Alternatifim Cafe

Sağlık Haberleri

Discussion started on Sağlık

Rahim ağzı kanserinden korunma yolları

Bu kanser türünden dünyada her 2 dakikada 1 kadının öldüğü bildirildi.

Sivas Devlet Hastanesi Kadın Doğum Uzmanı Operatör Dr. Özgül Kurt, rahim ağzı (serviks) kanserinden, dünyada her 2 dakikada 1 kadının öldüğünü bildirdi.

Kurt, kentteki okullarda görevli rehber öğretmenlerin, rahim ağzı kanseri ve korunma yolları hakkında bilgilendirilmesi amacıyla düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada, hastalığa ilişkin bilgiler verdi.

Rahim ağzı kanserinin bulaşma yollarına da değinen Kurt, bu hastalığa yol açan Human Papilloma Virüsü'nün (HPV) genellikle cinsel yolla bulaştığını belirterek, ''HPV enfeksiyonu kolayca bulaşır, genellikle ilk cinsel ilişkiden sonra bulaşır'' dedi.

Rahim ağzı kanserinin çok geç safhalarda teşhis edildiğini ve olguların çoğunun ölümle sonuçlandığını bildiren Kurt, şunları söyledi:

''En iyi uygulanan tarama programlarında bile serviks kanserlerinin bir kısmı saptanamamakta ve dolayısıyla tedavi edilememektedir. Rahim ağzı kanserinden her 2 dakikada 1 kadın ölüyor. Ölümlerin yüzde 80'i gelişmekte olan ülkelerdedir. Taramalar sürmesine rağmen kadınlar, risk altında olmaya devam etmektedir.''

Rahim ağzı kanserinin Türkiye'deki durumuna da değinen Özgül Kurt, Türkiye'de her yıl 1400 civarında olgu beklendiğini, bu olguların 762'sinin de ölümle sonuçlanmasının tahmin edildiğini kaydetti.

Tıpta yeni gelişmelere paralel olarak bazı hastalıklardan korunmak için aşı geliştirildiğini ifade eden Operatör Dr. Kurt, rahim ağzı kanserinden korunmanın yolunun, profilaktik serviks kanseri aşısı olduğunu belirtti.

Bu aşının hedef kitlesi, uygulama şekli, koruyuculuk düzeyi ve koruyuculuk süresi hakkında da katılımcıları bilgilendiren Kurt, bu hastalıkla mücadelenin toplum sağlığı açısından önemli olduğunu vurguladı.

En iyi toplum eğiticilerinin öğretmenler olduğunu belirten Özgül Kurt, öğretmenler vasıtasıyla aileleri hastalık hakkında bilgilendirmeyi amaçladıklarını söyledi.

Konferansa, Sivas Devlet Hastanesi Başhekimi Davut Vejdi Ersöz ile rehber öğretmenler ve sağlık personeli katıldı.

Hastalık hakkında bilgilendirilen rehber öğretmenlerin, okullarda düzenleyecekleri toplantılarla ailelere bilgi verecekleri kaydedildi.

#51 - Şubat 20 2009, 14:00:14

Haftada iki kez seks yapın

Kalp krizi riskini yüzde 50 indirin...

İngiltere'de yapılan araştırmaya göre, haftada iki kez seks yapmak, kalp krizi riskini yüzde 50 azaltıyor. Erkeklerde, haftada iki kez yapılan seks, erken ölme riskini de yüzde 50 ortadan kaldırıyor. Uzmanlar bunu, cinsel ilişkiyle salgılanan DHEA adı verilen "gençlik hormonu"na bağlıyor. İngiliz doktorlar, düzenli olarak seks yapmanın soğuk algınlığına karşı bağışıklığı kuvvetlendirdiğini, kemikleri güçlendirdiğini, birçok ağrıyı ortadan kaldırdığını, haftada ortalama 4 kez seks yapanların ise 7-12 yıl daha genç gösterdiğini belirtiyor.
#52 - Şubat 20 2009, 14:00:50

Bilgisayar başındakiler dikkat

Uzun süre bilgisayar başında kalanlara uzmanlarda uyarı!..

Zonguldak Karaelmas Üniversitesi (ZKÜ) Rektörü ve Beyin Cerrahı Prof. Dr. Bektaş Açıkgöz, yaptığı açıklamada, boyun fıtığı bulunan kişilerin, hastanelere genellikle boyun tutulması ve kollara vuran ağırlar nedeniyle geldiğini belirtti.

Nemli bölgelerde kıkırdaktaki zorlanma sonucu boyuna darbe gelirse bel, sırt, diz ve kalça ekleminde kireçlenmeler olduğunu anlatan Açıkgöz, şöyle konuştu:

''Su tutma özelliği bulunan kıkırdak yastıklar yardımlarıyla boyun ve bel kısmı her yöne hareket etmektedir. Bu kıkırdak yastıkları, boyunda, zorlamanın yanı sıra ağır kaldırma, merdivenden düşme ve trafik kazası gibi darbelerle fıtıklaşır. Bu bölgede en hassas organ olan omurilik bulunduğundan fıtık, boyun ve bel sinirlerine baskı yapar. Böylece kollarda ağrı, tuvalet ihtiyacının karşılanması ve yürüme sorunlar ortaya çıkabilir. Boyun fıtığı, özellikle sürekli bilgisayar başında ve klima altında çalışan bankacılar için risk faktörüdür. Aynı risk saatlerce mikroskop altında ameliyat yapan beyin cerrahları için de geçerlidir.''


-YÜRÜYÜŞ VE YÜZME ÖNERİSİ-


Açıkgöz, boyun fıtığı olanların yatarken yüksek yastık kullanmalı ve yan yatmaları gerektiğine işaret ederek, şöyle dedi:

''Boyun fıtığında en iyi tedavi yöntemi bilinçli yürüyüş ve yüzmedir. Haftada 2 gün 30 dakika sıcak suda yüzülmesi adaleleri gevşetir, insanı rahatlatır. Fıtıklarda genellikle tıbbi tedavi uyguluyor, boyunluk takılmasını öneriyoruz. Bu hastaların önemli kısmı 10 günde iyileşebiliyor. Daha sonra kişilerden boyun jimnastikleri yapmalarını istiyor, bazılarına da fizik tedavi uyguluyoruz. Ameliyatı son çare olarak düşünüyoruz.''
#53 - Şubat 20 2009, 19:01:50

Kanseri yenip şarkı söylediler

Meme kanseri tedavisi gören ve bu hastalığı yenen kadınlar bir araya gelerek ilk konserlerini verdiler.

Yaşları 40-60 arasında değişen kanser hastası kadınların oluşturduğu koro, sahne aldıkları sürede Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, çeşitli marşlar ve İngilizce parçalar seslendirdi.

Rotary Kulubü'yle birlikte 2007'de ''Erken Tanı Hayat Kurtarır'' projesini başlatan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Selma Tükel, AA muhabirine yaptığı açıklamada, erken tanı ile meme kanserine bağlı ölümlerin engellenebileceğini ve tedavinin de memenin korunarak yapılabileceğini söyledi.

Meme kanserinin kadınlar arasında en sık görülen kanser türü olduğunu anımsatan Tükel, düzenli kişisel ve hekim kontrolünde yapılacak muayene ve bunların yanı sıra tetkiklerle erken dönemde tümörün tespit edilebileceğini dile getirdi.

Tükel, her sağlıklı kadının ayda bir kez kendi kendine meme ve koltuk altından elle muayene yapması gerektiğini belirterek, şunları kaydetti:

''Yılda bir kez de hekim muayenesi yapılmalı. 40 yaşın altındakiler yılda bir kez mamografi, bu yaşın altındakiler ise klinik ve ultrasonografi ile takip edilmeli. unutulmamalı ki mamografi ile 3 yıl öncesinden erken tanı mümkün olabiliyor. Herkes sorumluluklarını yerine getirebilirse, erken tanı ile memeyi kaybetmeden kanseri yenebiliriz. Erken evrede kanseri tanısı konduğunda tedavi şansı yüzde 92'dir.''

''TÜRKİYE'DEKİ İLK KORO''
Prof. Dr. Tükel, 2007'de başlatılan proje kapsamında yapılan etkinliklerle 15 bin kadına ulaşabilmeyi hedeflediklerini belirterek, ''Düzenlenen eğitim faaliyetleriyle hedefimizin de üstüne çıkarak 25 bin kadına ulaştık. Bu sadece sayı demek değil, hayat demektir'' dedi.

Projenin 2. ayağı olarak da bu yıl ''meme kanserinden korkulmaması, uzmana ulaşılması durumunda hayatın devam edeceği ve hayat kalitesinin geliştirilebileceği'' yönünde mesajlar verebilmek ve farkındalığı artırabilmek için eğitim faaliyetlerinin yanı sıra sosyal etkinlikler düzenlediklerini dile getiren Tükel, meme kanseri tedavisi görenlerle iyileşen 26 kadının bir araya geldiği ''Farkındalık Korosu''nu oluşturduklarını kaydetti.

Tükel, bu gece ilk konserini veren koronun Sosyal Komite adına müzisyen Pınar Ayhan tarafından kurulduğunu ve Cihan Can tarafından çalıştırıldığını ifade ederek, yaklaşık 3 aydır devam eden çalışmalarda kendisiyle birlikte tanı ve tedavide görev yapan Gazi üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Yamaç ile Doç. Dr. Sühan Ayhan'ın da yer aldığını söyledi.

''Bu, Türkiye'deki kanserli kadınların oluşturduğu ilk korodur'' diyen Tükel, ''Koro ile meme kanseri kadınların da hala hayatın içinde olabildiklerinin mesajı verilmektedir. Kanser hastalarımıza, yaşamdan kopmamaları gerektiğini göstermektedir'' ifadesini kullandı.

Tükel, bu tür bir sosyal etkinliğin hastalara moral verdiğini, yaşamdan zevk almalarını sağladığını ifade ederek, bunun aracığıyla çok sayıda kadına ulaşabilmeyi arzu ettiklerini söyledi.

Farkındalık korosu, yurt genelinde çeşitli etkinliklerde yer alacak.
#54 - Şubat 24 2009, 17:55:10

Erkekliğimi kaybettim

Grip şikayetiyle gittiği hastaneden testislerini kaybedip çıktı.

Denizli'de 47 yaşındaki 3 çocuk babası soğuk demirci Tahip Çavdar, grip şikayetiyle gittiği hastanede muayene sırasında "Sağ tarafımda ağrı var" deyince kasık fıtığı olduğu belirlenip ameliyat edildi.

Ancak ameliyat sonrasında taburcu edilmesine rağmen ağrısı dinmeyen Çavdar, Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne başvurunca kangren olduğu tespit edilip yeniden ameliyata alındı ve kangren yayıldığı için sağ testisi alındı. Çavdar, ilk ameliyat sırasında damarının kesilip yanlış dikiş atıldığı için kangrenin oluştuğunu öne sürerek, doktor hakkında İl Sağlık Müdürlüğü'ne şikayette bulundu. Ameliyat hatası yüzünden erkekliğini kaybettiğini öne süren Çavdar, eşinin de cinsel tatminsizlik nedeniyle dava açacağını söyledi. Suçlanan doktor ise, her ameliyat sonrasında komplikasyon oluşabileceğini belirterek, "Bu, ameliyatta yanlış veya eksik olması anlamına çıkmaz" derken Çavdar için ise, "Bir şeyler koparabilir miyim diye uğraşıyor. İşin aslı bu" diye konuştu.

Evli ve 3 çocuk babası soğuk demirci Tahip Çavdar (46), aralık ayında grip şikayetiyle Denizli Devlet Hastanesi'ne gitti. Acil Servis'te kayıtlarını yaptıran Çavdar, muayene sırasında doktora sağ tarafında bir ağrı olduğunu söyledi. Bunun üzerine doktor kasık fıtığı olduğunu belirterek, ameliyat edilmesi gerektiğini söyledi. 29 Aralık'ta Çavdar aynı hastanede Uzman Dr. Osman Uysal tarafından ameliyat edildi. Ameliyattan iki gün sonra taburcu edilen Çavdar, ağrısı olduğu gerekçesiyle Pamukkale Üniversitesi Hastanesi'ne (PAÜ) başvurarak Üroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tahir Turan'a muayene oldu. Turan, durumunun tehlikeli olduğunu belirttiği Çavdar'ı acil ameliyata aldı. Çavdar'ın kangren olduğu ve yayıldığı için sağ testisi de alındı.

Ameliyatın ardından doktorların kendisine "Eğer bir gün bekleseydin ölebilirdin. Fıtık ameliyatı olduğun yerde yanlış damarın kesilmiş ve yanlış dikiş atılmış" dediklerini öne süren Çavdar, "Grip şikayetiyle başvurdum, cinselliğimi yitirdim, sağ bacağım da aksıyor, sakat kaldım. 20 gün iş göremez raporu aldım. İlk ameliyatı gerçekleştiren doktor Osman Uysal hakkında Denizli İl Sağlık Müdürlüğü'ne şikayette bulundum" dedi. Eşiyle ilişkiye giremediğini söyleyen Çavdar, "Eşim cinsel tatminsizlikten dava açacak. Ben de tazminat davası açacağım. Doktor beni taburcu etmek istediğinde sağ tarafımda şişlik olduğunu ve acı çektiğimi söyledim. Ama bana böyle şeyler olabileceğini söyleyip taburcu etti. Ancak testisimde kangren olduğu için doktorun ilgisizliği ve yanlış ameliyatı yüzünden sağ yumurtalığımdan oldum. Cinselliğimden oldum, sakat kaldım, işimden oldum. Hayatım karardı.
Sağlığımı düzeltmek için gittiğim hastanede her şeyimi kaybettim" dedi.

SUÇLANAN DOKTOR: "BİR ŞEYLER KOPARMAK İÇİN UĞRAŞIYOR"
Suçlanan doktor Osman Uysal ise, Çavdar'a fıtık ameliyatı yaptığını, hastasının daha sonra başka bir hastanede ameliyat olduğunu belirterek, "Bu, birinci ameliyata bağlı olabilir ya da olmayabilir. Bu, ilk ameliyatın yanlış veya eksik olması anlamına çıkmaz. Şimdiye kadar binlerce fıtık ameliyatı yaptım. Testisini almışlar, alınabilir. Ameliyattan sonra torsiyon olmuş olabilir. Fıtık olduktan sonra başka bir organında bir şey meydana gelirse, bu ameliyatta bağlıdır diye bir anlam çıkmaz. Komplikasyon olabilir" dedi. Ameliyatın ardından hastanın kendisine, hastalığına, dış şartlara bağlı komplikasyon doğabileceğini söyleyen Uysal, "Hastamız, şantaj yapmaya kalkar gibi hareket ediyor. Tek testisli insanlar da var, çocuk sahibi olabilirler. Ama bu cinselliğini olumsuz yönde etkilemez. Onun zihniyeti başka. Biz iş yapmak için buradayız. Birilerine zarar vermek için görev yapmıyoruz. Çavdar'ın fıtığı patlamamış ki, testisi alınmış. Bir şeyler koparabilir miyim diye uğraşıyor. İşin aslı bu" dedi.

PAÜ Tıp Fakültesi Üroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tahir Turan ise, her ameliyatın komplikasyonu olacağını belirterek, "Ameliyatlarda illa hekim hatası aramak yanlış. Sanırım bu olay da bir komplikasyona bağlı. Eminim ki arkadaşımız da tedavi etmek için ameliyat yaptı. Biz de komplikasyonu tedavi ettik. Görevimizi yaptık" dedi.
#55 - Şubat 24 2009, 17:55:46

Bu yosun mantarın düşmanı

Ocean Pharma firmasının 2005 yılında ürettiği CuraMar cilt ve tırnak bakım ürünleri şimdi Türkiye'de...

Yıllarca üzerinde çalışılarak formüle edilen, başta Almanya olmak üzere Avusturya, Macaristan, Hollanda, İsviçre, İngiltere gibi birçok ülkede güvenilirliğini kanıtlamış CuraMar ürünleri, mantar ve sivilcelerden yıpranmış ciltler ve mantardan yıpranmış tırnakların sağlıklı yenilenmesi için yardımcı oluyor. Almanya'da 5000'den fazla satış noktasında ulaşılabilen CuraMar ürünleri, podoloji (tıbbi ayak bakımı) merkezlerinde doğal yosun özü içermesi sebebiyle özellikle tercih ediliyor.

Yosunun, yüzyıllardır tüm vücut ve cilt sağlığı üzerinde yarattığı olumlu etkileri bilinmektedir. Yosunlar arasında nem oranı yoğun olan Spirulina Yosunu, içeriğinde bulunan protein,vitamin ve minaraller sayesinde cildi yenileyen, toksinlerden arındıran, yaşlanmaya karşı savaşan doğal bir yosundur. Spirulina Yosununun, gıda takviyesi olarak alındığında da bir çok hastalıkla savaşmada vücuda olumlu etkileri bulunmaktadır. Bu yosun aynı zamanda önemli bir başarı öyküsüne daha sahiptir ki; bu da bazı bakteri ve mantar saldırılarına karşı çok etkili bir savunma mekanizmasına sahip olmasıdır.

Doğanın bizlere armağını olan bu yosunun faydaları keşfedilerek üretilen CuraMar ürünleri, doğal yapısında kusursuz bir tasarıma sahip olan cilt ve tırnakların bakımı, koruma ve yenilenmesi için idealdir.

Özellikle mantardan hasar görmüş cilt ve tırnaklar ile akneye eğilimli ciltler için üretilen CuraMar ürünleri, Spirulina'nın alt türlerinden elde edilen biyoteknoloji ürünü (patentli) bir ekstrakt içerir ve oksijenle reaksiyona girerek ürettiği enzimlerle cildi ve tırnakları, bakteri ve mantarlara karşı koruyarak, yenilenmesini sağlar.
#56 - Şubat 25 2009, 13:31:27

Kadın kadın doktor tarafından tedavi edilmeli

Kalp sorunları olan kadınların, kadın doktorlar tarafından tedavi edilmesinin daha faydalı olabileceği bildirildi.

Avrupa Kalp Yetmezliği Dergisi'nde yayımlanan ve Uluslararası Tıp Dergisi'nde de konu edilen araştırma, genellikle kalp hastası kadın ve erkeklere aynı tetkiklerin yapılmadığını ve hastaların aynı tedaviyi görmediklerini, bu farklılıkların az çok doktorun cinsiyetiyle ilgili olduğunu ortaya koydu.

Araştırmacılar, kalp yetmezliği olan 1857 kişinin verilerini ve hastalara önerilen klasik tedavileri inceledi. İncelemede, hastaların cinsiyeti, kalp sorunlarının ciddiyeti, kalp hastalıklarına bağlı ortaya çıkan depresyon seviyesi ve doktorun cinsiyeti göz önünde bulunduruldu.

Araştırma sonunda, genel çerçevede, kadınlara, beta-bloker grubu ilaçların ve anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörünün daha nadir verildiği, verilen dozların erkeklerde daha yüksek olduğu ortaya çıktı.

Doktorların cinsiyeti ve verilen ilaçlar değerlendirildiğinde ise kadın doktorların izlediği hastaların (araştırmada kadınların yüzde 36,7'si kadın doktorlar tarafından izlendi) çoğu zaman uygun dozla tedavi edildiği belirlendi.

Kadın doktorların hem kadın hem de erkek hastalarına "eşit davrandığı", erkek doktorların ise kadın hastalarına düşük dozda ilaç verme eğiliminde oldukları da görüldü.

Konuya ilişkin makale, Fransa'da yayımlanan "Le Point" dergisinde de yer alıyor.
#57 - Şubat 25 2009, 13:32:04

Kansere karşı kalsiyum

Vücutta hayati önem taşıyan kalsiyum, kanser riskini aza indiriyor.


Amerikalı bilim adamlarının bir araştırması, vücuttaki kemikler için hayati önem taşıyan kalsiyumun (Ca) colorectal (kolonda veya rektumda oluşan bir kanser türü) kanser riskini de azaltabildiğini gösterdi.

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü araştırmacılarının 293 bin 907 erkek ve 198 bin 903 kadın denek üzerindeki çalışmaları sonucu süt ürünleri ve diğer yiyeceklerden yüksek miktarda kalsiyum alan kişilerin kolorectal kansere yakalanma oranlarının en düşük düzeyde olduğu belirlendi.

Çalışma kapsamında araştırmacılar 50 ile 71 yaş arasındaki denekleri 7 yıl boyunca yakından izledi ve deneklerin tüm gıda alımlarının kaydını tuttu.

Ulusal Sağlık Enstitüsü içinde yer alan Kanser Enstitüsünün söz konusu çalışmasına katılan kadınlarda en fazla kalsiyum alan ilk yüzde 5'lik grubun en az kalsiyum alan ilk yüzde 5'lik gruba göre kolorectal kansere yakalanma riskinin yüzde 28 daha az olduğu tespit edildi. Erkek deneklerde isebu oran ise yüzde 21 olarak gözlendi.

ABD'de dün yayınlanan ''Journal Archives of Internal Medicine'' dergisinde yer alan makalede, gıda veya destek olarak alınan kalsiyumun colorectal kanser riskini azalttığı vurgulanırken, süt ve yoğurt gibi süt ürünleri ile yeşil yapraklı sebzelerin yüksek oranda kalsiyum içerdiği kaydedildi.

Kalsiyumun, osteoporozun engellenmesinde önem taşıdığı ifade edilen makalede, sindirim sistemindeki hücrelerin aşırı büyümesinin önlenmesi ve kalın bağırsağın mukoza zarındaki hasarın azaltılmasında da önemli rol oynadığı vurgulandı.
#58 - Şubat 25 2009, 13:33:06

AIDS'i engelleyen JEL

Bilim adamları, HIV'in bulaşmasını engelleyecek bir jel üzerinde çalışıyor.

İngiltere'de bilim adamlarının, AIDS'e neden olan HIV'in bulaşmasını engelleyecek bir jel üzerinde çalıştığı bildirildi.

İngiliz hükümetinin, belli bir aşamaya getirilen bu çalışma için 90 milyon sterlinlik fon ayırdığı kaydedildi.

HIV'in bulaşmasını engellemeyi amaçlayan araştırmayı, Londra'daki dünyaca ünlü Imperial College ve St George's üniversitelerine ve Tıp Araştırmaları Konseyine mensup bilim adamlarının ortaklaşa yürüttüğü belirtildi.

Araştırmaya, hükümetin yanı sıra Bill&Melinda Gates Vakfı'nın maddi destek sağladığı ifade edildi. Destek kararlarının, jelin ilk denemelerinde olumlu sonuç alınmasından sonra verildiği açıklandı.

Geliştirilmekte olan jelin kadınlar tarafından kullanılacağı ifade ediliyor. Jelin, HIV'in bulaşma riskini en az üçte bir oranında azaltması öngörülüyor.
#59 - Şubat 25 2009, 13:33:56

Kadınların duyarlı bölgeleri

Mutlu bir cinsel yaşam için bu yazıya bir göz atmanızı öneririz.

Uyaran, beynimizin bilinçli bölgesinde bize bir duygu yaşatan ve bizi belli bir davranışa yönlendiren bir mesajdır. Refleks uyaranlar bizi otomatik davranışlara yönlendirirken karmaşık uyaranlar öncelikle bir "his" yaşamamızı sağlar ve daha sonra bizi harekete geçirir.

Beynimiz çok çeşitli uyaranları algılama yeteneğine sahiptir. Tüm uyaranların ortak özelliği duyu organlarımız vasıtasıyla alınması ve bir kimyasal mesaja dönüştürülerek beynimize aktarılmasıdır.

Gözler, kulaklar, burun, tad alma organlarımız ve cildimizle algıladıklarımız yukarıda anlatılan bir şekilde beynimize ulaştırılır ve bir tepkinin doğmasına neden olur. Sevdiğimiz birinin görüntüsü veya sesi bize daha farklı bir duygu yaşatırken, sevmediğimiz birini görmek veya sesini duymak bize yaşattığı olumsuz duyguyla bizi o kişiden ruhsal veya fiziksel olarak uzaklaşma davranışında bulunmaya yönlendirir.

NLP adı verilen ve son zamanlarda giderek yaygınlaşma eğiliminde olan öğretiye göre insanlar duyularında seçici davranmaktadırlar. Bazı insanlar dokunsal, bazıları işitsel, bazıları ise görsel uyaranlardan daha fazla etkilenmekte ve daha çok etkilendikleri uyaran onlarda daha bariz davranış değişikliği oluşturmaktadır.

Bu görüş cinsel uyaranlara aktarıldığında çıkan sonuç şudur:

Bazı insanlar dokunulmaktan, bazıları cinsel içerikli konuşmalardan ve seslerden, bazıları ise cinsel içerikli görüntülerden diğer uyaranlara göre daha fazla etkilenmekte ve kişinin tercih ettiği uyaran onu cinsel açıdan daha fazla uyarmaktadır.

Bir örnek vererek bu teori daha iyi anlaşılabilir hale getirilebilir: Bir erkek, daha önceden beraber olduğu bir kadını yalnızca sözleriyle etkileyebilmeyi başarmış, bir başka kadın ise ona "dokunulmaktan çok hoşlandığını, ancak sözlerin onu fazla etkilemediğini" söylemiştir.

Bu iki kadından ilki duysal yönelimli, ikinci kadın ise dokunsal yönelimli bir kadındır.
Genel olarak söylemek gerekirse erkekler daha çok görsel ve işitsel eğilimli, kadınlar ise daha çok dokunsal ve işitsel eğilimlidir. Kadınlar erkeklerden farklı olarak pornografik yayınları seyretmekten fazla zevk almaz, duygusal olarak "bir şeyler hissettikleri" erkeğin ona temas etmesinden hoşlanırlar.

Kadınların Dokunulmaya Duyarlı Bölgeleri
Sinir uçlarının diğer bölgelere göre belirgin bir şekilde yoğun olması nedeniyle kadınların çoğunda genital bölgenin en duyarlı bölgesi klitoristir ve en güçlü orgazmlar bu bölgenin uyarılmasıyla ortaya çıkar.

Her kadının yapısı diğerine göre farklıdır ve kendini iyi tanıyan bir kadın dokunulduğunda kendisini en çok uyaran bölgeyi iyi tanır.
Kadınların çoğunda memeler, meme uçları, dudaklar ve vajina dokunulmaya duyarlı diğer bölgelerdir. Yine boyun bölgesinde bazı noktalar, kulak memeleri, bacakların iç yüzeyleri ve karın cildi çoğu kadın için cinsel açıdan oldukça uyarıcıdır.

Kadınların sıklıkla işitsel yönelimli olmaları nedeniyle eşleri tarafından kulaklarına fısıldanan güzel sözler de kadınları etkiler.
Kadınların dokunulmaya duyarlı bölgelerini belirlemeleri, cinsel ilişkiye hazırlık aşamasının en güzel şekilde yaşanabilmesi ve kadının cinsel ilişkiye mükemmel bir şekilde hazırlanabilmesinin sağlanabilmesi açısından önemlidir. Her duyarlı erkeğin eşinin dokunulmaktan hoşlandığı bölgeleri iyi bilmesi gerekir.

Bazı kadınların dokunulmaya duyarlı bölgeleri o kadar "hassastır" ki, kadın bu bölgeye uygulanan bir uyaranla orgazm olabilir.

G Noktası ( G Spot)

G noktası, Graefenberg adlı bilim adamı tarafından 1944 yılında tarif edilen ve vajina ön duvarının ortalarında yer alan bir bölgedir.
G noktasının varlığı veya orgazmdaki önemi bazı doktorlar tarafından reddedilmekte, bazıları ise G noktasını vajinal orgazm oluşumunun merkezi olarak kabul etmektedir.

Kadının Ejakulasyonu (Boşalması)

Kadında orgazmı sonrasında bazen aynen erkekteki ejakulasyona (boşalmaya) benzer bir sıvı geldiği saptanmış olmakla beraber bu sıvının aslında idrar olduğu ve kadındaki "ejakulasyon" yani "boşalma" olarak tarif edilen olayın muhtemelen orgazm esnasında idrar kaçağı olduğu sonradan anlaşılmıştır.

Gerçekten de hiçbir idrar kaçırma şikayeti olmayan bir kadında güçlü bir orgazm sonrasında istemsiz idrar kaçağı olabilmektedir.

Cinsellik ve Ruhsal Süreçler

Kadın cinselliği oldukça karmaşıktır ve bu özelliğiyle erkeklerden belirgin şekilde ayrılır. Kadınlar cinsel ilişkide erkeklere göre çok daha fazla seçicidirler ve bir erkeği yeterince tanımadan onunla cinsel bir beraberliğe "sıcak bakmazlar". Kadınların çoğunun erkeklerden farklı olarak duygusal anlamda "bir şeyler hissetmeksizin" bir erkekle beraber olmaya istekli olmayacakları rahatlıkla söylenebilir.

Ünlü psikanalist Karen Horney eserlerinde insanın doğasının temelde sevgi veya güç arayışı içerisinde olduğunu ve bir insanın davranışlarını yönlendiren en önemli etkenlerden birinin bu arayışını tatmin etmek olduğunu ima etmiştir. Bu görüşe göre insanların bazıları diğerlerinin kendilerini sevmesine önem verirken, diğerleri sevilmekten çok güçlü olmak peşindedirler. Bu görüşün devamında Horney, kadınların yapısal olarak daha çok sevgi odaklı, erkeklerin ise güç odaklı olduğu görüşünü taşıdığını ifade etmiştir. Yani Horney'e göre kadın için bir erkeğin sevgisini kazanmış olmak ön plandayken, bir erkek için ön planda olan kadının onu güçlü görmesidir.

Karen Horney sevgi ve güç arayışının cinselliğe de yönlendiğini, kadının cinselliği daha çok "seviliyor olmanın" bir ifadesi olarak gördüğünü, erkeğin ise cinselliği "güçlü olmanın, kadına sahip olmanın" bir ifadesi olarak görme eğiliminde olduğunu belirtmiştir.
#60 - Şubat 25 2009, 13:35:18

Yeni annelere uyku tüyoları

Birçok bebek üç aylık olana kadar geceleri yaklaşık beş saat uyur.

Onu uyutmak için çabalarken siz de kendiniz için daha rahat uyuma yöntemleri geliştirebilirsiniz. Eğer bu konuda zorlanıyorsanız, ortamı daha rahat uyuyabileceğiniz bir hale getirin. Yatağınızı ve yastığınızı uyku için rahat bir hale getirin, televizyonu kapatın, odanın serin ve karanlık olmasını sağlayın. Yatma saatinize doğru nikotin, kafein ve alkol almayın. Eğer yattıktan sonra, 30 dakika içinde uyuyamazsanız, kalkıp kendinize bir meşgale bulun ve daha sonra tekrar uyumayı deneyin.
Bebeğinizle gereğinden fazla ilgilenmeyin: Yatağınızda yatarken bebeğinizin her nefes alışını takip etmeniz sizi yoracaktır. Bebeğinizin ağlamasının olağan dışı olup olmadığıyla ilgilenin.
Gece sorumluklarınızı paylaşın: Eşinizle birlikte görev paylaşımı yapmanız, hem dinlenebilmenizi hem de bebeğinizle ilgilenebilmenizi sağlar. Örneğin, eğer bebeğinizi emziriyorsanız, eşiniz bebeğinizi yanınıza getirebilir ve bezini değiştirebilir. Bebeğinizi biberonla besliyorsanız, mamasın ona dönüşümlü olarak verebilirsiniz.
Aceleci olmayın: Bazen bebeğinizin ağlaması ya da gürültü yapması, sakinleşmeye başladığının belirtileri olarak değerlendirilir. Eğer bebeğiniz aç ya da rahatsız değilse sakinleşmesi için bir süre beklemeyi deneyin.
Dostlarınızın yardım tekliflerini kabul edin: Çevrenizdeki sevdiğiniz ve güvendiğiniz kişilerin bakıcılık yapma tekliflerini geri çevirmeyin. Dinlenebilmek için sadece odanıza gidip uyumanız gerekmez. Kendinize ayıracağınız bir saat bile enerjinizi tekrar kazanabilmenizi sağlayacaktır.

#61 - Şubat 27 2009, 14:34:22

Salmonella yayılıyor

Salmonella salgınından bugüne kadar 9 kişi hayata veda etti.

ABD'de bir süredir etkili olan salmonella salgınında 9 kişi öldü, zehirlenen kişi sayısı da 666'ya çıktı. ABD Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi, salgında bugüne kadar 9 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.

TİFO RİSKİ
Salgına içinde fıstık ezmesi bulunan ürünlerin sebep olduğunun anlaşılmasından sonra, 200 firmanın toplam 2 bin 100 ürünü gönüllü olarak piyasadan çektiği belirtildi.

Salmonella, en çok kümes hayvanlarının eti ile peynir ve yumurtadan bulaşıyor. Salmonella tifo, paratifo ve gıda zehirlenmesine yol açıyor.
#62 - Şubat 27 2009, 14:35:08

Uzun geceler şişmanlatıyor

Şişmanlık, en fazla uzun gecelere sahip olan kış aylarında meydana geliyor.

Ülkemizin en önemli sağlık sorunlarından biri haline gelen aşırı kilo, diğer adıyla şişmanlık, en fazla uzun gecelere sahip olan kış aylarında meydana geliyor.

BSK Aydın Anka Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Özlem Özden, kış aylarında; gecelerin uzun olması nedeniyle artan öğün sayısı ve evde geçen vaktin artması nedeniyle de hareketsiz yaşamın kilo artışına neden olduğunu belirtti.

Yaşam tarzında yapılabilecek birkaç değişiklikle kilo artışının önüne geçmenin mümkün olduğunu kaydeden BSK Aydın Anka Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Özlem Özden "Vücudumuz mevsimsel değişikliği fark ettiği anda aldığı enerjinin bir kısmını stoklamaya ve daha az yakmaya başlar. Özellikle ortam ısının düşmesi ile vücut arasında bir denge kurulması gerekir. Vücut, daima kendi ısısını dengede tutabilmek için harcadığı enerjiyi de dengede ve kontrol altında tutmak zorunda hisseder kendini. Bu nedenle kortizol dediğimiz hormonumuz mevsimsel olarak sentez miktarları değişir. Bu hormon vücudumuzda yağ dokusunu arttırıp soğuğa karşı vücut sıcaklığımızı dengede tutar. Doğada özellikle kutup hayvanlarının daha yağlı olmasında bu durumu gözlemleyebiliriz. Yani kış aylarında yağ kütlemizi artıracak hormonlar salınmış olur" dedi.

Kış aylarında kilo almanın en önemli nedenlerinden birini de hareketsizliğin oluşturduğunu belirten Özden "Kış aylarında hava soğuk ve yağışlı olduğu için, yürüyerek gidilecek yerlere giderken bile araca binilir. Yine hava koşulları nedeniyle yüksek enerji harcanmasını sağlayan bazı sporlar kışın yapılmaz. Sosyal aktiviteler de daha azdır. Geceler daha uzun olduğu için televizyon karşısında hareketsiz geçen saatler de uzundur. Bütün bunlar alınan enerjinin tamamının yakılmasını engeller. Ayrıca uzun kış gecelerinde akşam yemeğinden sonra yapılan atıştırmalar da kilo artışına neden olur" sözlerine yer verdi.

Yasemin Özden kışın kilo almamak için, spora devam edilmesini önererek vatandaşların, kızartma, salam, sosis, sucuk, tatlı, kuruyemiş, çikolata, sakatat, şekerli içeceklerden uzak durmasını istedi. Kanserin birinci sebebinin sigara, ikincisinin ise yanlış beslenmeden kaynaklandığını ifade eden BSK Aydın Anka Hastanesi Beslenme Diyet Uzmanı Özlem Özden "Doğru bir beslenme programında güne mutlaka kahvaltı ile başlanması gerekir. Kahvaltı ile öğlen yemeği arasında meyve ya da yoğurt yenilmeli.

Öğlen yemeği ile akşam yemeği arasında da mutlaka meyve ya da diğer lifli besinler tüketilmeli. Akşam yemeği mutlaka saat 19.00'dan önce yenmeli. Şehir yaşamında akşam öğünü ne yazık ki daha geç saatlere kayabiliyor. Burada yapılan en önemli hata, modern şehir insanının yoğunluk nedeniyle, kahvaltıdan sonra gün içinde yemek yemeyi unutup, akşam yemeğine yüklenmesidir. Akşam yemeği mümkün olduğunca hafif olmalıdır. En önemlisi de, akşam yemeğinden sonra atıştırmaların yapılmamasıdır" sözlerine yer verdi.
#63 - Şubat 27 2009, 14:35:46

Gıdalardaki katkı maddesi tehlikeli

Ambalajlı gıda alırken içindekiler bölümünde E kodunun olup olmadığına dikkat edin.

Gıda üretiminde teknolojinin gelişmesi, ürünün dayanma süresinin ve kalitesinin arttırılma çabaları, verimliliğin arttırılıp kayıpların azalması, tüketicilerin değişen talepleri ve mevsimlik değil, sürekli ürün talepleri, üretimde gıda katkı maddelerinin kullanımını zorunlu hale getirdi. Gıda katkı maddelerinin kullanımı teknoloji, muhafaza ve kalite zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Gıdalara istenilen özelliklerin verilebilmesi, gıdada sağlık açısından oluşabilecek bazı risklerin ortadan kaldırılması için de gıda katkı maddelerinin kullanımı gerekli kılmıştır.

E KODU NEDİR VE NEDEN VERİLİR
Gıda katkı maddelerini tanımlamak ve herhangi bir karışıklığa yol açmamak için kullanılan Avrupa Birliği'nin (EC) simgesi olarak E harfi, Avrupa sözcüğünün İngilizce telaffuzunun 'Europe' baş harfini alarak yaptıkları bir endeksleme sistemi olup üç rakamlı sayıdan ibaret kodlardır. Avrupa Birliği tarafından her katkı maddesi için belirlenir. E kodu verilmiş gıda katkı maddeleri güvenlik testlerinden geçmiş ve Avrupa Birliği'nde kullanımı onaylanmış demektir. Avrupa Birliği, gıdalarda kullanılan her katkı maddesinin ya adı ya da E kodu ile etiketteki katkı maddeleri listesinde açık ve net bir şekilde bulunmasını istemektedir.

Yapılan bilimsel çalışmalar tüm kanser nedenlerinin yüzde 1'inden daha azının gıda katkı maddelerinden kaynaklı olabileceğini göstermektedir. Hatta bazı katkı maddeleri sanılanın aksine kanserojen maddelerin oluşumunu ya da etkisini engelleyici niteliktedir. Genelde koruyucu amaçlı kullanılan gıda katkı maddeleri besinin raf ömrünü arttırıcı, lezzet verici niteliktedir. Unutulmamalıdır ki hiçbir gıda katkı maddesi toksik değildir. Toksik olan dozudur.
Yapılan bilimsel çalışmalar tüm kanser nedenlerinin yüzde 1'inden daha azının gıda katkı maddelerinden kaynaklı olabileceğini göstermektedir. Hatta bazı katkı maddeleri sanılanın aksine kanserojen maddelerin oluşumunu ya da etkisini engelleyici niteliktedir. Genelde koruyucu amaçlı kullanılan gıda katkı maddeleri besinin raf ömrünü arttırıcı, lezzet verici niteliktedir. Unutulmamalıdır ki hiçbir gıda katkı maddesi toksik değildir. Toksik olan dozudur.
Ürünlerin üzerinde yazan içindekiler kısmında E maddesi varsa, bu katkı maddesidir ve sağlığa zararlıdır düşüncesi çok yanlış bir düşüncedir. Çünkü E maddeleri, yapılan kapsamlı çalışmalar sonunda sağlığa zarar vermediği kanıtlanan katkı maddeleri olup AB'ce izin verildiği anlamındadır. Bu madde var diye paketli bir ürünü almayıp açıkta satılan ürünlerden almak en büyük hatadır. Çünkü açıkta satılan ürünün içinde sağlığa zararlı katkı maddeleri olabilir ve sizin bundan haberdar olmanız imkansız.


Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği'nde yapılan sınıflamaya göre, birden çok fonksiyonu olan gıda katkı maddeleri, koruyucular, tatlandırıcılar, antioksidanlar, renklendiriciler, tatlandırıcılar ve taşıyıcı solventler olmak üzere toplamda 400'e yaklaşan sayıdadır.

NİÇİN KULLANILIR?
Gıda katkı maddelerinin kullanım nedenleri çok fazladır. Bunlardan başlıcaları şöyle:
* Gıdanın besleyici değerini korumak için,
* Özgün diyet ihtiyaçları olan insanlar için özel bir gıda üretimi için,
* Gıdanın dayanıklılığını artırıp daha uzun bir raf ömrüne sahip olmaları için,
* Gıdanın dokusal özelliklerini geliştirmek için,
* Gıdanın lezzetini ve rengini çekici hale getirebilmek veya koruyabilmek için,
* Yağın acılaşması gibi istenmeyen reaksiyonları engelleyip lezzet kayıplarını önlemek ve besin öğelerini korumak için,
* Gıdanın işlenmesi sırasında çoğu zaman teknolojik gereklilik olarak,
* Gıdada hastalık yapıcı mikroorganizmaların gelişmelerini önlemek için,
* Gıda çeşitliliği sağlamak için kullanılırlar.
#64 - Şubat 27 2009, 14:37:01

Egzersiz baş ağrısına iyi geliyor

Baş ağrısı çeken kişiler fiziksel aktiviteyi arttırmalılar

İsveç'de 68 bin yetişkin üzerinde yürütülen bir araştırmada hiç egzersiz yapmayanlarda migren dışı baş ağrısının, aktif egzersiz yapanlara göre yüzde 14 daha fazla görüldüğü sonucuna ulaşıldı

Çalışma, Cephalalgia Dergisi'nde yayınlandı. Çalışma kapsamında İsveç'de 20 yaş üzeri yetişkinlerin 1984-1986 yıllarındaki fiziksel aktivite durumları ile 1995-1997 yıllarındaki izlemleri sırasındaki baş ağrısı yakınması bulguları analiz edildi.

İsveç'te Gothenburg Başağrısı Enstitüsü'nden araştırma ekibi başkanı Emma Varkey, sedanter yaşam şeklinin baş ağrısına yol açma şeklinin açık olmadığını, ancak baş ağrısı çeken kişilere fiziksel aktiviteyi arttırmalarının önerilmesi gerektiğini belirtti.

#65 - Şubat 27 2009, 14:37:37

Kazazedeler şoku yıllarca taşıyor

Uçak kazalarından yaralı kurtulanların, ömür boyu kazanın izlerini taşımaya devam ettiği belirtiliyor.

Uçak kazalarından yaralı kurtulanların, ömür boyu kazanın izlerini taşımaya devam ettiği belirtiliyor. Kazazedelere ve yakınlarına verilecek desteğin önemine dikkat çeken uzmanlar, kaza sonrası travma yaşayan kişilerin mümkün olduğunca erken psikoloğa başvurmaları ve yaşadıkları durumla ilgili sağlıklı bilgi almaları gerektiğini vurguluyor.

Diyarbakır'da 6 yıl önce düşen THY uçağından sağ kurtulan Aliye İl de, aradan geçen yıllara rağmen kazanın izlerini taşımaya devam eden kazazedelerden biri olarak biliniyor. Kaza anının rüyalarına girdiğini anlatan Aliye İl, kazadan yaralı kurtulanlar ile yaşamını yitirenlerin yakınlarıyla hala görüşmelerini sürdürdürüyor.


İstanbul Amsterdam seferini yaparken Schiphol Havalimanı'na saniyeler kala gövde üzerine toprak zemine çarparak 3 parçaya ayrılan Türk Hava Yolları'nın Boeing 737-800 tipi uçağından yaralı kurtulanlar, ömür boyu yaşadıkları şoku üzerinden atamayacak. Uçak kazalarından sağ kurtulan birçok yolcu yaşadıkları şokun etkisiyle bir daha uçağa binemiyor. Kimi de yıllar sonra uçakla seyahat edebilirken düşen uçak tiplerini tercih etmiyor.

TRAVMANIN AŞILABİLMESİ İÇİN PSİKOLOG DESTEĞİNE İHTİYAÇ VAR

Uçak kazaları yolcular ve yolcu yakınlarının yanı sıra kazaya ilişkin gelişmeleri takip eden haberciler ve izleyiciler üzerinde de "travma" etkisi yaratabiliyor. Uzmanlar, travmanın kısa sürede aşılabilmesi için uzman desteğinin önemine dikkat çekiyor ve uyarıyor: "Kaza sonrası travma yaşayan kişilerin mümkün olduğunca erken psikoloğa başvurmaları ve yaşadıkları durumla ilgili sağlıklı bilgi almaları gerekiyor."

KAZAZEDELER KAZA ANINI TEKRAR TEKRAR HATIRLIYOR

Uzmanlara göre kazayı yaşayan, tanıklık eden ya da yakınlarını kaybetme korkusu yaşayanlar için en belirgin duygu, çaresizlik ve dehşet oluyor. Kaza geçiren kişiler genellikle kaza anını tekrar tekrar hatırlar, kazayı sık sık rüyalarında yeniden yaşarlar. Kaza mağdurları sık sık kaza anına geri döner ve olayı yeniden yaşıyormuş gibi olurlar. Bunların yanı sıra mağdurlar, kazayı hatırlatacak etkinlik, mekan ve insanlardan uzak durmaya çalışabilir, insanlardan uzaklaşabilir, yabancılaşma hissedebilir.

Kazazedelerin, bir gelecekleri kalmadıkları düşüncesine kapılmalarının sık sık gözlemlendiğini belirten uzmanlar, mağdurlarının yaşadıkları travmayı aşabilmesi için yakınlarının desteğinin yanı sıra profesyonel desteğe de ihtiyaç duyabileceğine dikkat çekiyor. Mağdurların mümkün olduğunca kısa sürede işine ve gündelik hayatına dönmesi de travmanın atlatılabilmesinde faydalı olduğunu savunan uzmanlara göre, travma sonrası stres bozukluğu belirtileri yaşayan kişilerin psikoloğa başvurmaları gerekiyor.

BAZILARI "NEDEN BEN HAYATTA KALDIM?" DİYE KENDİNİ SUÇLAYACAK

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kerem Doksat: Yaralıların üçte ikisinde akut stres bozukluğu dediğimiz tablo gelişecek. Çok kötü olma, o anı tam hatırlayamama, bazısında da o anı defalarca tekrar tekrar yaşama olabilir. Ve o anı hatırladıkça, her türlü uyarana karşı aşırı tepki verme hali olabilir. Yani ani bir fren sesinde, kuvvetli motor sesi duyunca veya bir kaza sahnesi izlediğinde fena olma, kendini kötü hissetme, panikleme nöbeti geçirme hali yaşayabilirler. Yaralı kurtulanların çok ciddi bir şekilde tedavi edilmeleri gerekiyor. Bazıları ?Allah'a şükür kurtuldum' deyip geçebilirken, bazıları ?Neden o insanlar öldü de ben hayatta kaldım? Niye ben de hepsiyle birlikte ölmedim?' diye kendini suçlayıcı düşünceler gelişebiliyor. Şu aşamada acil profesyonel psikiyatrik yardım almalar, ardından da ilk fırsatta uçağa binip uçurulmaları gerekiyor.

GÖRÜNTÜLERDEN ETKİLENEN KİŞİLERDE DE UÇAK KORKUSU GELİŞEBİLİR

Bengi Semerci Enstitüsü'nün sahibi Prof. Dr. Bengi Semerci:
Kazayı bire bir yaşamayan ancak haber ve görüntülerden etkilenen kişilerde dahi "uçak korkusu" ve "travma sonrası stres bozukluğu" gelişebilir. Uçak fobisi sadece kaza sonrası oluşmaz. Bu olayda olduğu gibi bazen travma sonrası uçuş fobisi de oluşabilir. Yakınları uçakta olan ya da haberleri, görüntüleri izleyenlerde de fobi gelişebilir. Kendisi kaza geçiren kişilerde fobiden önce travma sonrası stres bozukluğu gelişir. Önce onun tedavisi gerekir. Travma sonrası stres bozukluğu tedavi edilirse fobi gelişme riski azalır.

6 YIL ÖNCEKİ KAZADA HAYATTA KALMIŞTI

Diyarbakır'da altı yıl önce düşen Türk Hava Yolları'na ait uçaktan sağ kurtulan Aliye İl, aradan geçen yıllara rağmen yaşadığı şoku atlatamadı. Diyarbakır'da 8 Ocak 2003 tarihinde düşen TK 634 sefer sayılı THY'ye ait RJ-100 tipi "Konya" uçağında 75 yolcu yaşamını yitirdiği kazada, Aliye İl, Celal Tokmak, Murat Karamutlu, Gencer Güneş ve Burak Altındağ adlı yolcular mucize eseri kurtuldu. Koltuğuyla birlikte uçaktan uzağa fırlayan Aliye İl, kazadan üç gün sonra İstanbul'a gelişinde de RJ tipi uçağa bindi. Ancak İl, aradan geçen yıllara rağmen kaza anının rüyalarına girdiğini anlatıyor, kazadan kurtulanlar ile ölenlerin yakınlarıyla, kurdukları bir platform kapsamında görüşmeyi sürdürdüklerini belirtiyor.
#66 - Şubat 27 2009, 14:38:07

Sigaraya bugünlerde ELVEDA deyin

Psikiyatrist Dr. Nihat Kaya, sigarayı bırakmanın en iyi günleri eş veya çocukların doğum günleri olduğunu açıkladı.

Sigarayı bırakmaya karar verenlerin önce en uygun günü belirlemesi gerektiğini belirten Psikiyatrist Nihat Kaya, Online Sağlık'a (www.onlinesaglik.com) yaptığı açıklamada, "Eş veya çocukların doğum günü, sigarayı bırakmak için belirlenecek en ideal gündür" dedi.

Kaya, sigaranın yavaş yavaş öldürdüğü için son derece tehlikeli olan yan etkilerinin görmezden gelindiğini kaydetti. Tiryakilerin zararlarını bilmelerine rağmen sigarayı bırakmak için ya hiç girişimde bulunmadığını veya girişimlerin tekrar sigaraya başlamayla son bulduğunu anlatan Psikiyatrist Nihat Kaya, şöyle konuştu:

"Bilinçli ve kararlı olarak sigarayı bırakma yöntemlerini benimseyenlerin tekrar sigaraya başlama oranları, ani kararla sigarayı bırakanlara göre daha azdır. Sigarayı bırakma kararı verildiğinde, önce en uygun bırakma günü belirlenmelidir. Eş veya çocukların doğum günü, sigarayı bırakmada en ideal gündür. Sigarayı bırakma tarihi ideal günden çok uzak veya çok yakın bir tarihte olmamalıdır. 1-2 haftalık süre yeterli olacaktır."

DEPAM uzmanlarından Dr. Kaya, bırakma tarihinden yaklaşık bir hafta önce, sigarayla ilgili davranış tarzını etkileyebilecek bazı rutin işlerde değişiklik yapılabileceğini ifade ederek, "Örneğin, ev ve otomobili sinmiş kokudan kurtarabilmek için temizlik yapılıp, güzel kokular sıkılabilir" dedi.

Tiryakinin sigarayı ne zaman içme ihtiyacı duyduğunu belirlemesinin, sigarayı bırakma yönünde atılacak adımların en önemlisi olduğuna değinen Nihat Kaya şöyle devam etti:

"Nikotinle yaşamaya alışmış bir insanın vücudu ancak birkaç hafta içinde düzene girmeye başlar. Sigarayı bırakmakla birlikte zaman içinde risk faktörleri de azalacaktır. Son kez içilen sigaradan 20 dakika sonra kan basıncı düzelir, 24 saat sonra kalp krizi riski azalmaya başlar, 48 saat sonra koku ve tat duyularında artış kaydedilir, 72 saat sonra da nefes almak kolaylaşır. 3-9 ay arasında da öksürük ve göğüsteki hırıltılar azalır. Zamanla kansere yakalanma riski düşer".
#67 - Şubat 27 2009, 14:38:38

Fazla TV izleyenler fazla kilolu!

Yüzde 28'i de obez!

Ege Üniversitesi (EÜ) Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, devamlı sağlıklı ve iyi olma durumunun bir yaşam biçimi haline gelmesi gerektiğini söyledi.
EÜ Atatürk Kültür Merkezi'nde başlayan 7. Sağlık Halk Kongresi'nde konuşan Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, teknolojik gelişmelerin insanları hareketsizliğe ittiğini, bunun da hastalıklara zemin hazırladığını vurgulayarak, "Televizyon, adeta bir aptal makinesi olarak bizi esir almış durumda. Araştırmalar, günde iki saatten fazla televizyon seyredenlerin yüzde 52'sinin aşırı kilolu, yüzde 28'ininse obez olduğunu gösteriyor. Halbuki kas yorgunluğu, sanıldığının aksine kısa bir dinlenmeyle geçmekte. Hareketsiz yaşam tarzının yanında yatarken yemek yeme alışkanlığı, hamur işleri ve nefis Türk yemekleri, damak zevkimizi tatmin ederken şişmanlık ve buna bağlı birçok hastalığa da davetiye çıkarıyor." ifadesini kullandı.

Yılmaz, kongreyle amaçlarının sağlıklı olmak ve sağlıklı kalmak bilincini yerleştirmek, devamlı kılmak, deneyimleri paylaşarak doğru bilinen yanlışları düzeltmek, yaşam kalitesini ve verimliliğini arttırmak olduğunu dile getirdi.
Candeğer Yılmaz, "Üç gün devam edecek kongre süresince, konusunda deneyimli 40 kişi bizimle bilgilerini paylaşacak. Oturumlarda osteoporoz, obezite ve diyabet gibi hastalıkların yanında güncel konulara da değinilecek." şeklinde konuştu.

Dernek olarak yapılan bir araştırmanın sonuçlarını da aktaran Prof. Dr. Yılmaz, şunları söyledi: "İzmir'in merkez ilçelerinde yaşayan bin 284 hasta üzerinde bir çalışma yaptık. Araştırmaya katılanların yüzde 73,2'si kadın, yüzde 26,8'ini erkekler oluşturdu. Sonuçta bu kişilerin yüzde 72'sinin hiç egzersiz yapmadığını, her 10 kişiden üçünde tansiyon yüksekliği, ikisinde diyabet olduğunu saptadık."

Sağlıklı bir yaşam için beslenme alışkanlıklarının değiştirilmesi gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Yılmaz, "Ev gezmesine giderken ya da özel günlerde dostlarımıza pasta, börek götürmek yerine sağlıkla ilgili kitaplar hediye edin." çağrısında bulundu.

Kongrenin Türkiye'de ilk ve tek olma özelliği taşıdığını açıklayan Ege Diyabetle Yaşamı Kolaylaştırma Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Tüzün ise "Diyabet, şeker, obezite gibi hastalıklar, günümüzde önlenebilir ve tedavi edilebilir durumda. Buna rağmen son yıllarda diyabet çığ gibi artıyor. Obezite ve osteoporoz da devamlı artış gösteriyor." dedi.
Ortalama ömrün uzamasında en büyük faktörün teknolojik, sosyal ve ekonomik gelişmeler olduğunu belirten Prof. Dr. Tüzün, bu konuda halkın eğitilmesi yanında ekonomik ve sosyal statünün yükseltilerek kültürel durumun iyileştirilmesi gerektiğini söyledi.

Sağlıklı yaşam biçiminin kazandırılmasında yaşam kalitesinin arttırılmasının önemine değinen Vali Cahit Kıraç da Türkiye'de yetersiz ve dengesiz beslenmeye bağlı hastalıkların giderek arttığını vurguladı. Kıraç, şunları söyledi: "Kalp damar hastalıkları, diyabet, hipertansiyon, şişmanlık gibi rahatsızlıklar beslenmeyle yakından ilişkili. Ayaküstü beslenme alışkanlığı, hazır yiyecekler ve hareketsizlik, obeziteye davetiye çıkarıyor. Bu sebeple özellikle çocukluk çağından itibaren beslenme eğitimi verilmesi büyük önem taşıyor."

Teknolojik gelişmelerin beraberinde birtakım hastalıkları da getirdiğini hatırlatan Kıraç, toplumun beslenme alışkanlıkları konusunda bilinçlendirilmesinin çok önemli olduğunu, kongrenin bu açıdan büyük önem taşıdığını kaydetti.

Ege Üniversitesi (EÜ) Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı ile Ege Obez Hasta, Osteoporozlu Hasta ve Diyabetle Yaşamı Kolaylaştırma Derneği işbirliği ve İl Sağlık Müdürlüğü ile İzmir Tabip Odası'nın katkısıyla düzenlenen kongrenin açılışına İl Sağlık Müdürü Mehmet Özkan, eski rektörlerden Prof. Dr. Refet Saygılı, rektör yardımcıları da katıldı.
#68 - Şubat 27 2009, 14:46:10

Her yıl 78 bin kişi kansere yakalanıyor

İngiltere'de ürküten araştırma..

İngiltere'de her yıl 78 bin kişinin, sağlıksız yaşam tarzı yüzünden kansere yakalandığı belirtildi.

Dünya Kanser Araştırmaları Vakfı tarafından yapılan araştırmanın sonuçları, daha sağlıklı beslenme alışkanlıkları, daha az alkol kullanımı ve daha çok spor yaparak bu kanser vakalarından korunmanın mümkün olduğunu bildirdi.

Araştırmacılar, 12 kanser türünde ortaya çıkan kanser vakalarının yüzde 39'unun, daha sağlıklı bir yaşam tarzıyla önlenebileceğini ifade etti. Bu oranın ABD'de yüzde 34, Brezilya'da yüzde 30 ve Çin'de yüzde 27 olduğunu kaydeden uzmanlar, daha az kırmızı et tüketerek bağırsak kanserlerinin yüzde 43, daha az içki kullanarak göğüs kanserlerinin yüzde 42, daha çok meyve-sebze, daha az alkol tüketerek ağız kanserlerinin yüzde 67 oranında önlenebileceğini belirtti.

Araştırmacılar, 2005 yılında İngiltere'de ortaya çıkan 12 kanser türündeki 200 bin yeni vakadan 78 bininin, sağlıklı yaşam tarzıyla önlenebilir hale gelebileceğini vurguladı.

Bu arada bütün kanser vakalarının üçte birine yol açtığı bilinen sigara kullanımı, araştırmaya dahil edilmedi.

#69 - Şubat 27 2009, 14:46:54

Çocuk odalarında teknoloji tehlikesi

Odasında bu ürünlerden bulunan çocuk, uyumak yerine onlarla vakit geçirdiği için kalp hastalığı riski artıyor.
Amerikan Kalp Derneği, odalarında teknolojik ürün bulunan çocukların, bunlara çok vakit ayırmaları ve iyi uyuyamamaları nedeniyle kalp hastalıkları riskinin arttığı uyarısında bulundu.

Ailelerinden ve okuldaki arkadaşlarından gördükleri ya da sahip olduğunu anlattıkları dijital cihazları isteyen çocuklar, kısa sürede odalarını teknoloji mezarlığına çeviriyorlar ve söz konusu cihazlar dolayısıyla çocuklar sağlıklı uyuyamıyorlar.

Amerikan Kalp Derneği'nin hazırladığı raporda, 13-16 yaş arası çocukların günde 6.5 saatten az uyuması halinde, onları gelecekte yüksek tansiyon gibi sorunlar beklediğine dikkat çekildi.

Raporda, çocukların bu sorundan kurtarılması için yatak odalarındaki teknolojik istilanın durdurulması isteniyor. Bunun için ailelerin, çocuklarının yatak odalarından; bilgisayar, bilgisayar oyun konsolları, cep telefonları ve mp3 çalarlar gibi cihazları uzaklaştırmaları gerekiyor.

Araştırmaya göre, çocukların büyük bölümü, 8-9 saatlik uyku yerine geç saatlere kadar ya da gecenin bir yarısı kalkarak televizyon izliyor, müzik dinliyor veya arkadaşları ile mesajlaşıyor ve vücudun ihtiyacı olan uykuyu alamıyor.

Minnesota Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümü'ndeki bazı araştırmacıların raporuna göre de odalarında televizyon bulunan çocuklar, bulunmayanlara göre daha çok abur cubur tüketiyor ve daha az fizik kültür aktivitesinde bulunuyor.
#70 - Şubat 27 2009, 14:47:39

Çocuklar dişlerini neden gıcırdatır?

Türkiye'de 10 çocuktan 3'ü dişlerini gıcırdatıyor

Çocukların her zaman rahat nefes alıp vererek, tatlı mırıltılar içinde uyumadıklarını belirten uzmanlar, uyurken dişlerini sıkan ve gıcırdatan çocukların stresli olduğunu söylüyor. Türkiye'de 10 çocuktan 3'ünün dişlerini gıcırdattığına dikkat çeken uzmanlar, "Çocuklar arasında oldukça sık görülen bu duruma 'bruksizm' adı verilir. Bu durum özellikle 5 yaşından küçük çocuklarda daha yaygındır. Bunun belli başlı sebebi de çocukların çeşitli konulardaki stresleridir" uyarısında bulunuyor.

Bazı çocuklar kulak ağrısı ya da diş çıkartma gibi nedenlerden kaynaklanan ağrıya tepki olarak dişlerini sıkıyor veya gıcırdatıyor. Çocukların ağrıyı hafifletmek amacıyla dişlerini gıcırdatabildiğine dikkat çeken Dörtçelik çocuk Hastanesi Başhekimi Uzm. Dr. İsmail Özcan, diş gıcırdatmanın bu en yaygın nedenlerinin çoğu çocukta zaman içinde kendiliğinden kaybolduğunu söyledi. Stresin de diş gıcırdatmaya bir sebep olduğunu anlatan Dr.Özcan, "Çocuğun bir sınav ya da yapacağı bir gösteri nedeniyle veya rutin yaşamındaki örneğin kardeş gelmesi, taşınma, öğretmen değişikliği gibi bir değişimden dolayı stres yaşıyor olabilir. Hiperaktif çocukların bazılarında da diş gıcırdatma görülmektedir. Genel olarak diş gıcırdatma çocuğun dişlerine zarar vermez. Çoğunlukla herhangi bir etki bırakmadan kaybolsa da, sabahları hafif baş ağrısı veya kulak ağrısına neden olabilir. Ancak diş gıcırdatma asıl olarak çocuğun etrafındaki kişileri üzer ve rahatsız eder. Bazı aşırı hallerde uykudaki diş gıcırdatmaları diş minesinin zedelenmesine, dişte küçük oyukların oluşmasına, ısıya karşı hassasiyetin artmasına ve yüz ağrıları ile çene sorunlarına neden olabilmektedir. Dişlerini gıcırdatan çocukların çoğu bunu yaptığının farkında bile olmaz ve çoğunlukla sorunu anne-babalar tespit eder" dedi.

Çocukta bruksizm olup olmadığını anlamak için dikkat edilmesi gereken hususları da açıklayan Özcan'a göre, uyku sırasında diş gıcırdatma, sabahları çene veya yüzünde hassasiyetten şikayet etme, parmak emme, tırnak yeme, kalem veya oyuncakları kemirme, yanak içini kemirme bir rahatsızlığın belirtisi. Bruksizim'in çoğunlukla hiçbir tedaviye gerek kalmaksızın kendiliğinden kaybolduğunu kaydeden İsmail Özcan, "Ancak dişler ve çenede herhangi bir rahatsızlık oluşmasını önlemek amacıyla anne-babanın dikkatli olması ve diş hekimi muayenelerinin aksatılmaması gereklidir. Diş gıcırdatmanın çocuğun yüz ve çenesinde ağrılara neden olması veya dişlerin zarar görmesi durumunda diş hekimi gece takması için özel bir diş koruyucu verebilir. İster fizyolojik, ister psikolojik nedenlerden kaynaklansın, uyku öncesinde çocuğun gevşemesi ve rahatlaması diş gıcırdatmayı kontrol etmesine yardımcı olabilir. Ilık bir banyo almak, kısa bir süre rahatlatıcı bir müzik dinlemek veya kitap okumak çocuğunuzun gevşemesine katkıda bulunabilir. Diş gıcırdatmaya stresin neden olması durumunda çocuğun neden gerginlik yaşadığını anlamaya ve bunun üstesinden gelmesi için yardımcı olmaya çalışmanız gereklidir. Çocuğunuzun duygusal durumundan endişe ediyor ve sizin yardımınızla aşılamayacak duygusal gerilimler yaşadığını düşünüyorsanız bir uzmandan yardım alabilirsiniz" diye konuştu.

#71 - Şubat 27 2009, 14:48:17

Onlara bağırmayın!

Çocuklarınızla hala iletişim kuramıyor musunuz

Çocuklara en küçük hatalarında bağırıp çağırmak onları hırçın, ürkek ve nefret eksenli bir davranış sergilemesine sebep oluyor. Uzmanlar, sürekli bağırıp çağrılan çocuğun okul ve arkadaş çevresiyle de sağlıklı iletişim kuramayacağını belirtiyor.

Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı Selma Yaman, çocukların çok hassas, kırılgan bir yapıya sahip olduğunu belirterek, onlara bağırıp çağırmanın ruh dünyalarında büyük yaralar açtığını kaydetti. Sürekli bağırılan, azarlanan çocuğun kendine güveninin yok olacağını, hareketlerinde bocalayacağını ve çevresiyle iletişim kurmakta zorlanacağını ifade ede eden Yaman, "Ailesinden sürekli azar işiten, bağırılan çocuklar arkadaş çevresiyle de araları iyi olmuyor. Ayrıca okulda başarısız oluyor. Bağırılmaktan korktuğu için kendini ifade edemiyor, derslere katılmıyor. Bu da başarısını olumsuz yönde etkiliyor." dedi.
Çocukların bitmez bir enerjiye sahip olduğunu, bu sebeple evde, dışarıda her yerde koşuşturduğunu dile getiren Yaman şu uyarılarda bulundu: "Çocuk oynayarak, hareket ederek kasları gelişir. Oyun ve hareket çocuğu ruhen rahatlatır. Sağa sola koşan çocuk anne ve babası tarafından 'Dur yapma düşeceksin, kafanı bir yere çarpacaksın, sana koşma dedim, oyuncaklarını çabuk topla' gibi yüksek sesle azarlanır ya da evde herhangi bir obje veya eşyaya zarar vermesi sebebiyle bağırılmaya maruz kalırsa bu kesinlikle doğru bir davranış değildir. Çocuğa bağırmak yerine evdeki gereksiz objelerin kaldırılması ve ona oyun yeri açılması daha doğru olur. Hiçbir eşya çocuğumuzdan daha önemli ve kıymetli değildir."

Yaman, sürekli azarlanan, bağırılan çocuğun nefret duygusunun artacağını ve bir süre sonra anne, baba ve çevresinden nefret eder hale gelebileceğinin altını çizdi. Böyle çocukların bir süre sonra kendilerinin de hırçın bir davranış sergilemeye başlayacağını vurgulayan Yaman, "Nefret duyguları sürekli gelişir. Bunu karşın sevgi duygusu azalır. Bu şekilde psikolojisi bozulan çocuk artık normal davranışlar sergileyemez. Hep bağırıldığı için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kavramakta güçlük çeker. İstenmeyen hareketleri istemese de tekrarlamasına sebep olur. Ürkek bir yapıya bürünür." diye konuştu.

İKİ TARAF İÇİN DE ÇOK KOLAY BİR ÇÖZÜM: KONUŞMAK

Çocuğa yanlış bir şey yaptığında en kolay ve en etkili yolun çocuğun anlayacağı bir dille izah etmek olduğunu belirten Yaman, şu tavsiyelerde bulundu:

"Bu hem anne baba hem de çocuk için kolay ve etkili bir yoldur. Çocuk yetişkin bir insan gibi muhatap alınarak ve göz teması sağlanarak yaptığı hareketin neden yanlış olduğunun anlatılması gerçekten işe yarar. Çocuk bu şekilde kendine değer verildiğini sezer ve aynı hareketi yapmaktan kaçınır. Anne baba ise sinirlenmeden çocukla iletişim kurmuş olur. Bu durum hem ebeveyn hem de çocuğun ruh sağlığı için önemlidir. Bağırış çağırış olmayan, huzurlu, her şeyin konuşarak halledildiği bir aile ortamı çocukta güven duygusunu geliştirir."

#72 - Şubat 27 2009, 14:48:54

TEKRARLAYAN DÜŞÜKLER BOŞANMA NEDENİ



Düşük, hamileliğin 20. haftadan önce kendiliğinden sonlanmasıdır. Anne karnında gelişmekte olan bebek toplum tarafından henüz bir birey olarak algılanmasa da bu olay, anne ve baba olmaya hazırlanan çiftler için büyük bir travma haline gelebilir. Bu dönemi sorunsuz atlatabilmek içinse uzman yardımı almak gerekir. Memorial Hastanesi’nden Uz. Klinig Psikolog Ayşe Elif Orhon, “Düşüklerin kadın psikolojisine olumsuz etkisi hakkında bilgi verdi ve çocuk sahibi olmak isteyen çiftlere tavsiyelerde bulundu.

DÜŞÜKLER KADINDA SUÇLULUK DUYGUSUNA NEDEN OLUYOR

Düşükler, kayıp duygusunu ve buna bağlı hayal kırıklığı ve yas sürecini ortaya çıkarır. Söz konusu tekrarlayan düşükler olunca hayal kırıklığı, başarısızlık duygusu, istenilen ve arzulanılan hedefe ulaşamama duygusu ve bunu asla gerçekleşmeyeceği düşüncesi artış gösterir. Bu durum kadının anneliğe olan yaklaşımını, kendi kadınlık hissini, eş ve aile bağlılığını önemli ölçüde olumsuz yönde etkilemektedir. Çevrenin bu durumdan ötürü kadını sorumlu tutması gibi bir durum ortaya çıkabilir. Bu da bireyde yoğun suçluluk duygusunun ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Kadının çevresinin değişen tepkileri sonucu eşlerin evliliği tehlikeye girebilmektedir. Çünkü hem kadın hem eşi hem de çevreleri karşılıklı birbirlerini suçlamaya gidebilirler.

ÇİFTLERİN SÜREKLİ BU KONUYU KONUŞMALARI AİLE İÇİ PROBLEMLERİ ARTIRIYOR

Tam bir aile olamama düşüncesi evlilikte problemlere yol açabilir. Tekrarlayan düşüklerle beraber eşlerin tek konuşma alanları bebek olmakta ve bu eşlerin birbirleriyle olan iletişimini, diğer konuşma alanlarını daraltmakta ve bu da aile içi problemlere sebep olabilmektedir. Aynı zamanda tekrarlayan düşükler sonucu kadın hiçbir zaman anne olamayacağı düşüncesine inanmaya başlar ve bir sonraki gebeliklerinde süreki düşük yapacağına dair kaygı yaşamaya başlamaktadır. Bu da gebeliğinin çok tedirgin geçmesine sebep olmaktadır. Düşüklerin kendilerinden kaynaklandığı kanaatine vardıkları için (yapmadıkları ya da eksik yaptıkları şeylerden dolayı) sonraki gebeliklerinde kendilerini iyice kısıtlama yoluna gitmektedirler. Bu durumda tekrar düşükle karşılaşıldığı zaman bireyde yoğun suçluluk duygusu, “nerede yanlış yaptım? Daha fazla ne yapabilirdim?” gibi yoğun stresörleri ortaya çıkarır.

“NEDEN BEN” SORUSUNU SORMAYIN

Ağırlıklı olarak tekrarlayan düşükler çocuk sahibi olma isteğini azaltmaktan çok artırmaktadır. Bunun en önemli nedeni de anne olma motivasyonundan çok başarılı olma motivasyonudur. Düşükler kadınlarda yetersizlik duygusunu ortaya çıkarır. Özellikle tekrarlayan düşüklere neden olan belirli bir fizyolojik faktör yoksa bu yetersizlik duygusu daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bu duyguyu kapamak için başarılı olma dürtüsü ortaya çıkar. Aynı zamanda ağırlıklı olarak bizim toplumumuzda aile olmanın ana öğesi çocuktur ve çocuk olmadan aile olunamayacağı düşüncesi yaygındır. Bu nedenden ötürü de kendilerini tam bir aile gibi hissetmemektedirler. Bunlarla beraber çevresel faktörlerin etkisi ve kadının kendisini sorgulama süreci içerisine girmesi, “neden ben?” diye bir sorgulamaya girme de onları tekrar tekrar çocuk sahibi olmayı denemeye yöneltir. Tekrarlayan düşükler dolayısıyla çocuk sahibi olma fikrinden vazgeçme nerdeyse hiç denilecek kadar az görülmektedir.

MUTLAKA UZMAN AYRDIMI ALIN

Düşük yapma, özellikle de tekrarlayan düşükler kadınlar için çok travmatik bir süreçtir. Bu süreçte eş ve aile desteği büyük önem taşımaktadır. Bu durumla tek başına mücadele edeceğini düşünmesi, yas tutmasının engellenmesi (üzülme, ağlama, abartıyorsun gibi söylemler) bireyin bu travmayı daha zorlu yaşamasına neden olabilmektedir. Aynı zamanda bu dönemde bireylerin mutlaka alanında uzmanlaşmış terapistlerden çift olarak yardım alması gerekmektedir. Çünkü bu sorun bireyin değil çiftin sorunudur. Her ne kadar gebelik kadınla özdeşleşmiş olsa da erkeğin de bu duruma eşlik etmesi önem taşımaktadır.
#73 - Şubat 27 2009, 20:05:37
Bu içindeki; olmayan beyninin değil aşk'sızlıktan guruldayan midenin sesi.
Sana hayvan dediğimde hayvanlar alınmıyor da sendeki bu tavır neyin nesi ?!


KADINLARDA İNSÜLİN DİRENCİ ZAYIFLAMAYI SABOTE EDİYOR!



İnsülin pankreastan salgılanan ve tüm metabolik dengeyi sağlayan bir hormon. Her insanın kanında ister aç, ister tok olsun belli miktarda insülin bulunmak zorunda. İnsülin şekerin kullanılmasını dengeliyor, insülin olmayınca şeker vücutta enerji kaynağı olarak tüketilemiyor. İnsülin şekerin kas, yağ dokusu ve karaciğere girmesini sağlıyor.

Acıbadem Maslak Hastanesi İç Hastalıkları Bölüm Başkanı Prof. Dr. Zeynep Oşar Siva, vücuda bir birim şeker girdiğinde, insülinin bir birim salgılandığını belirtiyor. Bu üretilen insulin sayesinde şeker karaciğer, kas ve yağ dokusuna girip kullanılıyor. İnsülin direnci varsa, bir birim şekere salgılanan bir birim insülin yeterli gelmiyor. Aynı şeker miktarının vücudumuzda kullanılabilmesi için pankreas 2-3 misli insülin salgılamak zorunda kalıyor.

İnsülin direncine yol açan en önemli faktör ise şişmanlık, özellikle de elma tipi şişmanlık. Karındaki yağların artması ve göbek çevresinin genişlemesi sonucunda insülin kas, karaciğer ve yağ dokuda etkisini yeterince gösteremiyor. İnsüline karşı bir direnç oluşuyor. İnsülin direnci bulunan şişman kişiler sık acıkıyorlar ve tüm zayıflama diyetlerine ve spora rağmen kilo vermekte zorlanıyorlar.

Prof. Dr. Zeynep Oşar Siva, insülin direncinin neden tedavi edilmesi gerektiğinin önemini anlatıyor:

Şişman kişilerde yapılan tüm bilimsel araştırma sonuçlarında insülin direnci saptanmış.
Zayıf kişilerde de insülin direnci olabiliyor, ama düşük oranda. İnsülin direnci bulunanların yüzde 80'i şişman.
Aynı zamanda genetik özellikler de insülin direncine yol açabiliyor.
Karın şişmanlığı yani bel çevresinin genişlemesiyle “elma tipi” şişmanlık ve dolayısıyla da insülin direnci ortaya çıkıyor.
Bu kişilerin ürettikleri insülinin etkileri zayıf oluyor.
İnsülin direnci başta şeker hastalığı olmak üzere pek çok sağlık problemine davetiye çıkarıyor.
Her şişmanda diyabet tabii ki olmuyor. Ama, şişman kişilerde diyabet riski 2-3 kat artıyor.
Hipertansiyon, kandaki kolesterol ve trigliseridin yükselmesi hep şişmanlık ve insülin direnci ile ilişkili olan diğer hastalıklardan bazıları.
İnsülin direncine ilave olarak bu sayılan durumlardan en az ikisinin bir arada bulunması “metabolik sendrom” tanısı koyduruyor.
Metabolik sendromu olanlarda, kalp krizi, beyin felçleri gibi ağır sorunların görülme sıklığı çok artıyor.
Bel çevresi ölçüsüne bakılınca, kadınlarda 88 santimetre erkekler ise 102 santimetrenin üzerinde olması insülin direnci riskini gösteriyor.
Hatta dünyada bu ölçüleri belirleyen uzmanlar yukarıdaki sınırların daha da aşağı çekilmesi gerektiğini söylüyorlar. Kadınlarda 80 santimetre, erkeklerde ise 94 santimetre olmasını öneriyorlar. Her iki ölçü de günümüzde geçerli.

8-12 Saatlik Açlığa Bakılıp Ölçülüyor

Bel çevresi ve insülin direnci arasında doğru bir ilişki var. En doğru değeri ise açlık insülin değeri veriyor. Damardan alınan kanda 8-12 saatlik açlığı takiben şeker, insülin değerleri ölçülüyor. Açlıkta 15 mikro ünitenin üstüne çıkması, insülin direnci varlığını gösteriyor. Birinci derece akraba anne baba kardeşlerde şeker olması, kendisinin gebelikte şeker geçirmiş olması, polikistik over sendromu, hipertansiyon, kan yağlarının yüksekliği, şişmanlık, 40 yaş üstünde olmak, hareketsiz yaşam diyabet hastalığının en önemli risk faktörleri arasında yer alıyor. Bu durumlardan ikisi bile varsa kişinin diyabet olmasını engelleyecek tedbirler almamız gerekiyor.

Zayıflamak İnsülin Direncini Yüzde 60 Önlüyor

İnsülin direncinin kırılması için en etkin yöntemler zayıflamak ve düzenli egzersiz. Kişi zayıfladığında insülin direnci de azalıyor. Zayıflamak şekeri önlemek açısından en etkin yöntemdir. Yüzde 60'a yakın oranda zayıflamayla önlenebiliyor. Bu kilo kaybının korunması lazım, yüzde 10 kilo kaybı uzun dönemde yararlı etkiler gösteriyor. Bunun yanı sıra, dirence etkili ilaç grupları da kullanılıyor. “Metformin” adlı ajanının olumlu etkileri kanıtlanmış. Bunun yanı sıra tiyazolidindiyon grubu ilaçlar da var. Bütün bu ilaçlar insülin hormonunun etki yollarını harekete geçiriyor, adeta kayalarla kapanmış bir yoldaki kayaları temizliyor.

Haftada Üç Gün Spor, Direnci Kırmaya Yardımcı

İnsülin direncini kırmak için yapılan her türlü sporun yararı var. Merdiven inip çıkmak bile yararlı, masa başında çalışırken saat başı kalkıp tur atmak bile önemli. Ancak, tıbbi etkileri olan egzersiz ise, haftada 3 saat yapılan ve kalp hızının 120'ye ulaştığı egzersiz oluyor. İnsülin direncini azaltan en etkin yol diyet ve egzersizin birlikte uygulanması. Yüzme, yürüyüş, bisiklet çevirme çok etkili, yararlı. Ancak önemle vurgulanmalı ki, egzersiz programına başlamadan önce mutlaka iyi bir kalp muayenesi yapılmalı.

Tip 2 Diyabet Çocuklarda Da Görülüyor

Çocuklarda da giderek artan düzeyde insülin direnci ve metabolik sendrom görülüyor. Çocukluk diyabetinin yaklaşık yarısı erişkinlerdekine dönüştüğünden, tip 2 diyabet çocuklarda da görülüyor. Çocukların gelecek yaşamını tehdit altına alıyor, bu nedenle ailelere büyük görev düşüyor. Çocukluk çağında bu adımlar atılmalı, düzenli spor alışkanlığı mutlaka verilmeli. İlerde şişman olmalarının önüne geçilmesi gerekiyor. Çocuklukta insülin direncini kıracak ilaçlar kullanmak gerekiyor.

Direncin De Ötesi, Metabolik Sendrom

Metabolik sendrom, insülin direnci sendromu denilen şekerin nokmal sınırı aşması, şişmanlık, kan yağları yüksekliği ve hipertansiyon ile ortaya çıkıyor. Bunlardan ikisiyle birlikte insülin direncinin görülmesi, metabolik sendrom tanısı konulmasını sağlıyor. Metabolik sendrom olan kişilerde kalp damar hastalığı riski, metabolik sendrom riski olmayanlara göre en az 2-3 kat daha artıyor. Metabolik sendrom ciddi ölüm riski taşıyor. Teşhis ve tedavisi bu nedenle çok önemlidir.

#74 - Şubat 27 2009, 20:06:22
Bu içindeki; olmayan beyninin değil aşk'sızlıktan guruldayan midenin sesi.
Sana hayvan dediğimde hayvanlar alınmıyor da sendeki bu tavır neyin nesi ?!


VÜCUT SAĞLIĞININ BAROMETRESİ SAÇLAR



Bakımlı saçlar, yüzyıllardır özellikle kadınlar için güzelliğin en önemli unsurlarından birisi. Öyle ki saçlarda meydana gelen her patolojik durum, kişide derin psikolojik sorunlara neden olabiliyor. Dolayısıyla saç problemleri kişiler için önemli bir stres kaynağı oluşturuyor. Anadolu Sağlık Merkezi’nden Deri Hastalıkları Uzmanı

Dr. Figen Akın, kadınlarda saç dökülmelerinin nedenleriyle ilgili bilgi verdi.

Kadınlarda; “yaygın” ve “erkek tipi” olmak üzere iki tip saç dökülmesi görülüyor. Erkek tipi saç dökülmesinde, özellikle saç üst kısımlarında seyrelme ve bu bölge saçlarında incelme gerçekleşiyor. Erkek tipi saç dökülmesi genellikle yumurtalık kistleri, hormonal bozukluklar ve böbrek üstü bezi büyümeleri sonucu oluşuyor.

Hızlı kilo kaybı saçların dökülmesine neden oluyor

Anadolu Sağlık Merkezi’nden Deri Hastalıkları Uzmanı Dr. Figen Akın, kullanılan ilaçlardan beslenme alışkanlıklarına kadar pek çok faktörün saç dökülmesi üzerinde etkili olabileceğini belirterek şu bilgileri verdi:

“Saç, vücut sağlığının spesifik bir barometresidir. Saç dökülmesinin yaygın nedenleri arasında tansiyon düşürücü, kan sulandırıcı, lipid düşürücü ve guatr ilaçlarının da araların da bulunduğu ilaçların yanı sıra radyasyon ve kemoterapi gibi kimyasal maddelere maruz kalınması yer alıyor. Hormonal nedenler ile sıkı diyetler ve hızlı kilo kaybı gibi beslenme faktörleri, anemi, gebelik, ateşli hastalıklar da saç dökülmelerinde etkili oluyor. Vitamin ve özellikle çinko ve selenyum gibi mineral eksiklikleri, yaşlılık, tiroid ve bağışıklık sistemi hastalıkları, yaygın veya bölgesel deri hastalıkları, psikolojik veya fiziksel stres gibi nedenler de saç dökülmelerine yol açıyor.

Saçın her gün yıkanması doğru değil

Deri Hastalıkları Uzmanı Dr. Figen Akın Saç dökülmesini önlemek için önce buna neden olan hastalıkların tedavi edilmesi gerektiğini söyledi ve saçın her gün yıkanmasının doğru olmadığına dikkat çekti:

“Saç dökülmesini önlemek için öncelikle altta yatan hastalıkların tedavi edilmesi gerekiyor. Bunun dışında beslenme alışkanlıklarına, özellikle proteinden zengin, karbonhidrattan fakir beslenmeye, yeşil sebze, süt, yumurta, baklagiller tüketimine dikkat edilmeli. Saça mümkün olduğu kadar boya, jöle, fön gibi fiziksel ve kimyasal uygulamalar yapılmamalı. Kışın soğuğa, yazın güneş ve deniz suyunun oluşturduğu kuruluğa karşı gerekli önlemler alınmalı. Saçı her gün yıkamak doğru değil. İki üç günde bir PH değeri 5,5 olan şampuanlar ile yıkamak yeterli. Saçı sık yıkamak saçın yağ dengesini bozar. Eğer bu hususlara dikkat edilirse zaten saç dökülmesi de en aza indirilir.”

Sonbaharda saçlar daha çok dökülüyor!

Sonbaharda saç dökülmesi diğer mevsimlere göre daha fazla oluyor. Bunun nedeni bu mevsimde sebze ve meyvenin az olması nedeniyle vitamin alımının azalmasıdır. Ayrıca havaların soğumaya başlamasıyla saçı besleyen kısım olan ve saç soğanı olarak adlandırılan bölgedeki kanlanmanın azalması, soğan kısmının boyutlarında küçülmeye neden oluyor. Bu da saçta dökülmeye yol açıyor. Fakat bir süre sonra bu dökülme kendiliğinden geçiyor. Devam etmesi durumunda bir doktora başvurmakta yarar var.

Gebelik döneminde saçların tümü büyüme evresine girerken, doğumdan üç dört ay sonra saçların hepsi dökülme evresine giriyor ve dökülüyor. Fakat bu, mevsimsel saç dökülmesi gibi geçici bir durum. Doğumdan sonra başlayan bu saç dökülmesi 6 ay ila 1 yıla kadar uzayabiliyor. Gebelik döneminde ek çinko kullanımıyla doğum sonrası meydana gelen saç dökülmesinin şiddeti azaltılabiliyor. Ayrıca gebelik döneminde demir eksikliğinin giderilmesi de bu dökülmenin azaltılması açısından önem taşıyor.

Sağlıklı saçlar için deniz mahsulleri tüketin

Saç dökülmesinin en önemli nedenlerinden birisi dengesiz beslenmedir. Sağlıklı saçlar için öncelikle;

Yeterli protein ve çinko (özellikle yumurta, deniz ürünleri, fasulye, ceviz ve süt),
B12 vitamini (karaciğer, börek gibi sakatatlar, deniz ürünleri ve süt),
Folik asit (yeşil yapraklı sebzeler, mısır ve mercimek),
Bakır (lahana, karnabahar ve diğer yeşil yapraklı sezeler)
Selenyum (deniz ürünleri, soğan, sarımsak) gibi vitamin ve minerallerin yeterli düzeyde alınmasına dikkat edilmesi gerekiyor.

Ayrıca sigaradan uzak durmak saç sağlığı için önem taşıyor.

Bilinenin aksine saçları kısa kestirmekle saçların gürleşmesi arasında doğrudan bir bağlantı bulunmuyor. Sadece saçların uzaması ile saç telleri daha kırılgan bir hale geliyor. Saç bu kırılmaların temizlenmesi ile daha kolay uzuyor ve daha canlı hale gelebiliyor.

#75 - Şubat 27 2009, 20:07:03
Bu içindeki; olmayan beyninin değil aşk'sızlıktan guruldayan midenin sesi.
Sana hayvan dediğimde hayvanlar alınmıyor da sendeki bu tavır neyin nesi ?!


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.