocuklarına kavuşamazdın.

Sa'd bin Mu'âz, Ebû Cehil'in bu tehditli sözleri karşısında ona şu cevabı verdi:
- Eğer böyle bir şeye kalkışırsan, Medîne yakınından geçen ticaret yolunu keser, seni bir daha oralara ayak bastırmam.

Bunları söylerken sesi öyle gürlüyordu ki, yanında bulunan Ümeyye bin Halef yavaşça dedi ki:

Mekke'de mi öldürüleceğim?
- Sesini biraz alçalt, bu kişi bu vâdinin meşhûru.

Bunun üzerine Sa'd bin Mu'âz daha gür bir sesle konuştu:
- Yemîn ederim ki Resûlullah, bize senin katlonulacağını haber verdi.
- Mekke'de mi öldürüleceğim?
- Orasını bilmem.

Ebû Cehil bu şekilde Sa'd bin Mu'âz'dan öldürüleceği haberini aldığı için, Bedir Savaşında Mekke'den çıkmamak istemiş, çevresinin ayıplaması üzerine Bedir'e gelmişti. Nihayet Peygamberimizin buyurduğu gerçekleşip, Ebû Cehil Bedir savaşında katledildi.

Sa'd bin Mu'âz, Bedir Savaşına katılarak, Bedir Eshâbından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı başlamadan önce, Peygamberimiz Mekkeli müşriklerin bir ordu hazırlayıp, Medîne'ye doğru harekete geçtiklerini haber alınca, bir danışma meclisi kurup, Eshâb-ı kirâm ile istişâre yaptı. Onlara, fikirlerini sordular. Ba'zıları dediler ki:
- Biz kervan için yola çıkmıştık. Onların kâr etmesine, mâni olmamız elzemdi. Çünkü kazanacakları parayla, bize karşı ordu hazırlıyacak idiler!. Eğer savaştan önceden haberimiz olsaydı; daha hazırlıklı hareket ederdik.

Resûl-i Ekrem efendimiz de buyurdu ki:
- Kervân, sahil yolundan savuşup gitmiştir. Şu Ebû Cehil ordusu ise bize doğru gelmektedir.

Hizmetler nasîb eyle!
Bunun üzerine Evs kabîlesi reisi, Sa'd bin Mu'âz ayağa kalkarak şunları söyledi:
- Yâ Resûlallah! Bizler, Allaha ve son Peygamberi olan Sana, îmân ettik. Allah tarafından sana tebliğ edilen İslâmın, hak dîn olduğuna kalbden inandık, doğruladık. Senin emirlerini dinlemek ve itâ'at etmek üzere, söz verdik. Temînat verdik. Seni hak Peygamber olarak gönderen Yüce Allaha yemîn ederim ki, bize şu denizi gösterip içine dalsan; Seninle birlikte denize dalarız. Hiç birimiz, geri kalmayız. İslâm düşmanlarıyla çarpışmayı da, seve seve kabûl ederiz. Savaştan, geri dönmeyiz. Düşman karşısında sabır ve sebâtla savaşırız.

İşte, cenâb-ı Hakka yalvarıyorum: Ey Yüce Allahım! Bize öyle hizmetler nasîb eyle ki; gayretlerimizi görünce, Resûlünün göz bebekleri dahî gülsün! Yâ Resûlallah! Artık bizleri, cenâb-ı Hakkın lütfû ile, istediğin yere götür.

Sa'd bin Mu'âz'ın bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
- Öyle ise, Allahın lütûf ve bereketine doğru yürüyünüz! Cenâb-ı Hak kat'î olarak, ya kervanı, ya Kureyş ordusunu va'ad buyurmuştu. Vallahi ben, Kureyşlilerin ölüp düşecekleri yerleri şimdiden görüyorum.

Bedir savaşından sonra Uhud savaşına da katılan Sa'd bin Mu'âz, gösterdiği cesâret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kirâm arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr şehîd oldu.

Uhud savaşında Peygamber efendimiz yaralanmıştı. Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde ile birlikte Peygamberimizin yaralarını sarıp, tedâvi etti.

Sa'd bin Mu'âz müşriklerle yapılan Hendek savaşına da katıldı. Bu savaşın yapıldığı sırada, sağlam kalelerden olan Hâriseoğulları kalesinde Sa'd bin Mu'âz'ın annesiyle birlikte bulunan Hazret-i Âişe şöyle anlatmıştır:

Kılıcını kuşanmış...
"O gün şiddetli bir ses duydum. Baktım ki, Sa'd bin Mu'âz, yanında yeğeni ile savaşa gidiyordu. Kılıcını kuşanmış gür sesle şiirler okuyordu. Bunu işiten annesi dedi ki:
- Oğlum, koş, arkadaşlarına yetiş, geri kalma!"

Hendek harbinde; Sa'd bin Mu'âz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isâbet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hazret-i Sa'd, yaralı bir hâlde, etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve şöyle duâ etti:

- Yâ Rabbî, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsân eyle. Çünkü senin Resûlüne eziyet eden, O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa, beni şehîdlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyza'nın âkıbetini görmeden rûhumu kabzetme.

Peygamber efendimiz bir çadır kurarak, Sa'd bin Mu'âz'ı oraya yatırttı. Eslemoğulları kabîlesinden Rafide'yi de O'nun tedâvisine memur etti. Hazret-i Sa'd, orada yattığı sırada Peygamberimiz sık sık yanına gelip, hâlini sorardı.

Peygamberimiz Hendek savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza Yahûdîlerinin üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyza Yahûdîleri Peygamberimizle anlaşma yaptıkları hâlde Hendek savaşının en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı.

Sa'd bin Mu'âz böyle yapmamaları için onları ikâz etmişti. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek savaşından hemen sonra Benî Kureyza Yahûdîleri kuşatma altına alındı.

Bu kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa'd bin Mu'âz'ı hakem olarak istediler.

Onların bu isteği üzerine Peygamberimiz Sa'd bin Mu'âz'ı yattığı çadırından getirtti. O, Yahîdîlere dedi ki:
- Ne hüküm verirsem râzı mısınız?
- Evet râzıyız.

Bunun üzerine Sa'd bin Mu'âz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti.

Allah ve Resûlünün hükmü
Sa'd'ın verdiği bu hüküm, Yahûdîlerin elinde bulunan kitaplarına tıpa tıp uyuyordu. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınları ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza'dan ba'zı erkekler ise Müslüman olup, kurtuldular. Sa'd bin Mu'âz bu hükmü verince Peygamberimiz buyurdu ki:
- Onlar hakkında, Allahın ve Resûlünün hükmüyle hükmettin.

Sa'd bin Mu'âz hazretleri Hendek savaşında ağır bir yara almıştı. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz, yanına gelip onu kucakladı ve:
- Allahım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda cihâd etti. Resûlünü de tasdîk etti. Ona kolaylık ihsân eyle, buyurarak duâ etti.

Sa'd bin Mu'âz, Peygamber aleyhisselâmın bu sözlerini duyunca gözlerini açıp şöyle fısıldadı:
- Yâ Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler ederim. Senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ederim.

Melekler arasındaki müjde
Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?

Bunun üzerine Peygamber efendimiz hemen Sa'd bin Mu'âz'ın hâlini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamber aleyhisselâm yanında Eshâb-ı kirâm'dan ba'zıları olduğu hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti.

Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm dediler ki:
- Yorulduk yâ Resûlallah.

Bunun üzerine, Peygamber efendimiz:
- Melekler Hanzala'nın cenâzesinde bizden önce bulundukları gibi Sa'd'ın da cenâzesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemeyeceğiz, buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı.

Peygamber efendimiz, Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefât etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup, Sa'd bin Mu'âz'ın künyesini söyleyerek buyurdu ki:
- Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah sana saâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va'dettiğini verecektir.

Eslem bin Hâris şöyle anlatmıştır:
İçerde Sa'd bin Mu'âz'ın cenâzesi yalnızdı. Başka kimse yoktu. Resûl aleyhisselâm adımlarını gâyet geniş açarak evin içinde yürüyordu. Bu durumu görünce yavaşladım. Durmamı işâret edince de durdum. Sonra da geriye döndüm. Resûl aleyhisselâm içerde bir müddet durdu. Sonra dışarı çıktı. Çıkınca dedim ki:
- Yâ Resûlallah, niçin öyle yürüdünüz?
- Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım, melekler dolmuştu. Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim.

Sonra, Sa'd bin Mu'âz'ın lâkabını söyleyerek:
- Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun ya Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr, buyurdu.

Hafif cenâze
Onun vefâtı Resûl aleyhisselâmı ve Eshâb-ı kirâmı çok üzdü. Gözyaşı döküp ağladılar. Cenâzesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamber aleyhisselâm cenâze namazını kıldırdı, cenâzesini taşıdı. Eshâb-ı kirâm, Sa'd bin Mu'âz'ın cenâzesini taşırken dediler ki:
- Yâ Resûlallah! Biz böyle kolay taşınan cenâze görmedik.

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:
- Sa'd'ın cenâzesine yetmiş bin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi.

Sa'd bin Muâz defnedilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu. Cenâzesi kabre indirilirken Peygamber aleyhisselâm kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:43:37
Sa'd Bin Rebî

Şehîd olurken nasîhat eden sahâbî.

Sa'd bin Rebî' hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Resûl aleyhisselâmın bi'setinin onbirinci senesinde, Akabe mevkiînde Medîneli onn iki kişi ile buluştu. Bunlardan birisi de Sa'd bin Rebî' idi.

Burada Peygamber efendimize, "Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak" hususunda biat ettiler. Söz verdiler.

Cenneti hazırlamıştır
Peygamber efendimiz de onlara buyurdu ki:
- Verdiği sözde duranın, ücret ve mükâfatına Allahü teâlâ garanti vermiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık îcâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezâya uğratılırsa, bu ona keffâret olur! Kim de yine bunlardan insanlık îcâbı birini işlerse, yaptığı o şeyi Allahü teâlâ gizler, açığa vurmazsa, onun işi Allahü teâlâya kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azâba uğratır.

Ayrıca, "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse rahatlık zamanında söz dinlemek ve itâat etmek, başta gelir. Resûlullah, bizzat, onların üstünde bir tercihe sahip olup, ona karşı itâatli olacaklar." söz verdiler.

Hazret-i Sa'd, Bedir ve Uhud gazâlarında bulundu. Uhud'da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücûdu delik deşik oldu. Uhud muharebesinde, bir ara, müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hazret-i Sa'd o zaman, gevşeklik göstermedi. Eshâb-ı kirâma Akabe biatında, canlarını fedâ edeceklerine dâir verdikleri sözü ve yemîni hatırlattı.

Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Resûl aleyhisselâm sordu:
- Sa'd bin Rebî'nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa ölüler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm.

Ensârdan bir zât dedi ki:
- Bu işi ben yaparım, yâ Resûlallah.

Haber getirmeye giden Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka'b'dan birisi idi. Resûlullah efendimizin işâret buyurduğu tarafa gitti. Vâdide yatan şehîdler arasında, seslenerek dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa seslendi:
- Ey Sa'd, beni sana Resûlullah gönderdi!

O zaman Sa'd hazretleri inliyerek kımıldandı. Haber için gelen zât da dedi ki:
- Resûlullah, senin sağlar mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti.

Ensâra da selâm söyle!
Bunun üzerini Hazret-i Sa'd şu cevâbı verdi:
- Ben artık ölüler arasındayım! Resûlullaha selâmımı arz et ve "Sa'd bin Rebî' ümmetine doğru yolu göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahü teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor" de!

Kavmin Ensâr'a da selâm söyle! Onlara da, "Sa'd bin Rebî' size, Akâbe gecesinde, Resûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahü teâlânın yanında gösterebileceğiniz hiç bir mazeret yoktur, diyor" de!

Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:44:37
Safiyye Binti Abdülmuttalib

Peygamberimizin halası.

Resulullah efendimizin halası olan Hazret-i Safiyye, oğlu Zübeyr ile birlikte müslüman oldu. Oğlu Zübeyr ile birlikte hicret etti. Peygamber efendimize eziyet eden, kardeşi Ebu Leheb’e dedi ki:
- Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve Onun dinini yardımsız, hor, hakîr bırakmak, sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir Peygamberin çıkacağını bildiriyorlar. İşte, o peygamber, budur!

Böyle söyleyerek Ebu Leheb’i de islâma davet etmiş, fakat o kabul etmemiştir.

Savaşların çoğuna iştirak etti
Hazret-i Safiyye’nin annesi Hâle ile Resul-i ekremin annesi Amine Hatun kardeş idiler. Bu suretle, Peygamberimiz ile, hem ana, hem de baba tarafindan çok yakın akraba olurlardı.

Hazret-i Safiyye gazaların çoğuna iştirak etmişti. Gayet cesur idi. Uhud gazasına kati şöyle olmuştu: Resul-i ekrem efendimiz, Uhud savaşına gittikleri zaman, kadınlar da Hazret-i Hassan bin Sabit’in köşkünde bulunuyorlardı. Erkek olarak sadece Hassan vardı. O da yaşlı ve zayıf idi. Yahudîler bunu fırsat bilip saldırmak istiyorlardı. İçlerinden birisi köşkün dibine kadar sokulup, olup bitenleri dinlemek istedi. Hazret-i Safiyye bunu gördü ve bağırdı:
- Hassan, şu yahudînin yanına in, onu öldür!

Hazret-i Hassan dedi ki:
- Ben onunla savaşacak hâlde olsaydım, şimdi herhalde Resulullahın yanında olurdum.

Hazret-i Hassan, hastalık geçirdiginden kılıç sallayamıyordu. Hazret-i Safiyye bunun üzerine, bir çadır direğini kaptı ve aşağı indi. Yahudînin kaçmaması için kapıyı yavaş yavaş araladı. Birden çadır direğini yahudînin başına indirdi. Yahudî, yediği darbe sonucu bir daha kalkamadı ve öldü.

Bundan sonra Safiyye eline bir kılıç alarak Uhud’un yolunu tuttu. Elindeki kılıcı ile önüne gelene saldırıyor, bir yandan da müslümanları harbe teşvik ederek, “Siz nasıl insanlarsınız, Resulullahı bırakıp da nereye gideceksiniz” diyordu.

Cesedini görmesin
Peygamber efendimiz onun vaziyetini görünce, oğlu Hz Zübeyr’i çağırdı ve buyurdu ki:
- Annen Safiyye, kardeşi Hamza’nın cesedini görmesin. Çünkü cesedin durumu çok kötü idi. Kardeşinin cesedini böyle görse, herhalde aklını kaçırır.

Hazret-i Zübeyr de bu emir üzerine annesinin yanına sokularak dedi ki:
- Anneciğim, Resulullah efendimiz senin geri çekilmeni buyuruyor.
- Nasıl? Geri mi dönecekmişim? Kardeşimin cesedinin nasıl olduğunu biliyorum. Bunun intikamını alacağım. Allahü teâlâ bilir ki, ben böyle yapılmasından hiç hoşlanmam. Fakat sabredeceğim. Ama bir gün bunların karşılığını da göreceğim.

Hazret-i Zübeyr, durumu Resulullaha arz etti. Resulullah efendimiz de halasının metanetini duyunca, cesedin yanına gelmesine izin verdi. Cesedin parça parça olduğunu gördü. Kendisine hakim oldu. Yalnız “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" dedi. Ellerini açıp duâ etti ve oradan ayrıldı.

Hazret-i Safiyye Hendek gazvesinde de Hassan bin Sabit’in köşkünde, içeriyi dinlemek isteyen bir yahudîyi öldürmüştür.

Böylece Hazret-i Safiyye, gerek Uhud’da, gerekse Hendek savaşında birer düşman öldürmesiyle, eshabın takdirine mazhar olmuştur.

Orduları idare edecektir
Hazret-i Safiyye, Hazret-i Ömer halife iken, 640 yılında, 73 yaşında iken vefat etti. Bakî kabristanında Mugire bin Sube’nin kabri yanına defnedildi.

Hazret-i Safiyye disiplinli bir anneydi. Bazen oğlu Zübeyr’e sert davrandığı olurdu. “Niçin böyle yapıyorsun” diyenlere şöyle cevap vermişti:
- Ben onun iyi yetişmesi için böyle yapıyorum. Çünkü o, ileride orduları idare edecektir.

Gerçekten de Hazret-i Zübeyr büyük bir İslâm fedaisi oldu.

Hazret-i Safiyye cahiliyye devrinde Hâris bin Harb ile evlenmişti. Hâris’ten bir oğlu oldu.

Hâris öldükten sonra Hazret-i Zübeyr’in babası Avvam bin Hüveylid ile evlendi. Bundan da üç çocuğu oldu. Bunlar Hazret-i Zübeyr, Saib ve Abdülkâbe’dir.

Sen bizim ümidimizdin
Hazret-i Safiyye, cesaret ve secaati ile nesillere örnek olacak şekildeydi. Gayet fasih ve beliğ mersiyeler yazardı.

Hazret-i Safiyye, Arap edebiyatında, şiir ve mersiye söylemekte çok ileri idi. Hamasî şiirleri de meşhurdu. Bir tanesinde şöyle demiştir:

Benden Kureyş’e haber salın ve deyin ki: “Ne hakla bize tahakküm etmeye kalkarsınız?

Bizim büyüklüğümüz sizden eksik mi? Şunu iyi biliyorsunuz ki; bizim eski bir şerefimiz ve önce gelme hakkımız vardır.

Bizim için zulüm ateşi yakılmamıştır. Verdiğimiz sözü bozduğumuzun alameti hiç belirtilmemiştir. Bütün hayır ve fazilet bizdedir.” Babası Abdülmuttalib’in vefatında, Hazret-i Hamza’nın şehit edildiğinde ve Resul-i ekremin vefatlarında yazdıkları mersiyeler meşhurdur.

Resullullah efendimizin vefatındaki mersiyesinde demiştir ki:
Ya Resulallah! Sen bizim ümidimizdin, Sen bize hep iyilik edenimizdin.

Sen, değildin hiç, haksızlık edenlerden, Sen, şefkat sahibi ve yol gösterenlerden.

Ve dahî anlatılmayan ilim deryası, Bugün ağlayanların, senin içindir feryadı.

Senin yoluna hep ecdadım feda olsun!Malım, canım, bütün varlığım feda olsun!

Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız, Ne kadar mesrur olurduk kalsaydınız.

Hak teâlânın hükmü bu, ya sabır diyoruz, Bilmem ki ne yapsak, hep figan ediyoruz.

Allahın selamı, sana olsun ya Resulallah! Adın Cennetine girip kalasın ya Resulallah!
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:45:33
Safiyye Binti Huyey

Peygamberimizin hanımlarından.

Safiyye binti Huyey, Hayber’de, soyluluğu, güzelliği, iyi ahlâk ve namusluluğu ile herkesçe beğenilirdi. Hayber’de ilk önce meşhur bir şair ve kumandan olan yahûdi Sellam bin Mişkem ile nişanlandı. Bundan ayrılarak, Hayber’in en meşhur kalesi olan Şemmus kalesinin, çok zengin kumandanı Kenane bin Hakik ile evlendi.

Gözü morardı
Hazret-i Safiyye, Kenane ile evliyken, rüyasında; Ay’ın, onun odasına düştüğünü görmüştü. Bu rüyasını kocasına anlatınca; Kenane, “Sen ancak Hicaz’ın meliki Muhammed’i istiyorsun” deyip, yüzüne bir tokat attı. Gözü morardı. Peygamber efendimiz, Hayber’i 629 senesinde fethetti. Safiyye’nin babası ve kocası öldürülüp, kendisi de esir edildi.

Esirler paylaşılınca, Safiyye de âlemlere rahmet olarak yaratılan Peygamber efendimizin hissesine düştü. Peygamber efendimiz, Safiyye’yi azat etti. Bunun üzerine Safiyye, seve seve iman edince, Resulullahın nikâhıyla şereflendi. Bütün müslümanların annesi oldu.

Sehba mevkiinde düğünü yapılıp, kavun ve hurma velime [Düğün yemeği] olarak verildi. Gözünün morarmasına, Resulullah efendimiz, "Nedir bu iz?" diye buyurunca, şöyle arz etti:
- Bir gece rüyamda sanki Ay gökten inip, koynuma girmiş görmüştüm. Kocam Kenane’ye anlattım. “Sen şu üzerimize gelen Arap melikinin hanımı olmaya göz dikmişsin” diyerek yüzüme bir tokat vurdu. O tokatın izidir.

Hazret-i Safiyye İslâmiyetle şereflenince, çok samimi bir müslüman oldu. Vaktini ibadet ve zikir ile geçirdi. Zinet eşyası fazla olduğundan, bunu Peygamber efendimizin hanımları arasında paylaştırdı. Çok yardımsever olup, daima fedakârlıklarda bulunurdu.

Peygamberimize karşı çok büyük muhabbeti vardı. Peygamber efendimizin hastalığında dedi ki:
- Ey Allahın Resulü! Keşke sizin bütün ağrılarınızı, acılarınızı ben çekseydim.

Hazret-i Safiyye akıllı, halim, selim ve ağırbaşlı bir hanımdı. Hakkında şu hadise anlatılır:

Metanetini bozmadı
Müslümanlar Hayber’i fethettiklerinde, Safiyye, akrabaları ve ahalisi esir edilmişti. Peygamberimizin yanına getirilirken, yahûdilerin cesetlerinin bulunduğu yerden geçmek zorunda kalındı. Hazret-i Safiyye’nin yanında bulunan kadın bağırıp, çağırarak, başına toprak attı. Fakat, o metanetini bozmadı. Hatta, geçerken kocasının cesedini de gördü. Fakat, istifini bile bozmadı.

Hazret-i Safiyye çok cömertti. Eline geçenleri dağıtırdı. Vefatında bir evi kalmıştı. Emlakının üçte birini yeğenine, kalanı da fakirlere sadaka olarak verilmesini vasiyet etti.

Hazret-i Safiyye, Hazret-i Harun’un neslindendir. Annesi Berre binti Semvan idi. Baba tarafından Benî Nudayr ve anne tarafından da yahûdilerin Benî Kureyza aşiretinin ileri gelenlerindendi. Babası Huyey bin Ahtab, Arabistan’daki bütün yahûdilerin başı sayılırdı. Annesi Berre’nin babası Semvan Arabistan’da şecaat ve cesareti ile şöhretliydi.

Hazret-i Safiyye’nin Hayber’de 611 senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. Medine’de 671 senesinde, altmış yaşında vefat etti
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:46:20
Saîd Bin Âmir  

Hazret-i Ömer'e benzeyen vâli.

Saîd bin Âmir hazretleri, Yermük savaşından sonra Abbâs bin Ganem'den boşalan Humus vâliliğine ta'yîn edildi. Vâli olmayı pek istemiyordu, ancak Hazret-i Ömer'in emrine itâ'at ederek Humus'a geldi. Vâliliği zamanında çok dikkatli ve âdil hareket eden Hazret-i Saîd, son derece fakir bir hayat yaşadı.

Rüşvet alan Cehennemdedir
Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyordu. Hazret-i Ömer, Şam'a teşrif ettiği zaman oradan Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin çıkarılmasını isteyen Hazret-i Ömer, fakirlerin içerisinde Saîd bin Âmir hazretlerinin ismini görünce çok şaşırdı. Listeyi hazırlayanlara sordu:
- Saîd bin Âmir'i niçin listeye yazdınız?
- Vâlimiz fakirdir, devamlı "Rüşvet alan da veren de Cehennemdedir" hadîs-i şerîfini okur ve en küçük bir hediyeyi dahî kabûl etmez.

Hazret-i Ömer, Saîd bin Âmir'e bin dirhem tahsis etti. Hazret-i Saîd, bin dirhem ile hanımına geldi ve dedi ki:
- Hazret-i Ömer bize şu gördüğün bin dirhemi göndermiş.
- Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alıp, kalanını saklayalım, ileride lâzım olur.

Saîd hazretleri hanımına şöyle dedi:
- Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak, işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz.

Hanımı, razı oldu:
- Peki, öyle olsun.

Saîd bin Âmir hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd ederek hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarını Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az birşey dışında birşey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki:
- Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al.

Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı hâlleri ve sözleri ile Hazret-i Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki:
- Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı.

Hayırları terkedemem
Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle buyurdu:
- Allahü teâlânın râzı olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı, onun nûru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı.

İşte seni bu iyilikler için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım...

Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı kendisi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu:
- Resûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki:

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve, "bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu kıyâmetin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesâbını verir, sonra Cennete girer.

Hazret-i Ömer zamanında, Humus vâlisi olan, Saîd bin Âmir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok sevilirdi.

Hazret-i Ömer, Saîd bin Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince Humuslulardan bir cemâ'ata sordu:
- Peki vâlinin hiç kusuru yok mudur?

Onlar da ba'zı kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:

Aslı nedir?
- Yâ Saîd, senin ba'zı kusurların varmış. Bunların aslı nedir?
- Bunlar neymiş, ya Ömer?
- Vazîfene sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabûl etmezmişsin. Eshâb-ı kirâmdan, Hubeyb hazretlerinin şehîd edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.

Bunun üzerine Hazret-i Saîd, şu cevâbı verdi:
- Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izâh edeyim:

1- Vazîfeme ancak kuşluk vakti, gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.

2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle meşgul olurum. Geceleri de Allahü teâlâya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhâsebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim.

3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabûl edemiyorum.

4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesâret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer:
- Yâ Saîd, Allahü teâlânın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, millete faydalı hâle getirmiş, dedi ve gözyaşı döküp ağladı.

Vâlilikten affet
Sonra, Saîd bin Âmir Hazret-i Ömer'den ricâ etti:
- Yâ Ömer, bundan sonra beni vâlilikten affet.

Hazret-i Ömer bunu kabûl etmeyip yine vâli olarak bırakmıştır.

Hazret-i Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi.

Şam'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun idiler. Bir defa Hazret-i Ömer, onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve oradakilere sordu:
- Neden ahâli bu kadar ona muhabbet gösteriyorlar?
- O, halkın dert ortağıdır da ondan.
Hazret-iÖmer bu duruma sevindi ve memnuniyetini belli etti.

Saîd bin Âmir, muhâcir olan Eshâb-ı kirâmdan olup, Hayber'in fethinden önce Müslüman oldu. 641yılında Rakka'da vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:47:20
Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe

Kur'ân-ı kerîmi en iyi okuyanlardan.

Hazret-i Ebû Bekir zamanında Müseylemet'ül Kezzâb'a karşı yapılan Yemâme gazâsında Muhâcirlerin sancaktarı Hazret-i Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe idi. Sâlim'in sancağı taşıması dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Eshâb dediler ki:
- Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız.

Fakat o buyurdu ki:
- Eğer ben sancağı taşımayacak olursam Kur'ân-ı kerîm ehlinin en bedbahtı olurum.

Meydan Allah nidâsıyla inledi
Harp sırasında Beni Hanîfe kabîlesi, sancağı düşürebilmek için sancağın bulunduğu yere ve sancaktar Sâlim'e çok şiddetli bir hücum yaptılar. Sâlim'in sancak tutan kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Sâlim, "Allah..." diye öyle bir haykırdı ki, harp meydanı inledi.

Fakat sancak yere düşmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat İslâm sancağı yine yere düşmedi. Çünkü Sâlim vücudu ve kesik kolları ile sancağa sarılmıştı. Kâfirlerin bütün şiddetli darbelerine rağmen sancağı aslâ yere bırakmadı. Sanki Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe'ye vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu.

Ne zaman ki İslâm askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman yere düştü. Sâlim kâfilerin en şiddetli kılıç darbeleri altında:
- Ve mâ Muhammedün illâ resûl... [Âl-i imrân 144] âyeti kerîmesini okuyordu.

Eshâb-ı kirâm ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû Huzeyfe'yi sordu. Şehîd olduğunu öğrenince buyurdu ki:
- Beni de onun gibilerin yanına götürün!

Vasiyetini yaptı ve 633 senesinde şehâdet mertebesine erişti. Ebû Huzeyfe ile beraber birini başı diğerinin ayağının yanında olduğu hâlde defnettiler.

Malının bir kısmını kölelerin azâd edilmesi için, üçte birini beytülmâle, üçte birin de ehline bırakmıştı. Hanımı ve çocukları kendileri için vasiyet edilen malı almamışlar, onlar da beytülmâle bırakmışlardır. Onun ilim ve irfânı Eshâb-ı kirâm tarafından kabûl ve tasdik edilmekle beraber Hazret-i Ömer'in, husûsî bir muhabbeti ve hürmeti vardı. Hattâ yerine halîfe ta'yin etmek istemişti.

Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Mekke'den diğer Muhacirlerle çıkıp Medîne'ye gelinceye kadar Muhacirlere imâm oldu.

Allahü teâlâyı çok sever
Bir gün Resûlullahın yanında Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe'nin ismi zikredildi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Muhakkak ki Sâlim, Allahü teâlâyı çok sever. Eğer Allahü teâlâdan korkusu olmasaydı yine sevgisinden dolayı Allahü teâlâya isyân etmez, günâh işlemezdi.

Peygamberimiz yine bir gün buyurdu ki:
- Kıyâmet günü birçok kimseler Tehâme dağı gibi sevâblarla gelirler. Allahü teâlâ onların amellerini boşa çıkarır ve onları şiddetli bir şekilde Cehenneme atar.

Bu dehşetli durumdan ürperen Sâlim dedi ki:
- Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah; biz o kavmi nasıl tanıyacağız? Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum.
- Ey Sâlim onlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, fakat kendilerine harâmdan bir şey teklif edildiği zaman Allahü teâlâdan hiç korkmadan o harâmı işlerler. Allahü teâlâ da onların amellerini, ibâdetlerini kabûl etmez.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:48:04
Seddad Bin Evs  

Ailece müslüman olan sahabilerden.

Seddad bin Evs, Medineli ensardan idi. Müslüman bir aile ocağında yetişti. Yaşı küçük olduğu için, Resulullah efendimizin gazalarına katılamadı. Ancak Resulullah efendimizin huzurunda devamlı bulunarak yüksek derecelere ve ilimlere kavuştu. Peygamber efendimizin vefatından sonra Şam’da, Filistin’de, Beyt-ül-Mukaddes’te ve Humus’ta bulundu.

Uykum kaçıyor
Seddad bin Evs, eshabın faziletlilerindendir. Geniş bir bilgiye sahipti. Devrinde, her ilimde kendisine müracaat edilirdi. Yumuşak huylu, açık sözlü, hiddet zamanında gadabına hakim idi. İbadette ve Allahü teâlânın beğendiği işlerde çok gayretliydi. Kalbi, Allahü teâlânın korkusu ile doluydu.

Yattığı zaman tefekküre dalardı. Allahü teâlânın rahmeti ile birlikte, azabını da hatırlar, “Ya Rabbi! Cehennem ateşini düşündükçe uykum kaçıyor” derdi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta çok titiz olup, bunları güler yüz, tatlı dille insanlara anlatırdı.

Seddad hazretlerinin hususiyetlerinden biri de, ağzından, lüzumsuz ve olur olmaz sözlerin çıkmamasıdır. O, riya ve gösterişten çok sakınırdı. Ebu Esas Sagani şöyle anlatır:
“Sam Cami-i şerifine gitmiştim. Orada Seddad bin Evs hazretleri ile karşılaştım. Bir yere gidecekti. Nereye gideceğini sordum. Hasta bir arkadaşını ziyaret edeceğini söyledi. Ben de kendileriyle gelebileceğimi söyledim ve beraberce gittik.

Oraya varınca, hastaya, durumunun nasıl olduğunu sordular. Hasta, nimet içerisinde olduğunu söyledi. Bunun üzerine, Seddad hazretleri şöyle buyurdu:
- Günahlarının affedildiğini sana müjdelerim. Çünkü, Peygamber efendimiz, (Allahü teâlâ buyurur ki: “Mümin olan kullarımdan birini imtihan ettiğim zaman, o bu imtihanı hamd ile karşılarsa, yatağından anasından doğduğu günkü gibi, günahlarından temizlenmiş olarak kalkar) buyurdu."

Şirke düşecek mi?
Ubade bin Nesi naklediyor: Seddad bin Evs ağlarken görüldüğünde, ona niçin ağladığı soruldu. Buyurdu ki:
- Resulullahtan duyduğum bir hadis-i şerifi hatırladım da, onun için ağlıyorum. Resulullah efendimiz bu hadis-i şerifinde, “Ümmetim için, şirk ve gizli şehvetten korkuyorum” buyurdu. O zaman ben, “ Ya Resulallah! Ümmetin senden sonra şirke düşecek mi” diye sordum. Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Evet, gerçi onlar, güneşe, ay’a ve puta tapmayacaklar, fakat işlerinde riyakârlık yapacaklar, Allah için değil de, Ondan başkalarının rızası için yapacaklar. Gizli şehvet ise şudur: Onlardan biri, oruç tutar, oruçlu olur, sonra şehvete sebep olan bir şeyi görür ve orucunu terkedip bozar.)

Seddad bin Evs şöyle anlatır:
"Peygamberimiz ile beraber idik. Buyurdular ki:
- Yanımızda yabancı, Ehl-i kitap birisi var mı?

Biz de olmadığını bildirdik. Bunun üzerine kapının kapatılmasını emrettiler ve buyurdular ki:
- Ellerinizi kaldırın, Lâ ilâhe illallah deyiniz!

Sizi müjdelerim!
Ellerimizi kaldırdık. Bu hâl bir müddet devam etti. Sonra mübarek ellerini indirip, şöyle buyurdular:
- Sana hamd olsun ya Rabbi! Beni bu kelime ile gönderdin. Bana, onu emrettin. Bana, onunla cenneti vâdettin. Vâdinde duran yalnız Sensin.

Peygamber efendimiz, bundan sonra buyurdular ki:
- Sizi müjdelerim! Allahü teâlâ sizi mağfiret buyurdu."

Bir gün Peygamber efendimiz Seddad’i sıkıntılı bir vaziyette görünce, buyurdular ki:
- Ne oluyor ya Seddad?
- Ya Resulallah! Dünya bana dar geliyor.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
- Üzülme, Şam feth olunacak, Kudüs feth olunacak. Sen ve senden sonraki çocuklarından bir cemaat inşaallah orada bulunacak.

Seddad bin Evs riyadan, gösterişten çok sakınırdı. Derdi ki:
- Resulullahtan duydum. Buyurdu ki: “Kim riya ile namaz kılar, oruç tutar, sadaka verirse, o, Allahü teâlâya ortak koşmuş olur.” Dünyaya ve nefse aldanmaktan çok sakınır ve şu hadis-i şerifi okurdu:

(Akıllı kimse, kendini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz olan da, nefsine, arzu ve isteklerine tabi olur ve Allahü teâlâdan olmayacak şeyler bekler.)

Gittiği yerlerde insanlara nasihat eder ve hadis-i şerifler okurdu. Bir defasında şöyle demişti:

Ahiret adamları
Resulullahtan işittim buyurdu ki:
- Ey insanlar! Dünya, hazır bir metadır. Ondan, iyiler de kötüler de yer. Ahiret, hak bir vaattir. Ahirette, her şeye kâdir olan Allahü teâlâ hükmeder. Orada hak ne ise o olur. Batıl, hükümsüz kalır.

Ey İnsanlar! Sizler ahiret adamlarından, ahireti düşünüp, ona hazırlananlardan olunuz! Dünya adamlarından, ahireti unutup dünyaya dalmışlardan olmayınız!

Allahü teâlâdan korkarak, amel yapınız! Biliniz ki, amellerinize göre arz olunursunuz. Allahü teâlâya mutlaka kavuşacaksınız. Kim, zerre miktarı hayır, iyilik işlerse, onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar şer, kötülük yaparsa, onun karşılığını görür.

Seddad bin Evs, Peygamber efendimiz ve eshabın büyüklerinden hadis-i şerif rivayet etmiştir. Oğulları Yala ve Muhammed ile başkaları da ondan hadis-i şerif bildirmişlerdir. Fıkıh ilminde de çok ileri idi. Eshab-ı kiramın kadılarından Ebüdderda buyurdu ki:
- Her ümmetin bir fakihi vardır. Bu ümmetin fakihi de Seddad bin Evs’dir.

Seddad 677 de, Kudüs’te vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:48:52
Sehl Bin Hanîf  

Eshâb-ı kirâmın okçularından.

Uhud gazâsında bir ara Müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi oldular. Bu sırada hiçbir şey düşünmeyen, sadece Peygamberimizi düşünen Sehl bin Hanîf, parçalanıp ölünceye kadar, O'nu korumaya canla başla çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu.Savaşın en şiddetli ânında Peygamberimizi bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya başladı. Hattâ müşriklerin dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile ortaya çıkarak müşriklere:
- Sehl'i nişan alınız. Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz, diyerek elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı.

İyi ok atar
Bu haliyle onu gören Peygamberimiz de buyurdu ki:
- Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir, rahat, iyi ok atar.

Ve o gün Sehl müşriklerden birçoğunu öldürdü.Sehl bin Hanîf, Hendek gazâsı hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalıştı. Bu gazâda müşriklere çok ok atmış, Peygamberimizin sevgisini daha çok kazanmıştı.

Hendek savaşından hemen sonra Beni Kureyza gazâsına katılarak onların üzerlerine yürüdü. Burada da büyük kahramanlıklar gösterdi. Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber gazâsına katıldı.Hicretin sekizinci yılında yapılan Mekke fethine katılarak, hemen bunun ardından Huneyn gazâsına işitirak etmiştir.

Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamberimiz Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Eshâbı yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanlar çok miktarda yardım ettiler. Bu hâli gören Sehl bin Hanîf çok duygulandı. Fakir olduğu ve Peygamberimizin bu yardım da'vetine katılamadığı için çok üzüldü. Hemen eve gidip çocuklarının ihtiyaçları için ayırmış olduğu iki ölçek hurmayı getirerek Peygamberimize teslim etti ve dedi ki:

- Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bundan başka evde yiyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Bu benim ve kızımın yardımlarıdır. Kabûl buyurunuz ve bize bereketle duâ ediniz.Peygamberimiz Sehl bin Hanîf'in getirdiği hurmaları bizzat kendi mübârek elleriyle diğer hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti.Bu hâli gören, İslâmiyeti kalben kabûl etmeyen münâfıklar, "Allahü teâlânın Sehl bin Hanîf'in iki ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur" diyerek onun bu istek ve arzûsunu ayıplayarak kınamışlardı. Hattâ Sehl bin Hanîf'in Allahü teâlâya ve Peygamberimize karşı olan samimî duygu içerisindeki davranışını hafife alarak, Medîne şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta onu gördükleri zaman ona bakarak güldüler.

Maskaraya çevirmiştir
Münâfıkların bu davranışları üzerine; Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin Tevbe sûresinin yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi. Burada meâlen buyuruldu ki:

(Sadaka husûsunda bağışlarda bulunan mü'minlerle, bir türlü gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle başka türlü eğlenenler yok mu? Allahü teâlâ onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır.)

Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile Sehl bin Hanîf ve diğer Eshâb-ı kirâmın samimî hareketlerini övdü. Münâfıkları ise susturdu.

Sehl bin Hanîf, dört halîfe döneminde çeşitli yerlerde vâlilik yapmıştır. En son Hazret-i Ali, onu Fars vilâyetinin genel vâliliğine tayin etti. Burada da ahlâk ve fazîleti ile İslâmiyete çok hizmetleri oldu.

Kûfe'de 659'da vefât etti. Oraya defnedildi.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:49:43
Sehl Bin Sa'd  

Medîne'de en son vefât eden sahâbî.

Sehl bin Sa'd çok genç yaşta olduğundan Peygamberimizle hiçbir savaşa katılamadı, ama ondan, çok ilim öğrendi. Hazret-i Sehl'in babası Sa'd bin Mâlik, Bedir savaşında çok yararlıklar gösterdi. Müslümanlar arasında kahramanca savaşırken ansızın yemiş olduğu bir darbe ile şehîd oldu. Peygamberimizin duâsını alarak, "Eshâb-ı Bedir" sıfatını kazandı. Bu sırada Sehl bin Sa'd sekiz yaşlarında idi. Peygamberimiz yetim kalan Sehl'e Bedir savaşında kazanılan ve dağıtılan ganimetlerden babasının hissesini ayırarak verdi.

Sehl bin Sa'd, Uhud savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için bu savaşa da katılamamıştı. Diğer yaşı küçük sahâbîler gibi Medîne'de kalmıştı. Ancak Peygamberimiz yaralandığı haberi Medîne'ye ulaştığı zaman, herkes gibi O da çok üzülmüştü.

Hasır parçası
Bu arada Peygamberimizin sevgili kerîmeleri Hazret-i Fâtıma'nın, babasının yaralanma haberini duyar duymaz hemen O'nun yanına koştuğunu ve yardım etmeye başladığını, Sehl bin Sa'd, şöyle bildirmektedir:
- Resûlullah efendimizin Uhud savaşında yaralandığı haberini duyduğumuz zaman çok üzüldük. Kızı Hazret-i Fâtıma'nın bir kalkan içinde su getirerek Peygamberimizin yaralarından akan kanları temizlediğini, bir hasır parçasını yakarak küllerini Peygamberimizin yaralarının üzerine sürdüğünü bizzat gördüm.

Sehl bin Sa'd, Hendek savaşına da yaşı küçük olduğu için katılamadı. Çünkü bu sırada on-onbir yaşlarında idi. Fakat hendeğin kazılmasında sahâbilere çok yardımcı oldu. Bütün sahâbilerin hizmetlerinin hepsine koşardı. Ayrıca hendek kazımında da yardımcı olur, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmazdı. Her an O'nun hizmetinde bulunurdu.

Sehl bin Sa'd, Hendek'te gördüklerini anlatırken der ki:
- Hendek'te Peygamberimiz ile hep beraber idim. Onlar hendek kazıyor, biz küçük yaştakiler omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk. Bu sırada Resûlullahın şöyle duâ buyurduğunu işittim:
"Yâ Rabbî! Bütün hayat, âhiret hayatıdır. Muhâcir ile Ensârı magfiretine (afvına) nâil eyle."

Cemâ'at çoğaldı
Sehl bin Sa'd, Peygamberimizin bir emir ve isteği olduğu zaman hemen yerine getirir, hiç bir zaman geciktirmezdi. O'nun bu durumunu Hazret-i Sehl'in oğlu Abbâs şöyle anlatmaktadır:

"Peygamberimiz hutbe okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe yaslanır öyle okurlarmış. Bir gün Resûl-i ekrem buyurur ki:
- Artık cemâ'at çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine otursam.

Bunu duyan babam (Sehl bin Sa'd) hemen, okun yaydan fırladığı gibi kalkmış ve gitmiş.

Kısa bir zaman sonra minberin direklerini getirmiş. Yalnız babamın getirdiği bu direklerin kendisinin veya bir başkasının hazırladığı hakkında bilgim yoktur."

Daha sonra Sehl bin Sa'd'a, Peygamberimizin minberi hakkında suâl sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
- Ben minberin hangi ağaçtan, hangi tarihte, hangi gün yapıldığını, hangi gün kurulduğunu, Peygamberimizin ilk defa o minberden hangi gün hutbe okuduğunu ve oturduğunu bilirim.

Sehl bin Sa'd, Peygamber efendimizin cömertliğini, kendi ihtiyacı olan bir malı isteyen herkese verdiğini şöyle anlatmaktadır:
Kadının birisi Peygamberimize gelir, yanında getirdiği ve kendi eli ile dokumuş olduğu güzel bir elbiseyi uzatarak der ki::
- Ey Allahü teâlânın Resûlü, bunu sizin için bizzat kendi elimle dokudum, ne olur onu kabûl ediniz.

Peygamberimizin de bu şekilde bir elbiseye ihtiyacı vardı. Bu hediyeyi kabûl ederek içeri girdi ve hemen giydi. Daha sonra dışarı çıktı.

Giymek için istemedim
Bu sırada Peygamberimizin ziyâretine gelenlerden birisi, bu elbiseyi görerek:
- Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bu ne kadar güzel bir elbise, bunu bana verseniz, dedi.

Peygamberimiz hemen içeri girerek elbiseyi çıkardı ve isteyen sahâbîye verdi. Diğer ziyâretçiler, elbiseyi isteyen adama sitem ederek:
- Hiç de iyi etmedin, Peygamberimizin bu elbiseye çok ihtiyâcı vardı. Sen onu istemekle doğru bir hareket yapmadın. Bilirsin ki, Hazret-i Peygamber kendisinden birşey istiyenleri hiç reddetmez ve geri çevirmez, dediler.

Elbiseyi isteyen kişi ise şöyle cevap verdi:
- Ben bu elbiseyi giymek için istemedim. Aksine, o benim öldüğüm zaman kefenim olacaktır.

Sonra öldüğü zaman bu elbiseyle kefenlendi ve gömüldü. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
- Mü'minin; îmân sahibine karşı vaziyeti, bir kafanın vücuda karşı vaziyeti gibidir. Îmân sahibinin her derdi diğer bir mü'mine ızdırap verir. Nasıl ki kafanın her derdi bütün vücudu üzüntüye uğrattığı gibi.

Sehl bin Sa'd diyor ki:
Birgün birisi Peygamberimize gelerek dedi ki:
- Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlânın ve insanların, beni sevecekleri bir işi bana öğretir misin?

Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Dünyadan yüz çevir ki, Allahü teâlâ da seni sevsin. İnsanların eline bakma ki, onlar da seni sevsin.

Dünyanın kıymeti
Sehl bin Sa'd şöyle anlatıyor:
Peygamberimiz, birgün bir topluluğa dünyanın boş, gerçek hayatın âhirette olduğunu anlatmak için onları bir koyun ölüsünün başına götürerek buyurdu ki:
- Şu gördüğünüz koyun ölüsünün, sahibi yanında bir kıymeti var mı?

Eshâb-ı kirâm:
- Onun bir kıymeti olmadığı için onu buraya attı, diye arz ettiler.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:
- Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu dünya, koyunun sahibi yanında olan kıymetinden ziyâde Allahü teâlâ katında değerli değildir. Eğer dünyanın Allahü teâlâ katında bir sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allahü teâlâ ondan (dünyadan) kâfire bir yudum su içirmezdi.

Hazret-i Sa'd, Ensârın Hazrec kabîlesi kolundandır. Babasının ismi Sa'd bin Mâlik olup, hicretten önce Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe devrinde çeşitli savaşlara katıldı. Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olanlara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında Medîne'de vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:50:43
Seleme Bin Ekvâ  

Piyâdelerin en hayırlısı.

Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı günlerdeydi. Hudeybiye'de endişeli ve huzursuz bir bekleyiş hâkimdi. Eshâb-ı kirâm, Semüre ağacının altında toplanmış, hayatları üzerine Allahın Resûlüne bî'at ediyorlardı. Aralarında kuvvetli ve cesûr bin sahâbî olan Seleme bin Ekvâ da vardı. Resûlullah efendimiz:
- Seleme nerede, gelip bî'at etsin! diye seslendi.

Seleme tekrar bî'at etti. Bu hâl üç defa tekrarlandı. Hazret-i Seleme her bî'at sonunda Resûlullaha olan bağlılık için tam üç defa söz vermişti.

Amcanla senin hâlin
Peygamber efendimiz Seleme'yi silahsız görünce bir kalkan vermişti. Üçüncü bî'attan sonra Seleme'nin elinde kalkanı göremeyen Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Sana vermiş olduğum kalkan nerede?
- Yâ Resûlallah! Amcam Âmir silâhsız idi. Ona verdim.

Resûlullah efendimiz tebessüm etti ve buyurdu ki:
- Amcanla senin hâlin, "Yâ Rabbî! Bana kendimden daha sevgili bir dost ver" diye duâ eden kimsenin hâline benzedi.

Bî'attan sonra sahâbîler dağıldılar. Seleme de uzakça bir ağacın altına gidip uzandı. O sırada dört kişilik bir düşman müfrezesi yanına gelerek Resûlullaha dil uzatmaya başladılar. Resûlullaha hayatı üzerine bağlılık sözü veren cesûr sahâbî, öfkesini zor kontrol ediyordu. Çünkü Resûlullah, sahâbîlerin müşriklere karşı herhangi bir harekette bulunmalarını men etmişti. Kalkıp başka bir ağacın altına gitti. Müşrikler de silahlarını bir ağaca asıp yere uzandılar.

O sırada vâdinin aşağı tarafından bir ses duyuldu:
- Yetişin, ey muhâcirler, İbni Zuneyn öldürüldü!

Bu haberi duyan Seleme, daha fazla dayanamadı. Kılıcını eline aldı. Sessizce yatmakta olan müşriklerin yanına geldi. Ağaçta asılı duran kılıçlarını aldı. Sonra da bağırdı:
- Kıpırdayanın başını uçururum!

Bir anda neye uğradıklarını şaşıran müşrikler, korku içinde titremeye başladılar. Seleme;
- Kalkın ve arkanıza bakmadan önüme düşün! diye emir verdi.

Emrinize hazırım
Hepsini önüne katıp Resûlullahın huzuruna getirdi. Resûlullahın vereceği emre göre davranacaktı. Resûlullah harp edilmemesi husûndaki anlaşmayı ihlâl etmek istemedi, Onun için buyurdu ki:
- Kötülüğün başı da, sonu da onların olsun. Bunları serbest bırakınız!

Hudeybiye anlaşması gereğince, Müslümanlar Medîne'ye geri dönüyorlardı. Akşam olunca, henüz müşrik olan Lıhyanoğulları kabîlesine yakın bir yerde konakladılar. Arada yüksekçe bir tepe bulunuyordu. Resûlullah efendimiz, gece düşmanı gözetlemek için bir gönüllü aradı ve ona Allahtan magfiret dileyeceğini söyledi. Seleme hemen ileri atıldı:
- Ben emrinize hazırım, yâ Resûlallah!

O gece tek başına düşmanın hücum tehlikesine aldırmadan nöbet bekledi. Cesâret ve fedâkârlığını bir defa daha ispatladı.

Peygamber efendimizin develerini Medîne’de otlağa götürme vazifesini bir çobanla birlikte Peygamberimizin hizmetçisi Rebâh üzerine almıştı. Hazret-i Seleme etrafın düşman kabîlelerle dolu olduğu bir zamanda, develerin hücuma uğrayabileceğini düşünerek Rebâh’la birlikte gitti. Gâbe dağının yokuşuna vardığı zaman Abdurrahman bin Avf’ın hizmetçisine rastladılar. Hizmetçi çok heyacanlı idi. Hazret-i Seleme ona sordu:
- Allah iyiliğini versin, ne oldu sana?
- Peygamber efendimizin develerini götürdüler.
- Kim götürdü?
- Gatafan ve Fezârî kabîleleri.

Ben Ekvâ'nın oğluyum
Böylece durumu öğrenen Seleme hemen Rebâh’ı Medîne’ye haber vermek için gönderdi. Kendisi de gelecek yardım kuvvetini beklemeden tek başına eşkıyânın ardına düştü. Yaya idi, ama çok hızlı koşuyordu. Nihayet onlara yetişti. Seleme bin Ekvâ’nın kılıcı ve yayı yanında bulunuyordu. Hemen yayına ok yerleştirip onlara ok yağdırmaya başladı.

Bu durumu Seleme bin Ekvâ şöyle anlatır:
Onlardan, atlı bir adama yetişip, “Al sana! Ben Ekvâ’nın oğluyum! Bugün alçakların öleceği gündür!” diyerek bir ok attım.

Okumun demiri, adamın omuzunu deldi. Vallahi, onlara durmadan ok atıyordum ve onları öldürüyordum.

Ağaçlık bir yerde idim. Bir süvâri dönüp bana doğru gelmeye başlayınca, bir ağacın dibine oturdum. Sonra da, bir ok atıp onu öldürdüm. Bana yönelip de, öldürmediğim hiç bir atlı yoktu. Dağ yolu darlaşıp müşrikler, boğazın dar, ok yetişmez yerine girdikleri zaman, ben de, dağın üzerine çıktım ve onlara taş atmaya başladım.

Allahın yarattığı mahlûklardan olup Resûlullah efendimize ait bulunan develeri ellerinden kurtarıp geriye alıncaya kadar onları ok ve taşa tutmaktan geri durmadım. Sonra da arkalarını bırakmadım. Onlara ok ve taş yağdırmaya devam ettim. Müşrikler benimle baş edemeyeceklerini anlayınca bir kısım develeri ve bir kısım mızrakları bırakıp kaçmak mecburiyetinde kaldılar.

Canımıza tak dedirtti
Bıraktıkları eşyayı, Resûlullah efendimiz tanısın diyerek işâret koyarak yol üzerinde bırakıyordum.

Kaba kuşluk vakti olmuştu ki, Uyeyne bin Hısn el-Fezârî, baskıncı müşriklere yardıma gelmişti. Oturup kuşluk yemeklerini yemeye başladılar. Ben de, onların üst taraflarındaki küçük bir dağın tepesine çıkıp oturdum. Uyeyne onlara sordu:
- Sizde görmüş olduğum bu perişan hâl nedir?

Onlar da dediler ki:
- Şu adam, canımıza tak dedirdi. Vallahi, seherden, sabahın karanlığından beri arkamızdan hiç ayrılmadı. Ellerimizdeki her şeyi bıraktırıncaya kadar bize ok yağdırdı.

Uyeyne cevap verdi:
- Onun gerisinde bıraktıklarınızı araştırmış olsaydınız, iyi olurdu. İçinizden birkaç kişi kalkıp ona doğru varsın!

Uyeyne’nin emri üzerine dört kişi kalkıp Seleme’ye yaklaşmak için dağa tırmandılar. Bundan sonrasını Seleme şöyle anlatır:
- Beni, tanıyor musunuz?
- Hayır, Tanıyamadık! Sen, kimsin?
- Ben, Seleme bin Ekvâ’yım! Allaha yemin ederim ki, ben, sizden yakalamak istediğim kimseye muhakkak yetişirim! Sizden, beni yakalamak isteyen kimse ise, bana aslâ yetişemez!

İçlerinden birisi, onlara, “Ben de, onun böyle olduğunu sanıyorum!” deyince, geri dönüp gittiler.

Şehîdlikle arama girme!
Ben de, dağdan inip Ahrem’in önünü kestim ve atının gemini tutup dedim ki:
- Ey Ahrem! Şu kavimden sakın! Resûlullah efendimizin sahâbîleri gelip kavuşuncaya kadar onların seni kalbinden vurup şehîd etmeyeceklerinden emîn değilim!

Ahrem bana cevaben dedi ki:
- Ey Seleme! Eğer sen, Allaha ve âhiret gününe inanıyor, Cenneti ve Cehennemi de, hak ve gerçek tanıyorsan, benimle şehîdlik arasına girme!

Bunun üzerine atının gemini bıraktım. Sonra Ahrem atını haydutların üzerine pervasızca sürdü. Ancak müşriklerin attığı oklarla şehîd düştü.”

Seleme bin Ekvâ der ki:
Baskıncı müşriklerin yorup tepede bıraktıkları iki atı önüme katıp, Resûlullah efendimize getirirken amcam Âmir, bana bir tulum sulandırılmış süt ve bir tulum da su ile karşı geldi. Su ile abdest aldım, sütten de, içtim. Sonra, Peygamber efendimizin yanına geldim.

Kendisi; baskıncı müşrikleri su içmekten men ettiğim suyun başında, Zû Kared’de idi. Yanında da beş yüz kişilik bir cemâ’at bulunuyordu.

Yumuşak davran
Ben ise, Resûlullah efendimizin süvârîlerinin geldiklerini görünceye kadar bulunduğum yerden ayrılmadım. Süvârîler, ağaçların arasına girmeye başlamışlardı. Onların ilki, Ahrem Muhriz el-Esedî idi. Onun arkasında Resûlullah efendimizin süvârîsi Ebû Katâde ve Mikdâd bin Esved vardı. Baskıncı müşrikler geri dönüp kaçtılar.

Resûlullah efendimiz, baskıncı müşriklerin elinden kurtarıp geride bıraktığım develerle müşriklere bıraktırdığım her şeyi, bütün mızrakları ve kaftanları almış bulunuyordu. Dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Ben, onları, su içmekten men etmiştim. Onlar, şimdi çok susuzdurlar, çarpışacak güçte değiller. Yanıma yüz kişi verseniz de, onları sık boğaz edip develerden ellerinde kalanları da kurtarsam, onlardan kimseyi sağ bırakmadan öldürsem olmaz mı?

Resûlullah efendimiz de bana sordular:
- Ey Seleme! Ben, seni bıraksam, sen, bu dediğini yapabilir misin?
- Evet! Seni, Peygamberlikle şereflendiren Allahü teâlâya yemin ederim ki, yapabilirim! Resûlullah efendimiz, gülümseyerek buyurdular ki:
- Onlara, şimdi Benî Gatafanların toprağında ziyâfet çekiliyordur! Gücün yetti mi, yumuşak davran, bağışlayıcı ol, sertliği bırak!

Seleme anlatır:
“Gece Resûlullah efendimiz ve eshâbı, Bilâl-i Habeşî’nin pişirdiği etten yerken, Gatafanlardan bir adam çıkageldi ve dedi ki:
- Filân kişi, onlar için bir deve boğazlatmıştı. Devenin derisini yüzdükleri sırada, uzaktan bir toz yükseldiğini gördüler. “Müslümanlar, sizin arkanızdan geliyor!” dediler ve kaçıp gittiler.

Piyâdelerin hayırlısı
Sabaha çıktığımız zaman, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Bugün, süvârîlerimizin hayırlısı Ebû Katâde idi. Piyâdelerimizin hayırlısı da, Ebû Seleme olmuştur!

Bunları söyledikten sonra bana, birisi süvârî, birisi de yaya hissesi olmak üzere, iki hisse verdi ve ikisini benim için birleştirdi.”

Seleme diyor ki:
“Açlık ve yorgunluğumu ancak sahâbîlere kavuştuğum zaman hissettim. Orada bulunan bir kırba sütü içip su ile de abdest alınca, ne açlığım, ne de yorgunluğum kalmadı.”

Baskıncı müşriklerin sürüp götürdükleri yirmi deveden onu kurtarılmıştı. Geri kalan onu ise, kaçıp giden müşriklerin elinde kalmıştı.

Seleme bin Ekvâ der ki:
“Resûl-i ekrem efendimiz, beni devesinin terkisine almıştı. Medîne’ye dönülüp girilmek üzere bulunulduğu sırada idi ki, ensârdan, koşuda önüne geçilemeyen bir zât seslendi:
- Medîne’ye kadar benimle koşu yarışı yapabilecek bir yarışçı yok mu?

Su sözlerini tekrarlayıp durmaya başladı. Bu sözleri işitince, onca yorgunluğuma rağmen dedim ki:
- Ne olur, yâ Resûlallah, bana izin ver de şununla yarışayım.

Resûlullah buyurdu ki:
- Yarışmak istiyorsan, yarış! Adama dedim ki:
- Haydi sen, Medîne’ye doğru koş!

Ben de, hemen deveden atladım. Ayaklarımı pekiştirerek koşmaya başladım. Nihayet, ona yetiştim. Onun iki küreği arasına ellerimle vurup dedim ki:
- Vallahi, senin önüne geçildi!

O da cevap verdi:
- Ben de, öyle olduğunu sanıyorum!

Böylece Medîne’ye kadar onun önünde koştum.”

Suya kandık
Seleme bin Ekvâ şöyle anlatır:
“Bizler, Resûlullah efendimizin emrinde Hudeybiye’ye geldik. O gün yüzer kişilik ondört bölüktük. Kuyunun yanında, elli koyun da vardı. Kuyunun suyu bu koyunlara bile yetmiyordu.

Resûlullah efendimiz kuyunun kıyısına oturup duâ etti. Derhal kuyunun dibinden su fışkırarak yükseldi. Biz orada hem koyunları suladık, hem de kendimiz suya kandık.”

Seleme bundan sonraki hayatında birçok kahramanlıklar gösterdi. Hayatı boyunca yedisi Resûlullah ile birlikte olmak üzere 14 gazveye iştirak etti. Hepsinde de yiğitlik ve kahramanlık destanları yazdı.

Birçok defa Resûlullahın iltifat ve duâlarına mazhar olan bu mübârek sahâbî, Medîne’de Hicretin 74. senesinde seksen yaşında iken vefât etti.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:51:41
Seleme Bin Hişâm

Kardeşlerinin işkence ettiği sahâbî.

Mekke ufuklarını aydınlatan hidâyet nûru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin şifâ bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayâta dalarak yudumluyor, rûhlarını paslandıran cehâlet ve zulüm kirlerinden kurtularak huzûra kavuşuyorlardı.

İnsanlık, o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp, İslâmiyetin munis ve şefkatli sînesine, merhametli kucağına da’vet eden yüce Resûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.

Kardeşlerin nasîblisi
İslâmiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba, mü’min oğlunu en büyük düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.

Bu ibretli tablo Hişâm’ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşâhede ediliyordu. Seleme ile Hâris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, Âs ve Hâlid nasîbsiz gürûhunun elebaşısıydılar.

Büyük kardeşi Seleme’nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil’in hısımlığı hasımlığa çevrilmiş, kendi âilesinden bir ferdin, Peygamber efendimizin safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı. Îmânın ulvî hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?

Hazret-i Seleme, zâlim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan’a hicret etti. Böylece her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri emniyette idi.

Bu Müslümanlar hicret edeli üç ay olmuştu. Receb, Şa’bân ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:
“Mekkeliler îmân etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu.”

Bunun üzerine kendi aralarında, “Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke’de Müslüman olmayacak kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabîlemiz arasında yaşamak daha iyidir” diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdi. Fakat Mekke’ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayâl kırıklığına uğradılar.

Himâyeye girmediler
Mekke’ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke’ye girmek demek, müşriklerin revâ görecekleri ezâ ve cefâları peşinen kabûl etmek demekti. Böyle bir tehlikeyi savuşturmak için ekserîsi Mekke’de bulunan akraba ve yakınlarının himâyesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci gibi kabûl edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı.

Ba’zıları da himâyeye girmediler ve Mekke’ye gizliden girerek uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendilerse de müşrikler tarafından yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin Velîd, Hişâm bin Âs, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahâbî bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.

Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tâbi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan Hazret-i Seleme, Iyaş ve Hişâm Medîne'ye hicret emri çıkınca bile esâret zincirinden kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı.

Öz kardeşi Ebû Cehil, Hazret-i Seleme bin Hişâm'ı işkenceden işkenceye sokuyordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakâretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ızdırap içine atıyordu.

Bütün bu zulümleri yapmasındaki maksadı, "Belki tahammülsüz kalır da, dîninden vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hazret-i Seleme'de kâinâta meydan okuyacak kadar kuvvetli bir îmân; bitip tükenmez bir Resûlullah sevgisi vardı.

İşkenceye aldırmadı
Uzun yıllar îmânında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, revâ görülen işkencelere aldırmadı.

Bu îmân fedâîlerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi rûhunda da hisseden Resûl-i ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duâyı tekrar ederdi:
"Allahım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allahım, Seleme bin Hişâm'ı kurtar! Allahım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allahım, mü'minlerin zayıf olanlarını kurtar!"

Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahâbî birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş bin Rebia hicret esnâsında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine bağlamışlardı.

Hazret-i Velîd bir fırsatını bularak kaçıp Medîne'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hazret-i Velîd, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.

Kim kurtarır?
Peygamberimiz, bu mağdûr Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bunun için bir defasında sordu:
- Bunları kim kurtarıp Medîne'ye getirir?

Hemen ayağa kalkan Hazret-i Velîd dedi ki:
- Onları ben kurtarıp size getiririm, yâ Resûlallah!

Mekke'ye giden Hazret-i Velîd gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hazret-i Seleme ile Hazret-i Iyaş'ın bulundukları yeri öğrendi. Geceleyin oraya varan Velîd, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı.

Mazlûmların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları ele geçiremediler. Hazret-i Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medîne'ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı. İki mümtaz sahâbînin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinmişti.

Hazret-i Seleme artık rahattı. Peygamberimizin vefâtına kadar Medîne'de kaldı. Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfetinde Suriye seferine katılan mücâhitler arasında yer aldı. Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında vuku bulan Mercu's-Sufr savaşında, Hicretin 14. senesi Muharrem ayında şehîd düştü.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:52:38
Selmân-ı Fârisî  

Ehl-i beytten sayılan İranlı sahâbî.

Eshâb-ı kirâmdan olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, İslâmiyeti bulmasını ve ebedî saâdete kavuşmasını şöyle anlatmıştır:

Ben İran’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için benim üzerime titrerdi. Evden çıkmama izin vermezdi.

Sâhibi sen olacaksın
Babam Mecûsî (ateşperest) olduğu için, Mecûsîliği de bana, evde, tam olarak öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar, biz ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki:
- Yavrum, ben öldüğüm zaman, bu malların sâhibi sen olacaksın. Onun için, git, mallarını ve arazilerini tanı!

Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben, daha önce öyle bir şey görmediğim için, çok hayret ettim. Zîrâ bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakıp, ona secde etmekti.

Fakat onlar, görünmeyen bir Allaha ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime, “Vallahi bunların dîni haktır ve bizimkisi bâtıldır” dedim. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza da gitmedim, akşam oldu. Kilisedekilere dedim ki:
- Bu dînin aslı, merkezi nerededir?
- Bu dînin aslı, merkezi şam’dadır.
- Peki, ben de Şam’a gitsem, beni de bu dîne kabûl ederler mi?
- Evet kabûl ederler.
- Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?
- Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir.

(İsfehan’daki bu Hıristiyanlar, İsfehan’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)

Allaha îmân ediyorlar
Ben bunlarla meşgul olurken, vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar, bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam dedi ki:
- Bu zamana kadar nerede kaldın? Seni aramadığımız yer kalmadı.
- Babacığım, ben bugün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda karşıma bir Nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim. Baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kâdir olan bir Allaha îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların dîni haktır.

- Yavrum, yanlış düşünüyorsun. Senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma!
- Hayır babacığım, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.

Babam bu sözüme çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan başlayıp eve hapsetti.

Babam beni, “Nasrânîlik haktır” dediğim için, elimi, ayağımı bağlamış ve eve hapsetmişti. Ben daha önce kilisedeki Hıristiyan rahiplere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken, devamlı şam’a gidecek olan kervanı beklerdim.

Şam’a gittim
Nihâyet Hıristiyan rahipler, şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca, iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu yere gittim. Kervandakilere, buralarda duramayacağımı söyleyerek, o kervanla şam’a gittim.

Şam’da Hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi ta’rif ettiler. Onun yanına giderek, durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet edeceğimi söyleyip, ondan, bana Nasrânîliği öğretmesini, Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti.

Fakat sonradan, onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü Hıristiyanların fakirlere vermesi için getirdikleri altın ve gümüş sadakaları, kendine alır, fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi.

Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki:
- Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz? O hürmete lâyık bir insan değildir.
- Sen bunu nereden çıkarıyorsun?

Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için, onlara gösterdim.

Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defin ve techîze lâyık bir kimse değildir” dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar.

Sizi çok sevdim
Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim, zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve onunla ibâdet ederdim. Vefât zamany geldi ve ona sordum:
- Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü siz, dînin emirlerine itâat ediyorsunuz ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Siz vefât ettiğiniz zaman, ben ne yapayım? Bana ne tavsiye edersiniz?
- Oğlum, Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yoktur. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim.

Ben de “Peki efendim” dedim ve o zât vefât edince, Şam’dan Musul’a gittim. Onun ta’rif ettiği zâtı bulup, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti.

O da diğer zât gibi çok kıymetli, zâhid, âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı, aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti.

Musul’da hizmet ettiğim zât da vefât ettikten sonra derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Bu zâta da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi ta’rif etti.

Gelmesi yakındır
Vefâtından sonra da oraya gittim. Ta’rif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefâtı yaklaşmıştı. Ona da beni birine havâle etmesini ricâ edince, dedi ki:
- Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır...

Böylece alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum bu zât da vefât edince, onun tavsiyesi üzerine, Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Amuriye’de çalışıp, birkaç öküz ile bir miktar koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb kabîlesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki:
- Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiyül Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip, “Köledir” diyerek beni bir Yahûdîye sattılar.

Yahûdînin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer, herhalde burasıdır” diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet Yahûdînin hizmetinde kaldım.

Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne’ye getirdi. Medîne’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım. Artık günlerim Medîne’de geçiyor, beni satın alan Yahûdînin bağında, bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.

Peygamber olduğunu söylüyor
Bir gün beni satın alan Yahûdînin bahçesinde, bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sâhibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara o kimse dedi ki:
- Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor.

Ben bu sözleri işitince, kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, o şahsa dedim ki:
- Ne diyorsun?

Sâhibim bana bir tokat vurdu ve dedi ki:
- Senin nene lâzım ki soruyorsun, sen işine bak!

Âhir zaman Peygamberinin geldiğini işittiğim gün, akşam olunca, bir miktar hurma alıp, hemen Kubâ’ya vardım. Resûlullahın yanına girip dedim ki:
- Sen sâlih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim.

Resûlullah, yanında bulunan Eshâba buyurdu ki
- Geliniz, hurma yiyiniz!

Onlar da yediler. Kendisi aslâ yemedi. Kendi kendime, “İşte, birinci alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor” dedim.

Bu hurmalar hediyedir
Eve döndüm. Bir miktar hurma daha aldım ve Resûlullaha getirip dedim ki:
- Bu hurmalar hediyedir.

Bu defa yanındaki Eshâbı ile birlikte yediler. Kendi kendime, “İşte, ikinci âlamet budur” dedim.

Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın mu’cizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime, “Bir âlameti daha gördüm” dedim.

Resûlullahın yanına ikinci defa varışımda, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim murâdımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, Nübüvvet mührünü görür görmez, varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i Şehâdeti söyleyerek Müslüman oldum.

Sonra da Resûlullah efendimize, uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirâma da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım.

Selmân-ı Fârisî hazretleri îmân ettiği zaman, Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen Yahûdî tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi methetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnâda Cebrâil aleyhisselâm gelip, Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha bildirdi.

Durumu Yahûdî de anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Selmân-ı Fârisî hazretleri, Müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Selmân! Kendini kölelikten kurtar!

Bunun üzerine, sâhibine gidip, azâd olmak istediğini söyledi.
Kardeşinize yardım ediniz!

Yahûdî, hurma verecek duruma gelmiş üçyüz fidan getirmesi ve kırk ukiye altın (o zamanki ölçüye göre belli bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.

Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah Eshâbına buyurdu ki:
- Kardeşinize yardım ediniz!

Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz, “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber veriniz” buyurdu. Çukurları hazırlayıp haber verince, Resûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hazret-i Ömer dikmişti. Hazret-i Ömer’in diktii hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi.

Selmân-ı Fârisî anlatır: “Bir gün bir zât beni arıyor ve, “Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle Selmân-ı Fârisî nerededir?” diye soruyordu.

Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını bana verdi. Ben de Peygamber efendimize gittim ve durumu arzettim.

Borcunu öde!
Resûlullah efendimiz bana, “Bu altını al, borcunu öde!” buyurdu. Bunun üzerine ben, “Yâ Resûlallah, bu altın Yahûdînin istediği ağırlıkta değil” diye arzettim. Resûlullah efendimiz, o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü ve sonra buyurdu ki:
- Al bunu! Allahü teâlânın izniyle bu senin borcunu edâ eder.

Daha sonra, Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sâhibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum.” Bundan sonra azâd olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Ehl-i soffa arasına katıldı.

Uzak diyarlardan geldiği için, Eshâb-ı kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hazret-i Ebüdderdâ ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medîne üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı, nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu.

Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Resûlullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek savaşı denildi.

Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’mân bin Mukarrin ile Ensârdan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah hazretleri buyurmuştur ki:
- Selmân’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri, vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.

Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz “Selmân-ül hayr (hayırlı Selmân)” buyurdu.

Bizden fazla kalırdı
Selmân-y Fârisî hazretleri hanımı ile de gâyet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Soffa içerisinde Resûl aleyhisselâmın önünde, İslâm ilimlerini öğreniyordu.

Selmân hazretleri senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Soffa içerisinde Resûl aleyhisselâma en yakın olan Selmân-ı Fârisî hazretleri idi. Hazret-i Âişe buyuruyor ki:
- Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûl aleyhisselâm ile beraber kalır ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullahın yanında bizden fazla kalırdı.

Hazret-i Ebû Bekir devrinde Medîne’den ve Hazret-i Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazret-i Selmân, Hazret-i Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde, Selmân-ı Fârisî’nin çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sâhibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı.

İranlıları dîne da’vet etti
İranlıları kendi lisanlarıyla dîne da’vet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar, savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazret-i Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi.

İran’ın Medâyin şehri alınınca, Hazret-i Ömer, onu şehre vâli tayin etti. İlmi, basireti, vazifesindeki adâleti ve nezâketi ile Medâyin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.

Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hazret-i Ömer zamanında Medâyin vâlisi iken, maaşını aldığında, ondan hiçbir şey harcamaz, hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar, üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı.

Medâyin’de vâli iken, Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi tek bir hırka ile görünce, işçi zannetti ve dedi ki:
- Gel şunu taşı!

Hazret-i Selmân çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hazret-i Selmân’ı tanıyanlar, adama dediler ki:
- Sen ne yapıyorsun, bu vâlidir. Adam, Hazret-i Selmân’a dönüp özür diledi:
- Kusûrumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı sırtınızdan indirin.
- Hayır, niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim.

Çuvalı adamın evine kadar götürdü. Hazret-i Selmân böylesine de tevâzu sâhibi idi.

Kâsım bin Muhammed’i yetiştirdi
Çok sâde bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hazret-i Osman devrinde 655 senesinde hastalandı.

Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kirâm nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu hâlde, devamlı nasîhatte bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medâyin’de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu.

Selmân-ı Fârisî hazretleri, Peygamberimizden altmış civârında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır.

İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Hüreyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

Tâbiînin büyüklerinden ve o zaman Medîne’de Fukahâ-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, gâyet az yerdi. Bir sofrada kendisine çok yemesi için ısrar edilince, Peygamber aleyhisselâmın kendisine, “İnsanların âhirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir” buyurduğunu haber verdi.

Kendim götüreceğim
Çok cömert olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakirleri dâimâ doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu hâlde, kendi işini kendi görürdü. Birşey taşırken elleri titredi. Halk etrafına toplanır, “Eşyalarını biz taşıyalım” deyince, onlara, “Hayır ben kendim götüreceğim” derdi. Hâlbuki emrinde çok kişi vardı.

Yaşlı hâline rağmen, her zaman ilim öğrenirdi. Bunun sebebini sorduklarında buyurdu ki:
- İlim çoktur, fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zarûrî lâzım olan ilimleri öğren! Kalb ile bedenin hâli, kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. İlâhî ni’metleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla âmil olmalı ki, âhiretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasip olsun.

Çok ağlamasının sebebini sorduklarında buyurdu ki:
- Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûl aleyhisselâmın vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman, hâlim ne olur bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman, Cennetlik miyim, Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne olur bilemiyorum, onun için ağlıyorum.

Selmân-ı Fârisî hazretleri birgün bir deve yükü nafaka satın aldı. Bir kimse onu gördü ve sordu:
- Yâ Selmân, bu kadar nafakayı ne yapacaksın? Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor musun?

Selmân hazretleri buyurdu ki:
- Nefs nafakasını aldığı zaman, insan rahat olur. Ondan sonra, nafaka ve başka birşey düşünmeden, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olabilir. İnsan nafakası tamam olunca, vesveselerden emin olur.

Selmân-ı Fârisî hazretleri, arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır” buyurur, hiç kimsenin, arkasından yürümesini istemezdi.

Kanâat etseydin!
Ebû Vâil diyor ki:
“Bir arkadaşımla Selmân hazretlerinin ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım dedi ki:
- Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı.

Bunun üzerine Selmân hazretleri, matarasını rehin vererek o otu aldı, geldi. Yemeği bitirince arkadaşım dedi ki:
- Bize verdiği ni’mete kanâat ettiğimiz için Allahü teâlâya hamdederiz.

Selmân hazretleri buyurdu ki:
- Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı.”
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:53:58
Sevbân  

Resûlullahın hizmetçisi.

Hazret-i Sevbân aslen Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esâret parasını vererek onu satın aldı, sonra da serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Fakat Hazret-i Sevbân, engin şefkat deryâsı olan Resûl-i ekreme bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklîfte bulundu:
- İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i beytimizin arasında bulun.

Makâmını yükseltir
Bu, Hazret-i Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklîfti. Hiç düşünmeden, Kâinâtın efendisiyle beraber kalmayı kabûl etti.

Hazret-i Sevbân, böylece Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi. Peygamberimizin husûsî hizmetkârlık vazîfesini de yürüttü. Akıllı, dirâyetli ve zekî bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde istediklerini yerine getirirdi.

Bir gün Müslümanlar Resûlullahın hizmetçisi Sevbân’a bir hadîs-i şerîf nakletmesini ricâ ettiler: Hazret-i Sevbân dedi ki:

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki: “Bir Müslüman cenâb-ı Hakka bir secde ederse, cenâb-ı Hak onun makâmını bir derece yükseltir ve günâhlarını affeder.”

Eshâb-ı Suffa’dan olan Hazret-i Sevbân, Resûl-i ekremden sonraki ilim, fazîlet ve fetvâ sahibi kimseler arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hazret-i Sevbân, Resûl-i ekreme, hizmet ve ta’zîmde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu kelimelerle izâh etmekte âciz kalırlardı.

Resûl-i ekreme olan bu sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı. Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i ekreme, “Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” demişti. Orada bulunan Hazret-i Sevbân, “Niçin, yâ Resûlallah, demedi” diye Yahûdîyle dövüşmüş ve yaralanmıştı.

Hazret-i Sevbân, “Peygamberimizin ismini, yalnız başına söylemeyi günâh kabûl ederim” derdi.

Hazret-i Sevbân, Peygamber efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara titizlikle uyardı. Bir defa Resûl-i ekrem Sevbân’a;
- Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma! diye buyurmuşlardır.

Hidâyet kandilleri
Bundan sonra, Hazret-i Sevbân, ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek husûsunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.

Hazret-i Sevbân’ın bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(İhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar hidâyet kandilleridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar.)

Hazret-i Sevbân buyururdu ki:
Bir Müslümana faydası dokunan veya bir Müslümanın zararını kaldıran yalan hariç, her yalan günâhtır.

Hazret-i Sevbân, Resûlullahtan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla ba’zan Resûlullahtan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i ekremin huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simâsında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı. Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu:
- Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?

Hiçbir şeyim yoktur
Hazret-i Sevbân derdini şöyle anlattı: - Ne hastalığım, ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemâline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhıreti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennette diğer Peygamberlerle beraber yüksek makâmlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennete girsem bile senin derecenden aşağı makâmlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum.

Bunun üzerine Nisâ sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Bunlarda meâlen buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ ve Peygamberlere itâat edenler, işte bunlar, Allahü teâlânın kendilerine ni’met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlarsa ne güzel birer arkadaştır!

İşte itâatkârlara yapılan bu ihsân Allahü teâlâdandır. Her şeyi bilici olarak Allahü teâlâ kâfidir.)

Bu âyetleri duyan Hazret-i Sevbân sevincinden uçacak gibi oldu.

Hazret-i Sevbân, çok sâdık, Peygamberimize candan bağlı, fazîlet yönünden örnek bir Sahâbî idi.

Hazret-i Sevbân, Resûl-i ekremin her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifâde etmiş ve ilim bakımından pek yüksek bir dereceye kavuşmuştur. Nitekim 124 veya 127 hadîs rivâyet etmişti. Çok hadîs-i şerîf ezberleyip neşredenler arasına girmişti.

Her zaman bulunacaktır
Hadîsleri iyi ezberlerdi. Ezberlediği hadîsleri yaymayı farz bilirdi. Halk, hadîs ilmindeki derecesini bildiklerinden, dâimâ ondan hadîs-i şerîf sorar öğrenirlerdi. Bildirdiği hadîslerin ba’zılarında buyuruldu ki:
(Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacaktır.)

(Biliniz ki en hayırlı ameliniz namazdır. Yalnız kâmil mü’min abdestli durur.)

(Kim Ramazandan sonra altı gün oruç tutarsa, bütün sene oruç tutmuş gibi olur. Kim bir iyilik yaparsa, ona, bunun on katı verilir.)
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:54:46
Sevde Binti Zem'a

Peygamberimizin hanımlarından.

Hazret-i Sevde, amcasının oğlu Sekran bin Amir ile ilk evliliğini yapmıştı. İslâmiyetin geldiği ilk yıllarda; kocası Sekran ile iman ederek müslüman oldular. Bu sırada Mekkeli müşriklerin müslümanlara yaptıkları, akıllara durgunluk verecek eza ve cefalar dayanılmaz hâlde idi. Bunun üzerine Peygamberimiz müslümanların Habeşistan'a hicretine izin vermişlerdi.

Hazret-i Sevde; kocası Sekran ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Daha sonra Habeşistan'dan Mekke'ye döndüler. Hazret-i Sekran Mekke'ye dönüşünden kısa bir müddet sonra vefat etti.

Öleceğime işarettir
Hazret-i Sevde, kocası Hazret-i Sekran'ın vefatından önce şöyle bir rüya görmüştü: Rüyada Peygamberimiz mübarek ellerini Sevde'nin omuzuna koymuşlardı. Hazret-i Sevde de gördüğü bu rüyasını, kocası Hazret-i Sekran'a anlatmıştı. Rüyayı dinleyen Sekran dedi ki:
- Ey Sevde, sen gerçekten böyle bir rüya gördünse, bu benim mutlaka öleceğime, senin de Peygamber efendimizle evleneceğine bir işarettir.

Hazret-i Sevde birkaç gün sonra başka bir rüya daha gördü. Rüyasında, kendisini bir yastığa yaslanmış, gökyüzünden inen Ay da, başının etrafında dönmüştü.

Hazret-i Sevde; gördüğü bu güzel rüyasını da kocası Hazret-i Sekran'a anlattı. Sekran bu rüyayı da dinledi ve şöyle dedi:
- Ey Sevde! Bil ki, artık benim ölümüm yaklaşmıştır. Ben öyle inanıyorum ki; benim ölümümden sonra mutlaka evleneceksin.

Gerçekten de Hazret-i Sekran bu rüyadan birkaç gün sonra vefat etti.

Hazret-i Sevde, kocası Hazret-i Sekran'ın vefatında 50 yaşlarında idi. Onun imanındaki sadakatı, bütün zorluklara rağmen İslâm dininden dönmemesi, bu yolda başını ortaya koyması, Peygamberimiz üzerinde çok derin bir tesir bırakmıştı.

Hazret-i Sevde, kocasının vefatı ile çok üzüldü, sanki kolu kanadı kırılmış gibiydi. Hiçbir sahabînin üzülmesine ve kalbinin kırılmasına dayanamayan Peygamberimiz, yaşlı ve dul olan Hazret-i Sevde'ye evlilik teklif etti. O ise bunu sevinerek kabul etti. Böylece üzüntüsü ve kederi gitmiş, onun yerine yaratılmışların en şereflisine eş olma saadeti gelmişti.

Evliliklerim izinle olmuştur
Peygamber efendimiz evlenmelerinin hepsini; Allahü teâlânın emri ile yapmıştır. Bunlar dinî, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek yapılan evlenmelerdir. Nitekim Hazret-i Sevde ile olan evlenme de böyledir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrail'in Allahü teâlâdan getirdiği izinle olmuştur.)

Hazret-i Sevde iman edip müslüman olduğu zaman, babası Zem'a ile kardeşi Abdullah henüz İslâm Dinini kabul etmemişlerdi. Onun İslâmiyetten aldığı güzel ahlâkı, edebi ve terbiyesi; çevresi üzerinde çok büyük tesir yapmıştı. Onlara devamlı hareket ve sözleriyle İslâmiyetin üstünlük ve büyüklüğünü anlatırdı.

Hazret-i Sevde'nin, Peygamberimiz ile evlenmesini duyan kardeşi Abdullah bin Zem'a çok üzüldü. Saçını başını yolmaya başladı. Eline yüzüne üzüntüsünden toprak serpmişti. Daha sonra bu yaptıklarından pişman olduğunu şöyle anlatmıştır:
“Kardeşim Sevde'nin Resulullaha nikahlandığını duyunca, saçımı yolduğum, başım ve yüzüme topraklar serptiğim zamanki kadar, gülünç ve aşağı duruma düştüğümü hiç hatırlamıyorum.”

Hepsi iman etti
Hazret-i Sevde'nin iman bütünlüğü, çevresinde bulunan kardeşlerine ve yeğenlerine çok tesir etmişti. Onların müslüman olmasına sebep olarak, onları, İslâmiyeti ilk kabul edenler safına sokmuştu. Yakınlarının hepsi Peygamberimizin Medine'ye hicretinden önce iman ederek müslüman olmuşlardı.

Hazret-i Sevde, Peygamberimize karşı çok itaatkâr idi. Ona karşı edep ve terbiyesinde hiç kusur etmez, emirlerini titizlikle yerine getirirdi. Her yerde Onunla beraber olmayı ve Ona hizmetle şereflenmeyi canla başla isterdi. Çok şakacı ve latifeyi severdi. Birçok kere Peygamberimizi şakalarıyla sevindirmiş ve duâsını almıştır.

Hazret-i Sevde de, Peygamberimiz ile birlikte, diğer hanımları gibi, sırası geldiğinde savaşlara iştirak ederdi. Uhud savaşına katılarak, oradaki birçok müslümanın yarasını sarmış, onlara su taşı*** çok büyük hizmetler etmişti.

Peygamberimizle son veda haccında bulunmuş, Onun vefatından sonra, bir daha hac ve umreye gitmemiştir.

Hazret-i Sevde, alçakgönüllülüğü, el açıklığı, bol sadaka dağıtmasıyla tanınırdı. Kendisine gelen bütün hediyeleri fakirlere verir, onların sevinmesinden çok zevk duyardı. Birgün Peygamber efendimizin hanımları huzura toplanarak sordular:
- Ya Resulallah, bizim içimizden hangimiz size en önce kavuşacak?

İlk kavuşacak olan
Bunun üzerine Peygamber efendimizin, “Vefatımdan sonra bana ilk kavuşacak olan, kolu uzun olanınızdır” buyurduğunu Hazret-i Sevde nakletmiştir.

Peygamberimizin vefatından sonra, hanımlarının içinde, en çok sadaka dağıtan ve cömert olan Hazret-i Zeyneb binti Cahş vefat etti. Peygamberimizin diğer hanımları ise, yukardaki hadis-i şerifin manasını ancak o zaman anlayabilmişlerdi.

Hazret-i Sevde'nin, Peygamberimizden naklettiği hadis-i şerifler dört-beş taneyi geçmemektedir.

Hazret-i Sevde'nin babası Zem'a, annesi de, Şemmus binti Kays'dır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Hazret-i Sevde'nin vefatı ise, Hazret-i Ömer'in halifeliğinin son yıllarına rastlamaktadır.

Resulullah efendimiz Hazret-i Hadice'nin vefatından sonra, önce Hazret-i Aişe'yi, sonra Sevde'yi nikâhladı. Hazret-i Sevde'yi Mekke'de, Hazret-i Aişe'yi ise Medine'de evine aldı. Hazret-i Sevde yaşlı olduğundan Medine'de sırasını Hazret-i Aişe'ye bağışladı.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:55:48
Süheyb-i Rûmî  

Allah yolunda malını mülkünü terkeden sahâbî.

Ka'be-i muazzamanın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hazret-i Erkam'ın evi bulunuyordu. Ka'be'ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan Ka'be rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hazret-i Erkam, Mekke'nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve ikrâm ederdi.

Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibâdetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Dar'ül-İslâm ve Dârül-Erkam gibi isimler verilmişti.

Müslüman olacağım
Bir gün Hazret-i Ammâr bin Yâser, Hazret-i Erkam'ın evinin önünde Hazret-i Süheyb bin Sinan'a rastladı. O'na sordu:
- Burada ne yapıyorsun?
- Sen ne yapıyorsun?
- Ben içeri gireceğim ve Hazret-i Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği dîne gireceğim. Müslüman olacağım.
- Ben de aynı maksatla buraya geldim.

İkisi de aynı maksatla geldiklerini söyleyince, beraber içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler.

Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğden önce de Hazret-i Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azâdlı kölesi idi. Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmeyen yedi mücâhid Sahâbîden biri idi.

Hazret-i Süheyb, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekke'li müşriklerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hazret-i Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi.

Zevk alan kimseleriz
Bir gün, Hazret-i Habbâb ve Hazret-i Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden ba'zıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce:
- İşte Muhammed'e tâbi olan kimseler, diye alay ettiler ve ba'zı uygunsuz sözler söylediler.

Hazret-i Süheyb onlara cevâben buyurdu ki:
- Evet! Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olan, Onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hazret-i Muhammed'e biz inandık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabûl ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve fazîletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.

Hazret-i Süheb böyle söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hazret-i Süheyb bin Sinan'ı dövdüler. Öyle ki, konuşamıyacak, ne söylediğini bilemiyecek hâle geldi.

Hazret-i Süheyb bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda sabır ve sebât için bir teşvik oluyordu. Îmânı kat kat artıyor, müşriklerin onu hak yoldan döndürme gayretleri boşa gidiyordu.

Hazret-i Süheyb, Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medîne-i münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi. Dediler ki:
- Sen Mekke'ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz.

Kendiniz bilirsiniz
Hazret-i Süheyb, onlara buyurdu ki:
- Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz, ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz.

Fakat Hazret-i Süheyb'in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzûsu ve Medîne-i münevvereye gidip ibâdetlerini rahatça edâ edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara dedi ki:
- Yanımdaki ve Mekke'de bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?

Hak ve hakikatlerden nasîbi olmayan müşriklerin de arzûsu buydu. Hemen kabûl ettiler. Hazret-i Süheyb, yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti.

Mekke ile Medîne arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer olduğu hâlde Hazret-i Külsüm bin Hedm'in hânesine misâfirdiler. Önlerinde de ev sâhibinin getirdiği yaş hurmalar vardı.

Hazret-i Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu. Yolda çok acıkmış ve susamıştı. Bu sebeple Peygamber efendimizin önlerinde hazır bulunan taze hurmalardan yemeye başladı. Hazret-i Ömer:
Yâ Resûlullah! Süheyb'i görüyor musunuz, hem gözü ağrıyor, hem yaş hurma yiyiyor, dedi.

Birisi sağlamdır
Peygamber efendimiz de Hazret-i Süheyb'e lâtife ile buyurdu ki:
- Gözlerinde rahatsızlık var, yine de hurma yiyorsun.

Hazret-i Süheyb de cevaben dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Gözümün birisi sağlamdır. Onun hakkını yiyorum.

Peygamber efendimiz ve orada bulunanlar, bu cevap hoşlarına gittiğinden tebessüm ettiler. Sonra Süheyb başından geçenleri anlattı:

Yâ Resûlallah, Mekke'den, Medîne'ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabûl ettiler. Bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Süheyb kazandı, Süheyb kazandı, Ebû Yahyâ kazandı! Satış kârlı çıktı. Satış kârlı çıktı.

Sonra Hazret-i Süheyb hakkında nâzil olan:
"İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın rızâsını isteyerek O'na ibâdet yolunda kendini ve malını fedâ ederler." [Bekara 207] meâlindeki âyet-i kerîmesini okudular.

Hazret-i Süheyb-i Rûmî, nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazâlarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlıklar gösterdi. Buyurdu ki:

- Her zaman, Resûlullahın yanında bulundum. Bütün bîâtlerde, bütün gazâlarda ve seferlerde hep yanlarındaydım. Hiç bir zaman Resûlullah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O'na bir zarar gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim. Bu durum, O âhirete irtihâl edinceye kadar devam etti.

Arabım dersin
Bir gün Hazret-i Ömer kendisine takıldı:
- Yâ Süheyb! Oğlunun adı Hamza olduğu hâlde, Ebû Yahyâ ya'nî Yahyâ'nın Babası diye tanınırsın. Rûmî olduğun hâlde, Arabım dersin. Bir de çok harcıyorsun. Niçin?

Hazret-i Süheyb gülerek, şu cevabı verdi:
- Ebû Yahya künyesini, bizzat Resûlullah efendimiz verdiler. Soyum Nemr neslindendir ama, Rumların eline esir düşmüşüz. Çok harcamama gelince, çok harcıyorum ama, hep Allah yolunda sarf ediyorum. Zîrâ sevgili Peygamberimizden duydum, buyurdu ki:
"Sizin hayırlınız, selâmı güzelce alıp veren. Bir de, çokca ikâm eden kimsedir."

Hazret-i Ömer, Hazret-i Süheyb'i çok severdi. Hazret-i Ömer, Ebû Lü'lû kâfiri tarafından yaralanınca, yerine geçecek halîfeyi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni halîfe seçilinceye kadar Hazret-i Süheyb'in kendisinin yerine vekil olması ve cenâze namazını kıldırması için vasiyet etti.

Hazret-i Süheyb, üç gün müddetle cemâ'ate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazîfeyi büyük bir ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hazret-i Ömer'in cenâze namazını da kıldırdı. Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı.

Hazret-i Süheyb, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. İkrâm ve ihsânları çok idi. 70 yaşında, 658'de Medîne-i münevverede vefât etti. Bâki kabristanına defnolundu.

Orta boylu, buğday tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve siyah, yakışıklı bir zât idi. Çocukları Habib, Hamza, Sa'd, Salih, Seyfi, Ubbâd, Osman ve Muhammed'dir.

Süheyb'i sevsin
Resûlullah efendimiz Süheyb'i çok severdi. Buyurdu ki:
- Bir kimse Allaha ve ^Ahiret gününe inanıyorsa, bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheb'i sevsin.

Süheyb'in babası, Nemr soyundan Sinan, anası Kuayd kızı Selma'dır. Hep birlikte Übülle şehrinde yaşıyorlardı. Dedesi, Musul civârındaki bu şehrin Hâkimi idi.

Günün birinde, Bizanslılar hücum ettiler. Çok kimseyle birlikte, Küçük Süheyb de esir düştü. Uzun müddet, Rumların elinde kaldı. İşte bu yüzden, Süheyb-i Rûmî olarak anılmıştır.

O'nu, Mekkeli Abdullah bin Ced'an satın aldı. Bir müddet sonra da, iyi hareketlerinden dolayı âzâd etti...

Hazret-i Süheyb, orta boylu, kırmızı yüzlü, çok cömert ve lâtifeyi seven bir zât idi. Resûlullahın hadîslerine büyük önem verir, hata ederim endişesiyle hadîsleri nakletmezdi. Niçin nakletmiyorsun diyenlere buyurdu ki:

- Vallahi ben Resûlullahın hadîslerini bile bile nakletmiyorum. İsterseniz gelin size Peygamber efendimizin savaşlarını ve yanlarında bulunduğum sırada gördüğüm şeylerin hepsini anlatayım. Fakat, "Peygamber efendimiz şöyle buyurdu" demeye gelince, ben onu yapamam.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:56:40
Sümâme Bin Üsâl  

Yemâme kabîlesi reisi.

Hicretten sonra Medîne'de İslâmiyet hızla yayılıyordu. İslâm güneşi gittikçe daha fazla insanı hidâyet nuru ile aydınlatıyordu. Peygamber efendimiz çevre kabîlelere elçiler gönderiyor, onları İslâmiyete da'vet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabûl ediyordu.

Bir gün Sümâme bin Üsâl da Resûlullahın ziyâretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabîlesinin reisi idi. Asıl maksadı Resûlullahı öldürmekti.

Nitekim Resûlullahın huzûrunda iken, Peygamber efendimize saldırmaya teşebbüs etti. Ancak Eshâb-ı kirâm araya girerek buna mâni oldu. O kargaşa esnâsında Sümâme kaçmaya muvaffak oldu. Resûlullah efendimiz onun yakalanarak cezâlandırılması için emir verdi ve yakalanması için duâ etti.

Kim olduğunu biliyor musunuz?
Hicretin altıncı yılı başlarında, Sümâme bin Üsâl, umre için yola çıkıp, Medîne yakınlarına gelmişti. Resûlullahın süvârileri onu burada yakalayıp, Peygamberimize getirdiler. Yakalayanlar onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara buyurdu ki:
- Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsâl'dir. Ona iyi esir muâmelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz!

Sümâme, mescide habsedildi. Resûlullah kendi evine geldiklerinde, mübârek hanımlarına:
- Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme'ye gönderin! buyurdular.

Böylece Sümâme'ye yiyecek gönderdikleri gibi iyi muâmelede bulundular. Ancak Sümâme'yi bulunduğu yerden bir tarafa ayırmadılar.

Peygamber efendimiz mescide çıktıklarında buyurdu:
- Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun?

Sümâme cevap verdi:
- İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir câniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden birisine ihsân etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.

Resûlullah efendimiz, üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve Sümâme'nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:
- Artık Sümâme'yi salıveriniz!

Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i şehâdet getirdi. Resûlullah efendimize biat etti.

En sevimli dîn
Resûlullah efendimiz ona, hemen gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra mescide girdi. Resûlullahın huzurunda şunları söyledi:
- Vallahi, akşamleyin, yanına geldiğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur.

Böylece dünün azılı bir müşriki Peygamberimizin engin merhameti sâyesinde Müslüman olmuş hidâyete kavuşmuştu.

Hazret-i Sümâme hicretin altıncı yılında Resûlullahın huzûrunda Müslüman olduktan sonra Peygamber efendimize:
- Yâ Resûlallah! Ben umre yapmak için giderken süvârilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne buyuruyorsunuz? diye arzetti.

Resûlullah onu dünya ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip, umresini yapmasını emretti.

Hazret-i Sümâme, Mekke'ye, telbiye ederek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse boynunu vuracaklardı. Fakat o sırada birisi:
- Bırakınız onu! Siz yiyecekleriniz husûsunda Yemâme halkına muhtaçsınız. Ona bir şey olursa hepimiz aç kalırız, dedi.

Hak dîni kabûl ettim
Bunun üzerine müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşriklerden birisi ona dedi ki:
- Demek, dinden çıktın hâ!

Hazret-i Sümâme şöyle karşılık verdi:
- Hayır, ben dinden çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyeti kabûl ettim. Muhammed aleyhisselâmı ve Onun getirdiklerini tasdik ettim. Vallahi Allahın Resûlünden izinsiz buğday alamıyacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâme'den faydalanamıyacaksınız!

Sümâme umresini yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple Resûlullaha mektup yazıp, çektikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine müsâade edilmesini istediler. Hattâ, Ebû Süfyân Medîne'ye kadar gelerek, Peygamber efendimize:
- Âlemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun, diyerek bu husûsta müracaatta bulunup, hallerini uzun uzun anlattı.

Resûlullah, müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hazret-i Sümâme bu emre uyarak, engel olmaktan vazgeçti.

Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün Yemâme halkı İslâmdan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl Yemâme'de bulunuyordu.

Karanlık bir iştir
Halkı, Peygamberlik dâvâsına kalkışan Müseyleme'ye tâbi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya çalıştı. Onlara dedi ki:
- Ey Hanîfeoğulları! İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Bundan sakınıp, uzak kalınız. Son Peygamber Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmiyecek, Ona ortak da olmıyacaktır.

Sonra Mü'min sûresinin ilk üç âyetini okudu ve:
- Ey Yemâme halkı! İşte bu Allahü teâlânın kelâmıdır, dedi.

Yemâme halkı onun bu nasîhatlarını dinlemedi. Onlar Müseyleme'ye uymakta birlik hâlinde idiler. Bu sırada, Alâ bin Hadramî komutasında bir İslâm ordusu, Bahreyn'e doğru gidiyordu. Yemâme tarafına da uğradı. Sümâme bunu duydu. Orada bulunan Müslümanlarla birlikte Alâ bin Hadramî'nin ordusuna iştirak ettiler.

Temim kabîlesinden de bir hayli asker katılıp, Alâ'nın ordusu iyice kuvvetlendi. Alâ bin Hadramî, bu ordu ile, Hatam komutasındaki mürted ordusu ile çarpışmaya başladı. Nihayet, bir gece müşrik ve mürtedlerin sarhoş oldukları bir vakitte İslâm ordusu gece baskını yaptı. Müşrik ve mürtedler perişan olup, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi. Diğerleri kaçtılar. Müslümanlar harbi kazandılar. Hazret-i Sümâme bu savaştan dönerken yol kesiciler tarafından şehîd edildi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:57:27
Sürâka Bin Mâlik

Eshâb-ı kirâmın süvârilerinden.

Peygamber efendimize, Peygamberliğinin bildirildiğinin 13. senesinde, Kureyş müşrikleri, Peygamber efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kesin karar almışlardı. Bu hususta ısrarlı idiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Habîbine hicret etmesi için izin verdi.

Beraber hicret edecekler
Resûlullah efendimiz Hazret-i Ebû Bekir’e, beraber hicret edeceklerini bildirince, Hazret-i Ebû Bekir’in gözlerinden sevinç yaşları aktı. Çünkü Kâinatin efendisiyle böyle bir yolculuk yapmak, herkese nasip olmazdı. Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurmuştur ki:
- O güne kadar, bir kimsenin, sevincinden dolayı bu derece ağladığına şâhit olmamıştım.

Resûlullah efendimiz ile Hazret-i Ebû Bekir hicret için yola çıktıktan sonra, müşrikler arzularını yerine getirmek için, Peygamberimizin hâne-i saadetlerine uğramışlardı. Fakat, Peygamberimizi evde bulamayınca, şaşkına döndüler. Derhal her tarafı aramaya başladılar. Ancak Mekke’de olmadığını anlayınca, dışarıda aramaya karar verdiler. Bunun için herşeylerini ortaya koydular.

Peygamber efendimizle, Hazret-i Ebû Bekir’i öldürene veya esir edene çok miktarda mal, para vereceklerini vâdettiler. Miktarını da 100 deve olarak bildirdiler.

Bu haber, Sürâka bin Mâlik’in bağlı olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik iyi iz takibi yapan birisiydi. Bu yüzden bu haberle yakından ilgilendi.

Bir salı günü Sürâka bin Mâlik’in oturduğu bölge olan Kudeyd’de, Müdlicoğulları toplantıda bulunuyorlardı. Bu toplantıya Sürâka bin Mâlik de katılmıştı. O sırada Kureyş’in adamlarından biri gelip, Sürâka’ya dedi ki:
- Ey Sürâka! Vallahi ben az önce, sâhile doğru giden üç kişilik bir yolcu kâfilesi gördüm. Onlar herhalde Muhammed ile arkadaşıdır.

Sürâka, durumu anladı. Ancak, ortada çok fazla miktarda mükâfat vardı. Bunu kendisi elde etmek istiyordu. Onun için başkasının bundan haberdar olmasını istemiyordu. Bu yüzden, ortada önemli bir şey yokmuş gibi konuştu:
- Hayır, o senin gördüğün kimseler, filân kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük.

Fal oklarına baktı
Sürâka bin Mâlik biraz daha orada kaldı. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve silâhını alıp vâdinin arkasında kendisini beklemesini söyledi. Kendisi de kargısını almış, ucunun parlaklığının, başkalarının dikkatlerini çekmesini önlemek için de, kargının ucunu aşağıya çevirmişti.

Müşriklerin bâtıl bir âdetleri vardı. Bir işi yapmadan evvel, oklarla fala bakarlardı. Sürâka da yanına aldığı çantadan fal oklarını çıkardı. Peygamber efendimiz ile arkadaşına zarar verip veremeyeceğini, fal oklarından anlayacaktı.

Sürâka oklarla fala baktığında, oklar, Hazret-i Muhammed ve arkadaşına zarar veremeyeceğini gösteriyordu. Sürâka’nın buna çok canı sıkıldı. Fakat bütün düşüncesi vadedilen yüz deveyi almaktı.

Yüz deveyi almak askıyla yanan Sürâka, başka bir şeye aldırmadan atına bindi. Falının ters göstermesi bile, onu bu takibinden vazgeçiremedi. Atını koşturmaya başladı. Fakat Sürâka’nın atı tökezlenerek yere düştü ve kendisi de yuvarlandı. Acaba yanlış mı fala baktığını öğrenmek için, tekrar birkaç defa daha aynı işi yaptı.

Netice hep aynı çıkıyordu. Muhammed ve arkadaşına zarar veremeyecekti. Buna rağmen, yine yoluna devamda ısrar etti. Aldığı bir haber üzerine Resûlullahın ve Hazret-i Ebû Bekir’in izlerini yine buldu.

Telâşa kapıldı
Nihayet Sürâka yaklaşmıştı. Artık onları iyice görebiliyordu. Hatta, o sırada Resûlullahın okuduğu Kur’an-ı kerimi dahî isitiyordu. Fakat Resûl-i ekrem efendimiz arkalarına hiç bakmıyorlardı.

Hazret-i Ebû Bekir arkasına bakınca, Sürâka’yi görüp, telâşa kapılmıştı. Peygamber efendimiz ona, mağaradaki gibi buyurdu ki:
- Üzülme, Allahü teâlâ bizimle beraberdir!

Sürâka yanlarına iyice yaklaşınca, Hazret-i Ebû Bekir, ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz, ona niçin ağladığını sordu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:
- Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelirse diye ağlıyorum.

Sürâka, Peygamber efendimize saldırabilecek kadar yaklaşmıştı ki, seslendi:
- Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak?

Resûl-i Ekrem efendimiz de buyurdu ki:
- Beni Cebbâr ve Kahhâr olan Allahü teâlâ korur.

O sırada Sürâka’nın atının iki ön ayakları, dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Atını bu durumdan bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiçbir şey yoktu.

Bunun üzerine çâresiz kalan Sürâka, âlemlere rahmet olarak gönderilen şefkat ve merhamet sahibi Resûlullaha yalvardı:
- Yâ Muhammed! Bu işin, senin sebebinle olduğunu anladım. Duâ et de kurtulayım. Bundan sonra sana asla zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmeyeceğim.

Bütün olgunlukları ve iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamber efendimiz, onun bu dileğini kabûl etti ve Allahü teâlâya şöyle duâ etti:

Onun atını kurtar!
Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmî ise, onun atını kurtar.

Allahü teâlâ bu duâyı kabûl buyurdu. Sürâka bin Mâlik’in atı bir haylı çaba sarfettikten sonra ayağını çukurdan çıkarabilmişti. Bu sırada atın ayağının çıktığı yerden, ateş dumanı gibi birşey göğe doğru yükseliyordu. Bu manzarayı gören Sürâka hayretler içerisinde kaldı.

Resûlullah efendimiz ile arkadaşları, Sürâka’nın atını kurtarmasını beklediler. Sürâka, bütün bu olup bitenleri dikkatle düşünüyordu. Anladı ki, Hazret-i Muhammed bu hâdiselerde dâima korunuyordu. Bütün bunları gördükten sonra Sürâka dedi ki:
- Yâ Muhammed, ben Sürâka bin Mâlik’im, benden asla şüpheniz olmasın! Size söz veriyorum. Bundan sonra beğenmediğiniz hiçbir işi yapmayacağım.

Bunları söyledikten sonra, Kureyş müşriklerinin, kendilerini yakalayanlara çok mükâfat vereceklerini ve yapmak istedikleri şeyleri tek tek haber verdi.

Yetişmesine meydan verme!
Bu sırada Sürâka, onlara yol azığı ve binek deve vermek istediyse de, Peygamberimiz kabûl etmedi ve buyurdu ki:
- Ey Sürâka! Sen İslâm dînini kabûl etmedikçe, ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü gizli tut, hiç kimsenin bize yetişmesine meydan verme yeter.

Allahü teâlâ dileyince herşey oluyordu. O’na hâlis bir şekilde güvenilip, rızâsı yolunda yürüyünce, akıllara durgunluk veren hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullahı öldürüp, büyük mükâfatlara kavuşma hırsıyla, kükreyen bir aslan misâli yola çıkan Sürâka, şimdi munis, uysal, bir çocuk oluvermişti.

Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ, Habîbine zarar vermemesi için Sürâka’nın kalbini iyiliğe doğru çevirmişti. Elbette Allahü teâlâ, Habîbini yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O, insanlara merhamet için, onların dünyada ve âhirette ebedî saadet ve mutluluğa kavuşması için gönderdiği Peygamberiydi.

Peygamber efendimiz, ayrılmadan önce, Hazret-i Ebû Bekir’e, Sürâka’nın bir isteği olup olmadığını sormasını emir buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir sorunca, Sürâka dedi ki:
- Sizinle benim aramda emannâme olacak bir yazı verir misiniz?

Peygamberimiz emannâmenin verilmesini emretti. Hazret-i Ebû Bekir, hicrette yanlarında bulunan Âmir bin Füheyre’ye bu emannâme’yi yazdırıp, Sürâka’ya verdi. O da alıp çantasına koydu.

Peygamber olduğunu anlardın
Sürâka bundan sonra izini takip ederek geri döndü. Karşılaştığı bu durumları yolda kimseye anlatmadı. Ebû Cehil, onun eli boş döndüğünü görünce, Müslüman olduğunu zannetti. Söylediği şiirlerle onu kötüleyip herkesin gözünden düşürmeye çalıştı.

Sürâka şâir birisiydi. Onun için Ebû Cehil’e şiirle şöyle cevap verdi:
- Ey Ebû Cehil! Ben Muhammed’e iyice yaklaşmış, saldırmak üzereyken, atımın ayakları birdenbire yere batıverdi. Sen eğer bu hâli görmüş olsaydın şüphesiz, Muhammed’in apaçık Peygamber olduğunu anlardın.

Sen söyle, artık buna kim dayanabilir? Senin yapacağın, Kureyşlileri ona saldırmaya teşvik değil, bilâkis buna mâni olmandır. Ben inanıyorum ki, Onun dâvet ettiği İslâmiyet bir gün yerleşip, her tarafa yayılacaktır. Öyle olacak ki, herkes ona karşı gelmeyi değil, Onunla sulh içerisinde yaşamayı isteyecektir.

Sürâka, bundan sonraki senelerde, İslâmiyetin hızla ilerlediğine, karşısına çıkan küfür ve şirk engellerini bir bir aştığına şahit oluyordu. Sürâka anlatır:
“Tâif’ten Cirâne’ye indiği sırada, Resulullah efendimizle buluştum. Müslümanlar; Resulullahın önünde, aralıklı olarak; birbirlerinin ardınca, takım takım gidiyorlardı. Ensardan, otuz-kırk kişilik bir süvari birliğinin arasına girince, onlar, mızraklarını bana dürtmeye ve, "Sen, ne istiyorsun?" demeye başladılar. Beni, tanımadılar.

Ben Sürâka bin Mâlik’im
Ben, Resulullah efendimizi görünce, tanıdım. Sesimi işiteceği kadar, yanına yaklaştım. Hicret sırasında, Hazret-i Ebû Bekir’in, benim için yazmış olduğu emannâmeyi, iki parmağımın arasında tutarak kaldırdım ve dedim ki:
- Ya Resulallah! Bu, benim için yazdırdığın yazıdır! Ben, Sürâka bin Mâlik’im. Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Bugün, verilen sözde durma ve sözü yerine getirme günüdür. Yanıma, yaklaş!

Hemen, yanına yaklaştım ve Müslüman oldum. Resulullah efendimize soracağım bir şeyi, hatırlamaya çalıştımsa da, hatırlayamadım. Onun yerine başka bir meseleyi sual ettim:
- Ya Resulallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın etrafını, yitik develer sararlar. Havuzumdan, onları da sularsam, bana ecir ve sevap var mı?

Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Evet! Her susamış canlıyı sulamakta, ecir ve sevap vardır!

Sonra Peygamber efendimiz tekrar bana buyurdular ki:
- Ey Sürâka! Kisrânın bileziklerini kollarında görür gibi oluyorum.

Ben, “Krallar kralı Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?” diye hayretle sordum. Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Evet, Kisrânın!”

Aradan uzun zaman geçmişti. Hazret-i Ömer devrinde, ülkesi fethedilen Kisrânın kürk ve bilezikleri Medine’ye getirilmişti. O sırada Hazret-i Sürâka bin Mâlik de Medine’de idi.

Bilezikler Sürâka'ya verildi
Hazret-i Ömer bu gümüş bilezikleri Sürâka bin Mâlik’e verdi.

Sürâka, bu bilezikleri bileğine takmış çok geniş olduğu için, bilezikler dirseklerine kadar uzanmıştı.

Sürâka bu sırada Resul-i ekremin seneler önce buyurduğu mübârek sözü hatırlayıp, bu mucize karşısında ağladı.

Sürâka’nin bileğinde bu bilezikleri gören Hazret-i Ömer de buyurdu ki:
- Kisrânın iki bileziğinin, Müdlicoğullarından biri olan Sürâka bin Mâlik’in bileklerine takildığı günü bize gösterdiği için, Allahü teâlâya şükürler olsun.

Sürâka’nın künyesi Ebû Süfyân’dır. Doğumu kesin olarak bilinmiyor. 645 senesinde, Hazret-i Osman zamanında vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:58:30
Tufeyl Bin Amr  

Işık Saçan Sahâbî.

Tufeyl bin Amr, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu.

Peygamberimiz, Mekke'de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekke'li müşrikler ise, Resûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.

O'na tâbi oluyorlar
Hattâ dışarıdan Mekke'ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. İşte böyle bir zamanda Tufeyl bin Amr, bir iş için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, hemen onun yanına gittiler dediler ki:
- Ey Tufeyl! Sen meşhur bir şâirsin, sözüne güvenilir, akıllı bir insansın. Biliyorsun, aramızdan çıkan Abdülmuttalib'in Yetîmi, putlarımızı kötülüyor, bizi kendi dînine çağırıyor. Babayı oğlundan, kadını kocasından ayırıyor, akrabâları birbirlerine düşman ediyor.

Onun sözünü işiten oğul babasına bakmıyor. O'na tâbi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip, müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninle kavminin başına da gelir. Sana nasihatımız olsun, O'nunla sakın konuşma. Ne O'na bir söz söyle, ne de O'nun sözlerini dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol. Burada daha fazla da kalma. Hemen çekip git!

Bundan sonrasını Tufeyl bin Amr şöyle anlatıyor:
- Bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O'nunla konuşmamaya, O'nun sözünü aslâ dinlememeye kara verdim. Hatta Kâ'be'ye girdiğim zaman, ne olur, ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım.

Ertesi gün, sabahleyin Kâ'be'ye gittim. Gördüm ki, Resûlullah efendimiz Kâ'be'nin yanında durmuş namaz kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Cenab-ı Hakkın hikmeti olarak Kur'ân-ı kerimden okuduklarından bazısı kulağıma gitti. İşittiğim sözleri, o kadar güzel buldum ki, kendi kendime:
"Ben, iyiyi kötüyü ayırd edemiyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemiyeyim? Sözlerini güzel bulursam Onu kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim" dedim.

Ve bir tarafa gizlenip, Resûlullah efendimiz namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine girinceye kadar peşinden gittim. Evine girince, ben de girdim.

Kulaklarımı tıkadım
Yâ Resûlallah! Ben bu diyara geldiğimde senin kavmin, senden uzak durmamı istediler. Beni, o kadar korkuttular ki, ben de senin sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahü teâlânın hikmeti olacak ki, bana senin okuduklarını işittirdi. Onları pek güzel buldum. Bana yolunuzu anlatır mısınız?

Resûlullah efendimiz, bana İslâmiyeti anlattılar, Kur'ân-ı kerîm okudular ve îmân etmemi istediler.
- Vallahi ben bu zamana kadar, böyle güzel söz, böyle âdil bir din işitmemiştim. Huzûrunda hemen Müslüman oldum. Sonra:
- Yâ Resûlullah! Ben, kavmimde sözü dinlenen itibarlı bir kimseyim. Onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar. Gidip onları da, İslâm dinine da'vet edeyim. Duâ ediniz de, Allahü teâlâ benim için bir alâmet, bir kerâmet buyursun! Böylece o alâmet, kavmimi İslâmiyete da'vet ederken bana bir olaylık, yardım olsun! dedim.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:
- Ey Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat! diye dua buyurdu.

Karanlık gece
Bundan sonra Mekke'den çıkıp kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, hemen alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu. Çıra gibi ışık vermeye başladı. O zaman duâ edip:
- Allahım! Bu nûru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin câhilleri görüp de, dîninden döndüğü için Allah, onun alnında ilâhi bir cezâ olarak bunu çıkardı, sanmasınlar! dedim.

O nûr, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yurduna yaklaşıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada orada bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil gibi parlayan, etrafa ışık saçan nûru birbirine gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim.

Yanıma ilk önce, ihtiyar olan babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden dolayı boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki:
- Ey babacığım! Eğer evvelki hâl üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin!
- Sebebi nedir?, Ey oğlum!
- Ben, artık Muhammed aleyhisselâmın dinine girip Müslüman oldum.

Bunun üzerine babam da:
- Oğlum, ben de senin girdiğin dine girdim. Senin dinin benim dinim olsun, deyip hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dininden bildiğimi ona öğretttim. Sonra yıkanıp temiz elbiseler giydi.

Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O da kabul edip Müslüman oldu.

Sabah olunca Devs kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da bu dîne girmeye davet ettim. Fakat onlar, bu daveti kabullenmede ağır davrandılar. Hatta kaş göz hareketleri yaparak benimle alay etmeye başladılar. Faiz ve kumara düşkünlüklerinden beni dinlemediler. İslâmiyete uymaktan kaçındılar. Allaha ve Peygamberine âsi oldular.

Yumuşak davran!
Bir müddet sona Mekke'ye gelip kavmimin durumunu Resûlullaha anlatarak:
- Yâ Resûlullah! Devs kabilesi Allaha âsi oldular. İslâma girmeleri için yaptığım da'vetimi kabul etmediler. Onların aleyhinde bedduâ et de, helâk olsunlar, dedim.

Herkese şefkât ve merhameti çok olan Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek:
- Yâ Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster de, onları İslâm dînine getir, diye duâ buyurdu. Bana da:
- Kavmine dön! Onları güleryüzle ve tatlı dille İslâmiyete da'vet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran! buyurdu.

Hemen dönüp memleketime geldim. Devs halkını İslâma davetten hiç boş kalmadım. Hazret-i Ebû Hureyre de dâhil bir çok kimse Müslüman oldu.

Tufeyl bin Amr, Peygamber efendimiz, Hayber'de bulunuduğu sırada, Devs kabilesinden kendisine tâbi olup, Müslümanlığı kabul edenlerle birlikte Medine'ye geldiler. Sayıları 70 veya 80 civarındaydı.

Resûlullah efenimizden, ordunun sağ kanadında yer almalarını rica ettiler. Kendilerine "Yâ Mebrûr" sözünü savaş parolası yapılmasını istediler. Peygamberimiz de bu isteklerini kabul etti. Ordunun sağ kanadının kumandanlığını Tufeyl bin Amr yürüttü. Hayberdeki ganîmetlerin hepsinden pay aldılar.

Putu yaktı
- Yâ Resûlullah! Beni, Huzâa ve Devs kabîlelerinin putu olan Zülkeffeyn'e gönder de, onu yakayım!" dedi.

Resûlullah efendimiz, bu putu yakıp, yok etmek için Onu görevlendirdi ve buyurdu ki:
- Zülkeffeyn'in işini bitirdikten sonra, kavminle beraber İslâm ordusunu desteklemek üzere Tâif'e gelip, bize yetişeceksin!"

Tufeyl bin Amr, derhal Devs kabilesinin putunu yakmak üzere hareket etti. Putun, Bulunduğu yere gelip onu yıktı, kırdı ve içine ateş doldurup yaktı.

Devs kabilesi, Zülkeffeyn putu yakılıp orada tapılacak bir şey kalmayınca, hepsi birden İslâmiyetin bütün emirlerine tam olarak uymaya söz verip, Müslüman oldular. Puta tapmaktan vazgeçtiler.

Ondan sonra Tufeyl, kendi kabilesinden 400 kişi alarak acele yola çıktı. 4 gün sonra Tâif'te Peygamber efendimize yetişti. Yanında, ağır savaş aracı olarak Debbâbe ile mancınık da götürdü.

Hazret-i Ebû Bekir zamanında Mekke ve Medine'nin dışında birçok kabile dinden ayrılmaya başlamışlardı. Hazret-i Ebû Bekir, bunların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup etti.Yalancı peygamberlik iddia eden Tuleyhâ adındaki kimsenin üzerine, Hazret-i Tufeyl bin Amr gönderildi.

Müjdeleyen rü'yâ
Tufeyl bin Amr, Mekke'nin fethinde de Resûlullahın maiyetinde bulundu. Peygamberimiz Mekke'nin fethinden sonra Huneyn'de Hevâzinlileri bozguna uğratıp Tâif üzerine yürümek istediği sırada, oğlu Amr ile giderken bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, başı tıraş ediliyor, ağzından kuş uçuyor ve bir kocakarı onu karnına sokuyor, oğlu da onu arıyordu.

Bu rü'yâsını arkadaşlarına anlattı. Onlarda:
- Hayırdır inşaallah, dediler.
- Bu rüyâyı kendim şöyle yorumladım:

Başın tıraş edilmesi, başın kesilmesi demektir. Ağızdan kuşun çıkması rûhun çıkmasıdır. Kocakarının karnına alması, toprağın içine gömülmektir. Oğlumun beni araması da savaşta yaralanacağına ve sonradan O'nun da şehîd olacağına alâmettir. Ben şehîd olacağımı umuyorum.

Gerçekten, Tufeyl bin Amr hazretleri Yemâme savaşında şehîd oldu. Oğlu da bu savaşta ağır yaralandı. Yermuk savaşında da şehîd oldu.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 14:59:21
Ubâde Bin Sâmit

Akabe bî'atlerinde kavminin temsilcisi olan sahâbî.

Resûlullah efendimiz hicretten sonra Medîne'de, Yahûdîlerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahûdîler, Müslümanlara saldırmıyacaklar, onların düşmanlarına yardım etmiyeceklerdi!

Buna rağmen, Yahûdîler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler.

Medîneli Yahûdîler, üç kabîle hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğulları. En cesûrları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.

Savaşmasını bilmiyenler
Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Resûlullah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtâr ettiler.

Yahûdîler işi, daha da ileri götürerek dediler ki::
- Savaşmasını bilmeyen kimselere ya'nî Kureyş'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şâyet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa, o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!

Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma hareket emrini verdiler.

Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahûdîler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhâmetine sığındılar.

Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişâre ettiler.

Yahûdîlere, nasıl bir cezâ verilmesini, Eshâbına da sordular.

Münâfıkların başı İbni Selül, söz aldı:
- Yahûdilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostluğunu bırakamam!.. deyince, Hazret-i Ubâde bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:
- Yâ Resûlullah! Benim Kabîlem de Yahûdîlerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini; ayaklar altına aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Peygamberinden başka dostum yoktur. Allah ve Resûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.

Onlardan sayılır
Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:
- Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahûdîlerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resûlünün dostluğu da, Onun olsun!

Bunun üzerine, Kur'ân-ı kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzil oldu. Meâlen şöyledir:
(Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah zâlimleri, doğru yola eriştirmez.)

Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhâmetli davrandılar. Kaynukaoğullarının, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medîne'den çıkarılmalarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hazret-i Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.

Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:
Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bî'at ettik ki:
Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zinâ yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftirâ etmeyelim, herhangi bir iyilik husûsunda O'na âsi olmayalım.

Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:
- Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.

Oniki temsilciden biri idi
Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bî'atinde de bulunan Hazrec kabîlesinin oniki temsilcisinden biridir. Bî'atte dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bî'at ediyorum.

Ubâde bin Sâmit'in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesîle oldu. Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hazret-i Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Resûlullah efendimiz kıydı.

İslâm güneşi parladıkça, Medîne'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, ba'zı âilelerin yanına misâfir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı kerîm öğretilmesini de istiyorlardı.

Onlardan biri, Hazret-i Ubâde'nin misâfiri oldu. Kur'ân-ı kerîmi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hazret-i Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki:
- Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabûl et!

Hazret-i Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resûlü buyurdu ki:
- Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olursun.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir...

Şehîdler kimdir?
Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:
Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Resûlullah efendimiz, şehîdlerden bahsederek;
- Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.

Herkes susmuştu. Resûlullah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:
- Şehîd, İslâmiyeti kabûl eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir.

Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:
- O zaman ümmetimin şehîdleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehîddir, karın ağrısından ölenler şehîddir, lohusalıktan ölen kadın şehîddir.

Ubâde bin Sâmit, talebelerinden Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:
- Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.

Bu Resûl-i ekremden işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
(Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.)

Sabır ve iyilik severler
Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:
Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu:
- Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?
- Allahü teâlâya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda cihâddır.
- Yâ Resûlallah, daha kolayı yok mu?
- O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!
- Yâ Resûlallah, daha da kolayını istiyorum.
- O hâlde, Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol!

Başka bir zamanda da Resûlullah efendimiz o'na şöyle buyurdu:
- Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyl ve rağbet etmenizdir.

Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki:
- Ben harb ederken Allahü teâlânın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim.

Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:
- Sana bundan kâr yok.

Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerîfi okudu:
(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstagnî olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim.)

Ubâde bin Sâmit, Eshâb-ı kirâmın en fazîletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı kerîm yazmıştı.

Cehennemin yedi kapısı
Buyurdu ki:
"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir."

"Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."

Allahü teâlânın rızâsı için yaşıyan Peygamber efendimiz, vazîfelerini tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hazret-i Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hazret-i Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar.

Şunu iyi bil ki
Hazret-i Amr ibni Âs kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihâyet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..

Bunun üzerine Hazret-i Ömer de, bir mektup yazdı:

Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir.

Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümanı, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle.

Cum'a Günü, zevâlden sonra hücûm emrini ver. Çünkü o saatte, duâlar kabûl olunur ve Allahın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahü teâlâdan yardım dilesinler. Sonra da, hücûma kalksınlar!

Hem âlim hem cengâver
Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu:
- Ey mücâhid gâziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı bahâdırları, işte sizlere tanıtıyorum:

Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm'dır.

Şu kahraman; "Resûlullahın süvârisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved'dir.

Bu genç ise; Peygamber efendimizin duâlarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.

Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hâfız, hem cengâver ve de Akabe Bî'atlarının reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.

Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hazret-i Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübârek Cum'a vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarını kıldılar ve zafer için, Cenâbı Hakka duâ ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücûma geçtiler. İşte bu îmânlı hücûmlar sonunda, duâlar nihâyet kabûl oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.

Hazret-i Ubâde, dirâyetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hazret-i Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.

Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;
- Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler.

En büyük kelâm
Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar geçti:
- Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir?
- Lâ ilâhe illallahu vallahü ekber'dir.
- Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?
- Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.
- Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum, ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.

Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi.

Hazret-i Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahâbî olduğu için, bütün mü'minler ziyâretine koşuyorlardı.

Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ve mübârek Kur'ân-ı kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasîhatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:
- Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.
- Beni yatağımda doğrultun, oturayım!

Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:
- Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; îmânın tadına eremezsin.

- Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?
- Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni aslâ bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, aslâ kaçamazsın.

Son nasîhat
Hazret-i Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefât edeceğini anlayınca dedi ki:

- Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!

Hepsi gelince, onlara;
- Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Ba'zılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız, dedi.

Etrafındakilerle helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:
- Rûhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rek'at namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde'ye duâ edin. Çünkü cenâbı Hak, yüce Kitâbında (Sabır ve namazla, Allaha sığının!) buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:00:32
Ukayl Bin Ebi Tâlib
 
Hazret-i Ali'nin abisi.

Hazret-i Ukayl Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in dört oğlundan ikincisidir. Başlangıcından beri İIslâma yakınlık duyuyordu. Ancak, Mekke'deki sosyal durumdan ve Mekkeli müşriklerin Müslümanlara yaptığı işkenceleri görüp çekindiğinden, bu düşüncesini açığa vuramadı.

Hazret-i Ukayl, Mekke müşrikleri baskı yaptıkları için, Bedir savaşında istemeyerek onların yanında yer aldı. Müslümanlar onu esir aldılar. Kendisi fakir idi. Kurtuluş fidyesini ödeyecek durumu yoktu. Bundan dolayı, onun fidyesi, amcası Abbâs bin Abdülmuttalib tarafından ödendi.

Hizmette kusur etmezdi
Hazret-i Ukayl'in İIslâmı kabûl edişi, Hudeybiye anlaşmasından sonra olmuştur. Müslüman olan Ukayl, Mûte gazâsına iştirak etti. Ancak dönüşünde uzun süren bir hastalığa yakalandı ve bu sebeple Mekke, Huneyn ve Tâif gazâlarına iştirak edemedi.

Daha sonra, tekrar Mekke'ye yerleşti. Ancak, zaman zaman Resûlullahı ziyâret eder, hizmette kusur etmezdi. Bu bakımdan Resûl-i Ekremden birkaç hadis-i şerif rivâyet etmiştir.

Hazret-i Ukayl, Müslüman olmadan önce fakir idi. Müslüman olup, hicret ettikten sonra daha da fakirleşti. Resûlullah efendimiz bu durumu görünce, Hayber seferinden sonra, kendisine yıllık bir maaş bağladı. Başka geliri olmadığından, geçimini yalnız bu maaşla temin ediyordu.

Ukayl bin Ebi Tâlib, Peygamberimizi çok severdi. Her fırsatta Resûlullaha olan bağlılığını ve sevgisini gösterdi. Resûlullah efendimiz de onu severdi. Ukayl hazretlerine buyurdu ki:
- Yâ Ukayl! Ben seni iki cihetten seviyorum. Birincisi, yakın akrabam olduğun için, ikincisi, amcamın seni sevdiğini bildiğim için.

Hazret-i Ukayl, Resûlullahın kıymetli sünnetine uymakta çok dikkatli ve titiz idi. Çevresindekilere, câhiliyye âdetlerinden uzaklaşmalarını tavsiye ederdi. Nesepler, soylar üzerinde geniş bir bilgiye sahipti.

Câhiliyye devrine dâir, örf ve âdetler, meşhur günler, hikâye ve destanlar hakkında da derin bilgisi vardı. Bu yüzden komşu kabîleler arasında hürmet ve saygı görürdü. Bu konuda sorulan suâllere geniş ve doyurucu cevaplar verirdi.

Hazır cevap idi
Müslüman olduktan sonra, câhiliyye devrine ait âdetlerini iyi tanıdığından, neleri terkedeceğini de gayet iyi biliyordu. Çünkü, şerri, günahı, haramı bilmeyenin, tanımayanın, o kötülüğe, harama düşme ihtimali her zaman mevcuttur. Ama tanırsa, ondan kendisini muhafaza etmesi mümkündür.

Ukayl hazretleri hazır cevap bir zat idi. Yüz küsur sene yaşamıştır. Yezid ile olan anlaşmazlıkta Hazret-i Hüseyin'in tarafını tutarak, bu konuda önemli rol almıştır.

Bidat sahiplerinden uzak dururdu. Bildirdiği bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
- Bidat sahipleri ile birlikte bulunmayınız! Onlarla birlikte yiyip içmeyiniz! Onlardan kız alıp vermeyiniz!

Ukayl hazretleri, Câfer-i Tayyar hazretlerinden on, Hazret-i Ali'den yirmi yaş büyük olup, üçü de aynı anadandır. Künyesi Ebû Yezid'dir. 680 tarihinde vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:01:37
Ukbe Bin Âmir

Eshâb-ı suffadan.

Ukbe bin Âmir, Medîne otlaklarında koyun güderdi. Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiğini de dağda haber almıştı. Artık orada duramazdı. Gidecek, o yüce Peygamberi görecekti. Koyunları oracakta bıraktı, doğruca Medîne'nin yolunu tuttu. Geldi, Resûlullahı sordu. Misâfir kaldığı evi öğrenir öğrenmez soluğu huzurunda aldı.

Suffa eshâbından oldu
Kâinatın Efendisini karşısında görünce çok sevindi, birden dünyası genişledi, gönlü aydınlandı. Uçacak gibiydi. İçi içine sığmıyordu. O zamana kadar böyle bir heyecan yaşamamış, bu kadar sevinmemişti. Rûhundaki değişikliklere kendisi de inanamaz olmuştu. Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Size bî'at edeceğim.

Resûl-i ekrem efendimiz hakikat nûrlarından inciler saçtı önüne. Yüce dînin esaslarını öğretti. Ukbe en ufak bir tereddüt bile göstermedi. Hemen bî'at edip mü'minler arasında yer almakta gecikmedi. Ukbe artık bir sahâbiydi. Hem de Suffe eshâbının içinde yer alan seçkin bir Sahâbî.

Ukbe bundan sonra her şeyi terkederek kendisini tamamen ilme verdi. Peygamberimizin hayat dolu sohbetini artık hiç kaçırmıyordu. Ondan ilim ve ma'rifet meyveleri derliyordu. Peygamberimiz de Ukbe'nin ilme olan aşırı arzûsunu bildiği için kendisiyle husûsî olarak ilgileniyordu.

Birgün Hazret-i Ukbe'ye hitâben şöyle buyurdu:
- Kur'ân-ı kerîmde bazı sû'reler vardır. Cenâb-ı Hak o sûrelerin bir benzerini ne Tevrât'ta, ne İncil'de, ne Zebûr'da ve ne de Kur'ân-ı kerîmde indirmemiştir. Hiçbir geceni onları okumadan geçirme. Bunlar: İhlâs, Felâk, ve Nâs sûreleridir.

Bu sözleri kulaklarına küpe edinen Ukbe şöyle der:
- O günden sonra her gece bu sûreleri okumadan yatmadım. Hep okudum.

Hazret-i Ukbe bilmediklerini, öğrenmek istediği husûsları Peygamberimizden sormaktan çekinmezdi. Böylece pek çok şeyi öğrenme imkânını bulmuştu. Birgün Peygamberimizin yanına yaklaştı, mübârek ellerini tuttu ve şöyle dedi:
- Yâ Resûlallah, iyilik ve ibâdetin üstün olanlarının hangisi olduğunu söyler misiniz?
- Hâlini sormayanın hâlini sor. Sana bir şey vermeyene vermeye bak. Sana haksızlık edeni de affet.
- Ya Resûlallah, kurtuluş nerededir?
- Diline sahip ol, evin sana dar gelmesin. Sırrını yayma. Günâhların için ağla.

Sen hüküm ver
Bunlar zor işlerdi. Nefse ağır gelen hizmetlerdi, fakat Cennete kavuşturuyordu. Bunun için herşeyden önce böyle nefse zor gelen amelleri işliyerek Allahü teâlânın rızâsını elde etmek lâzımdı. Hazret-i Ukbe'nin öğrenme husûsundaki bu gayreti onun kısa zamanda âlim Sahâbîler arasına girmesine sebep oldu. Öyle ki, Hazret-i Ukbe, Peygamberimizin zamanında ictihâd edebilecek seviyeye geldi. Hattâ bir defasında Peygamberimiz kendisine müracaat eden iki dâvâlı hakkında hüküm verme işini ona bıraktı. Ukbe:
- Siz daha lâyıksınız yâ Resûlallah! Anam, babam size fedâ olsun, dedi.

Fakat Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Sen hüküm ver!

- Neye göre hüküm vereyim yâ Resûlallah?
- Kendi ictihâdına göre hüküm ver. Eğer hükmünde isâbet edersen sana on sevâb verilir. İsâbet etmezsen bir sevâb kazanırsın.

Hazret-i Ukbe birgün on iki arkadaşıyla birlikte Peygamberimizden birşeyler öğrenmek düşüncesiyle yola çıktı. Yanlarında develeri de vardı. Onları başı boş bırakmak istemediler. Dediler ki:
- İçimizden birisi develerimizi otlatsa da, kalanımız Resûlullah efendimizle sohbet etsek. Sonra öğrendiklerimizi ona bildiririz.

Hazret-i Ukbe gerçi Peygamberimizin sohbetinde bulunmayı çok arzuluyordu. Fakat develerin yanında birisinin kalması gerektiğine de inanıyordu. Arkadaşlarını kendi nefsine tercih ederek, "Siz gidin. Develeri ben otlatırım" dedi. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Kim güzelce abdest alırsa
"Arkadaşlarım gideli bir hayli olmuştu. Kendi kendime dedim ki:

- Galiba aldandım. Arkadaşlarım Resûlullahtan benim duymadıklarımı dinliyor, öğrenmediklerimi öğreniyorlar.

Sonra şehre gittim. Yolda sahâbîlerden bir grupla karşılaştım. İçlerinden biri, Peygamberimizin, "Kim güzelce abdest alırsa, günâhından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur" buyurduğunu söyledi. Hayret etim. Benim hayretimi fark eden Ömer bin Hattâb dedi ki:
- Hele sen ondan önceki hadîsi dinlemeliydin. Ondaki müjde daha fazla idi.
- Ne olur, onu da sen söyle!

Bunun üzerine O da, Resûlullahın, "Kim Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona Cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan Cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır" buyurduğunu söyledi.

Tam bu sırada Resûlullah efendimiz geldi. Ben de tam karşısında oturdum, dinlemeye başladım. Fakat benden yüzünü çevirdi. Dedim ki:
- Ey Allahın Resûlü! Anam babam size fedâ olsun. Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
- Sence bir kişinin istifâdesi mi daha kıymetli, yoksa on iki kişinin mi?

Hatâmı anlamıştım."

Hazret-i Ukbe, Peygamber efendimize karşı son derece hürmetkârdı. Öyle ki, Resûlullahın huzurunda deveye binmeyi hürmetsizlik sayardı. Birgün Peygamberimizle birlikte bir yere gidiyordu. Peygamberimiz deveye binmişti. Kendisi yaya idi.

Resûlullah efendimiz onu terkisine almak istedi.
- Ey Ukbe! Binmiyor musun? buyurdu.

Hazret-i Ukbe dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Edebsizlik etmekten korkuyorum,

Peygamberimizin ısrar etmesi üzerine, onun emri edebden üstündür diyerek mahcûb bir hâlde deveye bindi.

Allahü teâlâ onun ayıbını örter
Ukbe, mü'min kardeşlerinde gördüğü kusurları, kabahatleri açığa vurmazdı. Başkalarının kusurlarını araştırmadığı gibi, yanında başkasının kabahatlerinin anlatılmasından da rahatsız olurdu. Bir defasında hizmetçisi, komşunun bir hatâsını söyledi. Hazret-i Ukbe, hizmetçiye kızmadı. Ona nasîhat etti. Bunun iyi birşey olmadığını anlattı. Sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti:
"Kim dünyada bir mü'minin ayıbını örterse, Allahü teâlâ da Kıyâmet günü onun ayıbını örter."

Hazret-i Ukbe'nin; hadîs, mîrâs taksimi ve hitâbet gibi sahalarda müstesnâ bir yeri vardı. Kur'ân-ı kerimi güzel okuyan, sesiyle süsleyen sahâbîlerdendi. Hattâ Hazret-i Ömer ona Kur'ân-ı kerîm okutturur ve büyük bir huşû ile dinlerdi.

Hazret-i Ukbe'nin bir diğer husûsiyeti de askerlik sanatına olan merakıydı. Fırsat buldukça Peygamber efendimizin, (Hiçbiriniz ok atışı yapmaktan geri durmasın) ve (Bir ok sebebiyle Allah üç kişiyi Cennete koyar: Oku hayırlı bir işte kullanmak maksadıyla yapan ustasını, onu atanı ve atana yardımcı olanı) gibi hadîsleri hatırlatıyordu. Böylece cihâd rûhunun devamlı uyanık kalmasını, Müslümanların düşmana karşı tâlim yapmaya ehemmiyet vermelerini istiyordu.

Yolların en hayırlısı
Ukbe, Peygamberimizin İstanbul'un fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Hicretin 52. senesinde Hazret-i Muaviye'nin İstanbul'un fethi için hazırladığı orduda vazife aldı. O sıralar Mısır vâlisi olduğu için Mısır'dan hazırlanan birliğin kumandanlığını yaptı. Hicretin 58. senesinde vefât etti.

Mısır'da vâli iken Peygamberimizden rivâyet ettiği bir hutbenin meâli şöyledir:
- Ey insanlar! Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en hayırlısı, benim yolumdur. Sözlerin en değerlisi, Allahü teâlâyı anmaktır. Kıssaların en değerlisi, Kur'ân-ı kerîmdir. Amellerin en iyisi, farz olan amellerdir. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.

Ölümlerin en şereflisi, şehitlerin ölümüdür. Körlüğün en kötüsü, hidâyete erdikten sonra sapıklığa düşmektir. İlmin en iyisi, faydalı olandır. Veren el, alan elden üstündür. Az ve yeterli olan mal, çok olan ve azdıran servetten iyidir. Pişmanlığın en kötüsü, Kıyâmet günü duyulan pişmanlıktır.

En büyük hatâ, yalan söylemektir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. En iyi azık, takvâdır. Hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalbde yer alan şeylerin en iyisi, hakîkî îmândır. Ölüler için yüksek sesle ağlayıp dövünmek câhiliyye âdetlerindendir. Devlet malına el uzatmak, Cehennemden ateş közleri çalmaktır. Altın ve gümüşü biriktirip zekâtını vermemek, insanın, vücudunu Cehennem ateşiyle dağlamasıdır. İçki kötülüklerin anasıdır. Kazançların en kötüsü fâizdir. Yiyeceklerin en kötüsü yetimin malıdır. Bahtiyar insan, başkasından ders alabilendir.

Toprağa gireceksiniz
Hepiniz nihayet birkaç metrelik toprağa gireceksiniz. Her iş neticesiyle değerlendirilir. Amellerde geçerli olan, amelin sonudur. Gelmesi muhakkak olan şey, uzak olsa da yakındır. Mü'mine sövmek fâsıklıktır. Mü'minin gıybetini etmek Allahü teâlâya karşı gelmektir. Mü'minin kanına tecâvüz etmek ne kadar harâm ise, malına tecâvüz etmek de o kadar harâmdır. Kim kötü bir iş yapmak için Allah adına yemin ederse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarır. Kim sabrederse, Allah sevâbını kat kat verir.

Allahım, beni ve ümmetimi bağışla! Allahım, beni ve ümmetimi bağışla! Allahtan beni ve sizi affetmesini dilerim.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:02:43
Übeyy Bin Kâ'b  

Kırâati ile meşhûr sahâbî.

Sevgili Peygamberimiz sordular:
- Yâ Übeyy! Allahın kitâbında en büyük âyet hangisidir?

Hazret-i Übeyy bin Kâ'b cevap verdi:
- Allah ve Resûlü, daha iyi bilirler.

Efendimiz aynı suâli üç kere tekrarladılar. Üçüncü kere sorduklarında Hazret-i Übeyy dedi ki:
- Yâ Resûlallah, Kitâbullahın en büyük âyeti, Âyet-el Kürsî'dir.

Bu cevap üzerine Peygamber efendimiz mübârek ellerini onun göğsüne koyarak buyurdular ki:
- İlim sana mübârek olsun!

Şu dört Müslümandan öğrensinler
Birgün de Peygamber efendimiz;
- Kur'ân-ı kerîm öğrenmek isteyenler, şu dört Müslümandan öğrensinler, buyurup isimlerini söylediler. O dört bilgili zât arasında, Hazret-i Übeyy de bulunuyordu.

Hazret-i Übeyy, Peygamber efendimizle birlikte, bütün gâzâlara katıldı. Uhud'da okla yaralandı. Sevgili Peygamberimiz kendisine bir tabip yolladı. O da, yarasını dağladı. Bunun üzerine iyileşti.

Bir ara sevgili Peygamberimiz onu, zekât toplamaya memûr ettiler. Bütün kabîlelerden, zekâtlarını topladı, geldi. Sonunda Medîne dışındaki bir Müslüman kalmıştı. Selâm verip yanına girdi. Ziyâret sebebini öğrenen adamcağız, bütün mallarını Hazret-i Übeyy'e göstererek dedi ki:
- Hangisini istiyorsan seç, al!

O da bir tanesini ayırdı. Fakat mal sahibi itiraz etti:
- Böyle süt vermeyen, ihtiyar bir hayvancağızı; zekât olarak veremem.

Genç ve semiz bir hayvan gösterip rica etti:
- Lütfen bunu alın!

Onun değeri fazladır
Bu sefer de, Hazret-i Übeyy itiraz etti:
- Onun değeri fazladır. Senin zekâtın, daha az tutar, alamam!

Ama Müslüman, "ille de bunu almalısın!" diye ısrar ediyordu. O zaman Hazret-i Übeyy, bir teklifte bulundu:
- Efendimiz çok yakında bulunuyorlar. İstersen gel, kendileriyle konuş. Râzı olurlarsa, alırız.

Müslüman kabûl etti. Kendi seçtiği zekât malıyla birlikte, Resûl-i ekremin huzûruna vardılar.
- Yâ Resûlallah! Sizin elçiniz, sizin rızânız olmadan, verdiğim zekât malımı almıyor! Lütfen, emir buyurunuz da, kabûl etsin.

Mes'eleyi öğrenen iki cihân Sultânı buyurdular ki:
- Übeyy, ödemen hak olan miktarı ayırmış. Ama sen gönül rızâsı ile, fazlasını vermek istiyorsan; hayır işlemene engel olmayız. Cenâb-ı Hak da sana, sevâbını verir.

Sonra ikisine de, duâ ettiler.

Hazret-i Übeyy, Efendimizin vefâtlarından sonra da; zekât toplama görevine devam etti. O sırada çıkan Yemâme cenginde, Hâfızların çoğu şehîd oldular. Hazret-i Ömer, Halîfeye müracaat etti. Halîfe Hazret-i Ebû Bekir de, Kur'ân-ı kerîmin mushaf hâline getirilmesi için emir verdi. Bu önemli iş yerine getirilirken çalışanların başında, gene Hazret-i Übeyy bulunuyordu.

Bir türlü anlaşamadık
Bir gün Hazret-i Ömer ile Efendimizin amcası Hazret-i Abbâs, bir gün ihtilâfa düştüler. Fakat Hazret-i Übeyy'in hakem olmasında anlaştılar. İkisi birlikte, onun evine gittiler.

Selâmdan sonra Hazret-i Abbâs şunları söyledi:
- Yâ Übeyy! Halîfe, bana ait bir evi istimlâk etmek istiyor. Ben de, vermek niyetinde değilim. Bir türlü anlaşamadık. Neticede, senin hakem olmanı kararlaştırdık. Nasıl hükmedersen, ona râzı olacağız.

Hazret-i Übeyy, halîfe Hazret-i Ömer'in yüzüne baktı. O da:
- Evet, öyle! diyerek söylenenleri tasdîk etti, doğruladı. Sonra da şunları ekledi:
- O'nun evi, Mescid'in bitişiğindedir. Kendisine, "Burasını gönül rızân ile, devlete sat. Parasını derhal ödeyelim!" dedim. "Olmaz!" dedi. "Hîbe et, bağışla" dedim. "Olmaz!" dedi. Bunun üzerine "Öyleyse, istimlâk edeceğim. Sonra da yıkıp, Mescide ilâve edeceğim. Müslümanlar artık sığmıyorlar, dedim. Onu da kabûl etmedi. "Bu saydıklarımdan birisini mutlaka yapmalısın!" dedim. Ancak senin hakem olmanda anlaşabildik.

Hazret-i Ömer daha sonra, "Şimdi nasıl karar vereceksen, ver bakalım, deyip sözlerini tamamladı.

Hazret-i Übeyy, iki tarafı da, dikkatle dinledikten sonra dedi ki:
- Yâ Emîr-el mü'minîn! Öyle biliyorum ki, sen, Abdülmuttalib oğlu Abbâs'ı râzı etmezsen; onun evini alamazsın!

Bu hükmü nereden çıkardın
Hazret-i Ömer sordu:
- Bu hükmü; Allahın kitâbından mı, yoksa Resûlullahın sünnetinden mi çıkarıyorsun?

Hazret-i Übeyy, gâyet sâkin cevap verdi:
- Resûl-i ekremin Sünnetinden.
- Nasıl?
- Resûlullah efendimizden işitmiştim. Buyurdu ki:
(Süleymân aleyhisselâm, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı inşâ ettirirken, örülen duvarlar tekrar yıkılıyordu. Zor durumda kalan Süleymân aleyhisselâma, Cenâb-ı Hak vahy ile bildirdi: "Sen, üzerinde câmi yaptırdığın arsa sahibini, tam olarak râzı etmedikçe; imkânı yok, o duvarları tamamlıyamazsın.")

Bunları işiten Hazret-i Ömer, arsayı istimlâkten vazgeçti. Çünkü Hazret-i Abbâs, hiçbir bedelle satmaya yanaşmıyordu. Bu âdil karar ve halîfenin adâlete saygısı karşısında; Hazret-i Abbâs da gönül rızâsıyla arsasını, Müslümanlara armağan (hîbe) etti. Böylelikle Mescîd-i Nebevî genişletilebildi.

Mescîdde Müslümanlar, halka halka oturmuşlar; Hadîs-i şerîf dinliyorlardı. Sevgili Peygamberimizden bahsediyorlardı. Irak'tan yeni gelen bir Müslüman, o halkaları teker teker geçti. Üzerinde sâde bir elbise bulunan, zayıf bir ihtiyarın yanına yaklaştı. İhtiyar, yolculuktan yeni gelmiş gibi yorgun görünüyordu. Belki de hastaydı. Fakat;
- Kâ'be'nin Sahibine yemin ederim ki, diye söze başladı. ve şöyle devam etti:
- Birgün Resûl-i ekremden işittim. Buyurdu ki:
(Kim dünyada hayır amel işlerse, ona çok müjdeler vardır. Allahü teâlâ ona âhirette çok ihsânlarda bulunacaktır. Lâkin kim ki bu dünya için çalışırsa, ona âhiretten hiçbir nasip yoktur.)

Bu zât kimdir
Söyliyeceklerini söyleyip bitiren yaşlı hatip, sessizce kalktı. O gittikten sonra Iraklı oradakilere sordu:
- Bu zât kimdir?

Cevap verdiler:
- O, Müslümanların büyüğü Übeyy bin Kâ'b hazretleridir.

Iraklı da kalktı. Hazret-i Übeyy'i, evine kadar takîb etti. Kapıya vardıklarında, selâm verdi. İzin istiyerek, eve girdi. Gördü ki evi de, eşyâsı da kendisi gibi!.. Dünya süsünden, telâşından uzak. Ev sahibi, hiç tanımadığı bu misâfire sordu:
- Sen kimsin?
- Irak'lı bir Müslüman!..
- Anlaşıldı! Şimdi, ardı arkası gelmeyen suâller sorarsın!..

Bunu duyan Iraklı, ellerini semâya kaldırdı:
- Ey Allahım! Şu hâlimize bak. Bizler sâdece, dînimizi öğrenmek için, bunca masraf ederiz. Hem kendimizi, hem develerimizi yorarak, uzaklardan geliriz. Sonra da büyüklerimiz bize, böyle söylerler!

Bunu işiten Hazret-i Übeyy ağlamaya başladı. Ve:
- Sevgili kardeşim! Allah sana iyilikler versin. Fakat sözlerimi yanlış anladın. Ben sâdece, Iraklıların huylarını söylemek istemiştim. Senden özür diliyorum. Beni affettiğini anlamadıkça, bir daha kimseyle konuşmayacağım, diye üzüntüsünü açıkça belli etti.

Iraklı zararı yok gibilerden elini salladı ve hakkını helâl ettiğini bildirdi. O zaman çok sevinen Hazret-i Übeyy:
- Allahım! Eğer beni, gelecek Cum'aya kadar sağ bırakırsan; sevgili Peygamberimizden duyduğum herşeyi Müslümanlara anlatacağım, diye vaadde bulundu.

Yabancısın herhalde
Bunun üzerine Iraklı, izin alarak ayrıldı. Gelecek Cum'ayı sabırsızlıkla beklemeye başladı. Perşembe sabahı sokağa çıktığında, büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Herkeste bir telâş, bir heyecan farkediliyordu. Birisine sordu:
- Ne var, ne oluyor?
Adamcağız hayretle dedi ki:
- Sen yabancısın herhalde!
- Evet, Irak'tan geldim.
- Sevgili Peygamberimizin Eshâbından, Hâfızların efendisi vefât eyledi...
- Allah rahmet eylesin! Acaba kimdi?
- Übeyy bin Kâ'b hazretleri. Sevdiklerine kavuştular.

Birgün Resûlullah efendimiz mübârek ellerini, Übeyy'in göğsüne koydular ve buyurdular ki:
- Yâ Rabbî! Burayı şüphe ve tekzibden, yalanlamaktan koru.

Hazret-i Übeyy buyuruyor ki:
- O anda bana öyle bir hâl oldu ki gümüş gibi beyaz bir yer gözüme göründü ve ben de oradan Rabbime sanki nazar ediyorcasına korkudan ter içinde kaldım.

Tüccar mısın?
Kays bin Ubâde hazretleri anlatır:
"Ben Resûl-i ekremin Eshâbını görmek için Medîne'ye geldim. Gördüklerim içinde en çok Übeyy bin Kâ'b'dan hoşlandım. Her zaman onun yanında olmak isterdim. Hep ön safta namaz kılardı. Ben de ona yakın yerde bulunurdum.

Birgün namazdan sonra bana buyurdu ki:
- Sen tüccar mısın?

Ben, "evet" deyince buyurdu ki:
- Tüccarların çoğu helâk olurlar. Sen onlardan olma. Lâkin ben Müslüman olan tüccarlara çok acırım."

Übeyy bin Ka'b, Enes bin Ali'ye buyuruyor ki:
- Sizler iki şeyi yapınız: Birisi hak yoldur ki, O İslâm dînidir. İkincisi de, Resûlullahın sünneti seniyyesidir. Kim ki bu iki şeye riâyet eder ve onunla beraber Allahü teâlâyı zikreder, O'nun korkusundan gözlerinden yaş gelirse, o kimsenin vücuduna ateş temas etmez.

Kim ki İslâm yolunun üzerinde olsa ve sünneti seniyyede yaşasa, Allahü teâlâyı çok zikretse ve O'ndan çok korksa bütün günâhları dökülür.

Sonbaharda ağaçların yaprakları sararıp solduğunda bir rüzgâr vurduğu zaman o gevşemiş bütün yapraklar nasıl dökülürse, O'nun aşkı ve korkusuyla ağlayıp, bedeni titreyen kimsenin de o yapraklar gibi günâhları dökülür.

Allahın kitabı size yeter
Ebû Ali buyuruyor ki,
Bir şahıs Übeyy bin Ka'b'ın yanına geldi ve:
- Bana nasihat et!

Hazret-i Übeyy de ona buyurdular ki:
- Allahü teâlânın kitabını yani Kur'ân-ı kerîmi kendinize imam yapın; yine Onu kendinize hakem yapın. O size yeter. O'nun hükmüne razı ol.

Bu kitap öyle bir kitaptır ki, Resûl-i Ekrem bize bırakmıştır ve sizin üzerinize öyle bir şahittir ki, sizden ve sizden evvel gelenlerden zikretmiştir. Aranızda olan hükmü de açıklamıştır. Sizlere ve sizlerden sonrakilere de çok güzel hakemdir.

Übey bin Emir dedi ki,
Bir sohbette Übeyy bin Ka'b bana buyurdular ki:
- Kim ki Allahü teâlânın rızası için elindekini verirse muhakkak Allahü teâlâ da ondan daha iyisini ona ihsan eder ve hesapsız şekilde sevap yazar. Kimki bunun aksini yapar. Allahü teâla elindekini de alır ve ona günâh yazar.

Hazret-i Übeyy sahâbenin en âlimlerinden idi. Kur'ân-ı kerîm'den başka Tevrat ve İncil'i de iyi anlardı. Fakat Hazret-i Übeyy'in asıl merâkı, Kur'ân-ı kerîm idi. O, Allahın kitabının, bütün derinliklerini öğrenmek, anlamak istiyordu.

Bizzât ismimi verdi mi?
Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmin en güzel şekilde okunmasında ve toplanmasında büyük hizmetleri olmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Kur'ân-ı kerîmi en iyi okuyanınız Übeyy bin Kâ'b'dır.

Birgün Resûlullah kendisine buyurdu ki:
- Yâ Übeyy, Allahü teâlâ bana, senin üzerine Beyyine sûresini okumamı emretti.
- Yâ Resûlallah, Rabbim zât-ı âlinize bizzat, benim ismimi verdi mi?

Resûlullah "Evet" cevabını verince, sevincinden gözleri yaşarmıştır.

Peygamber efendimiz, kendisine Ebû Münzir künyesini vermiş, adına ilâveten de Seyyid-ül-Ensâr lâkabını koymuştur.

Efendimiz hayatta iken, Kur'ân-ı kerîm öğreten ender Müslümanlar arasındadır. Hadîs, Fıkıh, Tefsîr, hasılı bütün dînî ilimlerde onun büyük hizmeti mevcuttur.

Bütün hayatını Kur'ân-ı kerîmin hizmetinde geçiren Hazret-i Übeyy buyurdu ki:
- Mü'min dört vasfından belli olur. Belâ ve musîbete mâruz kaldığında sabreder. Ni'met ve ikrâma mazhar olduğunda şükreder, konuştuğu zaman doğru konuşur. Hükmettiği zaman adâlete riâyet eder.

Mü'min beş nûr içinde dönüp dolaşır. Cenâb-ı Hakkın, Nûr üzerine nûr buyurması buna işârettir. Onun sözü nûr, ilmi nûr, girdiği yer nûr, çıktığı yer nûr ve kıyâmet günü gideceği yer nûrdur.

Hazret-i Ömer'in emriyle Müslümanlara, Terâvîh namazını da ilk defa Hazret-i Übeyy kıldırmıştır. Hazret-i Übeyy'in babası: Kâ'b, anası: Süheyle, künyeleri: Ebû Münzir, Ebü't Tufeyl, lâkabları: Seyyid-ül-kurrâ, Seyyid-ül-Ensâr, Seyyid-ül-Müslimîn'dir. Bu şerefli ve yüksek lâkaplar, O'nun mevkiini göstermeye yeter. Hazrec'in Neccâr kabîlesine mensuptur.

Sözüne sâdık kaldı
İslâm Güneşi, Medîne'de yayılmaya başladığı sıralarda, Müslüman oldu. Sonra Akabe bî'atında, sevgili Peygamberimizin mübârek ellerini tuttu ve ölünceye kadar verdiği söze sâdık kaldı.

Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicretlerinde O'nu, Saîd bin Zeyd hazretleriyle din kardeşi yaptılar. Bedir gazâsından Tâif muhasarasına kadar, Efendimizin bütün gazâlarına iştirak etti. Hepsinde büyük yararlık gösterdi. Dindâr ve itimatlı bir Müslümandı. Bu yüzden sevgili Peygamberimiz kendisini, Zekât toplamakla vazifelendirdi. Hazret-i Ebû Bekir zamanında da aynı vazifeyi yaptı.

Vefât ettiğinde O'nun cenâze namazını da Halîfe kıldırdı.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:04:25
Ümm-i Eymen  

Peygamberimizin dadısı.

Peygamber efendimiz, doğmadan önce babasını, altı yaşında da annesini kaybetmişti. Hem yetim, hem de öksüz olarak büyüdü. Fakat birçok kadın, bir anne şefkatiyle o yüce Peygamberi bağrına bastı. Ona annesizlik acısını hissettirmemek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.

Ailenin yardımcısıydı
İşte bu kadınlardan birisi de Ümm-i Eymen’di. Peygamberimizin ehl-i beytten saydığı ve "Annemden sonra annem" diyerek iltifat ettiği bu büyük İslâm kadınının asıl ismi, Bereke binti Salebe idi. Uzun yıllardan beri Abdülmuttaliboğullarının hizmetlerini görüyordu. Peygamber efendimizin babası Abdullah’ın vefatından sonra da, aynı evde kaldı. Artık, hem Peygamberimizin annesi Amine’nin, hem de Peygamberimizin yardımcısıydı.

Resulullah efendimiz altı yaşına geldiğinde, Hazret-i Amine, yanına Ümm-i Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabalarını, hem de kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine’de kaldılar.

Ümm-i Eymen Medine’deki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Birgün yahudî âlimlerinden ikisi yanıma gelerek dediler ki:
- Bize Ahmed’i göster!

Ben de Resulullah efendimizi dışarı çıkardım. İyice incelediler ve dediler ki:
- Bu çocuk, ahir zaman peygamberi olacaktır. Burası da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır.”

Ümm-i Eymen onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu. Sevgili Peygamberimize bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu.

Herhangi bir tehlikeye karşı onu korumak için, Peygamberimizin yanından ayrılmamaya gayret gösteriyordu.

Nihayet Mekke’ye hareket günü gelmişti. Ümm-i Eymen buna çok sevindi. Artık yahudîlerin Resulullaha bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı.

Bu üç kişilik kafile Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Fakat biraz sonra beklemedikleri birşey oldu. Ebva denilen yerde, Hazret-i Amine birdenbire rahatsızlandı. Hazret-i Amine bu hastalıktan kurtulamayıp vefat edeceğini anlamıştı.

Cenab-ı Hak seni koruyacaktır!
Başucunda duran Peygamberimizin yüzüne baktı. Bir rüyasını hatırlayarak şöyle dedi:
- Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen celal ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından, Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere, Peygamberliğin bildirilecektir. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim’in dinini yerleştireceksin. Cenab-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperestlikten koruyacaktır.

Bundan sonra şu şiiri söyledi:

Her yaşayan ölür, eskir her yeni,
Her yaşlanan elbet, oluyor fani.

Ben de öleceğim, birgün elbette,
Lâkin kalacaktır, adım dillerde.

Çünkü senin gibi, hayırlı evlat,
Bıraktım geriye, ne büyük nimet.

Hazret-i Amine, Ebva denilen yerde hastalığının artması üzerine, ciğerparesini Ümm-i Eymen’e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de ruhunu teslim etti. O sırada otuz yaşında bulunuyordu. Peygamberimiz böylece, altı yaşında iken öksüz kalıyordu.

Cenab-ı Hak sevgili Resulüne, küçük yaşından beri her türlü acıyı tattırıyor ve onu kemâle erdiriyordu ki, ümmetine tam örnek olabilsin. Ona iman edenler, Peygamberlerinin çektiği sıkıntıyı hatırlayarak teselli bulsunlar, karşılaştıkları musibetlere sabretsinler.

Can da Onun, mal da...
Ümm-i Eymen’in sırtına, artık ağır bir yük yüklenmişti. Ağlamak, hıçkırmak istiyor, fakat Peygamberimizin üzüleceğini düşünerek vazgeçiyordu. Kendini toparladı. Bundan sonra ona, annesinin yokluğunu hissettirmeyecekti. Bunun için de elinden gelen fedakârlığı göstermeye çalışacaktı. Öz evladıymış gibi mübarek yavruyu bağrına bastı. Sonra da onu şöyle teselli etti:
- Üzülme, ağlama! İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emanet. O, emaneti nasıl vermişse, öyle alır.

Sevgili Peygamberimizin gözü yaşlıydı. Artık hem yetim, hem de öksüz kalmıştı. Babasının yüzünü hiç görmemişti. Bundan sonra annesinin de yüzünü göremeyecekti. Gözyaşları arasında dedi ki:
- Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum.

Fakat kendisini toparlamakta gecikmedi. Annesine karşı son vazifesini yerine getirmek istiyordu. Yaşından beklenmeyen bir olgunluk içerisinde dadısına şöyle dedi:
- Haydi! O, emaneti sahibine teslim etti. Biz de onun nâşını toprağa teslim edelim de, rahat etsin.

Biraz sonra annelerin en şereflisini, en bahtiyarını birlikte defnettiler. Artık Resulullahı Mekke’ye götürme vazifesi Ümm-i Eymen’e kalmıştı. Peygamberimizi deveye bindirdi. Birlikte yola çıktılar. Beş günlük meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştılar.

Dadısını unutmamıştı
Ümm-i Eymen gözyaşları arasında Peygamberimizi, dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti. Fakat gerek dedesinin yanında bulunduğu sıralarda, gerekse onun vefatından sonra amcası Ebu Talib’in himayesinde iken, Peygamberimizin hizmetinde bulunmaktan geri durmadı. Bunu kendisi için büyük bir şeref saydı.

Aradan yıllar geçti. Peygamberimiz, kendisini bir anne şefkatiyle bağrına basan, ancak bir annenin yapabileceği kadar fedakârlık gösteren sevgili dadısını unutmamıştı. Ona her türlü maddî yardımda bulunuyor, bir evladın annesine duyabileceği saygı kadar hürmet gösteriyordu. Bu arada sevgili dadısının bir yuva kurmasını temin etti. Onu Ubeyd bin Zeyd ile evlendirdi. Bu evlilikten Eymen adlı bir oğlu oldu. Ve Ümm-i Eymen diye tanındı.

Peygamber efendimiz Mekkelileri İslâmiyete davete başlayınca, çocukluğundan beri, Onun mühim bir şahsiyet olacağını tahmin eden Ümm-i Eymen, hemen iman etti. Çünkü gerek doğumunda, gerekse doğumundan sonra birçok harika hâllerine şahit olmuştu. Bunun için tereddütsüz iman ederek Resulullahı sevindirdi.

O devirde müslüman olmak, akıl almaz işkenceleri peşinen kabul etmek demekti. Ümm-i Eymen de bu acı işkencelerden hissesini aldı. Fakat imanından zerre kadar taviz vermedi. Çünkü bu yolda ölmeyi büyük bir şeref sayıyordu.

Tevekkül sahibiydi
İşkenceler tahammül edilemeyecek bir duruma geldiğinde, önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etti. Böylece iki hicret sevabı birden aldı. Ümm-i Eymen Mekke’de olduğu gibi Medine’de de Resulullahı bir an olsun yalnız bırakmadı. Hizmetinden geri durmadı.

Ümm-i Eymen tevekkül sahibi bir hanımdı. En zor durumlarda bile cenab-ı Haktan ümidini kesmez, Ondan yardım beklerdi. Bu teslim ve tevekkülünün mükâfatını hemen görürdü.

Hicret ederken, Revha yakınlarında gecelemişti. Çok susamıştı. Yanında bir damla dahî su yoktu. Hiç telaşlanmadı. Çünkü kullarına karşı son derece merhametli olan Rabbinin, gördüğüne ve yardım edeceğine inancı sonsuzdu. Susuz ve bîtap düşmeyeceğinden emindi. Nitekim cenab-ı Hakkın yardımı gelmekte gecikmedi.

Gökten beyaz bir urgana bağlanarak sarkıtılmış bir kova gördü. Cenab-ı Hakka hamd ve şükür ederek kalktı, kovanın yanına gitti. İçi tamamiyle, berrak ve buz gibi su ile doluydu. Kana kana içti. Tamamen susuzluğu geçti ve rahatladı.

Bu vakayı nakleden Ümm-i Eymen şöyle der: “Artık bundan sonra bir daha hiç susamadım.”

Ümm-i Eymen çok cesur idi. Bazı savaşlara katılmıştı. Hatta birkaç kadınla birlikte Uhud’da yaralıları tedavi etti. Mücahidlere su dağıttı.

Niçin ağlıyorsun?
Ümm-i Eymen, Peygamberimizi çok severdi. Hayatını Peygamberimize feda edebilecek bir imana sahipti. Resulullahı devamlı sevinçli görmek ister, onun üzülmesine hiç tahammül edemezdi. Resulullahla birlikte sevinir, onunla birlikte üzülürdü.

Birgün Peygamberimiz hasta bir çocuğu kucağına almıştı. Çocuk hastalığın tesiriyle inliyordu. Peygamberimiz şefkatinden ağladı. Resulullahın ağladığını gören Ümm-i Eymen de ağlamaya başladı. Peygamber efendimiz niçin ağladıklarını sordular. Ümm-i Eymen de, Ona olan sevgisini şöyle ifade etti:
- Resulullah efendimiz ağlarken, ben nasıl olur da ağlamam?

Ümm-i Eymen, oğlu Eymen’in Huneyn gazvesinde şehit olması üzerine çok sabır gösterdi. Şehit annesi olmaktan büyük bir memnuniyet duydu. Bunun gibi her türlü sıkıntılara büyük bir tevekkülle sabretti.

Ümm-i Eymen, kocası Ubeyd bin Zeyd ile mesut bir hayat yaşıyordu. Kocası Ubeyd’in vefatından sonra, Peygamber efendimiz, kendisine annelik yapan, imanı uğrunda her türlü yokluk, çile ve ızdıraplara göğüs geren, hatta bunun için işkencelere maruz kalan fedakâr dadısını tek başına bırakmadı. Birgün eshabına hitaben buyurdu ki:
- Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen Ümm-i Eymen’le evlensin.

Böylece onun Cennetlik bir kadın olduğuna işaret ediyordu.

Zeyd ile evlendi
Ümm-i Eymen Resulullahın kendisi hakkında bu sözünü duyunca, sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Öyle ya! Bir müslüman için, bundan daha büyük bir saadet düşünülebilir miydi?

Resulullahın davetine ilk icabet eden, evlatlığı Zeyd bin Hârise oldu. Hazret-i Zeyd, genç bir sahabîydi. Ümm-i Eymen gibi yaşlı bir kadın ile evlenmeye, sırf Allahın Resulünü memnun edebilmek için talip olmuştu. Peygamberimizin rızasını dünyevî lezzete tercih etti. Bundan sonra Resulullah efendimiz bu büyük sahabîsi ile dadısını nikâhladı.

Babası gibi büyük bir sahabî olan, İslâm kumandanlarından Üsâme bin Zeyd, bu evlilikten dünyaya geldi.

Ümm-i Eymen’in, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bazan latifede bulunarak onun gönlünü alırdı. Fakat Peygamber efendimiz latife yaparken bile doğru söyler, hakikati ifade buyururdu. Muhatabını incitmeden sevindirir, neşelendirirdi.

Ümm-i Eymen bir defasında Resulullahın huzuruna girerek, “Bana bir binek temin ediniz” diye ricada bulundu. Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim.

Ümm-i Eymen Resulullahın nüktesini anlamadı. Bu sebeple dedi ki:
- Ey Allahın Resulü, yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki...

Peygamberimiz sözünü tekrarlayarak buyurdu ki:
- Seni, ancak dişi bir devenin yavrusuna bindireceğim.

Böylece yüce Peygamberimiz şaka yaparken dahî hakikati beyan ediyordu. Her deve, dişi bir deveden doğması sebebiyle dişi devenin yavrusu değil miydi?

Vahyin kesilmesine ağlıyorum
Ümm-i Eymen Peygamberimizin vefatında, yanında bulundu. Gözyaşlarını tutamıyordu. Kendisine dediler ki:
- Niçin bu kadar ağlıyorsun?
- Ben Resulullahtan ayrılacağımızı biliyordum. Bunun için ağlamıyorum. Ben vahyin kesilmesine ağlıyorum.

Bu büyük İslâm kadınına Peygamberimizden sonra Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer de layık olduğu hürmeti gösterdiler. Çünkü, Resulullahın değer verdiği kimseler, sahabîlerin yanında da kıymetliydi. Bu sebeple zaman zaman ziyaretine giderler, varsa ihtiyaçlarını görürlerdi. O da duâ ederdi.

Yaşı bir hayli ilerleyen Ümm-i Eymen Hazret-i Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında vefat etti.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:05:54
Ümm-i Habîbe  

Peygamberimizin hanımlarından.

Ümm-i Habîbe, ilk önce Resulullahın halasının oğlu Ubeydullah bin Cahş ile evlendi. Kocasıyla birlikte İslâmiyeti kabul eden ilk müslümanlardandır. Mekke’deki kâfirlerin, müslümanlara eziyet ve zararları dayanılmayacak bir dereceye geldiğinde, Habeşistan’a hicret ettiler.

Kızı Habîbe, Habeşistan’da doğdu. Kocası Ubeydullah bin Cahş, papazların propagandalarına aldanıp, fakirlikten kurtularak, dünya malına kavuşmak için mürted oldu. Dinini bıraktı.

Dünyaya değişmeyeceğini bildirdi
Ümm-i Habîbe kocasının mürted olacağını rüyasında görmüştü. Rüyada, kocasının suratının gayet çirkinleşip, kapkara olduğunu gördü. O sabah rüyasını tabir etmek için düşünürken, kocası hıristiyan olduğunu söyleyip, ona, “Sen de hıristiyan ol” dedi.

Kocası dinini dünyaya değişince, Ümm-i Habîbe’yi de İslâmiyetten çıkıp, zengin olmaya zorladı. O, fakirliğe, ölüme razı olacağını, fakat Muhammed aleyhisselamın dinini ve sevgisini, bütün dünyaya değişmeyeceğini, bildirdi.

Ubeydullah bin Cahş, Ümm-i Habîbe’yi boşayıp, sürünerek ölmesini bekledi. Fakat kendisi içki âlemlerine dalıp, az zaman sonra sarhoşken öldü.

Peygamber efendimiz, Ümm-i Habîbe’nin dininin kuvvetini ve başına gelen acı hâli işitti. İman kuvvetine hayran kalıp, hâline çare aradı. Kendisi de, Ümm-i Habîbe’nin babası ve Mekke kâfirlerinin başkumandanı olan Ebu Süfyan ile mücadele ediyordu.

Peygamber efendimiz, daha önce müslüman olan Habeşistan hükümdarı Necâsî’ye, hicretin yedinci senesinde mektup yazıp, Amr bin Ümeyye ile gönderdi. Mektupta; “Oradaki Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder” şeklinde talepte bulundu.

Necâsî, Peygamberimizin mektubuna çok hürmet edip, hemen hazırlıklara başladı. Hizmetçisini gönderip, Resulullahın isteğini bildirdi. Ümm-i Habîbe, Resulullahın nikâhına girmeyi kabul edince, Habeşistan hükümdarı iki gümüş gerdanlık, mücevherat, yüzükler ve bilezikler hediye etti.

Müslümanlar çok rahat etti
Daha sonra Necâsî, mühacir müslümanları sarayına davet etti ve Resulullah efendimiz ile Ümm-i Habîbe’nin nikâhını kıydı. Ümm-i Habîbe, imanının mükâfatına kavuşarak orada zengin ve rahat oldu. Necâsî sayesinde Habeşistan’daki müslümanlar da çok rahat etti, ferah yaşadı.

Ümm-i Habîbe, cennette, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, cennetin en yüksek derecesi ile de müjdelenmiş oldu ki, dünyanın bütün zevk ve nimetleri, bu müjde yanında pek küçük kalır.

Ümm-i Habîbe’nin Resulullah efendimiz ile evlenmesi, babası Ebu Süfyan’ın kalbinin yumuşayıp, ileride müslüman olmasını hazırlayan sebeplerdendir.

Ümm-i Habîbe, muhacirlerle Necâsî'nin temin ettiği gemiyle, Car limanına geldiler. Oradan da deveye binip, Medine'ye geldi. O sırada Peygamberimiz Hayber'de idi.

Ümm-i Habîbe Peygamberimizi çok severdi. Mekkeli müşrikler, Hudeybiye antlaşmasını bozduktan sonra, endişeye kapılıp, anlaşmayı yenilemek istediler. Bu iş için o zaman henüz müslüman olmamış olan Ebu Süfyan'i Medine'ye gönderdiler. O da aracı olması için kızının yanına gitti.

Başını kucağına koymuştu
Ebu Süfyan, kızının odasına girip, Peygamberimizin her zaman oturduğu mindere oturmak üzere iken, Ümm-i Habîbe; “Sen bu mübarek yere oturmaya lâyık değilsin” diyerek oturmasına mâni oldu.

Ebu Süfyan, kızından bu sözleri işitince, onun dinine bağlılığına hayret etti. Ebu Süfyan daha sonra Mekke'nin fethinde müslüman oldu. Birgün Resulullah efendimiz, Ümm-i Habîbe'nin odasına geldi. O esnada Hazret-i Muaviye başını, kızkardeşi Ümm-i Habîbe'nin kucağına koymuş, uyuyordu. Bu hâli görünce, hanımı Ümm-i Habîbe'ye buyurdu ki:
- Ya Ümm-i Habîbe! Kardeşini bu kadar çok mu seviyorsun?
- Evet, ya Resulallah, kardeşimi çok seviyorum.
- Onu Allah ve Resulü de çok seviyor.

Hazret-i Ümm-i Habîbe çok fazıl, kâmil birisiydi. Peygamberimizden pek çok hâdiseye şehadet edip, otuz hadis-i şerif rivayet etti. Hadis-i şeriflere çok dikkat ederdi. Bu hususta kendisine danışılırdı.

Abdestli pişirmek
Yeğeni Ebu Süfyan bin Said'e, abdestli bulunmayı tavsiye edip, şu hadis-i şerifi rivayet etti.
(Her kim bir şey pişirecek olursa, abdest alması iyidir.)

Yine, (Her kim her gün oniki rekat nafile namaz kılarsa, o kimse için cennette bir ev hazırlanır) hadis-i şerifini rivayet ettikten sonra buyurdu ki:
- Ben bunu işittikten sonra, o namazları hep kıldım.

Bu nafilelere verilecek sevaplar, farz borcu olmayanlar içindir.

Babası Ebu Süfyan bin Harb vefat ettikten bir müddet sonra, güzel kokular sürünüp, iyi ve yeni elbise giymişti. Etrafındakilere Peygamber efendimizin şu hadis-i şerifini de nakletti:
(İman sahibi bir kadın için, herhangi bir şekilde üç günden fazla matemli bulunmak caiz değildir. Ancak, kocası için, bunun müddeti dört ay ve on gündür.)

Hazret-i Ümm-i Habîbe, kardeşi Hazret-i Muaviye'nin hilafeti zamanında hastalandı. Hasta yatağında Hazret-i Aişe'yi çağırtıp dedi ki:
- Benimle senin ve diğerlerinin arasında münasebetler vardı. Eğer her ne suretle olursa olsun, aramızda hataen bir şey geçmiş ise, senden affetmeni isterim. Affeyle ve hayır duâ ile yâd edip, benim için mağfiret talep et.

Hazret-i Aişe bu söz üzerine duâ edip buyurdu ki:
- Sen beni memnun etmişsin. Hak teâlâ da seni memnun kılsın.

Medine-i münevverede 664 senesinde yetmişüç yaşında vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:06:49
Ümm-i Hânî  

Hazret-i Ali’nin kızkardeşi.

Peygamber efendimiz hicretten bir yıl önce Tâif’e gidip, Tâif halkına bir ay nasîhat edip, onları îman etmeye dâvet etmişti. Tâif halkından hiç kimsenin îman etmemesi ve işkence yapmaları üzerine Mekke’ye dönmüştü.

Misâfir geldim
Çok üzgündü ve her taraf düşman doluydu. Bir gece Mekke’de Ümm-i Hânî’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îman etmemişti. Peygamber efendimiz kapısını çaldı. İçeriden Ümm-i Hânî’nin sesi duyuldu:
- Kimdir o?
- Amcanın oğlu Muhammed’im, kabûl edersen, misâfir geldim.
- Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misâfire can fedâ olsun. Yalnız, tesrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok.
- Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir.

Ümm-i Hânî, Resûlullahı içeri alıp, bir hasır, bir leğen, ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misâfire zarar gelmesi, ev sahibi için büyük yüzkarası olurdu.

Ümm-i Hânî düşündü ki; “Amcasının oğlunun Mekke’de düşmanları çok, hatta öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim” dedi. Babasının kılıcını alıp, evin etrafinda dolaşmaya başladı.

Resûlullah efendimiz, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, yalvarmaya, af dilemeye, kulların îmana gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülüydü. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

Sonra Cebrâil aleyhisselâm gelip, ayağının altından öperek uyandırdı. Bundan sonra Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem uyanıkken ruh ve bedeniyle Mîrâca çıkarıldı.

Ertesi sabah Peygamber efendimiz Ümm-i Hânî’ye, gece mîrâca çıktığını anlattı. Ümm-i Hânî dedi ki:
- Ey amcamın oğlu! Sakın bunu Kureyşlilere söyleme! Onlar seni yalanlarlar ve seni üzerler.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Vallahi ben bunu onlara söyleyeceğim.

Îman etti
Ümm-i Hânî, kocası Hübeyre bin Ebî Vehb’in müşrik olması sebebiyle, hicret sırasında îman etmemiş olarak Mekke’de kalmıştı. Bu durum Mekke’nin fethine kadar devam etti. Mekke’nin fethedildiği gün, kocası Necrân’a kaçtı.

Ümm-i Hânî ise Kureyş kadınlarından on kişilik bir grupla Peygamberimizin yanına gelip, Müslüman oldu. Vefât tarihi kesin olarak bilinmemekte olup, Hazret-i Ali’den sonra vefât ettiği rivâyet edilmiştir.

Ebû Tâlib’in kızı ve Hazret-i Ali’nin kızkardeşi olan Ümm-i Hânî’nin asıl adı Fakite idi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:07:50
Ümm-i Hiram  

Hala sultan olarak tanınan kadın sahabi.

Ümm-i Hiram, Enes bin Malik’in teyzesidir. Resulullahın da teyzeleri tarafından akrabasıdır. Cahiliyye devrinde Amr bin Kays ile evlendi. İman ile şereflenip, müslüman oldu. Kocası iman etmeyince, ayrıldılar. Ondan Kays ve Abdullah adında iki oğlu oldu. Müslüman olduktan sonra, ensarın büyüklerinden Ubade bin Samit ile evlendi. Bundan da Muhammed adında bir oğlu oldu.

Gazaya giderler
Ümm-i Hiram’in Medine-i Münevveredeki evini, Resulullah efendimiz sık sık ziyaret ederdi. Ümm-i Hiram da bundan çok memnun olur ve çok ikramda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi.

Yine Resulullah efendimiz evine teşrif etmiş ve istirahat için evinde uyumuştu. Bir müddet sonra Peygamber efendimiz gülümseyerek uyandılar. Bunun üzerine Ümm-i Hiram sordu:
- Ya Resulallah! Niçin güldünüz?
- Ey Ümm-i Hiram! Ümmetimden bir kısmını gemilere binmiş hâlde, kâfirlerle gazaya giderlerken gördüm.
- Ya Resulallah! Duâ et, ben de onlardan olayım!

Peygamberimiz de onun bu arzusunu geri çevirmeyip, kabul etti ve şöyle duâ buyurdular:
- Ya Rabbi! Bunu da onlardan eyle!

Resulullah efendimiz tekrar uyuyup, yine gülümseyerek uyandılar. Tekrar gülme sebebini sorunca, buyurdular ki:
- Bu defa da, ümmetimden bir kısmının, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir kalabalık hâlinde gazaya gittiklerini gördüm.

Ümm-i Hiram bu sefer de dedi ki:
- Ya Resulallah! Duâ et, ben de bir gazi olarak onların arasında bulunayım.

Bu sefer Peygamberimiz buyurdu ki:
- Hayır, sen öncekilerdensin.

Böylece onun deniz seferinde bulunacağını önceden haber vermiş oldu.

Ümm-i Hiram, Resulullah efendimizin vefatından sonra, kocası Ubade bin Samit Şam’a gönderilen ilmî heyet içinde olduğundan, Humus’a yerleştiler.

Seksenaltı yaşında idi
Halife Hazret-i Osman’in izniyle, 647 yılında Hazret-i Muaviye, Kıbrıs adasındaki insanların da saadete kavuşmaları, cehennemden kurtulmaları için bir deniz seferi düzenledi. Bu sefer, müslümanların ilk denız savaşıydı. Bu sefere gönüllü seçilen kimseler arasında eshab-ı kiramın ileri gelenleri de vardı. Bunlar arasında Hazret-i Ebu Zer, Hazret-i Ebüdderda, Hazret-i Ubade bin Samit ve hanımı Ümm-i Hiram da vardı.

Hazret-i Muaviye, bu orduya Hazret-i Abdullah İbni Kays’ı kumandan tayin etti. Deniz yoluyla yolculuk başladı. Hazret-i Ümm-i Hiram, seksenaltı yaşında olmasına rağmen, bu zahmetli yolculuğa katlanıyor, oradaki insanlara İslâmiyeti bildireceklerini, onların da kurtuluşa, saadete kavuşacaklarını düşünerek, teselli buluyordu.

İslâmiyeti yaymak uğrunda şehit olmak, Ümm-i Hiram’ın en büyük arzusuydu. Çünkü şehitler hakkında Peygamber efendimiz buyurmuştu ki:
(Şehitleri yıkamayınız! Çünkü kıyamet gününde her yere miskü anber gibi koku saçacaklardır.)

(Şehidin kul borcundan başka bütün günahlarını Allahü teâlâ affeder.)

(Şehitler cennetteki nimetleri görünce, “Keşke, Allahın bize neler ikram ettiğini, kardeşlerimiz de bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup düşmandan yüz çevirmeselerdi” derler.)

Ordunun içindeydi
Bu müjdelerin yanında birkaç günlük zahmetin hiç kıymeti olmadığını, en iyi Peygamberimizin arkadaşları biliyordu. Çektikleri eziyet ve sıkıntılar, bunu çok güzel anlatıyordu. Ümm-i Hiram da, bu arzu ve istekle, yaşının çok ileri olmasına rağmen ordunun içindeydi.

Mısır’dan gelen İslâm askerleri de, kendileriyle birleşince, Kıbrıs Rumlarına, müslüman olmalarını, yoksa cizye vermelerini, bunu da kabul etmezlerse savaş yapacaklarını bildirdiler. Kıbrıslılar teslim olmayacaklarını bildirince, şiddetli çarpışma oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı.

Hazret-i Ümm-i Hiram, çok yaşlı olmasına rağmen, yerinde duramıyor, bir an önce neticeye varmak istiyordu. Genç askerler, Hazret-i Ümm-i Hiram’ın bu hâline şaşıyorlar, ona bakarak gayrete geliyorlardı. Rumların donanması kaçınca, savaş sahilde devam etmeye başladı. İslâm askerleri, bir çıkarma hereketiyle iç kısımlara daldılar. Askerlerle çıkarmaya katılan Hazret-i Ümm-i Hiram, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek, çok özlediği şehitliğe kavuştu. İslâm askerlerinin karşısında tutunamayan Rumlar eman dilediler. Barış teklif edip, cizye vermeyi kabul ettiler.

Hazret-i Ümm-i Hiram’in kabri Kıbrıs’ta Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs adasını 1570 senesinde fethedince, kabrini imar ettiler. Hala Sultan deyip, kabri üzerine türbe, yanına tekke ve cami yaptırdılar. Böylece Ümm-i Hiram Resulullahın haber verdiği gibi, deniz yoluyla sefere katılıp şehit olmuştu.

Toplarla selamlarlardı
Ümm-i Hiram âlemlere rahmet olarak yaratılan, iki cihan sultanı Peygamber efendimizin akrabası, eshab-ı kiramdan ve şehit olması gibi pek çok üstünlükler sahibidir. Fazilet ve kemâli çoktur. Resulullah efendimize hizmet edip, hürmet gördü.

Kabrinden dahî yüzyıllardır feyz ve bereket saçmaktadır. Osmanlılar zamanında ve sonrasında, gemiler, Hala Sultan türbesi istikametinden geçerken, toplarını çevirirler ve mübarek makamı ziyaret maksadı ile selamlarlardı.

Ümm-i Hiram’in tam ismi bilinmemektedir. Babası Milhan bin Halid, annesi Mülkiyye binti Malik’tir. Hazrec kabilesinin Benî Neccar koluna mensuptur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:08:42
Ümm-i Şerik  

Devsli muhacir hanım sahabîlerden.

Devs’de müslüman olan Ümm-i Şerik, kendisiyle birlikte hicret edecek bir arkadaş bulamamıştı. Medine’ye giden bir yahudî ailesine katıldı. Yolculuk esnasında suyu tükendi. Yahudî ailenin yanında su vardı. Fakat yahudî, Ümm-i Şerik’e, dininden dönmedikçe su vermeyeceğini söyledi. Hanımını da, “Ona su verirsen fena yaparım” diye tehdit etti.

Hava çok sıcaktı. Güneş âdeta kavuruyordu. Bu şartlarda susuz olarak yolculuk yapmak, Ümm-i Şerik’i iyice hâlsiz düşürmüştü. Zorlukla yürüyor, zorlukla konuşabiliyordu. Bu durum yahudîyi ümitlendiriyor, Ümm-i Şerik’in biraz sonra dininden döneceğini zannediyordu.

Su içmiş birinin sesi
Fakat Ümm-i Şerik imanın tadını almıştı bir kere. Dünyayı ahirete hiçbir zaman tercih etmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahipti. Cenab-ı Hakkın mutlaka bir yerden yardım göndereceğine de inancı sonsuzdu.

Nitekim geceleyin Allaha olan teslimiyetinin peşin mükâfatını gördü. Herkesin uyuduğu bir sırada, göğsünün üzerine bir miktar suyun konduğunu hissetti. Aldı ve içti. Suya kanmıştı. Biraz sonra yol arkadaşlarını uyandırmak için seslendi. Yahudî onun sesini işitince dedi ki:
- Ben su içmiş birinin sesini duyuyorum.

Yahudî şaşırmıştı. Hanımını sıkıştırdı. Kızdı, bağırdı. Ümm-i Şerik, suyu hanımının vermediğini söyledi. Cenab-ı Hakkın lütfuna mazhar olduğunu bildirdi. Yahudî, inanmıştı. Gördüğü bu keramet karşısında kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.

Böylece Ümm-i Şerik, hem dininde sebat etmiş, hem de kendisini yahudî olmaya zorlayan birinin müslüman olmasına sebep olmuştu. Ayrıca cenab-ı Hakkın ihsanını kazanmıştı.

Ümm-i Şerik’in bir yağ tulumu vardı. Onunla Resulullah efendimize yağ hediye ederdi. Birgün çocukları ondan yağ istediler. Ümm-i Şerik başka yağı olmadığı için kalkıp tuluma baktı. Tulumdan yağ damlıyordu. Onlara bir miktar yağ çıkardı. Çocuklar bu yağdan bir müddet yediler.

Uzun zaman yetecekti
Bir müddet sonra bir daha yağ istediler. Bu sefer tulumu ters çevirip boşalttı. Böylece yağ bitti. Ümm-i Şerik durumu Resulullah efendimize arz etti. Resulullah efendimiz ona buyurdu ki:
- Yağı boşalttın mı? Şayet ters çevirip boşaltmasaydın uzun zaman sana yetecekti.

Ümm-i Şerik, bu yağ tulumunu isteyenlere emanet olarak da verirdi. İçinde yağ yokken bir gün tulumu şişirip kuruması için asmıştı. Daha sonra baktığında tulumun içinin yağla dolu olduğunu görmüştü. Allahü teâlânın bu ikramından dolayı hamdetmişti.

Resulullaha iman etmiş ve bu uğurda birçok sıkıntıya katlanmış bahtiyar kadınlardan biri olan Ümm-i Şerik’in asıl adı Gaziyye idi. Devsoğullarındandır. Bütün sıkıntılara rağmen inancında sebat eden, Allaha teslimiyet ve tevekkülden ayrılmayan bu mübarek kadın, birkaç defa cenab-ı Hakkın lütuf ve ikramına nail olmuştu. Hayatı hakkında başka bir bilgi kaynaklarda geçmemektedir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:09:33
Ümm-i Ümare

Eshabın kadın kahramanlarından.

Ümm-i Ümare, Uhud gazasına, kocası Zeyd bin Asım, oğulları Habib ve Abdullah ile birlikte katılarak, secaat ve kahramanlıklar gösterdi. Gazilere su dağıtmak ve yaralarını sarmak vazifesiyle katıldığı savaşın en şiddetli bir anında, Resulullah efendimize saldıran bir müşriki atından aşağı düşürüp öldürdü.

Ok, kılıç ve kalkan kullanarak düşmana saldırırken kendisi de birkaç yerinden yaralandı. Yaralı hâliyle kocasını ve oğullarını savaşa teşvik etti. Düşman, Resulullah efendimize hangi istikametten saldırırsa, hemen kocası ve oğullarıyla oradan müdafaa ederlerdi.

Çarpışmaya koyuldum
Ümm-i Ümare der ki: “Gündüzün başlangıcında Uhud’a vardım. Halk ne yapıyor bir bakayım dedim. Yanımda bir kirba ve içinde su vardı. Resulullahın yanına kadar gittim. Kendisi, o sırada Eshabı arasında bulunuyordu. Bu zamanda müslümanlar savaş üstünlüğünü devam ettiriyorlardı.

Müslümanlar dağılmaya başlayınca, Resulullahın yanına vardım. Çarpışmaya koyuldum. Kılıçla, okla müşrikleri Resulullahtan uzaklaştırmaya çalıştım. Bu arada da yaralandım. Resulullahın yanında on kişi kalmamıştı. Ben, oğullarım ve kocam, Resulullahın önünde çarpışıyor, müşrikleri ondan uzaklaştırıyorduk.

Bir ara Resulullah efendimiz, benim yanımda kalkan bulunmadığını gördü. Yanında kalkan bulunanlardan birisine buyurdu ki:
- Ey kalkan sahibi, kalkanını çarpışana bırak!

O kimse kalkanını Resulullaha verdi. Ben de Resulullah efendimizden alıp, onunla korundum.

Bize ne yaptılarsa, müşrik süvarileri yaptılar. Atlı bir adam gelip, bana vurdu. Kalkanımla korundum. Ben de onun atının ayaklarına kılıç çaldım. At arkaüstü yıkılınca, Peygamber efendimiz oğlum Abdullah’a şöyle buyurdu:
- Ey Ümm-i Ümare’nin oğlu! Annene, annene yardım et!”

Ümm-i Ümare’nin oğlu Abdullah ibni Zeyd anlatır:
“Uhud günü sol kolumdan yaralanmıştım. Beni, hurma ağacı gibi upuzun bir adam vurmuştu. Resulullah efendimiz; “Yaranı sar” buyurdu. Anam yanıma geldi. Yaraları sarmak için yanında bulunan hazır bezlerle yaramı sardı.

Herkes katlanabilir mi?
Bu sırada Resulullah efendimiz bana bakıyordu. Annem, yaramı sardıktan sonra, bana dedi ki:
- Kalk yavrucuğum! Müşriklerle çarpış!

Resulullah efendimiz de buyurdular ki:
- Ey Ümm-i Ümare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes katlanabilir, dayanabilir mi?

Beni yaralayan müşrik o sırada oradan geçiyordu. Resulullah efendimiz tekrar buyurdular ki:
- İşte, oğluna vuran adam!

Annem, hemen onun önüne geçip, bacağına vurup çökertti. Bunun üzerine, Resulullahın, mübarek dişleri görünecek kadar gülümsediğini gördüm. Sonra buyurdu ki:
- Allaha hamd olsun ki, seni düşmanına muzaffer kılıp, gözünü aydın etti. Öcünü almayı sana gözünle gösterdi.”

Peygamber efendimiz, Uhud savaşında Ümm-i Ümare’nin oğlu Abdullah’a buyurdu ki:
- Ey Ümm-i Ümare’nin oğlu!

Hazret-i Abdullah, “Buyur ya Resulallah” deyince, ona, taş atmasını buyurdu.

Hazret-i Abdullah, önünde gitmekte olan atlı müşrike bir taş attı. Taş, atın gözüne değince, at ürktü ve at da, atlı da yere yıkıldı. Hazret-i Abdullah taşa tutup, o müşriki yaraladı.

Su dağıtıyordu
Ümm-i Ümare, Uhud’da oğlu yaralanınca, oğlunun yarasını ve diğer sahabilerin yaralarını sarıyor, susuz olanlara su dağıtıyordu. Daha sonra, eline bir kılıç alarak çarpışmaya başladı.

İbni Kamia kâfiri, Resulullahı öldürmeye yemin etmişti. Resulullahı gördü. Resulullaha hücum edince, Ümm-i Ümare atının önüne geçti. Atını durdurup İbni Kamia’ya saldırdı. O müşrikin üzerinde zırh olduğu için darbeleri pek tesir etmedi. Zırh olmasaydı, o da öldürülen diğer müşriklerin yanına gidecekti.

Sonunda o müşrikin şiddetli bir hücumu ile boynundan ağır yaralandı. Resulullah efendimiz onun için buyurmuştur ki:
- Uhud günü ne tarafıma baktıysam, hep Ümm-i Ümare, hep Ümm-i Ümare’yi gördüm.

Nesibe Hatun, bu savaşta oniki-onüç yerinden yaralanmıştı. Bunlardan en ağırı, İbni Kamia’nın, boynunda açtığı yaraydı. Resulullah efendimiz, oğlu Abdullah’a bu yarayı sarmasını emrettiler. Sonra buyurdular ki:
- Ev halkınızı Allahü teâlâ mübarek kılsın. Senin annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allahü teâlâ sizin ev halkınıza rahmet etsin!

Bir sene tedavi gördükten sonra bu yara iyileşti.

Müseylemet-ül Kezzab, yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkınca, Ümm-i Ümare’nin oğlu Habib, Amman’dan Medine’ye gelirken esir düştü. Müseyleme, kendisinin peygamberliğini kabul etmesini istedi. Habib onu tasdik etmeyince, tek tek uzuvları kesilerek şehit edildi.

Ölümünü göstersin
Bunu işiten Ümm-i Ümare Müseyleme’nin ölümünü göstermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Yaşı altmışın üzerinde olmasına rağmen, oğlu Abdullah’la beraber Yemame savaşına iştirak etti. Savaşın şiddetli bir anında, müslümanların dağılmaya başlamaları üzerine, kılıcını çekerek düşmana hücum etti. Oniki yerinden yara aldı. Müseyleme’yi de yaraladı.

Ümm-i Ümare’nin oğlu Abdullah’ın da bulunduğu, bir grup müslümanın önünden atla kaçmaya çalışan Müseylemet-ül Kezzab, Hazret-i Vahşi tarafından mızrakla vurularak öldürüldü.

Ümm-i Ümare bu savaşta kolunun birini kaybetti. İslâm ordusunun kumandanı Halid bin Velid, kendisiyle yakından alâkadar oldu. Yaralarını sardırdı. Böylece Müseyleme’nin ölüşünü görmüş oldu.

Bir gün Nesibe Hatun, Peygamberimize dedi ki:
- Ya Resulallah, Allahü teâlâya duâ et de cennette sana komşu olalım. Peygamber efendimiz de, “Allahım! Bunları, cennette bana komşu ve arkadaş et” diye duâ etti. Bunun üzerine Ümm-i Ümare dedi ki:
- Bu bana kâfidir. Artık dünyada ne musibet gelirse gelsin, hiç ehemmiyeti yok.

Melekler duâ ederler
Birgün Resulullah efendimiz Ümm-i Ümare’nin evine teşrif ettiler. Ümm-i Ümare de yemek ikram etti. Resulullah efendimiz "Sen de ye" buyurdular. O da oruçlu olduğunu arz etti. Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Bir oruçlunun yanında yemek yenildiği zaman, sofra kalkıncaya kadar, melekler oruçluya duâ ederler.

Hazret-i Ebu Bekir de hilafeti zamanında, kendisini evinde ziyaret eder, hâlini, hatırını sorardı. Hazret-i Ömer zamanında, bir savaşta elde edilen ganimetler içinde kıymetli kumaşlar da vardı. Bunların en kıymetlisi olan altın sırmalı bir elbise, Hazret-i Ömer’e isabet etti.

Herkes gelinine veya han??mı Hazret-i Ali’nin kızı Ümm-i Gülsüm’e verecek diye beklerken, Hazret-i Ömer, “Bu elbiseye Ümm-i Ümare herkesten daha layıktır” buyurdu ve arkasından ilave etti:
- Resulullah efendimizin, “Savaşta ne tarafa baktımsa, hep Ümm-i Ümare, hep Ümm-i Ümare’yi gördüm” buyurduğunu işittim.

Bunları söyledikten sonra elbiseyi Ümm-i Ümare’ye gönderdi.

Ümm-i Ümare Uhud’dan başka, Hudeybiye, Hayber Umret-ül kaza, Huneyn ve Yemame gazalarına da katıldı. Biat-i Rıdvan’da hazır bulunmakla şereflendiler. Oğulları Habib ve Abdullah da, Peygamber efendimizin bütün gazalarına iştirak ettiler.

Ümm-i Ümare, ensarın Hazrec kabilesinden olup, Medine’nin ileri gelen ailelerindendir. Mazin bin Neccar’in evladındandır. Annesi, Rebab binti Abdullah’tır. Tahminen miladî 573 yılında doğdu. İkinci Akabe biatında bulunarak, zevciyle birlikte müslüman olmakla şereflendi.

Onlardan da biat aldım
Akabe’de, kocası Zeyd biat ettikten sonra, Peygamberimize gelerek dedi ki:
- Ya Resulallah! Ümm-i Ümare ve Ümm-i Müney adlı iki kadın da bizimle birlikte biat için gelmişlerdir.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz, “Hangi şartlarda sizden biat aldımsa, onlardan da aynı şartlarda biat aldım. Ellerini tutup müsafeha zarureti yoktur" buyurdular ve kadınların elini tutmadılar.

Ümm-i Ümare’nin ilk kocası ensardan Zeyd bin Asım’dır. Zeyd’den Abdullah ve Habib isminde iki oğlu vardı. Her iki oğlu da Bedir savaşına katıldı. Diğer gazaların hepsine birlikte iştirak ettiler.

Hazret-i Zeyd’in vefatından sonra Ümm-i Ümare, Guzeyye İbni Amr’la evlendi. Bu zattan da oğlu Temim ve kızı Havle dünyaya geldi. Ümm-i Ümare’nin ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Ancak Medine’de vefat etmiş, Bakî kabristanına defnedilmiştir.

Ümm-i Ümare’den, Abbad ibni Temim, Hâris ibni Abdullah ibni Kâb, İkrime ve Leyla hadis rivayet etmişlerdir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:10:38
Üsâme Bin Zeyd  

Resûlullahın çok sevdiği sahâbîlerden.

Peygamber efendimizin Hazret-i Mâriye’den doğan, oğlu Hazret-i İbrâhim, 629 senesinde birbuçuk yaşında iken süt annesi Ümmü Bürde’nin evinde bulunuyordu. Peygamber efendimiz, oğlunun hastalandığını işitince, Hazret-i İbrâhim’in yanına gittiler.

Sen de mi ağlıyorsun yâ Resûlallah?
Onu kucağına aldıklarında, can vermek üzereydi. Peygamberimizin mübârek gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Sen de mi ağlıyorsun, yâ Resûlallah?” diyen Hazret-i Abdurrahman bin Avf’a buyurdu ki:
- Ey ibni Avf, benim bu ağlamam bir acımadan ibârettir. Ben, ölen kimsede bulunmayan hasletleri sayarak, yüksek sesle, bağırarak ölü için ağlamayı yasak ettim. Ben sizi, günâh ve ahmaklık olan iki bağırıştan men ettim.

Biri ni’mete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun ve şeytan çalgılarından,

İkincisi de, bir musîbete ve felâkete uğrayınca, bağırıp, yüz-göz tırmalamaktan, üst-baş yırtmaktan ve şeytan şamatasından men ettim.

Sonra da ilâve ettiler:
- Acımayana acınmaz.

Resûlullah efendimizin gözlerinden yaş geldiğini gören Hazret-i Üsâme bin Zeyd, feryâda başlayınca, Peygamber efendimiz, ona, ağlamamasını emir buyurdu. Hazret-i Üsâme dedi ki:
- Yâ Resûlallah, sizin ağlamanız üzerine feryât ettim. Affınızı dilerim.

O zaman Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryât ve figân ise şeytandandır.

Oğlu İbrâhim vefât edince de buyurdular ki:
- Yâ İbrâhim! Ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz.

Resûlullah efendimizin ciğerparesi İbrâhim vefât ettiğinde güneş tutulmuştu. “Yâ Resûlallah, İbrâhim vefât ettiği için güneş tutuldu” diyenler oldu. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ay ve güneş Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren iki mahlûktur. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları görünce, Allahü teâlâyı hatırlayınız!

Hazret-i İbrâhim’in cenâzesi yıkanıp kefenlendikten sonra, Peygamber efendimiz, cenâze namazını kıldırdılar. Bakî kabristanında mezarı kazıldı. Hazret-i Üsâme ile Hazret-i Fadl bin Abbâs kabrin içine indiler.

Ferâhlık verir
Peygamberimiz kabrin kıyısına oturdular. Kabrin üzeri örtülürken, yan tarafta bir açıklık gördüklerinde, oraya mübârek elleriyle bir kerpiç koyarak kapattılar ve buyurdular ki:
- Siz, bir işi içe sinecek bir şekilde yapınız! Çünkü, böyle yapmak, musîbete uğrayanlara ferahlık verir. Böyle yapmak, ölüye fayda ve zarar vermez, fakat bu dirinin gözünü aydınlatır.

Kabrin üzerine su döktüler. Bir taşı kabrin başına diktiler. Kabrin üzerine su dökmek ilk defa Hazret-i İbrâhim’in kabrinde oldu.

Peygamber efendimiz 632 senesinde hastalandılar. Hasta oldukları hâlde, Rumlarla savaşmak üzere bir ordu hazırlanmasını emir buyurdular. Eshâb-ı kirâm hazırlık yapmak için dağıldı. Resûlullah efendimiz, Hazret-i Üsâme’yi çağırarak buyurdular ki:
- Ey Üsâme! Şam’da Belka sınırına, Filistin’deki Darum’a, babanın şehîd edildiği yere kadar, Allahü teâlânın ismiyle ve bereketiyle git! Onları atlara çiğnet! Seni bu orduya başkumandan tayin ettim. Übnâlıların üzerine ansızın varıp üzerlerine şimşek gibi saldır! Varacağın yere haber ulaşmayacak şekilde hızlı git! Yanına kılavuzları alıp, casus ve gözcüleri önünden ilerlet! Allahü teâlâ zafer ihsân ederse, onların arasında az kal!

İnsanların en sevgilisidir
Çürüf’te karargâh kurmalarını emir buyurup, mübârek elleriyle sancağı bağlayıp, Hazret-i Üsâme’ye verdiler. Mescidde minbere çıkıp buyurdular ki:
- Ey Eshâbım! Üsâme’nin babası Zeyd, kumandanlığa nasıl lâyık ve benim katımda nasıl sevgiliyse, ondan sonra oğlu Üsâme de kumandanlığa öyle lâyıktır. Üsâme, benim katımda insanların en sevgililerindendir.

Hazret-i Üsâme ve savaşa gidecek olan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizle vedâlaştılar. Hazret-i Üsâme’nin kumandası altında savaşa gideceklerin arasında Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrah, Hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs gibi Eshâbın ileri gelenleri vardı.

Resûlullah efendimizin hastalığı ağırlaştı. Bu arada ordu hazırlıklarını tamamlamış, karargâhta toplanmışlardı.

Pazar gecesi orada yattılar. Sabahleyin Hazret-i Üsâme, Peygamber efendimizin yanına geldi. Yanında Hazret-i Abbâs da vardı. Peygamberimizin mübârek ağzına ilâç veriliyordu. Hazret-i Üsâme’yi görünce ona duâ ettiler ve buyurdular ki:
- Allahü teâlânın bereketiyle, kuşluk vakti yola çıkınız!

Ordu hareket etmek üzereyken, Peygamber efendimizin vefât haberi geldi. Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Üsâme’ye dedi ki:
- Sancağı açmamak üzere evine götür.

Peygamber efendimizin mübârek cenâzelerini yıkamak üzere harekete geçtiler.

Ehl-i beytim yıkasın!
azret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, “Peygamber efendimizin vefâtından önce, mübârek cenâzelerinin yıkanmasıyla ilgili olarak Resûlullahtan işittim ki; (Beni, Ehl-i beytim yıkasın) buyurmuştu. Abbâs ve Ali yıkasınlar” dedi.

Hazret-i Abbâs, oğlu Fadl ile beraber geldi. Hazret-i Ali dahî geldi.

Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Ali’ye, “Yâ Ali, Resûlullahı sen yıka!”, Hazret-i Üsâme’ye de, “Onlara hizmet et!” buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir, Eshâb-ı kirâm ile kapıda bekledi. Ensârdan Evs bin Havli’yi de yardım için içeriye soktu. Hazret-i Üsâme, Peygamber efendimizin mübârek cenâzelerini yıkamak, kefenlemek ve kabr-i şerîfine indirmekle şereflendi.

Resûlullah efendimizin defninden üç gün sonra, Hazret-i Ebû Bekir Eshâb-ı kirâma buyurdu ki:
- Resûlullah efendimiz, sizi, Üsâme’nin emrinde gazâya göndermişti. Vefât edince, o iş yapılmadı. Herşeyden önce, bu emri yerine getirmeliyiz! Bu işte, gevşek davranmayın, gazâya hazır olun!

Halîfeyi öldürürse
Eshâbı harbe hazırladı. Bu sırada Arabistan çöllerinde isyân çıktığı işitildi. Eshâb, “Üsâme’nin emrinde gitmiyelim, âsîler Medîne’ye gelip halîfeyi öldürürler” dediler ve çok uğraştılar ise de, Hazret-i Ebû Bekir kabûl etmedi:
- Resûlullahın emrini, her ne pahasına olursa olsun yapacağız ve Resûlullahın beğendiği kumandanı ben değiştiremem!

Hazret-i Üsâme at üzerinde, Halîfe ve Eshâb yürüyerek Medîne’den dışarı çıktılar. Hazret-i Üsâme, Hazret-i Ebû Bekir’e, ya ata binmesini veya kendisinin de attan ineceğini söyleyince, Hazret-i Ebû Bekir şu cevâbı verdi:
- Ben ata binmiyeceğim, sen de attan inmiyeceksin! Allahü teâlânın rızâsı için benim de ayaklarım bu yolda tozlansın. Bilmiyor musun ki, her gâzi için, her adımına mukâbil, pek çok sevâb verilir ve o kadar da günâhları dökülür.

Hazret-i Ebû Bekir, Eshâb-ı kirâma vedâ ederken buyurdu ki:
- Size birinci nasîhatım, Üsâme’ye itâat etmenizdir. Şam’daki rahibeleri, çocukları, kadınları öldürmeyin!

Sonra da Hazret-i Üsâme’ye dönerek buyurdu ki:
- Resûlullahın emrettiği yere selâmetle git!

Hazret-i Ebû Bekir vedâ ve nasîhatten sonra, Hazret-i Üsâme’ye;
- Hazret-i Ömer’i bana muavin bırakır mısın? dedi.

Hazret-i Üsâme de buna muvafakat edip, Hazret-i Ömer’e izin verdikten sonra, halîfe ile Hazret-i Ömer Medîne-i münevvereye döndüler. Hazret-i Üsâme dahî Şam’a hareket etti. Huzâ’a kabîlesine gidip, mürtedleri öldürdü. Kırk gün sonra zaferle Medîne’ye döndü.

Onun babası daha sevgili idi
Hazret-i Ömer, halîfeliği sırasında Hazret-i Üsâme’ye çok ta’zîm ve ihsânlarda bulundu. Peygamber efendimizin, Hazret-i Üsâme’yi çok sevdiğini biliyordu. Hattâ, Hazret-i Ömer, kendi oğlu Hazret-i Abdullah’a senelik 2000 dirhem tahsis ettiği hâlde, Hazret-i Üsâme’ye 5000 dirhem tahsis etti. Hazret-i Abdullah bin Ömer, bu farklılığın sebebini babasına sorunca, Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Onun babası Resûlullaha senin babandan daha sevgili idi.

Hazret-i Üsâme’nin yirmi seneye yakın ömürleri Peygamber efendimizin mübârek dizleri dibinde geçti. Peygamberimizin sünnet-i şerîflerini iyi öğrendiği için, Eshâb-ı kirâm, ba’zı mes’elelerini Hazret-i Üsâme’den sorarlardı. Her işte, her husûsta Resûlullahın emirleri üzere hareket eder, Peygamber efendimizin birçok hizmetlerinde bulunmakla şereflenirdi.

Peygamber efendimizin en i’timât ettiği kimselerden olup, sırlarının mahremi idi. İnce mes’elelerde Hazret-i Üsâme ile istişâre ederlerdi.

Üsâme bin Zeyd hazretleri diyor ki: “Peygamber efendimizi gördüm. Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin mübârek kucağında oturuyorlardı. Buyurdu ki:
- Bu ikisi, benim oğullarımdır ve kerîmemin oğullarıdır. Yâ Rabbî! Ben bunları seviyorum. Sen de sev ve bunları sevenleri de sev!

Hazret-i Âişe şöyle rivâyet etti:
“Üsâme çocuk idi. Bir gün yüzü kanamıştı. Resûlullah efendimiz bana, “Üsâme’nin yüzünü yıka” buyurdu ve yıkarken bana yardım etti ve yüzünü öptü, sevdi.”

Ayın ondördü gibi
Yoksul bir kimse vefât etti. Yıkamak üzere Hazret-i Üsâme ve Hazret-i Ali’ye vazîfe verdiler. Cenâze yıkandı, kefenlendi ve defnedildi. Sonra Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- Bu kimse, Kıyâmet günü, yüzü ayın ondördü gibi parlak olarak mahşer yerine gelecektir. Bunun bir hasleti vardır. Eğer o hasleti de olmasa, kuşluk güneşi gibi yüzü parlak olduğu hâlde mahşer yerine gelirdi.

“Bu haslet nedir?” diye soruldu. Buyurdular ki:
- Bu kimse devamlı olarak gece namaz kılar, gündüz oruç tutar ve Allahü teâlâyı çok zikrederdi. Ancak tûl-i emel sâhibi olup kış geldiği zaman yaz elbisesini, yaz geldiği zaman, kış elbisesini saklardı. Size en az verilen, yakîn ve sabır azîmetidir.

Resûlullah efendimiz Üsâme’ye nasîhat ederek buyurdu ki:
- Âlim ve müttekîler, halk arasına girdikleri zaman varlıkları, kayboldukları zaman yoklukları bilinmez. Çünkü aranmazlar. Yerin genişliği, onları kuşatır. İnsanlar hep dünya ni’metinden zevk alırken, onlar Allaha itâatten zevk alırlar.

İnsanlar, Peygamberin sünnet ve ahlâkını kaybettikleri zaman, onlar onu muhâfaza ederler. Onlardan biri öldüğü zaman, yeryüzü onlar için ağlar. Bunlardan bulunmayan bir belde halkına, Allahü teâlâ gazab eder.

Bu âlimler, köpeklerin leşe hücum ettikleri gibi dünyaya hücûm etmezler. Yemeğin azını yer, insanların rağbet ettiği şeylere kıymet vermezler.

Ba’zıları bunların delirip, akıllarını kaybettilerini sanırlar. Hâlbuki akılları başlarındadır. Onlar gözleri ile Allahın emirlerine bakıp, dünya sevgisini içlerinden attılar.

Dünya adamları nazarında onlar, akılsız olarak dünyada dolaşmakta iseler de, hakîkat şu ki; insanlar akıllarını kaybedip, hayretlere düşecekleri zaman, onların akılları başlarında olacaktır. Âhıret şerefi onlar içindir.

Kardeşlik edin!

Yâ Üsâme, onları hangi memlekette görürsen bil ki, onlar o belde halkının emânıdır. Onların bulundukları memlekete Allahü teâlâ azâb etmez. Yeryüzü onlarla ferahlanır. Cebbâr olan Allahü teâlâ onlardan râzı olur. Onlarla kardeşlik edin ki, onların sâyesinde kurtulmuş olasın!

Şâyet gücün yeterse, aç ve susuz ölmeye gayret et! Açlık ve susuzluk sâyesinde şerefli mevkilere ulaşır, Peygamberlerle birleşirsin. Bedeninden ayrılan rûhun ile melekler sevinir ve Cebbâr olan Allahü teâlâ sana rahmet eder.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:11:31
Üseyd Bin Hudayr  

Eshâb-ı kirâmın sancaktarlarından.

Medîne'ye İslâmiyeti öğretmek için gelen Mus'ab bin Umeyr Medîne'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için, bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı.

Sen işini bilen adamsın
Ancak bir kabîle reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:
- Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan bu adamı, yanımıza gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim hallederdim.

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek dedi ki:
- Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer, hayatından olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gidersin.

Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle cevap verdi:
- Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin.

Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı kerîm okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr dedi ki:
- Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?

Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, Kelime-i şehâdet söyliyerek Müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e şöyle dedi:
- Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o Müslüman olursa, Medîne'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz.

Sonra kalkıp sür'atle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Hepiniz îmân etmedikçe
Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyeti anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanına gidip, onlara Müslüman olduğunu söyledikten sonra sözlerini şöyle tamamladı:
- Hepiniz îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun!

Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı.

Üseyd bin Hudayr bütün güç ve kuvvetini, maddî ma'nevî imkânlarını İslâm uğrunda kullandı. Medîneli Müslümanlardan 75 kişi ile ikinci Akabe bî'atına katıldı. Peygamberimizin bu Müslümanlar içerisinden seçtiği on iki temsilciden birisi de Üseyd bin Hudayr'dır.

Hazret-i Üseyd, Resûlullah efendimizin bütün savaşlarında yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud savaşında Evs kabîlesinin sancağı Hazret-i Üseyd'de idi. Bu savaşta cesâret ve şecaat örnekleri gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.

Mücâhidler Medîne'ye döndükten hemen sonra, Peygamber efendimiz, müşriklerin geri dönüp Medîne'ye baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hazret-i Bilâl'e, "Resûlullah düşmanınızı takip etmenizi emrediyor!" diye seslenerek Müslümanlara duyurmasını emretti.

Dertlerini unutturdu
Bu sırada Üseyd yaralarını tedâvi ettirmek istiyordu. Resûlullahın da'vetini işitince dedi ki:
- İşittim, Allahın Resulünün emrine boyun eğiyorum!

Sonra Üseyd bin Hudayr, silâhını eline aldı. Yaralarının tedâvisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihâd da'veti ve Resûlullahın emri, ona, bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.

Uhud savaşından sonra bir gün Mekkeliler Peygamber efendimizi öldürmesi için bir bedevîyi kirâlık kâtil tuttular. Bedevî Medîne'ye gelerek Peygamber efendimizin bulunduğu yeri öğrendi. Peygamber efendimiz bu sırada Abdüleşheloğullarının yanında idi.

Eshâb-ı kirâm Peygamberimizin mübârek sohbetini tatlı tatlı dinlerken, bedevî girdi. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. Buyurdu ki:
- Şu adamın niyeti kötü. Suikastte bulunmak istiyor.

Az sonra bedevî yaklaşarak sordu:
- Abdülmuttalib'in torunu hanginizdir? Peygamberimiz;
- Abdülmuttalib'in oğlu benim, diye karşılık verdiler.

Sana doğruluk fayda verir
Bedevî, kötü maksadını gerçekleştirmek üzere Resûlullaha doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bedevînin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hazret-i Üseyd, adamın yanına vararak onu te'sîrsiz hâle getirdi. Bedevî, "Canımı bağışla, yâ Muhammed!" diye bağırıyordu.

Peygamber efendimiz bedevîye buyurdu ki:
- Bana doğrusunu söyle, buraya niçin geldin? Eğer doğrusunu söylersen doğruluk sana fayda verir. Yalan söylersen bu senin için iyi olmaz. Yapmaya kalkıştığın işten zâten haberim var.

Bunun üzerine bedevî, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığını itiraf etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz, kendisini öldürmeye gelen bedevîye;
- Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git, yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et! buyurarak onu İslâma da'vet etti.

Bedevî Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden:
- Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de muhakkak Allahın Resûlüsün, diyerek Müslüman oldu.

Hendek savaşının uzaması üzerine Resûlullah efendimiz, çeşitli kabîlelerden meydana gelmiş olan müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı plânladı. Bunun için, Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf'a şöyle bir haber gönderdi:
- Müslümanları muhâsaradan vazgeçip yurtlarına döner giderlerse, kendilerine, Medîne'nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm.

Fakat onlar üçte bire râzı olmadılar ve mahsûlün yarısını istediler. Peygamberimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna râzı oldular. On kişilik bir heyetle Peygamberimizin huzuruna geldiler.

Ne hakla ayaklarını uzatıyorsun
Onlar Resûlullahla görüşürlerken Üseyd bin Hudayr bir vesîleyle Peygamberimizin yanına girdi. Uyeyne bin Hısn'ın Resûlullahın karşısında ayağını uzatarak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı:

- Topla ayaklarını! Resûlullahın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun? Eğer Resûlullahın huzurunda olmasaydın, vallahi şu mızrağımı sana saplardım.

Gatafan kumandanın ne maksatla geldiğini öğrenince de Peygamberimize hitâben son derece saygılı bir şekilde dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu, Cenâb-ı Haktan gelen bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında ulvî bir gâyeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur. Onlar ne zaman bizden birşey koparmayı umdular ki, şimdi umabilsinler.

Üseyd bu sözleriyle, Allah Resûlünün yapılmasını arzû ettiği bir işi, nefsi istemese de teslimiyetle kabûl edeceğini ortaya koyarak, Resûlullaha olan bağlılığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan, bu sözler, onun, Allah ve Resûlünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şekilde tâviz vermeye yanaşmayacağının da bir ifâdesiydi.

Üseyd bin Hudayr'ın bu konuşması Resûlullahı sevindirdiği gibi, orada bulunan Sahâbîleri de gayrete getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti.

Mes'eleyi halledemedik
Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak oradan ayrıldılar. Eshâbın ihlâs, sabır ve metânetlerini, Peygamberimizin emirlerine göre hareket etmekten vazgeçmeyeceklerini görünce, Medîne'yi hiçbir şekilde ele geçiremeyeceklerini anladılar. Karargâhlarına gittiler.

Kabîlelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:
- Mes'eleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarını seve seve fedâ edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular. Kureyşliler Muhammed'e birşey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahûdîlerinin üzerine düşecek. Gebersinler, Cehenneme gitsinler. Muhammed bize Yahûdîler gibi zararlı değildir.

Böylece Peygamberimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhâsaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler.

Üseyd bin Hudayr, Mekke'nin fethine de katıldı. Hazret-i Ebû Bekir ile birlikte Peygamberimizin hemen yanıbaşında yer aldı. Huneyn ve Tebük savaşlarında Evs kabîlesinin sancaktarlığını yaptı.

Peygamber efendimizin, "Ne iyi kimsedir!" şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr'ın sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur'ân-ı kerîm okumakla süslerdi. Okumaya başladığı zaman bambaşka bir âleme giderdi.

Bir gece hurma sergisinde Bekara sûresini okuyordu. Yanında bağlı bulunan atı birden şahlandı. Hazret-i Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine şahlandı. Üseyd sustu, at da sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya başladığında at yine şahlandı. Ondan sonra da artık okumaktan vazgeçti.

Bilir misin onlar nedir?
Atının yanına gitti, başını kaldırdı, semâya baktı. Birden şaşırdı. Çünkü, başının üzerinde gölgeye benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltılar gördü. Daha sonra bu gölge tabakası, içinde ışık manzûmesiyle birlikte semâya çekilip gitti ve görünmez oldu.

Hazret-i Üseyd, sabah olur olmaz hemen Peygamberimize koştu ve durumu anlattı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey Hudayr'ın oğlu! Bilir misin, onlar nedir?
- Hayır, yâ Resûlallah!
- Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur'ân-ı kerîm okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar insanlardan gizlenmezlerdi.

Üseyd bin Hudayr, ilimden bir hakikat öğrenebilmek için, ba'zan geç saatlere kadar Resûlullahla sohbet ederdi. O mes'eleyi öğrenmeden rahat edemezdi.

Hazret-i Üseyd, Kur'ân-ı kerîm okumak ve dinlemekten, Resûlullahın sohbetinde bulunmaktan o derece huzur duyuyordu ki, âdetâ bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumunu şöyle ifâde eder:
- Bütün arzûm, ömrümü üç hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Bunlar: Kur'ân-ı kerîm okuduğum veya dinlediğim zamanki hâlim. Resûlullahın hutbesini, konuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve bir cenâzeyi gördüğüm zamanki hâlim.

Işık salan baston
Bir gün, yine bir arkadaşıyla birlikte Resûlullahın sohbetinde bulunmuşlardı. Huzurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıldı. Her biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler.

Hazret-i Âişe-i Sıddîka buyurur ki:
Ensârdan üç zât var ki, fazîlet yönünden hiç kimse, onların üstünde sayılmazdı. Bunların üçü de Abdüleşhel oğullarından olup, Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Bişr idi.

Hazret-i Üseyd, Hicretin 20. yılında, Hazret-i Ömer'in hilâfeti zamanında vefât etti. Cenâze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:12:23
Vahşî  

Yalancı peygamber Müseyleme’yi öldüren sahabî.

Vahşî, Hazret-i Hamza’nın Bedir savaşında öldürdüğü Tuayme’nin kardeşinin oğlu olan Cübeyr bin Mutim’in kölesi idi. Habeşli olduğu için, el ile ok ve mızrak atmakta usta idi. Uhud savaşında, Cübeyr buna demişti ki:
- Hamza’yı öldürürsen seni azat ederim!

Daha o zamanlar müslüman olmakla şereflenmemiş olan Ebu Süfyan’ın hanımı Hind de, babasının ve amcasının intikamı için, Vahşî’ye mükâfat vâd etmişti.

Niçin lanet etmiyorsunuz?
Vahşî, Uhud’da taş arkasına pusuya girip, yalnız Hazret-i Hamza’yı gözetirdi. Hazret-i Hamza sekiz kâfiri öldürüp, saldırırken, Vahşî mızrağını atarak, onu şehit etti. Sonra, gidip durumu Hind’e haber verdi. Hind sevinip üzerindeki zinetlerin hepsini Vahşî’ye verdi. Daha da vereceğini söyledi.

Uhud savaşında Peygamberimiz birkaç kâfire bedduâ etmişti. “Vahşî’ye niçin lanet etmiyorsun” dediklerinde, buyurdu ki:
- Miracda, Hamza ile Vahşî’yi kolkola, birlikte cennete girerlerken görmüştüm!

Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği gün, Vahşî, Mekke’den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medine’de mescide gelip, selam verdi. Resulullah efendimiz selamını aldı. Vahşî dedi ki:
- Ya Resulallah! Bir kimse Allaha ve Resulüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman olup temiz iman etse, Resulullahı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?

Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- İman eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.
- Ya Resulallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allahü teâlâyı ve Onun Resulünü herşeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.

Resulullah efendimiz, Vahşî adını işitince, Hazret-i Hamza’nın şehit edilmiş hâli gözünün önüne geldi. Ağlamaya başladı.

Niçin affetmiyorsun?
Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Eshab-ı kiram kılıçlarına sarılmış, işaret bekliyordu. Vahşî, “Son nefesimi alıyorum” derken, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teâlâ buyurdu ki:
- Ey sevgili Peygamberim! Bütün ömrünü puta tapmakla, kullarımı bana düşman etmeye uğraşmakla geçiren bir kâfir, bir kelime-i tevhid okuyunca, ben onu affediyorum. Sen, amcanı öldürdü diye Vahşî’yi niçin affetmiyorsun? O pişman oldu. Şimdi sana inandı. Ben affettim. Sen de affet!

Herkes, "Öldürün!" emrini beklerken, Resulullah efendimiz buyurdu ki:
- Kardeşinizi çağırınız!

Kardeş sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Peygamber efendimiz Vahşî’ye, “affolunduğunu” müjdeleyerek buyurdu ki:
- Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.

Hazret-i Vahşî, Resulullahı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Aynı mızrak ve okla yalancı peygamber Müseyleme’yi öldürdü ve büyük hizmet etti. Hazret-i Osman zamanında vefat etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:13:07
Velîd Bin Velîd  

Kardeşleri tarafından işkence gören sahâbî.

Velîd bin Velîd, meşhûr Hâlid bin Velîd'in kardeşiydi. Bedir gazâsında müşriklerin safında harbe katıldı. Müşrikler bu harpte yenilince, onu Abdullah bin Cahş esir aldı. Medîne-i Münevvereye getirdi.

Kardeşlerinden henüz müşrik olan Hâlid bin Velîd ile Hişâm bin Velîd, onu esâretten kurtarmak üzere Medîne'ye geldiler. Abdullah bin Cahş kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid râzı olduysa da, baba bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabûl etmedi.

Zırh karşılığı anlaştılar
Resûlullah efendimiz babalarının silâh ve techizatının verilmesini teklif etti. Bunu kabûl ederek babalarının yüz dinar kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi karşılığında anlaştılar. Velîd'i esâretten kurtarıp, Mekke'ye yola çıktılar.

Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne'ye dört mil mesafedeki Zü'l-Huleyfe'de onlardan ayrılıp, Resûlullahın yanına geldi. Îmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu.

Müslüman olduktan bir müddet sonra Mekke'ye kardeşlerinin yanına gelmişti. O zaman Hâlid bin Velîd sordu:
- Madem ki Müslüman olacaktın, kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın ya. Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?

Velîd de şu cevabı verdi:
- Kureyşlilerin, esârete dayanamadı da Muhammed'e tâbi oldu demelerinden korktum.

Kardeşleri onu Mahzûmoğullarından ba'zı Müslümanlarla, Ayâş bin Ebî Rebîa ve Ebû Seleme bin Hişâm'ın yanına hapsettiler. Îmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabalarından çok zulüm ve işkence gördü.

Resûlullah efendimiz müşriklerin zulmüne uğrayan Ayâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve kendisi için şöyle duâ ettiler:
- İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm'ı, Ayâş bin Ebî Rebîa'yı ve küffâr elinde bunalıp zayıf ve âciz görülen diğer mü'minleri kurtar.

Velîd Resûlullahın duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i Münevvereye gelip, Resûlullah efendimiz ile buluştu. Resûlullah, Ayâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm'ın hâlini sorunca, onların birbirlerine ayakları ile bağlı, şiddetli azap ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi.

Ben kurtarırım
Resûlullah efendimiz onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesâret ve aşkla dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarır, Size getiririm.

Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören Müslümanların yerini onlara yiyecek götüren bir kadını takip ederek öğrendi. Mazlûmlar, tavansız bir binada hapisti.

Geceleyin, ölümü de göze alarak büyük bir cesâretle duvardan sıyrılıp, mazlûmların yanına vardı. Îmân etmekten gayri bir suçları olmayan, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasındaki yakıcı sıcaklığında her türlü zulme uğratılan mazlûmları kurtarıp, devesine bindirdi.

Medîne'ye aç, susuz, yalın ayak üç günde geldiler. Parmakları taşların tahribatından parça parça olmuştu. Velîd bin Velîd kan revân içinde Resûlullaha kavuşmanın verdiği sevinç ve huzûrla bütün sıkıntılarını bir bir unutuverdi.

Velîd'in kardeşi Hâlid bin Velîd, şöyle anlatır:
"Allahü teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki:
- Ben, Muhammed'e karşı her savaş yerinde bulundum. Bulunduğum savaş yerlerinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed'in, muhakkak galip geleceğini içimde sezmiş olmayayım!

Allah tarafından korunuyor
Resûlullah efendimiz, Hudeybiye'ye çıkıp geldiği zaman, ben de, müşrik süvarilerinin başında yola çıktım. Usfan'da, Resûlullah efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.

Resûlullah efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı. Bu, bana çok te'sîr etti. Kendi kendime, "Bu zât, herhalde, Allah tarafından korunuyordur" dedim. Mekke'ye döndüğümde çeşitli düşünceler hâlinde bocalar bir vaziyette idim.

"Necâşî'ye mi gideyim? Halbuki, kendisi, Muhammed'e bağlanmış bulunuyor! Eshâbı da, Onun yanında emniyet ve selâmet içinde barınıp duruyorlar. Yoksa, Herakliüs'ün yanına gideyim de dînimi bırakıp Hıristiyan mı olayım, ya da Yahûdîliğe mi gireyim? Yahut, kendilerine tâbi olarak Acemlerle birlikte mi oturayım?" diye kendi kendime söylendim, düşündüm durdum.

Ertesi sene, Resûlullah efendimiz umre için Mekke'ye gelip girince, O'ndan gizlendim. Kendisinin Mekke'ye girişini görmedim.

Kardeşim, Velîd bin Velîd de umre için gelip Mekke'ye girmişti. Beni, arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:
(Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Halbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?!

Onun gibi bir adam
Resûlullah efendimiz, seni, bana sordu. "Hâlid, nerededir?" dedi. Ben de, "Allah, onu getirir" dedim. Resûlullah efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:
- Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşki o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için, ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık!

Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun fırsatlara acele yetiş!)

Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı."

Hâlid bin Velîd daha sonra Medîne'ye gelerek Müslüman oldu.

Velîd, Medîne'de 629 senesinde vefât etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:13:55
Zeyd Bin Desinne

Darağacından Resulullaha selam gönderen sahabî.

Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medine'ye gidip, Resulullahın huzuruna çıkarak şu ricada bulundular:
- Ya Resulallah! Bizim kabilelerimiz, İslâmiyeti kabul ettiler.

Yalnız Kur'an-ı kerim öğretmenine ihtiyacımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'an-ı kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız?

Öğretmenler heyeti
Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Asım bin Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Halid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Tarık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.

Bu öğretmenler kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabilesi topraklarında, Reci suyu başında, seher vakti konakladılar.

Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip, haber verdi. Çok geçmeden kafilenin etrafı sarıldı. 200'den fazla silahlı eşkıya oradaydı.

“Bize öğretmen lazım!” diyenler, çekip gittiler. O güzide müslümanları, eşkıya ile karşı karşıya bıraktılar.

Lıhyanoğulları mensupları, esir ticareti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, “Teslim olun ve canınızı kurtarın!” teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri, onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekke'li müşrikler, kendilerine, “Yakaladığınız her müslüman için, değerinden fazla para öderiz” demişlerdi.

Bunu müslümanlar da duymuşlardı. Onun için, aralarında istişare ederek, çarpışmaya karar verdiler. Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allahın dini uğrunda vuruşmaya başladılar.

İkiyüz kişilik düşmana karşı, görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler. Nihayet çarpışa çarpışa on sahabîden yedisi okla vurularak orada şehit düştü.

Size yoldaş olmam
Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Tarık kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı. Çok geçmeden müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar. Üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. Mekke'ye götürmek üzere yola çıktılar.

Abdullah bin Tarık Mekkeli müşriklere götürülmeye razı olmadı. Gitmemek için zorlandı. “Vallahi ben size arkadaş ve yoldaş olmam! Şehit olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir" deyip, bir zorlayışta ellerini kurtardı. Lıhyanoğulları onu taşa tuttular, sonunda onu da şehit ettiler.

Lıhyanoğulları, Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla sattılar. Zeyd bin Desinne'yi de Safvan bin Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef'in intikamını almak üzere satın aldı.

Mekkeli müşrikler, Hazret-i Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne ceza vereceklerini konuşuyorlardı. Bu hususta çeşitli fikirler ileri sürülüyordu:
- Hemen öldürelim!
- Hayır! Evvela işkence etmeliyiz!
- Ama Haram aylar içinde bulunuyoruz!
- Evet! Bu sebeple, hemen öldüremeyiz! Haram ayların geçmesini beklememiz gerek.
- O hâlde, hapsedelim!
- Ellerini, ayaklarını zincire vuralım!

Kararlaştırdıkları gün geldi
Nitekim öyle de yaptılar. Yani zincire vurup hapsettiler. Harp meydanındaki yenilginin intikamını, müdafaasız bu insanlardan alacaklardı. Hem de onları; harpte değil, parayla pazardan almışlardı!

Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için, müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Fakat müşriklerin kin ve intikam hisleri geçmek bilmedi.

Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakir, genç-ihtiyar, kadın-erkek ve bütün çocuklar oradaydılar... Bu iki yüce sahabenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.

Bir sabah erkenden iki sahabînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Tenim denilen yere götürdüler. Çünkü bütün melanetlerini, orada yapmayı âdet edinmişlerdi.

Bu iki Allah ve Resulullah dostu ise, heyacanlı değildiler. Yolda karşılaşıp görüşen bu iki sahabî, kucaklaşarak, birbirlerine uğradıkları belaya sabretmelerini tavsiye ettiler.

Hazret-i Zeyd, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeli müşrikler, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra dediler ki:
- Haydi dîninden dön, seni serbest bırakalım!
- Vallahi dinimden aslâ dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse, yine de İslâmiyetten dönmem!
- Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?
- Ben Muhammed aleyhisselamın, değil benim yerimde olmasını, Medine'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına aslâ razı olmam!
- Ey Zeyd, İslâm dininden dön, eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz!
- Allah yolunda olduktan sonra, benim için öldürülmemin hiç ehemmiyeti yoktur.

Bu konuşmalardan sonra Zeyd bin Desinne, “Ya Rabbi, selamımı Resulüne ulaştır” diye duâ etmişti. Allahü teâla da onun duâsını kabul etmişti.

Müşriklerin kararı iyice kesinleşti. Safvan bin Ümeyye, azatlı kölesi Nistas'a işaret ederek, Hazret-i Zeyd'i öldürmesini istedi. Nistas mızrağını Hazret-i Zeyd'in göğsüne saplayarak sırtından çıkardı. Böylece, Peygamber âşığı Hazret-i Zeyd, cennetteki makamına yükseldi.

Hazret-i Zeyd'in şehadetini haber alan Peygamberimiz ona duâ buyurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:14:52
Zeyd Bin Hârise

İlk îman eden köle.

Zeytin gözlü çocuk, korkuyordu... Çünkü Arabistan’ın meşhur Ukaz Panayırı, karmakarışıktı. Burası, esir pazarıydı. Genç, yaşlı her cins köle satılıyordu. Kendisi kadar küçükler bile vardı.

Adın ne?
Heyecanlı pazarlık sesleri arasında, sıcak, toz ve gürültü çok bunaltıcıydı. Bu kargaşada, güler yüzlü bir adam, ona yaklaşarak sordu:
- Senin adın ne oğlum?- Zeyd.
- Babanın adı?
- Hârise, efendim!
- Nerelesin?
- Yemenli.
- Hangi kabîledensin?
- Kudâa kabîlesinden.
- Öyle mi? O, eski ve kıymetli bir kabîledir...

Küçük Zeyd, beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve mırıldandı:
- Doğrudur, efendim...

Bu güzel yüzlü amcayı sevmeye başlamıştı... Adam tekrar sordu:
- Karnın açtır, değil mi?

Çocukcağız önüne baktı. Cevap vermedi. Fakat günlerdir aç, susuz, perişan bekleşiyorlardı. Adam tekrar sordu:
- Benimle gelmek ister misin? Güzel yemekler, temiz elbiseler ister misin?
- Sizinle yemek olmasa da gelirim efendim!

Esir tüccarı ile pazarlık ettiler. Küçük Zeyd, boynu bükük bekliyordu. Nihâyet dörtyüz dirheme anlaştılar. O kimse, parasını ödedi. Gülerek başını okşadı ve dedi ki:
- Haydi bakalım küçük Yemenli! Şimdi gidip, ikimiz de bir güzel karnımızı doyuralım!

O amca kendisini, çok daha iyi kalbli bir hanıma götürdü. Teslim ederken dedi ki:
- Ey amcamın kızı! İşte, senin için aldığım köle!

Bu hanım, Hazret-i Hatice idi. Hediye eden de, yeğeni Hâkim bin Hizâm idi.

İlk Müslüman köle
Hazret-i Hatice gerçekten, dünyadaki bütün kadınların en hayırlısı idi. Öyle olmasa, sevgili Peygamberimizle evlenmek nasip olur muydu?

Düğünden hemen sonra, Hazret-i Hatice de Zeyd’i, Peygamber Efendimize hediye ettiler.

Allahın Resûlü, onu görür görmez pek sevdiler. Esirlikten kurtulması için, azâd ettiler ve himâyelerine aldılar.

Yemenli Zeyd, böylece, yeni yuvasına yerleşti. Her gün o kadar hârika şeyler görüyordu ki, hayranlığı gittikçe artıyordu.

Çok kısa zaman sonra, o da, ilk Müslümanlar arasına katıldı. Böylece, ilk Müslüman olan kadın, Hazret-i Hatice; ilk Müslüman olan çocuk, Hazret-i Ali; ilk Müslüman olan erkek, Hazret-i Ebû Bekir ve ilk Müslüman olan köle de Hazret-i Zeyd oldu.

Zeyd bin Hârise, Mekke’de Resûlullahın yanında rahata kavuştuğu sıralarda, Yemen illerinde dertli bir baba dolaşıyordu. Kaybolan oğlunu arıyor ve hasret dolu şiirler okuyordu:

Zeyd için ağlıyorum,
Karalar bağlıyorum.
Geri döner mi diye,
Kalbimi dağlıyorum...

Dağlara çıkayım mı?
Zeyd’imi arayım mı?
Bir haber versin diye,
Rüzgâra sorayım mı?

Yemenliler hemen tanıdılar
Yemen’den ayrılan her kervana, oğlunu tenbih ediyordu. Gelen her yolcuya da, onu soruyordu. Bir şeyler öğrenebilmek için çırpınıyordu. Yemenliler o sene de Mekke’ye gittiler...

Kâbe’yi tavâf e-denler arasında, Zeyd de bulunuyordu. Yemenliler, onu hemen tanıdılar. Memlekete dönünce, babasına müjdeyi verdiler. İhtiyar Hârise, sevinçten sanki deli olacaktı!..

Oğlunu kaybettiğine ne kadar üzüldüyse; yaşadığına da, o kadar sevindi... Üstelik iyi kalbli efendisinin, oğlunu azâd ettiği söyleniyordu. O hâlde, hür idi. Peki öyleyse, niçin yurduna dönmüyordu?

Bu karışık düşünceler arasında, yine de; bir an evvel, oğluna kavuşmak istiyordu...

Ertesi sabah Zeyd’in amcasıyla birlikte, yola çıktılar. Yanlarına bir de, köle almışlardı. Bu genç ve kuvvetli esirin adı, Serahbil idi. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra, Mübârek Beldeye vardılar...

Sevgili Peygamberimizi bulmaları zor olmadı. Konuşabilmek için, izin istediler. Yerlerde ve göklerde bulunanların en merhametlisi olan Resûlullah efendimiz, onlari kabûl ettiler.

Oğlumdan ayrı düştüm
Yemenli Hâris, şöyle dedi:
- Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey Abdullah’in oğlu! Ey büyük Mekkeli! Ey bu kavmin reisi! Ben, tâlihsiz bir babayım. Çünkü, en sevgili oğlumdan ayrı düştüm. Ancak sizin yardımınızı diliyor ve bekliyorum. Oğlumun yerine, size başka bir köle getirdim! Şu Serahbil adındaki genci, lütfen kabûl buyurun. Kendisi kuvvetli ve güvenilir bir insandır. Onu alınız ve oğlumu bana geri veriniz!

Bu teklif karşısında, Peygamberimiz buyurdular ki:
- Zeyd’i çağırıp kendisine durumu bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şâyet size gelmeyi tercih ederse, bir şey vermenize gerek kalmadan, onu alıp götürebilirsiniz. Şayet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allaha yemin ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır.

Hârise ve kardeşi, Peygamber efendimizin, Zeyd ile ilgili olarak verdikleri bu cevaba çok memnun olarak dediler ki:
- Sen bize çok adâletli ve insaflı davrandın.

Bunun üzerine Peygamberimiz, Zeyd’i huzuruna çağırarak, kendisine buyurdu ki:
- Bunları tanıyor musun?
- Evet efendim, tanıyorum. Biri babam, diğeri amcamdır.
- Ey Zeyd! Sen, benim kim olduğumu öğrendin, sana olan şefkat ve merhametimi, davranışımı da gördün. Şimdi bunlar seni almaya gelmişler. O hâlde, ya beni tercih et ve yanımda kal veya onları tercih et, git!

Eşsiz insan
Resûlullah efendimizin, kendisini serbest bırakması üzerine, Zeyd, hayatının en önemli anlarını yaşıyordu. Herkes ne cevap vereceğini, ne yapacağını merakla bekliyordu! Müthiş bir imtihan içindeydi. Kendi kendine şunları düşündü:

“Bir tarafta, öz babam duruyor. Dünyaya gelmeme sebep olan kimse. Diğer tarafta ise, esirleri ve efendileri eşit kılan; yetimlerin, öksüzlerin, kölelerin, güçsüz ihtiyarların, dul kadınların, misâfirlerin, garip yolcuların ve fukaranın yardımcısı eşsiz insan.”

Karar vermek, gerçekten zordu... Fakat Hârise oğlu Zeyd, Peygamberimize dönerek şunları söyledi:
- Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz benim hem amcam, hem babam makâmındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum.

Bu sözleri duyanlar, şaşırıp kaldılar! Sadece Resûlullah Efendimiz gülümsüyordu. Hazret-i Zeyd de, huzur içindeydi. Babası kızarak, Zeyd’e dedi ki:
- Yazıklar olsun sana! Demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun! Bunları mahsustan söylüyordu. Belki fikrinden cayar da, geri döner ümidindeydi. Fakat oğlu, gâyet sâkin bir şekilde, kara gözlerini babasına çevirip cevap verdi:
- Babacığım, ben bu zattan öyle şefkatli muamele gördüm ki, Ona kimseyi tercih edemem.

Daha sonra Peygamber Efendimiz, ayağa kalktılar. Zeyd’i, kocaman bir taş üzerine çıkarttılar. Orada bulunanlara dediler ki:
- Şâhit olunuz ey insanlar! Zeyd bundan sonra, benim oğlumdur. Onu evlât ediniyorum. O bana vâris, ben ona vârisim.

Sevinçle memleketlerine döndüler
Babası ve amcası bu durumu görünce, kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde memleketlerine döndüler. Bundan sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed, yâni Muhammed’in oğlu Zeyd denilmeye başlandı.

Bu hâdiseler olduğunda, henüz İslâmiyet gelmemişti. Daha sonra Allahü teâlânın, Ahzâb sûresinin 5. ve 40. âyetlerindeki, (Evlâtlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur), (Muhammed aleyhisselâm sizden hiçbir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir) meâlindeki emirleri ile evlât edinmek de kaldırılınca, Hazret-i Zeyd babasının ismiyle, yâni “Hârise’nin oğlu Zeyd” mânasında (Zeyd bin Hârise) diye çağrılmaya başlandı.

Allahın Resûlü, Zeyd’i çok severlerdi. O kadar ki, onu, öz amcaları Hazret-i Hamza ile kardeş ilân ettiler. Peygamber efendimizin ailesinde ve akrabâlarında da, aynı sevgi mevcuttu. Şehitlerin en büyüğü Hazret-i Hamza, her savaşa çıkışta, bütün varlığını ona vasiyet ederdi.

Bir gün Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
- Cennetlik hanım isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!..

Üsâme adlı bir oğulları oldu
Ümmü Eymen iyi kalbli ve Habeşli bir câriye idi. Peygamber Efendimize, anacığından emânet kalmıştı...

Artık delikanlı olan Hazret-i Zeyd, hemen, o siyahî hanımla evlendi. Üsâme adlı bir de oğulları oldu.

Zeyd bin Hârise, Bedir harbinden Mûte harbine kadar, Peygamber efendimizin bulunduğu bütün savaşlara katılmıştır. Yalnız Müreysi gazâsında, Peygamber efendimiz onu Medîne’de yerine vekil bıraktığından bulunamadı. Bunun dışında pek çok seferde bulunmuş, bir çoğunda kumandanlık ederek, secâati, kahramanlığı ile örnek olmuştur.

Hicretin 8. yılında, Mûte seferine çıkılacaktı. Mücâhidlerin başında, Hazret-i Zeyd bulunuyordu. Çünkü sevgili Peygamberimiz sancağı ona teslim etmişlerdi. Hazret-i Ali’nin kardeşi Hazret-i Câfer ve Hâlid bin Velîd gibi kumandanlar, onun emrinde idiler. Medîne’de vedâlaşırken, Allahın Resûlü buyurdular ki:
- Muharebede Zeyd şehit olursa, sancağı Câfer alsın! O da şehit düşerse, Abdullah bin Revâhâ başa geçsin!

Söyledikleri aynen çıktı. Üç büyük Sahâbî de, arka arkaya Cennete uçtular.

Sahih-i Buhâri’de, bu olay şöyle anlatılıyor:
Resûlullah efendimiz Mûte’ye orduyu gönderdikten epey sonra, bir gün minberde konuşma yapıyorlardı. Birdenbire Efendimizin gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı ve konuşmalarını keserek buyurdular ki:
- İşte Zeyd şehit oldu, bayrağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Bayrağı Abdullah aldı. O da şehit oldu. Şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı. Cenâb-ı Hak zaferi Hâlid’e nasîb etti.

Hazret-i Zeyd’in kumandan olduğu bu savaşta, ondan sonra kumandan olarak şehit edilen Câfer-i Tayyâr’ın, savaş sırasında iki kolu birden kesilmişti. Onun hakkında Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Cenâb-ı Hak Câfer’e kesilen kollarının yerine iki kanat ihsân buyurdu. Cennette meleklerle birlikte uçtuğunu Rabbim bana gösterdi.

Bu sebeple, vefâtından sonra kendisi, “Uçan Câfer” mânasına gelmek üzere, "Câfer-i Tayyâr" lâkabıyla anılmıştır.

Hazret-i Zeyd’in Mûte savaşında şehit edilmesinden bir sûre sonra, bu defa mübârek şehidin oğlu Üsâme kumandasında bir ordu daha hazırlandı. Fakat, Resûlullah efendimizin hayatının son günlerine rastlaması yüzünden onları uğurlayamadı. Daha sonra bu ordu Hazret-i Ebû Bekir tarafindan Şam üzerine gönderilmiş ve zaferle dönülmüştür.

Hazret-i Zeyd ilk îman edenlerdendi. Îman edince, Mekke'de iken pek çok ezâ ve cefâlara mâruz kaldı. Buna rağmen o, hepsine katlandı ve îmanından zerre kadar tâviz vermedi.

Peygamberimiz, Tâif halkını İslâmiyete dâvet için, Zeyd ile beraber Tâif'e gitmişti. Tâif halkına bir ay nasîhat ettiler. Hiç kimse îman etmedi. Alay ettiler. İşkence yaptılar. Yuhaladılar. Peygamber efendimiz, Zeyd bin Hârise ile dönerlerken, yolda Tâifliler tarafından taşa tutuldular. Her tarafları kan revân içinde kaldı.

Birçok yerinden yaralandı
Hazret-i Zeyd, Peygamberimizi atılan taşlardan korumak için, Onun önüne, arkasına, sağına, soluna geçerek siper oluyordu. Bu sırada başından ve birçok yerinden yaralanmıştı. O buna rağmen, buna aldırmıyordu. Onun için önemli olan, Resûlullah efendimize bir zarar gelmesin, Ona gelecek zarar kendisine gelsindi. Bu seferden Mekke'ye dönerken, Addâs adlı tek bir köle îman etmişti.

Hazret-i Zeyd, hicret izni çıkınca, Medîne'ye hicret etti. Medîne'de, Ensardan Gülsüm bin Hedm'in evinde misâfir kaldı.

Hazret-i Zeyd Peygamberimizi o kadar çok seviyordu ki, canını Onun yolunda fedâ etmekten çekinmiyordu. Hattâ Peygamberimizi öz babasına tercih etmişti. Peygamber efendimiz de, Zeyd'i ve oğlu Üsâme'yi çok severdi. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bana insanlar arasında en sevimli gelen kişi, benim ve Allahın ihsânına mazhar olan kişidir. Bu zat Zeyd'dir.)

Allahü teâlânın ihsânı; Müslüman olmasını nasib etmesi, Peygamberimizin ihsânı ise, onu hürriyetine kavuşturmasıdır.

Zeyd bin Hârise, uzak bir yere gidiyordu. Kirâ ile tuttuğu katırcısı, tenha bir yerde bunu öldürmek istedi. İzin isteyip iki rekat namaz kıldı. Sonra üç defa, "Yâ Erhamerrâhimîn" dedi. Her birini söylerken, "Onu öldürme" sesi geldi.

Üçüncüsünde geldim
Dışarıda adam var sanarak, katırcı dışarı çıkıp içeri girdi. Üçüncüsünde, elinde kılıç bulunan bir süvâri içeri girip katırcıyı öldürdü. Sonra Zeyd'e dönerek dedi ki:
- Sen, "Yâ Erhamerrâhimîn" duâsına başlarken, ben yedinci gökte idim. İkincisini söylerken birinci göke, üçüncüsünde yanınıza geldim.

Hazret-i Zeyd, bu gelen süvârinin, melek olduğunu anladı.

Kur'an-ı kerimde, Eshâb-ı kirâm içinde Hazret-i Zeyd'den başka hiçbir kimsenin ismi açıkça zikredilmedi. Sadece Zeyd'in ismi geçmektedir. Bu, onun için büyük şeref olmuştur.

Zeyd, beyaz, güzel idi. Oğlu Üsâme ise esmer idi.

Hazret-i Zeyd, tahminen milâdi 575 yılında doğmuş olup, annesi Su'de binti Sa'lebe'dir. Künyesi oğluna nisbetle Ebû Üsâme'dir. Yemenlidir. Yemen'in o zamanki en muhterem kabîlesi olan Kudâa kabîlesine mensuptur. Annesi ise Tay kabîlesinin bir kolu olan Maan oğullarındandır.

Hicretin altıncı senesinde Zeyd bin Hârise, Eshâbdan bâzılarının ticaret mallarını Şam’a götürüp satmak üzere yola çıktı. Zeyd bin Hârise ve arkadaşları atlı idiler.

Zeyd bin Hârise ve arkadaşları, ticaret malları ile Vâdilkurâ’ya yaklaştıkları sırada, Fezâre bin Bedir kabîlesinden birtakım adamlar, onların önlerini kestiler. Zeyd’i ve arkadaşlarını kılıçtan geçirdiler. Onların öldürüldüklerine kanaat getirerek, yanlarındaki bütün ticaret mallarını gasp ettiler.

Gündüzleri gizleniniz!
Zeyd bin Hârise’nin arkadaşları şehit oldu. Zeyd bin Hârise de ağır surette yaralanıp şehitler arasına baygın düşmüştü. Ölme derecesine geldi.

Zeyd bin Hârise, bir müddet sonra ayıldı. Yavaş yavaş Medîne’ye geldi. Başlarına gelenleri, Peygamberimize haber verdi.

Zeyd bin Hârise, Benî Fezârelerle çarpışmak için yemin etti ve kendisini, Benî Fezârelere göndermesini, Peygamberimizden diledi.

Zeyd bin Hârise’nin yaraları iyileşince, Peygamberimiz, onu, askerî bir birliğin başına geçirerek Benî Fezârelere gönderdi. Gönderilen birlik, büyükçe bir süvâri bölüğü idi. Gönderirken, onlara buyurdu ki:
- Gündüzleri gizleniniz, geceleri yürüyünüz!

Zeyd bin Hârise ve arkadaşları kılavuzlarının yanılması sonucu, bir gün boyunca yanlış yolda ilerlediler. Benî Fezâreler de, İslâm mücâhidlerinin geldiklerini haber aldılar. Zîrâ, âdet olarak kendilerine bir gözcü tayin etmişlerdi. Her gün, gözcü kendilerine ait bir dağın tepesine çıkıp, yoldan kendilerine doğru gelenlere bakar, gelenleri, bir günlük uzaklıktan haber verir ve, “Rahatça uyuyunuz! Bu gece size gelebilecek bir tehlike, bir zarar yok" derdi.

Zeyd bin Hârise ve arkadaşları, Benî Fezâreleri geceleyin gâfil iken basmayı bekleyerek sabahladılar. Sabaha çıktıkları zaman, Benî Fezârelerin, yurtlarından gitmiş olduklarını gördüler.

Zeyd bin Hârise, Benî Fezâreleri araştırmak için, ileri gitmekten arkadaşlarını men etti. O sırada, Benî Fezârelerden, küçük bir cemaata rastladılar. Onları kuşattılar.

Zeyd bin Hârise ve arkadaşları tekbir alarak, onlarla şiddetle çarpıştılar. Benî Fezâreler, bozguna uğradı. Benî Fezârelerin belli başlı adamlarından Abdullah bin Mesade ile Kays bin Numan bin Mesade öldürüldü.

Seleme bin Ekva, araştırmaya devam etti. İçlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu bir grubun dağa doğru seğirttiklerini görüp, ok atarak, onların dağa kaçmalarına engel oldu.

Zeyd’i kucakladı
İslâm mücâhidlerinden Kays bin Muhassir, Ümmü Kirfe’nin ardına düşüp onu yakaladı. Ümmü Kirfe, yaşlı bir kocakarı idi. Yakalanınca, Peygamberimize sövüp saymaya başladı. Zeyd bin Hârise de, onu öldürmesini, Kays bin Muhassir’e emretti ve derhal öldürüldü.

Benî Fezârelerin, ele geçirilebilen malları ganîmet olarak alındı. Zeyd bin Hârise, Ümmü Kirfe’nin zırh gömleğini Peygamberimize gönderdi.

Mücâhidler, Medîne’ye döndükleri sırada, Peygamberimiz evinde idi. Zeyd bin Hârise, gidip Peygamberimizin kapısını çaldı. Peygamberimiz, Zeyd’i karşılayıp kucakladı ve alnından öptükten sonra, ne yaptıklarını ona sordu. Zeyd de, Allahın lutfettiği yardım ve zaferi Peygamberimize haber verdi.

Peygamber efendimizin mektubunu Rum Kayseri Heraklius’a götüren Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Dihye, dönüşte, Kayserden aldığı bahşişler, kıymetli hediyeler ve elbiselerle Hisma’ya geldi.

Cüzâmlardan Hüneyd ve oğlu ile daha birtakım adamlar, orada Dihye’nin yolunu keserek, üzerindeki eskimiş elbisesinden başka yanındaki her şeyi yağmaladılar.

Eski elbisemle geldim
Dihye, Medîne’ye gelince, evine girmeden, doğruca Peygamberimizin yanına gidip, Kayser Heraklius ile aralarında olup bitenleri başından sonuna kadar haber verdikten sonra dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Kayserin yanından dönüp gelirken, Hisma’da bulunduğum sırada, Cüzâmlardan bir cemaat beni baskına uğrattılar. Hiçbir sey bırakmaksızın yanımdaki şeyleri yağmaladılar. Nihayet, Medîne’ye şu eski püskü elbisemle gelebildim!

Sonra da Hüneyd ile oğlunun cezâlandırılmalarını diledi.

Bunun üzerine Peygamberimiz, Zeyd bin Hârise’yi, beşyüz kişilik bir kuvvetle Cüzâmlara yolladı. Hazret-i Dihye’yi de, Zeyd bin Hârise’nin yanına kattı. Benî Uzrelerden bir adam da, kılavuz olarak yanlarına katıldı.

Zeyd bin Hârise, kılavuzlar ile birlikte geceleri yürüyorlar, gündüzleri gizleniyorlardı.

İslâm mücâhidlerinin, Cüzâmların yurtlarına geldikleri sırada, Cüzâmların ileri gelenlerinden Rifaa bin Zeyd, Müslüman olup, Peygamberimizin mektubu ile kavminin yanına dönmüştü. Cüzâmlardan ve civâr bâzı kabîlelerden birçok kimse Harretürrecla’ya gelip konmuşlardı.

Kılavuz, İslâm mücâhidlerini, Harre’nin Evlac tarafından getirmişti. İslâm mücâhidleri, sabahleyin Hüneyd ve oğlunun konak yerine ve onların yanında bulunanlara ansızın baskın yaptılar. Hüneyd’le oğlu öldürüldü. Benî Ahnef veya Ecneflerden de, iki kişi öldü. Birçok kadınlar ve çocuklar esir edildi. İslâm mücâhidleri; bin deve ve beş bin davar ele geçirdiler.

Dubeyboğulları, İslâm mücâhidlerinin Medan çölünde bulunduklarını öğrenince, onlardan Hassân bin Melle, Üneyf bin Melle, Ebû Zeyd bin Amr atlarına binip gittiler.

Bugün sakın yapma!
Bunlar, İslâm mücâhidlerine yaklaşınca, Ebû Zeyd’le Hassân, Uneyf bin Melle’ye dediler ki:
- Sen, bizimle gel! Fakat, şimdiye kadar yapageldiğin şeyleri bugün sakın yapma! Biz, konuşurken, sen, dilini tut! Bugün, bize bir uğursuzluk getirme!

İçlerinden, yalnız Hassân bin Melle’nin konuşmasını kararlaştırdılar. Hassân, Zeyd bin Hârise’nin yanına kadar varıp durdu ve dedi ki:
- Biz, Müslüman bir cemaatiz!
- Öyle ise, Fâtiha sûresini okuyunuz bakayım!

Hassân, Fâtiha sûresini okuyunca, Zeyd bin Hârise dedi ki:
- Askere sesleniniz ki, yüce Allah, şu kavmin içinden çıkıp geldikleri yeri bize haram ve dokunulmaz kılmıştır. Ahdini bozan, bundan müstesnâdır!

Bu konuşmalardan sonra, onlarla savaşmaktan vazgeçildi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:15:47
Zeyd Bin Sâbit

En meşhur vahiy kâtibi Sahâbî.

Sevgili Peygamberimiz, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, Müslümanlar, akın akın gelip bîat ediyorlardı. Bunlar arasında bir de, küçük çocuk vardı. Gözleri ışıl ışıl parıldıyordu. Peygamber efendimiz onun başını okşadılar. Bu sırada oradakilerden biri, Resûlullaha dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu çocuk, Neccaroğullarına mensuptur. Size indirilen, Kur’an-ı kerim âyetlerini ezberlemiştir.

Bunun üzerine, Peygamber efendimiz tebessüm ederek, çocuğa sordular:
- Senin adın ne, yavrum?
- Zeyd, efendim... Sâbit’in oğlu Zeyd.
- Ne kadar âyet ezberledin bakalım!
- 17 sûre, efendim.
- Bizlere, biraz okur musun?
- Peki efendim.

Kâf sûresini okudu
Bundan sonra, Zeyd, Eûzü-Besmele çekerek, şu meâldeki âyet-i kerimeleri okumaya basladı: (Gökten bereketli bir su indirdik de; onunla bahçeler, biçilecek taneler [buğdaylar] meydana getirdik. Ve tomurcukları, birbiri üzerine sıralanmış, uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik ki, kullarımız için, yiyecek rızık olarak yaratılmışlardır. Biz onunla, ölü bir memlekete can verdik. İşte kabirden çıkış da, böyledir.) [Kâf 9-11] Okuması bitince; sevgili Peygamberimiz pek memnun kaldılar.

Küçük Zeyd’in zekâ ve kabiliyeti karşısında buyurdular ki:
- Sen artık, Yahûdilerin dilini de öğrenmeye çalışmalısın! Çünkü biz mektuplarımızı, Yahûdilere emniyet edemeyiz.

Gerçekten, o zamana kadar, yabancılarla olan yazışmalarda tercümanlığı, ekseriya Yahûdiler yapıyordu. Onların arasında, yabancı dil bilenler fazlaydı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, Müslümanların yabancı dil öğrenmesini teşvik ediyorlardı.

Vahiy kâtibi oldu
Sâbit’in küçük oğlu, çok kısa zamanda İbranîceyi, yâni Yahûdi dilini öğrendi. Hem okuyor, hem de mükemmel yazabiliyordu. Daha sonra, Süryanîceyi de öğrendi.

Onun bu çalışkanlığı ve zekâsı, kendisine çok şerefli bir görev kazandırdı. Allahü teâlânın Resûlünün kâtipleri arasına katıldı. Artık Peygamber efendimize gelen giden mektupları, o tercüme ediyordu.

Bir müddet sonra, Vahiy kâtipliği şerefine de erişti. Peygamber efendimize vahiy olunan Allahü teâlânın kelâmını da yazmaya başladı ve vahiy kâtiplerinin en meşhuru oldu.

Hazret-i Zeyd’in yaşı büyüdükçe; ilmi de, vazifeleri de büyüyordu. Artık Kur’an-ı kerimi tamamen ezberlemişti. Ayrıca, fıkıh üzerinde çok ilerledi. Savaşlara da katılıyordu. İlmiyle olduğu kadar, kılıcıyla da; din düşmanlarına karşı savaşıyordu.

Bir gün sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla oturuyorlardı. O sırada vahiy geldi. Derin bir vecd içinde kaldılar. Ayaklarının biri, Hazret-i Zeyd’in ayağı üzerine geldi. Mübârek ayağı o kadar ağırlaşmıştı ki, vahiy kâtibi kendi ayağını eziliyor zannetti. Az sonra bu hâlleri geçince, "Yaz, Zeyd" buyurdular ve mücâhidler hakkında indirilen şu âyet-i kerimeyi söylediler:
(Müminlerin; evlerinde oturanları ile, cihâda çıkanları, eşit değildirler.)

Mücâhidlerin şânı büyüktür
Hazret-i Zeyd yazıyordu. Cenâb-ı Hakkin bu mübârek kelâmını işiten, Ümmü Mektum’un oğlu Abdullah çok üzüldü. Çünkü, kendisinin gözleri görmüyordu. Ayağa kalkarak sordu:
- Yâ Resûlallah! Evet, mücâhidlerin şânı, böyle büyüktür. Lâkin bizim gibi, cihâda çıkmaya gücü yetmeyenler ne yapacak?

Tekrar vahiy inmeye başladı. Çünkü Peygamber efendimizin mübârek vücudu ağırlaşmıştı. O hâlleri geçince, tekrar Hazret-i Zeyd’e, "Yaz" buyurarak, biraz önce yazdığı âyet-i kerimenin devamını yazdırdılar:
(Mâzereti, özrü, engeli, sakatlığı olanlar hâriç... Bunlar dışında; savaşa çıkan ve çıkmayanlar, şüphesiz eşit değillerdir.)

Ümmü Mektum’un oğlu ve onun gibiler, bu habere derecesiz memnun oldular.

Uhud savaşında sevgili Peygamberimiz Zeyd bin Sâbit’i, Sa’d bin Rebî hazretlerini aramaya göndererek buyurdular ki:
- Şâyet bulursan, selâmımı söyle ve kendisini, nasıl hissettiğini sor!

Savaş meydanını dolaşan Hazret-i Zeyd, henüz 14-15 yaşlarındaydı. Aradığı zatı, kâfir ölüleri ve İslâm şehitleri arasında buldu. O da son nefesini vermek üzereydi. Yanına yaklaşıp dedi ki:
- Ey Sa’d! Resûl-i Ekremin sana selâmları var. Kendini nasıl hissettiğini soruyor.

Hazret-i Sa’d, o anda bile tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
- Sen de, Peygamber efendimize, benim selâmımı arz et! Ben şu anda, Cennet kokularını duyuyorum. Medîneli Müslümanlara da şöyle ki, tek kişi kalsalar bile; Peygamber efendimize hizmette, kusur etmesinler. Yoksa özürleri, kabûl olunmaz.

Bunları söyledikten sonra ruhunu teslim etti. Birkaç yıl sonra Hazret-i Zeyd, bu büyük şehidin kızkardeşiyle evlendi.

Beraber yiyelim!
Hazret-i Zeyd, çoğu zaman sevgili Peygamberimizle beraber oluyorlardı. Bir seher vakti, erkenden Resûlullahın huzûruna geldi. Peygamber efendimiz birkaç hurma yiyorlardı... Selâmdan sonra, buyurdular ki:
- Gel, beraber yiyelim!
- Yâ Resûlallah! Ben, oruca niyetlenmek istiyorum.
- Ben de niyetleneceğim.

Beraberce, hurmayla sahur yaptılar. Sonra da, sabah namazına çıktılar.

Günler, ne de çabuk geçiyordu. İki cihân güneşi, bu dünyaya saadet ışıklarını saçtıktan sonra; âhirete teşrif ettiler. Artık Müslümanlar için tek teselli kaynağı, Peygamberimizin emirlerini yerine getirmekti. Çünkü O, Allahın emirlerini bildiren; en son ve en büyük Peygamber idi.

Fakat bu vefât üzerine, bütün kâfirler, dinsizler, müşrikler ümide düştüler! Hepsi birden, İslâma saldırmaya başladılar. Müslümanlar da, olanca güçleriyle karşı koyuyorlardı. İlk halîfe Hazret-i Ebû Bekir etrafında, bir hilâl gibi çepeçevre kenetlendiler.

Hâfızlar şehit oldu
Onlarla yapılan Yemâme cenginde, çok sayıda seçkin Sahâbe şehit oldu. Savaştan sonra halîfe, bir haberci yolladı. Hazret-i Zeyd’i çağırttı. Halîfenin yanında, Hazret-i Ömer de bulunuyordu. Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Zeyd’e buyurdu ki:
- Hazret-i Ömer, “Yemâme’de, 70’ten fazla Kur’an-ı kerim hâfızı şehit düştü. Korkarım öteki savaşlarda, kalan hâfızlar da şehit olurlar. İşte o zaman, Allah korusun Kur’an-ı kerim de, Yahûdi ve Hıristiyanların din kitapları gibi, noksan, eksik hâle gelir. Bu sebeple, şimdiden tedbir almalıyız. Allahü teâlânın kelâmını, sözlerini toplayalım ve yazdıralım” diyor.

Bunun üzerine Hazret-i Zeyd, Hazret-i Ömer’e sordu:
- Yâ Ömer! Sevgili Peygamberimizin yapmadıkları bir işi, bizler nasıl yapabiliriz?

Bu suâle, halîfe cevap verdi:
- Aynı şeyleri, Ömer’e ben de sordum. Fakat bana, “Efendimiz yaşarlarken, böyle birşey olamazdı. Olacağını düşünsek bile, o zaman Cenâb-ı Hak; bütün Kur’an-ı kerimi yeniden Resûlüne vahiy ile bildirebilirdi” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Hazret-i Zeyd dedi ki:
- Haklısınız.

Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Zeyd’e buyurdu ki:
- Ey Resûlullahın kâtibi! Sen zekî, bilgili ve genç bir Müslümansın. Hakkında hiçbir şüphemiz de yoktur. Bu zor işi, ancak sen başarabilirsin. Şânı yüce kitabımızı, toplayabilir ve bir mushaf hâlinde yazabilirsin. Zaten Peygamber efendimize vahiy olunan âyetleri de, yazmıyor muydun?

Hazret-i Zeyd çok şaşırdı! Doğrusu, bunu beklemiyordu. Dedi ki:
- Yâ Emîr-el Müminîn! Vallahi bana, bir dağı yerinden söküp kaldırmayı teklif etseydin; verdiğin bu emir kadar ağır gelmezdi!

Fakat Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki:
- Bu, yapılması îcabeden bir iştir.

Hazret-i Ömer de ilâve etti:
- Çok şerefli bu vazifeyi, mutlaka yapmaya çalışmalısın!

Mushaf hâlinde yazdı
Hazret-i Zeyd, gerçekten şerefli ve gerekli olan bu işi; uzun çalışmalar sonunda başardı. O zamana kadar dağınık olan mübârek âyetleri, îtinayla topladı. Hepsini, bir Mushaf hâlinde yazdı. Halîfeye teslim etti. Böylece, ilk yazılı Kur’an-ı kerim mushafını hazırlama şerefi, ona nasip oldu.

Hazret-i Osman zamanında halîfenin emri ile yine Zeyd bin Sâbit başkanlığında bir heyet tarafindan çoğaltılıp, altı tane daha mushaf-ı şerif yazılarak, belli merkezlere gönderilmiştir. Böylece bu şerefli vazifeyi de yapmak ona nasip olmuştur.

Günler, her zamanki süratiyle geçip gitti. Hazret-i Ebû Bekir de, ömrünü tamamladı. Yerine, Hazret-i Ömer halîfe seçildi.

Fıkıh ilmini en iyi bilen
O da Hazret-i Zeyd’i, Medîne kâdılığına, hâkimliğine tâyin etti. Çünkü Peygamber efendimiz buyurmuşlardı ki:
(Fıkıh ilmini en iyi bilen, Sâbit’in oğlu Zeyd’dir.)

Abdullah bin Abbas hazretleri, geniş bilgisine rağmen Zeyd bin Sâbit’in evine kadar gidip, ondan istifade ederdi. Bir defasında Zeyd bin Sâbit hazretleri hayvanına bineceği zaman, üzengisini tutmuştu. Zeyd bin Sâbit hazretleri, buna mâni olmak istediğinde, İbni Abbas hazretleri demiştir ki:
- Biz âlimlerimize böyle hürmet ederiz.

Bunun üzerine Hazret-i Zeyd de İbni Abbas’ın elini tutarak öpmüş ve demiştir ki:
- Biz de Peygamber efendimizin Ehl-i beytine böyle hürmet etmekle emrolunduk.

Onun adâlet ve bilgisine; devrin halîfeleri bile, seve seve müracaat ettiler. Hükümlerine, rızâ gösterdiler...

Bir sene Arabistan’da, kıtlık başgösterdi. Hazret-i Ömer, Mısır’dan buğday getirtti. Fakat buğdayın hak geçmeden ve herkese yetecek şekilde dağıtılması, zor bir işti. Halîfe, bu zor iş için de, Hazret-i Zeyd’i vazifelendirdi.

Medîne kâdısı, herkes için vesika hazırlattı. Buğdaylar, tam bir adâletle dağıtıldı. Böylece o kıtlık yılı, hiçbir üzüntü ve şikâyete meydan verilmeden atlatıldı. Yermük zaferinde alınan ganimetler de, yine Hazret-i Zeyd tarafından, tam bir adâletle dağıtıldı.

Sonraki halîfe Hazret-i Osman, onun vazifelerini artırdı. Kâdılığa ek olarak, bir de, Beytülmal Muhâfızlığını verdi. O sıralarda, bir arkadaşına gönderdiği mektupta:

- Kardeşim Übey! Cenâb-ı Hak dilimizi, kalblerimize tercüman olarak yaratmıştır. Diline hâkim olamayan kimsede, akıl aranmaz. Kişi eğer, dilini serbest bırakır ve ağzına gelen herşeyi söylerse; kendi sözleriyle kendi başını kesebilir.

Kur’an-ı kerim öncedir
Hazret-i Zeyd 665 yılında vefât eyledi. Cenâze namazında, bir arkadaşı, "En büyük fakîh vefât etti" diyerek ağladı. Resûlullahın şâiri Hazret-i Hassân bin Sâbit, şiirler yazdı ve dedi ki:
- Hassân ve oğlunun vefâtından sonra, onlar gibi şâir nasıl yetişecek? Zeyd bin Sâbit’ten sonra, şiirlerimin mânasını kim anlayabilecek?

Tebük gazvesinde, Mâlik bin Neccâr’in sancağını, Ümâre bin Hazm taşırken, Resûl-i Ekrem, sancağı alıp, Zeyd bin Sâbit’e vermişti. Ümâre’nin, “Yâ Resûlallah, yoksa aleyhimde birşey mi duydunuz?” demesi üzerine de buyurmuştur ki:
- Hayır! Kur’an-ı kerim öncedir. Zeyd ise Kur’an-ı kerimi senden daha çok bilir.

İslâm ilimleri içinde en yüksek olanı, kıraat ilmiydi. Bu ilim sayesinde, Kur’an-ı kerim, bozulmaktan ve değişmekten korunmuştur. Bu ilmin mütehassis âlimleri, Kur’an-ı kerimin okunuş şekillerini kaydetmişlerdir. Böylece Kur’an-ı kerimin okunması hususundaki tereddütleri bertaraf etmişlerdir.

Kıraat âlimleri
Zeyd bin Sâbit hazretlerinin bu ilimdeki üstünlüğü, Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin ileri gelenlerinin îtirafları ve takdirleri ile sabittir. Eshâb-ı kirâm arasında kıraat ilminde imamlık derecesine yükselenler, Hazret-i Ebû Bekr-i Siddîk, Hazret-i Ömer bin Hattâb, Hazret-i Osman bin Affân, Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib, Übeyy bin Ka’b, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Ebûdderdâ ve Ebû Mûsel-Es’arî’dir. Bunlar, Resûlullah efendimizden bizzat okuyuşlarını tasdik ettirenlerdir.

Hazret-i Ömer, Hazret-i Zeyd’in kıraatı ile Ubeyy bin Ka’b’in okuyuşunu karşılaştırır ve Hazret-i Zeyd’in okuyuşunu tercih ederdi. Çünkü o, Kureyş kıraatına tam uygun okuyordu. Bu itibarla onun okuyuşunu diğer okuyuşlara tercih etmek îcab ederdi. Bütün Müslümanlar, Medîne-i münevverede Hazret-i Zeyd’in etrafında toplanmışlar ve kendisi, bütün ilim ehlinin müracaat yeri olmuştur.

Zeyd bin Sâbit hazretleri, tefsir ilminde de çok ilerde idi. Vahiy kâtibi olmak şerefine sahip, fevkalâde zekî, Hulefâ-i Râsidîne yakın olmasından dolayı, birçok âyet-i kerimenin nüzûl sebebini bilir, hakîkat ve hikmetlerine vâkıf bulunurdu. Buyurdu ki:

- Eshâb-ı kirâm arasında bulunan birtakım kimseler, Uhud harbine giderken, yoldan geri dönmüşlerdi. Bunlar Abdullah bin Ubey bin Selûl’e tâbi üçyüz kadar münâfıktı. İnsanlar, bunların hakkında iki fırkaya ayrılmış, bir kısmı bunların öldürülmesini, bir kısmı da öldürülmemesini Resûlullahtan istiyorlardı. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzıl oldu.
(Size ne oluyor ki, o münâfıklar hakkında iki fırkaya ayrılmış bulunuyorsunuz.) [Nisâ 88]

Hazret-i Zeyd, hadis, fıkıh, ferâiz, ve fetvâ ilimlerinde de son derece bilgili idi. Resûl-i Ekrem efendimizden 92 hadis rivâyet etmiştir. Hazret-i Zeyd, rivâyet ettiği hadis-i şerifleri doğrudan doğruya Peygamberimizden işitmiş, Onun vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’dan da hadis-i şerif öğrenmişti.

İnsanlar bir tarafta...
Hazret-i Zeyd bin Sâbit, kendi bulunduğu bir mecliste, bir sahih hadis söylendiği zaman, onu derhal tasdik ve teyit ederdi. Nitekim bir gün Ebû Saîd-i Hudrî şu hadis-i şerifi rivâyet etmişti: Resûl-i Ekrem efendimiz Nasr sûresi nâzıl olduğu zaman, onu okumuş ve şöyle buyurmuştu:
- İnsanlar bir tarafta, ben ve Eshâbım bir taraftayız.

Sonra Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Fetihten sonra hicret olmaz, ancak cihâd ve niyet vardır.

Orada hazır bulunan Mervan bin Hakem, Ebû Saîd-i Hudrî’ye, “Yalan söylüyorsun” deyince, Zeyd bin Sâbit ve Râfi bin Hadic, “Ebû Saîd doğru söyledi” diyerek onun hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuşlardı.

Hazret-i Zeyd, daha Hazret-i Ömer devrinde iken, ferâiz ile ilgili meseleleri bir araya toplamış, bu ilmin esaslarını, bizzat yazarak bir tertip ve düzene sokmuştur. Zaten bu ilimdeki üstünlüğünü, Resûlullah Efendimiz, "Ümmetimin içinde ferâizi en iyi bilen Zeyd bin Sâbit’tir" buyurarak tasdik ve taltif buyurmuştur.

İlmin yayılmasına hizmet etti
Fıkıh ilminin her meselesinde, Eshâb-ı kirâmın en yüksek müctehidlerindendi. Daha Resûl-i Ekrem zamanında fetvâ vermek şerefine kavuşmuştu. Fetvâları son zamanlarda büyük ciltler hâlinde toplanmıştır. Bütün Müslüman memleketlerinde yayılmış ve herkes bunlarla amel etmiştir.

Zeyd bin Sâbit hazretleri, Mescid-i Nebevi’ye geldiği zaman, müskülü olan ona gelir, meselesini sorar, cevabını alırdı. Onun namaz, hayvan kesimi, av hayvanları, hibe (bağış) ve ziraat ortaklığı meselesine ait fetvâları, fıkıh meselelerinin yazıldığı kitaplarda yer almaktadır.

Hazret-i Zeyd bin Sâbit, büyük işler başaran ve büyük hizmetler bırakan bir Sahâbîdir. Ümmetin ıslâhı hususundaki gayretleri, yerinde ve zamanında müdâhalelerle işleri yoluna koyma çabaları ve ilmin yayılması hususundaki çalışmaları gibi nice hizmetleri vardır.

Onun hizmetleri anlatılamayacak kadar çok ve büyüktür. Kur’an-ı kerimi tamamen ezberlemesi, emin bir kimse olması, güzel yazı yazması gibi birçok meziyetlere sahiptir. Zâten Resûlullah efendimizin zamanında vahiy kâtibi olmak şerefine kavuşmuştu.

Bütün Ehl-i Beyt ve Eshâb-ı Kirâm arasında, o derece üstün bir îtibara erişmişti ki, cuma günleri sokağa çıktıkları vakit, ilim ve irfânına hayran kalan Medîne ahâlisi, kendisini, tam bir istiyakla karşılarlardı. Halkın bu teveccühünden utanan Zeyd bin Sâbit hazretleri, hemen evine giderdi.

Bu hâlini soranlara buyururdu ki:
- İnsanlardan hayâ etmeyen, Allahtan utanmaz.

Zeyd bin Sâbit vefât edince, Ebû Hüreyre demiştir ki:
- Bu ümmetin âlimi vefât etti. Umulur ki, Allahü teâlâ, Abdullah ibni Abbâs’i ona halef buyurur.

Fıkıhta meşhur Sahâbîler
Enes bin Mâlik hazretleri, Peygamber efendimizin şöyle buyurduklarını rivâyet etmektedir:

(Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, Allahın dîni hususunda en şiddetlisi Ömer, en ziyâde hayâya mâlik olanı Osman ve ferâizi en iyi bileni Zeyd bin Sâbittir.)

Eshâb-ı kirâm arasında fıkıh ilminde dört Sahâbe meşhurdur. Bunlar, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbâs’dır. Bütün dünyaya yayılan fıkıh ilminin kaynağı bu dört büyük Sahâbîdir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:17:10
Zeyneb Binti Cahş

Peygamberimizin hanımlarından.

Hazret-i Zeyneb validemiz, Peygamberimizin halasının kızı olup, ilk iman edenlerdendi. Mekke'den Medine'ye hicret etti. Önceleri, Resulullahın azatlı kölesi olan Zeyd bin Hârise ile evli idi. Zeyd bin Hârise, Hazret-i Zeyneb'in hakkını gözetemediğinden ayrıldılar.

Beni ona sen ver!
Resul aleyhisselam, halasının kızının durumuna üzülüp, onun şerefini iâde etmek ve onu üzüntüden kurtarmak için, Hazret-i Zeyneb'i nikâh etmek istedi.

Hazret-i Zeyneb bunu işitince, sevincinden iki rekat namaz kılıp, şöyle duâ etti:
- Ya Rabbî! Senin Resulün beni istiyor. Eğer onun zevceliği ile şereflenmemi takdîr buyurdun ise, beni ona sen ver!

Duâsı kabul olup, Ahzâb suresinin otuzyedinci ayet-i kerimesi gelerek, buyuruldu ki:
- Zeyd, onun hakkında istediğini yaptıktan sonra [yani Zeyneb'i boşadıktan sonra], biz, onu sana zevce eyledik.

Hazret-i Zeyneb'in nikâhını Allahü teâlâ yaptığı için, Resulullah ayrıca nikâh yapmadı. Hazret-i Zeyneb bununla her an övünür ve derdi ki:
- Her kadını babası evlendirir. Beni ise, Allahü teâlâ nikâhladı.

O zaman otuzsekiz yaşında idi.

Hazret-i Zeyneb'in, Zeyd bin Hârise ile nikâhlanıp evlenmesi ile, eshab-ı kiram arasında eskiden kalma birçok örf ve âdetlerin ortadan kalkması sağlanmıştır. Mesela önceleri halk, evlat edinilmiş bulunan kimseyi, kendi öz evladı hükmünde zannederdi.

Cenab-ı Hak, son Peygamberi vasıtasıyla, bu hususu ortadan kaldırmıştır. Hür kimse ile köleyi aynı seviyede tutmuştur. Aradaki imtiyazı ortadan silip atmıştır. Hazret-i Zeyd gibi bir köleyi, Beni Hâşim ile aynı seviyeye getirmiştir.

Abdülhamid hânın hizmeti
Fransızların edepsiz şâiri Volter, Resulullahın Hazret-i Zeyneb'i zevceliğe kabul buyurmasını, tarihlere, vak'a ve haberlere taban tabana zıt ve uydurma, âdî ve alçak iftiralarla, şiir düzerek bir tiyatro kitabı yazmıştır.

Edebiyat ve fikir adamına yakışmayan bu çirkin, iğrenç yazısı, kendisini aforoz etmiş olan, büyük düşmanı papanın hoşuna gitmiş, kendisini okşayıcı mektup yazmıştır. Müslümanların halifesi Sultan İkinci Abdülhamid Hân, bu piyesin sahnede oynatılacağını işitince, Fransız ve İngiltere hükûmetlerine ültimatom vererek, hemen önlemiş, bütün insanlığı, yüz kızartıcı aşağılıklardan kurtarmıştır.

Hazret-i Zeyneb'in düğün gecesi, Peygamber efendimizin bir mucizesi daha görüldü. Duâsının bereketiyle az yemek çoğaldı. Bütün davetliler yediği hâlde, Enes bin Malik hazretlerinin annesi Ümm-i Süleym'in gönderdiği yemek, hiç azalmadı. Enes bin Malik, “Üçyüz kişi kadar yediği hâlde, Peygamber efendimiz, (Yemeği kaldır) buyurmasıyla, kaptaki yemeğin, ortaya koyduğum zamanda mı, yoksa kaldırdığım zamanda mı çok olduğunu anlayamadım” buyurdular.

Hazret-i Zeyneb, ihsanı, sadakayı pek çok severdi. El işlerinde de mahir idi. İşlediği şeyleri ve eline geçen herşeyi, akrabasına ve fakirlere verirdi. Resulullah efendimiz, Hazret-i Zeyneb için buyurmuştur ki:
- Zevcelerim arasında, bana en önce kavuşacak olanı, eli uzun, yani eli açık, cömert olanıdır.

Hepsini dağıtırdı
Hazret-i Zeyneb, Peygamber efendimizin pek çok iltifatına kavuşarak, yüksek makamlara sahip oldu. Sadaka ve ihsanı o kadar çoktur ki; Resulullah efendimizin vefatından sonra, halife Hazret-i Ömer, Peygamberimizin hanımlarının her birine onikibin dirhem verirdi. Bunu alır almaz, hepsini sadaka eder, dağıtırdı.

Nesilden nesile intikal eden menkıbede, Hazret-i Zeyneb, Hazret-i Ömer'den hediye gelince derdi ki:
- Buna benden daha fazla ihtiyacı olanlar vardır. Onu şuraya koyun, üzerini örtün.

Sonra bir başörtüsünü parçalayarak, onu kese yapar ve bu keselerle parayı akrabalarından muhtaç olanlara ve yetimlere dağıtır, sonra da elini kaldırarak buyururdu ki:
- Allahım, bundan sonra bana, Ömer'in hediyesini nasip etme!

Hakikaten o sene vefat etti. Resulullahtan sonra, Peygamberimizin zevceleri arasında, en önce vefat eden budur.

Yüreğimdeki ateş
Hazret-i Zeyneb, hicretin yirminci yılında, elliüç yaşında Medine'de vefat etti. Naaşının, Peygamberimizin Seriri üzerine konularak taşınmasını vasiyet ettiğinden, öyle yapıldı. Cenaze namazını halife Hazret-i Ömer kıldırdı. Tabutu Bakî kabristanlığına getirilirken, kardeşi Ahmed bin Cahş âmâ hâliyle ağlıyordu. Hazret-i Ömer, onun ağlamasını işitince buyurdu ki:
- Ey Ahmed, tabuttan uzaklaş! Cemaat seni sıkıştırmasın. Zeyneb'in tabutunu taşımak için kalabalık fazlalaşıyor.

Ahmed ise şöyle cevap verdi:
- Ya Ömer! Bu, her türlü hayır ve bereketi sayesinde kazandığımız kız kardeşimizdir. Bu ağlamam, yüreğimdeki ateşi soğutuyor.

Defnedileceği esnada, Hazret-i Ömer, Peygamberimizin hanımlarına, Hazret-i Zeyneb'i kimin kabre koyabileceğini sordu. Onlar da, “Sağlığında onu görmek, kimlere helal ise, kabrine de onlar girer, indirirler” cevabını verdiler. Bunun üzerine yakın akrabaları kabre indirdiler.

Hazret-i Aişe, Hazret-i Zeyneb'i çok medh ve sena ederdi. Onun hakkında buyurmuştur ki:
“İster dinî meseleler olsun, ister takva ve sadakat olsun, ister sıla-i rahm, yani akrabayı ziyaret olsun, isterse cömertlik ve fedakârlık olsun, Zeyneb'den daha iyi hiçbir hatun yoktur.”

"Resulullahın zevceleri içinde Zeyneb'den başka kimse, zat-ı saadetlerine yakınlık bakımından benimle boy ölçüşemez.”

“O saadetli ve iyi hatun aramızdan gitti. Yetimler ve dullar hamisiz kaldılar.”

“Allahü teâlâ, Zeyneb binti Cahş'a rahmet eyleye. Hakikaten dünyada onun mertebesinde hiçbir hatun yoktu. Hak teâlâ, Nebîsini onunla evlenmeye sevk eyleyip, Kur'anın bazı ahkâmını indirmiştir.”

Hazret-i Ümm-i Seleme de, Hazret-i Zeyneb hakkında, “Zeyneb, salih, oruç tutan ve ibadetle vakit geçiren bir hatundu” buyurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:18:35
İmam-ı a’zam Ebu Hanife

Ehl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu. Müslümanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.

Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir.

Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehid edildi.

Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.

İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.

O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı a’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu.

Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan imam-ı a’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı.

İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”

İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı a’zam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.

İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber efendimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.

Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin dinine ait hükümleri bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.

Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.

(İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:
“Hazret-i Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ömer’den; Hazret-i Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud’dan aldım.”

İmam-ı a’zam, başta Eshab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler onu hep methetmiş, övmüştür.

İmam-ı a’zamın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak imam-ı a’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.

İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

İmam-ı a’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Her gün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylule [öğle vakti bir miktar uyuma] yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.

Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı a’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.

İmam-ı a’zam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyüzbini aşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da çeşitlerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.

Böylece imam-ı a’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.

İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu.

Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi âlimlerdir.

İmam-ı a’zam hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır.

İmam-ı a’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi çözerdi.

İşte imam-ı a’zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.

İmam-ı Şafii şöyle buyurmuştur:
“Bütün Müslümanlar imam-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi imam-ı a’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.)

Ömrü boyunca sapıklarla da mücadele etti
İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.

İmam-ı a’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.

Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkik gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını bildireceğiz.

Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.

Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir)” buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevduat-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Âdem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.)

(Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)

(Ümmetimden biri, İslamiyeti canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Numan bin Sabit’tir.)

(Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.)

Hazret-i Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.

İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu methetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.

Abdullah ibni Mübarek anlatır:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder” dedi.

Veki' der ki:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”

Ebu Ahvas der ki :
“Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek ibadetin çoğunu yapardı.”

Bekir İbni Maruf der ki:
“Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife'den güzel olan bir kimse görmedim.”
(Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)

Hasen İbni Salih der ki:
“Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur diye, helallerin fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususunda daha kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçti.”

Yezid ibni Harun der ki:
“Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanife’den başkasını görmedim.”

Hafas der ki:
“Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.”

Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı:
(Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun gayrisi bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)

Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
“Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymaya yüz bin dinar (altın) veririm.”

İbni Üyeyne;
“Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir” demiştir.

Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”

Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki:
“Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”

İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:
“Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”

Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri;
“Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurdu.

İmam-ı Şafii; “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurdu.

İmam Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı a’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurdu.

İmam-ı Malik’e; “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurdu.

İmam-ı Gazali; “İmam-ı a’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi” buyurdu.

Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:
Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara” buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:
“İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”

İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şöyle buyurur:
“Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”

Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:
“İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir Peygamber gökten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”

Feridüddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şöyle anlatır;
“İslamiyetin ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, ârif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün dillerde dolaşan, her milletin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siyasette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devrinin efdali ve vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”
(Riyazet nefsin istediklerini yapmamaktır, Mücahede ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)

Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
“İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”

İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tespit etti. Böylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan önce İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi.

İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyet’i içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Rafizi, Mutezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyet’i her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, imam-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yâd edilmiş, bu büyük imam, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır. (Radıyallahü teâlâ anh)

Takvası ve menkıbeleri

Onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi
İmam-ı a’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allahü teâlâya hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.

Buyurdu ki :
“Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıt??rım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hazret-i Ali’nin şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akçe bile yanımda bulundurmazdım.”

İmam-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.

Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı a’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.

Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; (Ben ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?) dedi. (Hayır, bunda alay yok) dedi ve elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.

Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, imam-ı a’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır, daha fazla eder, buyurup, bu işten anlayan bir tüccara, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı a’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”

Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir
İmam-ı a’zam, bir gece rüyasında Peygamber efendimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbni Sirin’e gidip anlattı. İbni Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbni Sirin; “Sırtını aç göreyim” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “Ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamber efendimiz senin hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “Ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder) buyurdu” dedi.

Âlimlerin kanı zehirlidir!
İmam-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyurulan âlimlere dahil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.

Sabah ezanına kadar
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitte iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girdi.

Annemin emrine muhalefet etmem
İmam-ı a’zam, oğlu Hammad ile beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe yaklaşık 6 km idi. Bir defasında imam-ı a’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı a’zam gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı a’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.

O, burada fıstık yemesini öğreniyor
Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp imam-ı a’zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de imam-ı a’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalb gözüyle görürdü” dedi ve hocama rahmetle dua etti.

Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden birisi, kendinde bir salahiyet görüp bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeye başladı. Bu haber Hazret-i İmama gidince huzurundakilerden birisine bunun meclisine gidip ona şöyle söylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini istese temizleyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbisesini istese temizleyici de elbisesini temiz olarak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır derse hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)

Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
- Temizleyicinin ücret almaya hakkı var mı?
- Evet ücret alır.
- Hata ettin, öyle değildir.
- Hayır ücret alamaz.
- Yine hata ettin, öyle değildir.

Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun geldiğini görünce şöyle konuşmaya başladı :
- Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?
- Evet...
- Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kalkan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez?
- Bunun cevabı nasıldır?
- Eğer temizleyici elbiseyi gasp ettikten sonra temizlediyse ücret verilmez. Çünkü kendisi için temizlemiş demektir. Yok gasp etmeden önce temizlemişse ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.

Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa
Abdullah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :
- Bir kimsenin iki gümüşü, başka birinin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır?
- Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üçte biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gümüşü olanındır.

Bize göre mi, size göre mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:
- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
- Bize göre Hazret-i Ali'dir, size göre ise Hazret-i Ebu Bekir’dir. (Radıyallahü anhüma)
- Nasıl olur?
- Çünkü Hazret-i Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddıkın hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık Hazret-i Ali'den hilafeti zorla aldı. Fakat Hazret-i Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.

Eğer kıyas ederek söyleseydim
İmam-ı azamın hadislere önem vermeyip kıyasla amel ettiği söyleniyor. Bunda asla doğruluk payı yoktur. Bu konudaki menkıbelerden birisi şöyledir:
Hazret-i Ali'nin torunu Muhammed bin Hasan hazretleri, imam-ı azam hazretlerine gelip dedi ki:
- Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet ettiğinizi duydum. Onun için geldim.
- Bundan Allahü teâlâya sığınırım.

Sonra Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup edeple sordu :
- Efendim, erkek mi zayıftır, kadın mı?
- Kadın, daha zayıf yaratılışlıdır.

- Dinimize göre kadının hissesi ne kadardır?
- Erkeğin yarısı kadardır.

- Bakın, eğer kıyas ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim. Kadın zayıf olduğu için ona iki, erkeğe bir hisse verilmeli derdim. Sizin söylediğiniz gibi bildirdiğime göre, bu durum, hadis-i şeriflere sıkı sıkıya bağlı olduğumu göstermez mi?
- Evet hadis-i şerife aykırılık yok.

Hazret-i İmam tekrar sordu:
- Namaz mı efdaldir, oruç mu?
- Elbette namaz efdaldir.

- Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil, namazını kaza etmesini bildirirdim. Bu da hadis-i şeriflere bağlılığımı göstermez mi?
- Evet bunda da hadis-i şeriflere aykırılık yok.

- Size bir soru daha sorayım. İdrar mı necistir, meni mi?
- Elbette idrar necistir.

- Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıkınca değil, idrar çıkınca gusletmeyi söylerdim. Hadis-i şerife aykırı şey söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.

Bu konuşma üzerine Muhammed bin Hasan hazretleri, İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin kendisine yanlış tanıtıldığını anlayarak kalkıp onun alnından öptü. Bu olayda gösteriyor ki, âlimi ancak âlim anlar.

İmam-ı a'zam hazretlerinin her sözü, her işi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile idi. Bir kimse, dört mezhep imamının sözlerini, kıskanmadan ve inat etmeden, insaf ile incelerse, her birinin, gökteki yıldızlar gibi olduklarını görür.

İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:
Nass [yani âyet, hadis] olan yerde kıyas yapılmaz. Biz, zaruret olmadıkça kıyas yapmayız. Bir sual karşısında kalınca, önce Kur'an-ı kerimde ararız. Bulamazsak, hadis-i şeriflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshab-ı kiramın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu sualin cevabını bunlarda da bulamazsak, kıyas yaparak cevabını buluruz.

İmam-ı a'zam hazretleri hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyas ettikten sonra, Hazret-i Ebu Bekrin sözünü işitirse, kendi reyini bırakıp, O söze uygun cevap verirdi. Bütün Eshab-ı kiram için de böyle yapardı.

Numan’ın kölesi
Büyüklerden birisi anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğunu sordum:
- Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
- Annem bana hamile iken doğuma yakın ölmüş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıkarın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.

İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.)

İslamiyet’te büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.

Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)

Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.

Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru söze karşı kalblerin saf olması gerektir, dediler.

- O halde kılıçlarınızı kınlarına sokunuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
- Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.

- Bir kimse şarap içip sarhoş olarak ölse, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar yahudi, mecusi veya hıristiyan mıdır?
- Hiç birisi değildir.

- Ya hangi dindendir?
- La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha duçar oldular.

- Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, insafla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.
- Bu üç haslet imandır.

- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?
- Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.

- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?

Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sünnet oldular.

Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
- İmamın okumasını kâfi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
- Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
- Nasıl tartışmak istiyorsunuz?

- İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.
- Teklifiniz uygun...

- O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?
- Peki kabul ettik.

- Tartışmayı ben kazandım.
- Nasıl olur, daha başlamadık bile...

- Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
- Evet...

- Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tâbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama güvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
- Evet anlaştık.

Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Hazret-i İmam oğlunun hocasına beş yüz akça hediye etti. [Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.]
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.

Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?

Hocasına saygısı
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)

Kıymetli söz ve nasihatlerinden bazıları:

“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”

“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”

“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”

“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh öğrenmek] kendisine ağır gelir.”

“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”

“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”

“Allahü teâlâ bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”

“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”

“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”

“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikâr; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”

“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”

“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır.”

Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:

“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!

Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”

Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”

İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da şöyledir:
“Konuşurken yüksek sesle konuşma. Hiç bir işinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele şeytandır.

Susmayı âdet edin. Her ayda birkaç gün oruç tut. Nefsini hesaba çek, ilmi muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan. Dünya nimetine ve sağlığına güvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin. Sakın ölümü hatırından çıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.

Kötü kimseyi; kötülüğü ile anma, bir iyiliğini bul, onu söyle. Eğer kötülüğü din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onları koru.

Bid’at ehlinden uzak dur. Küfür ehli ile zaruretsiz konuşma, mümkünse onları İslam’a davet et, değilse, onlarla görüşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten önce mescide gel.

Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dünya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret et.

Yolda giderken sağına soluna bakma, önüne bak. Bahşiş verilen yerlerde herkesten daha çok ver. Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma. Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları yerlere gitme. Fısk, çalgı, müzik ve diğer haram bulunan eğlence yerlerine girme.

İlim meclisinde sakın kızma. İnanılması zor olan hikayeleri anlatma. Bu nasihatimizi, canı gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira bunlar senin ve herkesin iyiliği içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et .”

Vefatı
İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehid oldu.

Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki:
“Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”

“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin, imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.

Eserleri:
İmam-ı a’zamın eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.

1- Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı a’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.

2- El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.

3- El-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.

4- Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.

5- Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.

6- Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.

7- Kaside-i Numaniyye

8- El-Asl

9- El-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:20:25
İmam-ı Malik

Cennet ile müjdelenmiş olan Ehl-i sünnet vel-cemaatin dört büyük mezhebinden biri olan Maliki mezhebinin reisidir.

Adı, Malik bin Enes’dir. 90 (m. 709) senesinde Medine'de doğdu. 179 (m. 795)’de yine Medine'de vefat etti. Eshab-ı kiramdan olan dedesi Ebu Amr'dır.

Tebe-i tabiinden olan imam-ı Malik, ilim ve hadis rivayetiyle meşgul olan bir ailede ve çevrede yetişmiştir. Dedesi Malik, babası Enes ve amcası Süheyl, hadis rivayeti yapmışlardır. Yaşadığı muhit, Peygamber efendimizin yaşamış olduğu ve İslam’ın hükümlerinin va'z edildiği ve çok ilim ehlinin bulunduğu Medine-i münevvere idi.

Önce Kur'an-ı kerimi ezberledi. Kendisinin isteği ve ailesinin yardım ve teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Bu hususta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir. Annesine, ilim tahsiline gitmek istediğini söyleyince, ona en güzel elbiselerini giydirerek sarığını sarıp: "Şimdi git, oku, yaz" demiştir. Ayrıca oğluna zamanın meşhur âlimi Rabi'at'ur Rey'in yanına gitmesini, ondan ilim ve edep öğrenmesini söylemiştir. Bu teşvik üzerine Rabi'a bin Abdurrahman'ın derslerine devam edip, genç yaşta re'ye dayanan fıkıh ilmini öğrendi Diğer âlimlerin de derslerine devam etti ve bilhassa yanından hiç ayrılmadığı hocası Abdurrahman bin Hürmüz'ün derslerinden çok istifade etmiştir.

Bu hocası hakkında şöyle derdi:
"İbni Hürmüz'ün derslerine onüç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını hiç kimseye söyleyemiyorum. O, bid’at ehlini red bakımından ve insanların ihtilaf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgilisi idi."

İmam-ı Malik, muhitindeki bütün âlimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük fedakârlık göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve herşeyini harcamış, hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: "Öğle vakti Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah'ın azatlısı olan Nafi'ye giderdim ve kapısında beklerdim. Nafi', Hazret-i Ömer'den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah'ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiç bir gölge bulamazdım. Nafi', dışarı çıkınca edeple selam verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip, "Abdullah bin Ömer şu meselelerde ne buyurmuştur?" diye sorardım. O da suallerimi cevaplandırırdı."

İmam-ı Malik, Nafi' vasıtasıyla Hazret-i Ömer'in ve oğlu Abdullah'ın ilimlerini öğrendi. Ayrıca İbni Şihab ez-Zühri'den ve Said bin el-Müseyyib gibi Tabiin'lerden ilim öğrenmiştir. Bu hocalarından da ders almak için üstün bir gayret ve edep gösterirdi.

İmam-ı Malik şöyle anlatmıştır:
"Bir bayram günüydü. Bayram namazını kıldıktan sonra, bugün İbni Şihab'ın boş vakti olur diyerek evine gidip kapısının önüne oturdum. Hizmetçisine kapıda kim var bak dediğini duydum, o da kumral yüzlü talebeniz var deyince, onu derhal içeri al demesi üzerine beni içeri aldılar.

Biraz bekledim, ibni Şihab yanıma gelip bana "Herhalde evine gitmeden buraya geldin, yemek yemedin değil mi?" dedi. Daha ben hayır demeden yemek hazırlanmasını emredince, "Yemeğe ihtiyacım yok" diye mukabelede bulundum. Bunun üzerine, öyleyse söyle bakalım ne istiyorsun dedi. Bana hadis-i şerif öğretmenizi istiyorum efendim deyince, yazı yazacak sahifelerini çıkar dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tane hadis-i şerif rivayet etti. Biraz daha rivayet etmesini isteyince, şimdilik bu kadar yeter" dedi.

İmam-ı Malik, Cafer-i Sadık hazretlerinden de ilim almış, onun sohbetinde bulunmuştur. Bu hususta kendisi şöyle anlatır:
"Cafer bin Muhammed'e giderdim, o çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Yanında Resulullah anılınca yüzü sararırdı. Onun meclisine uzun zaman devam ettim. Her görüşümde ya namaz kılar ya oruçlu olur veya Kur'an-ı kerim okurdu. Abdestsiz hadis-i şerif rivayet etmezdi. Manasız sözleri hiç ağzına almazdı. O takva sahibi, zahid, abid ve âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yaslandığı yastığını alır, mutlaka bana ikram ederdi."

Bir gün hocası Ebu'z Zinad'a hadis rivayet ederken rastlamış ve halkasına katılmamıştır. Daha sonra hocası bizim halkamıza niçin oturmadın? diye sorunca şu cevabı vermiştir:
"Yer dardı, oturamadım. Peygamber efendimizin hadisini ayakta dinlemek, edepsizlik olur diye ayakta dinlemek istemedim."

Netice itibariyle imam-ı Malik, ilmini imam-ı Zühri' den, Yahya bin Said'den, Muhammed ibni Münkedir'den, Hişam bin Amr'dan, Zeyd ibni Eslem'den, Rabi'a bin Abdurrahman ve daha birçok büyük âlimlerden almıştır. Üçyüzü Tabiinden, altı yüzü de onların talebelerinden olmak üzere dokuzyüz hocadan hadis-i şerif aldı. Ayrıca; Eshab-ı kiramın büyüklerinden Hazret-i Ömer'in, Hazret-i Osman'ın, Abdullah bin Ömer'in, Abdurrahman bin Avf'ın, Zeyd bin Sabit'in fetvalarını ve vahyin gelişine şahit olan, Peygamber efendimizi görüp Onun hidayet nurundan aydınlanarak, Ondan öğrendiklerini nakleden diğer Esbabın fetvalarını ve kendisinin yetişemediği Tabiinin fetvalarını da öğrenmiştir. Akaide dair bilgileri ve diğer bütün ilimleri öğrenip, zamanının en büyük âlimlerinden olup; ictihad derecesine yükselmiştir.

Peygamber efendimiz; “Öyle bir zaman gelir ki, insanlar her tarafı ararlar, Medine’deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar” buyurdu. Süfyan ve Abdullah ibni Ömer’in azatlısı olan Nafi ve Zühri, Medine’deki âlimden maksat imam-ı Malik’tir dediler. Bu hadis-i şerifte, onun geleceği ve üstünlüğü bildirilmiştir.

İmam-ı Malik hazretleri, tahsilini tamamlayıp ilimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ders vermeye, hadis rivayet etmeye ve fetva vermeye başladı. Bu işe başlamadan önce de zamanında bulunan büyük âlimlerle ve faziletli kimselerle istişare yapıp, onların da muvafakatını aldı.

Bu hususta kendisi şöyle demiştir:
"Her isteyen kimse hadis rivayet etmek ve fetva vermek için mescide oturamaz, ilim erbabı ve mescitte itibarı olan kişilerle istişare etmesi gerekir. Eğer onlar, kendisini bu işe ehil görürlerse o zaman oturup ders ve fetva verebilir. Ben, ilim sahiplerinden yetmiş kişi, benim bu işe ehil olduğuma şahitlik etmedikçe, mescide oturup ders ve fetva vermedim."

Kendisinin ehil olduğuna dair yetmiş âlimin şahadetinden sonra ilk önce Peygamber efendimizin mescidinde ders vermeye başladı. Hazret-i Ömer'in oturduğu yere oturur ve Abdullah bin Mesudun oturduğu evde otururdu. Böylece onların yaşadığı yerde ve çevrede, bulunurdu. İmam-ı Malik de imam-ı a'zam gibi derslerini mescitte verirdi.

El-Vakıdi der ki:
"İmam-ı Malik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenaze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyaret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı."

İmam-ı Malik hazretlerinin hadis-i şerif dersleri ve vuku bulmuş meselelerle ilgili dersleri yani fetva işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadis-i şerif öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetva vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evine ders için gelenlere sordururdu, eğer fetva için gelmişlerse dışarı çıkıp fetva verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gayet güzel bir kıyafetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşu' içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadis-i şerif dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı.

Hac mevsimi hariç, diğer zamanda, Medinelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu ki, gelenleri evi almazdı. Bunun için önce Medinelileri kabul eder, bunlara hadis rivayeti ve fetva verme işi bitince, sonra sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. Hasen bin Rebi' der ki: "Bir defasında imam-ı Malik'in kapısında idim, onun çağırıcısı önce Hicazlılar içeri girsinler diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin diye çağırdı. Yanına giren en son ben oldum."

İmam-ı Malik hazretleri, derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsil edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: "İlim tahsil edenlere vakarlı ciddi olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir, ilim sahiplerinin, bilhassa ilmi müzakereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken adabdandır."

Yine bir talebesi şöyle der: "İmam-ı Malik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sade bir şekilde katılırdı. Hadis-i şerif okumaya ve anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi, biz de onu tanımıyorduk."

İmam-ı Malik hazretleri elli sene müddetle ders ve fetva vermek suretiyle, insanların müşküllerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin müracaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.

İmam-ı Malik hazretleri, Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilminde büyük bir âlim idi. Tefsir ilminde, âyet-i kerimelerden binlerce dini hüküm çıkaran büyük bir müfessir ve müctehid idi. Tefsir ilminde "Garib-ül Kur'an" adlı bir eseri vardır. Bu eseri kendisinden Halid bin Abdurrahman el-Mahzumi rivayet etmiştir.
Hadis ilminde ise pek meşhur bir âlim ve muhaddistir. Amir bin Abdullah ibni Zübeyr bin Avvam, Nuaym bin Abdullah, Zeyd bin Eşlem, Nafi' Mevla ibni Ömer, Seleme bin Dinar, Kadı Şüreyk bin Abdullah Nehai, Salih bin Keysan, İmam-ı Zühri, Safvan bin Selim ve daha çok sayıda hadis âliminden hadis-i şerif rivayet etmiştir. Görüşüp, hadis-i şerif rivayet ettiği âlimlerin sayısı dokuzyüz civarındadır. Hadis ilminde hüccet olduğuna dair ittifak vardır. Yazmış olduğu "Muvatta" adındaki hadis kitabı çok muteber ve kıymetli bir eserdir.

İmam-ı Malik hazretlerinin rivayet ettiği hadis-i şerifler ayrıca Kütüb-i sitte denilen meşhur altı hadis kitabında yer almıştır.

Emevi devletinin parlak ve çöküş devrinde Abbasi devletinin kurulup geliştiği ve hakimiyeti elde ettiği bir devirde yaşayan İmam-ı Malik, çok hadiselere şahit olmuş, bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet itikadını savunmuş, insanların doğru yola kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. Hicaz'da hadis öğrenme, dini sualleri sorma ve fetva hususunda büyük bir müracaat mercii olan imam-ı Malik pek çok âlim yetiştirmiştir.

Zerkani, (Muvatta kitabını şerh ederken diyor ki, (imam-ı Malik, meşhur mezhep imamıdır. Yükseklerin yükseğidir. Aklı kâmil, fadlı aşikârdır. Resulullahın hadis-i şeriflerinin vârisidir. Allah’ın kullarına, Onun dinini yaydı. Dokuzyüz âlimle sohbet ve istifade etti. Kendisi yüz bin hadis-i şerif yazdı. Onyedi yaşında ders vermeye başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan çok idi. Hadis ve fıkıh öğrenmek için kapısına toplanırlardı. Kapıcı tutmak zorunda kaldı, önce talebesine, sonra halktan herkese izin verir, içeri girerlerdi. Helaya üç günde bir giderdi. "Helada çok bulunmaktan haya ediyorum" derdi. (Muvatta kitabını yazınca, kendi ihlasından şüphe etti. Kitabı suya koydu. "Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lazım değildir" dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı.

Abdurrahman bin Enes, hadis ilminde, şimdi yeryüzünde Malik'den daha emin kimse yoktur. Ondan daha akıllı bir şahıs görmedim. Süfyan-ı Sevri, hadiste imamdır. Fakat, sünnette imam değildir. Evza'i, sünnette imamdır. Fakat, hadiste imam değildir, imam-ı Malik, hadiste de, sünnette de imamdır derdi. Yahya bin Sa'id, imam-ı Malik, Allahü teâlânın kullarına yeryüzünde hüccetidir, derdi.

İmam-ı Şafii, "Hadis okunan yerde, Malik, gökteki yıldız gibidir, İlmi ezberlemekte, anlamakta ve korumakta, hiç kimse, Malik gibi olamadı. Malik ile Süfyan bin Uyeyne olmasalardı, Hicaz'da ilim kalmazdı" derdi.

Abdullah, babası Ahmed bin Hanbel'e sordu: Zühri'nin talebeleri arasında en kuvvetli hangisidir? Malik, her ilimde daha kuvvetlidir buyurdu. Abdullah ibni Vehb diyor ki, Malik ve Leys olmasalardı, hepimiz sapıtırdık. Evza'i, imam-ı Malik'in ismini işitince, o, âlimlerin âlimi, Medine'nin en büyük âlimi ve Haremeyn'in müftisidir derdi.

Süfyan bin Uyeyne, imam-ı Malik'in vefatını işitince, "Yeryüzünde bir benzeri kalmadı. Dünyanın imamı idi. Hicazın âlimi idi. Zamanının hücceti idi. Ümmet-i Muhammedin güneşi idi. Onun yolunda bulunalım" dedi.

Mus'ab diyor ki, babam, Abdullah bin Zübeyr'den işittim; Malik ile Mescid-i nebevi'de idik. Biri gelip, Ebu Abdullah Malik hanginizdir dedi. Gösterdik. Yanına gidip selam verdi. Boynuna sarılıp, alnından öptü. Rüyada Resulullahı burada oturuyor gördüm. (Malik'i çağır) buyurdu. Sen geldin. Titriyordun. (Rahat ol ya Eba Abdullah! Otur, göğsünü aç) buyurdu. Açınca her yere güzel kokular yayıldı dedi. İmam-ı Malik ağladı ve rüyanın tabiri ilimdir dedi.

İmam-ı Şafii ile imam-ı Ahmed bin Hanbel, imam-ı Malik'in sohbetinde bulunmuşlardır. Onun ilminden çok istifade etmişlerdir. Bunların, imam-ı Malik'in talebesinden olması, onun şeref ve üstünlüğüne kâfidir, en büyük vesikadır.

Kendisinden daha bir çok kimseler ilim öğrenip, herbiri memleketlerinin âlimi ve insanların rehberi olmuştur. Bunlardan bazıları şu zatlardır Muhammed bin ibrahim bin Dinar, Ebu Haşim ve Abdulaziz bin Ebi Hazım. Bunların herbirisi dinde ehli ictihad sahibi idiler. Osman bin Hakem, Abdurrahman ibni Halid, Muin bin İsa, Yahya bin Yahya, Abdullah bin Mesleme-i Ka'buni, Abdullah bin Vehb... gibi daha nice talebesi vardır. Bütün bunlar, hadis ilminde mümtaz âlim olan imam-ı Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Ahmed ibni Hanbel, Yahya ibni Main ve diğer hadis âlimlerinin üstadlarıdır. Celaleddin Süyuti, imam-ı Malik'den hadis rivayet eden 993 zatın isimlerini elifba sırasıyla (Kitabü tezyinil memalik bi menakıbıs Seyyid İmam Malik) adlı kitabında yazmıştır.

İmam-ı Malik hazretleri, herhangi bir dini meselenin hükmünü tayin için, Kur’an-ı kerime, hadis-i şeriflere, ümmetin icmaına ve lüzum olduğunda kıyasa müracaat ederdi.

İmam-ı Malik'in bu usullere göre ictihad ederek çıkardığı hükümlere, rivayet yolu veya Hicaz âlimlerinin yolu denir ki, bu yolun imamı, imam-ı Malik'dir. O, ictihadlarıyla müslümanların işlerinde ve amellerinde uyacakları bir yol gösterdi, bu yola Maliki Mezhebi denilmiştir. Ehl-i sünnet itikadından olan müslümanlardan, amellerini, yani ibadet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Maliki" denir.

İmam-ı Malik hazretlerinin menkıbelerinden ve sözlerinden bir kısmı şunlardır:

İmam-ı Şafii buyuruyor ki:
"Âlimler anıldığı zaman imam-ı Malik onlar arasında parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerimde minneti ve ihsanı ondan çok olanı yoktur."

Medine Valisi, imam-ı Malik'ten, bir ictihadından vaz geçmesini istedi. Kabul etmeyince, kırbaçla vurdurdu. Her vuruşta, "Ya Rabbi, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar" diyordu. Nihayet bayılıp düştü. Sonra ayılınca da: "Şahit olunuz, ben hakkımı beni döğenlere helal ettim" dedi. Halife, valinin cezalandırılması için kendisinden izin isteyince ona: "Hayır, ben onu affettim" buyurdu.

Hazret-i İmam, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlak, zühd, takva ve kerem bakımından da öyle yüksek idi. İmam-ı Malik, ilimde ve dinde çok edepliydi. Din bilgisine hürmet ve tazimi şaşılacak derecede fazlaydı.

Ebu Abdullah Mevla'l-Leyseyn şöyle anlatmıştır:
"Rüyamda, Resulullahı gördüm. Mescitte ayakta duruyordu, insanlar da etrafını sarmıştı. İmam-ı Malik de önünde duruyordu. Resulullahın önünde misk dolu bir kap vardı. O miskten avuç avuç alıp, İmam-ı Malik'e veriyordu. O da insanlara dağıtıyordu." Bunu Ebu Abdullah'dan nakleden Matraf; "Bu rüyayı imam-ı Malik'in ilimdeki üstünlüğüne ve sünnet-i seniyyeye bağlılığına yordum" demiştir.

Zehebi, (Tabakatül Huffaz) kitabında İmam-ı Malik'i şöyle anlatır:
"Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivayet, diyanet, adalet, sünnet-i seniyyeye tâbi, fıkıhta, fetvada kaidelerin sıhhatinde önde gelen bir zat idi. Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" derdi. Ve "İlim kalkanı bilmiyorum demektir" buyururdu.

Bir gün Halife Harun Reşid dedi ki:
"Ya İmam senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin senin mezhebine uymasını emredeceğim."

İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:
"Ya halife, hadis-i şerifte; "Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları rahmettir" buyuruluyor. Bu farklı ictihadlar Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidayet üzeredir. Müslümanları bu rahmetten mahrum bırakmak yanlıştır." Bunun üzerine halife bu arzusundan vazgeçti.

Harun Reşid, imam-ı Malik hazretlerinden her gün evine gelip, oğlu Emin ile Memuna ders vermesini istedi. İmam-ı Malik hazretleri Halifeye buyurdu ki:
"Ya halife, uygun olanı çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha aziz etsin! İlmi aziz ederseniz aziz olursunuz; zelil ederseniz zelil olursunuz, İlim bir kimsenin yanına gitmez, o ilmin yanına gelir." Bunun üzerine halife, imam-ı Malik'ten özür diledi ve her gün çocuklarını İmama göndererek ders aldırttı.

Malik bin Enes hazretleri ilmiyle amel eden yüksek bir veliydi. Buyurdu ki: "İlim öğrenmek isteyen kimsenin vakarlı ve Allahü teâlâdan korkması lazımdır. İlim, çok rivayet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nuru sevdiği mümin kullarının kalbine koyar." Bir defasında da; "Eğer elimde imkan olsaydı, Kur'an-ı kerimi kısa aklıyla, kendi görüşüne göre tefsir edenin boynunu vururdum" buyurdu.

İnsanlara hayırlı ve güzel işler yapmalarını tavsiye ederdi. "Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz. İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz" buyurarak, Peygamber efendimizin; (Kişinin malayaniyi (faydasız şeyleri) terk etmesi, müslümanlığının güzelliğindendir) hadis-i şerifini rivayet ederdi. İnsanların her sözünün kendisinin leh ve aleyhinde olduğunu bildirerek Peygamber efendimizin; (Bir kişi bir söz söyler de o sözden dolayı Cehennem ateşine düşeceği hatırına gelmez. Bir kimse de bir söz söyler, bu sözden dolayı Allahü teâlânın kendisini Cennete koyacağı aklına gelmez) hadis-i şerifini rivayet ederdi.

Müslümanlar arasında Allahü teâlânın rızasına uygun sevgi ve muhabbetin bulunmasının gerektiğini bildirerek; (Müsafeha ediniz, aranızdaki kin gider. Birbirinize hediye veriniz ki, sevişirsiniz ve aranızdaki düşmanlık gider) hadis-i şerifini naklederdi.

Kibirli ve kendini beğenen kimselerden hoşlanmazdı. "Bir kimse kendini övmeye başlarsa, değeri düşer" buyururdu.

İmam-ı Malik hazretlerinin Peygamber efendimize karşı olan sevgi, saygı ve edebi sınırsızdı. Resulullah efendimizin ismi anıldığı zaman, rengi değişir, yüzü sararırdı. Bu durum orada bulunanlara ağır gelirdi. Bir gün ona bu husus söylenince, buyurdu ki: "Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, bu hâlimi hoş karşılardınız. Ben, Muhammed bin Münkedir'i gördüm. O hafızların efendisi idi. Ona ne zaman bir hadis-i şerif sorulsa ağlamaya başlardı. Cafer bin Muhammed, güler yüzlü bir zattı. Yanında Resulullah anıldığı zaman yüzü sararırdı. O, Resulullahtan bahsettiği zaman mutlaka abdestli olurdu."

İmam-ı Malik hazretlerinin Medine-i münevverede hayvana bindiği görülmemiştir.
“Resulullah efendimizin mübarek kabrinin bulunduğu bir yerde hayvan üzerinde nasıl gezebilirim" buyururdu.

İmam-ı Malik hazretleri insanlara hadis-i şerif okuttuğu sırada bir hadis-i şerifi rivayet edeceği zaman abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını tarar, iki rekat namaz kılar, güzel kokular sürünür, her haliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş tarafına vakarlı bir şekilde otururdu. Başını önüne eğerdi ve hadis-i şerifi okurdu. Ona böyle yapmasının sebebi sorulunca; "Resulullahın hadis-i şerifine saygı göstermek için böyle yapıyorum. Eğer âlimler ilme karşı böyle saygı gösterirlerse, Allahü teâlâ da insanlar yanında onların derecesini yükseltir ve devlet adamlarının kalbinde heybetli ve vakarlı kılar. Ey ilim talep etmek isteyen kimse! Sen de ilme saygı göster. Kim ilme tevazu gösterirse, Allahü teâlâ onu yükseltir. Çünkü kim Allahü teâlâ için tevazu ederse, Allahü teâlâ onun derecesini yükseltir" buyurdu.

Malik bin Enes hazretleri, kendisinden nasihat isteyen zeki ve anlayışlı bir kimseye; "Allahü teâlâdan kork. Allahü teâlânın sana lutfettiği nuru günah işlemek suretiyle söndürme" buyurdu.

Bir kimse gelip imam-ı Malik hazretlerinden bâtın (kalb) ilimleriyle ilgili bilgi sordu. İmam-ı Malik hazretleri bu kimsenin sualini hoş karşılamadı ve ona; "Bâtın ilmi zahir ilmini öğrendikten sonra öğrenilir. Zahiri ilimleri öğrenip onunla amel eden kimseye Allahü teâlâ bâtın ilmini açar. Bâtın ilmi ancak kalbin açık olup nurlanması ile elde edilir" buyurup, suali soran şahsa dönüp; "Sen açık ve zahir olan şeylere sarıl. Bilinmeyen yollara girmekten sakın. Bildiklerinle amel et. Bilmediklerini, anlayamadığın şeyleri bırak" buyurdu.

İmam-ı Malik hazretleri devlet adamlarına gerekli nasihatte bulunur, hatalarını söylemekten çekinmezdi. Ancak hiçbir suretle kimseyi devlete karşı ayaklanmaya teşvik etmezdi. Fitne ve fesada asla razı olmazdı. Derslerinde fitne ve fesadın karşısında olduğunu her vesileyle anlattı. İmam-ı Malik hazretleri halifelerle, idarecilerle münasebetini kesmedi. Onlara vaaz ve nasihatlerde bulunup, hayır tavsiye etti. Âlimleri de halifeleri ve idarecileri doğru yolu anlatmaları için teşvik etti. Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlânın, kalbine ilim ve fıkıh koyduğu her müslümana ve her kişiye, elinde kuvvet olan idarecilerin yanına gelip onlara hayrı tavsiye etmesi, onları kötülükten sakındırması borçtur. Çünkü onlara bu vazifenin yapılmasıyla dünyanın yüzü değişir ve faziletli bir dünya doğar."

Talebelerinden biri ona; "İnsanlar sizin devlet adamlarıyla çok sık görüştüğünüzü söylüyorlar, size yakıştıramıyorlar" deyince, imam-ı Malik hazretleri; "Bunu bilerek yapıyorum. Çünkü bunu yapmasam layık olmayan biriyle görüşür, işleri ona danışırlar. Eğer onlarla gidip görüşmesem, bu şehirde Peygamber efendimizin sünnetlerinden işlenip, tutulan kalmaz" buyurdu.

Medine-i münevveredeki Mescid-i Nebide hadis-i şerif rivayet ediyordu. Bu mecliste halife Harun-ür-Reşid de vardı. İmam-ı Malik hazretleri; (Âlim ilmini umumdan başkasına tahsis eylese, o ilimden umum ve havas (seçilmişler) istifade edemez) hadis-i şerifini rivayet etti. Harun-ür-Reşid insanlar arasında bu hadis-i şerifi yüksek sesle söyledi. Bunun üzerine hadis-i şerif okumak ve öğrenmek isteyenler, mescide koştular. Mescid tamamen doldu. İmam-ı Malik hazretleri; (Allah için tevazu edeni, Allahü teâlâ yükseltir) hadis-i şerifini rivayet etti. Harun-ür-Reşid oturduğu yüksek yerden indi. Hadis-i şerif dinleyen talebe ile beraber oturdu, sonra kitabı okudu.

Buyururdu ki
"İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz."

"Mescide giren münafıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar."

"Kendisine hayrı olmayan kimsenin, başkasına hayrı olmaz."

Eserleri:
"Muvatta" adındaki hadis kitabı çok kıymetlidir. Muvatta'yı kırk senede meydana getirmiştir. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Bu şerhlerinin en meşhuru "el-Müdevvene" adlı eserdir. Bu kitap, hadis-i şerifleri fıkıh konularına göre içine almış olup, yazılan ilk hadis kitabıdır. Bu kitapta ayrıca imam-ı Malik'in ictihad ettiği fıkhi mevzular da bulunmaktadır. Çeşitli tarihlerde basılmıştır. Biri, Yahya bin el-Leysi'nin rivayeti; diğeri de imam-ı a'zamın talebesi Muhammed Şeybani tarafından yapılan iki rivayeti vardır. Bu eserinden başka Abdullah bin Abdülhakim Mısri tarafından rivayet edilen "Kitab-üs-sünen" adlı fıkha dair bir eseri, kadere, kazai hükümlere dair ve fetvalarını bildiren "Risale fil fetva" gibi eserleri vardır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:21:37
İmam-ı Şafii

Cennet ile müjdelenmiş olan Ehl-i sünnet vel-cemaatin dört büyük mezhebinden biri olan Şafii mezhebinin reisidir.

Adı, Muhammed bin İdris’tir. Dedesinin dedesi Şafi, Kureyş kabilesinden ve eshab-ı kiramdan olduğu için, Şafii adı ile meşhur olmuştur. Şafi’in dedesinin dedesi de Haşim bin Abdi Menaf’dır.

150 (m.767) senesinde Gazze’de doğdu. 204 (m.820)’de Mısır’da vefat etti. Kabri, Kurafe kabristanlığında büyük bir türbe içindedir.

Henüz beşikte iken babası vefat etmişti. Annesi onu iki yaşında, asıl memleketleri olan Mekke'ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince Kur'an-ı kerimi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.

Daha küçük yaşta iken Mekke'de bulunan zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam etmeye başlamıştır. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: "Kur'an-ı kerimi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harama gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kağıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim."

Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, Huzeyl kabilesinin arasına gitti. Bu hususta da şöyle demiştir:
"Ben Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, bir çok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum."

Daha on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi imam-ı Malik'in "Muvatta" adlı hadis kitabını, dokuz günde ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke'deki Süfyan bin Uyeyne, Müslim bin Halid ez-Zenci gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Tahsilinde en önemli safha, imam-ı Malik hazretlerine talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke'den Medine'ye gidip, imam-ı Malik'den ders almasını şöyle anlatmıştır:
"İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Halid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medine'de bulunan Malik bin Enes'in büyüklüğünü ve müslümanların imamı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan "Muvatta"nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz günde ezberledim. Mekke valisine gidip, birini Medine valisine birisini de Malik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medine'ye gittim. Medine'ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine valisi ile birlikte imam-ı Malik'in yanına gittik, imam-ı Malik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu imama takdim etti. Mektupta "Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca "Sübhanallah! Resulullahın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur" dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed'dir dedim. Ey Muhammed, dedi, ileride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvatta'yı okusun buyurdu. Ben de onu ezberledim, ezberden okurum dedim. Ertesi gün imam-ı Malik'e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, imamı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvatta'yı bitirdim."

İmam-ı Malik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmam-ı Malik onu himayesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan imam-ı Şafii Mekke'ye dönünce, oraya gelen Yemen valisi, onu Yemen'e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek, ilmini ilerletmek için, imam-ı a'zamın talebesi olan imam-ı Muhammed'den ders almaya başladı. İmam-ı Muhammed onu kendi himayesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak'ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhur olan rivayetleri öğretti, imam-ı Muhammed ayrıca İmam-ı Şafii'nin üvey babası idi. İmam-ı Şafii onun ilminden ve kitaplarından çok istifade etmiştir.

Ebu Ubeyd şöyle demiştir:
İmam-ı Şafii'den duydum, buyurdu ki, "İmam-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kufe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebu Hanife'nin çocuklarıdır." Yani bir babanın çocukları için lazım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur.

İmam-ı Şafii, Bağdat’ta imam-ı Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslam beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke'deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bu sırada Bağdat İslam âleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, imam-ı Şafii'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke'de imam-ı Şafii ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine imam-ı Şafii ile emsal olan Ishak bin Raheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvalara hayran kalıyordu. Ders ve fetva vermekte uyguladığı usul, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usulü olan, usul-i fıkıh ilmi idi.

O buna göre açıklamalarda bulunuyordu. Güzel ve açık konuşması, ifade ve izah tarzı, münazara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlü idi. İmam-ı Şafii Bağdat’ta bulunduğu sırada (el-Kitab-ül Bağdadiyye) adını verdiği eserini yazdı. İmam-ı Şafii'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak, ondan ders alıp ilim öğrenen talebelerinden bir kısmı şunlardır: Ahmed bin Hanbel, İshak bin Raheveyh, ez-Zaferani, Ebu Sevr İbrahim bin Halid, Ebu İbrahim Müzeni, Rebi' bin Süleyman-ı Muradi gibi bir çok âlim. Daha sonraki asırlarda, Şafii mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhur olanlardan bazıları da şunlardır: Hadis âlimlerinden imam-ı Nesai, kelam (akaid) âlimlerinden Ebul-Hasen-i Eşari, imam-ı Maverdi, imam-ı Nevevi, imam-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, imam-ı Gazali, İbni Hacer-i Mekki... Kaffal-ı Kebir, İbni Subki, imam-ı Suyuti v.b.

İmam-ı Nesai'nin (Sünen)'i meşhurdur, imam-ı Eşari, Ehl-i sünnetin itikaddaki iki imamından birisidir. Hocalarının zinciri imam-ı Şafii'ye ulaşır.

İmam-ı Şafii hazretleri, ilim, zühd, marifet, zeka, hafıza ve nesep bakımlarından zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. Onüç yaşında iken, Harem-i şerif de "Bana istediğinizi sorunuz" derdi. Onbeş yaşında iken fetva verirdi. Zamanının en büyük âlimi olan ve üçyüz bin hadis-i şerifi ezbere bilen imam-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Çok kimse imam-ı Ahmed'e, "Böyle büyük bir âlim iken, karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde, "Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır" derdi. Bir kere de, "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına imam-ı Şafii ile tekrar açtı" dedi. Bir kere de, "İslamiyet’e, şimdi Şafii'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum" dedi. İmam-ı Ahmed yine buyurdu ki: (Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dinimi, herkese onun ile öğretir) hadis-i şerifinde bildirilen âlim, imam-ı Şafii'dir. Hadis-i şerifte (Kureyş'e sövmeyiniz. Zira Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur) buyuruldu. İslam âlimleri bu hadis-i şerif, imam-ı Şafii'nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının imam-ı Şafii'ye çok dua ettiğini görerek sebebini sorunca: "Oğlum, imam-ı Şafii'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifasıdır" demiştir. Bir seferinde de; "Eline kalem kağıt alan herkesin imam-ı Şafii'ye şükran borcu vardır" demiştir.

İmam-ı Şafii hazretlerinin rivayet ettiği hadis-i şerifler, Sahih-i Müslim'de, Sünen-i Ebi Davud, Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nesai, Sünen-i ibni Mace ve Sahih-i Buhari'nin ta'likatında yer almıştır.

İmam-ı Şafii hazretleri, ikinci defa Bağdat’a gidişinden sonra, Bağdat’taki siyasi ve fikri kargaşalıklar sebebiyle Mısır'a gidip, ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. İmam-ı Şafii, imam-ı Malik'in ve imam-ı a'zamın talebesi imam-ı Muhammed'in derslerine devam ederek, imam-ı a'zamın ve imam-ı Malik'in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edip olduğundan, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin ifade tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi, iki tarafta da kendi usulüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanların ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola "Şafii Mezhebi" denildi. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şafii" denir.

Menkıbeleri ve methi:
Süfyan-ı Sevri şöyle demiştir:
"İmam-ı Şafii'nin aklı, zamanındaki insanların yarısının akılları toplamından fazladır."

Abdullah-i Ensari buyurdu ki:
"İmam-ı Şafii'yi çok severim. Çünkü evliyalıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum."

Az yer, az uyurdu. "On altı senedir, doyasıya yemek yemedim" buyurdu. Sebebi sorulunca, "Çok yemek bedene ağırlık verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idraki azaltır, çok uyku getirir ve böylece insanı ibadetten alıkoyar. Kulluğun başı az yemektir" buyurdu.

İmam-ı Şafii'nin siması, gayet güzel ve sevimli idi. Üstün bir zekaya ve kabiliyete sahip idi. Peygamber efendimizin sünnetine son derece riayet ederdi, ilmi, tevazusu, heybet ve vakarı ile kalblere tesir ederdi. Kur'an-ı kerim okurken dinleyenler kendinden geçerdi.

Orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken, yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, (el-bereketü fil-kana'ati) Bereket, kanaat etmektedir, yazılı idi.

Harun Reşid, her sene Bizans imparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münakaşa etmek için ruhbanlar gönderdi: "Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz" dedi. Dörtyüz hıristiyan geldi. Halife, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmam-ı Şafii'yi çağırarak, hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmam-ı Şafii seccadeyi omzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp üzerine oturdu ve, "Benimle münakaşa etmek isteyenler buraya gelsin" dedi.
Bu hali gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans imparatoru, adamlarının imam-ı Şafii'nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı" dedi.

Bir kere ders verirken, ders esnasında on defa ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki:
"Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resulullahın torunu ayakta dururken oturmak reva değildir."

Vefatı
İmam-ı Şafii hazretleri, din-i İslama hizmet uğrunda tükettiği hayatının son anlarını, Kur'an-ı kerimi dinleyerek geçirmiştir, ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazan-ı şerifte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. Artık vefatının yaklaştığı sırada takatsiz düşmüştü, önceki gibi okuyacak durumda değildi. Fakat okuyan birinden dinlemek arzu ediyordu. O bu halde iken, talebesi Ebu Musa Yunus bin Abdül-a'la’ya okutup, huşu içinde dinliyordu. Son nefeslerini vermek üzere iken, halini sordular. "Dünyadan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kerim olan Rabbime gidiyorum" buyurdu. Vefatı İslam âlemi için büyük bir kayıp oldu. Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları ile karşılandı. Kabri kazılırken etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun tesirinde kalıp, kendilerinden geçtiler. Kahire'de el-Mukattam dağının eteğinde Kurafe kabristanına defnedildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerindeki şimdiki muhteşem kubbe, Eyyubi sultanlarından el-Melikel-Kaim tarafından; 608 (m. 1211) yılında yapılmıştır. Selahaddin Eyyubi tarafından da, türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.

Kıymetli sözlerinden ve nasihatlerinden bir kısmı şunlardır:

"Allahü teâlâyı bilen necat (kurtuluş) bulur. Dininde titizlik gösteren, kötülüklerden kurtulur. Nefsini ıslah eden saadete kavuşur.”

"Kim şu üç şeyi yaparsa imanı kâmil olur:
1- Emr-i bil-maruf yapmak, yani Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak.
2- Nehy-i anil-münker yapmak, yani Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.
3- Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak.”

“Dünyada zahid ol, dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve teviller ile uğraşan âlimden fayda gelmez.”

“İnsanları tamamen razı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, daima Rabbini razı ve memnun etmeye bakmalı, ihlas sahibi olmalıdır.”

"İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi tevazu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felah bulur, kurtulur."

"Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbadeti ve taatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyalıklarına özenmeye değmez."

"Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Madem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itaat edenlerle beraber bulun, onları sev."

"İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır."

"Resulullahın ve Esbabının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabul etmem."

"Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır."

"Kalbine ilahi bir nur penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:
1- Günün belli bir vaktinde yalnız kalsın ve huzura dalsın.
2- Midesini pek fazla doyurmasın.
3- Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın, kötü kimselerle düşüp kalkmasın.
4- İlimleriyle yalnız dünyalık arzu eden kimselere yaklaşmasın."

“Dünyayı ve Yaradanını bir arada sevdiğini söyleyen kimse yalancıdır.”

"Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütalaası, hüzün ve kederi yok etmesin, ilmi mütalaa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce duygular uyandırır.”

"Sadık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır."

"İki kişinin, darıldıktan sonra birbirinin ayıplarını ortaya çıkarması, münafıklık alametidir."

"Haksız sözleri tasdik eden, dalkavuk ve iki yüzlüdür."

"Sadık dost, arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşa etmez."

"İbret almak istersen, hata sahibi kişilerin akıbetlerine bak da kalbini topla."

"Dünya sevgisi ile Allah sevgisini bir arada toplarım iddiasında bulunmak, yalandır."

"Âlimlerin güzelliği, nefslerini ıslah etmeleridir, ilmin süsü, şüpheli şeylerden sakınmak, yumuşak olup, sertlik göstermemektir."

"Dünya işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya düşen kimse, ibadete yönelmelidir."

"Gururlanıp böbürlenmek, adi ve bayağı kimselerin vasfıdır."

"Hizmet edene, hizmet edilir."

"Dostlar ile yapılan sohbetten sevimli bir hareket yoktur. Dostların ayrılığı kadar da gam ve keder veren şey yoktur."

"İlmi sevmeyende hayır yoktur. Böyle kimselerle dostluk ve bağlılığını kes. Çünkü, ilim kalblerin hayatı, gözlerin aydınlığıdır."

"Sadık dost ve halis kimya az bulunur, hiç arama!"

"Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kimseler ile dostluk etmek ve onlara iyilik yapmaktır."

"İlim öğrenmek, nafile ibadetten üstündür."

"Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Layık olandan ilmi esirgeyen de, zulmetmiş olur."

"Resulullahtan sonra insanların en üstünü Hazret-i Ebu Bekir, sonra Hazret-i Ömer, sonra Hazret-i Osman, sonra Hazret-i Ali'dir.” (radıyallahü anhüm)

"İlim öğrenmek için üç şart vardır: Hocanın maharetli, talebenin zeki olması ve uzun zaman."

"Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı yemek içmek (dünya) ise; kıymeti, bağırsaklarından çıkardığı kazurat kadardır."

"Dünyada en huzursuz kimse, kalbinde haset ve kin taşıyanlardır."

"Başkalarını senin yanında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni çekiştirir."

"Kanaatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur."

"Sırrını saklamasını bilen, işinin hakimidir."

İmam-ı Şafii hazretlerinin divanındaki şiirlerinden bazılarının tercümesi şöyledir:
"Günlerin beraberinde getirdiği hadiseler, seni tesiri altına almasın. Sen iyi bir insan olmaya bak. Zaman içerisinde gelen musibetler ve belalardan dolayı sabırsızlık gösterme. Dünyanın bela ve musibetleri devamlı değildir.

İnsanlar arasında hata ve ayıbın çok olsa bile, ahlakın; iyilik, cömertlik ve vefa (sözünde durmak) olsun, iyilik ve cömertliğin ile, hata ve ayıplarını ört. Cimriden iyilik bekleme. Çünkü Cehennemde, susuz kimseye su yoktur.

Dünyanın sevinci de, kederi de, bolluğu da, darlığı da devamlı değildir. Kanaatkâr bir kalbe sahip olduğun zaman, sen ve dünyaya sahip olan kimse eşitsiniz. Ölüm, kimin yanına gelirse, artık onu ölümün elinden kurtaracak ne yer ve ne de gök vardır. Gerçi Allahü teâlânın yarattığı şu yeryüzü geniştir. Fakat, bir kere Allahü teâlânın hükmü gelince, feza bile dar gelir. Ölümün asla devası (ilacı) yoktur."

"Başımda ağaran saçların ortaya çıkmasıyla, nefsimin ateşi sönüp gitti. Başımda beyaz saçların yanmasıyla, benim gecem oldu. (Çünkü bunlar, ölümün habercileri idi.) İhtiyarlığın habercileri yanaklarıma indikten sonra, ben nasıl rahat yaşarım, insanın ömrünün en iyi kısmı, ihtiyarlıktan öncekidir. Halbuki, gençliği yok olan bir nefs, yok olmuş demektir, insanın rengi sararıp, saçları ağardığı zaman, güzel ve tatlı günleri de, o güzellik ve tatlılığını kaybeder. Yeryüzünde büyüklenerek yürüme. Çünkü, bir müddet sonra bu yer, seni de içine çekip alacaktır."

"Sefih ve cahil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükut, ona cevap vermekten daha hayırlıdır."

"Öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehaletin zilletini yudumlar."

"Bütün düşmanlıkların sevgiye dönüşmesi umulur. Fakat hasetten dolayı olan düşmanlık böyle değil."

"Allahü teâlâyı sevdiğini söylersin, halbuki, Ona isyan edersin. Böyle sevgi olmaz. Eğer sevginde samimi olsaydın, Allahü teâlâya itaat ederdin. Çünkü seven, sevdiğine itaat eder."

"Senden görüşünü istemeyene, görüşünü verme. Çünkü böyle yaparsan, övülmediğin gibi, görüşün de o kimseye fayda vermez."

"Müslümanların önderi imam-ı a'zam Ebu Hanife, memleketleri ve içerisinde yaşayanları, ilmiyle verdiği hükümlerle süsledi. Doğuda, batıda ve Kufe'de onun bir eşi yoktur. Allahü teâlâ ona rahmet eylesin."

"İlim öğren, kimse âlim olarak doğmaz, ilim sahibi ile cahil bir olmaz."

"Bir kavmin büyüğünün ilmi yoksa, herkes ona yönelip geldiği zaman o küçüktür. Kavmin makam ve mertebe sahibi olmayan ve ilim sahibi olan küçüğü, ilmi meclislerde kavmin büyüğüdür."

"Sana gelene sen de git. Sana kötülük ve eziyet edene sen eziyet etme."

"Ey insan, dilini muhafaza et, seni sokmasın. Çünkü o, büyük bir yılandır. Kabirlerde, kahraman ve cesur kimselerin bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinip, dilinin kurbanı giden nice kimseler vardır."

"Hakkı doğruyu kim söylerse söylesin kabul ediniz."

Eserleri:
Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve eser yazmak suretiyle, İslamiyet’e hizmet yoluna sarf eden
imam-ı Şafii hazretlerinin pek çok kıymetli eseri vardır. Bazıları şunlardır:

1) El-Ümm: Fıkıh ilmine dair olup, imam-ı Şafii’nin ictihad ederek bildirdiği meseleleri ihtiva eden bir eseridir. Yedi cilt olarak basılmıştır.

2) Kitab-üs-Sünen vel-Müsned: Hadis ilmine dairdir.

3) Er-Risale fil-Usul: Usul-i fıkha dairdir. Usul-i fıkhın kitap halinde yazıldığı ilk eserdir.

4) El-Mebsut
5) Ahkam-ül-Kur’an
6) İhtilaf-ül-Hadis
7) Müsned-üş-Şafii
8) El-Mevâris
9) El-Emali el-Kübra
10) El-Emali es-Sagir
11) Edeb-ül-Kadi
12) Fedail-i Kureyş
13) El-Eşribe
14) Es-Sebku ve’r-Remyü
15) İsbat-ün-Nübüvve ve Reddi alel-Berahime
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:22:59
İmam-ı Ahmed bin Hanbel  

Cennet ile müjdelenmiş olan Ehl-i sünnet vel-cemaatin dört büyük mezhebinden biri olan Hanbeli mezhebinin reisidir.

164 (m. 781) senesinde Bağdat’ta doğdu. 241 (m. 855)’de Bağdat’ta vefat etti. Aslen Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir.

Babası daha o çok küçük yaşta iken vefat etmiştir. Onun yetişmesi ile annesi ilgilenmiştir. Küçük yaşta iken ilim tahsiline başlamıştı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkezi idi. Burada hadis âlimleri, kıraat âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zatlar ve diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler bulunuyordu. Önce Kur'an-ı kerimi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadis, fıkıh, Sahabi ve Tabiin rivayetlerini öğrendi.

Emsali arasında ciddiyeti, takvası, sabrı, metanet ve tahammülü ile meşhur olmuştur. Bu hali, henüz 15-16 yaşlarında iken temas kurduğu âlimlerin dikkatini çekmiştir. Heysem bin Cemil onun hakkında, daha o sırada şöyle demiştir: "Bu çocuk yaşarsa, zamanındakilerin ilimde hücceti (rehberi) olacaktır."

İlk önce imam-ı a'zam hazretlerinin talebesi olan imam-ı Ebu Yusuf’tan fıkıh ve hadis ilminde ders almıştır. Bundan sonra da üç sene Huşeym'in derslerine devam etmiş, ondan hadis-i şerif dinlemiştir. Bundan başka Bağdat’ta bulunan meşhur âlimlerden de ders aldı.

Bundan sonra ilim tahsili için seyahatlere başladı. Basra, Küfe, Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere, Şam ve el-Cezire'ye giderek hadis ilmini öğrendi. Hadis ravilerini bizzat görerek, onlardan hadis-i şerif dinledi. Basra ve Hicaz'a beşer defa seyahat yapmıştır. Mekke-i mükerreme ve Bağdat’ta, İmam-ı Şafii hazretlerinden ilim öğrenmiştir.

İmam-ı Ahmed, ilim öğrenmek için pek çok İslam beldesini dolaştı ve bu uğurda pek çok meşakkate katlandı. Kitap çantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri ezberlediği hadis-i şerifin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek: "Bir Kufe'ye, bir Basra'ya gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?" deyince, Ahmed bin Hanbel hazretleri "Hokka ve kalem ile mezara kadar..." diyerek cevap vermiştir.

İmam-ı Ahmed’in kuvvetli hafızasının yanında dikkati çeken bir vasfı da, işittiği bütün hadis-i şerifleri yazmaya çok önem vermesiydi.

İmam-ı Ahmed, din ilimlerini öğrenip, bilhassa tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde yüksek seviyeye ulaşmıştır. Zamanında yaşayan, Zünnuni Mısri, Bişr-i Hafi, Sırri-yi Sekati, Maruf-ı Kerhi gibi birçok büyük evliya ile de görüşmüş, onlarla sohbet etmiştir. Yezid bin Harun, Cerir ibni Abdülhamid, Velid bin Müslim, Veki' bin Cerrah, imam-ı Ebu Yusuf, İbrahim bin Sad, Yahya bin Said Kettan, Süfyan bin Uyeyne, fıkıh ilminde hocası Muhammed bin idris Şafii, Abdürrezzak bin Hemmam'dan ve daha nice âlimlerden ilim okudu. Sonra tekrar Bağdat’a döndü. Bundan sonra ilmini yayıp, insanlara çok faydalı oldu.

Ahmed bin Hanbel hazretleri, daha önceki yıllarda fetvalar vermekle beraber, ders ve fetva verme işine, kırk yaşında başlamıştır. Bundan sonra hadis rivayetinde ve fetvada başvurulan önemli bir kaynak olmuştur. Çünkü o, ilmi ve üstün ahlakı ile çok sevilip, meşhur olmuştur.

İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı dersler idi. Onun ilim meclisine pek çok kimse katılırdı. Bazı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini bulmuştur. İmam-ı Ahmed hazretlerinden ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadis-i şerif rivayet edenlerin ve fıkhi meseleler nakledenlerin pek çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sadece ondaki üstün hallere ve yüksek ahlaka hayran kaldığı için sohbetine katılmıştır. Böylece bir kısmı hem ilmini hem ahlakını alırken, bir kısmı da onun yaşayışına göre yaşamak, onu tanımak, ahlak ve edep hususunda yaptığı vaaz ve nasihatten istifade etmek için huzuruna geliyordu.

İmam-ı Ahmed hazretlerinin meclisinde, derslerinde vakar, ciddiyet, tevazu ve gönül huzuru hakim idi. Dinleyenlere ve katılanlara saadet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra Bağdat’ta büyük bir mescitte verirdi.

Ders meclisine daima kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hafızaya sahip olmasına rağmen, hadis-i şerif rivayet ederken, yanındaki yazdıklarına bakardı. Kitabından okur, talebelere yazdırırdı. Derslerinde hadis-i şerif rivayetinden başka, bir de fıkhi meseleler hakkında verdiği cevaplar yer almakta idi. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900 civarındadır.

İlimdeki üstünlüğü
İmam-ı Ahmed hazretleri, hadis ilminde zamanın en büyük âlimidir. Üçyüzbinden fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilirdi. Kendisinden pek çok âlim, hadis-i şerif nakletmişlerdir. İlim ve amelde öncü, Ehl-i sünnet olan dört imamın dördüncüsü idi.

İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki:
"Bağdat’tan ayrıldığım zaman, orada Ahmed bin Hanbel'den daha âlim, daha fakih, haramlardan ve şüphelilerden kaçan kimseyi bırakmadım."

Ebu Davud Sicistani şöyle demiştir:
"İki yüz meşhur âlimle karşılaştım. Ahmed bin Hanbel gibisini görmedim. O hiç bir hususta insanların daldığı dünya işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu."

Ebu Zür'a da, "İlmin her dalında Ahmed bin Hanbel'in bir benzerini görmedim. Onun ilimde ulaştığı dereceye, başkası ulaşamamıştır" demiştir.

Menha bin Yahya da şöyle demiştir:
"Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm, fakat ilimde, vera'da ve zühdde, onun gibi üstün birine rastlamadım."

İmam-ı Ahmed hazretleri büyük bir müfessir, yüksek bir muhaddistir. Tefsiri yüzyirmi bin hadis-i şeriften meydana gelmiştir. Eserleri, müfessirler için birer feyz kaynağıdır. Bunun için kendisi "Üstad-ül müfessirin" unvanıyla anılır. Birçok muhaddis yetiştirmiştir.

Yaşadığı devir, yazılan hadis-i şeriflerin toplandığı bir devirdi. Bu devirde yetişen hadis âlimlerinin en meşhurudur. Bütün hadis-i şerifleri okudu, inceledi. Otuz bin hadis-i şerifi içine alan "Müsned" adlı eserini yazdı.

Rebi' bin Süleyman, imam-ı Şafii'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Ahmed bin Hanbel, sekiz şeyde imamdır; hadis ilminde, fıkıh ilminde, Kur'an ilminde, lügat ilminde, fakrda, zühdde, vera'da, tasavvufta ve sünnette."

Bağdat’ta mutezile fırkasına mensup olanlar, Kur'an-ı kerim mahluktur diyerek, bu yanlış itikadlarına Abbasi halifesi Memunu da inandırdılar. Bunu kabul etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Memun vasıtasıyla bu hususta baskı ve çok işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bu baskı ve işkencelere rağmen, o, ''Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın kelamıdır. Mahluk değildir" diyerek, Ehl-i sünnet itikadını bildirdi. Mutasımın halifeliği sırasında da çok baskı ve işkencelere maruz kaldı, el-Mütevekkil halife olunca, mutezile fırkası mensuplarını saraydan uzaklaştırdı. Fıkıh ve hadis âlimlerine hürmet ve yakınlık gösterdi. Böylece imam-ı Ahmed hazretleri, yapılan baskı ve işkenceden kurtuldu. Yaptığı hizmetlerle, zamanındaki ve sonraki asırlardaki insanlara rehber oldu.

İslamiyet’te, Ehl-i sünnet itikadı üzere olan, dört hak mezhepten biri de, Hanbeli mezhebidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri bu mezhebin imamıdır. O, ictihadlarıyla müslümanların Allahü teâlânın rızasına kavuşmaları için, amellerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun gösterdiği bu yola "Hanbeli mezhebi" ve Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, amellerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Hanbeli" denir.

İmam-ı Ahmed hazretlerinin talebelerinin ve kendisine sual soranların müşküllerini hallederken ortaya koyduğu ve takip ettiği usuller, Hanbeli mezhebinin temel kaideleri olmuştur. İmam-ı Ahmed hazretleri, dini müşküllerin hallinde sırasıyla şu kaynaklara, baş vurmuştur:

1- Kitap ve Sünnet: Bütün müctehidler gibi Ahmed bin Hanbel hazretleri de bir işin nasıl yapılacağını Kur'an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar, bunlarda bulunursa ona göre hüküm verirdi.

2- İcma ve Sahabe Kavli: Hadis-i şeriflerde de açıkça bulamadığı bir iş için, icma var ise, öyle yapılmasını bildirirdi. İcma, Eshab-ı kiramın hepsinin aynı suretle yapması veya söylemesi demektir. İcmaya sözbirliği de denir. Eshab-ı kiramdan sonra gelen Tabiinin de icmasını delil, senet kabul etmiştir. Sahabe kavli (sözü, ictihadı) bulunan bir meselede, kendi ictihadına göre hüküm vermezdi. Sahabenin sözüne göre hüküm verirdi. Hatta, sahabe sözü bulamadığı hususlarda, Tabiinin büyüklerinden olan müctehidlerin ictihadını, kendi re'yine tercih ederdi.

3- Bir mesele hakkında, Sahabe veya Tabiine ait bir re'y (ictihad) bulamazsa, zayıf ve mürsel hadislerle amel eder, ona göre hüküm verirdi. Zayıf hadisin de, sahih hadisin bir çeşidi olduğunu göz önünde tutardı.

4- Kıyas: Hadis-i şeriflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak kendine has bir usulle ictihadda bulunurdu.

Hanbeli mezhebinde birçok âlimler yetişmiştir. Bu âlimlerin başında imam-ı Ahmed hazretlerinin kendi oğulları Salih ve Abdullah gelmektedir. Ebu Bekir el-Esrem, Abdülmelik el-Meymuni, Ebu Bekir el-Merkezi, Harb bin İsmail, İbrahim bin İshak el-Harbi gibi âlimler, imam-ı Ahmedin bizzat kendisinden fıkıh ilmini öğrenmişlerdir. Bu mezhebin esasını yaymak hususunda üstün gayret gösteren âlimlerden biri de Ebu Bekir el-Hallal'dır. Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri de, Hanbeli mezhebinin esaslarını yayan âlimlerdendir.

İmam-ı Ahmed’in (El-Müsned)'i en meşhur eseridir. Oğlu Salih, çeşitli kimselere yazdığı (Mektuplar)'la babasının mezhebini yaymıştır. Seyyid Abdülkadir Geylani hazretlerinin, "Fütuhul-Gayb" ve "Gunyetüt-talibin" kitapları ile Abdurrahman el-Ceziri'nin "Kitab-ül-Fıkhı alel-Mezahibil-Erbaa"sında, bu mezhebin esasları en geniş şekilde açıklanmaktadır. "el-Mugni", "el Ikna", "Bülugul-Emani" adındaki eserler de Hanbeli fıkhı üzere yazılmıştır.

Menkıbeleri ve methi
Yahya bin Main şöyle demiştir:
"Ahmed bin Hanbel gibi bir zat daha görmedim. Elli sene onunla sohbet ettim. Kendinde bulunan üstünlüklerden hiç biriyle asla kendini methetmedi."

Oğlu Abdullah: "Babam her gece Kur' an-ı kerimin yedide birini okur, her yedi günde bir hatim ederdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar ibadet ve taatla meşgul olurdu. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer, "Ölecek olan kimse için, bunlar çok bile" derdi demiştir.

Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka daima kolaylık yollarını gösterir, ağır vazifeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseyi rahatsız etmez, bir şey istemezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescitte, cenaze namazında ve hasta ziyaretinde görürlerdi. Beş haccın üçüne yürüyerek gitti.

Seleme bin Şebib'den şöyle nakledilmiştir:
"Bir gün Ahmed bin Hanbel'in huzurunda oturuyor idik, içeriye bir zat girip, "Ahmed bin Hanbel kimdir?" dedi. Biz susup bekledik. "Ahmed bin Hanbel benim, ne istiyorsun?" dedi. Gelen zat dedi ki, "Dörtyüz fersah uzaktan geliyorum. Cuma gecesi uyumuştum. Rüyamda biri gelip, bana Ahmed bin Hanbel'i biliyor musun dedi. Hayır tanımıyorum dedim. Bağdat’a git, onu sor ve bulunca, Hızır aleyhisselam sana selam söyledi de. Semavattaki melekler ondan razıdır. Çünkü o, nefsine asla uymadı, Allahü teâlâya itaat hususunda çok sabırlı davrandı" dedi. Ahmed bin Hanbel "Maşaallah, la havle vela kuvvete illa billah" dedi. Sonra o zata, "Başka bir söyleyeceğin ve ihtiyacın var mı?" dedi. "Hayır sadece bunun için geldim" dedi ve o gün Bağdat’tan ayrıldı.

Nadr bin Ali şöyle demiştir:
"Ahmed bin Hanbel'in işi, hep ahiret ile ilgili idi. Dünya menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabul etmeyip, geri çevirdi."

İmam-ı Ahmed hazretlerinin, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine, bu işçiye ücretinden fazla ver, dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi, işçi almadı ve gitti. Hazret-i İmam, arkasından yetiş, şimdi alır, dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i imama sebebi sual edildiğinde buyurdu ki: "O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı."

Tevekkül nedir diye sual ettiler, buyurdu ki, rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.

Taberani hazretleri şöyle nakleder:
Zamanın meşhur bir falcısı vardı. Fal baktırmak isteyenler her taraftan gelir kendisini bulurlardı. Bu şahıs falcılığı meslek haline getirmişti. Daha sonra hastalandı. Yirmi sene iyileşemedi. Biri ziyaretine gelmişti. Halini görünce "Senin iyileşmenin tek yolu var, o da zamanımızın en büyük âlimlerinden ve evliyasından biri olan Ahmed bin Hanbel hazretlerinin dua etmesidir" dedi. Bu falcı da annesini gönderip, dua etmesini istedi. Annesi evine varınca dedi ki: "Oğlum yirmi senedir hasta yatmaktadır. Bunun iyileşmesi için sizden dua istemeye geldim." "Herkes iyileşmek için oğluna gelirdi. Senin oğlun da, herşeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedavi etmeyip de, seni bana mı gönderdi?" dedi. Kadının çok ısrarı karşısında dayanamayıp, falcılığı bırakması şartıyla dua edeceğini söyledi. Hazret-i imamın bu sözü üzerine falcılığı bıraktı. Tevbe istiğfar etti ve sıhhate kavuştu.

Ahmed bin Hanbel vefat ederken eliyle işaret edip, hayır olmaz dedi. Oğlu, babacığım bu ne haldir? dedi. "Şeytan, benim elimde can ver diyor, ben de "Hayır olmaz! hayır olmaz!" diyorum" dedi. “Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur” buyurdu. Vefat haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenaze namazını kılmak üzere çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar evlerinin kapısını açıp, cenaze namazı için abdest almak isteyen gelsin, diye bağırdılar. Cenaze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenaze namazında yüzbine yakın kişi bulundu. O gün yahudi ve hıristiyanlardan pek çok kimse, bu hadiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak, kelime-i şehadet getirdiler.

Muhammed ibni Huşeyme der ki, vefatından sonra hazret-i imamı rüyamda gördüm. Nereye gidiyorsun? dedim. Cennete gidiyorum, dedi. Allahü teâlâ sana ne muamele etti? dedim. Cevabında buyurdu ki, Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve (Ey Ahmed! Kur'an-ı kerime mahluk demediğin için, bu nimetleri sana verdim) buyurdu.

Muhammed bin Huzeyme şöyle anlatır:
Ahmed bin Hanbel'in vefat haberini İskenderiyye'de iken duydum. Çok üzülmüştüm. Rüyamda Ahmed bin Hanbel'in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine: Ey İmam; bu ne biçim yürüyüş böyle? dedim. Ahmed bin Hanbel, Dünyada Allahü teâlânın dinine hizmet edenlerin, Cennetteki yürüyüşleri böyledir buyurdu. Ben; Allahü teâlâ sana nasıl muamele etti? diye sual ettim, İmam hazretleri: Allahü teâlâ başıma bir taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi ve (Ey Ahmed! Kur'an-ı kerime mahluk demediğin için, bu iltifatlara kavuştun. Ey İmam, Süfyan-ı Sevri'den sana ulaşan dualar var, onlarla dünyada dua ettiğin gibi, şimdi de dua et) buyurdu. Bu emir üzerine: "Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım, bizleri af ve mağfiret eyle. Bizlere sual sorma" diye dua ettim. Bu duadan sonra, (Ey Ahmed, işte Cennet, gir oraya) buyurdu ve ben de Cennete girdim."

İmam-ı Ahmed hazretlerinin güzel sözlerinden bir kısmı şunlardır:

"İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lazımdır, İlim, rivayet ve kuru malumat çokluğu değildir, İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir."

"Kulun kalbini ıslah etmesi için, iyilerle beraber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Yine kulun fasıklarla beraber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar zararlı bir şey yoktur."

"Günahlar imanı zayıflatır."

"Yemeği, din kardeşleriyle sürur içinde, fakirlerle ikram ve cömertlikle, diğer insanlarla da mürüvvet içinde yemek lazımdır."

"Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Allahü teâlâdan razı olmak, kadere rıza göstermektir."

"Sizde olmayan meziyetlerle sizi metheden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün kötüleyeceğini unutmayınız."

"İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş, gerçek arkadaş değildir."

"Kibir taşıyan kafada, akla rastlayamazsınız."

"İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin meth edilmesinden hoşlananlarıdır."

"Tevekkül, herşeyi Allah’tan bilmek ve rızkı Onun verdiğine inanmaktır."

"Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi Ondan bilip katlanabilmektir."

"İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfi gelmez."

"Bir kimse, sadık bir arkadaşını kaybederse, kendisi için zillettir."

"Hüsn-i zannı olanın hayatı hoş geçer."

"Yalan söylemek, emniyeti giderir."

"Meziyet, fazilet, ilim ve irfan tamamlığı iledir."

"Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır."

"Her gün sabahtan akşama kadar camide ibadet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen kimse, cahildir. İslamiyet’ten haberi yoktur.”

“İhlas, amellerin afetlerinden kurtulmaktır."

"Zühd üç türlüdür; cahilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Ariflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan şeyleri terk etmektir."

"Fütüvvet, korktuğun şey yani Cehennem için, arzu ettiğin şeyi yani heva ve hevesi terk etmektir.”

Eserleri:
1) Müsned: Otuz bin hadis-i şerifi içine almıştır.
2) Kitab-üs-Sünne
3) Kitab-üz-Zühd
4) Kitab-üs-Salat
5) Kitab-ül-Vera vel-İman
6) Fedail-üs-Sahabe
7) Et-Tefsir
8) En-Nasih vel-Mensuh
9) Et-Tarih
10) Vücubat-ül-Kur’an
11) Kitab-ür-Reddi ale’l-Cehmiyye vez-Zenadıka
12) El-Cerhu vet-Ta’dil
13) Kitab-ül-İlel ve Ma’rifet-ür-Rical
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:24:01
İmam-ı Matüridi

Ehl-i sünnetin iki itikad imamından birincisidir. İsmi, Muhammed bin Muhammed Matüridi'dir. Künyesi, Ebu Mensur'dur. Doğum yeri Semerkand'ın Matürid nahiyesidir. Hicri 333 (m. 944) yılında Semerkand'da vefat etti.

İmam-ı Matüridi, imam-ı a'zam Ebu Hanife'nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet itikadının, kelam bilgilerini, ondan nakledenler vasıtasıyla kitaplara geçirdi, izah ve ispat etti. Kelam ilminde, akaidde müctehid olan imam-ı Matüridi, kelam ve fıkıh ilmini Ebu Nasr İyad'dan öğrendi.

İlimde çok iyi yetişen imam-ı Matüridi, çeşitli kitaplar yazmak ve talebe yetiştirmek suretiyle Ehl-i sünnet itikadını yaymıştır.

Yetiştirdiği talebelerden el-Hakim es-Semerkandi adıyla meşhur Ebul-Kasım ishak bin Muhammed, Ebu Muhammed Abdülkerim bin Musa el-Pezdevi, Ebul-Leys el-Buhari ve Ebul-Hasen bin Said gibi ilim ve takva yönünden yükselmiş olan büyük âlimler başta gelmektedir. Böylece, İmam-ı a'zam hazretlerinden gelen itikad bilgilerini nakleden İmam-ı Matüridi'den sonra da, talebeleri ve talebelerinin talebeleri bu hususta binlerce kitap yazarak, Peygamber efendimizin gösterdiği doğru yol olan Ehl-i sünnet itikadını yaymışlardır.

İmam-ı Matüridi'nin yaşadığı devir, Abbasi Devleti'nin zayıflamaya başladığı ve yeni İslam devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasi güçler ve itikadi fırkalar arasında mücadelenin arttığı bir zamana rastlar. İmam-ı Matüridi de diğer İslam âlimleri gibi, kendi zamanında Ehl-i sünnet itikadını müdafaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek yaymış ve müslümanların bu doğru itikada uymalarını sağlamıştır. Bu hususta takip ettiği usul, İmam-ı a'zamın el-fıkh-ül-ekber, er-Risale, el-fıkh-ül-ebsat, el-Âlim vel müteallim ve el-Vasiyye gibi itikadla ilgili kitaplarında bildirilen itikad bilgilerini, akli ve nakli delillerle açıklayarak tasnif etmek olmuştur. Böylece Matüridi hazretleri, Ehl-i sünnet itikadında müctehid imam oldu.

Eserleri:
Hayatını ilme ve Ehl-i sünnet itikadını yaymaya hasreden ve bu hususta büyük hizmetler veren Matüridi hazretleri, benzerine rastlanmayacak ölçüde değerli eserler yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır

1) Kitab-üt-tevhid: Bu kitapta sapık fırkaların sözlerinin yanlış olduğunu ispat edip, doğru itikad olan Ehl-i sünnet itikadını çok mükemmel bir şekilde açıklamıştır.

2) Tevilat-ül-Kur'an: Tefsire dair benzeri az bulunan bir eserdir. Semerkandi bu esere büyük bir şerh yazmıştır.

3) Reddü Evaili'l-Edille lil Ka'bi ve Beyanü vehmi'l Mutezile: Mutezileyi reddeden ve çürüten bir eserdir.

4) Er-Reddü ala usül'il Karamita: Karamita fırkasını reddeden bir eserdir.
5) Reddu kitab-ül-imame li Ba'zir-Revafiza: Eshab-ı kirama düşman olanları reddeden bir eseridir.

6) Kitab-ül-makalat fil-kelam: Kelam ilmine dair bir eseridir.
7) Me'haz-üş-şeriyye: Fıkıh ilmine dairdir.
8) Kitab-ül-cedel: Usül-ü fıkıh ilmine dair olan bu eserinden başka kitapları da vardır.

İmam-ı Matüridi'nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet itikadının esaslarından bazıları şunlardır:

Allahü teâlâ kadim olan zatı ile vardır.
Her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbadete hakkı olan da Odur. Ondan başka hiçbir şey, ibadet olunmaya layık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları; hayat, ilim, semi', basar, kudret, irade, kelam ve tekvin'dir. Bu sıfatları da ezelidir. Allahü teâlânın isimleri tevkifidir, yani dinimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.

Kur'an-ı kerim Allah kelamıdır, Onun sözüdür. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin manası, Kelam-ı ilahiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'an denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelam-ı ilahi olan Kur'an mahluk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelidir, ebedidir.

Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihatasız, yani şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü Onu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Bu dünya ve insanın bu dünyadaki yapılışı Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyada görülür diyen yalancıdır. Hazret-i Musa, Peygamber olduğu halde bu dünyada göremedi. Peygamber efendimiz mirac gecesinde gördü ise de, bu dünyada değildi. Dünyadan çıktı, ahirete karıştı. Cennete girdi ve orada gördü.

Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi Onun takdiri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden razıdır, fenalardan razı değildir, insanın yaptığı işte, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire "kesb" denir.

Peygamberler Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.

Kabir azabı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yani ruhların cesetlere gelmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkuşu ve kıyamette sual ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsus bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır.

Müminlere mükafat ve nimet için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınacak yerdir. Zerre kadar imanı olan ve bu iman ile ahirete göçen Cehennemde ebedi (sonsuz) kalmayacaktır.

İbadetler imana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan kâfir olmaz.

Mümin ne kadar büyük günah işlerse işlesin imanı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara, olduğu gibi inanmak lazımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imanı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmaya sebep olur.

Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshab-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lazımdır. Hepsi adil ve din ilimlerinde müctehid idiler.

Muhammed aleyhisselama iman edenler, başka Peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.

Matem tutmak, dinde yoktur. Üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadis-i şerifte, (İki şey vardır ki, insanı küfre (imanın gitmesine) sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için matem tutmaktır) buyuruldu.

Resulullaha, Eshab-ı kirama, Tabiine ve evliyaya tevessül ederek, yani onları vesile ederek dua etmek, duanın kabulüne sebep olur.

Dini deliller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, icma-i ümmet, Kıyası fukaha. Avamın delili müctehidin fetvasıdır.

Tenasühe, yani ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyaya gelmesine inanmak, dine aykırıdır. Böyle inananın imanı gider.

Kıyamet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz, (Şefaatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır) buyurdu.

Peygamberin mucizesi, evliyanın kerameti ve salih müminlerin firaseti haktır.

Evliyanın kerameti, vefatından sonra da devam eder.

Her bid’at dalalettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimiz ve dört halifesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, itikad ve ibadet olarak yapılmaya başlanan değişikliklerdir ve büyük felakettir.

Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.

Ebu Mensur-i Matüridi hazretleri, irade-i cüziyye hakkında buyurdu ki:
İrade-i cüziyye, bir varlık değildir. Var olmayan şey, yaratılmış olmaz, irade-i cüziyye, kullarda bir haldir. Kuvveti, bir şeyi yapmak ve yapmamakta kullanmaktır. Kullar, irade-i cüziyyelerini kullanmakta serbesttir. Mecbur değildir. Şeytana, (İrade, bende bir haldir, iyiliğe kullanırsam Allahü teâlâ iyiliği yaratır. Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz) diye cevap verilir.

Allahü teâlânın, kul irade etmeden de, yaratması caiz ise de, ihtiyari olan işleri yaratmaya, kulların iradelerini sebep kılmıştır. İrade-i cüziyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın iradesi iledir. Kul, bir iş yapmak irade edince, Allahü teâlâ da, o işi irade öderse, o işi yaratır. Kul irade etmezse, ihtiyari olan o işi yaratmaz. Şu halde, kul irade-i cüziyyesini ibadete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibadeti yaratır. Eğer günahlara sarf ederse, günahları yaratır.

O zaman kul, dünyada fena olur, ahirette azap görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytan bir şey diyemez.

(Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz!) mealindeki âyet-i kerimenin manasını, Ebu Mensur-i Matüridi hazretleri şöyle açıklıyor: "İhtiyari işleriniz, yalnız sizin iradenizle olmaz. Sizin iradenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irade edip yaratır.”
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:25:45
İmam-ı Eşari  

Ehl-i sünnetin iki itikad imamından biridir. İsmi, Ali bin İsmail’dir. Künyesi, Ebu'l-Hasen'dir. 260 veya 266 (m. 879) senesinde Basra'da doğdu. 324 veya 330 (m. 941) da Bağdat'ta vefat etti. Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defnedildi. Soyu, Eshab-ı kiramdan büyük bir sahabeye dayanmakta olup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin İshak bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah bin Musa bin Bilal bin Ebi Bürde bin Ebu Müsel-Eşari'dir.

İmam-ı Eşari, üvey babası ile mutezile kelamcılarından olan Ebu Ali Cübbai'nin talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar mutezile fırkasında bulundu. Bu fırkanın meşhurlarından oldu. 40 yaşından sonra, Ramazan-ı şerifte gördüğü rüyada Peygamber efendimizin emri üzerine, bu bozuk yoldan dönüp, ehli sünnet itikadına girdi.

Bu rüyasından sonra onbeş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Camii'ne gidip, kürsüye çıktı. O sırada mutezile bozuk yolunun meşhur ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen imam-ı Eşari, kürsüden cemaate şöyle hitap edip: "Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih hususunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidayete, doğru yola kavuşturmasını istedim, dua ettim. Allahü teâlâ beni hidayete, doğru yola kavuşturdu. Mutezile yoluna ait itikadlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum" diyerek, Ehl-i sünnet itikadına girdiğini herkese ilan etti.

Önceden mutezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etti. Ehl-i sünnet itikadı üzere kitaplar yazıp, dağıttı, ömrünün sonuna kadar bu doğru itikadın yayılması için uğraştı

Ebu'l-Haseni Eşari hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelam ilmi, mutezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet itikadının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan mutezile yolu mensupları, imam-ı Eşari hazretleri tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan mutezilenin ileri gelenlerinden Ebu Ali Cübbai ile yaptığı münazarada onu mağlup etti. Çok meşhur olmasına rağmen, Eşari hazretlerinin karşısında cevap vermekten aciz kaldı.

Ebu Sehl Sulûki şöyle anlatır:
"Basra'da bir mecliste Ebu'l-Hasen Eşari ile mutezililer arasında çetin bir münazara oldu. Mutezililer çok kalabalıktı. Onunla münazaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse onun karşısına çıkamadı. İkinci defa böyle bir münazara için gittiğimizde, mutezileden kimse gelmemiş, münazaraya cesaret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zat imam-ı Eşari'ye, "Firar ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as" dedi.

İmam-ı Eşari hazretleri; tefsir, hadis ve fıkıh ilmini zamanın meşhur âlimlerinden olan Zekeriyya bin Yahya es-Saci'den, Ebu Halife el-Cumhi, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yaküb el-Mukri, Abdurrahman bin Halef ed-Dabi'den öğrenmiştir.

Bağdat’ta Cami-i Mensür'da Cum'a günleri Ebu İshak Mervezi'nin hadis derslerine devam etmiş, kendisi de Ebu İshak Mervezi'ye kelam ilmini öğretmiştir.

İmam-ı Eşari hazretleri tasavvuf ilminde de âlim ve evliya idi. Ebu İshak İsferani şöyle demiştir: "Benim ilmim, Şeyh Ebu'l-Hasen Bahili'nin ilmi yanında, deniz yanında bir damla gibidir. Ebu'l-Hasen Bahili'nin de, (benim ilmim, Ebu'l-Hasen Eşari'nin ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir) dediğini işittim."

İmam-ı Eşari, gayet tatlı, açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası Cübbai, daha önce münazaralara kendi yerine onu gönderirdi. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için mücadeleyi sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdafaadan yılmazdı.

İmam-ı Eşari hazretlerinin zamanı, mutezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hatta zorbaya baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Valilik, kadılık gibi makamlar, mutezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk itikadlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, imanları ile oynuyorlardı. Bu sırada imam-ı Eşari ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitaplar yazarak onları reddediyor, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmam-ı Eşari ayrıca, mutezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münazaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hatta devlet erkanından olanlarının makamına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar valilik, kadılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"

Ebu Abdullah ibni Hafif şöyle anlatmıştır:
"Gençliğimde, imam-ı Eşari hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, "Ebu'l- Hasen Eşari hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum" dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel" dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü, içeri girince, o zata yer gösterdiler. O da oturdu. Mutezilenin meşhur âlimleri, münazara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir mutezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zat karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna edip, doyurucu bilgi veriyordu.

Ben, bu zatın haline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebu'l-Hasen Eşari'dir" dedi. İmam-ı Eşari evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, İmam-ı Eşari'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalade" dedim.

Sonra, "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim.
“Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dininde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isnat edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz” buyurdu."

İmam-ı Eşari; eser yazmak, münazaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek suretiyle, Ehl-i sünnet itikadının yayılması ve böylece insanların saadete kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. Yetiştirdiği talebelerinden bir kısmı şu zatlardır: Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebu'l-Hasen Bahili, Ebu Abdullah bin Hafif Şirazi, Hafız Ebu Bekr Cürcani el-ismaili, Şeyh Ebu Muhammed Taberi el-Iraki, Zahir bin Ahmed Serahsi, Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, Dimyani.

Bunlardan Ebu Abdullah Tai, imam-ı Ebu Bekr Bakıllani'nin hocasıdır. Ebu'l Hasen Bahili de Ebu İshak isferani'nin ve hocası olan Ebu Bekr Fürek'in hocasıdır. Bu zat, önceden imamiyye fırkasından iken, Ebu'l-Hasen Eşari hazretleri ile yaptığı bir münazara ve ilmi mübahese sonunda hatasını anlayıp, imamiyye fırkasını terk edip, Ehl-i sünnet itikadına girdi, imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikadı Basra'da yaydı, ibni Hafif ise, İmam-ı Eşari'nin en meşhur talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyin) Şirazlıların şeyhi, üstadı ismiyle meşhur olmuştur.

Diğer meşhur bir talebesi olan Dimyani ile İbni Hafif, İmam-ı Eşari'nin münazara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebu Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, uzun müddet imam-ı Eşari'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sirafa dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikad bilgilerini memleketinde yaymıştır.

Şeyh Ebu Ali Zahir de, hocası imam-ı Eşari'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece imam-ı Eşari'nin bildirdiği itikad bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicri 300 senesinden itibaren Irak havalisinde, İran'da yayıldı. Selçuklu devleti hükümdarlarının resmi mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve Bağdat çevresinde yayıldı. Selahüddin Eyyübi Mısır'ı fethedince, orada da yayıldı.

Eserleri:
İmam-ı Eşari hazretlerinin eserleri, beş grupta toplanır:
1. Kırk yaşından önce mutezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal etmiştir.
2. Felsefecilere, yahudi, hıristiyan ve mecusilere yazdığı reddiyeler.
3. Hariciye, mutezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4. Makalatlar
5. Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risaleler ve diğerleri.

İmam-ı Eşari hazretlerinin pek çok eseri vardır. Bunları ibni Asakir "Tebyin" isimli eserinde, ibni Fürek'den nakledip, isimlerini yazmıştır, ibni Fûrek ise, "Ebu'l-Hasen el-Eşari, el-Umed (veya el-Gamed) adlı kitabında, kendi eserlerini saydığını bildirmektedir. Bu eserler, onun yanında dersini dinleyenlere söyleyerek yazdırdıkları, çeşitli İslam memleketlerinden sorulan suallere verdiği cevapları ihtiva eden, üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı kitaplardır. Bundan sonra üçyüzyirmidört senesine kadar da pek çok eser yazmıştır" demektedir, İbni Fürek ayrıca, Ebu'l-Hasen el-Eşari'nin el-Umed adlı eserinde isimlerini bildirdiği eserlerden başka kitaplarını da bildirmektedir.

"El-Umed" adlı eserde bildirilen kitaplardan bazıları:
1) Kitab-ül-F'usül: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehriler, zamanın ve âlemin kadim olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapta; brehmenler, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.

2) Mücez: On iki kitaptan ibarettir.
3) Halk-ül-efal
4) İstitaa hakkındaki kitap
5) Sıfatlar hakkındaki kitap

6) El-Luma fi'r-reddi ala ehli'z-zeygi ve'l bida': Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın iradesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitaa, va'd ve va'id ve imamet meselelerinden bahseden on bölüm ihtiva eden kıymetli bir kitaptır, İmam-ı Eşari hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce’ye tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülasa ederek, Joselp Heli tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.

7) Risalet-ül-iman: Spitta bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.
8) Kitab-ul-Funün: Mulhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9) Kitab-ün-Nevadir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.

10) Dehrilerin (dinsizlerin) Ehli tevhide karşı yaptıkları bütün itirazlarının toplandığı bir kitap.
11) El-Cevher fi'r-Reddi ala ehli'z-Zeygi vel-Münker.
12) Nazar, istidlal ve şartları hakkında Lübbai'nin suallerine verilen cevaplar.

13) Mekalat-ül-felasife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makaleyi ihtiva eder. Eserde ibni Kays ed-Dehri'nin bazı şüpheleri, Aristo’nun sema (gök) ve alem hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadiseleri, saadet ve şekaveti yıldızlara bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.

14) Cevab-ül-Horasaniyyin: Çeşitli meseleleri ihtiva eder.

El-Umed'de bildirilenlerden başka, ibni Fürek'in zikrettiği eserlerinden bazıları da şunlardır:
1) Tenasühe inananlar hakkındaki eser.
2) Mantıkçılara dair yazılan eser.
3) Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.
4) Delail-ün-nübüvve hakkındaki kitap.

İmam-ı Eşari'nin ayrıca: Risale ketebbiha ila ehli's-sagr bi bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas dağlarının Hazar denizi ile bitiştiği yerde bab-ül-ebvab (Demirkapı yahud Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerini geniş olarak anlatmaktadır.

Bunlardan başka şu eserleri de meşhurdur:
Makalat-ül-islamiyyin: Bu eserinde itikadi fırkalardan ve kelam ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Matbudur.

El-ibane an usül-üd-diyane; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde topladığı eseridir.

Kavl-ül-cumlat, Eshab-ül-hadis ve Ehlüs-Sünne fi'l-itikad (basılmamıştır.)
Risalet-ül-istihsan el-Havdu fi ilm-il-kelam, basılmıştır, ingilizce tercümesi vardır.

İzah-ül-Bürhan et-Tebyin ala usülid-din
Kitab-ül-ulüm
Tefsir-ül Kur'an- eş-Şerh vet-tafsil.

Doğru yolun temel bilgileri
İmam-ı Eşari hazretlerinin, Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan ucunda Bab-ül-ebvab (Demirkapı veya Derbend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için yazdığı "Risaletün ila ehli's-sagr" (Hudüd ahalisine bir mektub) adlı eserinde bazı bölümlerin tercümesi şöyledir:

Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi, doğru yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helake götüren bid’atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakînin (kat'i ve kuvvetli imanımızın) hasıl ettiği serinlik ve huzur ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi aziz kıldı. Bizi, Resulüne uyanlardan, Onun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid’atlere dalıp, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemaatle beraber olmayı ihsan etti.

Resulullaha salat-ü selam olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına davet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mucizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızasına nasıl ulaşılacağını Onun ile bildirdi, içlerinde kendisine delalet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihayet bâtıl, sönüp gitti. Hak, galip ve muzaffer olarak parladı.
Resulullah, Peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasihatte bulundu.

Şimdi! Ey Bab-ül-ebvab halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medinet-üs-Selam'da (Bağdad'da) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nimetleri içerisinde olduğunuzu, halinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı.

Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsanını tamamlamasını, size ve bize olan nimetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duaları kabul eden Odur. Büyük lütuflarda bulunmak Ona layıktır.

Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene 267 (m. 881) bir takım sualler sormuştunuz.

Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabul ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyen (o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz.

Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resulüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhafaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamd ettim.

Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i salihinin asıl kabul edip, dayandıkları bazı hususları (yazmamı) istiyorsunuz.

Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak suretiyle, bid’at sahiplerinin düştüğü, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyacınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suallerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.

Size bazı temel bilgileri, delilleri ile beraber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i salihine tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehli bid’atin ise, Selef-i salihine muhalefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hata ettiklerini, bununla şer'i delillerden, Resulullahın bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri red eden, Peygamberlerin getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım dileyerek ve Ona güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevaba kavuşacağımı ümit ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfidir ve O ne güzel vekildir.

Allahü teâlâ sizi doğru yola hidayet eylesin. Biliniz ki, Selef-i salihinin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamı bütün dünyaya Peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı kitabi idi. Bunlar, Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncil'i değiştirmişler, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya davet ediyorlardı.

Bir kısmı felsefeci idi. Bunlar, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı.

Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın Peygamberlerini inkâr ediyorlardı.

Bir kısmı, dehri idi. Bunlar da, kâinatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok olmayacağını iddia ediyorlardı.

Bir kısmı, mecusi idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddia ediyorlardı.

Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık içerisinde kalmışlardı.

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam ise, insanların, kâinat ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahluk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi ve maliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına davet etti.

Onlara, üzerinde bulundukları yolun yanlış olduğunu, böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resulullah onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mucizelerle ispat etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı bunları insanlara bildirmesi ve izah etmesi için gönderdi. Resulullah, insanlara, kendilerinde dil, suret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, iradesine ve tedbirine delalet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen, "Arzda da gerçekten tasdik edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerde vücut yapınıza kadar;) bir çok alametler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine azamet ve iradesine delalet ederler;) Hâlâ görmeyecek misiniz" buyurdu. (Zariyat 20-21)

Yine, insanın yaratılış safhaları, suret ve şekillerindeki değişik durumlara da mealen şu âyet-i kerime ile işaret buyuruldu:
"Andolsun ki, Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratışla (ruh ve nutuk verip) insan haline getirdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şanı ne kadar yücedir." (Müminun 12-13-14)

Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lazım olduğunu ifade eden, Onun irade ve tedbirine delalet eden en açık delillerdendir.

İnsan çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kabiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir suretle değil de, kendisine has özellikleriyle malum olan ve en güzel surette meydana gelmesi mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.

İnsana baktığımızda şunları görüyoruz:
1- İnsanın başka varlıklarda bulunmayan, kendisine mahsus bir sureti vardır.

2- İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vasıtalara (duyu organları) sahiptir.

3- İhtiyaç hasıl oldukça, tertip üzere hazırlanmış gıda aletleri, mesela, yeni doğmuş çocuk gıdasını, önce annesini emmek suretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdasını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdasını yemekle elde eder.
4- Ağızdan alınan gıdalar, mideye gelir. Mide, kendisine ulaşan gıdaları pişirir. Bu gıdalara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara kadar ulaşır.

5- Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücudun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hale getirmek gibi bazı vazifeler için hazırlanmıştır.

6- Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır.

7- Ayrıca alınan gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli aletler (a'zalar). Bunlardan başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkansız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamayacak kadar çok şey vardır.

Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar. Aynı şekilde, bir plan dairesinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı olmadan, bir binanın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, yukarıda saydığımız hallerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.

Sonra Allahü teâlâ mealen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin deliller vardır" âyet-i kerimesiyle [Al-i imran 190] bu hususu (Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını) ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyade beyan eyledi. Feleklerin (Dünya, Ay, Güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve miktarına işaret buyuruldu.

Mesela, gece, insanların istirahatı olduğu gibi ve mahsüllerine fazla gelen güneş hararetini (sıcaklığını) serinletmektedir.

Gündüz ise, mahlukatın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda temin edecek şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mani olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek takatin (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktarda istirahat etmedikleri için insanlar helak olurlardı.

Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için takatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatları için yeterli bir miktarı da gece kılındı. Böylece, onların halleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lazım olan kadarını alacaklardır.

Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlukatına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Yine, mahlukatı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münasip ve muvafık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi alemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.

Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kanunların); Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, mealen "Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zeval bulurlarsa, onları Ondan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, hâlimdir. Azap için acele etmez, gafurdur (çok bağışlayıcıdır) âyet-i kerimesiyle işaret buyuruldu. (Fatır 41)
Bu âyet-i kerime ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.

Sonra felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddialarının bozukluğunu bize; Allahü teâlâ mealen "Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bazısını bazısına üstün kılıyoruz. (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler (alametler) vardır" buyurdu. (Rad 4)

Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dairesinde cereyan etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiçbir ortağı bulunmadığını mealen, "Eğer yer ile gökte, Allah’tan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar, yok olurdu" âyet-i kerimesi ile bildirdi. (Enbiya 22)

Sonra, önce yaratıldıklarını kabul ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman mealen "(Ey Resulüm) de ki: "Onları ilk defa yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamamiyle bilir" buyurdu. (Yasin 79)
Sonra bunu onlara: Mealen "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz" âyet-i kerimesi ile beyan eyledi. (Yasin 80)

Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgar sebebi ile biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayatı iade etmenin caiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah) eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)

Sonra putlara tapanların yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibadet etmenin bozukluğunu mealen, "Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" kavli ile beyan etti. (Saffat 95)

Sonra mealen "Sizi de, yaptıklarınızı da Allahü teâlâ yarattı" buyurdu. (Saffat 96)

Böylece putlara değil, kendisine ibadetin vacip olduğunu beyan etti. Eğer sizin yontmanız olmadan, put, put olmuyorsa, Allahü teâlânın yaratması olmadan da, sizin suret ve heyetlerinizin olmayacağı, evvel emirde (kolayca) bilinen bir şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sureti ile, yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibadete onlar değil ben layığım; çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.

Allahü teâlâ. Peygamberlerini inkâr edenleri de Enam suresi 91. âyet-i kerimesinde red buyurdu. Mealen; "Yahudiler, Allahü teâlânın kadrini, gereği gibi tanıyamadılar. Çünkü: "Allah hiçbir insana bir şey indirmedi" dediler. (Vahy ve kitapları inkâr ettiler.) Onlara de ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kağıtlar haline koyup hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da bilmediği şeyler, size (Peygamber diliyle Kur'an-ı kerimde) öğretilmiştir. Ey Resulüm! Sen, Allah (indirdi) de! Sonra onları bırak. Bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar."
Nisa suresi 165. âyet-i kerimesinde ise mealen: "(iman edenleri Cennetle) müjdeleyici, (küfredenleri Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette "Bizi imana çağıran olmadı" diye Allahü teâlâya bir hüccet ve özürleri olmasın" buyuruldu.

Resulullahın Ehl-i kitaba karşı onların kitaplarında, kendi vasıflarının bildirilmesi, isim ve hususiyetlerine işaretlerin bulunması ile delil getirdi. Ehl-i kitap bunları gizledi.

Allahü teâlâ, Resulullaha hak Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında, mucizelerle yardım eyledi. Resulullaha en büyük mucize olarak Kur'an-ı kerim verildi. Müşrikler, Kur'an-ı kerimin Allahü teâlânın kelamı olduğuna inanmıyorlar, Hazret-i Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasih ve edebiyatta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'an-ı kerimin on suresi veya bir suresi gibi bir söz söylemelerini istedi, insanlar ve cinler bir araya gelseler bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten aciz kaldılar. Böylece onların, Resulullaha iman etmeme hususunda özürleri ortadan kalkmış oldu.

Hazret-i Musa da Firavun'un sihirbazlarını, asasıyla rezil ve rüsva etmekle, hem sihirbazların ve hem de diğer insanların kendisine iman etmeme mazeretlerini gidermişti. Musa aleyhisselamın asasından meydana gelen harikulade hallerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazları ve hem de başkaları kanaat getirdi. (Nihayet, bu mucize karşısında sihirbazlar, Hazret-i Musa'ya iman ettiler.)

Hazret-i İsa da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca olanları iyileştirmek, o zamanda insanları aciz bırakan şeylerle (mucizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mazeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)

Resulullah da, kendi kavminden olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan edebiyatçıların, kendisine iman etmeme hususunda bu mazeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'an-ı kerimin edebi yüksekliğini onlar da kabul ediyorlardı.

İşte Resulullah efendimiz, yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mucizelerle, yollarının bozuk olduğunu, davet ettiği yolun ise doğru olduğunu anlatıyordu. Resulullah efendimiz, onlara daima karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalade ihtiraslarından dolayı, iman etme şerefine kavuşamadılar.

Allahü teâlânın Resulullaha verdiği mucizelerden bazısı şöyledir:
Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemaatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübarek parmakları arasında fışkıran suyla, hayvanları ve sahiplerini kanana kadar su içirmesi, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun ben zehirliyim diye haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın yerinden sökülerek huzurlarına gelmesi, emri üzerine ağacın tekrar yerine gitmesi, insanlar kalblerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri şeyleri haber vermesi.

Allahü teâlâ gizliyi, gizliden daha gizli olanları da bilir. Her şey Onun yanında hazır gibidir. Yer ve gökte hiç bir şey ondan gizli kalamaz.

Kıyamet günü müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen: “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzleri) Rablerine bakar” buyurmaktadır. (Kıyamet 22-23)

Resulullah da:
"Ayı gördüğünüz gibi, kıyamet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. Onu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz" buyurmaktadır.

Allahü teâlâ yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. O istediğini saptırır, istediğini hidayetiyle doğru yola iletir, istediğini aziz, istediğini fakir, istediğini zengin eder. Onun işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin mutlak sahibi ve malikidir. O istediğini yapar.

Allahü teâlâ mahlukatını iki kısma ayırdı. Cennete gidecekleri, isimleri ve babalarının isimleri ile beraber yazdı. Cehenneme gideceklerin isimlerini de yazdı. Resulullah efendimizle Hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize "Ya Resulallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş mi, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş mi?" diye sorunca, Resulullah efendimiz: "[Allahü teâlâ ezeli ilmi ile kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bildiği için] Bunlar, hesabı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) ya Resulallah?" diye sorunca Peygamber efendimiz: "İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur" buyurdu.

[İnsanın işlerini Allahü teâlânın ezelde takdir etmesi demek, insanın neleri irade edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Bunları Levh-i mahfuz’da yazmıştır. Böyle olduğu için, kulun mecbur olması gerekmez.

Takvimlere, bir sene içinde güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı, hesaplanarak yazılmıştır. Güneş, takvimde bildirilen saatlerde doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldı diye bilinen saatlerde doğup batmaz. Takvime yazılması, güneşin doğmasına ve batmasına tesir etmez.

İşte Allahü teâlânın da, ezeli ilmi ile, kulların kendi istekleri ile günah veya sevap işleyeceklerini bilmesi, kulların işlerine cebri bir müdahale değildir.]

Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin iman etmeye davet ettiği şeylere iman eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin bütün emirleriyle mükelleftirler.

Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ mealen: "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle beraber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın" Maide suresi, 6. âyet-i kerimesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akidesi bozuk olan Kaderiyye'nin [ve vehhabilerin] dediği gibi günahkârlar, günahları sebebiyle imandan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitabı da bütün müminlere değil, yalnız itaat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ, mealen "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya) koşunuz. Alış-verişi bırakın" buyurdu. (Cum'a 9)

Bu hitabı yalnız itaat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitap aynı zaman da günahkârları da içerisine almaktadır.

Küfrü gerektiren bid’at ve işlerden başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiçbir kimse hakkında Cehennemliktir diye hükmedilemez. Allah’ın ve Resulünün Cennetle müjdelediklerinden başka hiçbir müslüman için isim vererek Cennetliktir denilemez.

Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen, "Muhakkak ki, Allahü teâlâ, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden mağfiret buyurur (affeder)" âyet-i kerimesi ile delalet ediyor. (Nisa 6)

Çünkü, Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, asiler hakkındaki iradesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz: "Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennete, yahut Cehenneme koymayınız" buyurdu.

İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu hususa mealen, "Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerim olan katip melekler var" âyet-i kerimesi ile delalet buyurdu. (İnfitar 10-11)

Kabir azabı haktır, insanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihan edilecek.

Kabirde sual sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyamet günü ilk sur üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek, (ölecekler) ikinci surun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek, (Dünyada iken) Allahü teâlâya itaat eden ve isyan eden bedenler, kıyamet günü diriltilecektir. Yine dünyada iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sahipleri hakkında şahidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terazi koyacak. Kimin sevabı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevabı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyamet gününde insanlara, amel defterleri verilecek. Amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesabı kolay görülecektir. Amel defteri sol eline verilenler azap göreceklerdir.

Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür, insanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak geçecekler. [Yalnız kıyamette köprü, terazi vardır denince, dünyadaki köprü ve teraziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Ahirette amellerin tartılması için terazi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir. Mesela, (Sınıf geçmek için imtihan köprüsünden geçilir) diyoruz. Halbuki imtihanın köprüye benzer tarafı yoktur. Sırat köprüsü de, bilinen köprülere veya imtihan köprüsüne hiç benzemez. (S.Ebediyye)]

Kalbinde zerre miktarı imanı olan kimse, Cehennemde günahı kadar yandıktan sonra, Cehennemden çıkacaktır.

Resulullahın şefaati, ümmetinden büyük günah sahipleri için olacaktır.

Ümmetinden bir kavmi yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücudu hiç azap görmemiş gibi terü taze olacak. Kıyamet gününde Resulullahın havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen kimse, bir daha susamıyacaktır.Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.

Resulullahın mirac gecesi semaya çıkarıldığına dair habere iman etmek vaciptir.

Deccal'e, İsa aleyhisselamın inerek Deccal'i öldüreceğine, güneşin batıdan doğacağına, Dabbet-ül-ardın çıkacağına ve bunlardan başka, sika (güvenilir) zatların Peygamberden bize nakledip, doğruluğunu bildirdikleri, diğerleri gibi kıyametten önce vukua geleceklerine dair tevatür ile bildirilen diğer alametler hakkında gelen haberlere iman etmek lazımdır.

Peygamber efendimizin, gerek Allahü teâlânın kitabında ve gerekse sahih olan hadis-i şeriflerinde, bütün getirdiklerini tasdik etmeye, bunların muhkemleriyle amel, müşkil, müteşabih olanların nassını ikrar etmenin (kabul etmenin) tefsirini, ilim ihata edemeyecek olanların hakikatini, ilmi ilahiyeye havale etmek vaciptir.

Müminlerin üzerine, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker (iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma) vaciptir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mani olurlar. Muktedir olmazlarsa kalbleri ile o işi kötü görürler.

Peygamber efendimizin hadis-i şerifi gereğince, asırların hayırlısı, Eshab-ı kiramın zamanıdır (asrıdır) Sonra Tabiin ve Tebe-i tabiin asırlarıdır.

Eshab-ı kiramın en üstünü, Bedir muharebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennetle müjdelenen on Sahabi). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halifedir. [Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anhüm)] Bunların halifelikleri, o zamandaki müslümanların rızası ile olmuştur. Müslümanlar bu tertip üzere ittifak ettiler (birleştiler).

Muhacir ve Ensardan ibaret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamberimizin da'vet ettiği şeylere iman ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yahut onu bir defa gören Eshab-ı kiram, Tabiinden üstündür.

Eshab-ı kiram için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahih ve doğru tevil yolları aramalı, takip ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsni zan etmelidir.

[Eshab-ı kiram arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden dolayı bilmelidir. Bu ayrılıklar, nefsin arzuları, mevki, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek sevgisinden dolayı değildi. Çünkü, bütün bunlar, nefs-i emmarenin kötülükleridir. Eshab-ı kiramın nefsleri ise, insanların en iyisinin (aleyhisselam) sohbetinde, karşısında tertemiz olmuştu.

Şu kadar var ki, Emir'in yani Hazret-i Ali'nin halifeliği zamanında olan muharebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılan hata etti. Fakat ictihad hatası olduğundan bir şey denemez. Nerde kaldı ki, fasık denilsin, ictihad hatası, fısk, günah değildir. Hatta ayıplamaya bile izin yoktur. Çünkü, ictihadda hata edene de bir sevap vardır. Eshab-ı kiramın hepsi müctehid idi. Hepsi adil idi.

Herbirinin verdiği haber makbul idi. Hazret-i Ali'ye uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukta ve güvenilmekte farksız idi. Aralarındaki muharebeler, itimadın gitmesine mani olmamıştır.

O halde hepsini sevmek lazımdır. Çünkü, onları sevmek. Peygamber efendimizin sevgisinden dolayıdır. Bir hadis-i şerifte, "Onları seven, beni sevdiği için sever" buyurulmuştur. Onlara düşmanlık, Peygamberimize düşmanlık olur. Hadis-i şerifte, "Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder" buyurulmuştur. O büyükleri tazim etmek, hürmet etmektir. Onlara hürmetsizlik, tahkir etmek, Onu tahkirdir. Evliyanın büyüklerinden Ebu Bekr-i Şibli buyuruyor ki: "Eshab-ı kirama tazim etmeyen, kıymet vermeyen bir kimse, Resulullaha iman etmemiş olur."] Bu hususta Selef-i salihin, Peygamber efendimizin "Eshabımı zikrederlerse, siz kendinizi tutunuz" hadis-i şerifine uydular. Ehli ilim, bu hadis-i şerifin manası için "iyiliklerinden başkası ile onları zikretmeyiniz (anmayınız) demektir, dediler.

Yine Peygamber efendimiz: "Esbabım hakkında bana eziyet etmeyiniz. Nefsim kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer sizin biriniz hayır yolunda Uhud dağı kadar altın infak etse, onların küçük ölçek, hatta yarım ölçeklerine bile varamazsınız" buyurdu. Yine Allahü teâlâ mealen "Muhammed (aleyhisselam) Allahü teâlânın Peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (Eshab-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rüku ve secde eder halde (namaz kılarken) Allahü teâlâdan sevap ve rıza, istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur" âyet-i kerimesi ile meth ve sena eyledi. (Feth 29)

Şeyhaynın (yani Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer'in), diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan ya cahildir veya inatçıdır.

Yakub aleyhisselamın oğulları arasında meydana gelen işler, onların kıymetini düşürmeyeceği gibi, dünya işlerinde, Eshab-ı kiram arasında olup-biten işler de onların kadr-u kıymetlerini düşürmez. İster icma ettikleri, ister ihtilaf ettikleri şeylerde olsun, Selef-i salihinin sözlerinin dışına çıkmak hiçbir kimseye caiz değildir.

Peygamber efendimizin, "Ehli havaric Cehennemin kelbleridir" ve "iki fırka var ki, onlara şefaat etmem; mürcie ve kaderiyye" diye rivayet edilen, hadis-i şeriflerine binaen Eshab-ı kiramı sevmeyenler, hariciler, kaderiyye ve mürcieden ibaret olan Ehl-i bid’ati zem ve onlardan uzak olup, onlarla beraber olmamak gerektiğini islam âlimleri bildirmişlerdir.

Yine Peygamber efendimiz, "Kaderiyye bu ümmetin mecusileridir" buyurdu.

Bunlar, Allahü teâlânın yaratması gibi yaratabileceklerini iddia ettiler.

Müslümanların birbirlerine iyilik etmesi ve sevişmesi lazımdır. Fakat Peygamberimizin Eshabından birisini, yahut Ehl-i beytini ve ezvacını (mübarek zevcelerini) kötüleyenlerden uzaklaşmak gerekir.

İşte Selef-i salihinin üzerinde bulunduğu temel bilgiler bunlardır. Selef-i salihin, bilgilerde kitap ve sünnetin hükmüne tâbi oldular. Halef (sonra gelen âlimler) de bu hususta onlara uydu. Allahü teâlâ bizi ve sizi faydalandırsın.)
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:27:07
İmam-ı Buhari

Kur’an-ı kerimden sonra en kıymetli kitab olan Sahih-i Buhari adıyla meşhur hadis kitabını yazan büyük hadis âlimidir. İsmi, Muhammed bin İsmail olup, künyesi Ebu Abdullah’tır. Hadis ilminde yüksek derecede olup, 300.000’den fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen bir âlim olduğu için "İmam", Buharalı olduğu için "Buhari" denilmiş, İmam-ı Buhari ismiyle meşhur olmuştur. 810 (H. 194) senesinde Buhara’da doğdu. 870 (H. 256) senesinde Semerkand’ın Hartenk kasabasında vefat etti.

Küçük yaşta babasını kaybeden Buhari, ilk tahsiline doğum yeri olan Buhara’da başladı. Duası makbul saliha bir hanım olan annesi, onun ve kardeşinin yetişmesi için gayret sarf etti. On yaşından itibaren hadis âlimlerinin derslerine devam etti. On beş yaşına girmeden 70.000 hadis-i şerifi ezberledi.

Hadis ilminde kısa sürede o derece ilerledi ki, hocaları ile karşılıklı ilmi münazaralarda bulunmaya başladı. Nitekim hocası Dâhili, bazı hadis rivayetlerindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamlamıştır. On altı yaşındayken Abdullah bin Mübarek ve Veki bin Cerrâh’ın kitaplarını ezberledi. Fıkıh ilminde, müctehidlerin bildirdiklerini öğrendi. Sonra annesi ve kardeşiyle birlikte hacca gitti. Hac farizasını ifa ettikten sonra annesi ve kardeşi Buhara’ya döndüler, İmam-ı Buhari ise, Mekke’de kalıp, hadis-i şerif toplamaya başladı. On sekiz yaşındayken Sahabe ve Tabiin fetvalarını topladı. Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi’den Şafii fıkhını öğrendi. Bu arada Medine-i münevvereye gidip Resulullah efendimizin kabri şerifini ziyaret edip, geceleri kabri şerif başında Tarih-ul-Kebir kitabını yazdı. Mekke ve Medine’den başka, Bağdat, Basra, Kûfe, Mısır, Nişâbur, Belh, Merv, Askalan, Dımeşk, Hums, Rey ve Kayseriyye gibi ilim merkezlerini dolaşıp, hadis âlimleriyle görüşüp binden fazla âlimden hadis ve diğer ilimleri öğrenip nakletti.

Kuvvetli zekaya ve hafızaya sahip olan İmam-ı Buhari, işittiği hadis-i şerifi hemen ezberliyordu. Onunla hadis-i şerif dinleyenler yazdığı halde, o, yazma ihtiyacını duymuyordu. Muhammed bin Selam el-Bikendi, İbrâhim bin el-Eşâs, Ebu Âsım eş-Şeybani, Abdurrahman bin Muhammed bin Hammad, Hâlid bin Mahled, Ebu Nasr-il-Ferâdisi, Abdân bin Osmân el-Mervezi, Ali bin el-Medini, Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh, Süleyman bin Harb, Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi gibi hocalar elinde yetişti.

İmam-ı Buhari hazretleri, ilim tahsilini bitirdikten sonra, Mısır’dan Maveraünnehr’e kadar tanınmış ilim merkezlerinde hadis ve çeşitli ilimler okuttu. Derslerinde binlerce talebe bulunurdu. Kendisinden 70.000’den fazla talebe hadis dinlemiştir. Bunlar arasında, Tirmizi, Nesai, Ebu Zür’a ve Ebu Bekr bin Huzeyme, İbni Ebi Davud, Muhammed bin Nasr-ul-Mervezi, Müslim bin Haccâc, İbni Ebiddünya gibi büyük ve tanınmış hadis âlimleri de vardı.

Binlerce talebe yetiştirdikten sonra Nişabur’a oradan da Buhara’ya döndü. Bir müddet Buhara’da kalıp, hadis ve ilim öğretmekle meşgul oldu. Bir rivayete göre Buhara valisi çocukları için özel ders verilmesini, buraya kimsenin girip, dersi dinlememesini istedi. Buhari cevabında; "Ben bir kısım kimseleri hadis dinlemekten men edip, birkaç kişiye hadis öğretmem" buyurdu. Bu durum valiyle arasının açılmasına sebep oldu. Buhara’dan ayrıldı. Allahü teâlâya, şikayet yoluyla valinin verdiği sıkıntıyı arz etti. Duası kabul olup, aradan bir ay geçmeden vali azledildi, zindana atıldı. Bu arada Semerkandlılar kendisini davet ettiler. Giderken yolda, Semerkandlılardan bir kısım insanların isteyip, bir kısmının istemediği haberini alınca, Hartenk köyünde kaldı. İşin iç yüzünü öğrenmek istemişti. İnsanların bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini açıp; "Yâ Rabbi! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al!" diye dua etti. O ay, orada hastalandı ve 870 yılının Ramazan bayramı gecesi Semerkant’tan 72 km uzaklıkta olan Hartenk’de vefat etti. Kabri oradadır.

İmam-ı Buhari hazretleri, çok cömert olup, herkese iyilik ederdi. Fakirlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını bizzat karşılardı. Bayram günleri hariç bütün yılını oruçla geçirirdi. Haramlardan ve şüphelilerden daima kaçar, gıybetten çok korkardı. "İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın" buyururdu. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibadetle meşgul olurdu. Kur’an-ı kerimi üç günde bir defa hatmederdi.

Hadis ilminin ve hadis âlimlerinin önderi olan İmam-ı Buhari hazretleri, yüz binlerce hadis-i şerifi ezberlemişti. Hadis-i şerifleri metinleri ve senetleriyle ezbere bilirdi. Hadis-i şeriflerin ravilerini çok inceler dinin emirlerine uymayan, edeplerini gözetmeyen, ahlakında bir kusur olanların rivayet ettiği hadis-i şerifleri almazdı. Hadis-i şerifin metnini ezberlediği gibi, o hadis-i şerifi rivayet eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm tarihlerini, ahlak ve yaşayışlarını, kimden rivayette bulunduklarını, o raviden başka kimlerin hadis-i şerif aldığını öğrenir ve ezberlerdi. Bir kimse hadis rivayetinde ve ravilerin senedinde hataya düşse, hemen İmam-ı Buhari hazretlerini bulup sorar ve doğrusunu öğrenirdi. Gittiği her yerde, etrafı hadis-i şerif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. İmam-ı Buhari hazretlerinin hadis ilmindeki rumuzu "H" harfidir. Aynı zamanda tefsir ve kelam ilimlerinde de üstad olan İmam-ı Buhari hazretlerinin tefsire dair bildirdiği rivayetler tefsir âlimlerinin eserlerini süslemektedir. Kelam ilmine dair eserler de yazmıştır.

Eserleri
1) Câmi-us-Sahih:
En büyük ve en meşhur eseridir. Sahih-i Buhari ismiyle de tanınır. İslam âlimleri söz birliğiyle; "Kur’an-ı kerimden sonra en sahih kitap Sahih-i Buhari’dir" buyurmuşlardır. İmam-ı Buhari bu kitabı Mescid-i Haram’da yazdı. Her hadis-i şerifi kitabına yazmadan önce istihare yapmıştır. Gusledip, Kâbe’de makâmın gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usûllere göre sahih olduğu kesin olarak belli olan hadis-i şerifleri yazmıştır. Bu kitabı müsveddeden temize çekme işini de Medine-i münevverede Peygamber efendimizin kabri şerifi ile minberi arasında bulunan Ravda-i Mutahherada yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi şöyle anlatmıştır: "Câmi-us-Sahih kitabına her hadis-i şerifi koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp, istihare yaptım. Ondan sonra hadis-i şerifi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadisi yazmadım. Bu kitabı on altı yılda tamamladım."

Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahih hadis kitabının en başta geleni olan Sahih-i Buhari’nin, Ali el-Yünûni tarafından el yazmasıyla çoğaltılan metni muteber olmuştur. Bu nüshanın aslı Kâhire’de Akboğa Medresesi Kütüphanesindedir. Sahih-i Buhari’nin birçok şerhleri ve baskıları yapılmıştır. 1894’te Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Mısır’da yaptırılan iki cilt baskısı pek nefis, ciltlenmiş, altın tuğra ve nukûş ile süslenmiştir. Bu baskı Bulak’ta Emiriyye Matbaasında yapıldı. Zeynüddin Ahmed Zebidi, mukarrer rivayetleri birleştirerek Buhari-i Şerif Tecrid-i Sarih ismiyle kısaltılmıştır.

2) Tarih-ul-Kebir
3) Tarih-ul-Evsat
4) Tarih-us-Sagir (Bu üç eser hadis ravilerinin hayatlarını ve hadis ilmindeki yerlerini ihtiva etmektedir)
5) Kitab-u Duafâ-is-Sağire (Zayıf ravilerin hallerinden bahseder)
6) Et-Tarih fi Marifeti Ruvât-ül-Hadis
7) Et-Tevârih-ul-Ensab
8) Kitab-ül-Kûnâ
9) El-Edeb-ül-Müfred (Ahlakla ilgili hadis-i şerifleri toplayan eserdir)
10) Ref’ul-Yedeyn fissalâti
11) Kitab-ül-Kırâati Half-el-İmam
12) Halk-ul-Ef’âl-il-İbâdi ver-Reddü alel-Cehmiyye
13) El-Akide yâhut Et-Tevhid (Kelam ilmiyle ilgilidir)
14) El-Câmi-ul-Kebir
15) Et-Tefsir-ül-Kebir
16) Kitab-ül-Mebsût
17) Esmâ-üs-Sahabe
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:28:02
İmam-ı Müslim  

Hadis âlimlerinin en üstünlerinden olup, Kütüb-i Sitte adıyla bilinen meşhur altı hadis kitabından ikincisinin yani Sahih-i Müslim’in müellifidir. İsmi, Müslim bin Haccâc bin Müslim el-Kuşeyri en-Nişaburi, künyesi Ebul-Hüseyin’dir. 821 (H.206) senesinde Nişabur’da doğdu. 875 (H.261) tarihinde burada vefat etti. Nişabur’un bir mahallesi olan Nasrâbad’da defnedildi. Büyük hadis imamlarından olup, Arapların Beni Kuşeyr kabilesine mensuptur.

İmam-ı Müslim, zamanının büyük hadis âlimlerinden hadis-i şerif dinlemek ve öğrenmek için, Hicâz, Irak, Şam ve Mısır’ı dolaştı. Yahyâ bin Yahyâ en-Nişaburi, Ahmed bin Hanbel, Kuteybe bin Sa’id, Ebu Bekr bin Ebi Şeybe, Osman bin Ebi Şeybe, imam-ı Şafii hazretlerinin talebelerinden Harmele bin Yahyâ gibi büyük âlimlerden hadis-i şerif dinleyip, rivayette bulundu. Ondan da; Ebu İsâ et-Tirmizi, Yahya bin Said, Muhammed bin Mahled, Mekki bin Abdan ve daha başka âlimler, hadis-i şerif bildirmişlerdir. Bağdat’a birkaç defa gelen imam-ı Müslim hazretlerinden Bağdat âlimleri de hadis-i şerif dinleyip rivayette bulunmuşlardır. En son 872 senesinde Bağdat’a gelmiştir.

İmam-ı Buhari ile Nişabur’da görüşmüş, onun ilim meclisine devam etmiştir. İmam-ı Müslim, imam-ı Buhari ile bir hadis-i şerifin müzakeresini yaparken; İmam-ı Buhari, hadis-i şerifin senedinde, onun bilmediği bir illeti gösterince, imam-ı Müslim ayağa kalkarak Buhari’nin alnından öpmüş ve methte bulunmuştur. İmam-ı Buhari hazretleri için; “Sana buğzedenler, ancak hasedinden buğzeder. Dünyada bir benzerin olmadığına şehadet ederim” demiştir.

Hadis-i şerif öğrenmek ve öğretmek için pek çok seyahat yapan İmam-ı Müslim hazretleri, ömrünün son yıllarını Nişabur’da geçirmiş, orada hadis-i şerif dersi vermiş ve ticaretle meşgul olmuştur.

Eserleri
1) Sahih-i Müslim:
Kütüb-i Sitte’nin ikincisi olup, Buhari’nin Sahih’inden sonra gelir. Hadis ilminde Müslim (M) harfi ile gösterilir.

İmam-ı Müslim’in bu eseri üzerine çok şerhler yazılmıştır. Abdül Gafur ibni İsmâil el-Fârisi’nin yaptığı El-Mefhum fi Şerhi Garibi Müslim adlı şerhi, Ebul-Kâsım İsmâil bin Muhammed’in Şerhu Müslim adıyla yaptığı şerh ve Muhyiddin Ebu Zekeriyya Yahya en-Nevevi’nin El-Minhâc fi Şerhi Sahih-i Müslim adıyla yaptığı şerh gibi daha birçok şerhi vardır.

2) El-Müsned-ül-Kebir
3) El-Câmi’ Ale’l-Ebvâb
4) El-Esmâ ve’l-Kunâ
5) El-Efrâd vel-Vuhdân
6) Tesmiyetü Şuyuhu Mâlik ve Süfyân ve Şu’be
7) Kitab ül-Muhadramin
8) Kitabu Evlâd-is-Sahabe
9) Evhâm-ül-Muhaddirin
10) Et-Tabakât
11) Efrâd-üş-Şâmiyin
12) Et-Temyiz
13) El-İlel

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:28:58
İmam-ı İbni Mace

Hadis âlimlerinin büyüklerinden olup, Kütüb-i Sitte denilen altı sahih hadis-i şerif kitabından Sünen-i İbni Mâce adlı eserin müellifidir. İsmi Muhammed bin Yezid olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. 824 (H.209) te Kazvin’de doğduğu için Kazvini adıyla bilinir. İbni Mace diye meşhur oldu. 886 (H. 273) da vefat etti.

Basra, Bağdat, Kûfe, Mekke-i mükerreme, Şam, Mısır, Horasan ve Rey gibi zamanının ilim merkezlerine giderek, hadis-i şerif ve onunla alakalı ilimleri tahsil etti. Gittiği bu merkezlerde büyük hadis âlimleriyle karşılaşarak, onlardan istifade etti. Leys, İbrâhim bin el-Münzir, Muhammed bin Abdullah bin Numeyr ve daha başka âlimlerden hadis-i şerif öğrendi. Hadis ilminde yüksek dereceye ulaştı. Ebü’l-Hasan el-Kattân, Ahmed bin Ravh el-Bağdâdi, Muhammed bin İsâ el-Ebheri gibi âlimler ondan hadis-i şerif rivayet ettiler.

Zamanındaki ve daha sonraki asırlarda yetişen hadis âlimlerince sika (güvenilir) olduğu bildirilen İbni Mace, Sünen-i İbni Mace’yi telif etti. Bu kıymetli eser, hadis-i şerif fihristlerinde ve mu’cemlerde, (MC) harfleriyle gösterilmektedir.

Tefsir ilminde de derin âlim idi. Tefsir-i Kur’an adlı eseri de çok kıymetlidir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:29:51
İmam-ı Tirmizi

Veli ve büyük hadis âlimi. İsmi, Muhammed bin Ali bin Hasan bin Bişr ez-Zâhid, künyesi Ebu Abdullah’tır. Doğum tarihi bilinmeyen Hakim-i Tirmizi, doğum yeri olan Tirmiz’de uzun müddet kaldı. Sonra Belh’e gitti. Orda bir müddet kaldıktan sonra Nişabur’a geldi. 932 (H. 320) senesinde şehid edildi.

Hakim-i Tirmizi; babasından, Kuteybe bin Said, Hasan bin Ömer, Salih bin Abdullah Tirmizi, Salih bin Muhammed Tirmizi, Ali bin Hucr es-Sadi, Yahya bin Musâ, Utbe bin Abdullah el-Mervezi, Abbâd bin Yakub ed-Devrâk, Süfyân bin Veki ile Horasan ve Irak’taki muhaddislerden hadis-i şerif öğrenmiştir. Yahya bin Mansur el-Kâdı, Hasan bin Ali, Nişabur âlimleri ve daha pek çok âlim de ondan hadis-i şerif rivayet etmişlerdir. Pek çok kitabı olan Hakim-i Tirmizi, Ebu Türâb Nahşebi, Ahmed bin Hadraveyh ve İbni Celâ gibi evliya ile sohbet etmiş, beraber bulunmuş ve onlardan çok faydalanmıştır. Çok hadis-i şerif toplamış, zahid ve âbid bir zat olan Hakim-i Tirmizi’nin yazdığı kitapların ekserisi basılmıştır.

Sünnet-i seniyyeye tam uyan, ilmiyle âmil, ümmet-i Muhammed’in büyüklerinden olan Hakim-i Tirmizi, zamanın evliyasından olup, herkes tarafından övülmüştür. İnce manaları açıklama ve izah hususunda üstad, hadis ilminde ise sika (sağlam, güvenilir) bir âlimdi. Sözleri kıymetli olup, hilmi (yumuşaklığı) pek ziyade, şefkati çok ve ahlakı pek güzeldi. Peygamberimizin mübarek ahlakı onda görülürdü.

Buyurdu ki:

“Ahirette kurtulmak, ibadet ve amelin çok olmasıyla değil, amellerin ihlaslı ve şartlarına uygun yapılması iledir.”

“Müminin neşesi yüzünde, hüznü kalbindedir.”

“Nefsin, sende olduğu halde, Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki nefsin, daha kendisini bile tanımamıştır. Rabbini nasıl tanısın?”

“Kanaat nedir?” diye sorulunca, “İnsanın kısmetine düşen rızkına razı olmasıdır” cevabını vermişti.
Kendisine; “İmanın gitmesine en çok sebep olan günah nedir?” diye sordular. Buyurdu ki: “Üç günah vardır: Birincisi, iman nimetine kavuştuğuna şükretmemek; ikincisi, imanın gitmesinden korkmamak; üçüncüsü, müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, haksız yere bir Müslümanı incitmek, Kâbe’yi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır. Resulullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle buyurmuştur.”

Eserleri
Hakim-i Tirmizi’nin pek çok risaleleri mevcut olmakla beraber, yazdığı meşhur kitapları;
Kitab-ül-Furuk
Hatm-ül-Vilâye ve’l-İ’lel-üş-Şer’iyye
Nevâdir-ül-Usul fi Ehâdis-ir-Resul
Gars-ül-Muvahhidin
Er-Riyâdatü ve Edeb-ün-Nefs
Gavr-ül-Umur
El-Menâhi
Şerh-üs-Salât
El-Mesâil-ül-Meknune
El-Ekyâs ve’l-Mu’terrin
Beyân-ül-Fark Beyn-es-Sadr
El-Akl ve’l-Hevâ’dır
Bunların dördü hariç, diğerleri basılmıştır. Bazı risaleleri de, yakın zamanda Şam’da tekrar basılmıştır.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:31:53
İmam-ı Ebu Davud

Kütüb-i Sitte denilen meşhur altı hadis-i şerif kitabından biri olan Süneni Ebu Davud’un sahibi. İsmi, Süleyman bin Eşas bin İshak bin Beşir’dir. Ebu Davud künyesiyle meşhur olup, Sicistâni nisbesiyle bilinir. 817 (H.202)’de Sicistan’da doğdu. 889 (H.275)’de Basra’da vefat etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Ebu Davud Sicistâni; Horasan, Şam, Irak, Hicaz, Mısır gibi ilim merkezlerine giderek zamânının tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etti ve hadis-i şerif dinledi. Tefsir ve Hanbeli fıkhını da tahsil edip, yüksek ilmi dereceye ulaştı. Hadis-i şerif öğrenmek için uzun yolculuklar yaptı. Müslim bin İbrahim, Süleyman bin Harb, Ebu Mamer el-Makad, Yahya bin Main, Ahmed bin Hanbel gibi büyük âlimlerden rivayetlerde bulundu. Hadis ilminde sika (güvenilir) bir âlim olan ve ilmi derece bakımından imam-ı Buhari ve imam-ı Müslim’den sonra gelen Ebu Davud Sicistâni’den, Bağdat’ta bulunduğu sırada, oğlu Abdullah, Ebu Abdurrahman en-Nesai, Ahmed bin Muhammed bin Harun ve başka âlimler rivayette bulundular. Bilhassa fıkhi konularla ilgili hadis-i şerifleri topladığı ve bu hususta pek kıymetli bir kaynak olan Sünen kitabını imam-ı Ahmed bin Hanbel’e arz edip, onun takdirine kavuştu.

Mu’cem kitaplarında ve hadis-i şerif fihristlerinde D (dal) harfiyle ifade edilen Sünen-i Ebu Davud’a daha sonraki zamanlarda birçok şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerden; Azimâbâdi’nin yazdığı Avn-ül Mabud, Hattabi tarafından yazılan Meâlim-üs-Sünen, imam-ı Süyuti tarafından yazılan Mirkâd-üs-Süud ilâ Süneni Ebi Davud adlı eserler zikredilebilir. Son zamanlarda yazılan El-Menhel-ül-Azb-ül-Mevrud adlı şerh yarım kalmış, daha sonra üzerine tekmile yazılarak basılmıştır.

Ebu Davud hazretleri, beş yüz bin hadis-i şerif içinden seçtiği 4800 hadis-i şeriften şu dördünün insanlar için çok önemli olduğunu bildirmiştir:

(Ameller niyetlere göredir.)

(İnsanın kendisine faydası olmayan şeyleri terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir.)

(Bir mümin kendisi için istediği ve sevdiği bir şeyi, (din) kardeşi için de istemedikçe imanı kâmil olmaz.)

(Helal meydanda, haram da meydandadır. Bunların arasında şüpheli şeyler vardır. Harama düşmemek için bu şüphelilerden sakınmak lazımdır.)

Ebu Davud hazretleri, ilmiyle amel eden güzel ahlak sahibi bir kimseydi. Büyük bir Hadis âlimi olduğu için, Resulullah efendimizin ahlakı ile ahlaklanmaya çok çalışırdı.

Eserleri
Ebu Davud hazretlerinin Sünen-i Ebu Davud adlı eserinden başka, Kitab-ı Merâsil ile Delâil-ün-Nübüvve adlı eserleri de vardır.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:32:58
İmam-ı Nesai  

Büyük hadis ve fıkıh âlimi. Künyesi Ebu Abdurrahman; ismi, Ahmed bin Şuayb bin Ali bin Sinân bin Bahr bin Dinar’dır. İmam-ı Nesai diye meşhurdur. Aslen Horasan’ın Nesa şehrindendir. 830 (H. 214) yılında orada doğdu. 915 (H.303)te Filistin’in Remle şehrinde vefat etti. Mekke’de vefat ettiği veya Hariciler tarafından şehid edildiği de bildirilmektedir. Hadis ilminde imamdı, yani üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle birlikte ezbere bilirdi. Yazdığı Süneni Sagir’i, Kütüb-i Sitte adı verilen altı büyük hadis kitabından biridir. Hadis ilminde rumuzu sin (S)’dir.

İlim tahsiline Horasan’da başlayan İmam-ı Nesai; Irak, Şam, Mısır, Hicaz (Mekke ve Medine) ve Cezire (bugünkü Cizre civarı) âlimlerinden ders aldı. Mısır’da yerleşti. On beş yaşında Kuteybe bin Said’e talebe olup, bir sene iki ay yanında kaldı. İshâk bin Râhaveyh, Hişâm bin Ammâr, İsâ bin Hammâd, Hüseyin bin Mansur Sülemi, Amr bin Zürâre, Muhammed bin Nasr-i Mervezi, Süveyd bin Nasr, Ebu Kureyb, Muhammed bin Rafii, Ali bin Hucr, Ebu Yezid Cermi, Ebu Dâvud Süleymân Eş’as, Yunus bin Abdila’lâ, Muhammed bin Geylân ve daha birçok âlimden ders aldı. Onların bir çoğundan hadis-i şerif dinledi ve rivayet etti.

Hadis ilminde zamanının bir tanesi olan imam-ı Nesai, Mısır âlimlerinin en fakihiydi. Haramlardan sakınmakta ve ibadetlere düşkünlükte eşi yoktu. Her yaptığı iş, her söylediği söz, Allahü teâlânın rızası içindi. İmam-ı Nesai’nin hadis-i şerif rivayetinde ravilere koyduğu şartlar, Buhari ve Müslim’den daha sıkıydı. Hadis ravilerinin güvenilir olup olmamasındaki tespitlerine bütün âlimler itibar ederlerdi.

İmam-ı Nesai hazretlerinden; Ebu Bişr Devlâbi, Ebu Ali Nişâburi, Hamza bin Muhammed Kesâsi, Ebu Bekr Ahmed bin İshâk, Muhammed bin Abdullah bin Hayyuye, Ebul-Kâsım Taberani, Fakih Ebu Cafer Tahavi ve daha birçok âlim ilim tahsil edip, hadis-i şerif rivayet etti.

İmam-ı Nesai hazretleri, ilk önce yazdığı Sünen-i Kebir’inde, hadis-i şeriflerin kaynakları ve toplanması hakkında bilgiler verip, şartlarına uyan hadis-i şerifleri yazdı. Bu eserine, kendisi Müctenâ adını vermesine rağmen Sünen-i Sagir adıyla meşhur oldu. Şimdi, daha çok Sünen-i Nesai adıyla bilinmektedir. Bu kıymetli eser, altı meşhur hadis kitabından biri olarak Müslümanların baş tacı oldu.

İmam-ı Nesai hazretleri, ömrünün sonuna doğru Şam’a gitti. Orada Hazret-i Ali’yi kötüleyen haricilerden bazı kimseler gördü. Bunun üzerine Hazret-i Ali ve Ehli Beyt-i Nebevi’yi öven Kitab-ül-Hasâis fi Fadli Ali bin Ebi Tâlib ve Ehli Beyt adlı eserini yazdı. Bu eserindeki hadis-i şeriflerin çoğunu Ahmed bin Hanbel hazretlerinin rivayetlerinden aldı. Bu kitabını niçin yazdığını bilmeyen bazı kimseler; “Şeyhayn’ın yani Ebu Bekir ve Ömer’in üstünlüklerini niçin yazmadın?” dediler. Bunun üzerine; Fedâil-üs-Sahabe adlı Eshab-ı kiramın üstünlük ve faziletlerini anlatan kitabını yazdı, Müsned-i Ali, Müsned-i Mâlik ve Duafâ ve’l-Metrukin adlı kitaplar, onun pek kıymetli eserleri arasındadır. Sonuncusu, basılmıştır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:33:55
İmam-ı Beyheki  

Meşhur hadis ve fıkıh âlimi. İsmi Ahmed bin Hüseyin, künyesi Ebu Bekir'dir. Nişabur'un Beyhek kasabasından olduğu için Beyheki diye meşhur olmuştur. Beyhek kasabasına bağlı Hüsrevcird köyünde 994 (H. 384) senesinde doğdu, 1066 (H. 458)da Nişabur'da vefat etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Beyheki zekasının keskinliği, hafızasının kuvveti, öğrendiği şeyler üzerindeki arzusu ve ilim öğrenmekteki ihlası ile hocalarının dikkatlerini üzerine topladı. Beyheki; Horasan, Bağdat, Kufe ve Mekke gibi ilim merkezlerinde zamanın âlimlerinden akli ve nakli ilimleri tahsil etti. Yüzden fazla hocadan hadis öğrendi. Ebul-Feth Nasır bin Muhammed Ümeri'den fıkıh ilmini, Hakim'den hadis ilmini, İbni Fürek'ten kelam ilmini, Ebu Ali Rodbari'den tasavvuf ilmini öğrendi. Büyük âlim oldu, kendisine ilmin minaresi denildi. Pek çok âlim yetiştirdi. Şeyhülislam Ebu İsmail el-Ensari, Zahir bin Tahir, Ebu Abdullah el-Feravi, oğlu İsmail bin Ahmed onun yetiştirdiği âlimlerdendir.

Kelam ilminde Ehl-i sünnet itikadına büyük hizmetler yaptı. Çeşitli ilimlerde bilhassa hadis, fıkıh ve kelam ilmine ait yüzlerce eser yazdı. Horasan'da hadis ilminde onun izni olmadan, o icazet (diploma) vermeden kimse hadis ilminden söz edemezdi. Şafii fıkhı öğretmesi için Nişabur'a çağrıldı. Her ne kadar memleketine dönmek istediyse de 9 Nisan 1066 (H. 10 Cemazilevvel 458) da vefat etti. Cenazesi yakın olan Beyhek kasabasına götürüldü.

İlim ve fazilette yüksek bir zat olan Beyheki hazretleri, devamlı okur, araştırır, tasnif eder, eserlerini öğrencilerine okutur, ilimle meşgul olur, fakirliğe sabreder, halinden hiç şikayet etmezdi. Az yer az içerdi. Kırk dört yaşından sonra vefatına kadar otuz sene bayram günleri hariç devamlı oruç tutmuştur.

Eserleri
1) Es-Sünen-ül-Kübra: Hadis-i şerif kitabı olup, on cilttir. Eshab-ı kiram ve Tabiinin isimleri, senet ve ravileri içerisine alan bir fihristi vardır.
2) Es-Sünen-üs-Sugra: İki cilttir.
3) Kitabü'l-Esma ves-Sıfat: İki cilttir.
4) Delail-ün-Nübüvve: Üç cilttir.
5) Menakıb-üş-Şafi
6) Marifet-üs-Sünen vel Asar: Eser dört cilttir.
7) Şu'ab-ül-İman
8) Et-Tergib vet-Terhib
9) Kitab-üz-Zühd-il-Kebir
10) El-Ba'sü ven-Nüşur
11) Fedail-üs-Sahabe
12) El-Medhal iles-Sünenil-Kübra
13) El-Mebsut
14) El-Adab
15) El-İtikad ala Mezhep-is-Selefi Ehlis-Sünneti vel-Cema'a
16) Ahkâm-ül-Kur'an
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:34:46
İmam-ı Taberani  

Meşhur tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Süleymân bin Ahmed bin Eyyub bin Mutayr eş-Şâmi el-Lahmi et-Taberani; künyesi Ebul-Kasım’dır. 873 (H.260) senesi Safer ayında Şam’ın Taberiyye kasabasında doğdu. İsfehan’a yerleşti. 970 (H.360) senesi Zilkâde ayının sonlarına doğru 100 yaşlarında vefat etti. İsfehan şehrinin girişinde Resulullahın Eshabından olan Hammâd ed-Devri’nin kabri yanına defnedildi.

Taberani; Hâşim bin Mürsed et-Taberani, Ebu Zür’a-es-Sekafi, İshâk ed-Debri, İdris el-Attar, Beşir bin Musâ, Hafs bin Ömer, Abdullah bin Mahmud bin Said bin Ebi Meryem, Ali bin Abdülaziz el-Begâvi, Mikdâm bin Dâvud er-Re’yini, Yahya bin Eyyub el-Allât, Ebu Abdurrahman en-Nesai gibi pek çok âlimden ilim öğrendi ve hadis-i şerif rivayetinde bulundu. Kendisinden de; Ebu Huleyfe el-Cemhi, İbni Ukde, Ebu Nuaym el-Hâfız, Ebu Hüseyin bin Fâzişâh, Abdân, Câfer el-Feryâbi, Ebu Abdullah bin Merde el-Hâfız ve daha birçok âlim ilim öğrendi ve hadis-i şerif rivayet etti.

Büyük hadis âlimlerinden olan Taberani hazretleri, güvenilir, sağlam, hadiste hüccet, yani üç yüz binden fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen unvanına sahiptir. Onun ilmi ve rivayet ettiği hadis-i şerifler, bütün İslam âlemine yayıldı. Kendisine; “Bu kadar hadis-i şerifi ezberleme bahtiyârlığına nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Otuz sene kuru hasır üzerinde uyudum” buyurdu.

İlim tahsili için rahatı terk ederek sade bir hayat yaşadı. Otuz üç sene ilim uğrunda seyahat yaptı. Bu yolda fedakârlıktan kaçınmadı. Her işini Allahü teâlânın rızası için yapar ve insanları Cehennem ateşinden kurtarmak için çalışırdı. Talebelerinden Ebu Abbas Şirazi, Taberani’den üç yüz bin hadis-i şerif yazdığını, güvenilir, sağlam bir muhaddis olduğunu bildirmekte ve hocasının ne derece ilim sahibi olduğunu vesikalandırmaktadır.

Yazmış olduğu başlıca eserleri; Mu’cem-ül-Kebir, Mu’cem-ül-Evsat ve Mu’cem-üs-Sagir’dir.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:35:31
İmam-ı Nevevi  

Şafii âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Yahya bin Şeref, lakabı Muhyiddin, künyesi Ebû Zekeriyya’dır. 1233 (H.631) senesinin Muharrem ayında, Şam’ın güneyindeki Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nispetle Nevevi denmiştir. 1277 (H.676) yılının Receb ayında vefat etti.

Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya’yı, babası küçük yaşta Kur’an-ı kerim öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur’an-ı kerimi ezberledi.

Zamanının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsil etti. On dokuz yaşına gelince, babası, tahsil için, Şam’daki Revâhiyye Medresesine götürdü. Önce tıp okudu, sonra tamamiyle din ilimleri üzerinde çalıştı. Şafii mezhebinin temel kitaplarından olan Et-Tenbih ile Mühezzeb’in dörtte birini, dört buçuk ayda ezberledi. Kemâleddin Sellâr Erbili, İzzeddin Ömer Erbili, Kemâleddin İshâk bin Ahmed hazretlerinin derslerine devam etti ve fıkıh ilmini öğrendi. İzzeddin Ömer Erbili’ye çok hizmet etti. Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Zamanla, usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerine vakıf oldu. Hâfız Zeyn Hâlid Nablüsi, Radi bin Bürkân, İbni Abdüddâim, Ebi Muhammed İsmâil bin Ebi Yüsr ve birçok âlimden hadis ilmini öğrendi. Kısa zamanda, ilimde devrinin en büyük âlimlerinden oldu ve insanlığın saadeti için pek çok kitap yazdı. Şafii mezhebinin esaslarını kitaplarında bildirdi. Kendisinden; Şeyh el-Mizzi, Ebul-Hasan Attar ve pek çok âlim ilim tahsil ettiler.

İki kere hacca gitti. 1266 senesinde, Dâr-i Hadis-i Eşrefiyyede ders verdi. Vefatına kadar, bu vazifesinin karşılığında hiç para almadı. Mübarek sakalında birkaç beyaz kıl vardı. Kendisindeki sekine ve vakar hâli herkes tarafından görünürdü.

İmam-ı Nevevi hazretleri ömrünün sonlarına doğru, üzerindeki emanetleri sahiplerine verip, borçlarını ödedi. Kitaplarını kütüphaneye verdi. Nevâ’da, doğduğu evde günlerce hasta yattıktan sonra vefat etti. Türbesi ziyaret edilmekte, aşıkları mübarek ruhundan feyz almaktadır.

İmam-ı Nevevi hazretleri, geçinmede kanaat üzere olup, nefsi ve dünyevi arzu ve isteklerden geçmişti. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve taatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli olup, salih ameller yapmakta sabrı çoktu. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, tam helal olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanaat ederdi. Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Bekar idi. Hiç evlenmedi. Geceleri uyumaz, ibadet eder ve kitap yazardı. Devlet reislerine, valilere ve diğerlerine emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunurdu. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lazım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdahene etmez ve gevşeklik göstermezdi.

İmam-ı Nevevi hazretlerinin, Kütüb-i Sitte’de geçen hadislerden topladığı Riyâd-üs-Salihin isimli eseri meşhurdur.

Buyurdu ki:
İnsanlar Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsanlar saadete kavuşmak için yaratılış gayelerine dikkat etmeli ve dünyaya düşkün olmaktan kaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir. Ahirette saadete kavuşmak için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı kimseler bu fani dünyaya düşkün olmayıp kulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır.
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir.

Eserleri:
İmam-ı Nevevi hazretlerinin yazdığı eserlerin sayısı çoktur. Okuyanlar çok istifade etmektedir. Eserlerinden bazıları şunlardır:
Ravda; fıkıhla ilgilidir.
Riyâd-üs-Salihin; hadis üzerinedir.
Hadis-i şeriflerin şerhi hakkında, Şerh-i Sahih-i Müslim’i vardır.
Hadis ricâlinin isimlerini harf sırası ile bildiren Tehzib-ül-Esmâ adlı büyük bir kitabı,
ayrıca; Lügat-üt-Tenbih, Tıbyân, Minhâc gibi eserleri de vardır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:36:34
Diğer hadis âlimleri  

İbni Ebi Şeybe:
Ebu Bekir Abdullah bin Muhammed, hafız idi. Yüz bin hadis-i şerifi ravileri ile birlikte, ezber bilene (Hafız) denir. 850 de vefat etti. (Müsned) kitabı meşhurdur.

Darimi:
Abdullah bin Abdurrahman hafız Ebu Muhammed, 798 de Semerkand’da doğdu, 869 da vefat etti. Hadis âlimidir. (Müsned) adındaki kitabı çok kıymetlidir. Hadis-i şerif ilminde olduğu gibi, tefsir ve fıkıh ilimlerinde de derin bir âlimdi.
Eserleri:
1) Müsned-i Darimi (En meşhur ve kıymetli eseri budur).
2) El-Cami-us-sahih: Buna Sünen-i Darimi de denir.
3) Sülasiyyat.

Ahmed-i Bezzar:
Babası Amr’dır. Hadis âlimlerindendir. 905 de vefat etti. (Müsned) kitabı meşhurdur.

Ebu Ya’la:
Ahmed bin Ali, hadis âlimidir. (Müsned) kitabı meşhurdur. 825 de doğdu, 920’de Musul’da vefat etti.

İbni Adiy:
Ebu Ahmed Abdullah ibnül Adiy, hadis imamlarındandır. 856 da Cürcan’da doğdu, 935 de Esterabad’da vefat etti. Hadis-i şerif toplamak için, Irak, Mısır, Şam ve Hicazı dolaştı.

İbni Hibban:
Ebu Hatim Muhammed bin Ahmed Temimi, hadis imamı ve Şafiidir. Semerkand kadısı idi. Sicstanda Bust kasabasında doğup, 966 da Semerkand’da vefat etti.

Ramehürmüzi:
Büyük hadis âlimlerindendir. Adı Hasan bin Abdurrahman’dır. 970 yılında Ramehürmüz şehrinde vefat etti; Ramehürmüzi adıyla şöhret buldu. Birçok eser yazmıştır. Bunlardan El-Muhaddis-ül-Fasıl Beyn-er-Ravi ve’l-Vai adlı eseri, usul-i hadis sahasında yazılan ilk kitaptır. Rabı-ül-Müteyyemin fi Ahbar-il-Uşşak, Kitab-ül-Emsal, Kitab-ün-Nevadir, Kitab-ı Risalet-üs-Sefer, Kitab-ur-Ruh, Edeb-ün-Natık adlı eserleri de vardır.

Dare Kutni:
Ali bin Ömer, hadis âlimidir. 918’de Bağdat’ta Dare Kutn’da doğdu, 995 de vefat etti. (Sünen) kitabı meşhurdur.

Hakim Nişapuri:
Muhammed bin Abdullah hadis âlimlerindendir. 933 de doğdu, 1014’de Nişapur’da vefat etti. Buhari’de ve Müslim'de bulunmayan sahih hadisleri toplayarak meydana getirdiği (Müstedrek) kitabı çok kıymetlidir.

Ahmed Bin Abdullah (Ebu Nuaym İsfehani):
Ebu Nuaym İsfehani adı ile meşhurdur. Şafiidir. Hadis âlimidir. 948 de doğdu, 1039 da vefat etti. Kıymetli kitapları vardır. (Hilye-tül-Evliya)sı meşhurdur.

İbni Abdilberr:
Hafız Cemaleddin Ebu Ömer Yusuf bin Abdullah, Maliki fıkıh ve hadis âlimidir. 978 de Kurtuba’da doğdu, 1071 de Şatıbe’de vefat etti. (Elistiab fi-marife-til-eshab) kitabı meşhurdur.

Hatib-i Bağdadi:
Hafız Ahmed bin Ali, hadis âlimlerindendir. Çok sayıda, kıymetli kitap yazdı. Şafii idi. 1002 de Bağdat’ta doğdu, 1071 de orada vefat etti. İmam-ı a’zama ve imam-ı Ahmed’e dil uzattı ise de, mağlup edildi.

Deylemi:
Şehrdar bin Ebu Şüca Şireveyh 1090 da Hemedan’da doğdu, 1163’e vefat etti. Hadis âlimidir. (Müsned-ül-firdevs) kitabı meşhurdur.

İbni Asakir:
Ali bin Hasen fıkıh ve hadis âlimidir. 1105 de Şam’da doğdu, 1176 da orada vefat etti. Seksen cilt (Şam tarihi) kitabı meşhurdur.

Zehebi:
İmam-ı Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed bin Ahmed bin Osman bin Kaymaz Türkmani Mısıri, hadis ve tarih âlimlerindendir. 1274 de Şam’da doğdu, 1348 de Mısır’da vefat etti. Eserlerinden (Mizan-ül itidal), oniki cilt (Tarih-ül İslam), (Tecrid fi-esma-i Sahabe) ve (Es-sayfa fi-menakıbi Ebi Hanife) kitapları vardır. (Et-tıbbün-Nebevi) çok faydalı olup, İbrahim Ezrakın (Teshil-ül-menafi)i hâmişinde olarak Mısır’da ve 1975 de İstanbul'da basılmıştır. İbni Teymiyye’nin talebesidir.

İbni Hacer-i Askalani:
Şihabüddin Ahmed bin Ali, hadis imamı ve Şafii fıkıh âlimidir. 1371 de Mısır’da doğdu, 1448 de orada vefat etti. Yüzelliden çok kitabı vardır. (Elisabe fi-temyizissahabe) kitabı İbni Esirin (Üsüd-ül-gabe) kitabından daha mükemmeldir. Dört cilttir.

Münavi [veya Menavi]:
Abdürrauf-i Münavi, hadis ve fıkıh âlimidir. Şafii idi. 1518 de doğdu, 1621 de Kahire’de vefat etti. Çok kitap yazdı. (Künuz-üd-dekaık) kitabı, 1868 de İstanbul'da basılmıştır. 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:44:33
Ebu Bekr-i Sıddık

Ebu Bekr-i Sıddık hazretleri Peygamberlerden sonra, insanların en üstünüdür.
Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Peygamber efendimizin kayınpederi, Hazret-i Âişe'nin babasıdır. Hazret-i Ebu Bekirin Resulullah efendimize fevkalade sadâkât ve sevgisi vardı. Vefatına, Peygamberimizden ayrıldığından duyduğu aşırı üzüntüsü, gammı ve hasreti sebep olmuştur. Çünkü Ona karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarif edilemiyecek kadar çoktur. Peygamber efendimiz de onu çok severdi.

Peygamber efendimizin vefat ettiği gün halife seçildi. Hilafeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13 (m. 634) yılında Cemaziyel-ahir ayının yedisinde Pazartesi günü hastalandı, 15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefat etti. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Seadete defnedildi.

Hazret-i Ebu Bekir, Resulullahın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke'den Medine'ye hicrette de devam etti. Ona mağara arkadaşı oldu. Mağara'da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine'ye varıncaya kadar Resulullahın bütün hizmetini O gördü. Medine'deki mescid yapılırken Onunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedakârlıktan geri kalmadı. Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber efendimizin muhafızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper etmiştir. Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar göstermiştir. Tebük harbinde, sancaktarlık görevini yürütmüştür.

Peygamber efendimizin; son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Peygamberimiz, Hazret-i Ebu Bekir'e uyarak arkasında namaz kılmışlardır.

Hicri 10 (m. 632) senesinde, Peygamberimizin vefatı üzerine Eshab-ı kiramın sözbirliğiyle halife seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselamdan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve müslümanların reisi, Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık olmuştur.

Eshab-ı kiramın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslami ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resulullah efendimiz Onun hakkında "Göğsümdeki marifetlerin, bilgilerin hepsini, Ebu Bekir’in göğsüne akıttım" buyurmuştur, Böylece O, Muhammed aleyhisselamdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette Onun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Her işinde Onun veziri oldu. Bir meselede Eshab-ı kiram ile istişare ederken Hazret-i Ebu Bekir'i sağına, Hazret-i Ömer'i de soluna oturturdu. Görülecek mesele hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer sahabilerin görüşlerine yer verirdi.

Resulullahtan çok feyizlere kavuşmuş, Kur'an-ı kerimin manasına ve hakikatine ait bütün bilgileri bizzat Ondan almıştır. Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarmak hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin mana ve hakikatlerine hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshab-ı kiram ve Tabiinin âlimleri, birçok âyet-i kerimelerin tefsirini Ondan alıp bildirmişlerdir

Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetlerine kavuşmuştu. Resulullahın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi Ona da verilmişti. Resulullahtan sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet eden Odur. Tasavvuf, Resulullahın izinde bulunmak, Onun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır, insanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyâsı Resulullahtan gelen feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, diğeri de vilayet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetlerine, Hazret-i Ebu Bekir vasıtası ile kavuşmuşlardır. Eshab-ı kiramın hepsi, Allahü teâlâya bu yoldan kavuştular.

Hazret-i Ebu Bekir'in faziletleri, üstünlükleri çoktur. Bunların herbiri, Kur'an-ı kerimin, hadis-i şeriflerin ve Eshab-ı kiram ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden sonra olma saadetinin sahibi Hazret-i Ebu Bekir’dir. Çünkü dini kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malına dağıtmakta, cihad etmekte, yani düşmanlarla şiddetli mücadele etmek ve şanını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Hazret-i Ebu Bekir’in diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imana gelmekte, malının çoğunu ve canını feda etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır.

Resulullah insanları imana davet etti. Ebu Bekri Sıddık iman edenlerin birincisi oldu. Böylece imanda Onun ikincisi oldu. Sonra Hazret-i Ebu Bekir insanları Allah'a ve Resulüne imana çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de ikincisi oldu. Her savaşta Resulullahın yanında idi. Bedir'de de Onun ikincisidir. Resulullah hastalanınca, Onun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu hususta da ikinci oldu. Resulullahtan sonra Onun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep Ona en yakın olma delilleridir. Allahü teâlâ, Resulünün arkadaşı olarak, Hazret-i Ebu Bekir’i Kur'an-ı kerimde bilhassa bildiriyor ve, "O vakit Resulüm arkadaşına, mahzun olma diyordu" buyuruyor. Üçüncüleri Allahü teâlâ idi. Allahü teâlânın kendisiyle olduğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazilet yönünden diğerlerinden üstündür.

Hazret-i Ebu Bekir'in ismi geçince, Hazret-i Ömer şöyle dedi:
"Ömrümdeki bütün amelimin Ebu Bekrin, bir gün ve gecelik ameli gibi olmasını isterdim. Onun o mesut gecesi ki, Resulullah ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca, "Allah için, ya Resulallah içeri girmeyin! Ben gireyim, içerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübarek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin" dedi ve içeri girdi, içeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Sonra Resulullaha, içeri girmesini söyledi. Resulullah içeri girdi ve mübarek başını Hazret-i Ebu Bekir'in kucağına koyup uyudu.”

Resulullah efendimiz buyurdu ki:

(Bize her nimeti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik. Ebu Bekrin iyilik ve ikramının karşılığını veremedik. Hak teâlâ kıyamette ona karşılığını verir. Ebu Bekrin malının fayda verdiği gibi, bir kimsenin malı bana fayda vermedi. Eğer ben dost edinseydim, Ebu Bekri dost edinirdim. Lakin bilmiş olun, sizin sahibiniz, Allahü teâlânın dostudur.) [Mesabih]

(Allah, İbrahim aleyhisselamı halil [dost] edindiği gibi, beni de halil edindi. Ümmetimden birini kendime halil edinseydim, Ebu Bekr’i edinirdim.) [Müslim, Tirmizi]

Hazret-i Ömer buyurdu ki:
Ebu Bekir bizim seyyidimiz, hayırlımızdır ki, Allah Resulüne hepimizden daha sevgilidir.

Hazret-i Ebu Bekir, Resulullahın vefatından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Bir gün kızı Âişe-i Sıddıka validemiz bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında, Resulullahın ayrılığı böyle zayıflattı buyurdu.

Hazret-i Ebu Bekrin kıymetli nasihatlerinden:

"Takva akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka âsi olmak ahmakça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emaneti yerine getirmek en üstün doğruluk sayılır. Hıyanet olarak da, en önde yalan gelir."

“Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek."

"Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur."

"Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!"

Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara:
"Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara, ihtiyarlara dokunmayınız, meyve ağacı kesmeyiniz, mamur yerleri tahrip etmeyiniz, haddi tecavüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz" diye emirler ve nasihatler verirdi.

Bir hutbesinde buyurdu ki:
"Ey insanlar, Allah'tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mümine, İslam'dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir."

"Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hakir görmesin! Zira müslümanların küçüğü, Allah yanında büyüktür."

"Allahü teâlâdan, kendisini, kıyamet gününde Cehennem ateşinden korumasını isteyen bir kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!"

Bir gün Eshab-ı kirama hitaben buyurdu ki:
"Allahü teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!"

"Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himayesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zira yüzüstü seni Cehenneme atar."

"Allahü teâlâya olan halis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüz çevirir."

"Kişinin kelamı, aklının beyanı, faziletinin tercümanıdır."

Bir hutbesinde buyurdu ki:
Bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsustur. Ona hamd eder Ondan yardım dilerim. Ondan af niyaz eder, Ona inanır, Ona güvenirim. Hidayeti Allah'tan bekler, sapıklık düşüklük, şüphe ve körlükten Ona sığınırım. Allah'ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır, Onun saptırdığı ise ne bir dost, ne de bir rnürşid bulabilir... Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat Onundur, hamd Onadır. Dirilten de öldüren de Odur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar Onun elindedir, O, her şeye gücü yetendir.

Bütün varlığımla inanırım ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve Peygamberidir. Onu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delil olarak göndermiştir. O gönderildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri uydurma, davetleri yalan ve sahte idi. Allahü teâlâ hakikat dinini Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam ile aziz kıldı.

Ey müminler, Allah sizin gönüllerinizi birbirinize ısındırdı. Onun nimeti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. O halde ey iman edenler! Allah'a ve Onun Resulüne tam uyun! Allahü teâlâ, "Resule uyan, Allah’a uymuş demektir” buyurmaktadır. (Nisa, 3)

Ey iman edenler! Size her işte, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helak olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekten sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..

Ey insanlar! Çalışın ve nefslerinizi, içinde yer alacakları ahiret için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın.

Allah'tan korkun, Onun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız.

Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.

Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek kudret sahibi Allahü teâlâdır. Onun dışında hiçbir güç ne yapabilir, ne bozabilir.”

Hazret-i Ebu Bekir’in faziletini bildiren hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir:

(Ebu Bekir, insanların en üstünüdür. Yalnız Peygamber değildir.) [Deylemi]

(Ebu Bekir’i sevmek ve ona şükretmek her mümine vaciptir.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ, Ebu Bekir’e “Sıddık” ismini verdi.) [Deylemi]

(Kıyamette, Ebu Bekir’den başka herkese hesap sorulur.) [Hatib]

(Ebu Bekir’in imanı, herkesin imanları toplamı ile tartılsa, hepsinden ağır gelir.) [M.Ç.Güzin]

(Göğsümdeki marifetlerin, bilgilerin hepsini, Ebu Bekir’in göğsüne akıttım.) [Reddi revafıd]

(Her Peygamberin halili vardır. Benim halilim Ebu Bekir’dir.) [Deylemi]

(Cebrail bana geldi. Elimden tuttu. Ümmetimden birinin, Cennet kapısından içeri girdiğini, bana gösterdi. Ebu Bekir dedi ki, (Ya Resulallah! Orada, seninle beraber olmak isterim). Ya Eba Bekir! Ümmetim içinden Cennete en önce sen gireceksin, buyurdu.) [Tirmizi]

Sevgi, bağlılık çok oldukça, faydalanmak da o kadar çok olur. Bunun içindir ki, Hazret-i Ebu Bekir bütün Eshabın en üstünü oldu. Resulullaha bağlılığı da, herkesten çok idi. (Ebu Bekir’in üstünlüğü, namaz ve orucunun çokluğu ile değil, onun kalbinde bulunan bir şey iledir) hadis-i şerifinde bildirilen şey, Resulullahın sevgisidir. (İ. Gazali)
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:45:38
Selman-ı Farisi

Selman-ı Farisi hazretleri, eshab-ı kiramın büyüklerinden ve meşhurlarındandır. Ehl-i beytten sayılmıştır. İnsanları Hakka davet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin ikinci halkasıdır.

Hendek savaşından itibaren bütün gazalara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişare ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selman-ı Farisi, Resulullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selman-ı Farisi, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Numan bin Mukarrin ile Ensar'dan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zat idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Cabir bin Abdullah: "Selman’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm" buyurmuştur.

Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı ona Peygamber efendimiz "Selman-ül Hayr" "Hayırlı Selman" buyurdu.

Eshab-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selman-ı Farisi hazretleri dünyaya hiç rağbet etmezdi. Kendisine gelen bütün dünya malını Allah rızası için dağıtırdı. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikir ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamber efendimizin "Bir saat tefekkür bin sene ibadetten hayırlıdır" buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince "Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibadet et." Diline de "Ey lisanım, sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi.

Selman-ı Farisi hazretleri zaten Eshab-ı Suffe denilen ve Peygamber efendimizin bizatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazifeli kıldıkları ve Peygamberimizden hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi. Bazı geceler Resulullahın huzurunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı.

Elinde mal bulundurmazdı. Kinde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü.

Ziynetli, süs örtülerin Kâbe-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. "Bunlar kimin içindir?" diye sordu. Dediler ki, "Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: "Resulullah bana bunu tavsiye etmedi. Bana bir yolcunun malından ve ihtiyacından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti." Biraz sonra bir hizmetçi gördü. "Bu hizmetçi kimin?" diye sordu. "Senin ve ehlinindir" dediler. Buyurdu ki: "Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikahlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icap eden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti." Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona "Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin?" diye sordu.

Hanımı, "Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum." Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halilim (sallallahü aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki, "Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel" dedi.

Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibadet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâya dua etti. Selman-ı Farisi hazretleri hanımı ile de gayet zahidane bir hayat sürdüler. Eshab-ı Suffe içerisinde Resulullahın önünde, İslam ilimlerini öğreniyordu. Hazret-i Selman (radıyallahü anh) senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehli Suffe içerisinde Resulullah efendimize en yakın olan Selman-ı Farisi hazretleri idi. Hazret-i Âişe validemiz buyurdu ki: "Selman-ı Farisi geceleri uzun zaman Resulullah ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resulullahın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamber efendimiz "Allahü teâlânın bana sevdiğini bildirdiği, benim de sevmemi emrettiği dört kişiden biri Selman’dır" buyurdu.

Hazret-i Ebu Bekir devrinde Medine'den ve Hazret-i Ebu Bekir'in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazret-i Selman, Hazret-i Ömer zamanında İran fethine katılmıştır, İslam ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde çok büyük hizmetleri olmuştur, İranlılar hakkında büyük malumat sahibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslamiyet’i anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazret-i Selman fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslam askerlerine gösterdi. İran'ın Medayin şehri alınınca onu Hazret-i Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basireti vazifesindeki adaleti ve nezaketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslamiyet orada süratle yayıldı.

Selman-ı Farisi hazretleri Hazret-i Ömer zamanında Medayin valisi iken otuz bin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vali olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyler alırdı.

Medayin'de vali iken Şam'dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selman-ı Farisi hazretlerini tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ' "Gel şunu taşı" dedi. O da çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Bunu görenler, adama, "Sen ne yapıyorsun bu validir" dediler. Adam, "Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin" dedi. Hazret-i Selman; "Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim" dedi ve adamın evine kadar götürdü.

Çok sade bir hayat yaşayan Selman-ı Farisi hazretleri, Hazret-i Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyarete gelen Sa'd bin Ebi Vakkas'a artık dünyadan ayrılacağım ve bütün servetinin bir kase (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibaret olduğunu söyledi. Kendisini ziyarete gelen Eshab-ı kiram nasihat isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasihatte bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medayin'de vefat etti.

İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebu Said el-Hudri, ibni Abbas, Evs bin Malik, onun talebeleri arasında idi. Tabiinin büyüklerinden ve o zaman Medine'de Fukaha-i Seb'a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kasım bin Muhammed de Selman-ı Farisi'nin talebelerindendir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde kemale gelmiştir.

Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullah efendimizin huzurunda ve sohbetlerinde kemale geldi. Zahir ve batin ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshab-ı kiramın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resulullahtan herkes, kendi kabiliyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hazret-i Ebu Bekir'in kavuştuğu derecelere hiçbir Sahabi kavuşamadı. Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullahtan sonra Hazret-i Ebu Bekir'in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, ondan da feyz aldı.

Hanımı anlatır:
Vefatına yakın bana: "Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir" dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, "Esselamü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resulullahın arkadaşı" diyen bir ses duydum, içeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Said bin Müseyyeb, Abdullah bin Selam'dan naklen anlatır:
"Selman-ı Farisi bana: "Ey kardeşim, hangimiz evvel vefat ödersek, vefat eden kendini, hayatta olana göstersin" dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. "Evet, mümkündür. Çünkü müminin ruhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir; kâfirin ruhu Siccinde hapsedilmiştir" dedi. Selman vefat etti. Bir gün kaylüle yaparken (gün ortasında uyurken) Selman'ın geldiğini gördüm. Selam verdi. Selamına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, "İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir" dedi ve üç kere tekrarladı."

Selman-ı Farisi hazretlerinin ilmi ile fazileti pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hazret-i Ali, "Selman-ı Farisi evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir denizdir" buyurmuşlardır. Resulullaha sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshab-ı kiramın seçkinleri arasına Resulullah tarafından dahil edildi. Muhacirlerle Ensar arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensardan mı meselesinde ihtilaf çıkınca Peygamber efendimiz, "Selman bizdendir, ehl-i beyttendir" buyurdu.

Selman-ı Farisi hazretlerinin kıymetli nasihatlerinden bazıları şöyledir:

"Mümin, doktoru yanında olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramayanı bilir. Hasta, kendine zararlı bir şeyi isterse, mani olur ve yersen ölürsün der. Müminin hali budur. O birçok şeyleri arzular, ama Allahü teâlâ mani olur, tâ ölünceye kadar. Sonra Cennete gider."

"Şaşılır şu kimseye ki, dünyaya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş ama unutulmuş değildir. Güler, ama bilmez ki, Rabbi ondan razı mıdır, yoksa değil midir?"

"Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyalık peşinde olan kimselerin hali, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde unutulmamış olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimselerin hali."

"İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!"

"Kalb ile bedenin hali kör ve topal bir kimsenin hali gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz, ilahi nimetleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla amil olmalı ki ahiretteki sonsuz nimetlere kavuşmak nasip olsun."

"Sizler mümkün olduğu kadar sabah çarşıya ilk çıkan ve akşam en son dönen olmayınız. Çünkü bu iki vakit şeytanların harp ettikleri zamanlardır."

"Bir kimse Allahü teâlâya açık günah işlerse; tevbesi açık, gizli olarak günah işlerse tevbesi gizli olur. Tevbe ettikten sonra: "Ya Rabbi bu tevbe ile günahımı affet" diye dua etsin."

"Bir zenginle arkadaş olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan kendisinden bir şey isteme. Çünkü istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona karşı makamını korumuş olur."

"Farzları tam yapmadığı halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hali, sermayesi elinden çıktığı (iflas ettiği) halde kâr peşinde koşan bir tüccarın haline benzer."

"Müminin ölüm zamanında alnının terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin kabarması, Allahü teâlânın rahmetine nail olduğunun alametidir."

"Namaz bir ölçektir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükafata kavuşur. Kim ki, eksik ölçerse (adabına uygun kılmazsa) Allahü teâlânın buyurduğu Veyl'i (Cehennemi) hatırlasın.”

Ebu Vail diyor ki:
Bir arkadaşımla Selman'ın ziyaretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım "Şu tuzun yanında biraz da sater (kekik gibi bir ot) olsaydı" dedi. Bunun üzerine Selman matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, "Bize verdiği nimete kanaat ettiğimiz, Allahü teâlâya hamd ederiz" dedi. Selman: "Eğer kanaat etseydin, matara rehin olmazdı" buyurdu.

Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince, Peygamber efendimizin kendisine; "İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir" buyurduğunu haber verdi. Çok cömert olan Selman hazretleri günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakirleri daima doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu halde kendi işini kendi görürdü. Bir şey taşırken elleri titrerdi. Halk etrafına toplanır, eşyalarını biz taşıyalım derler, onlara; "Hayır yerine kadar kendim götüreceğim" derdi. Halbuki emrinde binlerce kişi vardı.

Buyurdu ki:
"Dünyada Allah için tevazu edin Dünyada tevazu sahibi olanları Allahü teâlâ kıyamet günü yüceltir"

"Eline geçmediği halde geçmiş gibi nimetlere şükür edip razı olan, eline geçmiş hükmündedir,"

"Cehennemin zulmeti ve azabı, dünyada iken insanların kendilerine ve başkalarına yaptıkları zulümdür."

"Allahü teâlâ müminin hastalığını ona kefaret yapar ve günahlarının affına sebep olur. Fasıkın hastalığı ise, sahibi tarafından bağlanan devenin hali gibidir. Daha sonra salındığında niçin bağlandığını ve neden salındığını bilmez."

"Resul-i Ekrem, bizde olmayan şeyi misafir için almak suretiyle külfete girmememizi ve mevcut ile yetinmemizi bizlere emretti."

Selman-ı Farisi hazretleri ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara "Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resul-i Ekrem Efendimiz; "Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın" buyurmuştu, işte buna ağlıyorum" dedi. Halbuki öldüğü vakit bıraktığı malın kıymeti on dirhem civarında idi.

Bir gün yanında misafiri olduğu halde Medayin’den çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları acıktı, yiyecek bir şeyleri de yoktu. Orada geyikler ve kuşlar vardı. Selman-ı Farisi hazretleri bir geyik ile bir kuşu yanına çağırdı, ikisi de yanlarına geldi. Onlara "Bu kimse benim misafirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum" dedi. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zat bu işe çok hayret etti ve "Ey efendim, geyik ve kuşu çağırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim" dedi. Hazret-i Selman buyurdu ki: "Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâya itaat eder ve Ona hiç günah işlemezse, her şey ona itaat eder."
 
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:47:16
Kasım bin Muhammed

Kasım bin Muhammed hazretleri, tabiinin büyüklerinden ve Medine'de yetişen ve kendilerine "fukaha-i seb'a" adı verilen yedi büyük âlimden biridir. Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin üçüncüsüdür.

Babası Muhammed, Hazret-i Ebu Bekir'in oğludur. İmam-ı Zeynelabidin ile de teyze çocuklarıdır. Babası şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası Hazret-i Âişe validemizin yanında büyüdü. Eshab-ı kiramdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenip başta halası Hazret-i Âişe, Ebu Hüreyre, ibni Abbas ve ibni Ömer gibi meşhur sahabilerden hadis-i şerif rivayetinde bulundu. Tasavvuf ilminde mütehassıstı. Vera ve takvada eşi ve benzeri yoktu.

Resulullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek marifetlerinin hepsini, bu zatın dedesi olan Hazret-i Ebu Bekri Sıddık'ın kalbine akıttı. O, ruh ilminde de bir mütehassıs oldu.

Hazret-i Ebu Bekri Sıddık da Resulullahtan aldığı bu feyizleri, Eshab-ı kiramdan Selman-ı Farisi'nin kalbine akıttı. Ruhu yükselten ve onu besleyen bu marifetlere, Muhammed bin Kasım da, Selman-ı Farisi'nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu.

Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncüsü olan imam-ı Cafer-i Sadık da, Kasım bin Muhammedin sohbetinden feyz aldı.

Hadis ve fıkıh ilminde zamanının en yükseğiydi. İlimde ve takvada eşine rastlanamayacak bir yüksekliğe erişmişti. Çok hadis-i şerif nakletti. İlmi herkes tarafından takdir edilirdi. Ömer bin Abdülaziz; "Eğer birini yerime halife seçmem gerekseydi, Kasım'ı seçerdim" buyurmuştur.

Dini meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebi'ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resulullahın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetva verirdi. Mezhep imamlarımızdan Malik bin Enes de onun hakkında: "Kasım, bu ümmetin, fakihlerindendi" buyurmuştu.

Kendisi anlatır:
"Bir gün halam Hazret-i Âişe'nin yanına vardım. Ona; "Anacığım (Halacığım), beni Peygamber efendimizin kabri şerifine götür!" dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saadeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek olmadıkları gibi, pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca çakıl taşları dökülmüştü. Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddık'ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerinin mübarek sırtı hizasında, Hazret-i Ömer'in başı da Resulullah efendimizin ayağı hizasındaydı."

Mekke ile Medine arasında Kudeyd denilen yerde 725 senesinde vefat etti. Vefatından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna: "Benim üzerimde bulunan şu elbiselerim kefenim olsun" dedi. O esnada üzerinde gömlek, peştamal ve cüppe vardı. Oğlu; "Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sordu. Oğluna buyurdu ki: "Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var."

Güzel sözlerinden birisi şöyledir:
Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musibetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen nimetleri de alçak gönüllülük ederek almayı severlerdi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:51:14
Cafer-i Sadık

Cafer-i Sadık hazretleri, Ehl-i beytten olup, on iki imamın altıncısı, Silsile-i aliyyenin dördüncüsüdür. Babası Muhammed Bâkır, dedesinin dedesi Hazret-i Ali’dir.

İlim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi pek çoktu. Kimyanın babası sayılan Cabir de, Cafer-i Sadık hazretlerinin talebesidir.

İmam-ı Cafer'in en meşhur talebesi olan İmam-ı a'zam Ebu Hanife, Cafer-i Sadık'ın sohbetlerine iki sene devam ederek, o gizli ve açık marifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmam-ı a'zam, onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; "O iki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu" buyurdu.

Hakiki İslam âlimleri, dinimizi, hiç değiştirmeden bugüne kadar ulaştırmıştır. Bu âlimlerden iman bilgilerini anlatanlara “Mütekellimin", ibadetlerin nasıl olacağını bildirenlere, "Fukaha", kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme "Tasavvuf" ve bu ilmin âlimlerine de "Mutasavvifin" denildi. İşte imam-ı Cafer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı.

Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: "Hemen git, imam-ı Cafer'i buraya getir, öldürmek istiyorum." Vezir, hükümdarı bundan vazgeçirmek için çok çalıştı ise de ikna edemedi. Mecburen çağırmaya gitti. Hükümdar da cellatlara emir verdi. "İmam-ı Cafer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkarınca hemen başını vurun!" dedi. Bir müddet sonra, imam-ı Cafer-i Sadık hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevazu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu, edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellatlar şaşırıp kaldı. Hükümdar, Hazret-i İmama ,"Efendim, benden isteğiniz olursa emredin, hemen yapayım" dedi. Hükümdara "O halde lütfen beni bir daha çağırıp da ibadetten alıkoyma" buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu uğurladı. Gittikten sonra vücudunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: "Bu ne hâl?" Hükümdar; "O içeri girince, yanında bir aslan gördüm. Sanki bana "Onu incitirsen seni parçalarım" diyordu. Ne yapacağımı şaşırdım" dedi.

Buyurdu ki:

“Şunlarla beraber bulunmaktan sakın:
1- Yalancıdan.
2- Cimriden.
3- Ahmaktan. Çünkü en çok işine yarayacağı zaman, seni bırakır.
4- Fasıktan yani günah işlemekten utanmayandan!“

"Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatada ısrar helak olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin."

"Mihnete şükretmeyen, nimete şükretmez."

"Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekat vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur. “

"Şu dört şeyin azı da çoktur: Ateş, düşman, fakirlik, hastalık."

"Şu üç şey Müslümana şeref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir şey vermeyene iyilikte bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak."
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:53:30
Bayezid-i Bistami

Bayezid-i Bistami hazretleri, Silsile-i aliyyenin beşincisidir. Arifler sultanı diye meşhurdur. İsmi Tayfurdur. Üveysi idi. Kendisinden kırk yıl önce vefat eden imam-ı Cafer-i Sadık hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etti.113 âlimden ilim öğrenmiştir. Son derece âlim, fâdıl ve edip idi.

Daha annesinin karnında iken kerametleri görülmeye başladı. Annesi ona hamile iken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.

Çocukken bir gün cami avlusunda oynuyordu. Şakik-i Belhi hazretleri, "Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velisi olacak" buyurdu. Hadis âlimlerinden bir zat, onu görünce çok hoşuna gitti. "Güzel çocuk, namaz kılmasını biliyor musun?" dedi. Bayezid-i Bistami, "Evet Allah dilerse becerebiliyorum" cevabını verince; "Nasıl?" diye sordu. O da "Buyur yâ Rabbi! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'an-ı kerimi tane tane okuyor, tazim ile rükuya varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedalaşarak selam veriyorum" deyince, o zat hayran kalarak; "Ey zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayış varken, insanların başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Ona, "Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına engel olmam uygun olur mu?" dedi.

Anneye hizmet
Küçük yaşta iken okumaya başladı. Dikkatle derslerine devam ediyordu. Bir gün okuduğu bir âyet-i kerimenin (Lokman suresi: 14) tesiri ile eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca, şöyle cevap verdi: "Öğrendiğim bir âyet-i kerimede, Allahü teâlâ, kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya sana hep hizmet edeyim veya beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibadet ile meşgul olayım" dedi. Annesi; "Sen beni bırak Allahü teâlâya ibadet et" dedi. Bundan sonra, kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi.

Soğuk bir kış gecesi idi. Annesi yatarken su istedi. O da hemen fırladı. Fakat testide su yoktu. Çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Eve geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Testi elinde olduğu halde bekledi. Epey müddet sonra annesi uyanıp "Su, su!" diye mırıldanarak uyandı. Oğlunun bu hâlini gören annesi; "Yavrum, testiyi niçin elinde tutuyorsun?" dedi. O da, "Uyandığın zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum" dedi. Annesi; "Ya Rabbi! Ben oğlumdan razıyım. Sen de razı ol!" diye dua etti. Belki de annesinin bu duası sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyalığın yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsan etti.

İbadet zevki
Gençlikte yaptığı bazı ibadetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı. İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat sebebini bilmiyorum" dedi. Annesi epey düşündükten sonra, "Evladım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocakta pişmekte olan tarhanaya komşudan izinsiz parmağımı batırıp ağzına koydum" dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helalleştikten sonra ibadetlerinden zevk almaya başladı.

Bir gece seher vakti Allah dedi. Sonra düşüp bayıldı. Ayılınca, niçin bayıldığını sordular. (Sen kim oluyorsun da ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir ses gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım) buyurdu.

Biri, "Bu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye sordu. Ona "Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riayet etmekle" diye cevap verdi.

Bir gece otururken ayaklarını uzatmıştı. (Sultanla oturan edebini gözetmeli) diye bir ses duyup hemen toparlandı.

Buyururdu ki:
Allahü teâlâyı an, dilini, başka işlerle uğraşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur. Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan sevgisinin gerçek olup olmadığının alameti, kendisinde deniz misali cömertlik, güneş misali şefkat ve toprak misali tevazu gibi üç hasletin bulunmasıdır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:54:19
Ebul Hasan Harkani  

Ebul Hasan-ı Harkani hazretleri, Silsile-i aliyyenin altıncısıdır. Büyük İslam âlimi Bayezid-i Bistami'nin ruhaniyetinden istifade ederek yükselmişti. Zamanının kutbu idi.

Bir gün Dr. İbni Sina, Şeyh Ebul Hasan Harkani hazretlerini evinde ziyarete geldi. Hanımı, ters birisi idi, adeta onu azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. İbni Sina ormana giderken, Şeyhin, odun yüklü bir aslanla geldiğini gördü."Bu ne hâl?" diye sorunca, "Evimdeki kurdun sıkıntı yükünü taşıdığım için, bu kurt da bizim yükümüzü taşıyor" buyurdu.

Sultan Mahmud Gaznevi, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkan şehrine yakın gelmişti. Birkaç adamını, Harkan'a Şeyhe göndermiş ve onu yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri, bir özür beyan ederek gitmedi. Durum, Sultana bildirilince, "Haydi kalkın, demek ki o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim" dedi. Sonra kendi elbisesini Kadı İyad'a giydirdi ve kendisi de silahtar olarak, Kadı İyad'ın yanında Şeyhin evine girdi. Sultan selam verince, Şeyh hazretleri selamını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Sultan, Şeyhe; "Niçin ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Şeyh, "Madem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım" dedi. Soruya o anda cevap vermedi.

Sultan Mahmud, Şeyhe; "Hocan Bayezid-i Bistami nasıl bir zat idi?" diye sordu. Şeyh: "O, öyle kâmil bir veli idi ki, onu görenler hidayete kavuşurdu" dedi. Sultan bu cevabı beğenmedi, "Ebu Cehil, Ebu Leheb gibiler, Fahr-i kâinat efendimizi çok defa gördüler. Fakat hidayete gelmediler?" dedi. Şeyh; "Ebu Cehl ve Ebu Leheb gibiler, insanların en üstününü Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olarak görmediler. Ebu Talib'in yetimi olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebu Bekri Sıddık gibi bakarak, Resulullah olarak görselerdi, eşkıyalıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemale gelirlerdi" buyurdu. Sultan bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı.

Sultan Mahmud; "Bana nasihat ediniz" deyince Şeyh; "Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster" dedi. Sultan, Şeyhin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Şeyh, sultanın önüne arpadan yapılmış bir yufka koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Şeyh hazretleri; "Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alakamızı kestik. Şu altınları önümden alın" dedi. Sultan, paraları almak zorunda kaldı.

Sultan giderken, Şeyh ayağa kalktı. Sultan, "Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun, niye?" diye sordu. Şeyh hazretleri; "Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise derviş olarak gidiyorsun. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum" dedi.

Sultan, yaptığı bir gazada mağlup olmak üzere idi. Birden Şeyhin hırkasını eline alıp; "Ya İlahi! Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine, şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl" diye dua etti. Düşman tarafında bir toz duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde bir şey görmeyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmud, rüyasında Şeyhi gördü. Şeyh, Sultana; "Allahü teâlânın dergahında, büyüklerimizin yüzü suyu hürmetine zafer kazandın" buyurdu.

Kıymetli sözlerinden birkaçı şöyledir:

"Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlastır. Halk için yaptığın herşey de riyadır."

"Şu iki kişinin çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyaya düşkün âlim ve ilimsiz sofu."

"Eğer bir mümini ziyaret edersen, hasıl olan sevabı, yüz adet kabul edilmiş nafile hac sevabı ile değiştirmemen lazımdır. Çünkü bir mümini ziyaret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevabından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyaret edince, Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz."

"Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış gibi olur. Eğer incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü ibadetini kabul etmez."
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:56:14
Ebu Ali Farmedi  

Ebu Ali Farmedi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yedincisidir. Devrinin bir tanesi idi. Zâhiri din ilimlerini, Ebul-Kasım Kuşeyri’den ve daha başka âlimlerden öğrendi. Nasihatleri pek tesirli idi. Nizâm-ül-mülk ve zamanın devlet erkanı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. İmam-ı Gazali ve Yusuf-i Hemedani hazretlerinin de hocası idi.

Kendisi anlatır:
Gençliğimde Nişabur'da ilim öğreniyordum. Bir gün Şeyh Ebu Said Ebulhayr hazretlerinin Nişabur'a gelmekte olduğu haberini aldık. Kerametleri meşhur idi. Nişabur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüğünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse karşılamaya çıktı. Ben de onu görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvufa karşı kalbimdeki sevgi pek fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Devamlı sohbetlerine katılmaya başladım. Bir gün onu görme arzum arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Etrafıma bakındım. Ebu Said hazretleri bir çok kimse ile bir yere gidiyordu. Onları takip ettim. Bir yere davete gidiyorlarmış. Davet edilen eve girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Şeyhe bir hâl oldu, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra abayı çıkarıp yere bıraktı. Mecliste bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyhin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; "Ebu Ali neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, galiba talebelerinden, adı Ebu Ali olan birini çağırıyor diye cevap vermedim. İkinci defa çağırınca, oradakiler bana; "Şeyhimiz seni çağırıyor" dediler. Kalkıp huzuruna vardım. İşlemeli elbise parçasını bana verip; "Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın" dedi.

Ebul-Kasım Kuşeyri'nin yanında kaldığım sıra, bende meydana gelen halleri kendisine anlatınca, "Evladım, ilim öğrenmekle meşgul ol" diyordu. 2-3 yıl daha ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım. "Mademki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak" dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergaha geçtim.

Bir gün bana bir hâl oldu, kendimden geçtim. Bir mürşide, rehbere ihtiyacım var diye düşündüm. Ebul-Kasım Gürgani'nin ismini işitmiştim. Tus şehrine hareket ettim. Talebeleri ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırıp, "Gel Ebu Ali" buyurdu. Yanına oturup hallerimi anlattım. "Başlangıcın mübarek olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşursun" buyurdu. Kalbimdeki aşk ve şevk çoğalmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebul-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine, nihayetsiz feyizlerine kavuştum.

Hocam Ebul-Kasım Kuşeyri hamamda guslediyordu. Belki ihtiyacı olur diye kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmış. Hamamdan çıkınca; "Ey Ebu Ali, Ebul-Kasım'ın 70 yılda elde ettiği dereceyi, sen bir kova su ile kazandın" buyurdu.

Bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşırken önümüze büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korkup kaçıştık. Ebu Said hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyhin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterdi. Şeyh hazretleri yılana; "Zahmet ettin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Şeyh dedi ki: "Bu dağda iken birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tazeledi. Ahdin güzelliği imandandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Hazret-i İbrahim de güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:57:00
Yusuf-i Hemedani

Yusuf-i Hemedani hazretleri, Silsile-i aliyyenin sekizincisidir. Fıkıh âlimi idi, hadis ilmini de öğrendi. Tasavvufu Ebu Ali Farmedi hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemale ulaştı. Yüzlerce talebesi vardı. Abdullah-i Berki, Ahmed Yesevi ve Abdülhâlık-ı Goncdüvani gibi büyük veliler yetiştirdi. Bir taraftan doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilaç yaparak herkesin derdine deva bulmaya çalışırdı.

Necibüddin Şirazi isimli bir zat anlatır:
Bir zamanlar evliya sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. İnceledim, çok hoşuma gitti. Bunlar kimin sözüdür, bu zatı bulayım da, istifade edeyim dedim. Bir gece rüyada, heybetli, vakarlı, ak sakallı, pek nurâni bir zatın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdest almaya gitti. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsi baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsi yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı. “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim” buyurdu. Hangisini verirseniz iyi olur dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. “Ben, o okuduğun parçaların sahibi olan Yusuf-i Hemedani'yim” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan sevgim arttı.

İbni Hacer-i Mekki hazretleri anlatır:
Ebu Said Abdullah, İbn-üs-Sakka ve Seyyid Abdülkadir-i Geylani ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin, Nizamiyye Medresesinde vaaz ettiğini duymuşlardı. İbn-üs-Sakka; “Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek” dedi. Ebu Said Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edep timsali olan Abdülkadir-i Geylani de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sadece huzurunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihayet Yusuf-i Hemedani hazretlerine geldiler.

Yusuf-i Hemedani hazretleri, İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim sual soracaksın ha! Senin sormak istediğin sual şudur. Cevabı da şöyledir. Senden kâfirlik kokusu geliyor” buyurdu. Sonra Ebu Said Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir sual soracaksın ve bakacaksın ki, ben o sualin cevabını nasıl vereceğim. Soracağın sual şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riayet etmediğin için, ömrün sıkıntı ile geçecek” buyurdu. Sonra Abdülkadir-i Geylani’ye döndü. “Ey Abdülkadir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürside oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını, “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyayı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş halde olduklarını görüyor gibiyim” buyurdu.

Aradan yıllar geçti. Abdülkadir-i Geylani zamanındaki evliyanın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zatlardan herkes gelerek, mübarek sohbetlerinden istifade ederlerdi. Bir gün buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” Zamanında bulunan bütün evliya, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Yusuf-i Hemedani hazretlerinin senelerce önce haber verdiği hâller anlaşılıyordu.

İbn-üs-Sakka ise, çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok ilgi gösterdiler. Nihayet, onlara aldanarak hıristiyan oldu.

Ebu Said Abdullah da diyor ki:
Hayatım sıkıntılar içinde geçti. Yusuf-i Hemedani hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:57:49
Abdülhalık-i Goncdüvani  

Abdülhalık Goncdüvani hazretleri, Silsile-i aliyyenin dokuzuncusudur. Babası Abdülcemil Malatyalı idi. Hızır aleyhisselâm babasına, "Ey Abdülcemil! Senin bir erkek evladın olacak, ismini Abdülhalık koyarsın" buyurdu.

Abdülcemil daha sonra Buhara'nın Goncdüvan kasabasına yerleşti. Çok geçmeden bir erkek evladı oldu. İsmini Abdülhalık koydu. Abdülhalık, beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhara'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddin hazretlerinden Kur'an-ı kerim ve tefsirini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnasında, "Rabbinize gizli dua ediniz!" mealindeki âyet-i kerimeye gelince hocasına, "Bu gizliden murat nedir? Eğer zikir ve dua, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyadan korkulur. Eğer kalb ile olursa, damarlarda dolaşan şeytan duyar. Ne yapayım?" diye arz etti. Hocası, Sadreddin hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun böyle bir sual sormasına hayret edip, "Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. İnşallah, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstada kavuşursun. Böylece bu müşkülün halledilmiş olur" buyurdu. O da bu zatı beklemeye başladı. Bir gün Hızır aleyhisselam yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık anma yollarını öğretip; "Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah kelime-i tayyibesini şöyle söyle!" diye tarif etti.

Yusuf-i Hemedani hazretleri Buhara'ya gelince, Abdülhalık Goncdüvani onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bunu şöyle anlatır: 12 yaşında idim. Hızır aleyhisselam bana Yusuf-ı Hemedani’den ilim öğrenmemi tavsiye etti. Onun Buhara'ya geldiğini işiterek derhal yanına gittim. Ondan pek çok istifadem oldu.

Ders anlatırken, bir genç içeri girdi. Az sonra söz isteyip, "Müminin firasetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar" hadis-i şerifinin sırrı nedir diye sordu. Gence heybetle bakıp, "Önce belindeki zünnarı kes ve müslüman ol" dedi. Genç, telaşla; "Ben müslümanım zünnarım yok" dedi. O zaman bir talebesine gencin hırkasını çıkarmasını işaret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belindeki hıristiyanlara ait zünnar denilen ip kuşak görüldü. Genç, çok mahcup oldu. Üstada sevgi duymaya başladı. Böylece evliyanın, Allahü teâlânın nuruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehadet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sonra Üstad, talebelerine, "Bu genç maddi zünnarı kesti, biz de kalbdeki zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur" buyurdu..

Bir gün biri geldi. "Son nefeste iman ile gitmek için bize dua edin!" dedi. Misafire, "Farzları eda ettikten sonra dua edenin duası kabul olur. Sen, farzları yaptıktan sonra dua ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duanın kabul olmasına vesile olur" buyurdu.

Safeviler Goncdüvan kalesini ablukaya alınca, kendilerine saldıran askerlerin başında heybetli bir zatı elinde iki ağızlı kılıç ile hücuma geçtiğini gördüler. Çok zayiat verip kaçtılar. Üstadın vefatından önce söylediği aşağıdaki sözleri onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerametiydi.

Dosta kutlu, düşmana ise bela olurum,
Savaşta demir gibi, barışta sanki mumum,
Nur çeşmesinin başı Goncdüvan menzilimiz
Harbde iki ağızlı kılıç ile vururum.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 15:58:35
Arif-i Rivegeri

Arif-i Rivegeri hazretleri, Silsile-i aliyyenin onuncusudur. Buhara'ya 30 km uzaklıkta bulunan Riveger köyünde dünyaya geldi.

Küçük yaşta tahsile başladı. Zeka ve kavrayışının parlaklığı sebebi ile hızla ilerledi. Bu esnada ilim ve hikmet sahibi, ibadet şartlarını harf harf yerine getiren, insanlara doğru yolu göstermede zamanın kutbu Abdülhalık Goncdüvani hazretleri ile tanıştı ve bütün dünyası değişti. Daha ilk günde ebedi saadet tacının başına konduğunu hissetti. Derhal kendisine bağlandı, vefatına kadar hiç ayrılmadı.

Hocası ilk sohbetinde ona şöyle dedi:
"Hak yolcusu talebe, zamanının değerini gayet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne halde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şayet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir hal bilmeli. "Allahıma şükürler olsun" demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telafi etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsani mazeretini bildirip Ondan bağışlanmasını dilemeli, estağfirullah demelidir..."

Arif-i Rivegeri, hocası Abdülhalık-ı Goncdüvani hazretlerinin hayatlarında ona hizmet etmekle meşhur olup, pek çok feyz ve bereketlere kavuştu. Yüksek üstadının vefatından sonra onun yerine Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu insanlara öğretme işine memur oldu. Himmet, inayet ve gayretlerini Allahü teâlâyı arayanlara sarf etti.

Pek çoğunun hidayete ve evliyalık makamlarında yüksek derecelere kavuşmalarına vesile oldu. Zamanının bir tanesi idi. Herkese çok iyi ve yumuşak davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Nefsinin istediklerini hiç bir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak, ruhunu yükseltmek için çok çalışırdı. Haramlardan şiddetle kaçar, hatta harama düşmek korkusu ile mubahların fazlasını terk ederdi. Geceleri vaktini hep ibadetle geçirir, gündüzleri talebe okutur, sünnet olduğu için; gündüz öğleden önce bir miktar uyurdu. Buna kaylule denir. Peygamber efendimizin sünnetini çok iyi bilir, onun unutulmaması için çok gayret gösterirdi.

Sohbetlerine şöyle başlardı:
"Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü cenab-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”

Arif-i Rivegeri hazretleri uzun bir ömür yaşadı. Kabrini ziyaret edenler, onun feyiz ve bereketlerine kavuşmaktadır. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan dualar kabul olmaktadır.

Bir gün Abdülhalık-ı Goncdüvani'yi gördü,
Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.

Bir hizmetim dokunsa diye düşündü bir an,
Yükü taşımak için, izin istedi ondan.

Hazret-i Abdülhalık, onun bu teklifini,
Peki evlat diyerek, verdi elindekini.

Sonra yüzünü dönüp, bir nazar etti ona.
Adeta o yeniden gelmiş oldu cihana

Değişiverdi hemen, bir başka oldu hâli,
Çünkü kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhi.

Bir gün eski hocası, rastladı yine ona,
Hakaretler ederek, dedi. "Dön okuluna!"

Bu hoca, her nasılsa, şeytana uymuş idi,
Gerçi bu günahına pişmanlık duymuş idi.

Arif-i Rivegeri, üstün firasetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:

"Efendim, bu gariple, uğraşacağınıza,
Niçin bakmıyorsunuz, dünkü günahınıza."

Görünce talebenin böyle kerametini,
Anlamıştı bu hâlin, nereden geldiğini.

O da Abdülhalık-ı Goncdüvani'ye gitti,
Talebe oldu ona, yıllarca hizmet etti.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:00:08
Mahmud-i Encirfagnevi

Mahmud-i Encirfagnevi hazretleri, Silsile-i aliyyenin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i Encirfagnevi, Buhara'nın Fagne köyünde doğdu. 1315 yılında vefat etti. Mimarlık ile geçinirdi.

Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemale geldi. Maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalaletten hidayete, yani sapıklıktan doğru yola ve saadete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramiteni’dir.

Hocası Ârif-i Rivegeri'den icazet alıp, insanları doğru yola irşad ile vazifelendirilince, vaktin gereği sesli zikre başladı. Sesli zikre ilk başlaması, hocasının vefat hastalığı sırasında, Riveger tepesi üzerinde olmuştu. Hace Ârif bu zaman; "Şimdi vaktidir" buyurdu. Bu sözünü, kabulüne işaret tutmuşlardır. Hace Ârif Rivegeri'nin vefatından sonra, Kale Kapısı önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hace Muhammed Parisa'nın dedelerinden Mevlana Hafızuddin, âlimlerin üstadı Şemsüleimme Hulvani'nin işareti ile, Buhara'da, o zamanın en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda, Hace Mahmud'a; "Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikir ile meşgul oluyorsunuz?" diye sordu. Cevabında; "Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tevbeye ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum" buyurdu. Bunu duyunca, Mevlana Hafızuddin ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur" dedi. Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir."

Büyük âlim Ali Ramiteni anlatır:
"Hace Mahmud-i Encirfagnevi zamanında, dervişlerden biri Hızır aleyhisselamı gördü ve ona; "Bu zamanda kendisine uyulacak şeyh kimdir?" diye sordu. Hazret-i Hızır, "Hace Mahmud-i Encirfagnevidir" dedi.

Hazret-i Hızır ile görüşüp o suali soran zatın, Ali Ramiteni’nin kendisi olduğunu bildirmişlerdir.
Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i Encirfagnevi'nin bağlıları ile Ramiten sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Onların başlarının üzerine gelince, açık bir dille; "Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!" dedi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Ramiteni buyurdu ki: "O, Hace Mahmud-i Encirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu kerameti ihsan eyledi. Şimdi Hace Dıhkan hastadır, Son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyarete, yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için evliyasından birini göndermesini istemişti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor." 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:00:51
Ali Ramiteni  

Ali Ramiteni hazretleri, Silsile-i aliyyenin on ikincisidir. Buhara yakınlarındaki Ramiten kasabasında doğdu.

Herkese yol gösteren, kalbinden nur fışkıran Mahmud-i Encirfagnevi hazretlerinden çok faydalandı. Evliyalık derecelerine kavuştu. Maddi ilimlerde de yükseldi. İbadet ve derslerden sonra helal lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manasına Pir-i Nessac derlerdi.

Bir talebesi kendisine bir yemek getirmişti. Ona, "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır" buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın" buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat yine de her emrinize razıyım" dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de "Azizan" olarak kaldı.

Ali Ramiteni hazretleri ömrünün sonlarına doğru Buhara'dan Harezm'e geldi. Sur kapısında konakladı ve oranın padişahına iki talebesini gönderdi. "Sultana gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. İzin verirseniz burada kalacak, izin vermezseniz geri gidecektir, deyiniz. Eğer izin verirse, sultanın elinden mühürlü bir belge alın" buyurdu. Talebeleri gidip sultana durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı ise de, mühürlü bir belge verdi. Bu belgeyi talebeler getirdiler. Azizan hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti.

Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdest alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılın. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönün" buyururdu. İşçiler, çalışmadan oturmak suretiyle, ibadetlerini de yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru ise ücretlerini almayı ganimet biliyorlardı. Sohbetine bir defa katılan, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes talebesi olmak can atıyordu. Her gün evi dolup dolup boşaldı, duasını almak için herkes birbiriyle yarıştı. Nihayet bazıları, durumu sultana şöyle anlattılar:

"Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun bir dediği iki edilmiyor. Her arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz.”

Sultan, da onun şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelenlere, "Bizim, şehirde yerleşeceğimize dair imzalı ve mühürlü bir fermanımız var. Sultan, eğer kendi imzasını, mührünü ve iznini inkâr ediyorsa, biz de çıkıp gitmeye razıyız" cevabını verdi. Bu cevabı sultana bildirdiler. Sultan, verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca gelip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti ve inceliği iyi anlayan sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:01:36
Muhammed Baba Semmasi  

Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara'ya bağlı Semmas köyünde doğdu.

Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi'yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.

Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; "Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur" buyurdu.

Bir gün yine oradan geçiyordu. "Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir" buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi'ye getirince; "Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik" buyurup, talebelerine de; "Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır" buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
"Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: "Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!"
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; "Bir daha dua ederken, "Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!" diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir" buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım."

Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; "Al, bunu sakla, belki lazım olur" buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, "Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; "Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum" dedi. Hocam bana dönüp; "Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver" buyurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:02:23
Seyyid Emir Gilâl  

Seyyid Emir Gilâl hazretleri, Silsile-i aliyyenin on dördüncüsüdür. Hazret-i Hüseyin'in soyundandır. Evliyanın meşhurlarından olan Muhammed Baba Semmasi'nin talebesi ve Behaeddin-i Buhari hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için "Gilâl" veya “Külal” ismiyle meşhur olmuştur.

Her anını İslamiyet’e uygun olarak geçirmiş, pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale gelmiştir. Annesi şöyle anlatır: "Emir Gilâl'e hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helalden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandım."

Salih zatlardan biri vefat edeceği sırada, cenaze namazını Emir Gilâl hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat o, uzak bir yerde bulunuyordu. O zat vefat edince, o beldenin âlimleri toplandı. Onun çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sufi; "Haberciye lüzum yok, kendisine malum olabilir" dedi. Her ihtimale karşı, iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emir Gilâl hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Bundan sonra vefat eden zatın cenaze namazını kıldırdı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine nasıl malum olduğunu sordular. O da şu hadis-i şerifleri bildirdi:
(Kalb, kalbe karşıdır.)

(Mümin, müminin aynasıdır.)

(Her kaptan içindeki sızar.)

Kerametten sordular. Buyurdu ki: "Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen caizdir. Bu hususta çok nakiller vardır. Süleyman aleyhisselamın veziri Âsaf'ın, Belkıs'ın tahtını bir anda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi. Bir başka misal; Hazret-i Ömer, bir defasında Medine’de, hutbe okurken, İran’daki İslam ordusunu görüp, ordu kumandanına; "Ya Sariye, dağa yanaş dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sariye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır.

Ölüm hastalığında, talebelerine şöyle vasiyet etti:
"İlim öğrenerek Muhammed aleyhisselamın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin vasıtasıdır. Her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: İman, Namaz, Oruç, Zengin ise, zekat ve hac, ana-baba hakkını öğrenmek.

Allahü teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, anne ve babasının rızasını kazanır. Resulullah efendimiz; "Allahü teâlânın rızası, ana babanın rızasını kazanmakla elde edilir" buyurdu. Bu bakımdan, ana babanın hakkını gözetmek mühimdir. Sıla-i rahim (akrabayı ziyaret), komşu hakkını gözetmek, lazım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek, helali ve haramları öğrenmek lazımdır.

Yine buyurdu ki:
"İhlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulunmayan geçmez para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızasını kazananlardan olursunuz
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:03:09
Seyyid Muhammed Behaeddin

Seyyid Muhammed Behaeddin Buhari hazretleri, Silsile-i aliyyenin on beşincisidir. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için, kendisine Nakşibend denir.

1318 yılında Buhara'ya yakın Kasr-ı Arifan'da doğdu. İslam âlimlerinin en meşhurlarından olup, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan, hidayete, doğru yola kavuşmuştur. 1389‘da Kasr-ı Arifan'da vefat etti. Kabri oradadır.

Zamanının büyük velilerinden Muhammed Baba Semmasi, henüz o doğmadan Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zatın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir veli yetişecek diyerek işaret etmiş, emsalsiz bir zatın buradan zuhur edip ortaya çıkacağını talebelerine müjdelemişti.

Babası Seyyid Muhammed Buhari anlatır:
"Oğlum Behaeddin'in doğmasından üç gün sonra, Hace Muhammed Baba Semmasi, yine Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet beslerdim. yeni doğan oğlum Behaeddin'i alıp huzuruna götürdüm. Hace, oğlumu elimden alıp, bağrına bastı ve; "Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, manevi evlatlığa kabul ettim" buyurdu. Sonra Seyyid Emir Gilal'e şöyle dedi: "Size, bu yerde bir büyük zatın kokusu geliyor derdim. İşte o mübarek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zat olsa gerektir" buyurdu.

Annesi anlatır:
"Oğlum Behaeddin dört yaşında iken, evimizdeki ineği göstererek, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracak dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu."

Behaeddin Buhari hazretlerinin ilk hocası, Hace Muhammed Baba Semmasi'dir. Sonra Seyyid Emir Gilal hocası oldu. Daha bir çok hocalardan ders aldı.

"Ali Ramiteni hazretlerinden gelip, emanet olarak saklanan taç bana verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emir Gilal, Kasr-ı Arifan'a geldi. Bana çok iltifatta bulunup; "Hace Muhammed Baba Semmasi’nin emri üzerine seni yetiştirmeye çalışacağım" dedi.

Seyyid Emir Gilal hazretleri Behaeddin Buhari hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgul olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdıktan sonra buyurdu ki:
"Hace Muhammed Baba Semmasi'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Artık icazetlisin.”

Behaeddin Buhari hazretleri, Emir Gilal hazretlerinin vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazifesini yapmaya başladı.

Maalesef bugün dünyanın hemen her beldesinde onun ismini kullanarak, Nakşilik adı altında Hakka giden yolu kesen çok şeyh taslakları vardır. Ehl-i sünnet itikadını bilen bir kimse, bunların yanlış yolda olduğunu rahatça anlar.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:03:56
Alâüddin-i Attar  

Alâüddin-i Attar hazretleri, Buhara'da yetişen en büyük evliyadandır. Silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhari’dir.

Zengin babası vefat edince, oğullarına miras olarak çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddin hiç miras kabul etmeyip, Şah-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin-i Buhari’ye talebe olmayı tercih etti. Gidip halini arz etti ve talebeliğe kabul buyurulmasını istirham eyledi. Behaeddin Buhari hazretleri ona nazar edip, (Evladım bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur. Dünyayı ve nefsini terk edebilecek misin?) buyurunca, hiç düşünmeden, (Yapmaya hazırım efendim) dedi. (Öyleyse bugün bir küfe elma al, kardeşlerinin mahallesinde sat!) buyurdu.

Elma sattı
Alâüddin, soylu ve tanınmış bir aileye mensup olmasına rağmen, kibirlenmeden, kardeşlerinin mahallesinde, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün hocasının huzuruna gelerek, (Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim) dedi. Hocası, (Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın) buyurdu. "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı. Ağabeyleri, (Bizi elâleme rezil etme, para lazım ise, istediğin kadar verelim, mirasından da fazlasını al, fakat bu işi bırak) dediler. Onları hiç dinlemeyip elma satmaya devam etti. Ağabeyleri, (Madem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma!) dediler. O yine dinlemedi. Hakaretler ederek, onu dövdüler. Fakat o, hiçbir şeye aldırış etmedi. Hocasının emrine uymaya devam etti. Ertesi gün hocası, (Artık bu iş tamam) diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.

Alâüddin-i Attar hazretleri anlatır:
(Hocam beni kabul edince, onu çok sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bir gün bana, (Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu. (Bu aciz hizmetçiye iltifat ederseniz, o da sizi sever) dedim. (Az bekle!) buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde ona karşı sevgiden eser kalmadı. O zaman, (Sevginin kimden olduğunu anladın mı) buyurdu.

Eğer maşuktan sevgi olmaz ise aşığa,
Aşığın muhabbeti kavuşturmaz maşuğa.

Talebeliğe kabul edilince, canla başla hizmet etti. Talebelerin arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Hocası onun derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, bir gün hanımına, (Kızımız büluğa erince haber ver) buyurdu. Kız büluğa girince, hocası, talebesi Alâüddinin odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Başının altına koyduğu bir tuğlasından başka bir şeyi yoktu. Hocası, (Eğer kabul edersen, büluğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim) buyurdu. Alâüddin, (Büyük lütuf buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz, hiçbir şeyim yok) dedi. Hocası, (Kızım sana takdir edilmiştir. Rızkınızı da, Allahü teâlânın göndereceği bildirilmektedir) buyurdu. Bir müddet sonra evlendiler.

Nehre atladı
Behaeddin-i Buhari hazretleri, talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehirden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabarmış, ağaçları kökünden söküp götürüyordu. Hocaları (Alâüddin atla!) buyurdu. O da, hemen nehrin içine atladı. Sularda kayboldu. Talebeler şaşkınlık içinde idi. Ancak hocalarına bir şey soramadılar. Hocaları, kır gezisinden akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, (Bir eksiğimiz var mı?) diye sordu. Talebeler de, (Evet) dediler. Hocaları elini uzatarak; (Alâüddin gel!) buyurdu. Alâüddin nehirden çıktı. Elbiseleri bile ıslanmamıştı. Hocaları, (Bakın, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddin'in kökü sağlam olduğundan onu götüremedi) buyurdu.

Alâüddin-i Attar hazretleri buyururdu ki:
(Maksada ancak hocanın, rızası ile erebilir. Talebeye, bütün işlerini hocasına bırakmak düşer. Hocasının yanında bir tercihi olmamalı. Allah adamları ile sohbet aklı artırır, onları görmek için iki günü geçirmemelidir.)

Vefat edince, rüyada gördüler. (Allahü teâlanın bize verdiği nimetler çoktur. En küçüğü şu ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklığına defnedilmiş olan müslümanların, şefaatim ile affolunacağı bildirildi) buyurdu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:05:02
Yakub-i Çerhi

Yakub-i Çerhi hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. İnsanların iman, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenip, yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslam âlimlerinin on yedincisidir. Derin âlim ve kâmil bir veli idi.

Kendisi anlatır:
“Buhara’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icazet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behaeddin-i Buhari hazretlerinin yanına gitmek arzusu hasıl oldu. Huzuruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyakınızla dolu" dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbul bir şey bulman lazımdır. Halkın beni kabulü şeytani olabilir” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahih bir hadis-i şerifte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler” buyurulmuştur” deyince, tebessüm ederek “Biz azizanız” dedi. Bu sözü duyunca kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; “Azizan’ın talebesi ol!” demişlerdi. Behaeddin-i Buhari hazretleri; “Biz azizanız” buyurunca rüyayı hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Bir gün Azizan’dan (Ali Ramiteni'den) böyle bir istekte bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesile olacak bir şey istemişler” buyurdu. Bunu söyledikten sonra, bana mübarek takkesini hediye ederek, “Şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul” buyurdu.

Yine kendisi anlatır:
“Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğunca, Behaeddin-i Buhari hazretlerine kavuşmak nasip oldu. Onun kerem ve iltifatları beni saadete gark etti. Gördüm ki, mürşidim kâmildir. Çeşitli vakalar ve gaybi işaretlerden sonra, Kur’an-ı kerimi açıp bir âyeti işaret tutmak istedim; “O Peygamberler Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” mealindeki âyet-i kerime çıktı, bağlılığım kat kat arttı.

Tereddüt içinde bulunduğum günlerden idi. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Behaeddin-i Buhari hazretlerinin huzuruna kavuşmak için Kasr-ı Arifan’a gittim. Behaeddin-i Buhari hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman; yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Beni yanına oturttu. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladı.

Buyurdu ki:
“İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resuller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Batın ilminden sana bir pay erişmesini ümit ederim.”

“Sadakat ehliyle oturduğunuz zaman, dikkatli olun. Çünkü onlar, kalblere girip himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işaret buyurulur. Eğer seni kabul ederlerse, biz de kabul ederiz.”

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saadet kapısının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını hocamla beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz. Kabul ettiğimiz zaman da geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Halifesi Alâüddin-i Attar ile sohbet etmemizi emretti. Ben de onun yanına gittim ve vefatına kadar sohbetlerinde kaldım. Onun halifesi olarak insanlara doğru yolu gösterdim.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:05:47
Ubeydullah-i Ahrar
 
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan'ın büyük velilerindendir. Silsile-i aliyyenin on sekizincisidir. 1403 yılında Taşkent'te doğdu. 1490’da Semerkant'ta vefat etti. Kabri oradadır.

Doğumundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona dua ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi. Dedesi de, âlim ve veli idi. Vefat edeceği sırada, torunları ile tek tek vedalaştı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bu İslamiyet’e hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun sözünü dinleyecekler" dedi.

Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helal kazanmak için tarımla meşgul oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700 ton] zahire uşur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; "Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyururdu.

Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. O kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeye başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve testi kırıldı. Şarap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle buluşmama imkan kalmazdı” buyurdu.

Bu talebesi anlatır:
Seferde idik. Gece yarısı bana "Hemen kalk, eşyalarını topla ve derhal dışarı çık!" buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip edin" dedi. Bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin bu kerametini görerek, onun büyük bir veli olduğunu bir kere daha anlamış oldular.

Buyururdu ki:
“Kalbin kararmış olmasının alameti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz."

"Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zulümden korumaktır."

“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir."

"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."

"Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."

"İnsanın kıymeti; idrakinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."

"Belalara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları vardır."

"İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."

"Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz."
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:06:35
Kâdi Muhammed Zâhid  

Kâdi Muhammed Zâhid hazretleri, Türkistan'da yaşamış büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on dokuzuncusudur. Annesi silsile-i aliyye büyüklerinden Yakub-i Çerhi hazretlerinin kızıdır.

Küçük yaştan itibaren ilim öğrendi. Daha sonra tasavvufa yöneldi. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe oldu. 12 yıl onun kalblere şifa olan sohbetlerinde bulundu. Ondan vazifesini devraldı. Birçok talebe yetiştirdi. Silsile-i aliyye büyüklerinden Derviş Muhammed hazretleri onun yetiştirdiği evliyadan biridir.

Memleketi olan Semerkand'da kalıp ilim tahsil ettikten sonra daha fazla ilim öğrenmek için bir talebesiyle Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. O sırada köye Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri teşrif etti. Onu ziyarete gitti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onunla biraz konuştuktan sonra, sohbete başladı. Sohbette Muhammed Zâhid'in hatırından geçenlere cevap verip, ona, "Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolay" buyurdu. Sonra onun yanına yaklaşıp, "Hirat'a gitmekten maksadın ne? İlim öğrenmek mi, yoksa tasavvuf mu?" buyurdu. Muhammed Zâhid dehşete kapılıp cevap veremedi. Yanındaki talebesi; "Onun asıl maksadı tasavvuf yoluna girmektir" diye cevap verdi.

Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri tebessüm edip; "O halde çok iyi" buyurdu. Sonra birlikte bahçeye çıktılar. Orada Muhammed Zâhid'in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri; "Belki sen benim yazımı okuyabilirsin" diyerek cebinden bir kağıt çıkarıp, “Bu kağıtta ibadetin hakikati ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılı” diyerek Muhammed Zâhid'e verdi.

Bu kağıtta şöyle yazılıydı:
"Bu saadet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve Onun resulüne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resulullah efendimize tâbi olmak suretiyle marifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Helal haram ayırmayan, dine uygun olmayan işler yapan cahil tarikatçılardan uzak dur."

Muhammed Zâhid'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi. Sadüddin Kaşgari'ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid'e yardımcı olunması yazılıydı. Bu hareketleri gören Muhammed Zâhid'in Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine karşı muhabbeti ve bağlılığı arttı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı, yol almaktan aciz kaldı. Buhara'ya 36 km kalmıştı ki, şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de Humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devam ederse helak olacağını anladı. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin huzuruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Gelip umduğuna kavuştu.

Buyurdu ki:
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, keramet göstermek değildir. Dervişlik; gönlü, masivadan, [Allahü teâlâdan başka her şeyden] yüz çevirmektir. Bir yandan günah işleyip, bir yandan da, "Estağfirullah" demek, istiğfar değildir. İstiğfar; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:07:20
Derviş Muhammed  

Derviş Muhammed hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmincisidir.

Ruh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir veli olan dayısı Kâdi Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücadele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı.

Bir gün ellerini açıp, acizliğini ve çaresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Aniden Hızır aleyhisselam gelip; "Eğer sabır ve kanaat istiyorsan, Muhammed Zâhid'in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanaati öğretir" buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzuruna varıp, orada ilim tahsil etti. Güzel terbiye görüp, kemale geldi. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedi olan Cehennem azabından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilafet verdi. Hocasının vefatından sonra yerine geçip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dine sonradan sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti. Çok veli yetiştirdi.

İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi hususunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. İmam-ı Rabbani hazretlerinin dünyaya gelmesinden bir sene önce, vefat etti. İnsanları irşad için yetiştirdiği yüksek talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed Emkenegi'dir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:07:57
Hâcegi Muhammed Emkenegi

Hâcegi Muhammed Emkenegi hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmi birincisidir.

1512 yılında Buhara'nın İmkene kasabasında doğdu. 1599’da orada vefat etti. Evliyanın büyüklerinden Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkibillah hazretlerinin hocasıdır. Zahiri ve batıni ilimleri babasından öğrendi. Babasından feyiz alarak tasavvufta kemale erdi. Tasavvuf ilminin ve hallerinin mütehassısıydı.

Bütün ömrü İslamiyet’e hizmetle ve Peygamber efendimizin güzel ahlakını insanlara duyurmakla ve öğretmekle geçti. Çok veli yetiştirdi. Yetiştirdiği velilerin en başta geleni kendisinden sonra halifesi olan Muhammed Bâkibillah'tır. Muhammed Bâkibillah hazretleri, bir gece rüyasında Hâcegi Muhammed Emkenegiyi gördü. Hocası ona; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyorum" buyurdu. Bâkibillah hazretleri buna çok sevindi. Hemen huzuruna gitti. Huzuruna varınca ona çok iltifat gösterip, yüksek hâllerini dinledi. Sonra üç gün üç gece birlikte bir odada başbaşa kalıp, sohbet ettiler.

Hâcegi hazretleri ona feyiz verip, yüksek faydalara kavuşturdu. Sonra Bâkibillah hazretlerine; "Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleriyle tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gitmeniz lazım. Çünkü bu silsile-i aliyyenin, orada sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip, büyük işler yapacak kimseler gelecek" buyurdu.

Hace Bâkibillah kendilerini bu işe layık görmediğinden, özür dilediyse de, Hâcegi Emkenegi, ona istihare yapmasını emretti. Rüyasını Emkenegi hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldı:
"Derhal Hindistan'a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana gelecek, bütün dünya onun nuruyla dolacak. Hatta, siz de ondan nasibinizi alacaksınız."

Hace Bâkibillah hazretleri Hindistan'da Serhend şehrine geldiği zaman, kendisine; "Kutbun etrafına geldin" diye ilham olundu. Bu kutub, imam-ı Rabbani hazretleriydi.
Demek ki, bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhara'dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.

Hâcegi Muhammed Emkenegi hazretleri, ömrünün sonlarına doğru sık sık şöyle söylerdi:
Ölümü hatırlar, gülemem asla,
Bugün ne olacak bilemem asla,
Maksadım Rabbime yakın olmaktır
Bundan başkasını istemem asla.

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir mektubunda Hâcegi Emkenegi hazretlerinden bahisle şöyle buyurmuştur:
"Hâcegi Emkenegi, Hak aşıklarını gerçek sevgiliye kavuşturmak için sıkıntılara katlanarak ve zahiren kırıklık içerisinde senelerce rehberlik yaptı. Bir gün talebelerinin bir kısmı ile dikenlik bir yerden geçiyorlardı. Bir talebesinin ayakları yalın idi. Ayağına hep diken batıyordu. İçinden gizlice ah çekiyor ve ayağını da hocasının izinden ayırmıyor, takip ediyordu. Hocası Emkenegi hazretleri onun bu hâline iltifat edip, "Kardeşim ayağa elem dikeni batmadıkça, murat gülü açılmaz" buyurdu. Bu söze talebe çok sevindi.”
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:08:38
Muhammed Bâkibillah
 
Muhammed Bâkibillah hazretleri, Silsile-i aliyyenin yirmi ikincisidir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin hocasıdır. 1563 yılında Kâbil’de doğdu. Kâbil'den Semerkand'a gidip, zamanın en büyük âlimlerinden olan Mevlanâ Sâdık-ı Hulvâni'den gerekli ilimleri öğrendi. Yüksek yaratılışı ve kabiliyeti ile kısa zamanda, talebeler arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Sonra tasavvufa yönelip, bu yolun büyük âlimlerinden bâtıni ilimleri öğrenerek yüksek dereceye ulaştı. Hâcegi İmkenegi hazretlerinin sohbetleri, Behaeddin Buhari ve halifelerinin ruhaniyetlerinin yardımı ile, bu büyükler silsilesine dahil oldu.

Muhammed Bâkibillah hazretleri hocasının emriyle Hindistan'a gidip, bir sene Lahor'da kaldı. Oradaki âlimler onun sohbetine gelip, istifade ettiler. Sonra Delhi'ye gidip, vefatına kadar orada kalarak, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddette, pekçok âlim ve veli yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halifesi olan, ikinci bin yılın müceddidi, İslam âlimlerinin gözbebeği imam-ı Rabbani gelir. İmam-ı Rabbani hazretleri yetişip kemale gelince, Muhammed Bâkibillah hazretleri bütün talebelerinin yetiştirilmesini ona bıraktı.

Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dine uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinaye ve ima ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i maruf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret sarf ederdi. Sohbetlerinde hiç bir müslüman kötülenmezdi. Eğer birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir düşünce geçse, derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi övücü sözler söyleyerek konuşmaya başlardı.

Hân-ı Hânân ismiyle meşhur padişah Abdürrahim Hân onu sevenlerden biri idi. Bâkibillah hazretlerinin hacca gideceğini duyunca, yol parası olarak bol miktarda para gönderdi. "Bu hediyemi, lutfederek kabul buyurun efendim" dedi. O ise, “Müslümanların paralarını harcayarak hacca gitmemiz uygun olmaz" diyerek kabul etmedi ve hacca da gitmedi.

Yemek pişirenin abdestli olmasını, yemek pişirirken dünya kelamı söylenmemesini tembih ederdi. "Salih olmayanın yemekleri feyzin gelmesine engel olur” buyururdu. Evliyadan bir zat gelip,; "Hâlimde bir bağlanma, kalbimde bir sıkıntı hissediyorum, fakat kabahatimin ne olduğunu bilemiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "Yemeğinde ihtiyatsızlık vâki olmuş" buyurdu. "Her gün aynı yemekleri yiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "İyi düşün” dedi. İyice düşününce, "Evet efendim şimdi hatırladım, yemek pişerken, helal olduğu şüpheli iki üç odun yakılmıştı" dedi.

Bir gün Hâce Hüsameddin'in haber vermesiyle, görevliler içki içen ve başka kötülükler yapan bir genci yakalayıp hapse attılar. Hâce hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsameddine sitem etti. O da: "Çok kötü bir gençtir" deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki: "Sen kendini iyi gördüğünden o sana kötü görünüyor. Fakat biz kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onu kötüleriz?"
Sonra o genci, hapisten çıkardılar. O genç, komşusu hâce hazretlerinin yakın alakası karşısında son derece memnun olup, günahlarına tevbe ederek salihlerden oldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:09:29
İmam-ı Ahmed Rabbani
 
İmam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve âlim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, müslümanların baş tacı, müceddid, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeğidir. Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsüdür.

1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elf-i sani, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, Faruki nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendi denilmiştir.

Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, imam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı.

İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur âlim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu.

Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sürat-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmiri ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmiri, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir" dedi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce mübarek babasından da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bakibillah hazretlerinin huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Bakibillah hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O, her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."

İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve veli yetiştiriyordu.

İmam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocasını ziyaret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocasına yapılması mümkün olmayan bir edeple davranıyordu. Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Hace Hüsameddin Ahmed'den işittim. Hocam imam-ı Rabbani'yi methedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden hiçbiri, İmam-ı Rabbani gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasip oldu" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur.
"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerine hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cemiyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bakibillah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."

İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, imam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek kabrini ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Bakibillah hazretlerine gösterdikleri gibi, imam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan Hace Abdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam Hace Bakibillah'a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acı***, imam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmamın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar haset ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fadılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasetlerini daha da artırdı. İmamı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek meşayihin bildirdiği vahdet-i vücudu inkâr ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmam'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşayih-i izamı inkâr ediyor, Allahü teâlânın marifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor" dediler. Çeşit çeşit iftiralarda bulundular.

O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehli sünnet düşmanı idiler. Halbuki imam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur" demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip imam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, imam-ı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince, imam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, imam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, imam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat imam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, imam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.

İmam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim" buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasip oldu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fasık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tevbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

Zamanının âlimleri, imam-ı Rabbani hazretlerine Sıla ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyet’ten ayrı bir şey olmadığını İslamiyet’e uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, imam-ı Süyuti'nin Cem'ül-Cevami kitabında vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda; "Beni iki derya arasında "Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun" diye dua etmiştir. Eshabı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhur olmuştur. Hadis-i şerifte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sanidir. Yani hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resul gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifte, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı seadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve batıni ilimlerde tam vâris, âlim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti imam-ı Rabbani hazretleri yapmıştır.

Bütün İslam âlimleri, bu zatın imam-ı Rabbani hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resulullahın nurları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslam dinini ihya etti. Onun zamanında Hindistan'da ve hatta bütün İslam âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslamiyet’e karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslamiyet’in hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmam-ı Rabbani hazretleri başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık bir şekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehli sünnet itikadını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sani) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti'dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu methedip övmüşlerdir.

Hace Muhammed Bakibillahın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: "İmam-ı Rabbani'ye tâbi olmayı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor" dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmedi ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmamın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur'an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."

Bir gün, hafızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'an-ı kerim okumaya başladı. İmam-ı Rabbani hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'an-ı kerim okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı."

İmam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeyi mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır" buyururdu.

Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır:
"Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hadiseyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyük bir kerametini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmam-ı Enes bin Malik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, Hazret-i Ebu Bekri ve Hazret-i Ömeri sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona sövene, bunlara sövene verilen cezayı vermek lazımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektubat'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum.

Rüyamda, senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zata götüreyim de gör! Resulullah efendimizin eshabını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selam verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu.

Biraz sonra senin o yüksek üstadın imam-ı Rabbani, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zat, Hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selam verdim. "Sakın, sakın! Resulullah efendimizin eshabına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, asla kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. İyi bir tokat vur!" dedi. Şeyh hazretleri, kuvvetli bir tokat vurdu. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Halbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyanın, o sözlerin tadı, beni başka hale soktu. Kalbimde Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan imam-ı Rabbani'ye ve onun yazdıklarındaki marifete inancım iyice arttı."

İmam-ı Rabbani hazretleri 1615 senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekir'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

1623 senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeye başladı" buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icap ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeye başladı."

İmam-ı Rabbani hazretleri Ecmir seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivaya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cuma namazı hariç, evden dışarı çıkmadı. Nur ve esrar menbaı olan hususi odasına; Muhammed Haşim-i Keşmi'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hariç, başkalarının girmesi çok nadir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyh-ül-islam'ın (Ebu Ali Dekkak'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, imam-ı Rabbani hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
"İmam-ı Rabbani hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim" dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzurunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısraını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."

Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Said bir gün, imam-ı Rabbani hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevabında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyada çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Said! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gayet samimi bir beyanla, dert ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün süruru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Halbuki öldükten sonra, beşeri sıfatlardan tamamen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden itibaren, o günleri saymaya başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta eshabına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hasıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habibine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemalatı bana ihsan eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın; "Bu gün dininizi tamam eyledim" âyet-i kerimesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber efendimiz vefat edecektir, ilhamından bir işaret bulunduğunu anladılar.

Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri, bu hususta da ittiba'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu marifetlerin beyanını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arz etti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamıyacağım" buyurdular.

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemaatle namaz kılmayı terk etmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salevatları, zikri ve murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terk etmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür" buyurdu.

Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme halinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arz etti. Cevabında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutabeata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikir ve murakabeye devam etme hakkında idi.

Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefat edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud şöyle rivayet eder: "Resulullah efendimiz bize vaaz ediyordu. Bu vaazdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vaazına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resulullah aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah’tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefa-i raşidinin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalalettir, sapıklıktır."

İmam-ı Rabbani hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dinimizin sahibi Resulullah efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattır" hadis-i şerifi gereğince ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz.

Vefat ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu.

Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikirle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Said, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerifiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefatı 1624 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesabı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vaki oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefat ayı olan Rebiül-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzuruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadis-i şerifte; "Bir günlük humma, bir senenin kefaretidir" buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadis-i şerifin manasına uygun oldu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmamın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Halbuki, oğulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübarek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alameti olarak, zayıf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, bir araya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Halbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi icap ederdi. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defa vaki oldu. Nihayet oradakiler, bunda derin bir mana ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hace Muhammed Said; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadis-i şerifte; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsanıdır. Dilediğine ihsan eyler. Onun ihsanı boldur.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.

Büyük oğlu Muhammed Said buyurdu ki:
"Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nimetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükür makamından hiç kimseye bir nasip verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kur'an-ı kerimde mealen; "Şükreden kullar azdır" buyuruluyor. (Sebe' suresi: 13) Bu âyet-i kerimeden anlaşılan, bu cemaatin, Peygamberler olduğudur. Yahut da Peygamberlerin en büyük eshablarıdır. Hazret-i Ebu Bekri Sıddık gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler" buyurdu.

Eserleri:
1) Mektubat: İslam âleminde imam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat'ın birinci cildi 1616 senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde 313 mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i hüsna yani Allahü teâlânın hadis-i şerifte geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de imam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra 1630 senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı kerimdeki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır. [Mektubatın birinci cildi Müjdeci Mektuplar adı altında Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. İkinci ve Üçüncü cildlerdeki mektuplardan da bir kısmı Hakikat Kitabevi yayınlarından olan Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında yayınlanmıştır. Bu kıymetli eserler, www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edilebilir.]

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.
4) Mebde' ve Me'ad
5) Adab-ül-Müridin
6) Ta'likat-ül-Avarif
7) Risale-i Tehliliyye
8) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki
9) Mearif-i Ledünniye
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye
11) Cezbe ve Süluk Risalesi
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:12:07
Muhammed Masum Faruki

Muhammed Masum Faruki hazretleri, evliyanın meşhurlarındandır. İmam-ı Rabbani hazretlerinin üçüncü oğludur. Silsile-i aliyyenin yirmi dördüncüsüdür. Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu

Daha üç yaşında iken, kelime-i tevhid söylerdi. Kur'an-ı kerimi kısa zamanda ezberledi. 11 yaşında iken, zikir ve murakabe yolunu babası imam-ı Rabbani hazretlerinden aldı. Babası istidadının yüksekliğini anlayınca, "Hâl, ilimden sonra olduğu için, önce ilim okumak gerekir" buyurup oğluna akli ve nakli ilimleri okutmaya başladı. Ona, "İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz var" buyururdu. 14 yaşında iken babasına, "Kendimde bir nur görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır" diye arz edince, babası, "Sen zamanın kutbu olursun" müjdesini verdi. Daha sonra kendisi, "Allahü teâlâya hamd olsun. Babamın müjdelediğine kavuştum” demiştir.

16 yaşında iken, bütün ilimlerin tahsilini bitirip tasavvufa yöneldi. Babasının feyizlerine kavuştu. Kendisi de, "O esrar denizlerinin dalgıcı oldum” buyurmuştur. Öyle yetişti ki, onun bereketi ve feyizleri bütün âleme yayıldı. İslam tarihinde hidayeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. 900 bin kişi ona talebe olmuş, talebelerinden 140 bini evliyalık mertebelerine kavuşmuş, 7 bini de mürşid-i kâmil olmuştur. Talebeleri onun huzurunda bazen bir ayda, bazen bir haftada evliya olurlardı. Bazılarını bir teveccühte, makamların hepsine ulaştırırdı.

Babası ömrünün son günlerinde ona: "Benim bu dünyada kalmam yalnız kayyumluk vazifesi sebebiyle idi. Bu artık sana verildi. Bu dünyadan göç etmem yaklaştı" buyurmuştur.

Talebelerinden olan Muhammed Hanif-i Kâbili, Hocasının himmeti ile çok büyük marifetlere kavuştu. Hocasından icazet alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. Halkı irşada başladı. Onu da kıskananlar oldu. Bir grup insan, ona gelip, "Bir keramet görmedikçe, sizin büyüklüğünüze inanmayız. Biz bir ziyafet hazırlıyoruz. Üstadınızı davet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde Serhend'den Kâbil'e bir anda gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz" diye ilave ettiler. Serhend’den, Kâbile bir ayda gelinemezdi. Hâce Muhammed Hanif, hocasına olan bağlılığının çokluğundan bunu kabul edip, "Hocam yemeği yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümit ederim" dedi.

Oradakiler gülmeye, alaylı bir şekilde yemekleri hazırlamaya başladılar. Vakit gelince "Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim" dediler. Hâce, "Yemeği getirin, üstadım bu saatlerde yemek yer" buyurdu. Oradakiler, yemekleri getirirken, Muhammed Masum hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından içeri girdi. Kendisine hazırlanan yere oturdu. Oradakiler bu hâli görünce, hayrete düşüp özür dilemek zorunda kaldılar. Muhammed Masum hazretleri "Yalnız Muhammed Hanif'in hatırı için geldim. Yoksa maksadım, sizin ikna olmanız değildir. Evliyadan keramet istenmez" buyurdu. Hep beraber yemeğe başladılar. Oradakiler, sohbetin bereketiyle kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saadete erdiler.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:12:56
Seyfeddin-i Faruki  

Seyfeddin-i Faruki hazretleri, Silsile-i aliyyenin yirmi beşincisidir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunu ve Urvetül-Vüskâ Muhammed Masum-i Faruki hazretlerinin beşinci oğludur. Doğum zamanında bir melek; "Doğduğu gün, öleceği gün ve dirileceği günde ona selam olsun" mealindeki Meryem suresinin 15. âyet-i kerimeyi okuyarak müjde vermişti. Küçük yaşından itibaren ilme yöneldi. Amcası Muhammed Said'den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kısa zamanda âlim oldu. Zamanının bir tanesi ve marifet deryası olan babası Muhammed Masum-i Faruki'nin teveccüh ve sohbetleriyle, ilerleyip, kısa zamanda birçok kerametlere kavuşup âlimlerin baş tacı oldu.

Kemale erdikten sonra babasının emriyle Âlemgir Han ile görüşmek üzere Delhi'ye gitti.
Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultana o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtince şehre girdi. Sultan Âlemgir Han, kendi isteğiyle ona talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'an-ı kerim okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış birçok bid’at ve sapıklık, Sultan Âlemgir Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve unutulmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da sohbetleriyle şereflenip hidayete kavuştular.

Himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslamiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid’at sahipleri ve kâfirler perişan oldu.

Delhi'de, sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler ve fasıklar da onun sohbetine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tevbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi. Sohbetinin bereketiyle, binlerce kişi hidayete kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergahına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:13:49
Seyyid Nur Muhammed  

Seyyid Nur Muhammed hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmi altıncısıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır. Türbesi, Hindistan'ın Delhi şehrindedir.

Seyyid Nur Muhammed Bedâyuni hazretleri, ilmini ve feyzini imam-ı Rabbani hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddini Faruki'den aldı. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki zamanının yegane âlimi ve rehberi idi.

İnsanlar ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı. "Sokakta günahkârla karşılaşmak kalbde zulmet hasıl eder" buyurur ve talebelerinin hangi günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halifesi, "Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyanın büyüklerindendir.

Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma hususunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helalden tedarik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve iyice acıkınca azar azar yerdi. Tasavvufta ilahi aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyade idi. 15 sene bu hâl üzere yaşadı ve tasavvufi hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline dönmüştür.

Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeplerde de Peygamber efendimize tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayatını ve yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resulullah efendimize uymaya çalışırdı.

Bir defasında helâya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atınca tasavvuftaki hâlleri bağlandı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, niyazda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı.

Daima murakabede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek çok ibadet yaptığından beli bükülmüştü.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, "Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, lütfen bir araştırınız!" buyurdu. Bu yiyecek helaldendir diye arz ettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar.

Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu.

Bir defasında bir talebesi huzuruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocasının huzuruna girince, sende zina zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha girdiğine işaret etmiştir.

Eshab-ı kirama düşmanlık besleyen, rafizi iki kişi , rafizi olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini söylemişlerdi. Onlara, "Önce bozuk itikadınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun" buyurdu. Biri, bu kerameti görünce, hemen tevbe edip, sapık itikadından vazgeçti.

Kendisi anlatır:
"Bir gün hocamın kabrini ziyarete gitmiştim. Kabri başında murakabeye daldım, hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sadece ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sahibinden izinsiz, o geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu sebepledir."
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:14:59
Mazhar-ı Can-ı Canan
 
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Seyyiddir. Silsile-i aliyyenin yirmi yedincisidir.

İsmi, Şemseddin Habibullah'tır. Babası Mirza Can'dır. Onun ismine izafeten Can-ı Canan denilmiştir. 1701 yılında doğdu. 1781’de şehid edildi. Ceddi, ileri gelen devlet adamlarından olup, Teymuriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Babası Mirza Can, mevki ve makamı terk edip, fakirliği ve kanaati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikahı için ayırdığı yirmi beş bin rub'iyye miktarındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlakı, insani meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zattı.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, Zeka, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firaset erbabı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sahip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve taliminde, ilim öğrenmesi hususunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, marifet öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmaya başladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan itibaren gayet iyi değerlendirdi. İlim ve marifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve maharetleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir: "Çocukluğumda İbrahim aleyhisselamı rüyamda görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavuştum. Yine çocukluğumda Hazret-i Ebu Bekiri ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübarek sureti karşıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu."

Yine şöyle anlatmıştır:
"Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda imam-ı Rabbani hazretlerinin ruhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hâli babama söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin" dedi. Allahü teâlâ benim tinetime, sünnet-i seniyyeye ittiba etme, uyma hasletini yerleştirmiş."

Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır:
"Farisi lisanını ve diğer bazı bilgileri babamdan, Kur'an-ı kerimi, tecvid ve kıraat ilmini Kari Abdürresul'den, akli ve nakli ilimleri de zamanımızın âlimlerinden öğrendim. Hacı Muhammed Efdal'den, tefsir ve hadis ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hacı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsilimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefat etti. Vefat etmeden önce şöyle vasiyet etti: "Bütün vaktini, kemalatı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme."

Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyamda evliyadan bir zatı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını başıma koydu." Bu rüyadan sonra gönlümde makam ve mevki arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defasında rüyamda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidayete kavuşması ve onları hidayete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa yönelip, batın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce marifet sahibi bir zat olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dinin emirlerine tam uyan, yüksek ahlak sahibi bir zat idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzurunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzurunda dirilip itminana eriyor. Hakk'a kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabul etmesini arzedince, istiharesiz talebe kabul etmediği halde beni derhal kabul etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifatına kavuştum.

Kısa zamanda Nur Muhammed Bedayuni hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hallerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilahinin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murakabe halinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihayet o hale geldim ki; "Rabbini görüyormuş gibi ibadet et" hadis-i şerifinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fena ve beka hallerine kavuştum. Büyüklerin tarif ettiği maksada, sırr-ı tevhide yükseldim.

Nur Muhammed Bedayuni, benim hallerime bakıp, bana karşı tevazu ile, büyük bir sevgi ve alaka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nurundan diğeri görülmüyor. Eğer taliplerin terbiyesine yönelsen âlem nurlanır" buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü teâlâya ve Resulüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemseddin Habibullah ismi verildi" buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havale etti.

Hocam Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin sohbetine dört sene devam ettim. Sonra bana icazet verdi. Bana Ehl-i sünnet itikadı üzere olmamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve bid’atlerden sakınmamı vasiyet etti.

Hocası Seyyid Nur Muhammed'in vefatından sonra, insanları irşada ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, amirler, veliler ve halk devam edip ondan feyz aldılar. Mir Müsliman, Senaullah Pani-püti, Gulam Kaki, Seyyid Âlimullah, Seyyid Abdullah Dehlevi gibi büyük âlimler ve veliler yetiştirdi.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsan etti. Saltanat işlerinin idaresi ve memleketin nizamı hususunda, herkesin haline uygun en güzel usulü öğrenmiş idim. Bunun için zamanın meşhur devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevaba göre hareket ederlerdi."

Yine şöyle buyurmuştur:
"Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hasıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nuruyla insanların saadet veya şekavet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."

Nevvab Han Firuzcenk, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu halini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; "Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zat hediye kabul etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz" dedi. Bu hadise üzerine Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri; "Biz, zenginlerden bir şey kabul etmemeye, almamaya kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabul etmedik" buyurdu. Sonra Nevvab Han Firuzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı ve; "Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız" dedi.

Yine Afgan serdarlarından biri, eşrefi denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da kabul buyurmayıp; "Her ne kadar hediyeyi kabul etmek lazımsa da, mutlaka kabul etmek lazım olduğuna dair bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlas ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabul etmiyoruz. Kaldı ki, ümeranın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helalden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabul etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyamet günü onun hesabını vermek zordur. İmam-ı Tirmizi'nin, Ebu Berze'den getirerek yazdığı hadis-i şerifte Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kıyamet günü herkes, dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı." Bunun için çok dikkat etmek lazımdır" buyurdu.

Mazhar-ı Can-ı Canan'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhur meyvesi olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir miktar hediye göndermiş ve kabul etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tane "Enbe" alıp gerisini iade etmiş ve; "Bu fakirin gönlü, bunları kabul etmek istemiyor" buyurmuştu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip; "Falan emir, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti" dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himaye edilmesini söyledi. Sonra da; "Sübhanallah, onun getirdiği bu yiyecek bizim batınımıza zararlı oldu" buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin ikramını hiç kabul etmedi. Yine bu hadise üzerine; "Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikram ettiği yiyeceklerdir. Hatta fakirlerin ikramları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar" buyurdu.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: "Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, taat ve ibadetin nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanaatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; "Allahım! Âl-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl" buyurduğu duasına uygun olarak, insan için lazım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.

Eshab-ı kiram da böyle dua ederdi. İsrafa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilahi bir hediyedir. Allahü teâlâya kavuşmak ve Resulullah efendimizin didarını, mübarek yüzünü görmektir.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlas ile bağlıydı. Bilhassa İmam-ı Rabbani hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zatları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için en kuvvetli vasıtadır" buyurdu.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri şöyle anlatmıştır:
"Bir defa cihanın süsü ve kâinatın serveri olan Peygamber efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yani İmam-ı Rabbani hazretlerinin evladı da orada idiler. Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; "Ya Resulallah, onlar benim pirimin evladıdır" diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar" buyurdu. Onlardan bir aziz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Ya Resulallah, hazretiniz Müceddid-i elf-i sani hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur" buyurdu. "Ya Resulallah! İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı, mübarek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben de, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; "O, vera-ül-vera sonra yine vera-ül-vera'dır, yani Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu okudum. Resulullah efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifadeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti.

Ben gördüğüm bu rüyada, Resulullah efendimizin mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, şehid olarak vefat etti. Vefatından birkaç gün önce, bu fani dünyadan gitme zamanının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için bambaşka bir aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibadet ve taatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murakabeleri büyük bir huzur hali içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzurunda toplananlar yüz kişiden ziyade olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Nesim, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; "Artık seninle bir daha görüşeceğimiz malum değildir" buyurdu. Bu sözleriyle vefat edeceğine işaret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını tutamadılar. Yine vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzak'a yazdığı bir mektupta; "Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duada bulun" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işaret etmiştir.

Yine vefatının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nimetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nimete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsan etti. Beni İslam-ı hakiki ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Salih amel üzere istikamet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve keramet ihsan etti. Beni dünyaya düşkün olmaktan ve dünyaya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücudum zayıf düştü. Cihad edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir."

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihayet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecusi idiler. Huzuruna girince, Mazhar-ı Can-ı Canan sen misin?" dediler. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri de; "Evet benim" buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isabet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.

Durumdan haberdar olan Nevvab Necef Han, sabah erkenden frenk bir tabip gönderdi. Tabibe; "Çabuk gidip bu mübarek zatı tedavi et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın" dedi. Frenk tabip gidip Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvab Necef Hana; "İyileşip kurtulur, başka tabip göndermeye lüzum yok" dedi. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fatiha-i şerifi okudu. İkindi vaktinde; "Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cuma, hem de Aşure günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehid olarak vefat etti.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, İslamiyet’in yayılması ve insanların hakiki saadete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zatlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslamiyet’i öğretmişler, imanlarının vicdanileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslamiyete uyulmasına, güzel ahlakın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muamelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saadete kavuşmakla şereflenmişlerdir.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:
"Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve halis niyetle ve batıni nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."

"Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için masivayı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır."

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kendi eshabına, talebelerine nasihatleri şöyledir:
"Takvanın ve veranın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resulullah efendimize mütabeat yani tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi halinizi, ehli sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer haliniz, ehl-i sünnette bildirilen hususlara yani dinin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun değilse merduddur, reddedilecektir. Dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmak için, ehl-i sünnet vel cemaat itikadı üzere olmak lazımdır."

Dünya metaı pek azdır
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kemal derecede zühd ve tevekkül sahibiydi. Dünyadan ve dünyaya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabul etmezdi. Kabul ettiği çok nadir olurdu. Zamanın padişahı Muhammed Şah, veziri Kameruddin Han ile Mirza Can-ı Canan'a haber gönderip, şöyle dedi: "Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler." Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu teklif üzerine şu cevabı verdi: "Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; "...Onlara şöyle de; dünyanın metaı pek azdır..." (Nisa suresi: 77) buyurarak dünyanın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esası ise, ondan uzak durmaktır."

Yine o havalinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri için bir dergah yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyacını da karşılayacağını bildirerek kabul etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kabul etmedi ve; "Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazinesi sabır ve kanaat olup, bu kâfidir" buyurdu.

Hakiki ilaç
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfuzatı, Kelimat-ı Tayyibat denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:

"Kardeşim, zamanımız talebesinin zayıflığından, evliyadan keşf ve keramet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe talip olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakiki hakimdir. Al-i İmran suresi 31. âyetinde mealen; "Ey Habibim! Onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever" buyurulması, bütün yollardaki saliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızasını kazanmayı, Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günah hastalıklarından kurtarmak için, ilaç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilaçları alan, perhize riayet eden sıhhat ve şifa bulur. Kaçınan kendini ziyan ve telef etmiş olur.

Bu reçetenin bir sureti, bir de hakikati vardır. Sureti ile avam müslümanları hareket eder. Bu da, itikadını düzelttikten sonra dine uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennetin nimetleri ve Cehennemden kurtulmaktır. Hakikati ise havassa, seçkinlere mahsus olup, kalblerin nurlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan suret bulunmakla beraber, riyazet ve mücahedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecelli ve keşflerdir. Surete iman ve İslam, hakikate ise ihsan denir. Nitekim Hadis-i şerifte; "İhsan; Rabbine, onu görür gibi ibadet etmendir" buyuruldu. Hakikatsiz suret, derideki hastalıklara çare bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilaçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakikatin ise, suretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakikat değil, mekr-i ilahidir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.

Hakikat, temizlemek, yani hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifa bulmak, bu iki tedavinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Eshab-ı kiramın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifa tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedavi ve ilaç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resulullaha tâbi olmak, taat ve ibadetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzuru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapıyordu. Resul-i ekremin bereketli sohbeti ve İslamiyet reçetesinin tatbiki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevacidlerden ziyade, suret ve hakikate son derece riayet ve ihtimam gösterip, hakikati koruyan sureti muhafaza edip, keşf ve keramete itina göstermediler. Bunları kemalin, olgunluğun icap ve şartlarından saymadılar.

O halde, tam sıhhate kavuşmak isteyen bir talip, Resulullahın sünnetine uymayı, bütün riyazet ve mücahedelerden üstün ve buna ait olan nur ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevacidlere, batın cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakikatlerin elde edilmesine sebep olan büyüğü, Resulullah efendimizin vekili bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.

Fıkıh bilgilerini öğretiniz. Fıkıhsız din olmaz. Ehl-i sünnet itikadını öğretmeye, yaymaya pek ehemmiyet veriniz. Her şeyinizde Allahü teâlânın habibi olan Peygamber efendimize ittibaya, uymaya gayret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ habibine uyanları çok sever." (21. mektup)

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:16:34
Seyyid Abdullah Dehlevi

Seyyid Abdullah Dehlevi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yirmi sekizincisidir. 1745 yılında Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824’de Delhi'de vefat etti. Kabri Şâhcihân camii yakınındaki dergahındadır.

Babası, Abdullatif efendi âlim, salih ve zahid bir zat idi. Bir gün rüyasında Hazret-i Ali ona:"Allahü teâlâ sana bir oğul ihsan edecek, o büyük bir zat olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın" dedi.
Resulullah efendimiz de evliyadan bir zat olan amcasına rüyasında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri, altı yaşına gelince, Hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali denmesini istemeyip Ali'nin hizmetçisi manasına gelen Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Allah vergisi çok üstün bir zekaya sahipti. Kur'an-ı kerimi kısa zamanda ezberledi. Dini ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin huzuruna varıp, kendisini talebeliğe kabul buyurmasını istedi. O da: "Sen hoşlandığın bir yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir" buyurdu. "Ben her şeye razıyım efendim" dedi. "Mübarek olsun" buyurup talebeliğe kabul edildi. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri, 15 yıl sohbetiyle şereflendi. Evliyalıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icazet alıp, halifesi oldu.

Abdullah-ı Dehlevi hazretleri buyurdu ki:
Talebe, sadık olan talip demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. İşlediği günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah’tan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendisinde görür. Her nefeste Rabbini düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münakaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshab-ı kiram hakkında hayır konuşur ve isimleri anıldığında "radıyallahü.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz, Eshab-ı kiram arasında olan şeyleri konuşmamayı emir buyurdu. Salih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edepsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah’ın Resulünü sevmenin alametidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyayı kiramı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerime, hadis-i şerif ve Sahabe-i kiramın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu ile başka türlü söyleyenler mazurdur.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:17:44
Mevlana Hâlid-i Bağdâdi  

Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretleri, Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babası Hazret-i Osman'ın, annesi ise Hazret-i Ali'nin soyundandır. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyun Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir.

Zekası keskin, hafızası kuvvetli, iradesi sağlam ve çok çalışkan idi. Devrin meşhur pek çok âlimlerinden ilim öğrenip, icazet aldı. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sahip oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamanının bütün âlimleri ve velilerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevabını verirdi. Zekası ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi. 21 yaşındayken, ulemaya üstad olup, 7 yıl ders okuttu. Âlimler arasında sözü senet idi.

Hicaz'a gidip Medine’ye kavuşunca Peygamber efendimize olan aşkını Farsça olarak dile getiren Kaside-i Muhammediyye'yi yazdı. Medine’de Yemenli fazilet sahibi bir zata rastladı. Ondan nasihat istedi. O zat dedi ki: "Ey Hâlid, Mekke’ye gidince edebe uymayan bir şey görürsen hemen reddetme." O da Mekke’de bir Cuma günü Kâbe-i şerife karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine baktığını gördü. "Şuna bak Kâbe'ye arkasını çevirmiş, edebi gözetmiyor" diye düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe'ye hürmetten öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Sana verilen nasihati ne tez unuttun” dedi. Ondan özür dileyip; "Beni talebeliğe kabul et" diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın, senin işin Hindistan’da tamam olur" dedi. Bu zatın, hocası Abdullah-ı Dehlevi olduğu rivayet edilmektedir.

Bir gün Hindistan'dan Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin talebelerinden Mirzâ Abdürrahim çıkageldi. Hocasının "Mevlana Hâlid'e selamımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurduğunu bildirdi. İkisi beraberce Hindistan’a gittiler. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, yanında bulunan eşyaların hepsini, fakirlere dağıttı. Hindistan'ın en büyük velisi ve büyük İslam âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevi'nin huzuruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevi, ona nefsinin terbiyesi için dergahı temizleme vazifesini verdi. O, âlim bir zat olmasına rağmen, hiç itiraz etmedi. Bir müddet bu vazifeye devam ederken, hocası ile karşılaştı. Onun omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nurun yükseldiğini ve meleklerin ona hayranlıkla baktıklarına şahit oldu. Hocası, onun tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini görünce, devamlı yanında bulunmasını emretti. Abdullah-ı Dehlevi'nin kalbindeki bütün esrar ve manevi üstünlüklere kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevi hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdat'a git! Oradaki insanları Allahü teâlâya kavuştur" buyurdu. O da gidip irşada başladı. Bağdat Valisi Said Paşa, ziyaretine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçi gibi edeple huzurunda oturmuş olduklarını gördü. Onun heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Celâl hâli gidince, Said Paşanın titremesi de geçti. Daha sonra vali, talebeliğe kabul edildi.

Ulemadan Şeyh Ali Süveydi, hadis âlimi idi. Hadis-i şerif senetlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihan maksadıyla, Mevlana Hâlid hazretlerine geldi. Kütüb-i Sitte'de yazılı hadislerden üç hadisi senetlerini yanlış olarak, imtihan yollu okudu. O da, bu hadislerin asıl senetlerini sahih olarak okuyunca, hemen ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tevbe ederek af diledi. Her yerde; "Mevlana Hâlid zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız" derdi.

Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin pek çok kerametleri görülmüştür.
Bağdat'tayken Hâcı Mahmud Efendi isminde bir talebesi vardı. Bu zat, çok borçlanmıştı. Bir gün "Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı" deyince, buyurdu ki:
"Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman efendim, bir ay sabredecek tâkatim kalmadı" diyerek iki defa tekrarladı. "Öyle ise, kaldır şu hasırı istediğin kadar al" buyurdu. Mahmud Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Borcunu tamamlanıncaya kadar bu işe devam etti.

Süleymâniye'nin meşhur âlimlerinden bazısı, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerini, akli ve nakli ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile imtihan ettiler. Çaresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslam denilen Şeyh Yahyâ Mazuri İmâdi'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstadımız Yahya Mazuri İmâdi hazretlerine arz olunur ki, şehrimizde, Hâlid isminde bir zat zuhur eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilayet-i kübra ve insanları irşad davasında bulunuyor. Bu zat, din ilimlerini tahsil ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vaciptir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır" dediler.

Bu mektup, Şeyh Yahya'nın eline geçince, bazı talebeleri ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamaya çıkıp, herbiri kendi evine davet ettiyse de, kabul etmedi ve; "Bu saatte o zatla görüşmem lazımdır" diyerek, Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin evine gitti.

Şeyh eve girince, onu kapıda karşıladı ve yanı başına oturttu. Şeyh Yahya'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Hâlid-i Bağdâdi hazretleri, Şeyh'e hitaben; "Din ilimlerinde çok müşkül meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevabı budur; diğeri şudur, cevabı budur" buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün sualleri ve cevaplarını söyledi. Şeyh Yahya meseleyi anladı. Tevbe edip talebelerinden oldu.

Talebelerinden İbni Âbidin hazretleri; "Dün gece rüyamda Hazret-i Osman'ın vefat etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenaze namazını ben kıldırdım" diyerek rüyasını anlatınca, Mevlana Hâlid hazretleri; "Yakında vefat ederim. Sen de kalabalık bir cemaat ile cenaze namazımı kıldırırsın, çünkü ben, Hazret-i Osman'ın soyundanım" buyurdu. İbni Âbidin bunu duyunca çok üzüldü. Çok geçmedi vefat etti. Cenaze namazını, Hanefi mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid İbni Âbidin hazretleri kıldırdı.

Talebelerinden ve halifelerinden olan Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerini çok sever ve ona çok dua ederdi.

Buyurdu ki:
Nefs-i emmareden kurtulmanın alameti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinmek, önem vermemelerine üzülmek, basitlik ve akılsızlıktır.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:19:05
Seyyid Abdullah Şemdini  

Seyyid Abdullah Şemdini hazretleri, Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzuncusudur. Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Taha-yı Hakkâri'nin amcasıdır.

Şemdinli'de dünyaya gelen asil, temiz ve şerefli bir aileye mensup olan Seyyid Abdullah Şemdini, küçük yaşta ilim tahsiline yöneldi. Zamanının usulüne göre ilk tahsilini gördükten sonra, Irak'ın Süleymaniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devam etti. Akli ve nakli ilimleri tahsil edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgul iken medrese arkadaşı Mevlana Halid-i Bağdadi ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zahiri ilimleri tahsil ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alaka duymaya başladılar. Bu alaka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini manevi olarak terbiye edip, batıni ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.

Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zattan alacağı manevi feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yani aradıkları o büyük veliyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zatı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vasıta olacaktı.

Kendilerine yol gösterecek manevi bir rehberi aradıkları sırada Mevlana Halid-i Bağdadi aldığı bazı manevi işaretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zahiri ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şemdini de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlana Halid-i Bağdadi ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız" dedi. Nihayet Hindistan'a gitmek üzere Süleymaniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiye manevi yolunun mürşid-i kâmili Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda layık ve müstahak olduğu fazilet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine yükseldi. Hocası ona, İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarına vesile olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icazet, diploma ve hilafet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemalatı, ilim ve edep aşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazifeli olarak Bağdat’a gönderildi.

Bundan sonra bütün âlem, vasıtalı vasıtasız irşad ve feyz kaynağı olan Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin manevi nuru ile nurlanmaya başladı. Böylece Bağdat’ta feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.

Seyyid Abdullah-ı Şemdini, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdat’ta kaldıktan sonra Süleymaniye'ye dönen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin ziyaretine gitti. Mevlana'nın Hindistan'da elde ettiği marifet ve kemalatı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyalık güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bazı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftiralarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asalet ve yüksek kabiliyet ile Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin talebe yetiştirmek hususundaki maharetinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlana hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icazet, diploma verdi. Mevlana hazretlerinden icazet ve hilafet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, kardeşi Seyyid Ahmed Geylani hazretlerinin oğlu Seyyid Taha-i Hakkari'yi de, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesile oldu.

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir ara, Bağdat’a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdini talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgul oldu. Daha sonra tekrar Süleymaniye'ye dönen Mevlana hazretleri, insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdini'yi de Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şemdinli civarındaki Nehri kasabasına yerleşti. Nehri'de medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pek çok kimseyi zahiri ve batıni ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyanın ve İslam âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslamiyet’i, güzel ahlakı insanlara anlattı. Bilhassa edep ve ahlaktan mahrum aşiretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesile oldu. Kabile ve aşiretlere, anlayacakları şekilde güzel nasihatler vermek suretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesile oldu.

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri onun hakkında Seyyid Taha-yı Hakkâri'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusur yoktur. Yalnız kusuru, onun münkiri yani karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır" buyurdu.

Yine buyurdu ki:
"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün tutmayınız." Eshabı; "Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzadelerdir. Padişah olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgul olan ve böyle yüksek bir vazifenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbi, şah olacak şehzadeden üstün olabilir mi?" buyurdular.

Ömrünü ilim tahsil etmeye, İslamiyet’i öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pek çok kerametleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdini hazretleri 1813 yılında Şemdinli'nin Nehri kasabasında vefat etti. Nehri kabristanının girişinde defnedildi. Kabrinin üzerinde sade bir türbe vardır. Mübarek kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmekte, aşıkları dua edip mübarek ruhundan feyz almaktadır. Onu vesile ederek dua edenlerin maddi ve manevi dertlerine derman buldukları dilden dile anlatılmaktadır.

Şemdinli'nin Nehri kasabasında ilk defa irşad ve feyz kaynağı olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şafii mezhebi fıkhında ve diğer ilimlerde derin âlim olup, ilmiyle amil, büyük veli, peygamberlik sırlarına vakıf ve hazret-i Osman'ın güzel ahlakını hatırlatan güzel ahlak sahibi olup, haya ve edebin kaynağı idi. Her hali istikamet ve doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta ruhlara gıda, bakışları kararmış kalblere şifa idi. İnsanların dünyada ve ahirette kurtuluşa ermelerinin, saadet kapısının anahtarı idi.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:20:01
Seyyid Taha-yı Hakkâri  

Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri, Anadolu'da yaşayan büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunudur. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifelerindendir. 1853 yılında Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefat etti. Kabri orada olup ziyaret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifade olunmaktadır.

Asil ve temiz bir aileye mensup olan Seyyid Taha-i Hakkari'de çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zeka, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymaniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.

Seyyid Taha, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdat'a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; (Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz) deyince; (Bu, ma-i caridir, yani akarsudur. Dinimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar) buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına; (Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır) diyerek elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerameti gören arkadaşları; (Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana itiraz etmeyeceğiz) dediler.

Hicri on üçüncü asrın kutbu olan Mevlana Halid, Hindistan'a giderek, Gulam Ali Abdullah Dehlevi'nin huzuru ile şereflenip, layık ve müstahak oldukları fazilet ve kemalatı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakk'a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlana'nın kalbinden saçılan nurlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymaniye'de bulunan Mevlana'yı ziyarete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemale geldi ve halife-i ekmeli yani en olgun halifesi oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi'ye, biraderinin oğlu Seyyid Taha'nın, harikulade ve yüksek istidadını anlattı. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraberinde getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyaretlerinde yeğeni Seyyid Taha'yı da götürdü. Mevlana hazretleri, Bağdat'ta Seyyid Taha'yı görür görmez, Abdülkadir Geylani hazretlerinin kabr-i şerifine gidip, istihare etmesini emretti. Seyyid Taha da kabre gidip istihare etti. Ceddi Abdülkadir Geylani hazretleri, “Mevlana Halid, zamanının âlimi, evliyanın büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.

Seyyid Taha, büyük dedesi Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin manevi emri ve izni üzerine, Mevlana'nın huzuruna geldi. Bu öyle bir gelişti ki, pek az kimselere nasip olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlana, Seyyid Taha'nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velisi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücahedesinde hiç eksiklik etmedi.

Mevlana Halid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Taha'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; "Hocamız Mevlana, Resulullahın Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu halde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlana ise, bu hususta konuşmaz sükut ederdi.

Seyyid Taha hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, velilikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve keramet sahibi olarak hilafet-i mutlaka ile şereflendi.

Seyyid Taha hazretleri, hilafetle müşerref olup Berdesur'a hareket edeceği zaman, Mevlana onu büyük bir cemaatle uğurladı. Vedadan sonra, Seyyid Taha, Mevlana'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlana olduğunu gördü. (Estağfirullah) dedi ve geri çekildi. Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben; (Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resul-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız) buyurdu. O da sıkılarak; (Emir edepten üstündür) sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, salih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlana durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Taha'ya verip; (Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenab-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun) buyurdu. Taha-yı Hakkâri hazretleri Mevlana Halid-i Bağdadi'nin halifesi olarak Berdesur'a geldi.

Amcası Seyyid Abdullah, Nehri'de talebe yetiştirmek ile meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesur'a Seyyid Taha'nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; "Böyle iki büyük halifenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefat ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Taha hazretleri, Nehri kasabasına gelip irşada başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak aşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nur saçtı. Aşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşad ve nur kaynağının etrafına toplandılar.

Seyyid Taha'nın sohbetleri bereketiyle pek çok kimse Allahü teâlânın rızasını kazandı. Onu gören müslim veya gayri müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.

İnkârcılardan ve bid’at sahiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
"Münkirden (inkârcıdan) ve bid’at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resulullahın zamanında olsalardı, ona iman etmezlerdi."

Seyyid Taha hazretleri, vefa ve sadakatte Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık'ı, şecaatte ve adalette Hazret-i Ömer'i, haya ve hilmde Hazret-i Osman'ı, vilâyet-i kübrada Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resulullaha yakın Eshab-ı kiramdan birisi gibiydi.

Vakar ve heybetinden mübarek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nur parçası idi. Gönül sahipleri görünce, ruhen aşık olurlardı. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istila ederdi. Ziyaretçiler, abdestsiz olarak Nehri'ye giremezdi.

Seyyid Taha hazretleri, teheccüd namazını ekseriya bereketli evinde, bazen kendi mescitlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını daima camide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tetkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, daima salih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibi feyz almak için boyunlarını büküp, o dergaha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikir, fikir, ibadet ve taatsız bir anı bulunmazdı. Seyyid Taha hazretleri dergahı teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı.

İkindi namazından sonra "Hatm-i hacegan-ı kebir", sonra imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı okunurdu. Seyyid Fehim hazretleri Nehri'de ise ona, yok ise, muhterem damatları ve halifeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.

Bu arada bazı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş izahlar, sohbetlerinin esasını teşkil ederdi. Nehri'de misafirlerden, faraza sadrazam olsa dahi, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikir, fikir ve ibadetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin halini genişçe sual buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeye çalışırlardı. Sıla-i rahme, akraba ziyaretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bazı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki başta Sultan Abdülmecid Han olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine amade ve hazırdı.

Seyyid Taha-i Hakkari'nin pek çok kerametleri vardır.

Bir gece, hırsız, Seyyid Taha hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Taha hazretleri anbara geldi ve; "Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim" deyince, hırsız, donakalıp bir şey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa, anbara değil, bize gel!" buyurduğunda hırsız, tevbe edip, sadık talebelerinden oldu.

Hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, kendisine yazdığı bir mektubunda buyurdu ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Taha'yı fena ve beka makamlarının nihayetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakire muhabbet ve ihlas bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiye yoluna hizmet için çalıştığınız ve Kur'an-ı kerimi bir usul ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlaslı olmak şartı ile insanlar sizin vasıtanızla Allahü teâlâya ibadet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevap kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da hiçbir şey eksilmez" hadis-i şerifi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Halid-i Nakşibendi."

Seyyid Taha hazretleri, talebesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi'ye yazdıkları Farisi bir mektupta şöyle buyuruyor: "İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Bunlar; dinin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlas ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte haller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrac bilmeli, kendinin haraplığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!"

Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehri'ye, Seyyid Taha hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Harunan Köyünden geçerken, Seyyid Taha hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Musa Bey adındaki zat, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehri'ye gelip Seyyid Taha hazretlerini haberdar ettiler. Seyyid Taha, Musa Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana ait olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et" buyurdu. Musa Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; "Benim namıma ve hatırıma versin" buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Taha büyük hiddetle; "Cuma gecesi gelsin de o vermesin görelim" buyurdu. Cuma gecesi, Nehri'den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhanesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş, Seyyid Taha'nın evliyalığını inkâr hususunda konuşuyormuş.

Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, midesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehri'ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Taha'ya sığındılar. "Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, dua buyurunuz" dediler. Onlara cevaben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz" buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihayet kalkıp, cenazeye gitti. Cenazenin kapkara olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Taha; "Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi" buyurdu. Cenab-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.

Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehri'ye gidip, Seyyid Taha'ya talebe olmak istedi. Kabul edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi" diye vesvese verdi. O talebe nihayet Seyyid Taha hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi kendisine verilmesi için Köse Halifeye iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Taha'ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan aylar geçmişti. Seyyid Taha hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübarek ellerini uzatıp; "Def ol, ya lain!" buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halife Köse; "Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye sual etti. O da; "Gürpınar'da bir müslüman sekeratta iken, şeytan aleyhillane imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam imanla vefat etti" buyurdu. Halife Köse; "Tesbihi iade eden olmasın?" dedi. "Evet, odur" buyurdu. "Efendim, neden yardım ettiniz, o edepsizlik edip hediyenizi iade etmişti" deyince de; "Olsun, bir zaman bizi azcık sevmişti" buyurdular.

Seyyid Taha hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye götüren veli-nimeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pek çok sevaplar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevaplar hediye etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri girişte idi. Seyyid Taha hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lazımdır.)

Bir gün Seyyid Taha hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki:
"Molla Sıbgatullah! Üstada muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstad, kemal mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona marifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izale eder, giderir."

Yine şöyle buyurdu:
"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esasını Eshab-ı kiramın yolu üzere kurdu. Onlar Resulullahın muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstada muhabbet yeter."

Bir halifesine şöyle buyurdu:
"Halka önce işaretle muamele et, bu fayda vermezse ibare ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resulullaha kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."

Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibadeti kendinden bilmek) ile örtüp yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."

Taha-yı Hakkâri hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene içinde İslamiyet’in emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünya ve ahirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslam’ın güzel ahlakını yaydı. Siyasete karışmadı. Pek çok veli yetiştirip onlara hilafet verdi. İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halifelerinin en meşhurları; biraderi Seyyid Muhammed Salih, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, Seyyid Fehim Arvasi’dir. Bunlardan başka halifeleri de vardır.

Seyyid Taha-i Hakkari hazretleri 1852 senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet anında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli damadı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret afettir. Artık bizim dünyadan gitmemizin zamanı geldi" buyurdu. Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün sohbetten sonra hane-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helalleşti, vedalaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; "Biraderim Salih, kâmil, olgun bir velidir. Herkesin başı onun eteği altındadır" buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halife bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yasin-i şerif tilavetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhid getirerek teslim eyledi.

Kabri Nehri'dedir. Onu seven aşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden yayılan nurlardan, feyzlerden istifade etmekte, bereketlenmektedirler.

Senin aradığın şey bu kapıda yoktur
Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Taha hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid Taha'ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!" dedi. O da kalkıp Nehri'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Taha hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescitten sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Taha hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitap edip; "Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur" buyurdu.

Baston ve dayak
Herki aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyaret için Nehri'ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehri'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu adeti bozup, abdest almadan gideceğim" dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu adeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim" dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dini bir hüküm müdür? Ben yapmam" dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düştü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilahi baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergahına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Taha hazretleri; "Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz" buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tevbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:21:40
Seyyid Muhammed Salih

Seyyid Muhammed Salih hazretleri, Osmanlılar zamanında Anadolu'da yetişen evliyanın en büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin otuz ikincisidir. Büyük veli Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunu ve Taha-yı Hakkâri hazretlerinin kardeşidir. Seyyiddir. 1865 yılında Nehri'de vefat etti. Kabri, ağabeyi ve hocası Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin ayak ucundadır.

Seyyid Salih, küçük yaşta Kur'an-ı kerim okumayı öğrendi. Çok zekiydi. Kısa zamanda Kur'an-ı kerimi ezberledi. Medreseye giderek tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimlerle, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde marifet sahibi olmak için, ağabeyi Seyyid Taha-yı Hakkâri'nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübarek teveccühlerine kavuştu. Vilayet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icazet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdesur'a gönderdi. Seyyid Salih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı.

Seyyid Taha hazretleri vefat edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Biraderim Salih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır" buyurarak Seyyid Salih'i yerine bıraktı. Hasta kalblere şifa olan sohbetleri ile, aşıklarının kemale gelmesine, Hakk'a yaklaşarak veli birer zat olmalarına vesile oldu.

Seyyid Salih hazretleri, muhabbet ve edep sahibiydi. Verası ve takvası çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mubahların fazlasını terk ederdi. Ekseri günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibadetle ihya eder, uykusunu öğleye yakın kaylule yaparak alır, hem de sünnet-i şerife uyardı. Çok merhametli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennemde yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.

Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Salih hazretlerine talebe olmayıp diğer halifesi Seyyid Fehim hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehim-i Arvasi ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Salih hazretlerini tayin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lazımdır" buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna itiraz eyledi. Bunun üzerine Fehim-i Arvasi; "Mübarek hocamızın kabr-i şerifine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım" dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Taha-yı Hakkâri hazretlerinin; "Fehim, Ubeydullahı, kardeşim Salihe götür" buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzuruna koştu.

Seyyid Salih, 1865 yılında hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedalaştı, helalleşti. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; "Kabrimi ağabeyim Seyyid Taha hazretlerinin kabr-i şerifinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübarek ayakları başımın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehime tâbi olun" buyurdu. Sonra talebelerinin Kur'an-ı kerim tilavetleri arasında vefat edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yani Seyyid Taha hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Salih hazretlerinin baş taşıdır.

Seyyid Muhammed Salih hazretlerinin vefatından sonra yerine Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri geçip vazifesini devam ettirdi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatıp onların kurtuluşlarına vesile oldu.

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:24:19
Seyyid Sıbgatullah-i Hizani  

Seyyid Sıbgatullah-i Hizani hazretleri, Osmanlı âlim ve velilerinden olup, Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin talebelerindendir. 1870 yılında vefat etti. Kabri, Hizan'ın Gayda köyündedir.

Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için hususi gayret sarf etti. Çok zeki olan Seyyid Sıbgatullah, kısa zamanda kelâm, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri tahsil etti. Zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid’atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alaka duydu. Birçok âlim ve veli zatın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddin Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazifeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyazetler ve mücahedeler çekti. Yani nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihayet bir gün hocası ona; "Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin" buyurdu. Seyyid Muhyiddin vefat edince, Şeyh Halid-i Cezri'ye gitti. Bu mübarek zatın vefatına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Taha'nın, Molla Murad Hurusi'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Taha-i Hakkari'nin şerefli hizmetine koşup, hakiki ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici buldu. Seyyid Taha hazretleri, Resulullah efendimizden mürşidleri vasıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Mürşidi Seyyid Taha hazretleri vefat edince, onun yerine geçen Seyyid Salih hazretlerinin sohbetine devam etti. Seyyid Taha'nın huzurunda kemal ve ikmal mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizan ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dinin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.

Buyururdu ki:
"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikamet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günahtır. Muhabbet, ihlaslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması manevi felaket alametidir."

Evliyanın hallerini anlatmak ve dinlemek hususunda buyurdu ki:
"Evliyanın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshab-ı kiramın menkıbeleri imanı kuvvetlendirir, günahları mahveder."

Seyyid Taha hazretleri kendisine yazdığı mektupta; "Talebenin hocasına ihlas ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sahibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekavet alametidir" diye yazdı. Bu mektuptaki mana o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.

Vefat etmeden önce buyurdu ki:
"Maksat, İslamiyet'in bildirdiği yönde istikamet üzere olmaktır. Bid’atten ve İslamiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslamiyet’e uymak demektir. İslamiyet’e uymadan vilayete, yani veliliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istiğfar ediniz. İslamiyet’in bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz."
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:25:19
Seyyid Fehim-i Arvasi

Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri, Doğu Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzüçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvasi" denmekle meşhur olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamid Arvasi'dir. 1825 yılında Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. 1895’de aynı köyde vefat etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.

Temiz ve asil ailesi Anadolu'nun doğu vilayetlerinin ilim, irfan ve güzel ahlak vasıflarının timsali (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazilet örneği olan dedeleri Kâdiri ve Çeşti yollarına mensup idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idaresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamid Efendiyi kaybetti. Annesi Seyyide Emine Hanım, zahide, takva ve vera sahibi saliha bir hanım idi. Pek çok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.

Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehim, kısa zamanda Kur'an-ı kerimi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mir Hasan Veli Medresesinde temel dini bilgileri ve Arabi âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsiline ara verdi.

Sonra Cizre'ye gidip Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin halifelerinden Şeyh Hâlid-i Cezeri'nin ders halkasına dahil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dini ilimleri ve zamanın fen bilgilerini öğrendi.

Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsili ile meşgul olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin talebelerinden Şeyh Salih Sibki hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük veli Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri de Nehri'den Van'a gelmişti. Seyyid Taha hazretlerinin en seçkin eshabından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Taha'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet, diploma ve hilafet aldı. Van valisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyyid Taha hazretleri uygun görürlerse burada kalırım" buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Taha hazretlerine arz edince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dun-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden malumata göre sizin sülalenizden, yani Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vasıtasıyla, Van'ın irşadı geçici olarak mümkündür" buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri; "O zat amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsili ile meşgul, ilim ve irfanla meşhurdur" dedi. Seyyid Taha; "Bir başka gelişinde o zatı muhakkak bana getir" diye emir buyurdu.

Seyyid Sıbgatullah, hocasını ikinci defa ziyarete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvasi'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamanı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid Sıbgatullah ve yanındakiler Seyyid Taha hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldığını görüp, Seyyid Taha hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Taha hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münasip gördü ve; "O burada kalsın" buyurdu. Seyyid Taha'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemale geldi. Seyyid Taha hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesafeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı" buyurdu.

Seyyid Taha hazretleri bir gün Câmi-i Şerifin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işaret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekisin, ilme istekli ve kabiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz" diye arz edince, kendi kitabını hediye etti. Muş'un Bulanık kazasının Âbiri köyünde Molla Resul Sibki ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzurundan ayrılırken; "Sen zeki ve tetkik edici bir ilim tâlibisin. Suallerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin takibi esnasında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim" buyurdu.

Hocasının elini öpüp duasını alan Seyyid Fehim Arvasi, Mutavvel okumak üzere zamanın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resul Sibki'nin huzuruna vardı. Molla Resul; "Ben Arvas ailesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta Molla Resul Zeki'den okudum. O aileden gelen bu zatta zeka eseri göremiyorum. Hayret o ailenin fertleri çok zeki olurlardı" dedi. Seyyid Fehim Arvasi, Molla Resul'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Taha hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnasında sual sormamaya dikkat ediyordu. Hatta Molla Resul, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan sual sormuyor. Zekasız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zatın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok sual sorar, hocalar ona cevap vermekten aciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse sual sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kabiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim" diye arz etti.

Bir gün Molla Resul'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım" dedi. Molla Resul tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvasi yine anlayamadığını söyledi. Molla Resul cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım" dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resul de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resul oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Taha hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla" sözünü hatırladı. Molla Resul dersi mütâlaa etmekle meşgulken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini gözünün önüne getirdi.

Seyyid Taha elinde bir kitap ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Taha hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resul'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resul'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resul bunu işitince; "Mana şimdi anlaşıldı" dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resul; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mana düzeldi" dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resul; "İmandan sonra küfür yoktur" diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehri'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Taha hazretleri; "Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor" buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen Molla Resul de Seyyid Taha hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzurunda manevi olgunluğa erişip, zahiri ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Taha hazretleri Molla Resul'e hilafet vererek insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi.

Hocası ve mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Taha hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nur saçan feyizlerinden istifadeye çalışırdı. Hatta bir defasında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübarek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübarek vücudunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Taha hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Taha hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanaatime göre bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcani hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifadem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Taha hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihanı aydınlatacak manevi nurları ihsan etti. Elini tutarak beraber mescide gittiler.

Seyyid Taha hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim, büyük bir veli oldu. Mutlak hilafetle şereflenme zamanı gelince, üstadı Seyyid Taha onu huzuruna çağırdı ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünya ve ahirette saadete, kurtuluşa kavuşmalarına vesile olmakla vazifelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; (Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam.) Hem de buna layık olmadığını bildirip çekingen davrandı. Seyyid Taha hazretleri; (Bu bir emr-i ihtiyari, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zaruri olup, mecburi iştir) buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzuruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; (Bu ihlas ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtina ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilafetiniz, Resul-i ekrem efendimiz tarafından tasdik buyurulmuş ve bütün sâdât-ı kiram büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabul etmek mecburiyetindesiniz) buyurdu.

Kanaat, tevekkül, zühd, muhabbet, rıza ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Taha'yı gördüm, tarikat ve hakikatin ne olduğunu öğrendim" buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden imar ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, ehl-i sünnet itikadını, eshab-ı kiramın yolunu anlatarak insanların saadetine çalıştı. İslamiyet’in emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazifesine devam etti. Her zaman afet kabul ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübra adlı eseri okuturdu. Ondan ilim tahsil edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reisü'l-müderrisin unvanıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve marifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehri'ye gelerek, ziyaret ederdi. Vefatından sonra, yerine geçen biraderi Seyyid Muhammed Salih hazretlerini de ziyaret edip, sohbetlerinde bulundu. Zira Seyyid Muhammed Salih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstadıydı.

Üstadının vefatından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazilette iyice meşhur oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi. Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyadan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesile oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünni kalmasını, bâtıl fırkaların yöreye girmemesini temin ederek, milli birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezid Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerinin vefatından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defa Van'a teşrif ederek halka İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyada ve ahirette saadete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vaaz ve sohbetleriyle Van halkının İslamiyet’e bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyada Van, ahirette iman" sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamanın valisi, askeri ve mülki erkanı onu ziyaret ederek, sohbetlerinden istifade ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddi ve manevi bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Taha'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış bir zatın vasıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür" sözünün hükmü keramet olarak ortaya çıkmıştı.

İlim, fazilet ve güzel ahlakta zamanının bir tanesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslamiyet’in emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka camide cemaatle kılarlardı. Onun en büyük kerameti, İslamiyet’in emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazifesini devam ettirecek olan Seyyid Abdülhakim gibi âlim ve veli bir zatı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pek çok kerametleri görülmüştür.

Seyyid Fehim hazretleri bir defasında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bazılarının hatırına; "Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acaba neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de hayâ ederler" buyurdu. Kerameti ile papazın sihrini bozdu.

Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necati Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazasına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazanın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyarete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necati Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnasında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir manevi havaya girdiler. Mustafa Necati Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyaret ettiler.

Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necati Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarikat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabul edelim" buyurdu. Mustafa Necati Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ veli kullarına kerametle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzuruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necati Bey bu durum keyfi değil, zaruridir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zaruri kalırsam içerim, diye bıraktım" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zaruret olmaz" buyurdular. Mustafa Necati Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necati Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamamen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşayıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zat gibi olgun bir fert görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshab-ı kiramı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilm, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim" diye anlatır ve ağlardı.

Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Taha-yı Hakkâri hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zaruridir. Buna layık ancak babamın halifesi Seyyid Fehim hazretleridir" diye düşünerek onları beraber götürmek üzere Van'a davet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstadım birlikte hacca gidelim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyan edip; "Mali ve bedeni durumum müsait değildir" buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana aittir. Bedeni durumunuzla ilgili olarak Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin Divan'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Divan'ın bazı sayfalarını açtıkları zaman Medine-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamanın padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, kendilerini saraya davet etti. Sarayda misafir edip, ikram ve ihsanlarda bulundu.

Kendisi veli olan, âlim ve velilere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duasını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misafir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merasimle, törenle uğurladı.

Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve veliler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve faziletteki üstünlüğünü kabul ettiler.

Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.

Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.

Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.

Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.

Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyadan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahareti emsalinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddi ve manevi bütün ilimlerde derin âlim, fesahat ve belagatları harikaydı. Seyyid Abdülhakim hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'di Şirâzi'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve izah buyurdular. Bir miktarını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir miktar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülasa hakikat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrak edemedi.

Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyasında Resulullah efendimizi gördü. Resulullah efendimiz ona; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakim Efendinin terbiyesine daha çok ihtimam gösterip, onu tasavvuftaki vilayet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.

Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakim Efendi, onun sohbetlerinden çok istifade etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakim bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım" diye düşündü. Sabah olunca üstadı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakim Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakim! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim" diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakim Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işaret buyurdu.

Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakim Efendiye hilafetname vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrahim ve Seyyid Taha. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok dua ettikten ve selam eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakim geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gayet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamanımızdaki usule göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadis ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevazu gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevazu göstermek, Allahü teâlâya tevazu etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."

Seyyid Abdülhakim Efendiye 1882 senesinde zâhiri ilimlerde icazet, diploma verdiği gibi, 1888 senesinde tasavvufta Nakşibendiye, Kâdiriye, Sühreverdiye, Çeştiye ve Kübreviye yollarından hilafet de verdi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Seyyid Abdülhakim'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nuru Seyyid Molla Abdülhakim! Size, sonsuz dualarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şahiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nuru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrafımızın rahatı ve selameti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalblerine selamet ihsan buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamid'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakirin dualarını bildiriniz! Taha Efendiye ve Mazhar Efendiye dua ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakirin dualarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nasturilerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselam. Duacınız günahkâr Seyyid Fehim."

Ömrünü İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefatından altı ay öncesinden itibaren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfun bulunduğu kabr-i şerifin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin imanlı olduğu takdirde bütün günahlarının affedileceğini beyan buyururlardı.

Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cuma günü hasta haliyle camiye gitti. O gün halifesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazin bir hutbe okudu. Caminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemaat bu hutbenin tesiriyle mahzun olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cuma namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakim Efendi, Seyyid Muhammed Emin Efendi, Halife Derviş ve Halife Ali adlı dört halifesini huzuruna davet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:

"Kitaplarımı Arvas Kütüphanesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyaten ilan edin. Şayet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddia ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiye yolunun yayılmasına ihtimam gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin, her sene asgari bir defa Van'a gidip halkı irşad için fakire olan emirlerini yerine getiriniz...”

Vasiyetine devam ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan haya perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslam, Abdülhamid Hanla kâimdir" buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakim Efendiye dönerek; "Cenab-ı Hak sizi muhafaza edecektir" buyurdu ve İbrahim aleyhisselamın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Ehl-i sünnet itikadının, eshab-ı kiramın yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mesul değilim. Tam tetkik etmeden fetva vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkan oldukça azimetleri esas kabul ediniz" buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabul buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibadetle meşgul oldular.

Fehim-i Arvasi hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyaret ettiler. Tedavi için doktorlar getirdiler. Vefat ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübarek vücutları secdeden mübarek başını kaldıramayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrafını kaplamış, evin etrafında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refiku'l-a'lâ" dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü ruhunu teslim etti.

Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyaret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesile edilerek yapılan dualar kabul olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sahip olmakta, hasta olanlar şifaya kavuşmaktadırlar.

Gece evden niçin ayrıldılar?
Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz" buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver" buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsan ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız" dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok razıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere dua etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lazım" buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun" dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.

Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pek çok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefat etti. Ev yetim evi oldu. Mal mirasçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helal edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mirasçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak caiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım" buyurdu. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefat etti" dediler. Hesap ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu.

Şeyhin seni öldürtmez
Van'ın Gürpınar Muhammed Pirân aşiretinden Ali isminde bir zat gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zatı öldürmek üzere silahına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zat; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünya düşüncelerinden sıyrıldım" diyerek, hasmını ikna etmeye çalıştı. Fakat silahlı kimse onu dinlemeyip silahının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silahlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez" diyerek ayrılıp gitti.

Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerini ziyaret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyaret esnasında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın" buyurup fişekleri sahibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sahibine götürüp verdi. Hadise sırasında zaten hayret içinde kalmış olan silahlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tevbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:27:02
Seyyid Abdülhakim-i Arvasi  

Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Silsile-i aliyyenin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.

Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.

İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”

Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurmuştu.

Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu.

Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.

Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı.

Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.

1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.

Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.

Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.

Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.

Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.

Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir.

25 yıl önceki rüyadaki şahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı
Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı.

Yavaşça:
"Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı.

Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep oldum.

Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim der demez, sultan sizi bekliyor diyerek, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. (Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir) buyurup birini bana verdiler.

Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.

Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.

Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.

Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."

"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."

"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."

"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."

"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."

"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.

Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."

"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."

"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."

"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."

"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."

"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."

"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."

"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."

"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."

“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."

"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”

"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”

“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”

“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”

“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”

“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”

“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”

“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”

“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”

“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”

Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.

Talebelerinden Hafız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

Necib Fazıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.

Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.

Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.

Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:28:44
İmam-ı Muhammed Gazali  

İslam âlimlerinin en büyüklerindendir. İsmi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed’dir. Künyesi Ebu Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslam ve Zeyneddin’dir. Gazali nisbesiyle meşhurdur. Müctehiddi. İctihadı, Şafii mezhebine uygun oldu.

İran’ın Tus şehrinin Gazal kasabasında 1058 (h.450) yılında doğdu. Babası fakir ve salih bir zattı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlat vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkanda satardı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazali’yi ve diğer oğlu Ahmed’i hayır sahibi ve zamanın salihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:
“Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemale gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemal mertebelerinin, bu oğullarımda hasıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsiline sarf edersin!”

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çareyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde görüyorum” dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saadetine kavuştular.

İmam-ı Gazali, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmam Ebu Nasr İsmaili’den bir müddet ders aldı. Sonra Tus’a döndü. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”

Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devam etmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a gitti. Zamanın büyük âlimlerinden olan İmam-ül-Harameyn Ebu’l-Meâli el-Cüveyni’nin talebesi oldu. Üstün zekasını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alaka gösterdi. Burada usul-i hadis, usul-i fıkıh, kelam, mantık, hukuk ve münazara ilimlerini öğrendi. Ebu Hâmid er-Rezekani, Ebu’l- Hüseyin el-Mervezi, Ebu Nasr el-İsmaili, Ebu Sehl el-Mervezi, Ebu Yusuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.

Nişabur’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizamülmülk’ün daveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizamülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın âlimleri, imam-ı Gazali hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri izah etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitabet ve izah etme kabiliyetinin yüksekliği, zekasının parlaklığı karşısında perişan oluyorlar ve tutunamıyorlardı.

Bu sırada otuz dört yaşında bulunan imam-ı Gazali hazretlerinin İslamiyet’e yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizamülmülk, şimdiki tabirle, onu Nizamiye Üniversitesi rektörlüğüne tayin etti. Bu üniversitenin başına geçen imam-ı Gazali hazretleri, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebu Mansur Muhammed, Muhammed bin Esad et-Tusi, Ebu’l-Hasan el-Belensi, Ebu Abdullah Cümert el-Hüseyni talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan imam-ı Gazali hazretleri, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizamiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitabü’l-Basit fil-Füru, Kitab-ül-Vesit, El-Veciz, Meahiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.

Ayrıca İsmailiyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitabu Fedâihil-Bâtınıyye ve Fedâil-il-Müstehzariyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül Felâsife kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda dünyanın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, imam-ı Gazali hazretleri dünyanın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tazelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında yazdığı gibi, delillerle ispat etti. Ayrıca diğer fen ilimlerinde de Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgilere kitaplarında yazıp yer verdi.

İmam-ı Gazali hazretleri, felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını El-Munkızu Aniddalâl kitabında şöyle anlatmaktadır:

“İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikayesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lazımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyun, Tabiiyyun ve İlahiyyun olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyun sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabiiyyun; bunlar da ahiretin mevcudiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlahiyyun, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.” Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle beraber Peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için Peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır.

İmam-ı Gazali hazretlerinin felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve itikadlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla beraber, akla da rehber olarak Peygamberleri ve onların bildirdiği imanı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için iman odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi iman olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmam-ı Gazali hazretleri, filozof değil müctehiddir. Zaten İslamiyet’te felsefe ve filozof olmaz. İslam âlimi olur. İslam dininde felsefenin üstünde İslam ilimleri, filozofun üstünde de İslam âlimleri vardır.

İmam-ı Gazali hazretleri, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazali’yi vekil bırakarak Nizamiye Üniversitesindeki görevine ara verdi ve Bağdat’tan ayrıldı. Çeşitli ilmi çalışmalar ve seyahatler yaptı. Şam’da kaldığı iki yıl içinde en kıymetli eseri İhyâu-Ulumiddin’i yazdı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Burada Bâtıni denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl’ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allahü teâlânın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El- Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs’te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat’a döndü. Nizamiye Üniversitesinde, Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tus’a gitti. Burada yine Bâtınilere karşı Ed-Dercülmerkum kitabı ile El-Kıstâs-ul-Müstakim, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasihât ül-Müluk ve Et- Tibr-ul-Mesbuk adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk’ün ricası üzerine bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı.

İmam-ı Gazali hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi hazretleridir. Onun huzurunda kemale geldi. Zahir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyalık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tus’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren imam-ı Gazali hazretleri, ömrünün son yıllarını Tus’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usul-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i salihine (Ehli Sünnet itikadına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelam adlı eserlerini yazdı.

İmam-ı Gazali hazretlerinin yaşadığı devirde İslam âleminde siyasi ve fikri bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin hakimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. İmam-ı Gazali hazretleri, bu devletin büyük hükümdarları Tuğrul Beyin, Alparslan’ın ve Melik Şahın devirlerini yaşadı. Melik Şahın kıymetli veziri Nizamülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamanın parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. İmam-ı Gazali hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmailiyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şii Fatımi Hanedanı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslam Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de imam-ı Gazali hazretleri zamanında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi (1096).

İslam âlemindeki bu siyasi karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askeri kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında itikad birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslam inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur’an-ı kerimin âyetlerinin manasını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtıniler ve Mutezile ile diğer fırkalar İslam itikadını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdafaasını üslenmiş olan İslam âlimlerinin başında akli ve nakli ilimlerde zamanın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddidi olan imam-ı Gazali hazretleri geliyordu.

O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen ve Hüccetül-İslam adıyla meşhur olan imam-ı Gazali hazretleri, İslamın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sahibiydi. Hadis ve Usul-i Hadis ilimlerinde ilim deryası olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdu hadis var diyerek, imam-ı Gazali hazretlerinde eksiklik aramak, ilmin hakikatini, İslam âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler onun kitaplarını senet kabul etmişler ve neticede imam-ı Gazali hazretlerinin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin, dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

İmam-ı Gazali hazretleri 1111 (h.505) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’an-ı kerim okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, imam-ı Gazali hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beytler yazılıydı:

Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime:
“Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallahi siz de kaçın buna ölüm demekten.”
.......
Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim.
.......
Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.

Son sözüm olsun, “Aleyküm selam” dostlar.
Allah selamet versin, diyecek başka ne var?

İmam-ı Gazali hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebu Bekr en-Nessâc koysun, diye vasiyet etmişti. Şeyh bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler “Size ne oldu?.. Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim?..” dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemin vererek tekrar ısrarla sorulunca, mecbur kalarak şunları anlattı:
“İmamın nâşını mezara koyduğum zaman, Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. «Muhammed Gazali’nin elini, Seyyidü’l Mürselin Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin eline koy» Ben denileni yaptım. İşte mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin.”

İmam-ı Gazali hazretleri asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti.

İmam-ı Gazali hazretleri, zamanındaki devlet adamlarının ikram ve iltifatlarına kavuşmuştu. Onlara zaman zaman nasihat ederek ve mektup yazarak hakkı tavsiye etmiş, Müslümanların huzur ve refahı için dua etmiştir.

Bunlardan Selçuklu Sultanı Sencer’e nasihat için aşağıdaki mektubu yazmıştır:

“Allahü teâlâ İslam beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Ahirette ona, yanında yeryüzü padişahlığının hiç kalacağı mülk-i azim ve ahiret sultanlığı ihsan etsin. Dünya padişahlığı, nihayet bütün dünyaya hakim olmaktan ibarettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenab-ı Hakkın, ahirette bir insana ihsan edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilayetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedi sultanlık ve saadet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrur olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği padişahlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedi padişahlığa (saadete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bir gün adalet ile hükmetmek, altmış senelik ibadetten efdaldir.” Madem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsan etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adaletle iş yapmak, altmış yıl ibadetten efdal olacak dereceye varmıştır.

Dünyanın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: «Dünya kırılmaz altın bir testi, ahiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedi olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünya, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir.» Ahiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misali iyi düşününüz ve daima göz önünde tutunuz...”

İmam-ı Gazali hazretlerinin buyurduğu güzel sözlerden bazıları:

Allahü teâlânın verdiği nimeti, Onun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfran-ı nimettir (nimeti inkâr etmektir).

Belaya şükretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allahü teâlâ, senin iyiliğini senden iyi bilir.

Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!

Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur.

Allahü teâlânın, her yaptığımızı her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.

Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.

Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.

Eserleri:
İmam-ı Gazali hazretleri, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslam âlimidir. O kadar çok kitap yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sayfa düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000’e ulaştığı, Mevduât-ul-Ulum kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebu İshak Şirâzi’nin Hazâin kitabında yazılıdır.

Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli adlı eserinde İmam-ı Gazali’nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da dört Alman ordinaryüs profesörü, imam-ı Gazali hazretlerinin kitaplarını okuyarak, İslam dinine aşık olmuşlar ve hazret-i İmam’ın kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda Müslüman olmuşlardır.

İmam-ı Gazali hazretlerinin vefatından sonra İslam dünyasının maruz kaldığı Moğol felaketi esnasında yakıp yıkılan binlerce kütüphane içinde Gazali hazretlerinin sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyası bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.

Eserlerinden bazıları şunlardır:
İhyâu-Ulumiddin,
Kimyâ-ı Seâdet,
Cevahir-ül-Kur’ân,
Kavâid-ül-Akâid,
Kitab-ül-İktisâd fil İtikad,
İlcâm-ül-Avâm an İlm il-Kelam,
Mizân-ül-Amel,
Dürret-ül-Fahire,
Eyyüh-el-Veled,
Kıstâs ül-Müstekim,
Tehâfet-ül-Felâsife,
Mekâsıd-ül-Felâsife,
El-Munkızu Aniddalâl,
El-Fetâvâ, Hülâsât-üt-Tasnif fit-Tesavvuf.
(İlcâm-ül-Avâm, Eyyüh-el-Veled, El-Munkızu Aniddalâl, Durret-ül-Fahire ve Kimyâ-ı Seâdet kitapları Hakikat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.)

İmam-ı Gazali hazretlerinin en kıymetli eseri İhyâ’sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi Tasavvufun Zaferi isimli eserinde, İmam-ı Gazali’nin İhyâu Ulumiddin kitabı öyle kıymetli bir eserdir ki, Kur’an-ı kerimin ve Peygamber efendimizin hadislerinin manalarını Müslümanlara anlatmak ve Allahü teâlânın kullarına, doğru yolu göstermek, huzur ve saadete kavuşturan İslam ahlakını öğretmek için, din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifayet ederdi.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de, “İmam-ı Gazali’nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir” buyuruyor.

Hazret-i Musa ile konuşması
Peygamber efendimiz Miracda iken Musa aleyhisselam ile görüşür. Hazret-i Musa, "Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir" buyuruyorsunuz. Bir âlim nasıl olur da peygamber gibi olur diyor. Peygamber efendimiz, bir âlim çağırır.
Hazret-i Musa gelen âlime sorar:
- Senin adın ne?
- Muhammed bin Muhammed bin Muhammed Gazali

Hazret-i Musa sorar:
- Ben sana adın ne dedim, sen tâ dedelerinin adını bile söyledin? Böyle söylemek uygun mu? Sadece sorulana cevap vermek gerekmez miydi?
- Efendim Allahü teâlâ, (Ya Musa elindeki ne) diye sorduğunda siz, Asa demekle kalmadınız. (Bu elimdekini yere vurunca su çıkar, bununla düşmanların oyunlarını bozarım, gerektiğinde bu ejderha olur, sihirbazların sihirlerini yok ederim, yürürken dayanırım. Bu Asanın bana çok faydaları vardır) demiştiniz. Öyle değil mi?
- Evet öyle demiştim.
- Maksadınız Allahü teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?
- Evet.
- Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de ismini söyledim.

Hazret-i Musa, Peygamber efendimiz aleyhisselama der ki:
- Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş. (Ruhulbeyan c.2, s. 568)
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:40:16
Seyyid Abdülkadir Geylani  

Büyük İslam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu Muhammed'dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır.

İran'ın Geylan şehrinde 1078 (h.471) yılında doğdu. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost'tur. Hazret-i Hasan’ın oğlu Hasan-ı Müsenna'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Geylani hazretleri, hem seyyid, hem şerifdir. 1166 (h.561) yılında Bağdat’ta vefat etti. Türbesi Bağdat’tadır.

Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şafii mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.

Abdülkadir Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Mübarek babasına rüyasında Peygamber efendimiz; "Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak" buyurdu.

Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.

Doğduğu senenin Ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için Ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, Ramazanın henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.

Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın" dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdat'a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim" dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem" dedi.

Küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var" dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili" dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var" dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım" dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum" dedi. Bu pişmanlığından sonra tevbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tevbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tevbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tevbe edenler, bu altmış kişidir."

Abdülkadir Geylani efendi, Bağdat'a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.

İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi'nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdat halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok âlim yetişti.

Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.

Bir gün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazı bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; "Ceddim Resulullahı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emretti, dedi.

Sohbetlerinde bazen birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur'an-ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.

Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kâmillerin huzurunda edep öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icap eder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın" buyurdu.

Bağdat'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık" dediler.

Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkit etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbni Sina ve Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından sapıtmışlardır.

Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim" buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.

Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder, konuştuğunda gayet cazip, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerim ve lütufkâr kimse olamaz" kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tevbe etti. Köleleri satın alıp, azat ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi: "Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"

Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi. Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü teâlâya dua ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı.

Bir defasında; "İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık" buyurdular.

Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.

Duası makbul idi. Bağdat halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyada azap içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir'e git, bana dua etsin. Belki Allahü teâlâ beni azaptan kurtarır" dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun" dedi. Abdülkadir Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azap içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; "Şeyh Abdülkadir bana dua etti. Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı" dedi.

Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu. Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi. Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamayacağını söylerdi.

Ebu'l-Hacer Hamid Hirani anlatıyor:
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda oturdum. Bana; "Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın" buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nureddin beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkadir Geylani hazretlerinin o sözünü hatırlarım.

Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurur ki:
"Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halifelerime bağlı olup, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur."

Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması."

"Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille söylemektir."

"Büyük âlimlere tâbi olunuz; bid’at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız."

"Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz."

"Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur. Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzundur" buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir."

"İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."

İlk önce yapılması lazım olan şeyler hususunda:
"Müminin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacip ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul olmaz. Hazret-i Ali'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz buyuruyor ki: "Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez." Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz" buyurdu.

Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
"Kötü arkadaşları terk et. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.

Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve Onun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve şüphelilerden) ne terk edersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap."

Faydasız şeyleri bırakmak hususunda:
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resul-i ekrem; "Hayat, ahiret hayatıdır" buyurdu."

İyi zan sahibi olmak hakkında:
"Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen âlimlere sor."

Dua hakkında:
"Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.”

Ahiret işlerini önce yapmak hususunda:
"Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı sermaye, ahiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, heva ve isteğine hatta şeytana tâbi olursun. Ahiretini dünyaya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzip etmek ve selamet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun."

Yapılan nasihati kabul etmek hakkında:
"Kardeşinin sana yaptığı nasihati kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resul-i ekrem; "Mümin, müminin aynasıdır" buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır."

Acele etmemek hususunda:
"Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir."

Gaflet hakkında:
"Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgul oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Halbuki Allahü teâlâyı anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her şeyi unutturur."

Allah için yapılmayan işler hakkında:
"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adi ve bayağı niyetlerin için tevbe et.
İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resul-i ekrem daima tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."

Allahü teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve musibet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve sükun halini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum" deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla" buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum" deyince; "Bela için elbise hazırla" buyurdu."

Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:
"Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyuruyor (Bekara suresi: 153)

Hayatı fırsat bilmeye dair:
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tevbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tevbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz."

Kabir ziyaretine dair:
"Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."

Günahlardan sakınmak hususunda:
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür" buyurdu."

Hasedin, Allahü teâlânın gazabına sebep olacağı hususunda:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır. Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; "Allahü teâlâ, hasetçi kimse nimetimin düşmanıdır, buyurdu" diye bildirmiştir. Resul-i ekrem bir hadis-i şerifte; "Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer" buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.”

Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pek çok kıymetli eserlerinden bazıları:
1) Günyet-üt-Talibin
2) Fütuh-ul-Gayb
3) Feth-ur- Rabbani
4) Füyuzat-ı Rabbaniyye
5) Hizb-ül-Besair
6) Cila-ül-Hatır
7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye
8) Yevakit-ül- Hikem
9) Melfuzat-ı Geylani
10) Divanu Gavsi'l A'zam

 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:41:53
Seyyid İbni Âbidin
 
Şam'da yetişen âlimlerin en büyüklerinden, Osmanlıların en meşhur fıkıh âlimlerindendir.
1784’de Şam'da doğdu. Silsile-i aliyye büyüklerinden Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin sohbeti ile şereflenmiştir.

Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte, ticaretle meşgul oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'an-ı kerimi okumaya devam ediyordu. Fen ve sosyal ilimlerin yanı sıra; tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin tavsiyesi üzerine, Şafii mezhebinden, Hanefi mezhebine geçti.

Daha 17 yaşındayken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhlerle açıklamalar yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Fıkıh ilminde olduğu gibi, hadis ilminde de mahir idi. Şam'da bulunan muhaddis Kuzberi hazretlerinden icazet aldı. İlim dallarında o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayattayken büyük bir şöhrete kavuştu.

Zahir ilimlerini öğrendikten sonra, kelam ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinden öğrendi. Onun mübarek sohbeti ile kemâle geldi.

İbni Âbidin hazretlerinin dine uymaktaki halleri meşhurdur. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mubahları çok az kullanır, ibadetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı.

Beş vakit namazda; ettehiyyatüyü okurken, sağ tarafa selam verirken Resulullah efendimizi baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı.

Bir gece rüyada Hazret-i Osman'ın vefat ettiğini ve Cami-i Emevi'de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerine bu rüyayı anlatınca, o da; "Allahü teâlâ bilir ki, ben yakında vefat ederim, sen benim cenaze namazımı Cami-i Emevi'de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazret-i Osman'ın torunlarındanım" buyurdu.

Aradan birkaç gün geçince mübarek hocası vefat etti. Namazını İbni Âbidin hazretleri kıldırdı.
1836’da 54 yaşında Şam'da vefat etti. Çok kitap yazdı. En meşhur eseri Redd-ül-Muhtar isimli kitabıdır. Bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtar kitabına yaptığı beş ciltlik haşiyesidir. Bu haşiye, İbni Âbidin ismiyle meşhur olmuştur. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının büyük kısmı bu kıymetli eserden, yani İbni Âbidin’den alınmıştır.

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri kendisine yazdığı bir mektupta, (Her sözü senet olan büyük âlim Mevlana Muhammed Emin Âbidin'e en güzel dualarımı ve en latif övgülerimi bildiririm. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslam âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pek çok dualara mazhar oldunuz) buyurmaktadır.

Dört mezhebin inceliklerine vakıf, derin âlim, kâmil veli Seyyid Abdülhakim efendi hazretleri; "Hanefi mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbni Âbidin'dir. Her sözü delil, her hükmü senettir" buyurdu. Seadet-i Ebediyye, bu bakımdan da, çok kıymetli eserdir.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:43:03
Mevlana Celaleddin Rumi  

Adı Muhammed, lakabı Celaleddin olup, Anadolu’ya gelip yerleştiği için, Rûmî diye anılmıştır. Mevlana diye meşhur olmuştur. Mevlana, efendimiz demektir. 1207 yılında Belh şehrinde doğdu, 1273 yılında Konya’da vefat etti. Kadiri tarikatında idi.

Soyu baba tarafından Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a, anne tarafından İbrahim Edhem hazretlerine ulaşmaktadır. Babası sultan-ül-Ulema Muhammed Behaeddini Veled büyük âlim ve Veli idi. Daha çocuk iken babasının kalbindeki feyizlere kavuştu. Beş yaşında iken kiramen katibin meleklerini, Evliyanın ruhlarını ve sokaktaki cinleri görürdü. (Nefehat)

Ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen cahiller uydurdu.

Farsça olan Divanında 30 bin, Mesnevi’sinde 47 bin beyt vardır. Daha bir çok kıymetli eserleri de bulunmaktadır.

Nakşibendi tarikatının büyüklerinden Abdullah-i Dehlevi hazretleri, (Mevlana Celaleddin, Evliyanın büyüklerinden ve Ehl-i sünnet âlimlerinden idi) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Buhari’yi şerif ve Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sidir.) [Mekatib-i şerife m.107]

Yani, Evliyalık yolunun kemalatını bildiren kitapların en üstünü Mesnevi’dir. Evliyalık ve nübüvvet yollarının kemalatını ve inceliklerini bildirmekte ise, İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ının eşi yoktur. (S. Ebediyye)

Onun, çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam dininin yüksek ahlak telakkîsinden bazı örnekleridir. Onda bunlardan başka İslam ahlakının diğer hususları da kemal derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslamiyet’i tam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlana’yı yalnız bir mütefekkir, şair, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlana’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim Hazret-i Mevlana’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ânın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.

Tasavvuf deryasına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasihatleri bu deryadan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibadet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, dümbelek, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, Hazret-i Mevlana’nın vefatından 3-4 asır sonra meydana çıkmıştır. Halbuki o, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu. 24 binden ziyade beytiyle dünyaya nûr saçan Mesnevî’sine, her ülkede, birçok dillerde şerhler yapılmıştır. En kıymetlisi Mevlana Câmi’nin kitabı olup, bunun da şerhleri vardır. Türkçe şerhlerinden, Ankara vâlisi Âbidin Paşanın şerhi çok kıymetlidir. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu ispat etmektedir.

Mevlevîlik, cahillerin eline düştüğünden, bunlar ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbadete, İslam dininin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlardır. Hazret-i Mevlana, bırakın ney çalmayı, oynayıp dönmeyi, yüksek sesle zikir bile yapmadı. Nitekim Mesnevî’sinde diyor ki:
Pes zî cân kün, vasl-ı Canan-râ taleb
Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab.

Manası şudur:
O halde, Canana kavuşmayı, cân-u gönülden iste
Dudağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle.

Bugün, bu tasavvuf üstadının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini görenler, işin gerçeğini bilmeyenler, bu mübarek zatın çalgı çaldığını, bu aletlerin onun olduğunu zannetmektedirler. O hakikat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara elbette itibar etmez. Zaten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardır.

Hikmet dolu sözlerinden bazıları şunlardır:

Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lazımdır.

Helal kazanıp helalden yemelidir. Her hareketi Resulullah efendimize uydurmalıdır.

Tenhada, yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.

Nefsi mağlup etmek için, onu terbiye etmeli. İstediği her şeyi vermemeli. En tesirlisi, oruç tutmak, az uyumak ve gece namaz kılmaktır.

Hakiki bir âlime teslim olmalıdır.

Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkun. Günahlardan sakının. Az yiyip, az uyuyun, az konuşun. Çok oruç tutun. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terk edip, sefihlerle, cahillerle mücadele etmeyin. Onlarla oturup kalkmayın. Hep iyi insanlarla beraber olun. Ya hayır konuşun veya susun. İnsanların sıkıntılarına sabredin. Bilin ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

Oğlu Sultan Veled'e nasihatlerinde şöyle buyurdu:
"Ey oğlum! Her zaman ilim, edep ve takva üzerine bulun. Her zaman din büyüklerinin eserlerini oku, Ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan ayrılma. Fıkıh öğren, cahil sofulardan olma. Namazı her zaman cemaatle kıl. Şöhret isteme, zira şöhret âfettir. Makâm mevki düşkünü olma. Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemelik işin olmasın. Kimseye kefil olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin çocuklarıyla arkadaşlık etme. Uzlete çekilip de yalnız kalma. Çok konuşma. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden aslandan kaçar gibi kaç. Kadınlardan sakın. Zenginlerle oturup kalkma. Helal ye ve şüphelilerden kaç. Dünya malına kapılma. Dünya arzusu dinin yok olmasına sebep olur. Çok gülme, çok gülmek kalbin ölümüdür. Herkese şefkatli ol. Dışını süsleme. Dışın süsü; için, kalbin, ruhun harap olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücadele etme ve hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Ulemaya, evliyaya, mal ve canla hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini, kerametlerini inkâr etme. İnkâr eden mahrum kalır.”

Talebelerine de buyurdu ki:
“Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmeli. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibadetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalı. Hep helâli istemelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Bunu özellikle istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyamet günü bizi göremez.”

Menkıbelerinden birkaçı

Haydi ters cevap ver
Âlim bir zat, "Bugün Mevlana, tertip edilen bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim" dedi. O sırada Hazret-i Mevlana kapıdan içeri girip buyurdu ki: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah diyorum. Haydi, ters cevap ver bakalım.

Bu hâli gören o kibirli âlim, tevbe edip üstadın elini öperek sadık talebelerinden oldu.

Ona layık ibadeti kim yapabilir
Hanımı anlatır:
Bir gün namaza durdu. Kur'an-ı kerim okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evdekilerle birlikte onun bu hâline hayretle bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip duasını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; "Ey efendi, biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibadetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tembel hâlimizle kıyâmette ne yaparız” dedim.

Yemîn ederek şöyle söyledi:
Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibadet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî demek istiyorum. Yoksa Ona lâyık bir ibadeti kim yapabilir?

Sen kurt oluyorsun
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, onu ziyarete gelmişti. Hazret-i Mevlana ona sultanlara gösterilen iltifatı göstermedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu ile; "Efendim, bana nasihat edin" dedi.

Sultana şunları söyledi:
Sen nasihatten anlar mısın? Sana, kuzulara çoban ol denmiş, sen kurt oluyorsun. Sana, insanlara bekçi ol denmiş, sen hırsız oluyorsun. Seni sultan yapan Allahü teâlânın değil de, şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.

Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tevbe etti; Yâ Rabbî, Mevlana bana senin adına söyledi. Ben zavallı kul da sana yalvarıyorum. Bana acı ve beni doğru yolda bulundur diyerek pişmanlık içinde oradan ayrıldı.

Bu altınları çamura atın
Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Hazret-i Mevlana'ya beş kese altın gönderdi. Talebelerinden Mecdüddîn, altınları arz edince; Hazret-i Mevlana, "Beni seviyorsan, bu altınları dışarıdaki çamurun içine at" buyurdu. Emir hemen yerine getirildi.

Dünyâya düşkün olan kimseler bunu duyup, çamurun içinde altınları aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi.

Hazret-i Mevlana, talebelerine onların bu durumlarını göstererek buyurdu ki:
Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, ahiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip, ibadetlerden alıkoyar. Dünya için çalışmayın demek istemiyorum. Dünya malının sevgisini kalbinize koymayın diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmak lazım gelir. Burada dikkat edilecek nokta; hırsa kapılmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyada, ahiret saadeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslamiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saadet, en büyük sermaye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak ahirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermaye, mal, mülk, para sahibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlak sahibi olmaktır.

Altın yapma ilmi
Bedreddîn Tirmizi isimli bir zat, simyâ ilmi ile uğraşırdı. Hazret-i Mevlana'nın ismini duyarak Konya'ya ziyaretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan her gün bir miktar Mevlana'nın talebelerine vereceğini vaat etti. Bu haberi Mevlana'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle altın yapmaya çalışıyordu. Mevlana'nın geldiğini görünce, ayağa kalktı. Mevlana, oradaki demirden, bakırdan ve diğer madenlerden yapılmış eşyaları teker teker alıp Bedreddîn'e vermeye başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyanın som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü.

Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce Hazret-i Mevlana ona buyurdu ki:
Kardeşim, simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen ahirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle beraber ahirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, yani Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur.

Mevlana’ya havale olundu
Sultan Mahmud’un saray nazırlarından Halet efendi, mevlevi idi. Mevlana Halid-i Bağdadinin şöhret ve itibarını çekemeyerek kendisini halifeye çekiştirdi ve (Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lazımdır) dedi. Sultan Mahmud da (Gerçek din adamlarından devlete zarar gelmez) diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bunu işitince, halifeye hayır ve selametle dua edip (Halet efendinin işi, piri Celaleddin-i Rumi hazretlerine havale olundu. Onu huzuruna çekip, cezasını verecektir) buyurdu. Az zaman sonra sultan Mahmud han, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Orada idam olundu.

Bir duası
Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim, o günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.

Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyacını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.

Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.

Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.

Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.

Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini çeksin.

Yâ Rabbî, hâlimize göre muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre muâmele et.

Kerem ve lütfünle hidâyet ettiğin kalbi tekrar sapıklığa meylettirme.

Yâ Rabbî, dua ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatalarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duamızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.

Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."

Hazret-i Mevlana
Konya’dan çıkarken, ne gelmişse kalbine
Şam'a gidecek iken, uğradı Nusaybin'e.

Zangoçlar ve papazlar, haçlara tapıyorlar
İstidraç ve sihirle, halka şov yapıyorlar

Ters ters baktıktan sonra, hazreti Mevlana'ya,
Bir erkek çocuğunu, uçurdular havaya.

Mevlana Celaleddin, bir duâ etti o an,
Havada kala kaldı, inmedi yere oğlan

Korkudan ağlayarak şöyle dedi o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!”

Papazlar ve zangoçlar yere serdi gocuğu
Hiç biri indiremedi, havadan o çocuğu.

Çocuk bağırıyor hep: "Bu öyle değil kolay
O zâtın duâsıyla, oldu bu tuhaf olay.

Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helak olurum, yere düşüp buradan."

Papazlar mecbur kalıp, yalvardılar kaç kere,
Dediler: "Duâ et de, çocuğu indir yere."

Buyurdu ki: "Nereye varır bu işin sonu?
Kelime-i şehâdet, kurtarır ancak onu."

Korkup bekleyen çocuk, sevindi bu habere,
şahâdeti söyleyip kolayca indi yere.

Papazlar şahit oldu, böyle bir keramete
İnsaf edip hepsi kavuştu hidayete
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:44:24
Muhyiddin-i Arabi  

Sual: Vehhabiler, (Vahdet-i vücutçular, La mevcûde illallah yani Allah'tan başka varlık yoktur. Ne varsa Allah'tır, her şey Allah'ın bir parçasıdır diyorlar. İ. Arabi Füsûsul-Hikem’de bu küfür olan görüşü savunuyor) derken, bazıları da, (İbni Arabi, sonra o itikattan dönmüştür. Fütuhat-ı Mekkiyye’ kitabında bu itikadından döndüğünü açıkça ifade etmiştir. Ancak, vahdet-i vücud düşmanları bunu gizliyorlar) diyorlar. Vahdet-i vücut nedir? İbni Arabi, nasıl birisidir?
CEVAP
Ne varsa Allah’tır, Allah’ın parçasıdır demek yanlıştır. Ancak La mevcûde illallah = Allah’tan başka varlık yok demektir. Bu ifade Ehl-i sünnete aykırı değildir. İbni Arabi hazretlerini şiddetli şekilde tenkit eden İmam-ı Rabbani hazretleri de aynısını çeşitli mektuplarında uzun uzun bildiriyor. Yalnız Allah vardır, âlem hayal mertebesinde yaratılmıştır buyuruyor. Şu sual, âlimler tarafından İmam-ı Rabbani hazretlerine soruluyor:

Sual: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde ve dışında değildir. Âleme bitişik de değildir. Ayrı da değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?

İmam-ı Rabbani hazretleri buna şöyle cevap veriyor:
İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey arasında düşünülebilir. Halbuki sualde, iki şey mevcut değildir ki, bunlar düşünülebilsin. Çünkü, Allahü teâlâ vardır. Âlem, yani Ondan başka her şey vehim ve hayaldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devamlı olup, vehim ve hayalin kalkması ile yok olmuyor. Ahiretteki sonsuz nimetler ve azaplar bunlara oluyor. Fakat, âlemin varlığı vehim ve hayaldedir. [Yani dışarıda var olmayıp, vehme ve hayale var görünmektedir.] Vehim ve hayalin dışında bir varlık değildir. Allahü teâlânın kudreti, vehim olunan, hayal olan bu görünüşleri devam ettirmektedir. Var gibi göstermektedir.

Hayalde bulunan bir şey, dışarıda var olan bir şeyle bitişiktir, onun içindedir denemez. Fakat, var olan, mevcud olan bir şey, hayalde olan şeyin içinde de, dışında da ve ayrı da değildir, bitişik de değildir. [Bunu nokta-i cevvale ile açıklıyor. Merak edenler mektubun aslına bakabilirler.] (C.2, m. 98)

Önce Muhyiddin-i Arabi hazretlerini tanıyalım, sonra vahdeti vücud görüşünü reddetmese de, yine evliya arasında olduğunu vesikalarla bildirelim:

Şeyhi ekber İbni Arabi hazretleri, Endülüs’te doğdu, 1240 yılında 78 yaşında Şam’da vefat etti. Zahir ve batın ilimlerinde kâmil idi. Fıkıh ve kelam ilimlerinde müctehid idi. Zekası pek çok, hafızası harikulade idi. Sultanlardan, valilerden, beylerden çok saygı görür, pek çok hediye gelirdi. Hepsini muhtaçlara dağıtırdı. Beş yüze yakın kitap yazmıştır. Yazılarını anlayabilmek için, âlim olmak lazımdır. Yirmi cilt olan Fütuhat-ı mekkiyye kitabı, dört büyük cilt halinde 1973’de Beyrut’ta basılmıştır. Cahiller, buna zındık dedi. İbni Teymiye gibiler kâfir dedi. Âlimler, Arifler ise, veliy-yi kâmil olduğunu anladı.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.

[Bu ifadeler, Füsûsul-Hikem’deki, Ehli sünnete aykırı yazıları ve keşifleri içindir. Nasıl müctehid ictihadında hata ederse, sorumlu olmuyorsa, evliya keşfinde hata ederse sorumlu olmuyor. Ancak bu yanlış keşfe uyanlar sorumlu oluyor. Hiçbir müslüman da İbni Arabi hazretlerinin yanlış keşiflerine uymaz.]

Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan Muhyiddin-i Arabi hazretleri, keşiflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücud bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.) [m.266]

(Kıyas ve ictihad, dinin 4 temelinden birisidir. Evliyanın ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir. Tasavvufçuların, ehl-i sünnete uygun olmayan sözlerine uyulmaz. Fakat, onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şuursuz sözlerinden saymalıdır!) [m.272]

(Şeyh-i ekberi [yani İbni Arabiyi] caiz olmayan bazı bilgileri ile, yine makbuller arasında görüyorum. Evliya arasında bulunuyor. Onu reddeden, beğenmeyen tehlikededir.) [c.3, m.77]

İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.

Ebüssüud efendi hazretleri de ona dil uzatılamayacağına dair fetva vermiştir.

Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadika)

Ehl-i sünnet âlimleri, vehhabilerin ortaya çıkacaklarını, keramet olarak bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında, Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi ve Celaleddin-i Rumi ve Seyyid Ahmed Bedevi ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Veliler bulunmaktadır.

Vehhabiler, işte bunun için, bu evliya zatlara dil uzatıyorlar. İmam-ı Rabbani hazretleri, Hazret-i Mehdi gelince Medine’deki [vehhabi] âlimi öldüreceğini bildiriyor. Vehhabiler İmam-ı Rabbaniyi bu yüzden tenkit ederler.

İbni Arabi hazretleri, Vehhabilerin Arabistan’da türeyeceğini ve bozuk yolda olacaklarını haber verdiği için, Vehhabiler onu asla sevmez, şeyhi ekber değil, şeyhi ekfer [en büyük kâfir] diye hakaret ederler. Ehl-i sünnet gençler, bu vehhabilerin oyunlarına, tuzaklarına düşmemelidir.

Menkıbeleri çoktur. İkisi şöyledir:

Sin, Şın’a gelince
Şeyhi ekber hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. Rabbimize hâşâ hakaret etti sandılar. Epey kimse aleyhinde konuşmaya başladı.

Vefat ettiğinde de Şam halkı, kabrinin üzerine çöp döktüler. Ancak vefatından sonra onun ne mübarek bir zat olduğu meydana çıktı. İbni Arabi hazretleri "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar ve muradı anlaşılır" buyurmuştu. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Han Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözünün ne demek olduğunu firasetiyle anladı. [Sin'den murad Selim, Şın'dan murad Şam'dır.] Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı.

Ayrıca Muhyiddin-i Arabi'nin vefatından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.

Ateşin yakıp yakmaması
Bir gün sohbetine ateist bir felsefeci gelmişti. Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı.

Filozof, (Cahiller, İbrahim peygamberin ateşe atıldığını ve yanmadığını zannederler. Bu mümkün mü? Zira ateş yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır) gibi sözler söyleyince Muhyiddin-i Arabi hazretleri; (Allahü teâlâ, Enbiya suresinin 69. âyet-i kerimesinde mealen; “Biz de: Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet ol! dedik” buyurmaktadır) dedi.

Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kaldı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin elini yakmadığını görünce iyice şaşırdı. Muhyiddin-i Arabi hazretleri ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Bunun üzerine ateist felsefeciye; “Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu. Filozof bu olay karşısında Kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.
 
 
Başlık: Ynt: Peygamberler ve âlimler
Gönderen: Mercey - Mayıs 25 2008, 16:45:16
Hüseyin Hilmi Işık Efendi  

Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye başta olmak üzere, 14 Türkçe, 60 Arapça ve 25 Farsça ve bunlardan tercüme edilen, Fransızca, İngilizce, Almanca, Rusça ve diğer dillerdeki yüzlerce kitabın yazarıdır. 8 Mart 1911’de, Eyüp Sultan’da doğdu, 26 Ekim 2001’de vefat etti. Çok sayıda insanın katıldığı cenaze namazından sonra Eyüp Sultan’daki aile kabristanına defnedildi.

Din bilgilerinde derin âlim ve tasavvuf marifetlerinde kâmil ve mükemmil olan kerametler, harikalar sahibi Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yetiştirdiği yetkili bir âlimdir. Kitapları bütün ülkelerde okunmaktadır.

Von Mises’den yüksek matematik, Prager’den mekanik, Dember’den fizik, Goss’dan teknik kimya okudu. Kimya profesörü Arndt’ın yanında çalıştı, takdirlerini kazandı. Arndt’ın yanında altı ay travay yaptı ve İstanbul Üniversitesi’nde çalışarak, Phenyl-cyan-nitromethan cisminin sentezini yaptı ve formülünü tespit etti. 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimya Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. Albaylığa kadar Türk ordusunda zehirli gazlar mütehassıslığı ve kimya öğretmenliği yapmıştır.

Siyasete hiç karışmadı, hiçbir partiye bağlanmadı. Bölücülüğe ve kanunlara karşı gelmeye karşı idi. Bunu eserlerinde açıkça bildirmiştir. Dünyanın her yerine gönderdiği çeşitli dillerdeki kitaplarında, İslam dininin doğru olarak anlaşılması, İslam ahkâmının ve ahlakının yayılması için çalıştı. Bunun için, dini dünya çıkarlarına alet edenlerin ve mezhepsizlerin iftira oklarına hedef oldu. (Eczacı, kimyager, dinden ne anlar? O mesleğinde çalışsın, bizim işimize karışmasın) diyenler oldu. Evet, bu zat, eczacı ve kimya yüksek mühendisi olarak milletine 30 yıldan fazla hizmet etti. Fakat din tahsili de yaparak ve geceli gündüzlü çalışarak, büyük İslam âliminden icazet almakla da şereflendi. Hiçbir zaman kendi görüşünü, kendi fikrini yazmayıp, daima Ehl-i sünnet âlimlerinin, anlayabilenleri hayran eden kıymetli yazılarını Arapça ve Farsça’dan tercüme ederek kitaplarında yayınlamıştır.

Seyyid Ahmet Mekki Efendi, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabına yazdığı takrizde buyuruyor ki:
(Asrımızın fadıllarından, zamanımızın bir tanesinin yazmış olduğu Seadet-i Ebediyye kitabına göz gezdirdim. Bu kitapta, kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitaplarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitapta, Ehl-i sünnet itikadına uygun olmayan hiçbir bilgi, hiçbir söz yoktur. Ey Temiz gençler, dini ve milli bilgilerinizi, bu latif, benzeri bulunmayan, belki de, ileride bir benzeri yazılamayacak olan, bu kitaptan alın!)

Hüseyin Hilmi Işık Efendi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup anlayabilecek salih kimselerin azaldığını ve cahil kimselerin din adamları arasına karışarak, bozuk kitaplar yazıldığını görerek üzülmüş, (Fitne yayıldığı zaman, hakikati bilen, başkalarına bildirsin! Bildirmezse, Allah’ın ve bütün insanların laneti ona olsun) hadis-i şerifinde bildirilen tehditten dehşet duymuştur. İnsanlara olan şefkat ve merhameti de, O’nu hizmete zorlayarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından seçtiği yazıları tercüme etmiş ve herkesin anlayabileceği şekilde açıklamaya çalışmıştır. Aldığı sayısız tebrik ve takdir yazılarının yanı sıra, tek tük cahilin serzeniş ve iftiralarına da hedef olmuştur. Rabbine ve vicdanına karşı ihlâsında ve sadakatinde bir şüphesi olmadığı için, Allahü tealaya tevekkül ve Resulünün ve salih kullarının mübarek ruhlarına tevessül ederek, hizmete devam etmiştir. Bütün bu hizmetlerin, İslâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi. Her sohbetinde İslâm âlimlerinin kitaplarından okur, İmam-ı Rabbani ve Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sözlerini aktarırken gözleri yaşarır ve (Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest), yani büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür buyururdu.