Alternatifim Cafe

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ

Discussion started on Milliyetçilik

C_R_A_Z_Y

  Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa’da Türklükle ilgili 2 hareket olmuştur. Bunlardan birincisi Türk hayranlığıdır. Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar,halılar,kilimler,çiniler,mangallar,şamdanlar vb. Türk sanat eserleri çoktan Avrupa’daki sanat severlerin ilgisini çekmiştir. Bunlar Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu oluştururlardı. Bazıları da bunları diğer milletlere ait güzel şeyler arasında sergilerlerdi. Ressamların yaptıkları tablolar ile şairlerin yazdıkları kitaplar da türk hayranlığı içine girerdi. Avrupa da ki  bu hararetlilik tamamen Türkiye deki Türklerin güzel sanatlardaki üstünlüklerin bir sonucudur.

Avrupa’da ortaya çıkan 2. Harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Amerika’da, birçok bilim adamı eski Türklere, Hunlara,ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türk tarihinin çok eskiye dayandığını, oldukça yüksek medeniyetler kurduğunu ortaya koydular. Tabi ki bu hareketler yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının da ruhuna etki yapıyordu.

Sultan Abdulaziz’in son dönemi ile Sultan Abdulhamid’in ilk devirlerinde, İstanbul’da büyük bir düşünce hareketi görüldü. Burada hem bir Er cuman-i Danış (akademi) oluşmaya başlamış, hem de bir darülfünun (üniversite) kurulmuştu. Bundan başka askeri okullar yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı.

O zamanlar bir üniversitenin tarih profesör Ahmet Tevfik Paşaydı. Ahmet Tevfik Paşa, Şecere- i Türki’yi (Türklerin soy kütüğü) Doğu tarihçesinden İstanbul tarihçesine çevirdi ve Osmanlı lehçesi Türk lügati hazırlandı. Ahmet Tevfik Paşanın başka bir orijinalitesi de Moriel’nin komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkçeleştirerek Türkçüye aktarması ve milli bir sahnede oynatmasıdır.

Darülfünun’un bu profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askeri okullardan sorumlu olan, bakan Süleyman Paşada Türkçülüğü askeri okullara sokmaya çalışıyordu. Yurdumuzda ilk olarak Çin kaynaklarına dayanarak Türk tarihi yazan Süleyman Paşa olmuştur.

Avrupa tarihindeki Hunların Çin tarihindeki Hiyong-nu’ lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk bilinen dedeleri olduğunu ve oğuz hanın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması gerektiğini bize ilk öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa ayrıca dilimizin grameri ile ilgili bir kitap da yazdı.

Görülüyor ki Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır.

Türkiye’de Abdülhamit bu kutsal akımı durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan biri Mirza Fethali Ahundzade’dir. Diğeri Gaspralı İsmail’dir. Abdulhamid’in etkisiyle, Türkçü olan Hüseyin-Zade Ali bey tıbbiyede Türkçülük esaslarını anlatılıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşının başladığı sıralarda, Türk şairi Mehmet Emin Bey: “Ben bir Türküm, dinim,cinsim uludur” dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir Türk hayatında yeni bir hareketin başlayacağını haber veriyordu. Halk vezninde millet sevgisi ile dolu şiirler yazıldı, İkdam Gazetesi de Türkçülüğün bir organı haline getirildi. Ancak Türkçe’yi sadeleştirmek adına yanlış bir teorinin izlenmesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine sebep oldu. Bu yanlış, tavsiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi.

“Arı Türkçecilik” dilimizden Arap, Acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimelerini yerleştirmek demekti. Halk diline yerleşmiş Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe’den çıkarmak bu dili en canlı kelimelerden dini, ahlaki, felsefi kavramlardan yoksun kılacaktı. Bu yüzden bu hareket dilimizi sadeliğe ,açıklığa doğru götürecek yerde karışıklığa ve karanlığa doğru götürüyordu. Bundan başka doğal kelimeleri atarak onların yerine yapay kelimeler koymaya çalıştığı için, gerçek dil yerine yapay bir Türk esperantosu oluşturuyordu.

Bu sırada Türkiye’de ortaya çıkan gizli bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Pan-islamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa’daki ve Mısırdaki genç Türklere dayanarak; kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri Pan-Ottomanizm idealini kabul etmiştir.

23 Temmuz 1908 devriminden sonra Türkiye’de Osmanlıca düşüncesi egemen olmuştur. Bu sıralarda yaygınlaşmaya başlayan Türk Derneği Dergisi gerek bu nedenden, gerek arı Türkçecilik akımına kapılmadan dolayı hiçbir rağbet görmedi.

31 Mart’tan sonra Osmanlıca fikri eski geçerliliğini kaybetmeye başladı. Zamanında Abdulhamid’e İslam birliği düşüncesini aşılamış olan Alman Kayseri, bu fırsattan yararlanarak Sultanahmet Meydanı’nda İslam birliği adına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren ülkemizde gizli İslam birliği oluşturulmaya başladı. Genç Türkler “Osmanlıcı” ve “İslam birliği” taraftarı olmak üzere, iki karşı gruba ayrılmaya başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit İslam birliği tarafları ise,ültramonten idiler. Her iki akım da ülke için zararlıydı.

Bu sırada Selanik’te Genç Kalemler adında bir dergi çıkıyordu. Amacı dilde sadeliği gerçekleştirmekti.Ziya Gökalp’in görüşleri şunlardı: Türkçe’yi yeniden düzenlemek için, bu dilden bütün Arapça ve Farsça kelimeleri değil, Arap ve Fars kurallarını atmak. Arapça ve Farsça kelimelerden de Türkçesi olanları çıkararak, Türkçe karşılığı bulunmayanları dilde bırakmak. Gökalp dil meselesini yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün idealleriyle bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündü. Bütün bu fikirleri içeren Turan şiirini yazarak Genç Kalemler’de yayınlandı. Bu şiir tam zamanında yayınlanmıştı. Çünkü Osmancılıktan da İslam birliği fikrinden de ülke için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar, kurtarıcı bir ideal arıyorlardı. Turan şiiri bu idealin ilk kıvılcımı idi.

Türk şiirinden sonra Ahmet Vefik Bey, altın ordu makalesini yayınladı, İstanbul’da Türk yurdu dergisiyle Türk Ocağı Cemiyeti kuruldu. Halide Edip Adıvar, Yeni Turan adlı romanı ile, Türkçülüğe büyük bir değer verdi. Hamdullah Suphi Bey,  Türkçülüğün aktif bir önderi oldu. Bütün bu isimler gerek Türk yurdunda gerek Türk Ocağında birleşerek çalıştılar. Fuat Köprülü, Türkoloji alanında büyük bir bilim adamı oldu. Yakup Kadri,Yahya Kemal,Falih Rıfkı,Refik Halit,Reşat Nuri gibi yazarlar ve Orhan Seyfi,Faruk Nafiz,Yusuf Ziya,Hikmet Nazım gibi şairler yeni Türkçe’yi  güzelleştirdiler.

Bununla beraber Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı,eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştiren,büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahi hiç şüphe yok ki,Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan başkası değildir. Eskiden Türkiye’de Türk milleti hiçbir önemli yere sahip değildir,bugün her hak Türk’ündür.Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir,bu kadar kesin ve büyük devrimi yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır .Fakat yapmak ve başarıyla sonuçlandırmak çok güçtür.

 

TÜRKÇÜLÜK NEDİR?

 

  Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O halde Türkçülüğün özünü anlamak için,millet adı verilen topluluğun tanımını bilmek gerekir. Millet hakkında çeşitli görüşler vardır.

Irkı esas alan Türkçülere göre millet, ırk demektir. İnsanlar arasında eskiden beri “beyaz ırk,siyah ırk,sarı ırk,kırmızı ırk “denilen dört ırk mevcuttur. Bu kaba bir sınıflandırma olmakla beraber hala önemini korumaktadır. Bilim adamlarının, anatomik özelliklerin toplumsal karakterler üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamıyla çürüttü. Irkın böylelikle toplumsal niteliklerle hiçbir ilişkisi kalmayınca, toplumsal karakterlerin toplamı olan, milliyetle de hiçbir ilişkisinin kalmaması gerekir.

Kavmi Türkçülerde, milleti kavim ile karıştırırlar. .Kavim,aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış, aynı kandan bir topluluk demektir. Oysa, toplumsal özellikler katılımla geçmez, yalnız terbiye yoluyla geçer. O halde, kavmiyetin milli karakterler bakımından da hiçbir rolü yok demektir. Bugünkü toplumsal aşamada ise, toplumsal dayanışma, kültürdeki ortaklığa dayanıyor .Kültürün kuşaktan kuşağa aktarılması terbiye aracılığıyla olduğu için, kandaşlıkla hiçbir ilgisi yoktur.

Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan halkların toplamı demektir. Oysaki bazen bir ülkede birçok sayıda millet olduğu gibi, bazen de bir millet bir çok ülkeye dağılmış bulunur. Mesela Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran ‘da, Harzem ülkesinde rastlarız. Bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak olduğu halde,bunları ayrı milletler saymak doğru olabilir mi?

Osmanlıcılara göre, millet, Osmanlı İmparatorluğun ‘da bulunan vatandaşları içine alır. Halbuki bir imparatorluğun bütün vatandaşlarını tek bir millet saymak büyük bir hatadan ibarettir. Çünkü, bu birbirine karışmış topluluğun içinde ayrı kültürlere sahip birçok millet vardır.

İslam birliği taraftarlarına göre millet, bütün müslümanların toplamı demektir .Aynı dinde bulunan insanların bütününe ümmet adı verilir .O halde müslümanların tümü ümmettir. Yalnız dilde ve kültürde ortak olan millet ise bundan ayrı bir şeydir.

Fertçilere göre millet, bir adamın kendisini ait hissettiği herhangi bir toplumdur. Oysaki her ferdin, istediği zaman milletini değiştirebilmesi kendi elinde değildir.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki millet, ne ırkın ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın, ne de iradenin belirlediği bir topluluktur. Millet dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan bir topluluktur.

 

TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK

           

Türkçülüğün ve Turancılığın farklarını anlamak için, Türk ve Turan topluluklarının sınırlarını belirlemek gerekir. Türk, bir milletin adıdır. Millet, kendisine özel bir kültüre sahip olan topluluk demektir. O halde Türkün yalnız bir dili, bir tek kültürü olabilir.

          Bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, özellikle Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Türkiye gibi Azerbaycan,  İran, Harzem ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uruğundandır. Bunun için Türkçülükteki yakın idealimiz Oğuz birliği yahut Türkmen birliği olmalıdır. Amaç, siyasi bir birlik değildir .Bugünkü idealimiz Oğuzların yalnız kültürce birleşmesidir.

          Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber,hepsi birbirine yakın akrabalardır. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak, görürüz ki birinde bulunan bir ilin veya boyun diğerlerinde de dalları vardır.

          Oğuz Türkleri, genellikle Oğuz Han’ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri, birkaç yüzyıl öncesine gelene kadar birbiriyle yakından ilgili bir aile biçiminde yaşarlardı. Mesela Fuzuli bütün Oğuz boyları içinde bilinen bir Oğuz şairi idi. Korkut Ata kitabı Oğuzların resmi Oğuznamesi olduğu gibi Şah İsmail, Aşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri bütün Oğuz iline yayılmıştır.

          Turan kelimesi Türlar yani Türkler demek olduğu için, sadece Türkleri içine alan bir birliğin adıdır. O halde, Turan kelimesine  bütün Türk boylarını kapsayan Büyük Türkistan’a karşılık kullanmamız gerekir. Çünkü Türk kelimesi, bugün yalnız Türkiye Türklerine verilen bir isim haline gelmiştir.(1)

Türklerin uzak ideali Turan adı altında birleşen Oğuzları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları, dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir. Bu idealin bir gerçek haline gelmesi mümkün mü ,yoksa değil mi? Yakın idealler  için bu yön aranırsa da,uzak idealler için aranmaz. Çünkü uzak idealler ruhlardaki heyecanı sonsuz bir dereceye yükseltmek için,ulaşılmak istenilen çok çekici bir hayaldir.

İşte Turan idealinde yüz milyon Türk’ün bir millet halinde birleşmesi, Türkçüler için en güçlü bir heyecan kaynağıdır. Turan ideali olmasaydı Türkçülük bu kadar hızlı yayılmayacaktı. Bununla beraber, kim bilir belki gelecekte Turan idealinin gerçekleşmesi de mümkün olacaktır. İdeal geleceğin yaratıcısıdır. Dün Türkler için hayali bir ideal olan milli devlet bugün Türkiye’de bir gerçek halini almıştır.(2)

                                                                                                                                                                                                     

 

O halde Türkçülüğü, idealinin büyüklüğü noktasından 3 dereceye ayırabiliriz;

1-     Türkiyecilik

2-     Oğuzlar veya Türkmencilik

3-     Turancılık

Bugün gerçekçilik sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat,  ruhların büyük bir özleyişle aradığı Kızıl Elma, gerçekçilik sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk köylüsü Kızıl Elmayı hayal ederken, gözünün önüne eski Türk İlhanlıkları gelir. Gerçekten Turan ideali geçmişte bir hayal değil, bir gerçekti. Milattan 210 sene önce Hun  hükümdarı Mete, Hunlar adı altında bütün Türk’leri birleştirdiği zaman Turan ideali bir gerçek haline gelmiştir. Hunlar’dan sonra Avarlar,  Avarlar’dan sonra Göktürk’ler, Göktürk’lerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız-Kazaklar, daha sonra Kürhan Cengiz Han ve sonuncu olarak da Timurlenk Turan idealini gerçekleştirmediler mi?

Turan, Türk’lerin geçmişte ve belki de gelecekte bir gerçek olan büyük vatanıdır. Turanlılar yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine özel bir ismi olduğundan. “Turan” adına ihtiyaç yoktur. Turan bütün Türk illerinin hepsini içine alan Türk topluluğundan ibarettir.

 

MİLLİ KÜLTÜR ve MEDENİYET

 

Milli kültür ve medeniyet arasında hem birleşme noktası hem de ayrılık noktaları vardır. Milli kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası; ikisinin de bütün toplumsal hayatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Aralarındaki farklara gelince:

Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, dil, ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletin toplumsal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela Avrupa milletleri arasında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü barınmaktadır.

İkinci olarak, medeniyet yöntem aracılığı ile ve ferdi iradelerle oluşan toplumsal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler, yöntem ve irade ile oluştuğu gibi; ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından, yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bunun için aynı medeniyet adresi içinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.

Milli kültürü oluşturan şeyler ise yöntem ile, fertlerin iradesiyle var olmamışlardır. Yapay değillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı nasıl kendiliğinden ve doğal bir biçimde gerçekleşiyor ise milli kültüre ait olan şeylerin oluşması ve gelişmesi de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından yöntemle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir kelimesini değiştiremeyiz, onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Dilin kendi doğasında olan bir kuralını da değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kuralları ancak kendiliğinden değişir.

Milli kültürün ilk örneği dilin kelimelerinde, medeniyetin ilk örneğini yeni sözler biçiminde icat edilen terimlerde görüyoruz. Kelimeler toplumsal kurumlardır. Yeni sözler ise kişinin kendi eseridir. Bazen bir kişinin icat ettiği bir söz birden halk arasında yayılabilir. Fakat bu yayılma kuvvetini o söze veren, onu icat eden adam değildir. Toplumun kişilerce bilinmeyen, gizli bir akımıdır.

Bundan yıllar önce yurdumuzda iki dil yan yana yaşıyordu. Bunlardan birincisi resmi bir değere sahipti ve yazıyı tekeline almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu.

İkincisi, yalnız halk arasında konuşulmak zorunda kalmış gibiydi. Buna da küçümseyerek Türkçe adı veriliyordu. Ve aşağı tabakaya özgü bir argo sayılıyordu. Halbuki asıl gerçek ve doğal dilimiz bu idi. Osmanlıca ise Türkçe’nin, Arapça’nın ve Acemce’nin dil bilgisi, söz dizimi ve sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş yapay bir karışımdan ibaretti. Bu iki dilden ikincisi doğal bir oluşumdu ve günlük hayatta kullanıla kullanıla kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Bunun için milli kültürümüzün dili idi. Birincisi ise fertler tarafından yöntem ve iradeyle yapılmıştı. Demek ki, Arapça’nın milli kültürümüzde pek az bir payı vardı. Bunun için, ona medeniyetimizin dili idi diyebiliriz.

Yurdumuzda bu iki dil gibi iki ölçü de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk ölçüsü, yöntem ile yapılmıyordu. Halk ozanları ölçülü olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabi bu ilham ve yaratıcılıkla oluyordu. Özel bir yöntem ve taklitle yapılmıyordu. O halde bu ölçü de Türk kültürünün içindeydi. Osmanlı ölçüsüne gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu ölçüde şiir yazanlar taklitle ve belli bir ölçüde yazıyorlardı. Bunun içindir ki, aruz ölçüsü denen bu ölçü halk arasına girememişti. Bunun için aruz ölçüsü milli kültürümüze giremedi.

Yurdumuzda bunlardan başka yan yana yaşayan iki müzik vardı. Bunlardan birincisi halk arasında kendi kendiliğinden oluşmuş olan Türk müziği, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla alınan Osmanlı müziğiydi. Türk müziği ilham ile oluşmuş taklitle dışarıdan alınmamıştır. Osmanlı müziği ise taklitle dışarıdan alınmış ve ancak yöntemlerle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi milli kültürümüzün, ikincisi ise medeniyetimizin müziğidir. Medeniyet yöntem ve taklit aracılığıyla bir milletten diğer millete geçen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Milli kültür ise, hem yöntemle yapılmayan hem de taklitle başka milletlerden alınmayan duygulardır.

Edebiyatımızda da aynı ikilik vardır. Türk edebiyatı halkın atasözleri ile bilmecelerinden, halk masallarıyla halk koşmalarından, destanlardan, halkın güldürücü fıkralarından ve halk tiyatrosundan ibarettir. Atasözleri doğrudan doğruya halkın bilgece sözleridir. Bilmeceleri de yaratan halktır. Osmanlı edebiyatı ise masal yerine ferdi hikayelerden, romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga şiirlerden oluşmuştur.

Karagöz ve orta oyununa gelince; bunlar da halk gösterisi yani geleneksel Türk tiyatrosudur. Karagöz ve Hacivat’ın çatışmaları, Türk ile Osmanlı’nın yani o zamanki kültürümüzle medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.

Ahlakta da aynı ikiliği görürüz. Türk ahlakı ile Osmanlı ahlakı birbirine zıt gibidir.

 Hatta bilgilerimiz arasında da ikilik görürüz. Osmanlı bilginlerinin geleneksel ismi ulema-i rüsüm (resmi bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise halk bilginleri idi. Birinciler rütbeli fakat cahildiler. İkinciler ilimli fakat rütbesizdiler.

Bununla beraber, toplumsal ikilikler yalnızca düşünce etkinliklerine özeldir. O zamanlar el işi, ayak tabakasına ait sayıldığından, yüksek tabaka tekniklerin her çeşidinden uzak duruyordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, taş oymacılığı, ciltçilik, tesbihçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, ressamlık, nakkaşlık gibi pratik tekniklerin yalnız bir şekli vardır. O da halk tekniğiydi. Demek ki genellikle yüksek bir güzelliğe sahip bu sanatlara Türk Sanatları adını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetine değil Türk kültürüne aitti. Bugün Avrupa bu eski sanatlarımızın ürünlerine milyarlar harcayarak parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep bu eserlerle dolmaktadır.

Bununla beraber din bakımından Osmanlı’dan ayrılmamış olan sünni Türkler de milli kültür bakımından Osmanlı emperyalizmine bağlanmadılar. Bunlar da kendi kendilerine milli bir kültür yaparak Osmanlı medeniyetine karşı tamamen ilgisiz kaldılar.

Görülüyor ki milli kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran, milli kültürün özellikle duygulardan, medeniyetin özellikle bilgilerden oluşmuş olmasıdır. İnsanda duygular yönteme ve iradeye bağlı değildir. Bir millet, başka bir milletin dini, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez.

Bir kültürü meydana getiren çeşitli toplumsal yaşayışlar arasında içten bir bağlılık, içten bir uyum vardır. Türk’ün dili nasıl soft ise, din, ahlak, güzellik, politika, ekonomi ve aile hayatları da hep saf ve içtendir. Türk’ün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik bu egemen karakterin yansımasından ibarettir. Fakat, milli kültürün elemanları arasındaki bu uyuma bakıp da, medeniyetin de uyumlu elemanlardan meydana geldiğini zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap kültürleri ile İslam dinine, Doğu medeniyeti ve son zamanlarda da Batı medeniyeti kurumlarından meydana gelen bir kavramdır. Bu kurumlar hiçbir zaman kaynaşarak, iç içe geçerek uyumlu bir bütün haline giremedi. Bir medeniyet ancak milli bir kültüre aşılanırsa, uyumlu bir birliğe kavuşur. Mesela; İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürüne aşılanmıştır.

Milli kültür ile medeniyet arasındaki bir ilişki de şudur: Her kavmin, ilk önce yalnız milli kültürü vardır. Bir kavim kültür bakımından yükseldikçe politik açıdan da yükselerek kuvvetli bir devlet oluşturur. Diğer taraftan da, kültürün yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet başlangıçta milli kültürden doğduğu halde sonradan komşu milletlerin medeniyetinden de bir çok kuram alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir gelişmenin süratle meydana gelmesi zararlıdır. Ribot diyor ki: “Zihnin fazla gelişmesi, karakteri bozar.” Kişide zihin ne ise toplumda da medeniyet odur. Kişi de karakter ne ise, cemiyette de öyle milli kültür olur. Milli kültürü bozulmuş medeniyetlere “dejenere milletler” denir.

Milli kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de şudur: milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir millette, milli kültürü bozulmuş fakat medeniyeti yüksek olan başka bir millet, politik mücadeleye girince milli kültürü kuvvetli olan millet her zaman galip gelmiştir.

Milli kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi görevleri yerine getirmesi gerektiğini belirleyebiliriz. Osmanlı medeniyeti, iki sebeple yıkılmak zorundaydı. Birincisi, Osmanlı imparatorluğunun bütün imparatorluklar gibi geçici  bir topluluktan ibaret olmasıydı. Sonsuza kadar yaşayacak olanlar ise, geçici topluluklar değil toplumlardır.

Batı medeniyetinin her yerde Doğu medeniyetinin yerine geçmesi doğal bir konum olunca Türkiye’de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam dini ile beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görevi bir taraftan yalnız halk arasında kalmış olan Türk kültürünü arayıp bulmak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir şekilde alarak milli kültüre aşılamaktır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Batı medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek isteyenlerdir. Fakat Batı medeniyetine girmeden önce milli kültürümüzü arayıp bularak ortaya çıkarmamız gerekir.

 

HALKA DOĞRU

 

Türkçülüğün ilk esaslarından biri de “halka doğru” prensibidir.

Halka doğru gitmek ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin aydınlarına, fikir adamlarına o milletin “seçkinleri” adı verilir. Seçkinler yüksek bir eğitim ve öğretim görmüş olmakla halktan ayrılmış olanlardır. İşte halka doğru gitmesi gereken kişiler bunlardır. Seçkinler halka doğru neden gidecekler? Seçkinler medeniyete sahiptir. Halkta milli kültür vardır. O halde seçkinlerin halka doğru gitmesi iki amaç için olabilir.

1-     Halktan milli kültür terbiyesi almak için

2-     Halka medeniyet götürmek için

Gerçekten de seçkinlerin halka doğru gitmesi bu iki amaç içindir. Seçkinler, milli kültürü ancak halktan alabilirler. Başka bir yerde bulamazlar. Demek ki halka doğru gitmek, milli kültüre doğru gitmek demektir. Çünkü halk milli kültürün canlı bir müzesidir.

Fakat bugün itiraf etmeliyiz ki bu seçkinler halka doğru yalnız bir tek adım atabilmişlerdir. Tamamen halka doğru gitmiş olmak için, halkın içinde yaşayarak,ondan milli kültürü tamamen almaları gerekir. Bunun için yalnız bir çare vardır ki o da Türkçü gençlerin öğretmenlikte köylere gitmesidir. Yaşlı olanlar da hiç olmazsa Anadolu’nun iç şehirlerine gitmelidirler. Halka doğru gitmenin ikinci görevi de halka medeniyet götürmektir. Çünkü halkta medeniyet yoktur. Seçkinlerse medeniyetin anahtarına sahiptir. Fakat halka doğru Doğu medeniyetini değil Batı medeniyetini götürmelidirler.

 

BATIYA DOĞRU

 

Bir atasözü bize şöyle diyor;     “işini bil, aşını bil, eşini bil”. Buna karşılık sosyoloji de bize şöyle diyebilir: “medeniyetini tanı, ümmetini tanı, milletini  tanı”.

Türkçülerin yayınları bize az çok milletimizin, ümmetimizin, nelerden ibaret olduğunu anlattı. Fakat hangi medeniyet dairesine ait olduğumuz meselesin gelince, bu noktada halkta görüş farklılıkları vardır.

Medeniyet meselesinin açıklığa kavuşmamasının ikinci sebebi, “medeniyet” kavramı ile “medenilik” kavramının birbirine karıştırılmasıdır.

Medeniyet, bir takım kurumların yani düşünüş ve yapış biçimlerinin bütünüdür. Oysa ki yalnız bir millete özgü olan kurumların bütününe milli kültür denir. Yalız bir ümmete özgü olan kurumların bütününe de din adı verildiği gibi sosyolojiye göre, kültürleri ve dinleri ayrı olan çeşitli toplumlar arasındaki ortak kurumların tamamına medeniyet adı vermemiz uygundur. Demek ki milli kültürce ve dince birbirine yabancı bulunan toplumlar medeniyette ortak olabilirler. Medeniyet meselesinin nitelik kazanmamasının bir nedeni de, medeniyetin yalnız bir türlü olduğunu  sanmaktır. Oysa bir çok medeniyet vardır.

Medeniyetin coğrafi sınırları ayrı olduğu gibi tarihi gelişmeleri de ayrı olabilir. Bu gelişmelerin de bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Fakat medeniyet daireleri milli kültür dairelerinden daha geniş olduğu için, ömürleri de ötekilerin ömürlerinden daha uzun olur.

Bunun dışında, bir millet gelişmesinin yüksek noktalarına çıktıkça, medeniyetini de değiştirmek zorunda kalır. Mesela Japonlar, son yüzyılda Uzak Doğu medeniyetini bırakarak Batı medeniyetine girdiler. Bu konuda en çarpıcı örneği Türklerde görürüz. Çünkü Türkler gelişmelerinin üç ayrı aşamasında birbirine benzemeyen üç farklı medeniyet dairesine girmek zorunda kaldılar. Türkler kavmi devlet hayatını yaşarken Uzak Doğu medeniyeti içindeydiler. Sulta-ı devlet devrine geçince, Doğu medeniyetine girmek zorunda kaldılar. Bugün millli devlet dönemine geçtikleri sırada da içlerinde Batı medeniyetine girmek için kuvvetli bir akım belirdiğini görüyoruz.

Uzak Doğu medeniyetinin izlerine özellikle sözlü geleneklerden ayrılmayan cahil tabakada rastlarız. Bu tabakanın halka inanmakta olduğu “tandırname” kuralları uzak doğu medeniyetinde esas olan inanışlarla uygulamanın devamından ibarettir.

Türklerin İslam dinine girmesiyle, Doğu medeniyetine girmesi aynı zamanda oldu. Bunun için bir çoklarına göre,doğu medeniyetine İslam medeniyeti demek daha doğru olur. Oysaki,dinleri ayrı olan toplumlar aynı medeniyet olabilirler. Demek ki medeniyet dinden ayrı bir şeydir. Böyle olmasıydı dinleri ayrı toplumlar arasında ortak hiçbir kurumun olmaması gerekirdi. Doğu medeniyetini İslam medeniyeti sanmak doğru olmadığı gibi Batı medeniyetini de Hristiyan medeniyeti adını vermek yanlıştır. Doğu-Batı medeniyetlerinin kaynaklarını İslam ve Hristiyan dinlerinde değil başka yerde aramak gerekir.(3)

Memleketimizde gerek medeniyet, gerek terbiye bakımından birbirine benzemeyen üç tabaka vardır: halk, medreseliler  ve okullular. Bu üç sınıftan birincisi hala Uzak Doğu medeniyetinden ayrılmamış olduğu gibi, ikincisi de henüz Doğu medeniyetinde yaşıyor. Yalnız üçüncü sınıf Batı medeniyetinin isimlerinden, biraz olsun yararlanabilmiştir. Demek ki milletimizin bir bölümü ilk çağlarda, bir kısmı orta çağda, bir kısmı da son çağlarda yaşamaktadır.

O zaman toplumsal inancımızın birinci formülü şu olmalıdır: Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim.

 

                                                                                                                                                                                           

 

TARİHİ MADDECİLİK VE TOPLUMSAL İDEALİZM

 

Toplumsal olayların anlatılmasında ve açıklanmasında birbirine hem yakın hem de uzakta olan iki sosyoloji vardır. Bunlar tarihi maddecilik ve toplumsal idealizm sistemleridir. Bunlardan birincisi Karl Marx tarafından, ikincisi Emile Durkheim tarafından ortaya atıldı.

İlk bakışta bu iki sistemin birbirine yakın olduğunu görürüz. Çünkü, ikisi de toplumsal olayları doğal nedenlerinin sonuçları olduğunu esas olarak kabul ediyor. Bu görüşe  bilim dilinde determinizm adı verilir.

Fakat Karl Marx deterninizmde, bir tür tekel ileri sürer: Toplumsal olayların arasında neden olabilmek ayrıcalığı yalnız ekonomik olaylara özgüdür. Diğer toplumsal olaylar mesela din, ahlak, estetik, politika, dil, akıl sahasına giren olaylar asla neden olamazlar, sadece sonuç olabilirler. Bunun için Marx’a göre ekonomik olayların dışında olan bütün toplumsal olaylar gölge olaylardır.

Durkheim’e göre ise ekonomik olayların diğer toplumsal olaylardan hiçbir üstün tarafı yoktur.

Türkçülük hareketinin ortaya çıkması da toplumsal olaydır. Bu olayın açıklanmasında da “Tarihi maddecilik” ve “Toplumsal idealizm” görüşlerine ait iki zıt teori ortaya çıkıyor. Birinci teoriye göre Türkçülük akımının doğması toplumsal ideallerin değişmesinin ve bunların değişmesi de toplumsal yapının değişime uğramasından ileri geldi.

Türkçülük idealinde dil ile milli kültürün etkisi kendini gösterir. Gerçi Türkçülüğün sonlarına doğru “milli ekonomi” ideali de doğdu. Fakat bu teoriyi ortaya atanlar ne ekonomistler ne de ticaretle  uğraşanlardı. Milliyetin milli hukuk, milli ahlak, milli terbiye, hatta milli felsefe gibi çeşitli yansımalarını arayanlar, milli kültürcü Türkçülerdi. Bu milli ekonomi bilimi her yerde milli idealden önce değil, sonda doğar.(4)

 

HARS VE TEHZİP

 

Fransızca “culture” kelimesinin iki ayrı anlamı vardır. Bu anlamlardan biri hars(milli kültür), diğeri tehzip(yetiştirme,yükseltme) biçiminde dilimize çevirebiliriz. Hars ile tehzip arasındaki farklardan birincisi, harsın demokratik, tehzip aristokratik olmasıdır. Hars, halkın geleneklerinden, örflerinden ve yazılı edebiyatından, dilinden, müziğinden ibarettir. Bu güzel şeylerin hazinesi ve müzesi halk olduğu için hars demokrattır. Tehzip ise yalnız yüksek bir tahsil görmüş yüksek bir eğitim ile yetişmiş gerçek aydınlara özgüdür.(5)

Hars ile tehzibin ikinci farkı, birincinin milli ve ikincinin milletlerarası olmasıdır. Bir insan, milli kültürün etkisi ile, belki de yalnız kendi milletinin kültürüne değer verir. Fakat, tehzip görmüşse, başka milletlerin kültürlerini de sever ve onların lezzetlerini de tanımaya çalışır. Buna göre, tehzip, ilişki kurduğu insanları biraz insani, biraz hoşgörülü her kişiye her millete karşı iyilik ister.

Hars ile tehzip bu ikinci farkı bizi milliyetçilik ve milletler arasıcılık problemlerinin derinleştirilmesine götürüyor.

Millet aynı harsta ortak olan fertlerin bütünüdür. Milletleraracılık, aynı medeniyete ortak olan milletlerin bütünüdür. Milletleraracılığa “medeniyet topluluğu”da denilebilir.

Milliyetçilere göre insanlık, zooloji biliminde diğer hayvan türleri ile beraber incelenen, insan türünden ibarettir. Toplumsal kişiler demek olan “insanlar” ise, milletler halinde yaşarlar. Türkçülük, millet esasını kabul etmeyen hiçbir sistemde uzlaşamayacağından, kozmopolitleri içine almaz.

Türkçülük kozmopolitlikle bağdaşmaz. Hiçbir Türkçü kozmopolit olamadığı gibi, hiçbir kozmopolit de Türkçü olamaz. Fakat Türkçülükle milletleraracılıkj arasında, uzlaşmaya engel hiçbir zıtlık yoktur. Her Türkçü, aynı zamanda milletlerarasıcadır.

Türkçülerin kültür dedikleri şey, ne Fransızların “kültür”ü, ne de Almanların kültürüdür. Türk kültürünün etkinliği bunlar gibi pasif değil, aktiftir. Biz milli kültürümüzü yalnız kendi zevkimiz için, kendimiz tadına varmak için yapacağız.

Türkçülerde, Avrupa medeniyetinin tam ve sistematik bir biçimde almaya azmettiği gibi, hiçbir milletin kültürüne karşı yabancı kalma ve küçümseme duygusu da yoktur. Aksine bütün milli kültürlere değer verir ve saygı duyarlar.

 

DİLDE TÜRKÇÜLÜK

 

Türkler, arı dilcilerin dil hakkındaki görüşlerini kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildiği ve tanıdığı her kelime millidir. Bir kelimenin milli olması için, Türkçe kökenden gelmesi yeterli değildir.

Türkçülere göre bir dil başka dillerden, kendisine aynı anlamda kelime bulunmamak şartıyla kelimeler almıştır ve alabilir. Fakat hiçbir dil, başka dillerden kip alamaz.

Dilde Türkçülüğün izleri;

 

-Milli dilimizi meydana getirmek için, Osmanlı dilini –hiç yokmuş gibi- bir tarafa atarak halk edebiyatına temel görevini gören Türk dilini aynen kabul edip İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.

 

-Halk dilinde Türkçe eş anlamlısı bulunan Arapça ve Farsça kelimeleri atmak, eş anlamlı olmayıp küçük bir nüansa sahip olanları dilimizde korumak.

 

-Arapça ve Farsça kelimelerin bozulmuş şekillerini Türkçe saymak ve yazımlarını da yeni söylenişlere uydurmak.

 

-Yerlerine yeni kelimeler konulduğu için, fosil haline gelen eski kelimeleri diriltmemeye çalışmak.

 

-Yeni terimler aranacağı zaman, önce halk dilindeki kelimeler arasında aramak.

 

-Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçe’dir. Halk için sevimli olan ve yapay olmayan her kelime millidir.

 

-Başka Türk lehçelerinden ne kelime, ne çekim, ne edat ne de tamlama kuralları alınamaz.

 

-Kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. Kelimelerin anlamları köklerini bilmekle anlaşılmaz.

 

-Yeni Türkçe’nin bu esaslar içinde bir sözlüğe, bir de grameri oluşturulmalı.(6) 

 

 

ESTEKİKTE TÜRKÇÜLÜK

 

Eski Türklerde şiir ölçüsü hece ölçüsüydü. Türkçülük ortaya çıktığı zaman, aruz ölçüsüyle hece ölçüsü yan yana duruyordu. Güya birincisi seçkinlerin, ikincisi halkın söyleyiş araçlarıydı. Türkçülük dildeki ikiliğe son verirken, ölçüdeki bu ikiliğe de ilgisiz kalamazdı. Türkçüler tamlamalı dille beraber, aruz ölçüsünü de milli edebiyatımızdan kovmaya karar verdiler.

Sade dil, aruz ölçüsüne pek uymuyordu. Oysaki, hece ölçüsüyle sade dil arasında yakın bir akrabalık vardır. Sarayın ihmaline rağmen halk, sadece Türkçe ile hece ölçüsünü iki değerli tılsım gibi saklamışlardı. Bu nedenle Türkçüler bunları bulmakta güçlük çekmediler.

Türkçülere göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki sanat müzesinde eğitim görmek zorundadır. Bu müzelerden birincisi Halk Edebiyatı, ikincisi Batı Edebiyatıdır. Türkçe şairler ve yazarlar bir taraftan halkın güzel eserlerini, öte yandan Batının şahane eserlerini model olarak almalıdırlar. Türk Edebiyatı bu iki devreyi geçirmeden ne milli olabilir, ne de gelişebilir. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru, diğer taraftan Batıya doğru gitmek zorundadır.

 

AHLAKİ TÜRKÇÜLÜK

 

Büyük milletlerin her biri medeniyetin özel bir alanında birinciliği kazanmıştır. Eski Yunanlılar estetikte, Romalılar hukukta, Yahudilerle Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Almanlar müzik ve felsefede, Türkler de ahlakta birinciliği kazanmışlardır.

Türk tarihi baştan başa ahlaki erdemlerin sergisidir. Türklerin yenilmiş milletlere ve onların milli ve dini varlıklarına dini ve toplumsal özerklikler vermesi, her türlü taktirin üstündedir. Fakat bu iyiliğe karşı yenilmiş milletler cömert Türklerden almış oldukları bu izinleri Türklerin aleyhine çevirerek, kapitülasyon adı verilen zincirle Türkleri bağlamaya ve boğmaya çalıştılar. Bu iki türlü hareket , iki taraftan ahlaki davranışını gösterdiği için, son derece karakteristiktir.

Özellikle Türkiye gibi politik düşmanları çok bulunan milletler için en büyük dayanak vatani ahlak olabilir. Vatani ahlakımız kuvvetli olmazsa ne bağımsızlığımızı ne özgürlüğümüzü ne de vatanımızın bütünlüğünü koruyabiliriz. O halde Türkçülük, her şeyden çok, millet ve vatan ideallerine değer vermelidir.

Medeni ahlak özellikle fertlerde, kişiliğin yüksek olmasına dayanır. Eski Türklerin dininde kişiliği gösteren simgeler de vardır.

Türkçülüğün önemli bir amacı da medeni ahlakı yükseltmektir.

 

HUKUKTA TÜRKÇÜLÜK

 

Hukuktaki Türkçülüğün amacı Türkiye’de modern bir hukuk oluşturmaktır. İkinci amacı da meslek sahiplerinin kişisel çalışmalarını, kamu baskısından kurtararak, uzmanların yetkilerine dayanan meslek özerklikleri kurmaktır. Bu esasa dayanan bir medeni kanun ile ticaret, sanayi, ziraat kanunları, üniversite, Baro, Hekimler Derneği, Öğretmenler Derneği, Mühendisler Derneği gibi.

Hukukta Türkçülüğün üçüncü amacı da bir çağdaş aile oluşturmaktır. Çağdaş devletteki eşitlik ilkesi erkeklere kadının evlenmede, boşanmada, mirasta, mesleki ve politik haklarda eşit olmasını gerektirir.

O halde bütün yasalarımızda hürriyete, eşitliğe ve adalete aykırı ne kadar kural varsa hepsine son vermek gerekir.

 

POLİTİKADA TÜRKÇÜLÜK

 

Türkçülük, politik bir parti değildir. Bilimsel, felsefi, estetik bir ekoldür. Başka bir değişle kültürel bir çalışma ve yenileştirme yoludur. Bu nedenle Türkçülük, şimdiye kadar bir parti şeklinde politik ideallere de sahiptir. Bundan sonra da şüphesiz atılmayacaktır.(7)

Bununla beraber, Türkçülük büsbütün politik ideallere kayıtsız da kalmaz. Çünkü Türk kültürü, başka ideallerle beraber, politik ideallere de sahiptir. Mesela, Türkçülük hiçbir zaman teokrasi ile, baskı rejimi ile bağdaşmaz. Türkçülük modern bir akımdır ve ancak modern niteliği olan akımlara ve ideallerle bağdaşabilir. Ve şu sözü ortaya atmışlardır: “Politikada mesleğimiz halkçılık ve kültürde mesleğimiz Türkçülüktür,”

 

TÜRKÜN FİKİR HALESİ EROL GÜNGÖR

 

Türk milliyetçiliği fikrinin entelektüel bir temsilcisi olan Erol Güngör, Türk düşünce hayatını derinden etkilemiş, Türk insanının sosyal, kültürel yapısını çok iyi tahlil etmiş, Türk düşüncesinde bir ekol olmuştur.

Erol Güngör, milliyetçilik kavramına ilmi bir çerçeve kazandırmıştır. Millet ve milliyetçilik kavramlarını duygusal, ideolojik tanımlamalardan kurtarıp, sosyal bir realiteye oturtmuştur.

Ona göre milliyetçilik, ne Fransız bunalımlarına bağlanan bir özenti ne Faşizme ne de Nazizme benzetilecek bir siyasi ideolojidir. Milliyetçilik, tarih sahnesinde sürekliliği olan bir toplum gerçeğidir.

Erol Güngör ırkçı değil, kültür milliyetçisiydi. Halka ve kültüre dayanıyordu. Ve o aldığı sağlam kültür ve birikimlerle yaptığı ilmi ve sosyal çalışmalarla kültürel değişmeleri ve batılılaşma hareketleri karşısında ortaya koyduğu çözüm önerileri ve düşünceleriyle Türk milliyetçilerinin yolunu aydınlatan bir ışık olmuştur.

O; milliyetçi ve ülkücü gençliğin etkilendiği çalışmaları ve yazılarıyla 1970’li ve 80’li yılların hocası olmuştur.

Milliyetçilik sahasında bir otorite olan Erol Güngör, Türkçülük fikrinin önde gelen isimlerinden ve milliyetçi aydınların etkilendiği Cumhuriyet döneminin önde gelen fikir adamlarından biri olan Ziya Gökalp’i bile aşmış, onunla “kültür, medeniyet ve milliyetçilik” konularında muhalif olmuştur.

Erol Güngör şu sözüyle milliyetçiliğin amaçlarına da değinmiştir;

“Milliyetçilik, birlik prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. Bir taraftan bu ortak gayeleri, bir taraftan da bölücülere karşı taktikleri ortak tavır bakımından milliyetçilerin birleşerek hareket etmeleri kadar tabii bir şey olamazdı. Milliyetçiler böylece milliyetçiliğin temel noktasında ortak hareket şuuruna eriştikleri ve bunu gerçekleştirdikleri müddetçe, ikinci-üçüncü dereceden mesafelerde farklı düşünmelerini müsamaha ile karşılayınız. Milli birliğin fikir temellerini işlemek ve birlik şuurunu kuvvetlendirmek en büyük vazifemiz olmalıdır.

Ona göre milliyetçiliğin asıl gayesi memlekette halka dayanan bir rejim kurarak Türkiye’yi modern bir milli devlet haline getirmektir. Milliyetçi bir siyasi hareket, halka dayanarak milli birlik ve kaynaşmaya mal olan her türlü zulme ve azınlığa son vermek üzere faaliyet göstermelidir.

 

MİLLİYETÇİLİK İDEOLOJİSİ

 

“Milliyetçilik, modern toplumlarda bir arada bulunmayı sağlayan, bu toplumda ortaya çıkan siyasal otorite biçimini meşrulaştıran siyasi inanç ya da itikat olarak tanımlanabilir. Milliyetçiliğin temel kurumsal öğeleri “milli devlet”tir. Ve bu devlet, siyasal örgütlenmenin ideal formu olarak ortaya çıkmaktadır. Milli devletin, bir kurum olarak ideolojinin temel öğelerinin biri olması yanında, toplumdaki ekonomik ve kültürel aktivitelerin çerçevesi de yine milliyetçilik anlayışı ile temellenmektedir”(8)

Milliyetçiliğin bir düşünce biçimi olarak oldukça yeni olduğu 18.yy’ın sonlarından itibaren gündeme geldiği ileri sürülebilir.

Modern toplumda toplumu bir arada tutma işlevini yerine getiren milliyetçiliğin siyasal bir akım olarak ortaya çıkışı, Amerikan ve Fransız devrimleri ile olmuştur. Bilindiği gibi Fransız Devrimi ve onu izleyen Napolyon’un askeri istila girişimleri, milliyetçilik ideolojisinin bütün Avrupa’ya yayılmasına yol açmıştır. Başka bir değişle, Fransız Devrimi ve Napolyon, Avrupa’da feodal toplumun kurumlarını yıkarken milliyetçi düşüncenin ve buna bağlı siyasal örgütlenmenin yaygın, etkin bir oluşum olmasına neden olmuştur.

Milliyetçilik akımının nesnel temeli, “millet” olarak tanımlanan toplumsal kategoridir. Milliyetçiliğin varolabilmesi için millet olarak adlandırılan toplum türünün ortaya çıkması gerekmektedir.

Tarih içinde milli toplulukların ortaya çıkışı ile belli bir siyasi kurumlaşma biçimi olan milli,merkeziyetçi devletin oluşumu birbirini izlemektedir. Başka bir değişle, gerek milli toplumun oluşumu, gerek milli devletin ortaya çıkışı, belli bir tarihsel etkileşimin sonucu olmuştur.

Ancak milli toplulukların ortaya çıkışı ile beraber milliyetçi ideoloji gündeme gelmemiştir. Milli,merkeziyetçi devletin oluşumu çok açık bir siyasal değişimdir. Ancak bu kurumsal değişim ile devletin meşruluk temelleri değişmemiştir. Milliyetçiliğin bir siyasal ideoloji olarak ortaya çıkışı 19.yy başlarındadır. Geniş kapsamlı bir siyasal ideoloji olarak milliyetçilik üç temel tezle gündeme gelmiş görünmektedir. Birinci olarak egemenliğin topluma, yani millete ait olduğu ileri sürülmüştür. İkinci tez ise, milli egemenlik ilkesine bağlı olarak gelişen milli bağımsızlık olmuştur. Üçüncü olarak eşitsizliklere karşı eşitlik ve liberalizm savunulmuştur. Görüldüğü gibi milliyetçilik bir siyasal ideoloji olarak ortaya çıkarken devrimci bir içerik taşımaktadır.

Böylece bir ideoloji olarak milliyetçilik, kurulu düzen ve mevcut siyasal kurumlaşmaya karşı devrimci bir başkaldırış olarak tarih sahnesine girmiştir. Buna göre milliyetçiliği 19.yy başlarında ortada bulunan siyasal düşünce yelpazesinin en sol ucuna koymak doğru olacaktır. Ve zaten bu değerlendirmenin yapıldığı gözlenebilmektedir.(9 )

Devrimci ve siyasal düşünce yelpazesinin solunda yer alarak ortaya çıkan milliyetçilik ideolojisinin 19.yy ortalarında giderek tutucu bir içerik kazanmaya başladığı ve siyasal düşünce yelpazesinin sağa doğru kaydığı söylenebilir.

Bununla beraber 20.yy, milliyetçilik ideolojisi açısından çok ilginç paradoksların ortaya çıktığı çağ olarak tanımlanabilir. 20.yy’da milliyetçilik bazı toplumlarda tutuculuğun ve değişime karşı reaksiyon aracı olarak yorumlanırken, bazı ülkelerde de değişimin aracı ve hedefi olarak değerlendirilmektedir. Genel olarak Pazar ekonomisinin hakim olduğu ülkelerde milliyetçiliğin bu tür yorumunun geçerli olduğu söylenebilir. Türkiye, Meksika gibi ülkelerde de milliyetçilik tutucu bir çerçevede, toplumsal değişimi öneren ideolojilere karşı reaksiyon aracı olarak yorumlanabilmektedir.

Diğer taraftan 3. Dünya ülkeleri diye tanımlanan ülkelerde milliyetçilik, oldukça değişik bir çerçevede yorumlanmaktadır. Yeni bağımsızlının kazanmış bu toplumlarda ortaya çıkan milliyetçiliğin üç boyuta  oturtulmaya çalıştığı görülmektedir. Bunlar, milli toplumu yaratma, yabancıların siyasal etkisinden kurtulma ve sosyalizmdir.

 

MİLLİYETÇİLİK VE İSLAM

 

Türk siyasi hayatında bu iki akımla ilgili 4 argüman ileri sürülmüştür.

 

·        Gerek Türk Milliyetçiliğinin, gerekse Türk İslâmcılığının evriminde en başından beri İslâm ve Türklük öğeleri iç içe geçirilmiştir.

·        Türçüler arasında İslâm’ı  reddedenler ve İslâmcılar arasında milliyetçiliği reddedenler “ana akımı” temsil etmezler. O akım içerisinde daima marjinal kalmışlardır.

·        Modern Türk siyasi hayatında Türkçülerle İslâmcıların birbirlerine yakın durdukları dönemler birbirlerine uzak durdukları dönemlerden daha çoktur.

·        Günümüz İslâmcıları ve Türkleri 1950’lerden 70’lere kadar olan dönemde aynı kaynaklardan etkilenmişlerdir. Dolayısıyla bugünün Türkiye’sinde İslâm ve milliyetçiliğin, iç içe geçmişliği şaşırtıcı değildir.(10 )

 

Türkçülüğün ana temsilcilerinin din ve milliyetçilik arasında bir karşıtlığı yaratmaktan özenle kaçındıklarını ve kendilerince bir “sentez”i kabul ettiklerini görüyoruz. İki gurup arasındaki temel fark öncelikler meselesiydi, yani Türkçüler için Türklük birinci, İslâm ikinci sırada, İslâmcılar içinse tam tersiydi.

İslamcılara baktığımızda modernist İslâmcıların milliyetçiliğe(Türk milliyetçiliğine) bakışlarında üç farklı aşamadan söz edebiliriz. 1908-1912, 1912-1918 ve 1918 sonrası.

1. Dünya savaşından sonra İslâmcılık fikri zeminini tamamen yitirmiş ve “İslâm’la takviye edilmiş bir milliyetçilik” fikrine dönüşmüştür.

Dönüşüm sadece İslamcılara özgü değildir. Mütareke dönemi iki akımın birbiriyle bütünleştiği ilginç dönem olmuştur. 1918 sonrasında İslamcılar Türkçülere yaklaşırken, Türk milliyetçileri de İslam’a daha çok önem vermeye başlamışlardır. Türkçüler açısından Türk-İslam sentezinin en veciz ifadelerinin bu dönemde kaleme alındığını görüyoruz. Yahya Kemal Beyatlı, Halide Edip Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bu dönem yazıları hayli ilginçtir.

 

TÜRKÇÜLER VE DİĞER AKIMLAR

 

Resmi bir ideoloji haline gelen Türkçülük diğer düşünce akımlarıyla önemli tartışmalara girmiştir. Bunların başında doğal olarak onun Osmanlıcı zihniyetle mücadelesi gelir. İkinci olarak, Türkçülerin temel mücadelesi İslamcılarla olmaktaydı. İslamcılar Türkçülüğü bir “dava” olarak yorumluyorlardı. Onlara göre İslam’da böyle bir “dava” güdülmedi ve anlamsızdı. Buna karşılık Türkçüler hem Türkçe hem de İslamcı olmanın mümkün olduğunu belirttiler.

Türkçüler Garpçılar (Batıcı) ile de Batının taklidinin dereceleri ve milliyetçilik konularında tartışmalara girmişlerdir. Osmanlı Devletinin doğulu olduğunun unutulamayacağını ama mutlaka Batıdan da yararlanılması gerektiğini savunmuşlardır.               

 

TÜRKÇÜLÜK VE SİYASET

 

Türkçülük bir ülkü, siyaset ise iktidara geçme taktiğidir. Bu sebeple bir ana inanç ve ana düşünce olan ülkü asla değişmediği halde siyaset yani taktik her zaman değişir. İnsanlar iktidara geçmek için partiler kurarak çalışırlar. İktidara geçmek oy kazanmakla mümkün olduğu için oy sahiplerinin fikrini ve gönlünü almaya uğraşırlar. Bunu sağlamak için taviz verirler, propaganda yaparlar, kendilerini beğendirmeye çabalayıp bol bol boşa yalan söylerler. Hatta rakiplerine iftira attıkları da olur. Bu bütün dünyada böyledir.

Türkçülük, Türk milliyetçiliğidir. Ama her milliyetçi Türk, Türkçü değildir. Her normal insan az çok milliyetçidir. Türkiye’nin bütünlüğü ve emniyeti üzerinde duygulu olup Türk milletine bağlı kalmak şüphesiz milliyetçilik’ tir. Fakat böyle milliyetçiler arasında da Türlerle hiç ilgilenmeyen, hatta onların varlığından habersiz olan, siyasi sınırlar dışında Türk ülkeleri olduğunu bilmeyen, tutsak bir Türk ülkesinin kurtarılması için göze alınacak savaşı istilacılık sayan nice insanlar vardır.

Hüseyin Nihal Atsızın 26 Temmuz 1972’ de Ötüken’de yaptığı şu konuşma da dikkat çekicidir. “Türkçüler bugünlük ancak Türkçü karakteri olan partileri tutarlar. Türkçülükten sapan veya taviz veren hiçbir parti Türkçülerle tutulmaz, tutulamaz. Türkçülüğün ne olduğu açık seçik ortada olduğu için bu günkü tutumları ile hiçbir parti Türkçü değildir”

İlerde şartlar hazır olunca, meşru partilerden biri Türkçü parti haline gelir veya bir Türkçü parti kurulursa Türkçülük o zaman siyasete girmiş olacaktır.

Şu da unutulmamalıdır ki, Türkçülüğün iktidara geçmek için mutlaka parti kurması gerekmez. Türkçülük beyine ve gönüllere şuurla yerleştikten sonra bu, partisiz de olabilir.
#1 - Temmuz 14 2007, 16:21:46

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.