Alternatifim Cafe

Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)

Discussion started on Tarih

Bir “nebbaş”ın başına gelenler

Bağdat’ta, bir âmâ ile karşılaşan evliya bir zat ona gözlerinin nasıl kör olduğunu sorunca adam, yaşadığı enteresan hadiseyi şöyle anlatır:

“Ben vaktiyle nebbaş (mezar soyguncusu) idim. Bir gün bana adaletiyle meşhur, yaşlı bir hakimden bahsettiler. Çok hasta imiş ve son anlarını yaşıyormuş. Onu ziyarete gidenlerle birlikte ben de gittim. Bana;

- Bak, ben artık bu dünyadan göçüyorum. Öldüğüm zaman benim kefenimi çalma! dedi ve kefenin değerinden fazla miktarda bir parayı da elime tutuşturdu...

“Hakimin mezarını açtım!”
Kısa bir zaman sonra o âdil hakim dünyadan göçüp gitti. Fakat benim içimi bir fitne aldı. İlla da gidip kefenini soymak istiyordum. Adam bana parasını vermişti ama, “olsun” dedim. “Bu daha iyi, kâr üstüne kâr yapmış oluruz. Adam nasıl olsa öldü. Kalkıp da bana bir şey söyleyeceği yok ya!” dedim ve gidip hakimin mezarını açtım. Kefeni almak için kabre girdiğimde, karşıdan öyle heybetli iki kimse geldi ki, ben şaşkına dönmüştüm. Hiçbir şey yapamadan kabrin içine çömelip kaldım. Ben kefen soymak şurada dursun tir tir titriyordum korkumdan.

Gelenler, hakimin etrafında dolaşıp bir yerinde sakatlık olup olmadığını kontrol ediyorlardı. Her tarafını muayene ettiler. Hiçbir noksanlığı yoktu. “Ne mübarek bir zatmış, hiçbir isyanı yok” diyorlardı. Her tarafını iyice muayene ettikten sonra sağ kulağında bir miktar akıntı gördüler. Acaba bu akıntı neden olmuştur diye biri diğerine sordu. Öbürü şöyle söyledi:

“Zalim olduğuna hükmettiler!”
- “Bu çok adaletli bir hakimdi. Bir davada, bir tanıdığı ile tanımadığı, yabancı bir adamın muhakemesi vardı. Hakim her ikisini de dinledikten sonra tanıdığı zatı haksız gördü ve adaletle hükmetti. Lâkin tanıdığı zat konuşurken, ona daha fazla kulak verip onun söylediklerine daha çok dikkat etmişti, işte bu kulağındaki akıntı bundandır” dedi.

Bu heybetli zatlar aralarında konuşmaya devam ediyorlardı. Hakimin bu hareketinden dolayı zalim olduğuna hükmettiler ve azap edilmesine karar verdiler. Birisi;

- Buna şimdi ne ceza vereceğiz? dedi. Ötekisi;
- Bunun kabrini ateşle doldurmamız gerekiyor, dedi ve orası öyle şiddetli bir ateş yığını içinde kaldı ki, gözlerim hiçbir şeyi görmez oldu. İşte benim kör olmama sebep budur...”
#1 - Eylül 17 2008, 21:04:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Allah adamına itirazın sonu!..

Birçok evliyanın hayatını kaleme alan Reşâhat kitabının müellifi Ali bin Hüseyin el-Vaiz enteresan bir hadiseyi şöyle hikâye ediyor: Bir gün Şeyh Abdülkebir hazretlerinin meclislerine girdim. Harem seyyidleri, şeyhleri, âlimleri ve fakihlerinden, meclislerinde pek çok kişi vardı. Şeyh hazretleri ilâhî marifetten söz ediyorlardı. Fakih geçinen ve Allah ehli ile olanların kelâmlarını inkâriyle tanınan kaba bir adam şeyh hazretlerine itiraz etmeğe yeltendi...

Susturmak istediler, fakat...
Mecliste bulunanlardan biri onu dürterek “sus!” diye ihtar etti. Adam mukabele etti:
“Eğer akıl dışı konuşursam bana mâni olunuz! Fakat sözlerim meşru ve makul ise mâni olmayınız!”
O zaman Şeyh hazretleri bana döndüler ve;
“Ey yabancı, beni bu adamdan kurtar!” buyurdular.
Yüzsüz adam ağzını açtı ve şeyhe şöyle hitap etti:
“Ben size zulüm ve sitem mi ediyorum ki, kurtulmak istiyorsunuz?”
Şeyh hazretleri adama hışımla bakarken o devam etti:
“Söylediğiniz bir sözden bana şüphe düştü. Cevap istiyorum! Bu derecede mübalağanın ne manası vardır?”
Şeyh hazretleri aynı hışım ve gazap içinde “Şüphen neymiş? Söyle!” buyurdular.
Fakat o anda olanlar oldu! Adam ağzını açamadan yüzüstü düştü. Bir kilim getirip kaba, patavatsız adamı içine koydular ve dışarı çıkardılar. Şeyh hazretleri geçtikleri hususî dairelerinden henüz dönmemişlerdi ki, adam, kilimin üzerinde can verdi...

“Affetseler olmaz mıydı?”
Bir başka gün Şeyh hazretlerini ziyarete gitmiştim. O âlim geçinen ve aniden ölen adam hakkında, hatırımdan şunlar geçti:
“Ehlullah, kerem ve mürüvvet sahipleridir. O adam ise bunların bâtınlarından gafil, kaba bir kimse idi... Affetseler olmaz mıydı?”
Şeyh hazretleri bu düşüncemi anladılar ve şöyle buyurdular:
“İki tarafı da keskin bir kılıcı kabzasından duvara sağlam şekilde tuttursalar; birden çıplak ve gafil biri gelip bütün kuvvetiyle o kılıca çarpsa, kılıcın bunda ne günahı olur?”
Evet, kafamdaki sorular cevabını bulmuştu...
#2 - Eylül 17 2008, 21:05:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şair Nef’î’yi idama götüren hicivleri!..

Şair Nef’î Efendi, Saraydakilerle alay eden şiirler söyler, yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekerdi... İşte bunlardan biri de Vezir Tahir Efendi idi. Ona da hakaret ettiğinden, Tahir Efendi Nef’î’ye “Kelb” demişti. Nef’î de hemen bir şiirle ona cevab verdi:
“Bize kelb demiş Tahir Efendi/İltifatı bu sözüyle zahirdir/Maliki’dir benim mezhebim zira/İtikadımca kelb, tahirdir...”

Şeyhülislam ikaz etti!
Zamanın Şeyhülislamı onu ikaz etmiş, bir Müslümanı kötülerken aşırı gidilirse küfre düşülebileceğini söylemişti. Nef’i de buna karşılık olarak;
“Müftü efendi bize kâfir demiş/Tutalım ben O’na diyem Müslüman/Lâkin varıldıkta ruz-ı mahşere/İkimiz de çıkarız orada yalan...” diyerek cevap vermişti...
Daha sonra tahta çıkan Sultan 4. Murad Han onu Başkatipliğe tayin etti, fakat kimseye ilişmemesini söyledi. Her ne kadar Nef’î, Padişaha bu konuda söz verse de, yaradılışı icabı, kalemini durduramayıp Sadrazam Bayram Paşa hakkında bir hicviye yazdı:
“Gürcü hınzırı, a samsun-ı muazzam, a köpek/Nerde sen, nerde sadrazamlık, a köpek/Vay ol devlete kim ola mürebbisi anun/Bir senin gibi deni cehl-i mücessem, a köpek...”

“Mübarek teriniz damladı!”
Sadrazam bundan son derece incindi. Fakat saray terbiyesi icabı, kimse bunları Padişaha bildirmiyordu. Padişah hasbelkader bunun farkına varınca, onu son defa ikaz etti. Fakat tıyneti icabı, işi daha da ileri götürdü. Halife-i Müslimin olan Padişaha, her zaman yüzüne karşı methiyeler düzdüğü halde, günün birinde onu tenkid eden, alaycı bir şekilde hicveden “Sihâm-ı Kazâ” isimli şiiri yazdı. Padişah bunu öğrenince, onun cezalandırılmasını istedi. Fakat kurnaz Nef’î, hemen saraydaki zenci ağalardan birine giderek Padişahın kendisini affetmesi için bir dilekçe yazması için yalvardı. Saray ağası dayanamayıp bir dilekçe yazdı. Tam imzalarken, kalemden bir damla siyah mürekkep kağıda damladı. O anda şairin hiciv damarı kabardı ve o zor anında bile zenci saray ağasını renginden dolayı kötülemek için “Mübarek teriniz damladı efendim” deyiverdi. Bu onun son sözleri oldu ve zenci saray ağası Nef’î’yi hemen cellada teslim etti. (26 Ocak 1635) yılında idam edildi...
#3 - Eylül 17 2008, 21:06:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“İbn-i Hüvârâ” Ebû Bekr el-Betâihî


Ebû Bekr el-Betâihî (İbn-i Hüvârâ) Irak’ta yetişen evliyânın büyüklerindendir. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. O zamanda Irak’ta bulunan evliyâ arasında şânı yüce, kadri yüksek bir zât idi. Evliyâdan birçoğu kendisine talebe olup ilim öğrenmiş, istifâde etmiştir...
Önceleri, Betâih beldesinde yol kesicilik yapardı. Bu yolda berâber oldukları arkadaşları vardı. Bu da onların reîsi idi. Bir gece tenhâda, bir kadının, kocasına; “Çabuk buraya gel! Nerede ise İbn-i Hüvârâ ve arkadaşları gelip bizi bulurlar, yakalarlar” dediğini duydu.

“İnsanlar benden korkuyorlar”
O anda gizliden de bir ses; “Allahü teâlâdan korkma zamânın gelmedi mi?” diyordu. Bu sözler çok tesir etti. Ağlamaya başladı. “İnsanlar benden korkuyorlar, ben ise Allahü teâlâdan korkmuyorum. Olacak iş değil” dedi. Tövbe edip Allahü teâlâya yöneldi. Arkadaşları da tövbe edip, haydutluktan vazgeçtiler. İbn-i Hüvârâ, bundan sonra tam bir dönüşle Allahü teâlâya yöneldi. Tam bir sıdk, ihlâs ve kuvvetli bir irâde ile Allahü teâlâya giden yolda ilerlemeye, yükselmeye başladı. Allahü teâlânın lütfu, inâyeti ve tevfîki ile kısa zamanda velîlerden oldu ve şânı yüceldi.
Ebû Bekr el-Betâihî, hazret-i Ebû Bekir’in rüyâda kendisine hırka ve takke giydirdiği ilk zâttır. Ebû Muhammed Şenbekî ve başka birçok velî, kendisinden ilim ve feyz aldı...

“Rabbimden ahid, söz aldım”
İnsanlar akın akın gelip, bu mübarek zatın bereketli sohbetlerinden istifâde ederlerdi. O zamandaki evliyâ ve âlimler, ona; saygı, hürmet ve tâzimde ve sözlerine îtibâr etmekte ittifak hâlinde idiler. Bir ihtilâf meydana gelirse, son söz onun olurdu. Hal ve hareketleri, sûreti, ahlâkı çok güzel idi. Tam bir edep ve tevâzu sâhibi idi. Dînin hükümlerine uymakta çok sabırlı ve gayretliydi. Bunda gevşeklik göstermezdi. Dîne bağlı ve Ehl-i sünnet îtikadında olanlara çok ikrâmda bulunurdu.
Bu mübarek zat vefat ederken buyurdu ki:
“Kırk çarşamba kabrimi ziyâret edene, sonunda kendisine Cehennemden kurtulduğuna dâir berât verilir.”
“Benim türbeme giren bir cesedi ateşin yakmaması için Rabbimden ahid, söz aldım.”
#4 - Eylül 17 2008, 21:06:47
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Seyyid Zeyd bin Zeynel’âbidîn

Zeyd bin Zeynel’âbidîn, Tâbiînden ve fıkıh âlimidir. Hazreti Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Zeynel’âbidîn’in oğludur. İlk önce babasından ders almaya başladı. Daha sonra ağabeyi Muhammed Bâkır, Ebân bin Osman, Urve bin Zübeyr, Abdullah bin Hasan, Abdullah bin Ebî Râfi’ gibi âlimlerden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti. Medine’den başka diğer İslâm memleketlerini de dolaşarak oralarda ilim tahsil etti. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından bazılarını gördü.

Zamanının bir tanesi idi...
Zeyd bin Zeynel’âbidîn, fıkıhta ve kırâat ilminde zamanının bir tanesi idi. Hitâbette eşi yoktu. Güzel konuşmaları ile etrafındakilerin dikkatini çeker, dinleyenlere sözleri tesîr ederdi.
Âlimler onun için şunları söylemiştir: “Zeyd’i her gördüğümüzde, yüzü daima aydınlık ve nurluydu.”
Zamanındaki bölücüler, Zeyd hazretlerinin değişik memleketlere ilim için yaptığı seyahatleri bahane ederek Halife’yi aleyhine kışkırttılar. Onun ilim için dolaşmayıp, hilâfete geçmek için çevresine adam topladığını söylediler. Halife de O’nun Medine dışına çıkışını yasakladı. Fakat o mübarek bir fırsatını bularak Kûfe’ye gitti. Orada Ehl-i beyt taraftan gözüken bölücülerin kışkırtması ve Halife’nin yakalattıracağı endişesiyle savaş için hazırlanmaya başladı. Kendisine binlerce kişi bîat etti. Başka şehirlerden de yardım vaat ettiler...

“Sen de düşman olmalısın!..”
Halife’nin askerleri Kûfe’ye yaklaştıkları sırada taraftarları gözüken münafıklar Zeyd hazretlerine “Biz Ebû Bekir ve Ömer’e düşmanız, sen de düşman olmalısın” dediler. O da, “Büyük dedem olan Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem” dedi. Bunun üzerine dört yüz kişi hariç, diğerleri onu savaş alanında terk ettiler. Zeyd hazretleri, bunlara “ve kad rafadûnî” dedi. (Beni terk ettiler) mânâsına gelen bu sözden dolayı, hıyânet edenlere “Râfızî” denildi. Bu sözler, Zeyd hazretlerinin son sözleri oldu. 122 (m. 740) senesinde yapılan savaşta şehîd edildi...
#5 - Eylül 17 2008, 21:07:37
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Medine yollarında... Cündeb bin Damre

Cündeb bin Damre, çok zengin ve çok yaşlı ve dört erkek evlâd sahibi Mekkeli bir Müslümandı. Hicret edememeşti. Birçok Müslüman Mekke’den Medine’ye; Resulullah’ın yanına göçmüşken O’nun hâlâ Mekke’de durup kalması yüreğini yakıyordu. Nisâ sure-i şerifesi, bu yangını harlandırdı; ihtiyar çınar tutuştu. Sure-i şerifede mealen “Mü’minlerden mazereti olmadan yerlerinde oturup kalanlar; elbette mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar!..” diye buyuruluyordu... Cündeb radıyallahü anh, Rabbine yalvarmaya başladı:

“Bu şehirden rızkımı kaldır!”
“Allahım! Hicret etmemek için benim hiçbir mazeretim yok! Buna rağmen hâlâ buradayım! Halbuki Habibin Medine’de. Ey Allahım! Benim bu şehirden rızkımı kaldır. Beni müşriklerin yanından ayırarak hicret yurduna gönder. Oraya gitmek, Resulünle olmak; O’nun hizmetinde bulunmak istiyorum...”
İhtiyar Müslüman, çok geçmeden hastalandı. Evlâdları yatağının önüne diz çöktüler; onlara buyurdu ki:
- Beni Mekke’den çıkarın!
- Nereye çıkaralım babacığım, nereye gitmek istiyorsun?
- Hasretinde olduğum yere; hicret yurduna... Resul aleyhisselamın yanına.
Evlatları “Peki babacığım” dediler ve hemen, hiç vakit kaybetmeden mübarek sahabiyi bir deveye bindirerek yola koyuldular...

Hicret sevabına kavuştu...
Hayvanın üzerinde hasta ve yaşlı bir insan; önde uzayıp giden sapsarı çöl, tepede yakıcı güneş var ama elde özlenilen Medine’ye kavuşacak kadar ömür var mı? Hayır... Ne yazık ki Cündeb hazretlerinin ömrü Medine yakınlarına varıldığında bitti...
Şimdi Eshab-ı kiramda bir merak:
- Acaba, diyorlar. Cündeb bin Damre muhacir mi; hicret sevabına kavuştu mu?
Nisa suresinin yüzüncü ayet-i kerimesi geldi... Evet; Cündeb radıyallahü anh Medine’ye varamamış olsa da; hicret etmiş ve hicret sevabına da kavuşmuştu...
#6 - Eylül 17 2008, 21:08:20
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Önümde ateşten bir dağ var!..”

Mâlik bin Dînâr hazretleri, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Büyük velî Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. Ömrünün büyük bir kısmını Basra’da geçirdi. İyi halleri ve çok kerâmetleri görüldü. Güzel ahlâkı dillere destan oldu...
Bu mübarek zat buyurdu ki: “Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi, vaaz ve nasîhati gönüllerden silinir gider.”

Yahudi bir komşusu vardı...
Kira ile bir ev tutmuştu. Komşusu ise bir Yahudi idi. Bu evin bir duvarı Yahudinin duvarıyla bitişikti. Yahudi yaptığı pisliği bu duvara atarak devamlı kirletmeyi âdet haline getirmişti. Uzun bir zaman geçmesine rağmen bir şikâyet gelmediğine hayret eden Yahudi, Mâlik bin Dinar’a gelerek, heladan, pis kokudan rahatsız olup olmadığını sordu. Mâlik bin Dînâr hazretleri ise rahatsız olduğunu, fakat yıkayıp temizlediğini bildirdi. Yahudi hayret içinde bu sıkıntıya niçin katlandığını sorduğunda, cevaben;
“Allahü teâlânın rızâsı için.” Çünkü o buyurdu ki: “...Ve öfkelerini yutup insanları affedenler...” (Âl-i İmrân 134)
Yahudi bunun üzerine “Ne iyi bir din ki, Allah’ın dostu, Allah’ın düşmanının verdiği eziyetlere katlanmakta, asla feryâd etmemekte, kimseye söyleyip şikâyet etmemektedir” diyerek Müslüman oldu...

Bir hasta ziyaretine gitmişti!..
Bir gün hasta ziyâretine giden Mâlik bin Dînâr hazretleri durumu şöyle anlatıyor:
“Hastanın hâlinden, ölüm durumunun yakın olduğu anlaşılıyordu. Kendisine Kelime-i şehâdeti telkin etmek (söyletmek) için uğraştım. Fakat ne kadar uğraştımsa da söylettiremedim. O durmadan ‘on, on bir’ diyordu. Sonra kendisine gelip bana;
-Ey Üstadım! Önümde ateşten bir dağ var! Ne zaman şehâdet kelimesini söylemeye çalışsam, bu ateş bana hücum ediyor, dedi.
Bunun üzerine mesleğini sorduğumda; malını ribâya veren, faiz yiyen, ölçü ve tartıda hile yapan biri olduğunu anladım...”
#7 - Eylül 17 2008, 21:09:01
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kırâat âlimi ve hattat Müştâk Efendi


Müştâk Efendi Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Muhammed Mustafa Müştak’tır. Anne tarafından soyu Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerine ulaşır...

Müştâk Efendi, 1758 (H.1172) senesinde Bitlis’te doğdu. 1831 (H.1247) senesinde bozuk itikatlı kişiler tarafından şehîd edilen Müştâk Efendi, Muş Kabristanında medfundur.
Bu mübarek zat, Hakkârî beylerinden olduğu halde dünyâ malı ve rütbelerinden yüz çevirmişti. Babalarından kendilerinin idâresine giren yirmi yedi köydeki ne kadar mal varlığı ve geliri varsa, hepsini terk etmişti. Mânevî saltanat ona, dünyânın yanında üstün ve kıymetli olmuştu...



Mânevî iltifâtlara kavuştu...
Müştâk Efendi, tahsîlini Bitlis ve civârında yaptı. Amcası Hacı Mahmûd Hocadan okudu. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Kırâat ilminde üstün bir dereceye yükseldi. Hattat olup, çok güzel yazı yazardı.
Amcası Hasan Şirvânî’nin sohbetlerinde kalb gözü açıldı ve tasavvuf yolunun basamaklarından seyr ve sülûku tamamlayınca Bağdât’a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bu ziyârette mânevî iltifâtlara kavuştu.
Müştâk Efendi 1790-1814 senelerinde İstanbul’a geldi. Konya’ya hazret-i Mevlânâ’yı ziyârete gitti. Orada bereketlenmek için Mesne-
vî-i Şerîf okuttu. Konya eşrâfından çok yakınlık ve sevgi gördü.
Her İslâm âlimi gibi bu mübarek zat da hocasını çok sever ve;
“Pîrimiz, sultânımız Hâcı Hasan Şirvânî’dir.
Ahseni takvîme hayrân olmuşuz, hayrânıyız” beytini çok okurdu...

“Şehîdlik rütbesini ihsân et!”
Müştâk Efendi, İstanbul’a oradan da Muş’a giderek insanlara ilim öğretmeye devâm etti. Muş’ta iken bozuk îtikâd sâhibi kimselerin hücûmuna uğradı. Dergâhında el açıp;

“Yâ Rabbî! Bu âciz kuluna şehîdlik rütbesini ihsân et. Ancak o zaman sevgili kulun Hasan’ına (amcası ve aynı zamanda hocası olan Hasan Şirvânî’yi kasdediyor) kavuşurum” diye duâ ve niyâzda bulundu. Duâsı kabûl edildi. Evinde seccâdesi üzerinde iken boğularak şehîd edildi. Seccâdesinin altından bir kâğıda yazılı şu na’t-ı şerîf çıktı:

“Yâ Resûlallah! Ulüvv ü şân senin,
Server-i kevneynsin, fermân senin,
Dest-i hükmünde şehâ çevgân senin
Top senin, cevlân senin, meydân senin,
Söz senin, sohbet senin, devrân senin.”
#8 - Eylül 17 2008, 21:10:00
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bir şefkat timsali Pertevniyal Sultan

Pertevniyal Sultan (1812-1883) Osmanlı Padişahı Abdülaziz Hanın annesi ve II. Mahmud Hanın hanımıdır. 1829 yılında II. Mahmud Hanın hanımı oldu. 10 yıllık bir evlilikten sonra Padişah vefat etti. 25 Haziran 1861 tarihinde Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine oğlu Abdülaziz Han tahta geçince Pertevniyal Sultan da “Valide Sultan” unvanını aldı. Oğlunun bütün saltanatı boyunca Valide Sultan kaldı.

İstanbul’u çeşmelerle donattı
Bu mübarek kadın, hayır hasenat işlerine çok önem verirdi. Pertevniyal Lisesi’ni ve Pertevniyal Valide Sultan Camii’ni yaptırdı. İstanbul’un çeşitli yerlerini çeşmelerle donattı. Bunlardan bazıları, Karagümrük’te Pazar Meydanı arkasında, Defterdar’da ve Şehremini’dedir. Aksaray’daki kendi ismini taşıyan caminin avlu kapısındaki çeşme ise en güzel mimari eserlerdendir.
Oğlu vefat edince “Valide Sultan”lık dönemi bitti ama 7 yıl daha yaşadı. 5 Şubat 1883 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etti. İstanbul’un Aksaray semtinde bulunan kendisinin yaptırmış olduğu Valide Sultan Camii’ndeki Pertevniyal Sultan Türbesine defnedildi.
Pertevniyâl Vâlide Sultan vefat ettiğinde, kendisini sâlih bir kimse rüyâsında güzel bir makâmda gördü ve sordu:
- Yaptırdığın cami dolayısıyla mı bu makama yükseldin?”
Pertevniyâl Vâlide Sultan;
- Hayır, dedi.
O sâlih zât şaşırarak;
- O hâlde hangi amelinle bu mertebeye ulaştın? diye sordu.

“Merhametimden dolayı kavuştum”
Vâlide Sultân şu ibretli cevabı verdi:
- Çok yağmurlu bir havaydı. Eyüp Sultan hazretlerini ziyârete gidiyorduk. Yol üzerinde kaldırım kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki hizmetçiye “Git, şu kediciği al, yoksa zavallı boğulacak!..” dedim. Hizmetçi ise; “Aman Sultânım! Üstümüz kirlenir” deyip getirmek istemedi.
Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım, doyurdum. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi. Allahü teâlâ bu yüce makamı, işte o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana ihsân eyledi...
#9 - Eylül 17 2008, 21:11:45
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bir gönül sultanı Abdülehad Nuri

İstanbul’da yetişen evliyanın büyüklerinden olan Abdülehad Nuri hazretleri, Miladi 1594 yılında Sivas’ta doğmuştur. Sultanahmed, Ayasofya ve Bâyezıd camilerinde yıllarca “Cuma Vaizliği” yaparak insanlara her konuda rehber olmuştur... Resulullah efendimizin işaretleri ile tüm tarikatların manevi terbiye ve taçları Abdülehad Nuri hazretlerine verilmiştir. Tarihe büyük bir olay olarak geçen, Kadızade’nin cehli zikir ehline karşı almış olduğu tavır ve birtakım isnadları çürüten risaleleri meşhurdur. Yirmi iki de Türkçe kitabı mevcuttur...

“Size âlemin kutbu diyorlar!”

Çok kerameti görülen Abdülehad Nuri hazretleri bir gün Süleymaniye Camii’nde vaaz ederken kürsüye küçük bir kâğıt konulur. Âdeti olduğu üzere vaazdan sonra okurlar. Kâğıtta “Size âlemin kutbu Gavs-ı Azam diyorlar. Eğer kutub iseniz beni burada hemen helak edin” diye yazmaktadır.

Bunun üzerine Abdülehad Nuri hazretleri “Taassup kişiyi ne makama götürürmüş. Sübhanallah! Biz bir aciz hakiriz. Halk bizi kutub olarak biliyor. Hak teala onları tasdik etsin. Lakin kutub olanlar ‘ya, tabii’ deyip kadir olduğu şeyi yapar mı sanırsınız? Kutublara cefa edildikçe onlar af ile muamele ederler. O mertebelere de bu vesile ile erişirler. Lakin evliyaullah kabzası yerde kılıç gibidir. Bir adam o kılıca vurursa kabahat kılıcın mıdır, vuranın mıdır?” der.

Abdülehad Nuri hazretleri dışarı çıkarken biri ağlayarak yanına gelir ve “Aman sultanım, hatamı anladım affımı rica ederim” derse de, Abdülehad Nuri hazretleri “Cenab-ı Hak, kurtulmuşların imanı ile ruhu teslim ettirsin” der ve adam o anda vefat eder...

“Bizim halimizi sen bilirsin!”

Bu mübarek zat, 1651 yılı Muharremi’nin sonlarına doğru hastalanır... Valide Sultan, IV. Mehmed, Vezir-i azam ve Şeyhülislamın gönderdikleri hekimleri kabul etmeyen bu gönül sultanı, “Lokman-ı Zaman” olarak bilinen Kazganizade Süleyman Ağa’nın ısrarını kıramayarak kabul eder ve der ki:

“Süleyman Ağa, bizim halimizi sen bilirsin, biz davet olunduk bizi bekliyorlar, Rabbil âlemini tercih ettik...”

Hastalığının yedinci günü abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra, cuma günü ikindi vakti sonrası ruhunu teslim etti...
#10 - Eylül 17 2008, 21:13:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kûfe Kadısı İyas el-Müzenî


İyas bin Muaviye el-Müzenî, Hicri 46. yılda Arabistan’da doğdu. Müzeyne kabilesine mensup çocukta, çocukluğundan itibaren asalet ve zekâ işaretleri belirdi. Ailesiyle birlikte Basra’ya gitti, orada yetişti ve tahsilini orada yaptı. Halife Ömer bin Abdülaziz onu Kûfe’ye kadı olarak tayin etti. Vefatına kadar da bu vazifede kaldı...

Çetrefil bir dava gelir!..
Kadı İyas, içinden çıkılmaz zannedilen pek çok davayı çözüme kavuşturmuştur. Bunlardan birisi şöyledir:
İki arkadaş ona birbirlerini şikâyet ettiler. Birisi, diğerine parasını emanet olarak verdiğini, isteyince de öbürünün inkâr ettiğini iddia etti. Kadı İyas, dava edilen adama verilen emanetin durumunu sordu. Adam onu inkâr etti ve şöyle dedi:
-Arkadaşım, delili varsa, getirsin. Değilse, benim yemin etmem gerekir.
Kadı İyas, parasını emanet olarak veren adama dönüp;
-Malı ona nerede verdin? dedi. Adam;
-Şöyle bir yerde, dedi. Kadı İyas;
-Orada ne vardı? dedi. Adam;
-Büyük bir ağaç vardı. Birlikte ağacın altında oturup gölgesinde yemek yedik. Ayrılmaya niyet edince, ona paramı emanet olarak verdim, dedi. Kadı İyas ona şöyle dedi:
-Ağacın bulunduğu yere git, belki oraya vardığında, paranı nereye koyduğunu ve ne yaptığını sana hatırlatır. Sonra da gördüklerini bana bildirmek için yanıma gel.
Adam gitti. Kadı İyas, davalıya;
-Arkadaşın gelinceye kadar otur, dedi ve o da oturdu. İyas hazretleri, oradaki diğer davacı ve davalılara dönüp onların davalarını incelemeye başladı. Bir taraftan da öbür dâvâlıyı gizli gizli gözetliyordu.
-Arkadaşın parayı sana verdiği yere ulaştı mı acaba? dedi. Adam boş bulunarak;
-Hayır, orası buraya uzaktır, dedi. Kadı İyas ona;
-Ey yalancı! Parayı aldığın yeri bildiğin halde onu inkâr ediyorsun ha! dedi. Adam şaşkınlıktan donakaldı ve emanete hıyanetini ikrar etti...

Rüyasında babasını görür...
İyas bin Muaviye 76 yaşına ulaşınca, rüyasında kendini ve babasını iki ata binmiş olarak gördü. İkisi birlikte koştular, ne o babasını ne de babası onu geçebildi. Onun babası 76 yaşında ölmüştü.
Kadı İyas bir gece yatağına çekildi ve ailesine şöyle dedi:
-Bu gecenin hangi gece olduğunu biliyor musunuz? Onlar;
-Hayır, diye cevap verdiler. O;
-Bu gece babam ömrünü tamamlamıştı, dedi. Sabah olunca onu ölü buldular...
#11 - Eylül 17 2008, 21:14:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“O’na gidiyorum gelen var mı?..”


Ebû Abdullah Muhammed bin Yahya, Yemen’de yaşamış olan fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir.

Ebû Abdullah hazretleri Aden şehrindeki âlimlerden fıkıh ilmini öğrendi ve Hanbeli mezhebinde söz sahibi oldu. Uzun seneler Aden şehrindeki Mescid-i Tevbe adı ile meşhur olan camide ders verdi. İnsanlardan başka cinlere de fetva verirdi.

Fıkıh ilminden başka tasavvufta da yüksek derecelere kavuşmuşan bu mübarek zatın kerametleri Yemen halkı arasında yayılmıştı. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:


Dostluğun anahtarı...
“Minnet sâhibinin ihtiyâcını görmek, dostluğun anahtarıdır.”
“Kişinin aklı, hilmi ve yumuşaklığı, cömertliği, ayıpların?? örter. Her hâlinde doğru olması, onu kuvvetli kılar.”
“Allahü teâlânın emrettiği şeylere uy! Kim Allahü teâlânın emirlerine uyarsa, sağlam bir kale içinde hıfz olunmuş korunmuş olur.”
“Allahü teâlâ bir kimseye iyilik ile muâmele ederse, ondan kerâmetler zuhûr eder.”
“Kalpten riyâ hastalığı, ihlâs ile, yalan hastalığı ise, doğruluk nûru ile giderilip tedâvî olunur. Kim nefsinin arzu ve isteklerine muhâlefet eder karşı çıkarsa, Allahü teâlâ onu, ünsiyet, dostluk ve muhabbet makâmına kavuşturur.”
“Dâima şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arz etmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.”


“Ölüm tatlı bir bahardır”
Ebû Abdullah Muhammed bin Yahya hazretleri 1277 (H.676) senesinde Yemen’in Aden şehrinde vefat etti. Son nefesinde buyurdu ki:

“Ölümü hatırlayan, uzun emeli unutur. Allah ve Resulünü seven, onlara kavuşmak ister. Dünyasını mamur, ahiretini viran eden, ölümü istemez. Bize ölüm tatlı bir bahardır. Allah birdir. Muhammed aleyhisselam onun kulu ve Resulüdür. O Resul ki aşkın, sevginin, şefkatin, merhametin kaynağıdır. Bütün hayırların neşredildiği ışıktır, nurdur. Gelen var mı, ben O’na gidiyorum...”
#12 - Eylül 17 2008, 21:15:17
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yalancı şahitliğin sonu böyle rezil olmaktır!..


Vaktiyle Durmuş adında bir şaklaban vardı. Bu adam hem kervanbaşıydı hem de kervanda bulunanları eğlendiriyordu. Bir gün kervan bir şehrin kenarında konakladı. Durmuş, ihtiyaç için çarşıya gitti, dükkanlara bakarken yanına birisi sokuldu ve Durmuş’a şöyle bir teklifte bulundu:

-Merhaba ahbap! Sen burada ne yapıyorsun? Benim tam senin gibi bir adama ihtiyacım vardı. Mahkemede bana yalancı şahitlik yaparsan sana bir kese altın vereceğim!..

Teklifi hemen kabul etti!..
Durmuş teklife balıklama atladı ve hemen kabul etti. Beraber mahkemeye gittiler...

Davacının öğrettiği şekilde hakimin huzurunda, Durmuş yalancı şahitliğini yaptı...

Hakim adil ve zeki bir insandı. Onun arkasından iki adam gönderdi. Gözcüler Durmuş’u davacıdan altınları alırken gördüler ve hakime haber verdiler. Meğer ki, bu şehirde yalancı şahitlik yapanların yüzü gözü siyahla boyanır ve başına da sivri bir külah geçirilirdi. Sonra da arkasına ve önüne “Yalancı şahitliğin sonu böyle rezil olmaktır” diye yafta yapıştırılır, eşeğe ters bindirilir, çarşı pazar dolaştırılırdı. Daha sonra da tabii ki hapse atılırdı. İşte Durmuş da bu cezayı çoktan hak etmişti...


Bir de ne görsünler!

Bu arada kervanın gitme vakti gelmişti. Fakat Durmuş ortalıkta yoktu. Durmuş’u aramaya başladılar. Bir de ne görsünler! Kervancıbaşının yüzü boyalı, başı külahlı, üzerinde ilan yapışmış, eşeğe ters bindirilmiş dolaşırken buldular. Yolcular, bunu yine Durmuş’un bir oyunu diye düşündüler. Halkı güldürmek için yaptığını zannettiler. Onun yanına geldiler ve;

- Yahu Durmuş Ağa! Sen ne yapıyorsun? Yeter artık bırak şu soytarılığı, kervan gidecek seni bekliyoruz, şimdi oyun yapmanın zamanı mıdır? dediler.

Durmuş onları görünce kendi halinden çok utandı. Düştüğü çirkinliğin fark edildiğini zannetti ve üzüldü. Bu arada kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Arkadaşlarına baktı ve;

- Bu sefer oyunu ben çıkarmadım. Hakim Bey oynadı, dedi. Kalbi heyecandan durdu ve o anda son nefesini verdi. Oradakiler olanlara bir anlam veremediler ve şaşırıp kaldılar. Durmuş’un boynundaki yaftayı okuyunca işin aslını anladılar...
#13 - Eylül 17 2008, 21:16:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Resûlullahın Bayraktarı Mus’ab bin Umeyr

Mus’ab bin Umeyr, Eshab-ı kirâmın ileri gelenlerindendir. Mekke’de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Muhammed aleyhisselâmın insanları İslâm’a davet ettiğini öğrendi. Vakit kaybetmeden hemen Peygamber efendimize giderek iman etti. Müslüman olduğunu ailesi duyunca kendisine çok eziyet ettiler...

Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar ailesi tarafından hapiste tutulan Hazreti Mus’ab, hicret imkânı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için hicret etti. Bir süre orada kaldıktan sonra Resûlullah efendimizin yanına döndü...

Medine’nin ilk muhaciri...

Bu sırada Birinci Akabe Biatı olmuş ve Medinelilerden bir grup, İslâm’ı kabullenmişti. Kendilerine İslâm’ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Resulullah efendimizden bir öğretmen istediler. Peygamber efendimiz de bu önemli görev için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirdi. Mus’ab hazretleri onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur’an-ı kerîmi öğretecek, hem de diğer insanlara İslâm’ı anlatarak, onları İslâm’a davet edecekti. Böylece Medine’ye ilk hicret eden sahabi Mus’ab bin Umeyr oluyordu...

Bedir Savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. “Resûlullahın Bayraktarı” olarak ün yapmıştı. Uhud Savaşında da sancak yine onun elindeydi. Savaş esnasında Müslümanların gerilediğini gören Mus’ab bin Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu âyet-i kerîmeyi okuyordu:

İki kolunu da kaybetti!..

(Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir.) (Âl-i İmrân, 3/144). Bu âyeti okuduktan sonra şiddetle müşriklere saldıran Mus’ab bin Umeyr’in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol kolu da kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki âyeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu...

Bu mübarek sahabinin üzerindeki elbiseden başka hiçbir şeyinin olmadığı görüldü. Elbisesi, kefen olarak vücudunu örtmeye yetmemişti. Ayak örtülse baş açık kalıyor, baş örtülse ayaklar örtülmüyordu. Durum Resulullah efendimize arz edilince “Başını örtün, ayaklarını da otlarla kapatın” buyurdular...
#14 - Eylül 17 2008, 21:16:56
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Zünnun-ı Mısri ve konuşmayan genç


Zünnun-ı Mısri hazretleri, Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi Sevbân bin İbrâhim, künyesi “Ebü’l-Feyz”, lakabı “Zünnûn”, nisbesi “el-Mısrî”dir. Güney Mısır’ın Sudan’a yakın sınır bölgesinde yaşayan Nûbe kabîlesindendir. Bu sebeple babası “en-Nûbî” nisbesiyle anılır. Mâlikî mezhebinin imâmı, Mâlik bin Enes hazretlerinin talebesidir.
Zünnun-ı Mısri hazretleri 772 (H.155) târihinde doğdu. 859 (H.245) târihinde Mısır’da vefât etti.

“Dil, konuşmaktan men olundu!”
Bu mübarek zat, cenâb-ı Hakk’ın âşığıydı. O’nun sevgisi ile deli divâne olurdu. Darda kalanların dostu, dehşet içinde olanların tesellisi ve hasrette kalanların arzuladığı bir kimse idi...
Zünnun-ı Mısri hazretleri, bizzat kendisinin yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır:
İçi yemyeşil bir bağa uğradım, bir de baktım ki bir genç, elma ağacının altında namaz kılıyor. Kendisinin namaz kıldığının farkına varmadan selam verdim. Selamımı almadı. Tekrar selam verdim. Yine selamımı almadı. Sonra namazını uzatmadı. Namazını bitirdikten sonra parmağı ile toprak üzerine şu şiiri yazdı:
“Dil, konuşmaktan men olundu.
Çünkü o düşmanlığa sebeptir, belki afetleri celbedendir.
Konuştuğun vakit, Rabbini zikret.
O’nu unutma ve her halinde O’na hamdet.”
Bunu okuduğum vakit uzun uzun ağladım. Sonra ben de parmağımla yere şu şiiri yazdım:
“Hiçbir yazan yoktur ki, yerde çürümesin,
Fakat zaman, ellerin yazdığını, devamlı saklar.
Elinde kıyamet günü gördüğün vakit,
Seni sevindirecek olandan başka bir şey yazma.”
O genç, bunu okuduğu vakit, şiddetle haykırdı, sonra vefat etti. Onu kefenleyip defnetmek istedim, fakat; “Onun cenazesini melekler kaldıracaktır” diye bir ses işittim. Bunun üzerine çekilip ağaca doğru yürüdüm ve ağacın altında iki rekat namaz kıldım. Sonra cenazenin bulunduğu yere baktım. Cenazeden ne bir eser gördüm ve ne de bir haber alabildim. Kullarına istediği gibi ihsan eden Allahü tealayı tesbih ederim...
#15 - Eylül 17 2008, 21:18:30
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Onları Allahü teâlâ övdü...


Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Huzeyfe radıyallahü anh anlatıyor: “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlu Hâris’i aramaya başladım. Yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Bir kan seli içinde yatan amcamın oğluna su kırbasını göstererek dedim ki:
-Su istiyor musun?

“Ne olur, bir damla su!..”
Dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında hazreti İkrime’nin sesi duyuldu:
-Su! Su! Ne olur, bir damla olsun, su!..
Amcamın oğlu, bu feryâdı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu ona götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan hazreti İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. Tam elini kırbaya uzatırken, hazreti Iyaş’ın iniltisi duyuldu:
-Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!..
Bu feryâdı duyan hazreti İkrime, elini hemen geri çekerek suyu ona götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, hazreti Iyaş’a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i şehâdet getirerek tamamladı...

(Onlar birbirlerinin dostlarıdır)
Derhal geri döndüm, koşa koşa hazreti İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken onun da şehit olduğunu müşâhede ettim. Bâri dedim, amcamın oğluna yetişeyim, diyerek koşa koşa ona geldim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde ciğerleri kavrula kavrula rûhunu teslim eylemişti...
Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile baktığım en büyük îman kuvveti tezâhürü olarak hâfızama âdeta nakşoldu!”
Evet, Allahü teâlâ Eshab-ı kiramı çeşitli vesilelerle övmektedir. Bir âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]
#16 - Eylül 17 2008, 21:19:59
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tâbiînin büyüklerinden Muhammed bin Vasi


Muhammed bin Vasi, muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil, Tâbiînin büyük âlimlerindendir. Basralı’dır. Doğum târihi ve âilesi hakkında bilgi yoktur. 740 (H.123) senesinde vefât etti. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin sohbetinde yetişti. Devrin eşsiz âlim ve mârifetler kaynağı Hasan-ı Basrî, Süfyân-ı Sevrî, Mâlik bin Dinâr’ın arkadaşıydı. Berâber bulunup, sohbet ederlerdi. Zamanının bir tanesiydi...

Çok az konuşurdu...
Bu mübarek zat her zaman, “Allah’ım, bizi senden uzaklaştıracak rızıktan sana sığınırım” diye dua ederdi.
Riyâzet sâhibiydi. Kuru ekmeği suya batırır yerdi ve; “Buna kanâat eden, insanlara muhtâc olmaz” derdi. Çok şükür ederdi. Bacağında yara çıkmıştı. Biri görüp, “Sana acıyorum” deyince, “Ben de bu yaranın gözümde veya dilimde çıkmadığına şükrediyorum” buyurdu.
Ölümden çok korkup, âhiret hayatına hazırlanırdı. İbret almak niyetiyle her cuma kabirleri ziyâret ederdi. “Pazartesi günleri ziyâret etsen daha iyi olmaz mı?” dediklerinde, “Meyyitler cuma, perşembe ve cumartesi günleri kendilerini ziyâret edenleri tanır” buyurdu.
Çok az konuşur, konuşunca da hikmetli söz söylerdi. Bir gün Mâlik bin Dinâr’a buyurdu ki: “İnsanlara karşı dili korumak, gümüş ve altını korumaktan zordur.”
Bir kimse Muhammed bin Vâsi’den nasîhat istedi. “Dünyâ ve âhiret sultanı olmanı tavsiye ederim” buyurdu. Adam “Bu nasıl olur?” diye sorunca “Dünyâda zâhid ol, yani kimseye tamah etme, herkesi muhtâc gör. İşte o zaman sen dünyâyı istemediğin için, zengin, ihtiyaçsız ve padişahsın. Böyle olan dünyâ ve âhiret sultanı olur” buyurdu.

“Ecelim yakın, amelim kötü!”
Basra kadısı ve vâlisi olan Bilâl bin Ebû Bürde’nin “Kader hakkında görüşün nedir?” suâline “Etrafındaki mezarlıklara bak, onlar kader ile meşgûl değiller” cevâbını verdi.
Nasılsınız?” dediler, “Ecelim yakın, emelim sonsuz, amelim kötü” cevâbını verdi.
Bu mübarek zat, ölümü ânında; “Ey kardeşler, size selâm olsun! Allahü teâlânın affına mazhar olmazsam, varacağım yer Cehennemdir” dedi ve Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti...
#17 - Eylül 17 2008, 21:21:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Balkan şehidi Kâmil Bey

Kâmil Efendi, Balkan Harbi fedâi ve şehitlerindendir. Yaptığı hizmetle târihe geçen, şehit düştüğü tepeye adını vererek unutulmazlar arasına giren Kâmil Efendi, aslen Bulgaristan’ın Lofça kasabasındandır. Doğumu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dînine bağlı bir âileye mensup olan Kâmil Efendi, “93 Harbi” diye târihlere geçen 1876-1877 Rus Harbi sonrasında Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir...

Düşman Çatalca’ya dayanmıştı!
Çocukluğunda iyi bir terbiye alan Kâmil Efendi, askerî okulları bitirerek subay oldu. Osmanlı Devletini idâre edenlerin akıl almaz gafletleri sonucunda girilen Balkan Harbine iştirak etti. Edirne’nin düşmesi, Çatalca’ya kadar Bulgarların gelmesi sonucunda birliklerin geri çekilmesi esnâsında genç bir subay olarak büyük hizmetleri görüldü.
İstanbul işgal tehlikesiyle karşı karşıyaydı... Çatalca yakınlarındaki köprü düşünce, düşman birliklerinin harekâtı kolaylaşacaktı. Bu sebepten o bölgeyi müdâfaa eden komutan, bu köprünün tahrip edilmesi için gönüllü subay aradı...
Vatan sevgisi ve şehit olma arzusuyla yanan Kâmil Efendi, bir arkadaşıyla berâber bu kutsal vazifeye tâlip oldu. Kumandanına çıkarak;
“Efendim, bu vazifeyi bendenize verirseniz hakkıyla ifa edeceğime inanıyorum. Eğer şehid düşersem, bu mektubumu da aileme vermenizi istirham ediyorum” dedi. Bu onun son sözleri oldu...

Köprü havaya uçtu, ancak!..
Tahrip kalıpları ve fedakâr bir arkadaşıyla hemen vazifeye koşan Kâmil Efendi, köprüyü havaya uçurdu. Bu esnâda, arkadaşıyla birlikte çok arzu ettikleri şehitliğe de ulaştılar.
Kâmil Efendi şehit olduktan sonra, Hadımköy-Yassıören yolunun Akpınar mevkiinde, yolun sol tarafındaki bir tepe üzerine defnedildi. Bu tepe haritalarda da “Şehit Kâmil Tepesi” olarak geçmektedir...
Balkan Savaşları Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası oldu. Asırlardır Rumeli’de yaşayan binlerce Müslüman nüfus katliama mâruz kaldı. Pek çoğu hunharca şehid edildi. Büyük bir kısmı malını mülkünü terk ederek Anadolu’ya sığındı...
#18 - Eylül 17 2008, 21:23:03
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yemame şehidi Ebu Huzeyfe

Ebu Huzeyfe radıyallahü anh, Eshab-ı kiramdandır. Kureyş liderlerinden kâfir olarak ölen Utbe’nin oğluydu. Ebu Huzeyfe hazretleri, zengin, asil, bolluk içinde yaşayan bir zattı. Babasından sonra Kureyş liderliği kendisini bekliyordu. O bütün servet, itibar ve rahatlığı terk ederek, İslam’ı ve birlikte çileyi ve fakirliği seçti. Bütün gazalarda bulundu. Bedir Harbi bunların ilkiydi.

Baba-oğul karşı karşıya!..
17 Ramazan 624 Cuma sabahı bir avuç sahabi, müşrik ordusu ile Bedir’de karşılaştı. Araplar öteden beri hep kabîlecilik gayretiyle savaşmışlardı. Bu savaşta ise din uğrunda aynı kabîlenin insanları birbirleriyle çarpışacak, kardeş, amca, yeğen, hatta, baba-oğul birbirlerini öldüreceklerdi. Müslümanların sancaktarı Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Azîz, Kureyş’in bayraktarıydı. Utbe bin Rabîa’nın oğullarından Velîd kendi yanında, ikinci oğlu Ebû Huzeyfe mü’minlerin arasındaydı. Hazreti Ebû Bekir’in bir oğlu Abdullah kendisiyle beraber, diğer oğlu Abdurrahman ise müşrik saflarındaydı...
Müşrikler saldırıya geçtiler, mü’minler kahramanca karşı koydular, Allah’ın yardımı ile müşrik ordusunu bozguna uğrattılar... Bedir Zaferi Medine’de bayram sevinci meydana getirdi. Mekke ise mâteme büründü...

Mücahidler geri çekiliyordu ki!..
Ebu Huzeyfe, Peygamber Efendimizden sonra çıkan irtidad harplerinde de büyük kahramanlıklar gösterdi... İslam askeri, Yemame’de peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme’t-ül Kezzab ile savaşıyordu. Bir ara Müseyleme’nin kuvvetleri şiddetli hücum etti. Mücahidler geri çekiliyordu ki, Ebu Huzeyfe ileri atıldı. Haykırdı:
“Ey Ehl-i Kur’ân! Kur’ân-ı Kerimi en güzide hareketlerle süsleyiniz!”
Onun bu hareketi Müslümanların cesaretini artırdı ve hep birlikte tekrar hücuma geçtiler. Hemen akabinde Ebu Huzeyfe (radıyallahü anh) şehid oldu. Onun ardından azadlısı ve evlatlığı Salim Mevla Ebu Huzeyfe de şehid düştü. Sonra ikisini bir kabre defnettiler.
#19 - Eylül 17 2008, 21:24:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şehit gencin hûrisi “Aynâ-yı merdiyye”

Büyük velî Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri anlatıyor: Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; “Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı” (Tevbe sûresi: 111) buyurulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine on beş yaşlarında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Büyük bir azim ve kararlılıkla orada bulunanlara şunları söyledi:

-Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım!..

“Bizimle sefere çıktı...”
Sonra bu genç, bütün malını sadaka olarak dağıttı ve bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette; “Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum” deyip duruyordu. “Bu söylediğin sözün mânası nedir?” diye sordum. Şöyle anlattı:

-Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; “Aynâ-yı merdiyyeye git!” diyordu. Sonra birdenbire karşıma bir bahçe çıktı. İçinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da güzelliği gözler kamaştıran hûriler vardı. Beni görünce birbirlerine “Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci” dediler. Onlara selâm verip; “Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?” diye sordum. “Bizim aramızda değildir, biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git” demeleri üzerine ilerledim...

“İşter sana eş olacak kimse!”
Bu şekilde cevaplar alarak birkaç cennet bahçesi geçtim ve en sonunda inciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; “Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi” dedi. Çadıra girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana “Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen şimdi dünyâdasın, yarın gece bizim yanımızda olacaksın” dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı ve çarpışmada yaralanıp, yere düştü. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu...
#20 - Eylül 17 2008, 21:25:28
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bedir kahramanlarından Âsım bin Sâbit


Bedir Harbi başlamak üzereydi... Peygamber efendimiz, Eshâb-ı kirâma harpte hangi usûlü takip edeceklerini sordu. Âsım bin Sâbit hazretleri eline yayı ve oku alarak şöyle dedi:
-Yâ Resûlallah! Kureyş kavmi yaklaştıkları zaman okları kullanırız. Daha yakınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz. Daha da yakınımıza geldikleri zaman, mızrakla mücâdele ederiz. En sonunda da kılıçla çarpışmaya tutuşuruz...

“Harbin îcâbı budur...”
Peygamber efendimiz bunu beğendiler ve buyurdular ki:
-Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır...
Ve, öyle savaşıldı... Âsım bin Sâbit hazretleri bu gazâda Ukbe bin Ebi Muayt’i öldürdü. Bu Ukbe ki, Mekke’de Resulullah efendimizi boğmaya çalışmış azılı müşriklerden idi. Peygamberimizin hicreti üzerine “Ey Kusvâ adındaki devenin binicisi! Hicret edip bizden uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin. Mızrağımı size saplayıp, onu kanınızla sulayacağım. Kılıçla hiç örtülü yerinizi bırakmayacağım...” manasına gelen beyitler söyledi. Resulullah efendimiz onun bu sözlerini işitince şöyle dua ettiler:
“Allahım! Onu yüzükoyun, burnunun üzerine düşür!”
Ukbe bin Ebi Muayt, yenildiklerini anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu yere vurmuştu. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti. Peygamber efendimiz, Âsım bin Sâbit’e, Ukbe’nin cezâlandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki:
-Şunlar arasında neden bir tek ben cezâlandırılıyorum?

“Onun cezâsını ver!..”
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-Allah ve Resûlüne olan düşmanlığından dolayı cezâlandırılıyorsun!
-Yâ Muhammed! Kavminden herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, benden de al!
Resulullah efendimiz Âsım bin Sâbit’e döndüler ve;
-Ey Âsım onun cezâsını ver! buyurdular.
Ukbe’nin cezâsı hemen verildi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-Vallahi; Allahı, Resûlünü ve Kitâbını inkâr eden, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum...
#21 - Eylül 17 2008, 21:27:25
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Gidecek başka kapı mı var ki?..”


Bir tasavvuf talebesi vardır ki, hocasından çok istifade eder. Derecesi o kadar yükselir ki, “Levh-i mahvuz”u (olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu ilâhî muhafaza levhası) dahi keşfedecek hale gelir. Bir bakar ki hocasının ismi şakiler arasında yazılıdır. Yani cehennemlikler listesindedir hocası!.. “Beni bu duruma getiren hocam ne hikmettir ki cehennemlikler arasında oluyor?” diye, üzüntüden deli divane olur, yataklara düşer...

“İsminiz şakiler defterinde!”
Talebe çok üzüntülüdür fakat hocasına da bu konudan hiç bahsedememektedir. Ancak daha fazla tahammül edemez ve bir gün durumu hocasına anlatmaya karar verir. Huzuruna varır ve yutkunarak şöyle der:
-Efendim, maalesef durumunuza vâkıf oldum. İsminiz şakiler defterinde yazılı!
Hocası acı bir tebessümle cevap verir:
-Oğlum, senin gördüğünü, ben tam kırk yıldır görüyorum.
Talebe bu sefer daha büyük bir hayretle sorar:
-O halde nasıl ümitsizliğe düşmüyor da yine tam bir sebatla devam ediyorsunuz efendim?
Hocasının cevabı bir ibret vesikasıdır:
-Ne yapayım evladım, gidecek başka kapı mı var ki?
Ve şöyle devam eder sözlerine:
-Biliyorum ki O, yanlış yazı yazmaz. Bir insan neye layıksa onu yazar! Demek ki benim layığım şimdilik budur. Ben hâlimi değiştirir de iyiye layık olursam yazı da hâlime göre değişir, iyi yazılabilir. Onun için iyiye layık hâle gelmeyi bekliyor, ümidimi kaybetmiyorum.

“Saidler listesine kaydettik”
O sırada gözyaşları içinde hocasını dinleyen talebe “Levh-i mahvuz”a bakar ki yazı değişmiş! Cehennemlikler listesinden çıkarılan hocası cennetlikler listesine yazılmış. Şöyle deniyor yazıda:
“Bu sebatı hürmetine onu artık şakiler listesinden çıkarıp saidler listesine kaydettik. Sebatıyla buraya layık olduğunu gösterdi, biz de adaletimizle onu layık olduğu yere yazdık!”
Talebesinin gördüğü yazıyı zaten o anda hocası da görmüş ve şükür secdesine kapanmıştır. Ama ne kapanış!.. Bir daha doğrulamaz. Orada ruhunu teslim eder...
#22 - Eylül 17 2008, 21:28:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Hindistan’ın aynası” Ahî Sirâc


Ahî Sirâc hazretleri, Sultan-ül-ulemâ Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın yetiştirdiği Hindistan evliyâsının büyüklerindendir. Doğumu, vefâtı ve hâl tercümesi hakkında kitaplarda fazla mâlûmat bulunmayan Ahî Sirâc hazretlerinin sekizinci asrın ortalarında 1357 (H.759) yılında vefât ettiği bilinmektedir...
Bu mübarek zat, daha gençlik yıllarında, Hâce Nizamüddîn hazretlerinin sohbetlerinde bulunarak yetişti. Ayrıca Mevlânâ Fahreddîn-i Zerrâdî’den sarf öğrendi...

Tasavvufta kemâle geldi...
Ahî Sirâc, bundan sonra Mevlânâ Rükneddîn’in huzûrunda; Kâfiye, Mufassal, Kudûrî ve Mecma’ul-Bahreyn adlı eserleri okudu. Bunları da bitirdikten sonra, tekrar Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın huzûruna gelerek, üç sene daha kalıp, tasavvuf yolunda kemâle geldi. Hâce hazretlerinin sohbetleri bereketiyle, tam bir olgunluğa kavuşup, icâzet ve hilâfet almakla şereflendi...
Hocası, Ahî Sirâc’a kitaplarından ve elbiselerinden bâzılarını yâdigâr verip, onu insanları irşâd etmek, onlara doğru yolu göstermek üzere, memleketi olan Lüknov’a gönderdi. Gittiği yeri, evliyâlık güzelliği ile süsleyip aydınlattı. Hâce Nizâmüddîn onun için; “O, Hindistan’ın aynasıdır” buyurmuştur...
Ahî Sirâc, irşâd ile insanlara rehberlik edip İslâmiyeti anlatmak ve yaşatmakla vazîfelendirilip Lüknov’a gelince, ilme susamış olanlar etrafında toplanmaya başladı. Hocası hazret-i Hace’ye lâyık bir talebe idi. Ondan aldığı yüksek ilimleri, feyz ve bereketleri etrâfına yaymaya başladı. Çok talebe yetiştirdi. Binlerce kişi ondan istifâde edip, ilim öğrendiler...

Kabir gibi bir yer kazdı!
Rivâyet edildiğine göre, Ahî Sirâc hazretleri, vefatına yakın zamanda kabir gibi bir yer kazıp, hocasının huzûrundan ayrılırken kendisine verdiği elbiselerini oraya koydu. Üzerini de aynen kabir gibi yaptı ve buna da “Elbiseler mezarı” denildi.
Ahî Sirâc vefât ederken “Cenazemi ‘elbiseler mezarı’nın ayak ucuna gelecek şekilde defnedin” buyurdu ve bir müddet sonra da vefât etti. Talebeleri vasiyeti yerine getirip, hocalarını elbiseler mezarının ayak ucu tarafında hazırladıkları bir kabre defnettiler...
#23 - Eylül 17 2008, 21:29:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük mutasavvıf Senâullah-i Pânî-pütî


Büyük velî Senâullah-i Pânî-pütî (Dehlevî) hazretleri 1730 (H.1143) senesinde Hindistan’ın Pâni-püt şehrinde doğdu. 1810 (H.1225) senesinde aynı yerde vefât etti. Vefat etmeden evvel şöyle vasiyet etmiştir:
“Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâm olsun... Bu fakîr Senâullah-i Pânî-pütî derim ki: Seksen yaşıma geldim. Kur’ân-ı kerîmde yakîn diye bildirilen ölüm, baş ucuma kadar geldi. Başka bir şey yapmaya fırsat bırakmadı. Artık evlâdıma ve sevdiklerime birkaç vasiyetimi yazmak istiyorum. Bâzısını yerine getirmek bu fakir için, bir kısmı ise çocuklarım ve dostlarım için faydalı, hattâ zarûrîdir...

“Şahsıma âit vasiyetim...”
Şahsıma âit vasiyetim şudur ki: Techîz, tekfîn, gasil ve definde sünnet-i seniyyeye uyulacak. Hocam Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın lütfedip verdikleri iki bez ile kefenlesinler. Cenâze namazımı kalabalık bir cemâat ile Hâfız Muhammed Ali veya Hâkim Sekhâ veya Hâfız Pîr Muhammed gibi sâlih bir imâm ile kılsınlar. Kelime-i tevhîd, salevât-ı şerîfe, Kur’ân-ı kerîm hatmi, istigfâr ve fakirlere gizli olarak helal maldan sadaka vermek sûretiyle bu fakire imdâd ve yardım ediniz...
Vefâtımdan sonra borçlarımı ödemekte çok gayret gösteriniz...
Geride kalanların faydası için olan vasiyetim de şudur ki: Dünyâya fazla kıymet vermeyiniz. İnsanlar çoğunlukla çocukluğunda ve gençliğinde ölmektedirler. Yaşlanan pek azdır. Hepsinin ömrü kısa süren bir sabah rüzgârı gibi geçmektedir. Nereye gittiğini bilmezler. Kalan ise bitmeyecek olan âhiret işleridir. Bu dünyâ lezzetleri sıkıntı çekmeden ele geçmiyor. O da az bir şeydir. Bu geçici ve az bir şey olan lezzetlere dalıp, ebedî lezzeti, âhiret saâdetini, Allah korusun elden kaçırmak ve ebedî felâkete düşmek ahmaklıktır...

“Maksadı âhiret olanın...”
Din ve dünyâ faydası bir araya geldiği zaman, tercihini din menfaatini öne almakta kullan. Dünyâda zâten takdir edilen şey insana ulaşır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; (Bütün maksatlarını tek bir maksad edinenin, yâni; maksad ve düşüncesi âhiret olanın dünyâsına Allahü teâlâ kefildir) buyurdu... Dünyâyı tercih eden, önde tutanın eline bâzan dünyâ da geçmez. Nitekim zamânımızdaki insanlarda bu hal çok görülmektedir...”
#24 - Eylül 17 2008, 21:29:56
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Edirne’den doğan güneş Cemâleddîn-i Uşşâkî

Cemâleddîn-i Uşşâkî, büyük velîlerdendir. İsmi Muhammed olup, künyesi Ebû Nizâmeddîn’dir. Bu mübarek zat, “Uşşâkî Seyyid Muhammed Efendi” diye de bilinir. Doğum târihi belli değildir. Edirne’de doğdu. Halvetiyye yolu büyüklerinden olup, Uşşâkîlik tarîkatında pîr-i sânî sayılır. 1751 (H. 1164) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eğrikapı’da bulunan dergâhının avlusuna defnedildi...

İlk hocası Hamdi Bağdâdî
Cemâleddîn-i Uşşâkî, ilim ve edebi ilk olarak Edirne’de medfûn bulunan Hamdi Bağdâdî’den öğrendi. Bu hocasının vefâtından sonra Şeyh Sezâî ismindeki mânevî ilimlere sâhib olan zâta talebe oldu. Çok yüksek mânevî mertebelere kavuştu. Şeyh Sezâî’de bulunan mânevî sırları elde etti. İlk hocası Hamdi Bağdâdî’nin vefâtlarından on dokuz; Şeyh Sezâi’nin vefâtından dört sene sonra, mânevî bir işâretle, 1742 (H.1155) senesinde İstanbul’a gitti. Eğrikapı dışındaki Savaklar mevkiinde bulunan Hırâmî Ahmed Paşa Dergâhına, vefât eden Muhammed Efendinin yerine tâyin edildi...
Cemâleddîn-i Uşşâkî, vefâtına kadar bu dergâhta isteyen herkese ilim ve tasavvuf yolunun edebini öğretti. Zamânında kaybolmaya yüz tutan Uşşâkiyye tarîkatını ihyâ ederek, bu yolda çok talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en büyüğü Selâhaddîn-i Uşşâkî’dir...

Gayr-i müslimler îmân etti!..
Vefâtından sonra, türbesinin yanında bulunan mescid ve iki katlı ev, bir gece yandı. Bu yangın sırasında türbenin çatısı da tutuştu. Tahtalar parçalar hâlinde kabrinin etrâfına düştü. Hikmet-i ilâhî o kor parçalarından bir tânesi bile kabrin üzerine düşmedi. Sandukanın üzerinde bulunan örtüye ve baş tarafındaki beyaz sarığa hiçbir şey olmadı. Hattâ beyaz sarığın dumandan ve isten rengi bile değişmedi. Cemâleddîn-i Uşşâkî’nin vefâtından sonraki bu kerâmetini gören gayr-i müslimlerden îmân edenler olurken; Müslümanlardan onun büyüklüğünü anlayamayanlar da bu hâdiseden ibret alıp tövbe ettiler.
Cemâleddîn-i Uşşâkî, vefatından evvel buyurdu ki: “Selef âlimlerinden bazıları şöyle buyurmuşlardır: Bir kimse ilmiyle kibirlenir, üstünlük taslarsa, Allahü teâlâ onu ilmiyle alçaltır. İlmiyle tevazu göstereni de ilmiyle yükseltir.”
#25 - Eylül 17 2008, 21:30:53
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.