Alternatifim Cafe

Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)

Discussion started on Tarih

Dünyaya verilen insanlık dersi!..


Tarihin şeref levhasıdır Çanakkale... Kolay kolay ne anlatılır orada yaşananlar ne de aklı alır insanın orada yaşananları...
Hangi akıl kabul eder, et ve kemikten bir ordunun zırhlıları püskürteceğini?.. Gül bahçesine koşarcasına ölüme atılan babayiğitlere kim inanır? Topun tüfeğin, uçağın karşısına süngüsüyle çıkan birine kim “akıllı” der... İşte onlar bütün bunları yaptılar ve göğüslerindeki sarsılmaz imanla cennete uçtular... Geride ise akıllara durgunluk veren hatıralar bıraktılar...
Evet, bugün de; bir kolu ile bir ayağını kaybeden işgalci güçlerin komutanı olarak görev yapmış olan Fransız generali Bridges’in hatıralarından uzanıyoruz Çanakkale’ye... Yurduna döndükten sonra anlattığı bir hatırasında şöyle diyor Bridges:


“NİÇİN YARDIM EDİYORSUN?”

“Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için daima iftihar edebilirsiniz... Hiç unutmam. Savaş alanında çarpışma bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız yatıyor, bir Türk de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

“Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün...”


GENERALİN AĞLADIĞI AN!..

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım...
Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzara karşısında âdeta kanımın donduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Tabii, az sonra ikisi de öldü...”

***
Savaş hatıraları bitmez... Bu vesileyle, Çanakkale Savaşını kazanarak; vatanı, bayrağı ve milleti için hayatının baharında şehit düşen (adı bilinen ve bilinmeyen) bütün kahramanlarımızı minnet, şükran ve rahmetle anıyor, ruhlarına Fatihalar gönderiyoruz...
#51 - Eylül 17 2008, 22:08:08
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bir şeref tablosu Galiçya


Galiçya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kuruluşundan, İttifak Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerine kadar, Avusturya tacına bağlı olup, bu imparatorluğun bir eyaletiydi. Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, Galiçya’ya göz koymuş bulunan ve uzun zamandır gizli ajanları vasıtasıyla hazırlık yapmış olan Rusya, 1914 Eylülünde Doğu Galiçya’yı işgal etmiş, 1915 Mayısında ise Alman ve Avusturya hücumu karşısında çekilmek zorunda kalmıştı...


15 BİN ŞEHİT VERİLDİ!..

Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklerimize yardım için asker gönderdiğimiz Galiçya cephesinde, 33 bin asker ve subaydan meydana gelen 15. Kolordumuz 15 bin şehit ve yaralı vermişti. Ruslara karşı savaşan ordumuz, her türlü imkansızlığa rağmen kahramanca çarpışmış ve üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmişti.

Şair Süleyman Nazif’in Galiçya adlı eserinde, 15. Kolordu Komutanı Yakup Şevki Paşa tarafından bizzat onaylanmış olan Galiçya kahramanlarının hikâyeleri anlatır. İşte onlardan biri:

“62. Alay, 3. Tabur, 10. Bölük... Çineli Ali oğlu Mehmed... Bölük Komutanı Mustafa Efendi’ye, 421 rakımlı tepenin doğusundaki ve orman içindeki siperleri ele geçiren düşmana karşı saldırması emredilmişti. Mustafa Efendi bölüğü ile düşman üzerine atıldı. Osmanlı askerlerinin saldırı silahı daima süngüdür. Süngü şakırtısına karışan “Allah Allah” sesleri düşmanı pek şaşırtmış, darmadağın etmişti. Yakayı kurtarabilen Moskoflar kaçmaya başlamışlardı. Bu elli kişilik ateş parçası Müslüman evladı, bütün siperleri Ruslardan temizleyerek geri almayı başarmışlardı.


“YAŞASIN 10’UNCU BÖLÜK!”

Tam bu sırada, bir düşman şarapneli Mehmed’i göğsünden yaralamış, takatsiz düşürmüştü. Sırtını ara siperine dayayarak arkadaşlarına bakan yiğit Mehmed, ‘Bu siperleri biz yaptık, hepimiz ölürüz, yine düşmana vermeyiz!’ diye haykırıyordu...
Fakat Mehmed’in yarası hafif değildi. O vaziyette bile aralıksız, yağmur gibi yağan düşman şarapnelleriyle âdeta alay ediyordu.
Aslan Mehmed’in son sözü ‘Yaşasın 10. Bölük!’ oldu ve Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti...”

Çanakkale’de, Sina’da, Yemen’de, Kafkasya’da bizlerden fatiha bekleyen şehitlerimiz kadar şerefle ve rahmetle anılmayı hak eden, Galiçya kahramanlarını da unutmayalım...
#52 - Eylül 17 2008, 22:13:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tufeyl bin Amr (radıyallahü anh)


Tufeyl bin Amr Dûsî radıyallahü anh, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu.


ZİLKEFEYN PUTUNU YIKTI!..

Peygamber efendimiz, Mekke’de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekkeli müşrikler ise, Resûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.
Tufeyl bin Amr Dûsî radıyallahü anh kendisi bizzat şöyle anlatır:

“Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’ye hicret edince, Bedir, Uhud ve Hendek gazâları yapıldı. Müslümân olanlardan bir cemâat ile birlikte, Hayber Gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gittik. Mekke fethedilinceye kadar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulundum. Mekke’nin fethinden sonra, beni Zilkefeyn adında bir putu yıkmak için gönderdi. Gidip o putu yıktım, geldim. Ondan sonra, vefâtına kadar Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile berâber oldum...”

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra Araplardan dinden dönenler oldu. Tufeyl bin Âmr “radıyallahü anh” bir grup Müslümânla Yemâme tarafına cihâda giderken yolda bir rüyâ gördü. Çok etkilenmişti. Rüyâsını arkadaşlarına şöyle anlattı:
“Başımı tıraş ettiler, ağzımdan bir kuş çıkıp uçtu. Bir kadın beni gördü, alıp karnının içine koydu. Oğlum beni çok aradı, bulamadı...”


RÜYASINI KENDİ TABİR ETTİ

Arkadaşları bu rüyâsını hayra yordular. Kendisi, “Ben bu rüyâmı şöyle tabîr ettim, dedi: Başımı tıraş etmeleri, bu gazâda başımı vereceğimi, şehîd olacağımı gösterir. Ağzımdan çıkan kuş rûhumdur. Beni karnına koyan kadın yeryüzüdür. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması ise, onun bu gazâda şehîd olmayı çok isteyip, şehîd olamamasın?? gösterir.”

Tufeyl bin Âmr “radıyallahü anh” bunları söyledikten sonra muharebe meydanına atıldı ve şehîd oldu. Oğlu Amr ise çok yara aldı. Fakat sonra sıhhâte kavuştu. Hazret-i Ömer’in “radıyallahü anh” halîfeliği zamânında Yermük senesinde o da şehîd oldu...
#53 - Eylül 17 2008, 22:19:43
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Abbasi halifesi Me’mûn


Me’mun, Abbasi halifelerindendir. Halife Hârun’ür-Reşid’in oğludur... Hârun’ür-Reşid’in ölümünden sonra oğlu Emin tahta geçti. Hârun’ür-Reşid, Emin’i velîahd yapmış, ondan sonra da kardeşi Me’mûn’un, hükümdar olmasını kararlaştırmıştı. Emin, hükümdar olunca kardeşi Me’mûn’u velîahdlıktan azletti. Çünkü saltanatı oğlu Abdullah’a bırakmak istiyordu...


İMAM ALİ RIZA’YI ÇOK SEVERDİ

Emin bu konuda kendisine engel olmak isteyen kimseyi dinlemedi ve kardeşi Me’mûn’u ortadan kaldırmak için, ordusunu üzerine gönderdi, fakat ordusu bozuldu ve kendisi Hicri 198. yılında öldürüldü.

Me’mûn, kardeşi Emin’le savaşırken ona galip gelirse, halîfeliği İmâm Ali Rızâ hazretlerine vereceğini ilan etti. Çünkü onu çok severdi. Halîfe Me’mûn kardeşi ile olan savaşı kazandıktan sonra, İmâm Ali Rızâ’ya bir mektup göndererek, hilâfeti kendilerine terk edeceğini bildirdi. İmâm Ali Rızâ birçok sebepler ileri sürerek bu teklifi kabul etmedi...


Bir gün Halîfe Me’mûn ava çıkarken, çocukların oynadığı sokaktan geçti. O esnada, bütün çocuklar sokaktan kaçtı. Muhammed Cevâd da orada çocukların yanında duruyordu. Yalnız o olduğu yerden ayrılmadı. Bunun üzerine Halîfe Me’mûn ona yaklaşarak: “Ey çocuk! Sen neden kaçmadın?” diye sorunca, İmâm-ı Takî “Ey Emîr-ül-Müminîn, yol dar değil ki, kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki, senden korkup kaçayım. Senin suçsuz kişileri incitmeyeceğine inanıyorum” diye cevap verdi.


SEN KİMİN OĞLUSUN?

Bu güzel yüzün ve tatlı sözlerin sâhibi olan çocuk halifenin hoşuna gitti. Ona; “Sen kimin oğlusun?” diye sorunca, “İmâm Ali Rızâ’nın oğluyum” cevâbını verdi. Halîfe, İmâm Ali Rızâ’yı rahmetle andı. Daha sonra Me’mûn, kızı Ümmü Fadl’ı Muhammed Cevâd’a nikâh etti...
Ümmü Fadl, bir gün babası halife Me’mûn’a bir mektup yazarak, İmâm-ı Takî’nin kendisinin üzerine başka bir hanım almak istediğini şikâyet etti. Halife Me’mûn cevap yazarak; “Seni İmâm-ı Takî’ye verirken, Cenâb-ı Hakk’ın ona helâl ettiğini haram etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikâyet mektubu yazma” dedi.

Halife Me’mun 833 senesinde vefat etti. Ölümü esnâsında, “Ey mülkü dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi...
#54 - Eylül 17 2008, 22:22:21
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yemame şehidi Sabit bin Kays


Sabit bin Kays radıyallahü anh, Muhacirîn’in en meşhurlarından ve Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve selem) hatiplerindendir.
Peygamber efendimiz, Medîne-i münevvereye teşrif ettikten sonra Medîneli Müslümanlardan söz aldı. Bu söz alma esnâsında hatîpliği ile meşhûr olan Sâbit bin Kays hazretleri, son derece, fasih ve beliğ olarak dedi ki:


NEYİ VAAD EDİYORSUNUZ?

“Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi vaad ediyorsunuz?”
Peygamber efendimiz, bu samîmî karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevap verdiler: “Cenneti!”


İKİ BİN ŞEHİD VERİLDİ

Orada olan herkes bu cevaptan çok memnun olup, hepsi de, “Razıyız” dediler. Böylece kadın erkek bütün Medîneliler, Resûlullah efendimize bî’at ettiler, söz verdiler.
632 senesinde Tuleyha isminde birisi, Peygamber olduğunu iddia etti. Halîfe Hazreti Ebû Bekir, Hâlid bin Velid hazretlerinin komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid’i yola getirmek üzere gönderdi. Bu ordunun bir kanadına Sâbit bin Kays kumandanlık yaptı...
Tuleyha yola getirildikten sonra Hâlid bin Velid kumandasında, İslam ordusu Müseylemet-ül Kezzâb ile Yemame’de çarpıştı. Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü. Buna karşı iki bin İslâm askeri şehîd oldu...
Sâbit bin Kays ve Ebû Dücâne’nin de aralarında bulunduğu üç yüz altmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu.


KUL HAKKINDAN KURTULAYIM!

Yaralılar arasında bulunan Sabit bin Kays, şehid olmadan önce yanındaki sahabiye şöyle dedi:
“Ben sana şimdi vasiyet ediyorum. Sen benim arkadaşımsın. Benim atım filan çadırın yanında bağlıdır. Atımın gümüş işlemeli eyeri de hemen oradadır. Sen yarın sabah erkenden git, o çadırın yanındaki atımın eyerini atımın üzerine vur, atımın yularından tut, ordu kumandanı Halid bin Velid’e götür. Bu atımı satsın, onun parasını al, üzerimde hakkı olan insanlara, falanlara benim borcumu öde. Öde ki, ben kul haklarından kurtulmuş olarak şehitlik makamına yükseleyim.”
#55 - Eylül 17 2008, 22:23:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Fıkıh âlimi Ahmed Zâhid


Ahmed Zâhid, evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1416 (H.819) senesi Rebî’ul-evvel ayının yirmi dördünde, Kâhire’de vefât etti. Maksem’de kendi yaptırdığı câminin yanına defnedildi. Kabri ziyâret yeridir.


İLMİ İLE ÂMİL BİR ZAT
Ahmed Zâhid küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Şeyh Hasan Şüsteri ve zamânında bulunan büyük velîler ile görüşüp onların sohbetlerinde yetişti. Ahmed Zâhid, kâbiliyeti ve üstün gayretleri ile kısa zamanda yetişerek kemâle geldi. İlmi ile âmil olan âlimlerin büyüklerinden, tasavvuf yolunda bulunan yüksek derece sahiplerinin üstünlerinden oldu. Tasavvuf ehli arasında kendisi için, zamânında bulunan evliyânın Cüneyd-i Bağdâdî’si denirdi.
Bu mübarek zat, birçok yerde hayır ve hasenât olarak ilim yuvaları, câmiler yaptırdı. El-Maksem’deki câmisi en meşhûr olanıdır. Burada vaaz edip ders verirdi.

Ahmed Zâhid, vefâtına yakın bir kâğıda şunları yazdı:

“Ben, fakîr Ahmed Zâhid derim ki! Kelime-i şehâdetin mânâsına kalbiyle inanıp ve diliyle de söyleyen bir kimseyim. İslâm dîni dışındaki her din ve inanıştan ve Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası dışındaki her fırkadan uzağım. Allahü teâlâya ve Allahü teâlâdan gelen şeylerin hepsine, O’nun murâdına uygun îmân ettim. Resûlü Muhammed aleyhisselâma ve getirdiklerine O’nun bildirdiği şekilde îmân ettim. Aklıma, hatırıma gelen şeylerin hiçbirisine Allahü teâlâ benzemez. Bu şehâdetimi Allahü teâlâya emânet bırakıyorum. Allahü teâlâ, kendisine emânet bıraktığım bu güzel inanışım ile, muhtaç olduğum son nefeste yardım eder ve îmân ile gitmemi nasîb eder inşâallah...


BU MEYYİTE AZAP YAPMA!..

Ey kardeşlerim, size Allahü teâlâdan korkmayı, O’nun emirlerini öğrenmeyi ve öğrendiklerinizle amel etmenizi tavsiye ediyorum. Beni defnettiğinizde, başucumda Fâtiha ve Bekara sûresini okuyunuz. Yâsîn ve Tebâreke sûrelerini de okuyup, hâsıl olan sevâbı bana hediye ediniz ve üç defâ şöyle deyiniz: “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun Ehl-i beytinin ve Eshâb-ı kirâmının hürmetine bu meyyite azap yapma!..”
Arkamdan hayır ve hasenâtta bulununuz. Talebelerim ve çocuklarım benim vârisimdir...”
#56 - Eylül 17 2008, 22:26:57
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Osmanlı ulemâsından Yayabaşızâde Efendi



Yayabaşızâde Efendi, Osmanlılar zamânında yetişen hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Hızır bin İlyâs bin Abdülvehhâb’dır. “Yayabaşızâde” ismiyle tanınır. İstanbul’da Eyüb Sultan semtinde doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir...

İLME OLAN İSTİDÂDI YÜKSEKTİ...

Yayabaşızâde, çocukluğunda Yeniçeri Ocağına kayıtlı iken orada verilen ders esnâsında ilim öğrenme istidâdının fazla olması dikkatleri çekti. Bunun üzerine ilmiye sınıfına geçti. Mâlülzâde Nakîb Efendiden ders almağa başladı. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini bu zâtın huzûrunda tamamladıktan sonra, o zamanda bulunan Halvetiyye büyüklerinden Vişne Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu...

Yayabaşızâde Efendi, Osmanlı ordusunda bulunup, Allah yolunda gazâ etmenin fazîletine dâir vaaz ederdi. Sultan Üçüncü Mehmed Hân ile gittiği Eğri Seferinde, Tabur Cenginde, 1596 (H.1005) senesi Rebî’ul-evvel ayının yirmi sekizinci günü şehîd oldu. Cenâzesini İstanbul’a getirmek istedilerse de, gördükleri bir rüyâ üzerine, Tatar Pazarcığı beldesinde, Dülbendzâde Câmii avlusunda defnettiler...
Bu mübarek zatın Eğri seferine gitmesi şöyle anlatılır:
Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıkarken, Orduyu vaaz ve nasîhat ile takviye etmesi için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber götürmek istedi. O da Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle sefere katılmayı kabûl etti.


ASKERİ MUHAREBEYE HAZIRLADI

Sefere çıkmadan evvel, elindeki Beydâvî Tefsîri’ni, talebelerinin büyüklerinden Bosnalı Hüseyin Efendiye gönderip; “Mütâlaa ettikçe bize duâ etmeyi unutmasın” dedi. Bundan sonra pâdişâh ile birlikte sefere çıktı... Yol boyunca askeri çok güzel bir şekilde muhârebeye hazırladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup, firâr kaçınılmaz bir hâl almışken, Yayabaşızâde Efendi, Pâdişâhın huzûruna çıkıp;

“Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül ediniz. Neticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda şehîd olacağımı ümid ediyorum” dedi ve toplanan askerle düşman üzerine at sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi, nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı...
#57 - Eylül 17 2008, 22:34:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Silsile-i aliyye”den Ubeydullah-ı Ahrâr


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Türkistan’ın büyük velîlerindendir. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti...


İSTANBUL’UN MANEVİ FATİHİ

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u muhasara altına alınca bu mübarek ona görünür ve; “Askerlerine cenk etmelerini emreyle!” buyurur. Kendisi de küffar üzerine at koşturur. Malum olduğu üzere İstanbul’un fethi müyesser olur. Bu sebeple ona “İstanbul’un manevî fâtihi” denilir...
Hikmetli sözleri pek çoktur.
Buyurdu ki:
“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri hastalanmıştı... Seksen dokuz gün yattı. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsam, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir” buyurdu.

Mübareğin, 1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir cumâ günü hastalığı ağırlaştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu...


BİR NUR GÖRÜLDÜ VE...

Talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:
“Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti.”
#58 - Eylül 17 2008, 22:35:34
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


O bir alperen Şeyh Edebâlî


Şeyh Edebâlî hazretleri, Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocasıdır. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik’te vefât etti...


OĞUZ BOYLARI ANADOLU’DA...

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına giden Edebâlî hazretleri, hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Anadolu’yu aydınlatan alperenlerden; derviş mücahidlerden oldu... O yıllarda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu’da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu’ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu...

Şeyh Edebâlî hazretleri, damadı Osman Gâzi’ye buyurdu ki:

“Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz... Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin!.. Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve irâdene sahip olasın...
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul! Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmaktan kaçmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır...
Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!..”


İLİM SÂHİPLERİNİ KORUYUNUZ

Şeyh Edebâlî hazretleri, vefâtlarına yakın talebelerine şöyle vasiyet etti:
“Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.”
“Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz!”
“Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.”
#59 - Eylül 17 2008, 22:36:57
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük müderris Pîr Fethullah


Pîr Fethullah hazretleri, velîlerin önde gelenlerindendir. Kastamonu’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1456 (H.861) târihinde Erzincan’da vefât etti. Hocası Pîr Muhammed hazretlerinin Câmi-i Kebîr yakınındaki kabri yanına defnedilmiştir...


MOLLA CÂMÎ’NİN TALEBESİ

Pîr Fethullah hazretleri, gençliğinde ilim tahsîli için Tebriz ve Horasan’a gitti. Orada Molla Câmî hazretlerinden okudu. Sonra Uzun Hasan onu müderris olarak, Erzincan’daki bir medreseye tâyin etti. Pîr Fethullah, Erzincan’da Halvetî yolunun büyüklerinden Şeyh Muhammed Erzincânî hazretlerine talebe oldu. Onun bereketli sohbetlerinde mânevî ilimlerde yetişip kemâle geldi. Çok kerâmetleri görüldü...
Pîr Fethullah hazretlerine vefâtından az önce talebeleri;
-Efendim, sizden sonra yerinize kimi bırakıyorsunuz? diye sormuşlardı. Bunun üzerine Pîr Fethullah hazretleri;
-Vefâtımdan sonra cenâzemi musallâya koyduğunuzda karşı dağ tarafından biri gelir. Cenâze namazımı kıldırır. O kimse bizim vekîlimizdir. Ona tâbi olun! buyurdular.


HACI HALÎFE OLDUĞU ANLAŞILDI

Hakîkaten Pîr hazretleri vefât ettiklerinde cenâzesini musallâya koydular. Dağ tarafından bir kimse çıkıp oraya geldi ve cenâze namazını kıldırdı. Oradakilere duâlarda bulundu ve;
-O kişi inşâallah biz âcizizdir. Birkaç gün sonra tekrar görüşmek nasîb olur, diyerek oradan ayrılıp, dağ tarafına gitti. Talebeler, sonra bu zâtın Hacı Halîfe olduğunu anladılar. O sırada Hacı Halîfe de Antep’teydi. Oralarda bulunanları irşâdla uğraşırdı...


ONU ERZİNCAN’A GETİRDİ...

Pîr Fethullah hazretlerinin talebelerinden biri hemen Antep’e gitti. Hacı Halîfe’nin dergâhına varıp onu sordu. Oradakiler erbaînde, kırk gündür ibâdettedir. Çıkmasına iki gün kaldı dediler. Hacı Halîfe halvetten çıktığında, Pîr Fethullah hazretlerinin talebesi, olanları anlatıp onu Erzincan’a götürdü.
Pîr Fethullah hazretlerinin yolunu Erzincan’da Hacı Halîfe devâm ettirdi...
#60 - Eylül 17 2008, 22:39:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Şeyh-ül-allâme” Muhammed Senûsî


Muhammed Senûsî hazretleri, Cezâyir’de Tilemsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerindendir. Hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimidir. Şerîf olup, soyu hazret-i Hasan’a dayanmaktadır. Bunun için “Hasenî” diye nisbet edilmiştir. Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye mensûb olup, buna nisbetle de “Senûsî” denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur...


ÇOK MERHAMETLİYDİ...

Hayırlı, mübârek, fâdıl ve sâlih bir zât olarak yetişen Senûsî hazretleri, ilk olarak babasından ders aldı. Sonra zamanının büyük âlimlerinden istifâde etti. Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever, hürmet ve hizmette kusûr etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret ve edebi sebebiyle, kısa zamanda yükselerek, zamânında bulunan âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine “Şeyh-ül-allâme” denildi. Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât oldu...

Muhammed Senûsî, yumuşak huylu ve çok sabırlı bir zât idi. Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir söz duysa, buna kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm ederek, güzel konuşmaya devâm ederdi.
Mahlûklara karşı da çok merhametli idi. Buyurdu ki:

“İnsanın, yürürken bile yumuşak ve mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi, karınca gibi, yerde bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için dikkatli olması gerekir.”

Muhammed Senûsî hazretleri, 1428 (H.832) senesinde doğdu. 1490 (H.895) senesinde bir pazar günü Tilemsân’da vefât etti. Vefâtında 55 yaşlarında olduğuna dâir kayıtlara da rastlanmıştır.


BU NASIL HÂLDİR?..

Senûsî hazretlerinin hanımı anlatır:
Gecenin ilk kısmında bir miktar uyuyup, sonra kalkar, kendi kendine sitem eder ve; “Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennet’e gideceği kendisine haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir?” derdi. Sonra da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamayacak durumda olduğu zaman bile namazını terk etmedi. On gün hasta kaldı. Vefât ederken buyurdu ki:

“Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere, vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. Ondan bunu dileriz.”
#61 - Eylül 17 2008, 22:40:37
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Kıraat İmâmı” Esved bin Yezîd


Esved bin Yezîd bin Kays en-Nehâî hazretleri, Tâbiinin meşhur kıraat imamlarındandır. Eshab-ı kiramdan birçoklarıyla görüşerek onlardan kıraat ilmini öğrendi. Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) hilafeti zamanında daha çok genç iken hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye geldi ve burada Hazret-i Ömer’in sohbetinde bulundu...


BEŞ BELDENİN MEŞHURLARI...

Eshâb-ı kirâmın, kırâati ile meşhur olanlarından, Kur’ân-ı kerîmi okuyan ve ezberleyen ve kırâat ilminde “İmâm”lık derecesine yükselen Tâbiîn-i izâm, beş ayrı beldede meşhur olmuşlardır. Bunlardan; Saîd bin Müseyyib, Sâlim bin Utbe, Ömer bin Abdülazîz, Atâ bin Yesâr, Muâz bin Hâris, Abdurrahmân bin Hürmüz el-A’rec, Muhammed bin Müslim, Müslim bin Cündeb ve Zeyd bin Eslem, Medîne-i münevverede; Ubey bin Umeyr, Atâ bin Ebi Rebâh, Tâvus bin Keysân, İkrime, Mücâhid bin Cebr Mekke’de; Alkame bin Kays, Esved bin Yezîd, Abîde bin Amr, Amr bin Şurahbil, Hâris bin Kays, Said bin Cübeyr, Rebî bin Heysem, Amr bin Meymûn, Ebû Abdurrahmân Sülemî, İbrâhim Nehâî, Zirr bin Hubeyş Kûfe’de; Muâz, Câbir bin Zeyd Ebü’l-Âliyye, Nasr bin Âsım-ı Leysi, Yahyâ bin Ya’mer, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve Katâde bin Diâme Basra’da; Mugîre bin Ebû Şihâb, Huleyd bin Sa’d Şam’da meşhurdular...

Aişe-i Sıddıka vâlidemiz Esved bin Yezîd için “Irak’ta benim nezdimde Esved’den daha kerem sahibi kimse yoktur” buyurmuştur.
Esved bin Yezîd’in namaza karşı gösterdiği hassasiyet tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Haris en-Nehaî anlatıyor:
“Esved’le beraber Mekke’ye yolculuk yaptık. Namaz vakti olunca ne halde olursa olsun, isterse sarp ve haşin bir yerde, isterse devesinin ayağının birisi yüksekte birisi alçakta olsun, hiç beklemeden hemen devesini çöktürür ve namazını kılardı!”


İBRETLER VE NASİHATLER...
Bu büyük “İmam”ın vefatında da çok büyük ibret ve nasihatler vardır... Hayatı boyunca günaha kapı aralamamış olan bu mübarek zat, vefat ederken ağlayıp sızlamaya başlıyor. Kendisine bu ağlamasının gereksiz olduğunu söyleyenlere karşı o şöyle buyuruyor:
“Ağlamaya benden daha lâyık kim var? Ben ağlayıp sızlamayayım da kim ağlasın sızlasın! Allah’a yemin ederim ki, O, beni mağfiret etse de, istediğim şeylerden dolayı Allah’a karşı duyduğum utanç benim için çok büyüktür!..”
#62 - Eylül 17 2008, 22:42:08
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bir gönül sultanının babası Mevlânâ Hamidüddin


Hace Ubeydullah-i Ahrar hazretleri; Mevlânâ Hamidüddin Şâşî ve onun mübarek oğlu Mevlana Hüsameddin Buhari hazretleriyle yaşadıklarını bizzat kendisi şöyle anlatıyor:
“Hâlimin başlangıcında Buhara’ya gittim. Mübarekşah Medresesine indim. Mevlânâ Hamidüddin Şâşî oğlu Mevlânâ Hüsameddin bizim kim olduğumuzu öğrendikten sonra pek çok iltifat edip kitap okumakla meşgul olmamı tavsiye ettiler. Dedemin, kendi aile yakınlarına gösterdiği alâka ve yardım kalmadığını söyleyerek sanki onların mükâfatını vermek istediler. Medresede bana fevkalâde güzel bir hücre verdiler...”


“GAFLETE DÜŞTÜĞÜNÜ GÖRMEDİM!”

Yine Hace Ubeydullah hazretleri şöyle anlatır:
“Mevlânâ hazretlerinin bâtınlarındaki topluluk ve istiğrak hali çok büyüktü. En zevksiz ve cansız bir insan bile bir görüşte kendisine tutulurdu. Cezbesi onu sardığı zaman vücudunu öyle bir hararet kaplardı ki, kış günü ayaklarını buzlu suya sokarlardı. Mirza Uluğ Bey kendilerine Buhara kadılığını teklif edip zorla o makamı vermişlerdi. Mahkemede oturup dâvâlara bakarken bir bölük tarikat isteklisi de yer alır ve Mevlânâ’ya yönelip bâtın feyzini aktarmaya bakarlardı. Ben de o mahkemede hazır bulunurdum, öyle bir yerde otururdum ki, kendileri beni görmez, ben kendilerini görürdüm. Bunca çetin mesele ve dış dünya derdi arasında, bâtınlarının ‘Hâcegân’ yolunu bir an için bile unuttuğunu, gaflete düştüğünü görmedim. Kendi nisbet ve hâllerini gizlemekte ve dışlarını halka verirken içlerini Hakka inhisar ettirmekte müstesna bir kuvvet sahibiydiler...”


“BENDEN SELİM KALB İSTİYORLAR”

Yine Hace Ubeydullah Hazretleri anlatıyor:
“Mevlânâ Hüsameddin, babası Mevlânâ Hamidüddin’in ölüm döşeğinde ter döktüğü an, yanı başında idi. Son derece perişan haldeydi. Ona sordu: ‘Sana ne oldu baba?’ Cevap aldı: ‘Benden selim kalb istiyorlar. O bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum!’ Oğlu devam etti: ‘Bütün kuvvetinizi sarf edip bir lâhza bana yönelin! Selim kalbi anlarsınız!’ Bir saat kadar geçti. Gözleri kapalı, yatan hastada büyük bir değişiklik görüldü. Baba, gözlerini açıp dedi ki: ‘Oğlum, Allah sana mükâfatını versin. Meğer topyekûn ömrümüzü bu tarikate sarf etmeliymişiz. Yazık ki, onu kaybetmişiz!’... Ve iyi evlâd sayesinde, bu dünyadan huzur içinde göçtü...”
#63 - Eylül 17 2008, 22:43:08
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Azılı müşrik Âsım bin Ebî Avf’ın sonu


Uhud Harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler... Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki:
“Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister?”
Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Ebû Dücâne hazretleri, heyecandan yerinde duramıyordu. Edeple sordu:


“BU KILICIN HAKKI NEDİR?”

“Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?”
“O’nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır... Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır...”
“Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah...”
Peygamber Efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyit yazılıydı:
“Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz.”
Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu. Aslında Eshâb-ı kirâm, mütevâzı, alçak gönüllü insanlardı. Halbuki şimdi Ebû Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Eshab-ı kiram, onun bu yürüyüşünden hoşlanmamıştı. Fakat Resulullah efendimiz o anda buyurdular ki:
“Bu bir yürüyüştür ki; harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir...”
Ebû Dücâne hazretleri, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için, canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan müşrikleri kılıçladı, kılıçladı... Kimini öldürdü, kimini yaraladı...


KUDURMUŞ BİR CANAVAR GİBİ!

Müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da; “Ey Kureyş cemâati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım” diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu.
Ebû Dücâne hazretleri bu azılı müşrikin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşmıştı. Nihayet bir fırsatını buldu ve bu İslâm düşmanını; Resulullahın verdiği kılıçla cehenneme yolladı...
#64 - Eylül 17 2008, 22:44:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Kayyûm-i Zaman” Muhammed Sıbgatullah


Muhammed Sıbgatullah hazretleri, yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî’nin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. “Kayyûm-i Zaman” ismiyle meşhûrdur... Zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, kendisi de çok talebe yetiştirdi... Hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi.


“BABAM BÖYLE OKURDU!..”

Bu mübarek zat, ömrünün sonlarına doğru Kur’ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Kendisine çok bağlı talebelerinden biri;
“Böyle sessiz okumanızın hikmeti nedir efendim?” diye arz etti. Bir müddet sustu ve sonra;
“Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu” buyurdu...
O senelerde, Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler. Ancak, mübarek, bir gece merak edip durumu öğrenmek için muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarasına benzer bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harb eden Müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı. Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, Müslümanların imdâdına yetişmişti...


ONUN VEFÂTINDAN SONRA....

Kayyûm-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ile Allahü teâlâya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Yâni o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebî’ul-âhir ayının dokuzunda bir cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti. Vefâtında seksen dokuz yaşındaydı.
Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah Efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu teslim etti...
#65 - Eylül 17 2008, 22:44:53
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî


Semerkand’da doğan Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Anadolu’ya hicret etti. Lârende’ye (Karaman’a) geldi. 1456 (H.860) târihinde yüz elli yaşlarında iken vefât etti. Kabri, İçel’e bağlı Gülnar ilçesinin Zeyne kasabasındadır...


“MÜRŞİD KİME DENİR?”

Bir gün talebeleri; “Hocam, mürşid kime denir?” diye sordular. Bunun üzerine; “Kitâbullaha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir” buyurdu.
Bir gün de şöyle sordular:
“Kimlerin sohbetinden kaçınalım hocam?”
Buyurdu ki: “Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever... Bunlar âlim için rüsvâylıktır. Böyle olanlardan kaçın!”
Bu mübarek zatın çok kerameti görülmüştür... Kendisini çok seven talebelerinden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda onu bir eşkıyâ öldürmek istedi. Tam o sırada eşkıyâya;
“Bütün eşyâm param, neyim varsa senin olsun. Beni serbest bırak, öldürme” dedi. Eşkıya;
“Onlar nasıl olsa benim olacak benim maksadım seni öldürmektir” dedi. O zât o anda hocasını hatırladı ve şöyle yakardı:
“Yâ Rabbî! Kudretinle hocam Seyyid Alâaddîn hazretlerinden bana yardım ulaştır!”
Dua bittikten sonra, eşkıyâ o zâta üç kere bıçağı çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâeddîn Ali Semerkandî’nin himmeti bereketiyle bıçak kesmedi. Bunun üzerine eşkıyâ bıçağın keskin olup olmadığını denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı. Tekrar o zâtı kesmek istedi, fakat bıçak yine kesmedi. Eşkıyaya;


“BU SIRRI KİMSEYE SÖYLEME”

“Ey kişi! Benim bir azîz hocam var. Onun bereketiyle beni öldüremezsin” dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz kızıp;
“Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi?” dedi ve elindeki bıçakla tekrar saldırdı. Fakat o anda, âniden uzaktan elinde mızrağı olduğu halde beyaz bir ata binmiş, yeşiller giymiş bir zât yıldırım gibi geldi ve eşkıyâya öyle vurdu ki, mızrağın ucundan kıvılcımlar çıktı. Eşkıyâ o anda can verdi.
Atlının mübarek hocası olduğunu anlayan talebe, Zeyne’ye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki, Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri ona;
“Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla!” buyurdu.
#66 - Eylül 17 2008, 22:47:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Senin sonun da böyle olacak!..”


Bir zamanlar çok zengin ve yaşlı bir adam varmış. Artık son günlerini yaşıyormuş. Ölümünün yaklaştığını anlayınca dünyadaki tek vârisi olan oğlunu yanına çağırmış ve şu vasiyette bulunmuş:
-Oğlum! Şu altın dolu iki çuvalı görüyorsun. Ben öldükten sonra bu iki çuvaldan biri senin olsun, diğerini ise dünyanın en ahmak adamını bulup ona ver!..


HEMEN YOLA KOYULUR...

Adam bu vasiyeti yaptıktan kısa bir süre sonra ölmüş. Oğlu babasının ölümünden sonra ilk olarak hemen vasiyeti yerine getirmek istemiş. Sarı lira dolu çuvalı yanına alarak çıkmış yollara... Başlamış dünyanın en ahmak adamını aramaya. Rastladığı kişilere soruyormuş:
-Sen ahmak mısın, değil misin? diye. Böyle bir soruyla karşılaşan kimselerin hemen hepsi diklenerek;
-Ne demek istiyorsun sen? Ben aklı başında bir adamım, diyorlarmış... Tabii adam da altınları vereceği kimseyi bir türlü bulamıyormuş...
Adam, vasiyeti yerine getirebilmek için bu hâlde dolaşırken yolu bir düzlüğe çıkmış. Bakmış ortada kocaman bir darağacı. Üstünde ise resmi elbisesiyle beraber bir devlet adamı asılı duruyor. Orada bulunan birine sorduğunda idam edilen kimsenin hükümdarın veziri olduğunu öğrenmiş.
O arada adam, meydanın öbür tarafından büyük bir merasimle ve pürneşe gelmekte olan bir adamı görmüş. Bir de bakmış ki onun sırtındaki resmi elbise ile idam edilenin elbisesi aynı. Yanındakilere sormuş:
-Peki bu gelen adam kim? Karşısındaki adam cevap vermiş:
-Bu da yeni vezir.


“LÜTFEN ŞU ALTINLARI ALIN”

Adam bu cevabı alır almaz hemen yeni vezirin yanına yaklaşmış ve;
-Babamın bir vasiyeti var. Bana dedi ki; altın ile dolu olan bu çuvalı dünyanın en ahmak adamını bulup ona ver! Ben de şu anda bu çuvalı size vermeyi çok uygun buldum. Lütfen şunları alın, demiş...
Bunları dinleyen yeni vezirin neşeli yüzü birden gerilmiş ve hayretler içinde sormuş:
-Peki ama, dünyanın en ahmak adamı niçin ben oluyorum?
Adam, hemen cevabı yapıştırmış:
-Efendi! Senden önce, oturacağın makamdaki kişiyi kaldırıp darağacına çekmişler, sen ise kurbanlık koyun gibi aynı makama gidip oturacaksın. Büyük bir ihtimalle senin sonun da böyle olacak. Ben senin kadar bu akıbeti göremeyecek ahmak adamı nerede bulabilirim?
#67 - Eylül 17 2008, 22:48:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yakub aleyhisselamın Hz. Azrail’den ricası!


Yakub aleyhisselamın, Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamberdir. İsmi Yakub olup İbrânice’de “Saffetullah”, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı “İsrail” olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrahim aleyhisselamın küçük oğlu olan İshak aleyhisselamın oğludur.


ON İKİ OĞLU VARDI...

Yakub aleyhisselamın on iki oğlu vardı. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına “Benî İsrail”, yâni “İsrailoğulları” denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine “Sıbt”, hepsine birden torunlar mânâsına gelen “Esbât” denir. Sonradan “Yahudi” adı verilmiştir. En çok sevdiği oğlu Yusuf aleyhisselam da İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiştir...


HAZRETİ AZRAİL İLE DOSTTU...

Zehril-Riyazda rivayet edildiğine göre, Yakub aleyhisselam ölüm meleği Azrail aleyhisselam ile dosttu. Bir gün hazreti Azrail, Yakub aleyhisselamı ziyarete gider. Hazreti Yakub ona;

“Ya Azrail, görüşmeye mi geldin, yoksa canımı almaya mı?” diye sorar. Hazreti Azrail;
“Gelişim ziyaret içindir” cevabını verir.
Yakub aleyhisselam;
“Senden bir ricam var” der. Azrail aleyhisselam “nedir” der. Yakub aleyhisselam;

“Ölümümün yaklaştığını, canımı almaya hazırlandığını bana önceden bildirmeni istiyorum” der. Hazreti Azrail;
“Hay hay, sana iki veya üç haberci gönderirim” karşılığını verir.


“ÜÇ HABERCİ GÖNDERDİM!”

Yakub aleyhisselamın dünyadaki ömrü dolunca bir gün yine ölüm meleği, karşısına dikilir. Yakub aleyhisselam yine sorar;
“Ziyaretçi misin, yoksa canımı almaya mı geldin” Azrail aleyhisselam;
“Canını almaya geldim” cevabını verir.
Yakub aleyhisselam;
“Sen bana daha önce iki veya üç haberci göndereceğini söylemedin mi?” diye sorunca, Azrail aleyhisselam şu cevabı verir:
“Söylediğimi yaparak sana üç haberci gönderdim: Önce, siyah iken sonra ağaran saçın, güçlü iken halsizleşen vücudun ve dimdik iken kamburlaşan belin... Ey Yakub, işte bunlar benim âdemoğullarına gönderdiğim ön habercilerdir.”
#68 - Eylül 17 2008, 22:53:51
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Ben Allah’ın affını umarım”


Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine’ye geldikten sonra bütün ensâr kendisine hizmet etmek hususunda yarışıyorlardı. Enes bin Mâlik’in annesinin, hizmet yarışında yapabilecek veya verebilecek hiçbir şeyi yoktu. Bundan dolayı hemen Enes bin Mâlik’i çağırıp elinden tutarak Resul-i Ekrem’in huzuruna çıktı ve;

“Ya Resulallah, ben fakir bir kimseyim. Sizlere yardım edecek bir şeyimiz yok. Bu oğlumdur, yardım etmek ve hizmetinizde bulunmak üzere sizlere bırakıyorum. Onu kabul ediniz” dedi.
Resûl-i Ekrem efendimiz, bu içten gelen arzuyu kırmadı. Enes bin Mâlik’i yanına aldı. Bütün zamanlarında onu yanında bulundurdu.


ANNESİNDEN BİLE SAKLARDI!..

Enes bin Mâlik, Resulullah’ın hizmetine girdikten sonra O’nun bütün emirlerini büyük bir dikkat ve itina ile yerine getirmeye çalıştı. Resul-i Ekrem ile aralarında sır olarak kalmasını arzu ettikleri şeyleri büyük bir dikkatle muhâfaza eder ve onları annesine bile söylemezdi.
Enes bin Mâlik hazretleri, Resul-i Ekrem’e o kadar sokulurdu ki, âdeta ikisinin dizleri birbirine değerdi. Nitekim Hayber gazvesinde, Resul-i Ekrem, Enes bin Mâlik ile birlikte giderken dizleri birbirlerine dokunuyordu. Uhud ve Hendek gazvelerinde yine Resulullah Efendimiz ile beraberdi. Hudeybiye Barışı sırasında henüz delikanlılık çağına gelmek üzere idi. Umretü’l-Kaza’da ise Resul-i Ekrem efendimize refâkat ederek Mekke’ye gitti. Daha sonra Hayber Gazvesinde, Mekke’nin Fethinde ve Huneyn Gazvesinde de bulundu. Ayrıca Resul-i Ekrem ile birlikte Tâif muhâsarasına katıldı. Veda Haccı’nda da bulunan Enes bin Mâlik, Resul-i Ekrem’in irtihalinde Medine’de idi.
Enes bin Mâlik hazretleri, Peygamber Efendimize bu yakınlığından dolayı en fazla hadis-i şerif rivayet eden sahabilerdendi.


“KENDİNİ NASIL HİSSEDİYORSUN?”

Kendisinden rivayet olunur ki:
“Peygamber efendimiz, ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona;
-Kendini nasıl hissediyorsun? diye sordu. Genç cevaben;
-Ben Allah’ın affını umarım ve günahlarımdan korkarım, dedi.
Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdular ki:
-Bu vakitte mü’min bir kulun kalbinde bağışlanma ümidi ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allahü teala o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğundan emin kılar.”
#69 - Eylül 17 2008, 22:55:03
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Delâil-ül-Hayrât” ve Muhammed Cezûlî


Büyük âlim ve velî Muhammed Cezûlî hazretlerinin, salevât-ı şerîfeleri topladığı meşhur kitabı “Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr”ı niçin yazdığı şöyle anlatılır:


SALİHA BİR HANIMI VARDI

Muhammed Cezûlî hazretlerinin saliha bir hanımı vardı. Bir gece yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından o da çıktı. Onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında bir arslan mübarek hanıma bekçilik ediyordu. Kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Aslanlar denizin kıyısında yattılar. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Üç gece gözetledi ve hanımının her gece böyle yaptığını gördü. Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu sordu. Hanımı;
“Siz, bu durumuma şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun zamandır ben böyle yapıyorum” dedi.
Bunun üzerine Muhammed Cezûlî;
“Acabâ, bu kerâmete nasıl kavuştunuz?” diye sorunca, hanımı;
“Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum” dedi.
Muhammed Cezûlî;
“Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?” diye sorunca, hanımı cevap vermedi. Isrâr edince;
“Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm” dedi.
Sabahleyin hanımı; “Açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, ‘vardır’ diye işaret ederim” dedi.


ZEHİRLENEREK ŞEHÎD EDİLDİ
Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı;
“İçinde birkaç yerde vardır. Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur” dedi.
Muhammed Cezûlî bu eserine; hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen “Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr” ismini verdi.
Muhammed Cezûlî hazretleri, 1465 (H.870) senesinde zehirlenerek şehîd edildi. Vefat ederken, hayatında devamlı yaptığı gibi Peygamber Efendimize Salevat-ı şerife söyleyerek ruhunu teslim etti.
#70 - Eylül 17 2008, 22:56:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hadis âlimi bir seyyah Ebu Yusuf el-Fârisî


Ebu Yusuf el-Fârisî (191-277 hicrî, 808-890 milâdî) İrân’ın Fesâ şehrinde doğduğu için “Fesevî” nisbetini almıştır. Hâfız, İmâm, Hüccet, Muhaddis, Müverrih ve Rahhâl (seyyâh) vasıflarıyla muttasıftır. İlim talebi yolunda şarka ve garba seyahatler yapmış, 30 yıl kadar gurbette kalmıştır. Bu uzun seyahatler kendisine çok sayıda âlimle karşılaşıp onlardan ilim alma imkânı tanımıştır.


BİN ÂLİMLE GÖRÜŞTÜ!..

Bizzat kendisi “Hepsi sika (güvenilir) olan 1000 kadar şeyhin meclisinde hazır bulundum ve rivâyetlerini dinledim” demiştir.
Hadîs ilminin ana direklerinden (erkân) biri sayılmış olan Fesevî, verâ ve takvâsıyla da ün yapmıştır. Sünnete son derece bağlı kalmıştır.

Kendisinden hadîs alanlar meyanında Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme, Ebu Avâne, İbnu Ebî Hâtim, Muhammed İbnu İshâk es-Sağânî gibi meşhurlar da vardır. Kendisinden yapılan rivâyetlerden, seyahatleri sırasında pek çok sıkıntılarla karşılaştığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde, gündüzleri ders halkalarına giderek notlar aldığını, geceleri de bunları temize çekip istinsah (çoğalttığını) ettiğini belirtir. Nafaka yönünden sıkıntıya düştüğü bir kış gecesinde, mum ışığında istinsah yaparken gözüne su iner ve artık göremez olur. Hem maddî sıkıntı, hem gurbet firkati, hem de artık uğruna hayatını adadığı ilmî meşguliyetten ebediyyen mahrûm kalma düşüncesinin verdiği elem ve ızdırapla ağlar, ağlar... Bu halde uyuyakalır. Rüyasında Resûlullah efendimizi görür. Kendisine “Niye ağladın, söyle bakalım!” buyurur.
“Yâ Resulallah, gözlerimi kaybettim, artık ilimle meşgul olamayacağım, bunun için ağladım” cevâbını verir. “Bana yaklaş” buyuran Resûlullah efendimiz, Fesevî’nin gözlerini şefkat ve şifa dolu elleriyle sıvazlar.
Uyanınca gözlerine tekrar kavuştuğunu gören Fesevî, oturup yazma ve istinsah işlerine ara vermeden devam eder...


ONA RÜYADA SORDULAR!..

Kendisini, böylesine ilme vermiş olan Fesevî’yi ölümden sonra rüyasında gören Abdân İbni Muhammed el-Mervezî: “Allahü teala sana nasıl muâmele etti?” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “Günahlarımı affetti ve aynen yeryüzünde rivâyet ettiğim gibi semâda da rivâyet etmemi emretti...”
Fesevî’nin, “et-Târîhu’l-Kebîr ve el-Meşyehât” adlı kitabı çok meşhurdur...
#71 - Eylül 18 2008, 10:39:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Hayrın anahtarı” Sâbit el-Benânî


Sâbit bin Eslem el-Benânî, Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velîlerindendir. Hadîs ilminde sika, emîn, güvenilir ve îtimâd edilir bir âlimdir. Basra’nın en büyük âlim ve râvilerindendir. Sâbit el-Benânî, birçok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Enes bin Mâlik, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr, Şeddâd (radıyallahü anhüm) bunlardandır. Hadîsleri Kütüb-i Sitte diye meşhûr olan altı hadîs kitabının hepsinde vardır...


ÇOK ORUÇ TUTARDI...

Enes bin Mâlik onun için der ki: “Her şeyin bir anahtarı vardır. Hayrın anahtarı da Sâbit’tir.” Bekr bin Abdullah: “Zamânının en âbid olanına bakmak isteyen Sâbit el-Benânî’ye baksın.” Şu’be: “Sâbit el-Benânî, Kur’ân-ı kerîmi bir gün ve gecede okuyup bitirir, çok oruç tutardı.” Humeyd: “Biz, yanımızda Sâbit el-Benânî de olduğu halde, Enes bin Mâlik’e giderdik. Fakat Sâbit, rastladığı bir mescitte namaz kılarken geride kalırdı. Biz hazret-i Enes’in yanına vardığımızda onu göremeyince, ‘Sâbit nerede, Sâbit nerede? Çünkü ben onu çok seviyorum’ buyururdu.” Ahmed bin Hanbel; “Enes bin Mâlik, Sâbit el-Benânî’ye, ‘senin gözlerin, Resûlullah’ın gözlerine ne kadar da çok benziyor’ der ve Resûlullah’ı hatırlayarak ağlamaya başlar, gözlerinden yaşlar akardı...”
Sâbit bin Eslem hazretleri gözlerinden rahatsızdı. Bunun için tabibe gitti. Tabib; “Bir husûsa dikkat edersen, gözlerin iyi olur” dedi. Sâbit; “O nedir?” diye sorunca tabib; “Ağlama!” dedi. Bunun üzerine Sâbit; “Ağlamayan gözde hayır yoktur” buyurdu...


“ÜÇ ŞEYİ YAPAMAZSAM!..”

Ölüm hastalığında, Sâbit bin Eslem hazretlerinin ziyâretine gittiler. Yanındakilere bir şeyler anlatıyordu. Ziyâretçiler, huzûruna girip oturunca;
“Sevgili kardeşlerim! Önceki gibi, namazlarımı kılamıyor, oruçlarımı tutamıyor, Allahü teâlâyı zikredemiyor, sizlerin yanına inemiyorum” dedi ve şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Bu üç şeyi istediğim gibi yapamadığım zaman, beni bu dünyâda bir saat bile bırakma!”
Bunları söyledikten hemen sonra vefat etti. Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ kitabının sâhibi, Sâbit el-Benânî hazretleri için şöyle der: “Vefât ettiği zaman kabrini kerpiçle ördüler. Kerpiçlerden birisi kaydı. Kabrin içinde onu namaz kılarken gördüler. Kabrinin civarından geçenler, içeriden Kur’ân-ı kerîm sesi duyardı.”
#72 - Eylül 18 2008, 10:39:52
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Gönlünü hoş tut yâ Resûlallah!..”


Kitaplarda bildirildiği gibi, Peygamber Efendimiz, ümmetine çok düşkündür. Nitekim, “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlatlarına olan durumu gibiyim” buyurmuştur. Şu hadise, O’nun, ümmetine düşkünlüğünü anlatmaya en güzel bir misaldir...


“O BİR MÜ’MİNDİR...”

Ensar’dan bir zat vefat etmek üzereydi. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu zatın yanında bulunuyor, onunla ilgileniyordu. Resulullah Efendimiz ölüm meleği hazreti Azrail’in geldiğini gördü ve aralarında geçen konuşmayı şöyle haber verdi.
Resûlullah efendimiz ölüm meleğine;
-Ey ölüm meleği! Bu sahabeme yumuşak davran; şüphesiz o bir mü’mindir, buyurdu.
Azrail aleyhisselam da şöyle dedi:

-Gönlün hoş, gözün aydın olsun yâ Resulallah! Bil ki ben her mü’mine yumuşak davranırım. Ben bir insanın ruhunu alınca, onun ailesinden birisi feryat ederse, ben ruh elimde olduğu halde adamın evinin kapısında durur ve; “Bu feryat da ne oluyor? Vallahi biz bu kimseye zulmetmedik, ecelinin önüne geçmedik, kendisi için takdir edilen vakitten önce gelmedik. Onun ruhunu aldığımız için bir günaha da girmedik. Eğer Allahü tealanın yaptığına razı olursanız, sevap alırsınız. Eğer üzülür ve kızarsanız, günaha girersiniz. Sizin bizi ayıplayacak bir durumunuz yok. Hem biz size daha çok geleceğiz. Siz kötü halden sakının, kötü ölümden sakının” derim. Yâ Resulallah! Yer yüzünde köylü-şehirli, iyi-kötü kim varsa, ben her gün onları gözden geçiririm. Ben onların büyüğünü ve küçüğünü kendilerinden daha iyi tanırım. Vallahi Ya Resulallah, Allahü tealanın izni olmadan ben bir sineğin canını almaya güç yetiremem!..


“ŞEYTANI ONDAN UZAKLAŞTIRIR”

Bu hadis-i şerifi nakleden Cafer bin Muhammed hazretleri demiştir ki:

“Bana şu haber ulaştı: Azrail aleyhisselam insanları namaz vakitlerinde gözden geçirir. Ölüm anında ruhunu almak için baktığında, eğer o kimse namazlarını muhafaza eden bir kimse ise, melek ona yakın durur, şeytanı ondan uzaklaştırır. Bu arada melek ona; ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ sözlerini telkin eder. Bu, gerçekten büyük bir hâldir.”
#73 - Eylül 18 2008, 10:40:25
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hocası için ölen talebe Nûreddîn Taşkendî


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ancak Taşkentli bir genç vardı ki o silinmedi. Çünkü diğerlerinin gözü şeyhlikte iken o genç, Ubeydullah-ı Ahrâr’a talebe olmak için can atıyordu. Bir gün o arzusuna da kavuştu. İşte biz bugün, hocaya bağlılığın nasıl olacağını bize yaşayışıyla gösteren o mübarek talebeden yani Nûreddîn Taşkendî’den bahsedeceğiz...
Nûreddîn Taşkendî, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Nisbesinden Taşkentli olduğu anlaşılmaktadır. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Nûreddîn, on beşinci asırda yaşamıştır...


HÂCE UBEYDULLAH HASTALANMIŞTI...

Mevlânâ Nûreddîn, hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr için kendini fedâ edenlerdendir. Bir salgında Hâce Ubeydullah tâûn hastalığına yakalandı. Mevlânâ Nûreddîn, hocasının huzûruna varıp, tam bir yalvarma ve yakarışla;
“Efendim ne olur bana izin verin. Sizin hastalığınız bana geçsin. Sizin hastalığınızı ben taşıyayım. Çünkü benim varlığım olsa da olur, olmasa da olur. Sizin vücûdunuz lâzım. Hak teâlânın sizin yüzünüzden nice nice faydalar yaratması umulur” deyince, Hâce Ubeydullah;
“Sen çok gençsin. Henüz âlemi görmemişsin ve kendin için nice ümitlerin ve gönlünde nice arzuların vardır” buyurdu. Mevlânâ Nûreddîn ağlayarak;
“Efendim! Benim bundan başka bir arzum yoktur. Kendimi size fedâ ettim” dedi.


“SAĞINA YAT VE RAHAT OL!”

Hâce Ubeydullah onun bu isteğini kabûl edip, izin verdi. Mevlânâ Nûreddîn hocasının hastalık yükünü üzerine aldı. Hâce Ubeydullah iyi olup ayağa kalktı ve talebeleri ile meşgûl olmaya devâm etti. Mevlânâ Nûreddîn hastalıktan yatağa düştü ve birkaç gün sonra da vefât etti.
Bir gün Hâce Ubeydullah kabristandan geçerken, Mevlânâ Nûreddîn, mezar içerisinde hocasından tarafa döndü. Hâce Ubeydullah; “Hey Nûreddîn! Dönme, sağına yat ve rahat ol” buyurdu. Bunun üzerine Mevlânâ Nûreddîn kıbleye dönüp yattı. Bu hâdiseyi orada bulunan ve kalp gözü açık talebelerin hepsi de gördü...
#74 - Eylül 18 2008, 10:40:50
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Avf bin Mâlik ve Sa’d bin Cüsâme


Muteber kitaplarda buyuruluyor ki: Dirilerin ruhları birbiriyle görüştüğü gibi, ölüler ile dirilerin ruhları da birbiriyle görüşür. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: “Allah ölümde canları alır. Ölmeyip rüyasında olan canları da alır. Ölümle ona hükmettiğini tutar, diğerini belli bir zamana kadar bırakır.” [Zümer 42]

Baki bin Muhalled ve ibn-i Mende, “Ruh” kitabında ve Taberâni “Evsat”ta, Said bin Cübeyr tarikiyle ibn-i Abbâs (radıyallahü anh)dan bu âyet-i kerime hakkında şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Bana ulaştı ki, diriler ile ölülerin ruhları rüyada görüşür. Birbirinden durumlarını öğrenirler, Allahü teala ölülerin ruhlarını tutar, diğerlerinin ruhlarını belli bir zamana kadar cesedlerine geri gönderir...”


“HANGİMİZ ÖNCE ÖLÜRSE!..”

İbn-i Ebid’dünya, “Uyun el-Hikâyât” kitabında senediyle Sehr bin Havsep’ten şöyle bir hadise rivayet eder:
Sa’d bin Cüsâme ve Avf bin Mâlik, birbirlerini Allah için dost edinmişlerdi. Sa’d;
-Hangimiz daha önce ölürse öbürüne görünsün, dedi ve Avf da kabul etti.
Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Sa’d vefat etti. Avf bin Mâlik, onu rüyasında gördü.
“Sana ne yapıldı?” diye sordu:
“Sıkıntıdan sonra magfiret edildim” dedi.
“Nedir o sıkıntı?” dedi. Sa’d;
“Bu, filan Yahudi’den borç aldığım on dinardır, onları ok eyerine bırakmıştım. Git onları ona ver ve bil ki, ailemin başına ne gelmişse haberim vardır. Her şeyi bana bildirirler. Kedimiz öldü. Falan kızım da altı gün sonra ölecektir, ona iyi davranın” dedi.


“ONA İYİ DAVRANIN!..”

Sabahleyin, evine gittim. Eyeri aradım, aşağıya indirdim, baktım, kese içinde on dinar var. Bahsettiği Yahudi’yi çağırdım. “Senin Sa’d’da kalan bir şeyin var mı?” dedim, O da;
“O, iyi bir sahabeydi. Benden on dinar borç istedi. Ona verdim” dedi. Sonra on dinarını verdiğimde;
“Vallahi ona borç verdiğim on dinarın aynısıdır” dedi. Ben ailesine;
“Sa’d’ın vefatından sonra sizde bir olay oldu mu?” dedim. Onlar da;
“Evet şöyle şöyle olaylar oldu” dediler. Kedinin ölümünü dahi zikrettiler. Ben;
“Peki onun filanca kızı nerede” diye sordum. “Dışarıda oynuyor” dediler. Beni yanına götürdüler, okşadım. Baktım harareti var, ona iyi davranın dedim. Altı gün sonra kız öldü.”
#75 - Eylül 18 2008, 10:41:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.