Alternatifim Cafe

Çerkes Göçleri

Discussion started on Cumhuriyet Tarihi

ÇERKES   GÖÇLERİ
 

Tarih  boyunca  Türkiye   toprakları  yabancı ülkelerden  kaçanların   sığındığı  bir  yer  olmuştur.

 

Bunun bir örneğiyle de, 1848 Burjuva Demokratik Devrimlerinin yenilgiye uğraması üzerine karşılaşmış bulunuyoruz; Polonya ve Macaristan'da yenilgiye uğrayan genç burjuva devrimcileri, diğer bütün kapıların kapalı olması nedeniyle, Türkiye'ye hücum ediyorlardı. Devrimleri bastıran Kutsal İttifak'ta Çarlık despotizminin katkısı en önde görünüyordu ve Moskova, kendi kapısını kapatmanın ötesinde, Osmanlı sultanının bunları kabul etmesini bile hoş karşılamıyordu. Osmanlı yönetimi baskılara boyun eğmedi, artık askeri başarılar kazanarak Hıristiyan çocuklarını bir eğitimden geçirip "Osmanize" etme imkânını çoktan yitirmiş İstanbul'un böyle bir hücumda kendisini yenileme imkânını görmesi son derece şaşırtıcıdır; bunların bir bölümü sivil ve askeri kamu işlerinde hızla yükselebilmiş ve ordular yönetmiştir. Aralarından birisi, Polonya Devrimi'nde yenik Yüzbaşı Konstantin Borjenski, hem M. Celadettin Paşa olarak büyük görevler üstlenmiş ve hem de, kadim ve çağdaş Türkleri konu alan bir kitabıyla, ilk "Türkçü" yazarlardan birisi olmuştur; Cumhuriyet Türkiyesi’nin hâlâ en büyük şairi sayılan Nâzım Hikmet, Borjenski'nin büyük dedesi, işte bu Konstantin Celadettin Paşa'dır.

 

Kuşkusuz, bunların hepsi Ömer veya Celadettin Paşa gibi şanslı olamadılar; sürgüne mahkûm pek çok devrimci örneği, Pera'da kahvecilik ya da lokantacılık yapanlar daha çoktur. Ancak kahveci de olsalar böylelerinin, Türkiye'nin düşün yaşamına ve yeni davranış kalıplarına katkısının hiç de diğerlerinden daha az olmadığını düşünmek için nedenlerimiz var; ilk yenilikçi Türk aydınlarının bu kahvelerin müdavimi olduklarını ve yenik devrimcilerden özgürlük ve devrim dersleri aldıklarını biliyoruz. Türkler, kitaptan daha çok eylemlilikle tahsili tercih ediyorlar; tarihi romancılardan, politik analizleri kahvecilerden öğrenmeyi seviyorlar.

Daha çok Macar ve Polonya kaynaklı burjuva demokrat aydınların akınından sadece on beş yıl kadar geçtikten sonra Türkiye, ölçek ve nitelik açısından, bunlarla karşılaştırılması mümkün olmayan bir büyük göçmen akınına uğramıştır; bu son derece etkili akın da tarihsel ve sosyal etkileri bakımından henüz incelenmiş olmaktan çok uzak görünüyor. Son yıllarda bu akınla ilgili bazı değerli envanter çalışmalarının çıkmaya başladığını görüyoruz; ancak, henüz bu büyük exodus sadece roman fragmanları düzeyinde ve çok yüzeysel olarak ele alınabilmiş durumdadır. Hâlbuki genellikle "Çerkez" denilen ve kendilerininse kendilerini genellikle "adige" olarak bildiği bu Kafkasyalı kavmin, ancak daha sonraki ve yine ters yönde Ermeni zorunlu göçüyle mukayese edilebilecek bu trajik hicreti, hem Osmanlı ve hem de Cumhuriyet Türkiyesi’nin her yanında ve her çizgisinde derin izlere sahiptir; bu kadar az incelenmiş olmasını son derece üzücü bulmak durumundayız.

 

Şu söylenebilir mi? Osmanlı düzeni, yayılma döneminde aldığı esirlerle, kendisini besleme ve yenileme imkânı buluyordu ve küçülme döneminde ise, göçlerle olağanüstü bir tazelenme imkânına kavuştu. Birincisi çok iyi biliniyor ve ikincisinin önemli ölçüde ihmal edilmiş olduğunu söyleyebiliriz; hâlbuki Profesör Karpat'ın yeni bir çalışması, XIX. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun, Balkanlar, Kırım ve Kafkasya'dan beş milyon göçmen almış olduğunu ortaya koymaktadır. Profesör Karpat, bu beş milyonluk yeni insanın geliş tarihini 1908 yılıyla sınırlandırmaktadır ve asıl göçlerin Kırım Savaşı'yla başladığını kabul edecek olursak, elli yıl kadar kısa bir zamanda, Osmanlı toplumu için çok büyük bir akın olduğuna hükmetmek durumundayız. Bundan sonra göç olmadığı anlamında değil, tahminin istatistik sınırı buradadır ve yine Profesör Karpat'ın saptamasına göre, bu büyük göçün çok azı Suriye ve Irak'a yerleştirilmiştir; tamamına yakını Anadolu'ya dağıtılmış olmaktadır.

 

Kuşkusuz çok kısaca aktardığım bu çok özet istatistik, yakın zaman Türkiye tarihinin en hareketli olduğu bu dönemle ilgili pek çok değerlendirmeyi yeniden ele almayı zorlayıcı bir ağırlığa sahiptir; bu ise, Sırlar’ın sınırlarının çok dışına düşmektedir. Yalnız bizim sırlarımızın bazısını da açıcı bir etkiye sahip bulunuyor; bu beş milyon içinde, başlı başına en büyük etnik topluluğun Çerkez halkı olduğunu söylemek, tek başına bir açıklık sayılmalıdır. Özellikle Rusya yayılmacılığı karşısında küçüldükçe yeni, Müslüman ve önemli ölçüde Çerkez halkını içselleştirmesi, belki de, Osmanlı düzeni açısından Mavi Gök'ten gelen ve pek dillendirilmek istenmeyen bir lütuf olmuştur.

 

Nasıl olmaz ki; Osmanlılar, poligamiye tutkulu olmaları kadar eşlerini başka kavimlerden seçmeye düşkünlükleriyle de ünlüdürler. Kuruluş ve yükseliş aşamasında Osmanlı prensleri arasında annesi Türk olan, ihmal edilecek kadar azdır; bu açıdan, Osmanlı yönetenlerinin, sultanlarının, ne ölçüde Türk oldukları her zaman tartışmaya açıktır. Yalnız, yayılmanın durması ve daralma, vasal Hıristiyan dinastilerden prenses bulmayı imkânsızlaştırmasının yanında cariye arzını da sınırlıyordu ve işte bu göçler, Osmanlı asilzadelerinin bu düşkünlük zamanında gerçek bir rahatlama yaratıyordu.

 

Göçenler içinde Çerkezler’in ayrı bir ağırlıkta bulunması, ayrı bir öneme sahiptir; çünkü Kafkasya'nın bu yerli halkı, yiğitliği kadar güzelliğiyle de bilinmektedir. Öyle ki, Orta Çağ'dan beri Mısır'dan İstanbul'a ve oradan Moskova'ya kadar bütün saraylarda Çerkez prensesler, en çok istenenler arasında baş sırada oldular ve Çerkez cariyeler, bütün sarayları doldurdular. Bu nedenle, 2 Temmuz 1864 tarihinde ünlü telgrafıyla Grand Dük, Çar'a, artık Kafkasya'da yenilmemiş bir tek aşiretin bile kalmadığını müjdelediği zaman "Büyük Çerkez Göçü" çoktan başlamış bulunuyordu ve İstanbul, Çerkezlerle doluyordu. Gelenler, sarayın ve diğer Osmanlı asilzadelerinin cariye talebini karşılamalarının ötesinde, yüksek Osmanlı bürokratlarının konaklarına da yetiyordu; "Çerkez Halayık" bu dönemden sonra, İstanbul’da günlük yaşamın parçası haline gelmiştir. Bütün yorulmuşluğuna rağmen Kafkasya üzerindeki iddialarından vazgeçmeyen Osmanlı sızmalarına karşı kendisini güvenceye almak isteyen Rusya, rusifıkasyona bu en dirençli halkı dize getirmekle yetinmiyor ve Rusya'nın başka yerlerine ve tercihen de Osmanlı topraklarına göçe zorluyordu. Coğrafyanın bu bölgesinde, Çerkez halkının trajedisi, ancak elli yıl kadar sonra daha büyük bir şiddetle çıkmış olan Ermeni halkının dramatik göçüyle karşılaştırılabilir; ikincisini daha iyi biliyoruz. Birincisindeki dramı, yatak odası kokulu edebiyatla örtüyoruz.

 

Çerkezler’den "iyi" cariye veya dadı olması, sadece güzelliklerinden kaynaklanmıyor; Çerkezler’de, Batı'da bilinenlerden çok daha katı bir feodal düzenin olduğu kesindir. Çerkez sisteminde çeşitli kastlar vardır ve bunların en üstündeki prenslerse sadece erkektir; Çerkez feodalitesinde de köleler olmakla birlikte Çerkez kadın da köle statüsündedir. Çerkez erkek, kadın üzerinde sonsuz hakka sahiptir ve düzen içi eğitimin son derece önemli olduğu Çerkez feodalitesinde, evlenecek kızın babası, kızının cinsel eğitiminden bile sorumludur; gelinle birlikte erkeğin evine cinsel yaşamda deneyimli bir kadının da öğretmen olarak gönderilmesi, bunun kanıtlarından sadece birisidir. Kadın, yükümlülüklerinden kocasının ölümünde bile kurtulamıyor; iç eğitim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan katı kurallara göre, Çerkez kadın, ölümden sonra da kocanın mezarına kırk gün gitmek ve her gittiğinde belli bir süre mezar başında durmak zorundadır.

 

Çerkez feodalitesinde çok katı düzenler vardır ve bunlar arasında geçiş mümkün değildir; daha asil düzenlere çıktıkça, iç eğitim daha da önem kazanmakta ve büyük bir disiplinle gerçekleştirilmektedir. Erkek çocuklar mutlaka aileden alınarak başka ve yine asil bir ailede uzun yıllar yaşamaya ve yetiştirilmeye zorlanıyorlar; bireysel ahlak yerine komünal bağlılığı vermede en önemli kurumlardan birisi olan kan davası, beklenebileceği gibi, Çerkezler’de de çok önemlidir ve kurallara bağlanmıştır. Bu halleriyle, her zaman güzel cariyeler sağlamanın yanında, gözü pek silahşorlar de çıkarmışlardır.

 

Feodalitede, sadakatin bir hoş eğimine rastlayamıyoruz; yüksek ve düz bir doğru üzerinde uzun süre var olduktan sonra, keskin bir düşüşe geçebiliyor ve bu haliyle, matematikteki "kinked" doğruyu andırıyor. Bu nedenle, feodaliteyi yüksek sadakatle yüksek sadakatsizliğin keskin bir köşede buluştukları bir düzen olarak da algılayabiliriz; kapitalizmden farkı, bunda sadakatin hiç bulunmamasına karşılık, eğer öyle söylenebilirse, sadakatsizlik hep "hoş" bir eğri çizmektedir. Mısır'daki, Arapça’sıyla "Memluk" ve Türkçe’siyle "Köle" devleti, bir açıdan da, sanki bunu ispat etmek için var olmuştur; Kıpçak Türkleri'yle Çerkez silahlı kölelerinin uzun yıllar buraları başarıyla yönettiklerini biliyoruz. Ancak İslam Ansiklopedisi'nin aktardığına göre, 1412 tarihinde tarihçi El-Kalkaşandi, o tarihte, Çerkez tarafının yönetimdeki bütün Türkleri temizlemiş olduklarını saptıyordu. Dolayısıyla, bu tarihin pek görkemli "Köle" devletinin, XVI. Yüzyılın başında Osmanlı Sultanı Selim tarafından tasfiye edildiği zaman, bir Çerkez dinasti tarafından yönetildiği kesindir.

 

Osmanlı, Mısır'dan, herhalde bir Çerkez kölenin elinden aldığı hilafetin dışında, başka Çerkez zenginlikleri de getirmiş olmalıdır; ancak Osmanlı düzeninin Çerkezler’le asıl karşılaşması daha sonradır. Profesör Karpat, sadece 1859–1879 yılları arasında, büyük çoğunluğu Çerkez olmak üzere 2 milyon Müslüman halkın Rusya'yı terk ettiğini haber veriyor; beş yüz bininin, hedefine ulaşamadığı ve telef olduğu tahmin ediliyor. Ölenlerin kesin sayısını hesaplamak ve hatta tahmin etmek, kuşkusuz mümkün değildir; ancak, Rusya kayıtları da pek çok ölüm olduğuna işaret ediyor ve bu nedenle, tıpkı Ermeni halkının acılı yazgısında olduğu gibi, konu her türlü tahmine elverişlidir.

 

Göçler çok büyük ölçüdeydi ve bu nedenle İstanbul'da bir "İdare-i Umumiye-i Muhacirin" komisyonunun kurulması ihtiyaç olmuştur. Yalnız burada küçük bir not gerekiyor, hem açıklamalarım ve hem de rakamlar, göçün hem Çerkezler’den ibaret olmadığını ve hem de Çerkezler’in Rusya karşısında kesin yenilgilerinden önce başladığını gösteriyor; yine de daha öncesine gitmekle birlikte, Kırım Savaşı'nın, Türkiye'ye, "Nogay" adıyla da bilinen ve Rusyalılar’la bizlerin Tatar dediğimiz bir halkın göçünü hızlandırdığını görüyoruz, Tatar göçü de, Kırım Savaşı'ndan sonra ve Osmanlı hezimetlerine paralel olarak sürüyor; Osmanlı yönetiminin göçenlerin hiçbir zaman bir yerde toplanmalarına izin vermediğine tanıklık ediyoruz. Buna karşın Tatarlar, Eskişehir'le Ankara yakınları arasında ve özellikle Eskişehir Ovası'nda önemli bir yoğunluğa erişebilmişlerdir.

 

Fakat 1862–1865 yılları arasında çok büyük yoğunluğa ulaşan "Büyük Çerkez Göçü", hem zamanında yarattığı problemler ve hem de daha sonraki tüm gelişmelere uzanan gizli kanalları nedeniyle çok daha önemlidir; belli çözümlemelere imkân veriyor. Bu arada son zamanlarda yayımlanan bazı çalışmalar da, Osmanlı yönetiminin bu göçleri dağıtırken çok net bir politika izlediğini gösteriyor; göçenleri yerleştirmede hiçbir tesadüfün yeri olmadığı netlikle ortaya çıkmaktadır.

 

Öte yandan A. Toumarkine, göçlerin yerleştirilmesi bir yana, Kafkasya'dan çıktıkları yerler açısından da, net bir desequilibre'e işaret etmektedir; eğer Kafkasya'da bizim "Çerkez" başlığı altında topladığımız yakın akraba halkların coğrafyasını, güneydoğu ve kuzeybatı olarak ikiye ayıracak olursak, Toumarkine'in saptamalarına göre, Türkiye'nin aldığı göçler, tamamı denecek ölçüde, kuzeybatıdan olmuştur. Türkiye'ye geniş Çerkez kavminden Çeçenler çok az göç etmişler; gelenler, genellikle bizim Çerkez dediğimiz Adige'ler ve Ubıhlarla daha az ölçüde Abaza ve Abhazlar olmuştur. Bu sonuncular içinde pek az Hıristiyan Çerkez'i ayıracak olursak, gelenlerin tümü Müslüman dinindendir; özetle, Türkiye'ye, kuzeybatı Kafkasya Çerkezya'dan, Müslüman ve çoğunluğu Adige Çerkez göçmüş olmaktadır.

 

Belki de Türkiye için asıl "lütuf buradadır; çünkü Çeçenlerin tümü Nakşibendî ve Kadiri tarikatı mensubudurlar ve Rusya'ya karşı savaşlarında şeriat yönetimini getirmek en baş amaçları arasındadır. Çarlığa karşı mücadelesi ve gözü pekliği nedeniyle pek çok süslenmiş Şeyh Şamil, aslında şeriatı gerçekleştirmek isteyen bir tarikat mensubundan başka birisi değildir; buna karşılık, Toumarkine Türkiye'ye göçenlerin, ilke olarak bu tarikatlarla hiçbir ilgisi olmamak bir yana, çokçası "islamises plus superfıciellement", olduklarını kaydetmektedir. Türkiye'ye göçen Çerkez kavminin, Kafkasya'da kalanların şeriatçı olmalarına karşılık, sadece yüzeysel olarak İslamlaşmış olmaları, bunlara Türkiye'de çok önemli etkinlik alanları açabilmiştir.

 

Ne olabilir? Bu, "göçmen nasıl davranır" sorusuyla çok yakından ilgilidir ve kuşkusuz, burada bizim ilgi alanımıza girmemektedir. Bununla birlikte, bu konuda Türkiye'nin son yıllarda daha da zenginleşen somut gerçekliklerine bakarak, bazı saptamalar denemenin önlenemez bir çekiciliği olduğunu kabul ediyorum; kısaca işaret etmek durumundayım. Birincisi, "göçmek" demek, öncelikle mülkiyetten kopmayı zorlamaktadır ve taşınamaz mülkiyet objelerini, ayrıldığı yerde bırakmak göçenin yazgısıdır, ikincisi, göçtüğü topraklarda yaşayabilmek için, bir dayanışma içinde olmaksa mutlaka gerekmektedir; dolayısıyla, mülkiyetten kopuşu ve dayanışmaya koşusu, göçmen olmanın ilk adımları saymak zorunluluğu var.

 

Ancak, bütün göçmenlerin, eninde sonunda tutucu olmalarını ve tarikatlar da dahil, önce reddettikleri bütün bağlara bulaştıklarını görmezlikten gelebilir miyiz? O halde başka açıklamalar da gerekmektedir. Üçüncüsü, göçmen, göçerken sadece gayri menkul mülkiyet nesnelerinden değil, ilkelerinden, geleneklerinden, aile ve utanma baskısından da kurtulmaktadır; göçtüğü topraklarda ailesine, aşiretine ve kavmine yaklaşımı, her türlü içtenlikten yoksun ve çok büyük ölçüde bir kapitalist sigorta ilişkisi türündedir. Dördüncüsü, göçtüğü yerde kaçınılmaz olarak işleyen köksüzlük duygusu, kısa bir zaman içinde yaşamdan korkuyu ve arkasından da yeni bir mülkiyet açlığını yaratabilmektedir; çıkışındaki mülkiyetten kopuş, çok uzun olmayan bir zaman içinde, mülkiyete koşuşa yol açmaktadır.

 

Büyük Çerkez Göçü'yle gelenlerde, belki bir kuşak geçmeden büyük bir mülkiyet açlığının baş göstermesini, eğer bu kısa saptamalarda bir bilimsellik varsa, bilimsel anlamda doğal karşılamak durumundayız. Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 yılında, Türkiye halkının yorgun ve aydınlarının mutsuz olduğu bir zamanda, bu açlık, hızla artan Kürt halkının toprak ve mülk içgüdüsüyle birleşince, pek çok yerde romancı Kemal Tahir'in klişesiyle, pek çok yorgun savaşçı yanında, fütuhatçı çeteler yaratabiliyordu. 1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın bazı maddeleri, bu konuda, zamanında uyarıcı olamasa bile şimdi düşündürücü ipuçlarına sahip görünmektedir.

 

Çerkez göçmenlerinin yerleşme krokisini, çıktıkları limanlara göre bir "T" cetveline benzetebiliriz; Toumarkine de, Kafkasya'dan çıktıkları Karadeniz'in sahil limanları, Samsun, Sinop ve Trabzon'la çevresinin dışında, "Güney'e, Akdeniz'e doğru", Çorum, Amasya, Tokat, Yozgat, Sivas, Uzunyayla, Kayseri, Maraş ve Adana'yı işaretle, "jusq'au Sandjak d'lskenderun" diyerek, Akdeniz'de İskenderun'a kadar uzanan iki hatta işaret etmektedir. Bunlara eklenecek, Antep veya Halep türü yöreler de var; yalnız bu işaretlemeyle Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'nın "gazi" yöreleri arasında, tümü olmamakla birlikte, bir korelâsyon bulmak mümkündür.

 

Türkiye'nin Cumhuriyet tarihi, Mustafa Kemal'i başlangıç almaktadır; Kurtuluş Savaşı'nın, Mustafa Kemal'den önce bir başlangıcı olduğu kesindir. Çeşitli çalışmalarımda, bir tarihsel önemi olmamakla birlikte tarih yazımı açısından çok grotesk bir örnek olduğu için üzerinde durduğum, "ilk kurşun" sorununu yine hatırlamadan edemiyorum; Doğan Avcıoğlu'nun ve benim yazılarım, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da ilk kurşunlu çatışmanın İskenderun dolayında olduğunu gösteriyor ve bu gösteriş, Genelkurmay tarafından yazılan ve dağıtılmayan Harp Tarihi tarafından da destekleniyor. Buradaki çözümlemeler çerçevesinde bu ısrar, şimdi daha anlamlıdır.

 

Fransız araştırmacı P. Dumont'un, Güneydoğu Anadolu'nun Pasifikasyonu başlıklı kısa araştırmasının, hem Çerkez göçü ve hem de bugünle bir ilgisi bulunmamaktadır; ayrıca Dumont, Türkiye'deki resmi tarihin dışına çıkmamak için çok titizlik gösteren araştırmacılardan birisi görünümündedir. Dumont'un araştırmasının merkezi, XIX. Yüzyılda Türkiye'de merkezi devletin kurulması ve kapitalizmin gelişmesi için yol güvenliğinin sağlanmasıyla ilgilidir; ancak, İskenderun'a bağlı Payas'taki Küçük Ali-Oğlu çeteleri ve Kozan Beyleri’ne bağlı haydutlar buna imkân vermemektedir ve bunların pasifikasyonu söz konusudur. Dumont, bu pasifikasyon işinde, Kırım Savaşı'ndan sonra buraya yerleştirilen Tatarların, Nogay ve daha sonra da gelen Çerkezler’in kullanılmasından söz etmekte ve Maraş'ın ötesinde, Uzunyayla'da, Afşarlarla yeni yerleştirilen Çerkezler arasında sürekli çatışmalardan söz etmektedir. Bu bilgi, Osmanlı'nın göçükleri yerleştirme politikası açısından son derece değerli bir ipucu niteliğindedir.

 

Anlamını zorladığımız takdirde, "pasifikasyon" sözcüğü çözümleyicidir; bunun için bazı nüfus bilgilerini daha sunmakta yarar var. Elenlerin Türkiye'den ayrılmalarından sonra da, Osmanlı Türkiyesi'nde de önemli ölçüde Elen yaşadığını biliyoruz; Profesör Karpat, 1881/82–1893 Osmanlı sayımına göre, bunların sayısını iki milyon üç yüz otuz iki bin olarak vermektedir. Ayrıca Osmanlı mülkünde yaşayan Elen halkının, 1914 tarihi itibariyle, yarısından fazlasının, Edirne, Aydın dahil İzmir, Trabzon, Samsun, Karesi ve İstanbul'da yaşadığını kaydederek, buraların, en müreffeh ve ticari açıdan gelişmiş yerler olduğunu eklemektedir. Muhafazakâr araştırmacı Profesör Karpat, aynı sayıma göre, Ermeni nüfusunuysa l milyon 100 bin olarak saptadıktan sonra, göçlere rağmen, Osmanlı döneminde, Ermeni halkının sürekli olarak arttığına işaret etmektedir. Karpat, Osmanlı topraklarında hemen hemen her yerde Ermeniler’e rastlanmakla birlikte, Ermeniler’in en güçlü yoğunlaşmalarının, "Erzurum, Sivas, Van, Elaziz, Diyarbakır ve Bitlis'ten ibaret altı Doğu vilayetinde olduğunu" ayrıca belirtmektedir. Bunların dışında, Ankara, Trabzon, Kayseri, Adana ve Halep'te de Ermeni halkının yoğunlukla yaşadığını, Karpat'tan öğreniyoruz. Bunlar zengin insanlardır; nitekim Çerkez Ethem de anılarında, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'ya geldiğinde kendisini garda karşılayan Mustafa Kemal Paşa'nın davetine karşın, bir yakının Ermeniler’den aldığı köşkünde kaldığını anlatıyordu.

 

Osmanlı mülkünde Elen ve Ermeni halkının yoğunlukla yaşadığı yerlerle Çerkez göçünün yerleştirildiği coğrafya arasında bir karşılaştırma yapmak, Profesör Karpat'ın ilgi alanına girmemektedir; ancak Osmanlı nüfus hareketleriyle ilgili elimizdeki en son ve en kapsamlı çalışma olduğu için, bu sonuncu konuda yine Profesör Karpat'ın verdiği bilgileri aktarmayı yararlı görüyoruz. Profesör Karpat, Çerkez göçüklerinin, "Asya'da", Diyarbakır, Mardin, Halep ve Şam'da ve "has anlamda Küçük Asya'da", Erzurum, Sivas, Çorum, Çankırı, Adapazarı, Bursa ve Eskişehir'de yerleştirildikleri hususunda bizi aydınlatıyor; bu arada o tarihlerde, İskenderun'un, Halep'in mülki bölümünde olduğunu eklemek durumundayız.

 

Bütün bu bilgileri bir araya getirdiğimizde, iki saptamayı çok net olarak yapabiliyoruz; Osmanlı yönetenleri, Çerkezler başta olmak üzere, özellikle XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Türkiye'ye gelen ve mevcut nüfusa göre olağanüstü büyük bir ölçüyü bulan göçükleri, öncelikle, Elen ve Ermeni halkının yaşadığı yerlere yerleştirmiş bulunmaktadır. Bunun ötesinde, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerin de ihmal edilmediğini görüyoruz; bunun bir nedeni, Kürtlerin zaman zaman düzen dışı eylemlerden geri kalmamalarıysa, diğeri de aynı yerlerde yoğun bir Ermeni varlığının bulunmasıdır.

 

Osmanlı yönetiminin göçüklerin coğrafi dağıtımında son derece politik davranmasına bir nokta daha eklenebilir; her coğrafi yerde hem kavim ve hem de aşiret olarak bir güç olmamalarına çok dikkat edilmiştir. Hiçbir yerleşim bölgesine damgalarını vuramıyorlar; hem Türker’le hem de başka kavimlerle karıştırılıyorlar. Böylece bağımsız bir siyasal güç olmamaları için gerekli özen gösterilmiş olmaktadır. Burada başarılı olunmuş mudur ve olunmuşsa ne ölçüdedir? Böyle bir soruyu da ortaya atabiliriz. Ortaya attığımız her soruya cevap bulmak mümkün değildir; yine de cevabın ipuçlarına işaret edebilecek durumdayız. Ancak cevapsızlık bazen ortaya konan soruya bir başka soruyla karşılık vermek olarak da belirmektedir; bu çerçevede şöyle bir soru, "Teşkilat-ı Mahsusa bir Çerkez örgütü müdür?" sorusu akla gelmektedir. Bunu, bir sorudan daha çok, çözümlemeyi sürdürebilmek için gerekli ve reddedilecek bir hipotez kabul etmek daha makul görünmektedir; gerçeklik, ret sürecinden artakalanlardan ibarettir.

 

Yalnız bu soruyu çözümlemek, formüle etmeye göre çok daha fazla güçlüklerle doludur; güçlüklerin en başında, kuşkusuz Teşkilat-ı Mahsusa'yla ilgili bilgilerimizin son derece sınırlı olması var. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa'nın kendisi, sanki bir yasak konudur; tarihçi mesleğinde araştırılması özendirilmemektedir. Bu konuda şimdiye kadar yapılmış tek çalışmanın da, Amerika Birleşik Devletleri'nde bir doktora tezi olması bunu gösteriyor; yalnız böyle önemli bir konuda bu örtülülük bile bir açıklık anlamındadır.

 

 

Açıklığın bir yanında, Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında, Teşkilat-ı Mahsusa'yla Çerkezlere güvensizliğin aynı tarihli olması da var; bu bile, Teşkilat-ı Mahsusa'yla Çerkez siyasi aktivitesini özdeşleştirmeyi telkin etmektedir. Ayrıca, teşkilatın bilinen üç başkanı olmuştur; bunlar, Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı ve Hüsamettin Ertürk'tü. Bunlardan birincisi, işin başında ve Irak'ta öldü, üçüncüsü, teşkilatın fiilen olmasa bile resmen lağvedildiği zamanda göreve getirildi ve bu nedenle, Teşkilat-ı Mahsusa'yla Kuşçubaşı'nı birlikte düşünmek zorunluluğu var. Sadece Eşref değil, kardeşleri Kuşçubaşılar da Teşkilat-ı Mahsusa'da çok etkin rol oynuyorlar; Çerkez'dirler. Osmanlı'nın son zamanlarının ve Kurtuluş Savaşı'nın tanınmış silahşorları, Ethem, Reşit, Tevfik Kardeşler de, Teşkilat-ı Mahsusa'da önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir ve kuşkusuz Çerkez olduklarını biliyoruz.

 

Bilim de, bir açıdan, bir sahne sanatıdır ve ancak bilim adamını, aynı zamanda oyun yazan ve sahneye koyucu, fakat daha da önemlisi sahne ışıkçısı olarak düşünmek zorundayız. Tarih yazıcılığında ise, sahne ışıkçısı-bilim adamı fonksiyonu çok daha ön plana çıkıyor; her yeni yazım, sahnede karartılan ve öncelikle ışık altına alınan aksiyonları değiştiriyor. Projektörleri, şimdiye kadar karartılmış Teşkilat-ı Mahsusa aktivitesine çevirmek, bize, bir de "cumhuriyet" düşüncesinin pek öyle yeni olmadığını ve kesinlikle Kemalist faktörlerle sınırlı kalmadığını da gösteriyor. Önceki çalışmalarımda, Ankara'da kurulan Cumhuriyet'ten çok kısa süre önce, birisi Batı'da ve diğeri Doğu'da ve çok önemli iki "cumhuriyet" kuruluşunu göstermiş bulunuyorum; her ikisi de Teşkilat-ı Mahsusa tarihiyle çok yakından ilgilidir.

 

Bunlardan ilki "Batı Trakya Cumhuriyeti" olarak da adlandırılabilmektedir, resmi adı Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi ve başbakanıysa Profesör Salih'tir. Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesine denk düşüyor; ayrıca çoğunluğu anı düzeyindeki çok kıt kaynaklardan çıkarabildiğimize göre, Edirne'nin kurtarılışı, bu geçici hükümetin kuruluşuyla Teşkilat-ı Mahsusa'nın tarihi iç içedir ve bu nedenle, Batı Trakya Cumhuriyeti'nin ortaya çıkışını Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluşu olarak da kabul etmek fazla yanıltıcı olmamalıdır.

 

Bugünkü Cumhuriyet sınırları içinde, ortaya çıkarabildiğimiz ilk cumhuriyet sayılabilecek olan, Batı Trakya Cumhuriyeti'nin başbakanı Müderris Salih görünmekle birlikte, en güçlü adamı Zeynel Abidin kod adıyla Genelkurmay Başkanlığı'nı yürüten Binbaşı Süleyman Askeri'dir. Kısa bir zaman sonra Irak Cephesi'nde ölen Askeri'nin, Teşkilat-ı Mahsusa'nın ilk başkanı olduğuna işaret etmiştim; cumhuriyetin ikinci ismi olarak ise, "Umum Çeteler Kumandanı" veya Kuva-yı Seyyare Müfettişi, bugünkü adıyla gerilla kuvvetleri şefi unvanlarını taşıyan Eşref Kuşçubaşı'yı görüyoruz. Eşrefin kardeşi Hacı Sami ve Çerkez Ethem'in ağabeyi Reşit de ön plandadır. Teşkilat-ı Mahsusa'nın son başkanı Yarbay Hüsamettin, Ethem'i, diğer kardeşi Tevfik’i de bu cumhuriyetin kuruluşu için savaşan gerillalar arasında göstermektedir.

 

Kemalist Cumhuriyet'ten önce, bugünkü Cumhuriyet sınırları içinde kurulan ve General Harbord Misyonuyla bölgeye gelmiş olan General Moseley'in pek de doğru olmayan bir biçimde, "The South Western Republic of Kars" olarak ifade ettiği ikinci cumhuriyet, "Kars Şura Hükümeti" olarak da bilinmektedir. Bazı kaynaklarda ise, "Güneybatı Kafkasya Şura Hükümeti" olarak geçmektedir; merkezi Kars olmakla birlikte Gümrü ve Batum’a kadar olan toprakları da kendi egemenliği altında görüyordu. Yerel toprak sahipleri, öğretmenler ve Rusya ordusunda görev yapmış Müslüman subaylardan oluşan bu hükümetin, bir de sekiz yüz kişilik ordusu bulunuyordu; Hüsamettin, anılarında Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarıyla Kars Hükümeti arasındaki iyi ilişkilerden söz etmektedir. Hüsamettin, Birinci Dünya Savaşı yenilgiyle biter bitmez, Teşkilat-ı Mahsusa'nın, en deneyimli elemanlarından Yenibahçeli Nail'i Batum’a, Filibeli Hilmi'yi Erzurum'a, Cafer'i Trabzon'a gönderdiklerini anlatmaktadır; daha sonra ilk ikisi İzmir Suikasti gerekçesiyle asılan bu üç kişi, doğudaki ordu komutanlarıyla görüşerek Erzurum, Trabzon ve Kars delegelerinden bir kongre toplamakla görevlendiriliyorlardı. Hüsamettin'in verdiği bilgiye göre Ardahan'da toplanan bu kongreden sonra, Kars'ta Şuralar Hükümeti'nin izniyle ve şûra temsilcilerinin de katılımıyla Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarıyla diğer İttihat ve Terakki militanlarının katıldığı bir kongre yapılmıştır.

 

Bütün bunlar bize, Teşkilat-ı Mahsusa'nın yenilgiyi kabul etmediğini ve Mücadeleyi sürdürmek istediğini göstermektedir; Teşkilat-ı Mahsusa militanları ya kendileri örgütleniyorlar ya da örgütlere katılıyorlardı. Bu iki örnekten cumhuriyet kurma konusunda bir pratikleri olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Fakat böyle olmakla birlikte, Teşkilat-ı Mahsusa konusunda bilgilerimizin yok denecek kadar az olması çok şaşırtıcıdır. Kuşkusuz bu şaşırtıcılık, aynı ölçüde bilimsel merakı tahrik etmektedir; Türkoloji'nin zaafları, her zaman yeni gerçekler için keşfi bekleyen hazine durumundadır.

 

Son başkanı Hüsamettin Ertürk'ün çok geç yayımlanmış anıları, son derece eliptik bir nitelik taşımaktadır; ancak, başka kaynaklarla desteklendiği ölçüde aydınlatabilmektedir. Bu konuda diğer kaynaklarsa çok sınırlıdır. Bu kıtlık ve sınırlılık içinde, P. H. Stoddard'ın 1963 yılında tamamlanan doktora tezi, tek önemli araştırma olarak önümüzde durmaktadır; yalnız, burada da bazı sınırlamalarla karşılaşıyoruz. Doktor Stoddard'ın araştırmasının temel ilgi alanının, Osmanlı-Arap ilişkileri olması ve 1911–1918 tarih kesitine bağlanması, Teşkilat-ı Mahsusa açısından son derece ciddi bir daralma anlamına gelmektedir; çünkü Teşkilat-ı Mahsusa'nın hem buralarda tam başarısız olduğu kesindir ve hem de, bilimsel açıdan asıl araştırmayı tahrik eden, bu tarihten sonraki etkinliğidir. Bu etkinliğin, Osmanlılar’ın güneyine değil, doğusuna doğru açıldığını biliyoruz. Bunun dışında Doktor Stoddard'ın araştırmasının bir açıdan bakıldığında önemini artıran ve diğer açıdan bakıldığında azaltan bir başka özelliği daha var; "tez" önemli ölçüde, belki de Enver Paşa'dan sonra, Teşkilat-ı Mahsusa'yla en çok özdeşleştirilebilecek isim olan Eşref Kuşçubaşı'yla yapılan mülakatlara dayanmaktadır. Bu, başka örneği olmadığı için başlı başına bir zenginliktir; ancak, Eşrefin şu veya bu nedenle, kendi gerçekliğine dürüst kalamaması halinde, yanıltıcı olması ihtimali de vardır.

 

Ancak ne kadar az dürüst kalırsa kalsın, kalanıyla Eşrefin yaşamı başlı başına bir romandır ve bu kuşaktaki gözü pekliği ve kararlılığı her zaman ve başka yerlerde göremiyoruz. Ailesi, Büyük Çerkez Göçü'yle İstanbul'a geliyor ve Eşref, göçten kısa bir süre sonra İstanbul'da doğuyor; dünyaya geldiğinde, babasının kız kardeşinin saraydan birisiyle evlilik yapmayı başardığını öğreniyoruz. Bir kapıdır; Eşrefin babası Nuri de, kız kardeşinin evliliğiyle açılan kapıdan girerek önce kuşçu ve daha sonra da Abdülhamit'in kuşçubaşısı oluyor; Çok yüksek bir rütbedir ve çocuklarının zamanın en prestijli ve imkânlı okulu olan Harbiye'ye girmeleri artık çok kolay olmuştur. Fakat Eşref’le kardeşi Hacı Sami, ilk kuşaktan geliyorlar ve göçmenin serüven ruhunu içeriyorlar; Hacı Sami, Enver'i iç Asya'da da yalnız bırakmıyor ve "yüz ellilikler" listesi ile yeni cumhuriyete girmesi yasaklanınca, bunu kabul etmeyerek 1927 yılında girmeyi deniyor ve öldürülüyor. Serüvenci Eşref ise, 1937 yılında afla dönüşlerine izin verilinceye kadar, Çerkez Ethem'in yenilgisi üzerine çıktığı sürgünde kalıyor ve bundan sonra da bu ikinci ülkesinde, hep bir sürgün yaşamı sürdürüyor; kendisini anlatmaya başladığı zaman kırk yıllık sürülmüşlüğün ruh hali baskındır.

 

Çerkez Eşref’in romanesk yaşamı aynı zamanda son derece bilimsel ipuçları sağlıyor; subaylıkla profesyonel devrimciliğin el ele gittiğini anlıyoruz. Yaşamında ne zaman subay ve ne zaman atılmış, ne zaman özgür, ne zaman hapis ve sürgünde, bunları kolaylıkla kestirmek imkânsız görünüyor; ayrıca bir başka nokta da, henüz Türk yönetenlerinin bile sorumluluğu bireyselleştiremediğini ortaya çıkarıyor. Çünkü Sultan Hamit çok zaman Eşref’e uzanamayınca, Kuşçubaşı Nuri'yi, Eşref’in babasını, tutukluyor veya sürüyor; her iki taraf açısından da, yaklaşım aile boyutludur. Buradaki, burjuva anlamda, ilkellik bir yana, sarayda yüksek bürokrat baba Nuri'nin dayanıklılığı da çok dikkat çekicidir.

 

Hüsamettin, anılarında "Teşkilat-ı Mahsusa'nın bazı zabitleri, İran, Turan, Afganistan ve Hindistan'a gönderilmişti" diye yazıyordu. "Turan", İranilerin, İç Asya'daki Türk yurtlarına verdikleri isimdir ve uzun yıllar, Türkler tarafından da kullanılıyordu. Enver'in, yaşça kendinden küçük amcası Halil Paşa, İran burjuva devrimcilerinin kendilerinden yardım istediğini ve yardım için kendisinin görevlendirildiğini haber vermektedir. Öte yandan, Kabataş Lisesi'nde tarih öğretmenim Galip Vardar -Hüsamettin, Galip Hoca'nın gözüpekligini pek övüyordu- anılarında, İttihat ve Terakki'yi, Yavuz Sultan Selim'in heveslerine bağlı olmakla eleştiriyordu ve "İngiltere'yi, diyorlardı, can alacak yerinden vuracağız, bütün İslam alemini ayaklandıracağız, bunlar Cizvit papazları gibi orada inatla, ısrarla çalışacaklar ve Hindistan'ı, Bülicistan'ı, Afganistan'ı, İran'ı, Afrika'daki Müslüman memleketleri ayaklandıracaklar" sözleriyle eleştirilerini dillendiriyordu. Bir de, "işte Teşkilat-ı Mahsusa adı verilen teşekkül bu fikirler ve gayelerle meydana getirilmişti" diye ekliyordu.

 

Hindistan'da anti-emperyalist devrim, Enver için ve Teşkilat-ı Mahsusa açısından son derece önemlidir. Çerkez Eşrefin, Stoddard'a anlattıklarından öğreniyoruz; Enver, Eşrefi Belçika'da, Hintli devrimci örgütlerle temasla görevlendiriyor ve bu temasların verimli sonuçlara ulaşması üzerine, Eşref, Hindistan Devrimi'ne katkıda bulunmak üzere Hindistan'a doğru yola çıkarılıyor; ancak, tam bu sırada savaşın patlaması üzerine dönmek zorunda kalmıştır. Eşref’le ilgili bu ayrıntıyı da, Stoddard'ın doktora çalışmasından öğreniyoruz; Stoddard yine de, tarihini netleştirmemekle birlikte, Eşref’in, Hindistan'da, Britanya emperyalizmine karşı İslamist ihtilal çalışmaları yaptığını ve İngiliz ajanlarından korunmak için gizlilikte ustalaştığını kaydediyor. Böyleyken, diğer kaynaklardan yaptığım ve detayı önceki çalışmalarımda bulunan aktarma ve çözümlemelerle birleştirildiğinde, Teşkilat-ı Mahsusa'yla ilgili bir araştırmayı, Arap dünyasına ve Birinci Dünya Savaşı sonuna bağlamanın çok sınırlayıcı olduğunu düşünmek zorundayız.

 

Ayrıca Cengeli gerillalarıyla ilgili olarak bu çalışmada geliştirmiş olduğum çözümlemeler, Küçük Han’la Teşkilat-ı Mahsusa arasında bir bağ bulunduğu konusunda hiçbir kuşku bırakmamaktadır. Bu da, Teşkilat-ı Mahsusa'yla ilgili bu tek sistematik çalışmanın bir başka eksiğine işaret ediyor; ancak bütün bunları makul karşılamak mümkün olmakla birlikte, Stoddard'ın, Teşkilat-ı Mahsusa kadroları arasına, başka hiçbir yerde rastlamadığımız Mustafa Kemal'in adını koyarken, diğer bütün anılarda bulduğumuz Çerkez Ethem'i ihmal etmesi ayrıca şaşırtıcıdır. Bunu, benim kitaplarıma kadar, Türkiye'de Çerkez Ethem'in resmen ve tarihsel olarak "hain" sayılmasına ve Eşref’in de Çerkez halkını korumak istemesine bağlayabiliriz; fakat nereye bağlarsak bağlayalım, çok büyük ölçüde Eşref’in anılarından ibaret olan bu çalışmaya güvenimizi sarsıcı bir durumdur.

 

Eşref, kardeşi Sami, bütün Doğu'da, sürekli İngilizlere karşı politik ajitasyon içinde oluyorlar; bu nedenle İngilizlerin, Mütareke'yle birlikte, yakaladığı Osmanlı muhaliflerini Malta'ya sürme tertibinden kurtulamıyor; ancak, bundan önce, yakalanıncaya kadar İzmir yöresine çekilerek Elen kuvvetlerine karşı gerilla savaşı başlattığını biliyoruz. Bu hazırlığın liderliği, bir süre sonra, Çerkez Ethem'e geçiyor; ayr??ca, Eşref’in bütün kariyeri boyunca, hep Çerkezler’le birlikte olduğu ve bu arada Ethem'in ağabeyi Çerkez Reşit’le birlikte hareket ettiği anlaşılıyor. Bu da Çerkez Ethem'i ihmal etmesini daha çarpıcı hale getirmektedir.

 

Ethem'in Teşkilat-ı Mahsusa için çalışmasına karşın mensubu olmadığı ileri sürülebilir; bu, hem Teşkilat-ı Mahsusa'yı ve hem de benzeri örgütlenmeleri bilmemekle özdeştir. Bu "Özel Örgüt", istihbaratla gerilla aktivitesini birlikte ve iç içe sürdürmektedir; zamanında, Osmanlı'da, gerilla sözcüğü için "çeteci" kelimesi kullanılmaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa, gözü pek yurtsever çetecilerden oluşan ve örgüt planında, "gevşek" olarak nitelenebilecek bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla Ethem'in veya bir başkasının, Teşkilat-ı Mahsusa için çalıştığı halde mensup olmaması, tanımsal olarak, imkânsızdır. Ayrıca diğer kaynaklar, Ethem'i, Teşkilat-ı Mahsusa içinde gösteriyorlar; ağabeyi Reşit'in subay, kendisininse bugünkü dilde "astsubay" denilen "küçük zabit" olmasına karşın, daha sonra, belkemiğini Çerkez gerillalarının oluşturduğu Kuva-yı Seyyare'nin önderi sayılabilmesi için, Teşkilat-ı Mahsusa içinde sürekli sivrilen bir kariyerinin olması zorunludur.

 

Özel Örgütün, teşkilat yapısı açısından gevşek olmakla birlikte, ideolojik açıdan, kendisine yeterliliği olduğunu görüyoruz; "Panislamizm" Teşkilat-ı Mahsusa'nın vitrinindeki ideolojik doku olarak ortaya çıkmaktadır. Müslüman halkların yaşadığı tüm iklimlerde, başını Büyük Britanya'nın çektiği garp emperyalizmine karşı başkaldırılar çıkarmak, bu Özel Örgüt gerillalarını ateşleyebilmektedir; yalnız, örgütün ilk denemeleri, Arap halklarında bu alanda fazla bir şans olmadığını göstermeye yetmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yılları, Araplar’da, Osmanlı'dan ayrı bir bilincin oluşmaya başladığını ve Arap şeflerinin ise, bu savaşı Osmanlı federasyonundan ayrılmak için bir imkân olarak gördüklerini ortaya çıkarmıştır; Arap aktivistleri, Teşkilat-ı Mahsusa dirijanlarının aksine, Büyük Britanya ve arkasından Fransa'yla bir işbirliği eğilimini gösteriyorlardı. Bu, İslamist ihtilaller için, coğrafyayı sınırlamış ve Doğu'ya açmıştır.

 

Teşkilatın bir adının "Umur-u Şarkiye" olması bu yönelimle ilgilidir. Ayrıca, Enver'in, yenilgiyle İstanbul'dan ayrılırken Yarbay Hüsamettin'i çağırarak, "Örgütü resmen lağvediyor, ancak fiilen sürdürüyoruz" demesi ve bunun ötesinde, adını da, "Umuru Alem-i İslam İhtilal Teşkilatı" olarak değiştirdiğini bildirmesi, böyle bir anlayışa uygun düşmektedir. Ancak daha önce de değindim; panislamist kart, zamanında da pek öyle ciddiye alınmıyordu. Teşkilatın, panturanist ideolojisi, örgüte asıl rengini vuruyordu; yakınlaşmalar da uzaklaşmalar da buna göredir. Küçük Han, programında, Türkler’le yakınlaşmayı çok açıklıkla ifade ettiği için, Teşkilat-ı Mahsusa'yla işbirliğinden çekinmemiştir.

 

Burada bir nokta var; Teşkilat-ı Mahsusa'nın silahlı gerilla örgütü olduğu panislamist ve aslında panturanist bu programda, hem "şark" ve hem de "sınır" sözcükleri, bugünkü netliklerinden çok uzaktaydılar. Kars bölgesinde olduğu gibi, sınırların oldukça sık bir biçimde değişmesi, 1878 yılından itibaren Rusya'nın egemenliği altında "Karskaya Oblast" olarak yaşamış bu bölgenin halkının, Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yeni belirsizlik içinde, Müslüman halktan oluşan Kars Şurası'nı kurması ve İttihat ve Terakki'yle Teşkilat-ı Mahsusa subaylarıyla bağlantıya geçmesi, buradaki siyasal oynaklığın çeşitli göstergelerinden birisidir. Bu açıdan, Teşkilat-ı Mahsusa gerillalarının, Kars Şurası veya Küçük Han'ın Sovyetiyle işbirliğine başladıklarında, bir sınır ötesi eylem içinde olduklarını akıllarına getirmemiş olmaları mümkündür. Öte yandan millet kavramının netleşmesi ve çok sınırlılığın ortaya çıkmasını da, daha çok, bir Birinci Dünya Savaşı sonrası olgusu olarak algılayabiliriz; bu nedenle, Teşkilat-ı Mahsusa gerillalarının, Ege kıyılarında veya Hazar yakınında eylemliliklerini aynı iklimde saymaları makuldür.

 

Böyle bir çözümlemenin, yöntemsel açıdan bir uzantısı beliriyor; hem Teşkilat-ı Mahsusa dirijanlarının ve hem de Ankara'da kontrolü eline geçirmek üzere olan paşalar yönetiminin, örnek olsun, Küçük Han liderliğindeki Sovyet Cumhuriyeti'ni dışsal değil önemli ölçüde içsel gördüklerini düşünebiliriz ve böyle bir görüş haksız olmamaktadır. Aynı çerçevede, Kars Şurası'nın, Ermeni-Sovyet araştırmacı Pogosyan'ın yazdığına göre, Daşnaklarla takviye İngiliz birlikleri tarafından dağıtılmasını da bir içsel sorun olarak görmek durumundayız. Pogosyan, bunun üzerine, Karskaya Oblast'ın, ingine Fransız ve İtalya'nın kararlaştırması üzerine Amerikan Mandası'na verildiğini de ileri sürmektedir; herhalde bunu öneri olarak anlamak zorunluluğu var.

 

Kars Şurası'nın Daşnaklarla işbirliğiyle İngiliz birlikleri tarafından ortadan kaldırıldığı tarih, 1919 Nisan ve Mayıs ayları, Mustafa Kemal Paşa'nın da, net bir biçimde tanımlanan üç görevinden birisi olan doğudaki şûraları ortadan kaldırmak üzere, Şark Vilayetleri'ne bir tür olağanüstü yetkilerle donatılmış guvernör olarak gönderilme kararnamesinin hazırlanmakta olduğu zamana denk düşmektedir. Kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa'nın, İstanbul'dan gemiyle ayrılıp Samsun'a çıkabilmesi, Sultan Vahdettin ve Sadrazam Ferit'in dışında, Büyük Britanya işgal kuvvetlerinin de tasvibini gerektiriyordu; Türk tarihçilerinin, anlaşılması zor nedenlerle, 1920 yılı başındaki İstanbul'un resmen işgalini abartmaları ayrı, İstanbul ve giriş çıkışları, o zaman da, İngilizler tarafından kontrol ediliyordu. Nitekim çıkış kâğıdında, İngiliz işgal kuvvetlerinin damgası vardır.

 

Bu yan, Türkiye'de Kemalizmin ve Paşa'nın bayağı eleştiricileri tarafından hep abartılmıştır; buradan hareketle, Kemal Paşa'yla Londra arasında organik bağ kuranlar az görünmüyor, bunları, vulgar saymak durumundayız. Bir ittihatçı olmadığı kesin ve teslimiyet imzalanır imzalanmaz, İstanbul'a gelen Kemal Paşa'yı, silah ve cephaneleri muhtemel mukavemetçilere transfer edinceye kadar görevinin başında kalan İttihatçı paşalardan ayırmak, İngilizler açısından zor olmamalıdır; bunun ötesinde, XIX. Yüzyıl ve XX. Yüzyılın başı, Batı hükümetlerine, iyi veya kötü anlamda Türk paşalarına sonuna kadar güvenilemeyeceğini öğretmiştir. Kemal Paşa'nın kararnamesinde, silah ve cephanelerin reziztans kuvvetlerine verilmesini önlemek de olmakla birlikte, çok kısa zamanda Kemal Paşa'nın var olan mukavemet kuvvetlerinin lideri olması, bu analiz çerçevesindedir.

 

Enver'in Umur-u Şarkiye'yi çok ciddiye aldığını ve en güvendiği paşa ve subayları buralarda görevlendirdiğini tekrarlamamız gerekiyor; Yakup Şevki,  bunlardan birisidir ve bütün anılar, eldeki tüm silah ve cephaneyi muhtemelen Teşkilat-ı Mahsusa dirijanlarının kontrolündeki mukavemet kuvvetlerine aktarmaya özen gösterdiği noktasında birleşmektedir. Hüsamettin, Rusya'dan alınan Ardalan'daki kongrede başkanlığa Yakup Şevki'nin önerildiğini kaydediyordu; Paşa, sağlık nedenleriyle bu görevden uzak kalmıştır. Bu da, böyle bir dönemde sivil-asker arasındaki sınırın da silinmiş olduğuna işarettir; nitekim Kemal Paşa da, bazı muhalefete karşın Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin başkanlığına talip olmuş ve başkan olmuştur.

 

Bu, Kemal Paşa'nın kişiliğinin bir parçası olan politik esnekliğinin kanıtlarından birisidir. Bundan kısa bir zaman sonra, bu kez Ege kıyılarında,  Çerkez Ethem gerillalarının tasfiyesi sırasında sergilediği manevra kabiliyetiyse kişiliğinin başka bir yanını açığa vurmaktadır; 1920 yılının yaz öncesinde, Ethem'i Ankara Garı'nda büyük ihtimam ve saygıyla karşılayan Kemal Paşa, ikinci yarısında olağanüstü sayılacak manevralarla bu gerilla liderine Elen kuvvetlerinin arkasına geçmekten başka, açık bir kapı bırakmamaktadır.

 

Aslında Ethem'in, gerillalarıyla birlikte tasfiyesini, tek başına almamak gerekiyor; bu, Cumhuriyetin yönetiminde, kuruluşunda çok önemli roller oynamış olan Çerkez kökenlileri tasfiyenin de başlangıcı sayılmalıdır. Anadolu'daki kurtuluş hareketine katılanlar içinde Mustafa Kemal dahil, en ünlüsü hiç kuşkusuz, "Hamidiye Kahramanı" olarak bilinen, sonraki soyadıyla Rauf Orbay, bir Abaza'ydı ve idam olmamak için yirmili yılların ortasında sürgünü seçmek zorunda kalıyordu. Bursa bölgesindeki ilk mukavemeti kuranlardan Bekir Sami, "Zeraho" aşiretinden bir Çerkez'di ve ilk dışişleri bakanlarından, Ankara kuvvetlerini Londra'da temsil eden adaşı Bekir Sami'yse "Kunduh"du. Millet Meclisi'nde öldürülen Deli Halit Paşa, İzmir Suikastı nedeniyle asılan "Hatko" İsmail Canbulat, yirmili yıllardaki komünist harekette önemli yerleri olan Hakkı Behiç, Şeyh Servet hep Çerkezdiler; bunlardan Canbulat, Kemal Paşa'nın, bakan olmak için yazdığı arzuhalde Paşa'nın birlikte bakan olmasını istediği çok yakın arkadaşıydı. Kuşçubaşı kardeşler, Pşivu Ethem, Reşit ve Tevfik Kardeşler de, çok önemli roller oynadıktan sonra hızla tarih sahnesinden uzaklaştırılanlar arasındadır.

 

Yirmili yıllardaki Çerkez tasfiyesi, belki de tasfiyelerin ilkidir; çünkü daha 1923 yılına gelindiği zaman bile artık, Teşkilat-ı Mahsusa ve Çerkez sözcükleri, öyle her yerde rahatlıkla telaffuz edilecek elfaz olmaktan çıkıyordu. Bunun nedenleri, hiçbir zaman netlikle ortaya konmuş değildir; bununla birlikte, benim, Çerkez Ethem'in ve gerillalarının, Elen kuvvetlerinin arkasına geçmekle birlikte, Türk mukavemet kuvvetlerine bir tek kurşun bile atmadıkları ve Ethem'in, ayrılmadan önce, bazı gerilla liderlerini mukavemeti sürdürmeye özendirdiğini göstermeme kadar, "ihanet" kabul edilmiş ve kuşaktan kuşağa tekrarlanmıştır. Ancak teknik çalışmalara inildiğinde, Ethem kuvvetlerinin nerede ve nasıl ihanet ettikleri konusunda hiçbir kanıt verilmiyordu; bunun yerine, Ethem'in, kuvvetlerinin yönetiminde ve finansmanında, popülist ve hatta komünizan yöntemlere başvurduğu hep ileri sürülmüştü.

 

Ethem'in, birisi modern Kürt başkaldırılarından ilkini yöneten Prens Bedirhan'ın torunu Cemal Kutay tarafından ve diğeri, bir günlük gazetede yayımlanan iki anısı bulunmaktadır; Kürt kökenli Kutay, yer yer anıları bükmüş olmanın dışında bir de yazılarını Kemalist çerçeveye uydurma konusunda aşırı gayretli olmakla ünlüdür. Günlük gazetede, Ethem'in ölümünden çok sonra yayımlanan anıları da pek çok soruya cevap verici bir nitelikte olmaktan uzak görünüyor; bununla birlikte, burada da Ethem kuvvetlerinin finansmanını zenginlere yüklediği ve kamulaştırma yoluyla gelir edindiğini doğrulamaktadır. Ancak, söz konusu dönemde, belki de yakındaki Ekim Devrimi'nin etkisiyle, bu tür yöntemler her yerde ve her türlü gerilla eyleminde etkili olabiliyordu. Örnek olabilir, Erzurum Kongresi'yle aynı zamanda Balıkesir'de toplanan, Hacim Muhittin Çarıklı'nın önderliğindeki "Hareketi Milliye Kongresi", alay komutanlarının, kongre tarafından seçileceğini ve seçimi kabul etmenin zorunlu olduğunu, politik komutanların yanında askeri bir komutan yardımcısı olacağını şarta bağlıyordu. Adana çevresindeki gerillalar ise, daha sonra Çin'de Mao'nun moda haline getireceği yöntemlerin benzerlerini icat ediyorlardı; bunlar normaldir.

 

Normal olmakla birlikte, Ethem kuvvetleriyle Moskova arasında herhangi bir temasın olup olmadığı sorusu önemlidir; Sovyet kaynaklarının tamamını incelememiş olmakla birlikte, incelenenlere bakarak, böyle bir temas olduğunu ileri sürmek mümkün görünmemektedir. Bunun ötesinde, Çerkez kuvvetlerinin tasfiyesinden sonraki karalamalar esas alınacak olursa, tam tersini düşünmeye zorlanabiliriz; ancak, bunları önemsememeyi öğrenmiş durumdayız. Çünkü Sovyet siyasi yazınında, daha önce çok umut bağlansa bile, yenilgiye karşı acımasız bir davranış söz konusudur; daha önce çok övülmüş, ancak sonra kaybeden tarafı karalamak bir Sovyet siyasi yazı ahlakı olmuştur. Bu nedenle böyle bir soruya doğrudan cevap yetiştirecek durumda olmadığımı kabul ediyorum.

 

Buna karşılık, 1920 yılı Eskişehir'inin, Ethem'in siyasi merkezi olduğunu düşünmek mümkündür; çok büyük ölçüde Tatar ve daha az ölçüde Çerkez göçmenlerinin barındığı Eskişehir'de yayımlanan Seyyare-i Yeni Dünya gazetesi, "Milli Kahramanımız Ethem Yoldaş" olarak adlandırdığı Ethem'in ve gerillalarının başarılarının övgüsüyle doluydu. Bu da bir rastlantı olarak ortaya çıkmıyor; Eskişehir, 1920 Türkiyesi'nde en önemli komünizan merkez durumdadır ve çok aktif olmuştur. Bazı kaynaklar, Ethem’le aynı zamanda tasfiye edilen Türkiye Komünist Partisi'nin ikinci adamı sayılan ve Suphi'yle birlikte Karadeniz'de boğulan, anne tarafından Çerkez, Ethem Nejat'ın buralarda etkili olduğunu ileri sürüyorlar; zamanındaki Sovyet kaynaklarıysa, Eskişehir'de Bolşeviklerin etkili olduğunu ileri sürmekten geri kalmıyorlardı.

 

Ethem'in kendisiyse, yayımlanan anılarında, bu konuda suskunluğu seçmiş bulunmaktadır; kuvvetleri içinde adı "Bolşevik taburu" olan bir birliği haber vermekle birlikte, ilişkileri konusunda aydınlatıcı olmamayı tercih ettiğini görüyoruz. Aslında anılarında vermeye çalıştığı izlenime göre, politikadan daha çok savaş örgütlemeyi bilen bir gerilla lideridir; bunu olduğu gibi kabul etmede güçlüklerimiz var. Kemal Paşa çevresinin kendisini tasfiye etmek istediğini sezmesi ve manevraları çok iyi görmesi, üstelik daha sonra kendisine yapıştırılacak "hain" sıfatını sanki bilmişçesine, bunu haklı çıkaracak adımlardan ısrarla kaçınması, politik yanının da ihmal edilemeyeceğinin ipuçları durumundadır. Eğer kaybetmişse, kaybetmesi kaçınılmaz olduğu içindir.

 

İslam Ansiklopedisi'nde, Ethem hakkında çok kısa bilgi veren Türkolog Rustow, Atina'dan 1923 yılında ayrılarak, çeşitli duraklardan sonra Ürdün'e yerleştiğinde, 1935 yılında birkaç kez Mustafa Kemal'e karşı komplo nedeniyle tutuklandığını kaydediyor. Aynı kaynak, Irak'taki Ali Raşit hareketini desteklediği için de başının derde girdiğini ilave ediyor; bunlar her sürgünün başına gelebilecek abartmalı polis gözetiminin etkisini taşısa da, yaşamının sonuna kadar politikayla ilgisini kesmediğini de düşündürmektedir.

 

Ethem'in Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Anadolu'da gerilla faaliyetlerine, 1919 yazında Anzavur liderliğinde ve izinde başladığını biliyoruz; Anzavur da, Kuşçubaşı Kardeşler ve Ethem Kardeşler türünden Çerkez'dir. Ancak Anzavur, daha sonra Ankara-İstanbul polarizasyonunda, İstanbul yanında yer alarak mukavemetçilere çok büyük güçlükler verdiriyordu; bu haliyle, mukavemetin ilk zamanlarında çatışmaların bir bölümü de Çerkezler arası bir nitelik kazanıyordu. Bunun başka örneklerini de biliyoruz. Çerkez Ethem'in, kurtuluş savaşında ünlenmesinde, reziztansa karşı Düzce İsyanı’nı bastırması ve içlerinde Berzeg Sefer'in de bulunduğu pek çok Çerkez ileri gelenini astırması da var. Sefer'in yakınları daha sonraki yıllar da, Sefer Bey'in gericilere katılmasının zorunluluktan doğduğunu ve asılmadan önce dört bin Çerkez gerillasıyla, reziztansa katılmak üzere olduğunu ileri sürüyorlar; burada önemli olan kaydedilen rakamdır. Rustow da, Ethem'in, Elen hattının gerisine geçerken yanında birkaç yüz Çerkez gerillası olduğuna işaret ediyordu; ne kadar abartmalı olursa olsun, bunlar 1920 yılında büyük sayılardır.

 

Peki neden? 1920 yılında, Çerkez Ethem'in gerillaları hariç, hiçbir başarılı askeri harekete tanıklık etmiyoruz; bu durumda Kemal Paşa gibi temkinli ve beklemesini bilen bir liderin, bu kadar erken bir tasfiyeye başvurmasının nedenini sormak durumundayız. Bunu, 1920 yazında, Gilan'da olanlara ve sonbahardaki Bakû gelişmelerine bağlamak zorunluluğu var. Ayrıca Ethem'in buradaki gelişmelerle bağlantılı olmasa bile haberdar olduğunu düşünmek gerekmektedir; Rauf, anılarında Ethem için, "İran'ın Kürt aşiretleriyle olan çarpışmalarda hizmeti ve yararlılığı görülmüştür" diye yazıyordu. Örgüt çerçevesi bir yana, kişisel düzeyde de, İran coğrafyasındaki gelişmelerin içine girmiş olduğunu görüyoruz. Gerçekten böyle mi? Bu aslında göründüğü kadar önemli değildir; önemli olan, mukavemeti yönetimi altına almak isteyen, Kemal Paşa liderliğindeki yüksek Osmanlı bürokratlarının değerlendirmesinin bu yönde olduğundan kuşku duymamamız gerekmektedir.

 

Daha önceki bölümlerdeki çözümlemelerden hatırlanacaktır; Çerkez gerillalarına benzer, Cengeli gerillalarına dayanılarak ve Hazar sahillerine çıkan Kızıl Ordu'ya güvenilerek, İran Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ilanı, 1920 yaz başıdır. Eylül ayındaysa Bakü'de Doğu Halkları Kurultayı, Cengeli gerillalarının lideri Küçük Han'ı desteklediğini bir karar haline getiriyordu ve Bakû Kurultayı devam ederken, hırslı, Paris'te eğitim görmüş bir valinin oğlu olan Mustafa Suphi'nin liderliğinde bir komünist partisi kuruluyordu. Böyle bir durumda, kendisini şekillendirmeye başlayan Kemalist yönetimin, Çerkez Ethem gerillalarını tasfiye etmeyi kararlaştırması, siyasi analiz çerçevesinde, son derece anlaşılabilir olmaktadır.

 

Burada şaşırtıcı olan kararın kendisinden daha çok, henüz kendisini kabul ettirmemiş bir liderliğin bu kadar riskli bir kararı böylesine bir cüretle alabilmesidir. Bu karar tek kalmıyor; Kemalist yönetim, aynı zamanda, kendi kontrolünde bir komünist parti kurulmasını da kararlaştırıyor ve böylece, 1920 sonbaharında, "resmi" komünist partisi ilan ediliyordu. Çerkez gerillalarının tasfiyesiyle "resmi" komünist partisinin kurulmasının kararlaştırılması, Kemalist politika kurallarının önemlilerinden birisini, "kontrol" kabiliyetine verilen ağırlığı da ortaya çıkarıyor. Gerçekten de, 1920 sonbaharında Mustafa Suphi'ye karşı davetkâr bir tutum alındığına ve legal komünistlerin oto likidasyona zorlanmasına da tanıklık ediyoruz; 1921 Şubat ayına girdiğimizde, Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz'de boğulmuş ve Çerkez Ethem'le kardeşleri, seçkin gerillalarıyla birlikte savaş alanını terk etmiş durumdadırlar.

 

Aynı tarihte, Tahran'da da, İngiliz siyasetine sıkı sıkıya bağlı Seyit Ziya’yla Sovyetlerle daha pozitif bir denge politikasına yatkın Albay Rıza'nın darbesi de sahneleniyordu. Çerkez Ethem, anılarında, 2 Şubat 1921 tarihindeki derin hüznünü, kısa bir süre önce Elen kuvvetlerinden aldığı Susurluk'ta Elen kuvvetlerine teslim olmak olarak özetliyordu. Aynı yılın aynı ayının yirmi birinde ise, Tahranlılar, ateş ve postal sesleriyle uyanıyorlardı; bir darbe var. Önde görülen, daha sonraki politik eylemlerinin ve İngiliz arşivlerinin net bir biçimde kanıtladığı gibi, tam bir İngiliz adamı olan Ziya'dır, ancak yine de, darbe, toplumda büyük tepkiler çekmiş ve Sovyetler’i son derece rahatsız etmiş, kapitüler nitelikteki İran-Britanik Antlaşma'yı ilga ediyordu. Başbakan Ziya, bunu, Büyük Britanya'nın Tahran temsilcilerine, halkın gözünü boyamak için gerekli bir adım olarak anlatmıştır; Londra'nın da hoşgörüyle karşıladığını biliyoruz. Tarihi gelişmeler, bu darbede kuvvetli adamın Rıza olduğunu göstermiştir ve Rıza, darbeden hemen sonra, Cengeli gerillalarını dağıtarak ve yer yer patlayan benzeri ayaklanmaları kırarak, hem gücünü ve hem de prestijini artırmayı bilmiştir. Bu arada, Ziya'nın hızla tasfiye edildiğini ve Tahran'ın, bölgede birbirine rakip, Londra ve Moskova arasında daha dengeli bir politik çizgiyi benimsediğini hatırlıyoruz.

 

Çerkez gerillalarıyla Cengeli gerillaları arasındaki ilişki hangi ölçüdeydi. Bunu, daha sonraki araştırmalar ortaya koyacaktır. Ancak Teşkilat-ı Mahsusa'nın elinin her ikisine kadar uzandığı konusunda hiçbir kuşkumuz bulunmuyor. Panislamist ideolojinin ikisini de etkilediğini düşünebiliriz; en azından Küçük Han'ın programında, Türkiye'ye yakınlığın çok önemli bir yer tuttuğunu kaydetmiş bulunuyorum.

Ortadan kaldırılmaları aynı yıldadır ve benzer mekanizmalar çerçevesinde gerçekleşiyor. Miralay Rıza'nın bu tasfiyeden sonra "kurtarıcı" rolünü açıklıkla öne çıkardığı ve yolunun açıldığı kesindir; "reis-i cumhur" olmak istiyordu İran'da dinasti değiştirmenin tradisyonu bulunduğu için, eski İrancanın adlarından birisi olan "Pehlevi" sözcüğüyle, yeni bir haneden kurmasına ve Şah olmasına müsaade ediliyordu. Osmanlı düzeninde ise, çok şaşırtıcıdır, hanedan değiştirilmiyor ve nedenini pek bilemiyoruz, ancak belki de bir başka çalışmamda bir bölüm başlığı yaparak ileri sürdüğüm "Osmanoğlu Cumhuriyeti" nitelemesi bir ipucudur ve Osmanlı düzeni, sanıldığından daha çok bir cumhuriyet niteliği taşıyordu. Bu nedenle, Albay Rıza'nın şah olurken Kemal Paşa'nın "reis-i cumhur" olması fazla şaşırtıcı sayılmayabilir; her ikisinin de, düzenlerini kurmaya başlamaları için, 1925 ve 1926 yılını beklemek zorunluluğu var.

 

İki gelişmeye daha işaret etmek durumundayız; Küçük Han, Cengeli gerillalarıyla birlikte tasfiye edilirken, yeni düzen çağrışımı yapan İran Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni ilan etmişti ve Çerkez Ethem'in kariyerinde bunu görmüyoruz. Gerçi, Türkiye tarihinin bu kesitiyle ilgili olarak ve her yorumcunun kendi tarafına çektiği bir "Yeşil Ordu" sözü veya efsanesi bulunmaktadır; benim değerlendirmem, Çerkez gerillaları dışında ve Ankara yakınında Ali Fuat Paşa'nın komutasındaki kolorduyla Erzurum'daki Kazım Karabekir komutasındaki kuvvetlerinden başka, bir silahlı gücün olmadığıdır. Bunların da ne ölçüde güç oldukları tartışmalıdır; çünkü Osmanlı-Türk kuvvetlerinin son zamanlardaki temel özelliği, son derece yaygın ölçüde, cepheden kaçışların görülmesidir. Bu, Anadolu mukavemeti zamanında da geçerliydi; daha sonra, ittihatçıları, komünistleri ve Kürtleri cezalandırmak için kullanılan "İstiklal Mahkemeleri" sisteminin, tümüyle savaştan kaçan askerler için kurulduğu kesindir; dolayısıyla, Çerkez gerillalarının, hem ayrı bir siyasi örgütlenme olmadan ve hem de güçlü bir alternatif mukavemet ordusu yaratmadan üzerine gidildiği netlikle ortaya çıkmaktadır. Tarih yazıcısı, tarihsel olayların açılımını, tarihsel aktörlerden çok daha ciddiye almak zorundadır;

 

Bu açıdan bakıldığında, 1920 yılı sonu ve 1921 yılı başlarında, Çerkez gerillalarının tasfiyesinin iki bölmeli bir boşluğa yol açmasını beklemek durumundayız. Bu bölmelerin birisinde "karalama" ve diğerinde "övünme" var. Çerkez Ethem'i, hain olmasa bile hain ilan etmek kaçınılmazdır. Bunun ötesinde, reziztansın başında elde ettiği başarılarla savaş için gerekli psikolojik üstünlüğe imkân veren bu popülist gerillaların dağıtıldığı bir zamanda ve ayrıca, Sovyetler'den bir savaşçı alayla gelmeyi vaat eden Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz'de öldürüldükleri bir tarih noktasında, özellikle yenikçi bir psikoza sahip halka güven vermek zorunluluğu vardır, işte tam bu sırada ilan edilen ve aşırı törenlerle kutlanan, Elen kuvvetlerine karşı "Birinci İnönü Zaferi", kendi halinde, büyük kuşkuları davet etmektedir; tanrı lütfü niteliğindedir, ancak bilim dünyasında, tanrısal oluşumları soğukkanlı bir kuşkuculuk süzgecinden geçirmek, zaman zaman verimli sonuçlar verebiliyor.

 

Benim yaptığım da bu olmuştur; önceki çalışmalarımın yayımlanmasından sonra, bugün, "ihanet" ve birinci "zafer" artık inandırıcılığını, çok önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Aslında Türk Kurtuluş Savaşı'na soğukkanlı olarak bakacak olursak, gerilla savaşı ve iç savaş çarpışmaları çıkarıldığında, düzenli orduların karşılaşması planında, çok fazla abartmaya elverişli olmadığını görebiliyoruz. Hepsi, Elen kuvvetlerinin Ankara önlerine kadar gelen ilerleyişi, Sakarya kenarında durdurulduktan sonra, bir de karşı taarruzdan ibaretti; Sakarya Müdafaası, diğer politik gelişmelerle birlikte bir dönüş noktasıdır.

 

Askeri açıdan anlamı şudur: Eğer, Britiş emperyalizmi, Anadolu'ya çıkışını özendirdiği Elen kuvvetlerinin lojistik desteğini sağlamazsa, bu kuvvetlerin Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemeleri ve buraları ellerinde tutmaları mümkün değildir. Bu çok önemli bir mesajdır, ancak, anlamının kavranabilmesi için başka işaretlere de ihtiyaç duyuluyordu; ünlü "Harbord Raporu” işte burada, tarihsel rolünü bulmuş olmaktadır.

 

General Harbord başkanlığındaki Amerikan misyonunun, Doğu Anadolu ve Transkafkasya'da incelemeleri, 1919 sonbaharına denk geliyor ve Sivas Kongresi sırasında bazı temaslar da yapmış olduğunu, Türk tarihinin tartışmalarından biliyoruz. Harbord Misyonu'nun temel amacı, Washington açısından, önerilen Ermeni Mandası'nın kabule değer olup olmadığını araştırmaktı; raporun 1919 yılı sonrasında, Amerikan resmi makamlarına teslim edilmesine karşın, mesajının daha sonraki tarihte anlaşıldığını kabul etmemiz gerekmektedir. Amerikan Senatosu'nun l Haziran 1920 tarihinde, iki ay sonra açıklanacak Sevr Sözleşmesi'nde açıkça ifadesini bulan, Ermeni Mandası'nı reddetmesini, General Harbord Misyonu'nun değerlendirme ve tavsiyelerine bağlamak zorunludur.

 

Amerikan Senatosu'nun, tarihsel olarak İran Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ilan edildiği haftaya rastlayan bu ret kararı, aslında Sevr Sözleşmesi'nin de ölü doğmasının en önemli nedenlerinden biridir; Harbord Misyonu bulguları çerçevesine giriyordu. Harbord, bu bölgeyi, ne Ermeniler’in ve ne de Kürtler’in tutamayacağını, ayrıca Amerikan mandasının katkısının zahmetini çok aşacağını ve yine de bu bölgeyi, tarihsel deneyimleriyle sadece Türkler’in düzen altında tutabileceğini bildiriyordu. Raporun, çeşitli kançılaryalarda okunmasını izleyen bir tarihteki Sakarya Savunması, General Harbord'un tavsiyelerini destekliyordu.

 

Bu saptama, bizi yukarıda sözünü ettiğim gelişmelerden ikincisine getirmektedir; Anadolu'da, Çerkez gerillalarının, Suphi ve arkadaşlarının, legal komünizan politikacıların tasfiye edildiği ve Sovyetlerle "resmi" komünist kuruluşlar çerçevesinde ilişkilerin ön plana çıktığı ve daha da önemlisi, Sovyet-İran, Sovyet-Türkiye dostluk ve Sovyet-Britiş ticaret antlaşmalarının imzalandığı, Ankara'nın Çerkez halkından Dışişleri Bakanı Bekir Sami'nin Londra'da, barış görüşmeleri yaptığı bir zamanda, bir de, Enver Kaygısı'nın hakim olduğunu görüyoruz.

 

Kazım, Fevzi ve Kemal Paşalar, Enver'in Anadolu'ya geçiş yapmak üzere olduğu yollu istihbaratını çok ciddiye alıyorlar ve görüldüğü yerde, en azından tutuklanması için önlemler geliştiriyorlardı. Bunun, Enver'e ulaştırıldığından kuşku duymamız için pek az neden var; ayrıca, bütün bu tasfiyeler sırasında, Ankara'yı tutan kuvvetlerin komutanı, Kemal Paşa'nın sınıf arkadaşı ve ayrıca sınıf birincisi, komünist şair Nâzım Hikmet’in dayısı Ali Fuat Paşa’nın da, Moskova'ya büyükelçi yapıldığını görüyoruz. 1925–1926 tasfiyelerde, hayatını ancak köşeye çekilmeye razı olarak kurtarabilen bu ünlü komutan, anılarında, Moskova'da Enver'le görüştüğünü ve Ankara'daki aleyhte havayı yansıttığını kaydetmektedir. Bu nedenle, Moskova'yı Sovyetler Almanya'yı Ermeniler ve Anadolu'yu da Kemalistler tarafından tehlikelerle doldurulmuş gören Enver'in, iç Asya'da serüvene açılmasının da bir zorunluluk olduğunu kabul etmek durumundayız. Şartlar, artık Enver'in siyasi ömrünü doldurduğuna işaret ediyordu.

 

Şimdi, ortaya çıkan politik vektörleri özetleyebilecek durumdayız. Bir Kemalistler, Ön-Kafkasya'nın bolşevize edilmesinde, kızıl kuvvetlere çok büyük ölçüde yardımcı oldular. Başkaları bir yana, eğer Kemalist katkı olmasa, Azerbaycan'ın Sovyetize edilmesinin güç olacağı ileri sürülebilir ve Azeriler, bunu hep ileri sürmüşlerdir. Bu, Moskova açısından son derece dostane bir yaklaşımdır, ittihatçılar, ittihatçı komutanlar ve Teşkilat-ı Mahsusa, bu politikaya karşıdır ve bunların hızla tasfiyesine tanıklık ediyoruz. İki: Kemalizm, kendisini, panturanizmi ve Osmanlı emperyal heveslerini, tümüyle terk düşüncesine dayayarak formüle etmektedir. Bu, Büyük Britanya emperyalizmi için son derece cazip bir gelişmedir. Üç: Londra'nın, o tarihte, olayların gelişmesine Moskova'dan daha titiz bir sınıfsal-politik açıdan baktığını söyleyebiliriz;

 

Islahı mümkün olmayan bir İngiliz karşıtı olan Enver ve taraftarlarına Anadolu’nun kapatılması ve rüşeym halindeki anti-emperyalist sol odakların tasfiyesi, Londra açısından ayrı bir tanrısal lütuf oluyordu. Dört: Sovyetler, Anadolu'daki genç komünist hareketin feda edilmesi karşısında, Anadolu ve İran platolarında -buna Afganistan da eklenebilir- bir no man's land bulmaktan ve daha sonraki sözlerle, cordon sanitaire sağlanmasından ayrıca hoşnutluk duyuyordu.

 
#1 - Mayıs 07 2006, 02:29:33
İmza kural dışı.

özeti yok mu? forumda gördğüm en uzun yazı :öff
#2 - Mayıs 13 2006, 22:49:23

eslem

konu sahibi okuduysa şayet konuyu bi özetler mi???
#3 - Mayıs 29 2006, 18:26:31

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.