Lozan’ı kendi koşulları içinde Türk milletinin kazanımlarının bir başlangıcı değil de ulaşılmış en son bir aşama olarak gördüğünüzde bırakın Osmanlının devasa hinterlandı ve Misak’ı Milli sınırları içerisinde etkin ve yetkin olmayı, bugünkü sınırlarınızı dahi koruyamaz ve aynı zamanda ABD, evangelist ve Siyonist cephenin ürettiği politikaların objesi durumuna düşersiniz. Son zamanlarda alışılmadık bir şekilde bazı kesimler tarafından Lozan barış anlaşmasının bayram havasında kutlanması her şeyden önce Türk milletinin tarihsel ve toplumsal hafızasını yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmaktadır. Zira Cevdet Paşa’nın deyimi ile “tarih bilmeyen bireyler, pusula bilmeyen gemi kaptanlarına benzerler, hepsi de gemiyi karaya oturturlar.” Hele inançlarını yitirmişlerse gemiyi kurtarıp tekrar yüzdürmeleri ise asla mümkün değildir. Lozan antlaşması gibi bir çok antlaşmaya, imzalandığı dönemin sosyo-politik, askeri ve ekonomik koşullarını göz önüne almadan, hiçbir analitik bakışa ve kritiğe yer vermeksizin onu bir milletin kazanılmış en büyük zaferi olarak görmek, yahut en hafif şekli ile bir hezimet olarak nitelemek daha çok kendi tarihlerini ve tarih felsefesini inşa edemeyen sosyal muhayyilesi ve siyasal aklı alinasyona (yabancılaşmaya) uğramış toplumların karakteristik tarih anlayışını oluşturur. İşte Türkiye bu anlayışın sergilendiği tipik ülkelerden biridir. Zira global düzeyde dünyanın en muhteşem imparatorluklarını kurmuş, hakkın ve adaletin simgesi olmuş, tarihsel yürüyüşü en az M.Ö. 300’lerde başlamış bir milletin tarihini 1923’ten başlatmak kelimenin tam anlamıyla tarihsel hafızamızın, kendi tarihsel ve toplumsal kimliğimize aykırı olarak dönüştürüldüğünü, yeniden inşa edilip (reconstraction) tam bir yabancılaşmaya kanalize olduğunu ifade eder. Çünkü Lozan ne bir hezimettir ne de milletimizin ebediyete kadar kazanılmış muhteşem zaferidir. Misak-ı Millî sınırları korunamadı Lozan bir boyutu ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönemin koşullarında, gücü ölçüsünde işgal edilmiş ve parçalanmış devasa imparatorluktan, sadece Anadolu topraklarının kurtarılmasını ve bu topraklar üzerinden asla Osmanlının hiterlandı üzerinde hak ve siyasi etkinlik iddia etmeyeceğini ifade ettiği gibi; bir yönüyle de, referansları İslam’a dayanmayan, felsefi ve kuruluş ilkelerini kendisini işgal eden Batılıların aydınlanmacı ve modernist pradigmasından alan laik bir cumhuriyetin kurulmasını sembolize eder. Bilindiği gibi Lozan’da yapılan anlaşmada, bütün çabalara rağmen, misak-ı milli sınırları olarak kabul edilen Batı Trakya, On iki Adalar, Musul, Kerkük, Batum hatta halk tercihiyle bize katılan Hatay ilimiz dahi işgalcilerden alınamamıştır. Ancak bu durumu illa mutlak anlamda bir hezimet olarak nitelemek doğru değildir. Zira tarih bir övgü ve sövgü temeli üzerine kurulamaz ve anlaşılamaz. Doğrusu şudur ki, Ankara hükümeti Lozan’da ancak gücü ve diplomatik manevra kabiliyeti ölçüsünde başarı kazanmıştır.Yani yeni cumhuriyetin ve Türk delegasyonunun ne misakı- milli sınırlarını koruyacak gücü vardı ne de Osmanlının tüm mirasına sahip çıkmayı isteyen bir iradesi. Dolayısı ile Lozan’ı mutlak bir anlamda, kutsal bir başarı yahut dünyanın en kötü hezimeti olarak sunmak objektiviteden tamamen uzak bir yaklaşım tarzıdır. Ancak tarihsel, toplumsal ve siyasal derinliği olmayan bazı siyasilerin, yazarların, akademisyenlerin Lozan’ı ebediyete kadar Türk milletinin kazanmış olduğu nihai bir antlaşma olarak sunmaları uzak vadede emperyalistlerin amaçlarına hizmet eden mistifikasyonlardan başka bir şey değildir. Çünkü Lozan’ı nihai zafer kabul etmek zımmen global düzeyde hak ve adaleti merkeze alan imparatorluklar kurmuş bir maziden gelen Türkiye Cumhuriyeti’ni Anadolu topraklarına sıkıştırmayı, bölgesinde etkisiz ve yetkisiz bir devlet olmayı içine sindirmekle eş bir anlam taşır. Tıpkı Sevr anlaşmasında olduğu gibi, milletimizin Konya ve Kayseri havzasına haps edilmek istenmesi gibi. Filhakika Türkiye’nin derin stratejik sınırları, Edirne, Kars, Hakkari, Hatay ve İzmir’den başlamaz. Türkiye’nin derin stratejik sınırları en azından Batı’da Bosna Hersek, Doğu’da Batum, Bakü, Tebriz, Güneyde, Filistin, Şam, Bağdat, Musul, Kerkük, Telafer ve nihayet Kuzey’de Kırım ve Hazar havzasından başlar. Hattızatında buralarda vuku bulan her sosyo-politik, askeri ve ekonomik gelişmeler Türkiye’nin Jeostratejik ve Jeopolitik konumunu, durumunu, güvenliğini yakından hatta doğrudan ilgilendirir. Zira ülkemiz bu bölgelerden gelen milyonlarca vatandaşımızla doludur ve hakeza bu bölgelerde halen soydaşlarımız ve dindaşlarımız yaşamaktadır. Bundan dolayı Lozan’ı kendi milletinin tarihsel ve toplumsal kimliğine, kültürüne, değerlerine, sembollerine, anlam ve kavram çerçevelerine velhasıl sosyal ve siyasal muhayyilesine yabancılaşmış yarı aydın ve at gözlüğü ile meselelere bakan tarihçiler gibi aşılamaz en son kutsanmış bir zafer olarak görmek son tahlilde emperyalizme hizmet eden bir işlevi içerisinde barındırır. Neden? Çünkü Lozan’ı kendi koşulları içinde Türk milletinin kazanımlarının bir başlangıcı değil de ulaşılmış en son bir aşama olarak gördüğünüzde bırakın Osmanlının devasa hinterlandı ve Misak’ı Milli sınırları içerisinde etkin ve yetkin olmayı, bugünkü sınırlarınızı dahi koruyamaz ve aynı zamanda ABD, evangelist ve Siyonist cephenin ürettiği politikaların objesi durumuna düşersiniz. Ve maalesef özne olabileceğimiz politikalar üretemediğimiz gibi tam anlamıyla sınırlarımızı da koruyamıyoruz . PKK istediği şekilde Irak, Suriye, İran, Ermenistan üzerinden sızarak yerli işbirlikçilerin yardımıyla Türkiye’de hunharca eylemler yapmaktadır. Bilindiği gibi ABD Kongresi Lozan’ı kabul etmemiştir. Bunun siyasal ve diplomatik okuması gerçekte Türkiye sınırlarının ABD için tartışmalı olduğudur. Gerçi Lozan’ın altında imzası olan Avrupalı emperyalistlerde milyonlarca kilometre vatan toprağından güç bela kurtardığımız 780 bin kilometre kare toprağı ve coğrafi alanı içine sindirmiş değillerdir. Zira bu yargımızın en büyük delili bizim devletlülerin de zaman zaman itiraf ettği gibi sözde müttefiklerimizin etnik, kültürel ve insan hakları gibi kavramların şemsiyesi altında PKK gibi bölücü örgütlere açıktan siyasal, ekonomik ve lojistik destek vermeleridir. Bu, açıktan ta Malazgirt zaferinden itibaren Türkleri mutlaka Ural dağlarının ardına göndermek gerekir şeklimdeki Batılı ortak kanaati açığa vurmak demektir. İslâm dünyası köleleştirilmek isteniyor Bundan dolayı diyebiliriz ki; Türkiye ve müttefiklerimiz sayılan ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Yunanistan ve stratejik ortağımız olarak ilan edilen İsrail arasında, PKK üzerinden ilan edilmemiş, örtülü, halktan gizlenen gizli bir çatışma cereyan etmektedir, öyleyse Türk askerine ve milletine PKK vasıtası ile sıkılan bütün kurşunlar hakikatte, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi ile özelde Türk milletlini, genelde tüm İslam dünyasını köleleştirmek isteyen emperyalistlerin sıktığı kurşunlardır. Öyle ki, ülkemizdeki PKK ve bölücü örgütlerin hamisinin Batı olduğu artık ayyuka çıkmıştır. İşte bütün bunları milletimizin sosyal muhayyilesine dayanan siyasal bir akılla değerlendirdiğimizde şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır: Lozan’ı kıyamete kadar kazanılmış en büyük zafer olarak kabul etmek, gücümüz yetmediği için zorla giydiğimiz bu dar elbise ile yaşamayı kabul ettiğimizi, Türkiye’nin derin stratejik sınırlarını ilgilendiren bölgelerde hiçbir iddiamızın olmadığını, ABD; İsrail ve Siyonist cephe tarafından Ortadoğu’da sahnelenen politikaların küçük ve sadık bir takipçisi olarak kalacağımızı kabul etmekle eş bir anlam taşır. Yine Lozan’daki kazanımları yeterli saymak global düzeyde hiçbir medeniyet iddiamızın olmadığını, bölgesel bir güç olarak dahi tarih sahnesinde yer almak istemediğimizi, sınırlarımızın yanı başında olan tüm hadiselere bigane kalacağımızı deklare etmek anlamını içerir. Lozan’ı aşılamayacak bir şekilde milletimizin ulaştığı en son başarı gibi sunmak evrensel anlamda kendi tarihsel yürüyüşümüze uygun, bizi tarih sahnesinde var kılan milletimize hayat ve kimlik veren maddi ve manevi değerlerimizi merkeze alan bir tarih felsefesine ve dünya görüşüne sahip olmadığımızı onaylamak demektir. Tarih bilincimizi yeniden kazanmalıyız Velhasıl Lozan’ı devasa bir imparatorluk deneyimi ve kültüründen sonra, Türk milletinin geldiği en son aşama olarak nitelemek zımmen küçülmeyi, daralmayı, parçalanmayı içselleştirmek demektir. Çünkü Lozan bugünkü haliyle Türk milletine dar gelmekte, etrafında oluşan son derece hayati önem taşıyan hadiselere müdahele etme anlamında yetersiz bırakmaktadır. Bu coğrafyada devlet olan bir millet, Ortadoğu’nun yapısı ve jeopolitik konumu gereğince ya büyümek zorundadır ya da küçülerek koloni devlet haline dönüşmek. Tarihi tecrübe bu yargımızın en büyük delilidir. Zira küçülmeden, parçalanmadan büyümek zorunda olduğumuzu tarih ve coğrafya, aynı zamanda şanlı mazimiz biz istemesek de bir nevi bize dayatmaktadır. Biz Türk milleti olarak Lozan’da güç bela kazandığımız kazanımlarla yetinemeyeceğimize göre en azından tarihi bilincimizi yeniden kazanmak zorundayız. Böyle bir dönüşüm de Lozan’ı geldiğimiz en son aşama olarak gören politikalarla değil, onu geliştiren, aşan, kendi doğal uzantısı olan coğrafyalarda etkin ve yetkin bir politika realize etmekle mümkündür. Bunu başaramadığınız taktirde ABD, İsrail ve Avrupalı emperyalistlerin yanı başımızda Bağdat’ta, Musul’da, Kerkük’te, Filistin’de Tiflis’te, Bakü’ de, Balkanlarda, Bosna Hersek’te, Kafkasya’da hatta Kıbrıs’ta yaptığı operasyonları ve kuşatmaları engellemeniz mümkün değildir. Yine istemeyerek de olsa imzalamak zorunda kaldığımız Lozan’ı hiç bir şekilde kritiğe tabi tutmadan, analitik bir şekilde incelemeden hezimet veyahut en büyük başarı olarak sunmak gerçekçi bir tarihsel akılla bağdaşmaz. Batı’nın dayattığı çürütücü anlayıştan vazgeçilmeli Artık Batı’nın bize dayattığı çürütücü, ayrıştırıcı, çözücü, bunalım ve nihilite(hiçlik) üreten velhasıl öldürücü mikroplar taşıyan kültürünü, anlamlar ve kavramlar çerçevesini, bize ait olmayan bir tarih ve toplum anlayışını, körü körüne takip etmekten vazgeçmeliyiz. Öyleyse Lozan nedir? Neyi sembolize eder? Lozan şüphesiz ne bir hezimettir ne de kutsanması gereken büyük bir başarıdır. O milletimizin milyonlarca evladını şehit vererek yeni Türkiye Cumhuriyeti olarak tarih sahnesine çıkmasının en önemli diplomatik adımıdır. O büyük bir zafer yahut hezimet olmasının ötesinde, Türk milletinin yeniden büyük devlet olma sürecinde, sınırlı da olsa kazandığı kazanımların kilometre taşını oluşturan, yeni Türk devletini uluslararası arenada tescil ettiren bir anlaşmadan başka bir şey değildir. Yani o, ulaşılması gerken bir ideal değil, milletimizin muhtemel olarak yapmak zorunda olduğu büyük tarihsel yürüyüşünün sadece diplomatik bir başlangıcıdır. Yapılması gereken Lozan’ı kutsamak veya yerin dibine batırmak değil, onu istikrarlı bir büyüme, ayakları yere basan bir yapılanmayla, toplumun sosyal muhayyilesine (social imagination) dayanan siyasal bir akılla aşmaktır. DR. LÜTFÜ ÖZŞAHİN