Alternatifim Cafe

Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)

Discussion started on Tarih

TASI TARAĞI TOPLADIK

Pazartesi, 12 Aralık 2005
Vaktiyle İstanbul’da Abbas isminde yaşlı bir dilenci vardı. Bilhassa her sene Ramazan ayında dilendiği paralarla yüklü bir servete sahip olmuştu. Dilenciliğe yeni başlayan bir çingene genci, Abbas’ın namını duymuştu. Onu görüp, bu mesleğin püf noktalarını öğrenmek istiyordu. Nihayet bir Ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp, ardınca içeri daldı ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle dedi: -Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim. Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne türlü usül ve kaidesi var ise bilcümle öğrenmek isterim. Şu mübarek geceler hürmetine lutfediniz. Abbas cevap verdi:-Peki evlat öğreteyim. Dilenciliğin başlıca üç kuralı vardır, kulağına küpe olsun. Bir, her nerede olursa olsun istemeli. İki, her kimden olursa olsun istemeli ve üç, her ne olursa olsun istemeli. Yeni yetme dilenci hemen Abbas’ın elini öperek dedi ki:-Ustam, ben fakirim. Allah rızası için bir şey!Abbas şaşırdı:-Burası hamam bre! Burada dilencilik mi olur?-Her nerede olursa istemeli dedin ya usta!-İyi ama ben zaten senin kadar fakir bir dilenciyim.-Öyle ama ikinci kural istemek için adam seçmemek gerektiğini bildirmiyor muydu?-Fesübhanallah! Bu kurna başında ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarıda, paralarım evde. İşte ortada bir tasım, bir tarağım var.-Ustam kuralların üçüncüsü der ki: Her ne olursa olsun istemeli. Ben tasa tarağa da razıyım.Abbas şaşkın... Etraftan onları seyredenler hayrette. Genç dilenci tası tarağı aldı ve hamamdan çıkıp gitti. O günden sonra Abbas dilenciliğe tövbe etti ve soranlara da:-Tası tarağı toplattık! Gayrı bizden bu işler geçmiş, diye yakındı.İşte, “Tası tarağı toplamak” tabiri buradan kaldı.
#826 - Şubat 21 2010, 16:39:01
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


FATİH DEVRİNDE MÜSLÜMANLARIN AHLAKI

Salı, 13 Aralık 2005
Osmanlı askerleri, İstanbul’un fethinden sonra bir hapishanede asil tavırlı iki yaşlı Bizanslı gördüler. Bunlar son Bizans imparatorunun haksız uygulamalarına karşı çıktıkları için hapse atılmış iki devlet adamı idi. Bu mahkûmları Fatih’in huzuruna getirdiler. Fatih onları özgürlüklerine kavuşturup, iltifatlar etti. Ayrıca Osmanlı ülkesini gezmelerini ve gördüklerini gelip kendisine rapor etmelerini istedi.Bizanslılar önce Bursa’ya gittiler. Çarşı pazarı dolaşıp halkın birbirlerine ve yabancılara karşı davranışını gözlemlediler. Baktılar ki, her tarafta saygı, sevgi, hoşgörü. Ezan okunduğu zaman dükkanları kapatmaya bile gerek görmeden halk camiye gidiyor. Hırsızlık, dolandırıcılık, yolsuzluk, kimsenin hatırına bile gelmiyor. Hayret içinde kaldılar. Oradan adalet mekanizmasının işleyişini görmek için mahkemeye gittiler. O gün mahkemede şöyle bir dava görülüyordu: “Adamın biri bir at satın almıştı. Eve geldiğinde yem yemediğini gördü. Eski sahibine iade etmek istediğinde satıcı, satmadan önce atın yediğini söyleyerek geri almamıştı. Alıcı mahkemeye gitti, ama kadıyı yerinde bulamadı. Mübaşire sorduğunda kadı’nın annesinin öldüğünü, bu yüzden bugün mahkemeye gelmeyeceğini öğrendi. Çaresiz evine döndü. O gece hayvanı öldü. Ertesi gün kadıya tekrar gidip durumu anlattığında, kadı dün neden gelmediğini sordu. Adam geldiğini ancak kendisini bulamadığını söyledi. Kadı bunun üzerine, ‘demek ki bu zarara ben sebep oldum’ dedi ve beygirin parasını cebinden ödedi.”Bizanslılar şaşkınlıkla olayı izlediler. Sonra da Bursa’dan Kütahya’ya gittiler. Kütahya halkının da Bursa halkı gibi ahlâki olgunluğa sahip olduğunu gördüler. Kütahya’da da mahkemeye gidip, bir davayı izlediler: “Adamın biri bir tarla satın almıştı. Tarlasını sürerken sabanının ucuna sert bir şey takıldı. Baktı ki bir küp altın. Pazarlığa dahil olmadığı için helal olmayacağı düşüncesiyle hemen tarlayı aldığı adama gidip altınları iade etmek istedi. Adam, altınların tarlanın yeni sahibinin kısmeti olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Olay mahkemeye intikal etti. Kadı altınları önce bulana, sonra tarlanın eski sahibine teklif etti. İkisi de kabul etmeyince birinin kızı ile ötekinin oğlunu evlendirdi ve düğün hediyesi olarak da altınları onlara verdi.”Bizanslılar bu durum karşısında bir kez daha hayretler içinde kaldılar. Oradan Konya’ya gittiler. Çarşı pazarda dolaşıp, burada da insanların birbirlerine davranışlarındaki güzel ahlâkı görüp hayran oldular. Konya’da da bir mahkemeye gittiler ve şöyle bir dava ile karşılaştılar: “Konyalı bir tüccar, İtalyan bir tüccara iki balya pamuk ipliği sipariş vermişti. O da maları gemiye teslim etmişti. Fakat gemi yolda fırtınaya yakalanıp battı. İplik sahibi parasını istedi. Konyalı malın eline geçmediğini söyleyerek parayı ödemedi. Bunun üzerine İtalyan Konya’ya gelip adamı mahkemeye verdi. Kadı, İtalyanın, malları Konyalıya teslim edilmek üzere gemiye yüklediğini, dolayısıyla malların Konyalının malı olduğunu, batarken de Konyalının malı olarak battığını söyledi ve parayı Konyalıdan tahsil etti.”Kararı dinleyen Bizanslılar hayret içinde heyecanlanarak İtalyanla birlikte tezahürat gösterdiler. Kadı onları sakinleştirdiyse de İtalyanı sakinleştirmeye muvaffak olamadı. Bunun üzerine kadı iplik sahibine, “sizin ülkenizde böyle bir dava için nasıl hüküm verilirdi?” diye sordu. O da, “hiçbir yabancı için böyle bir hüküm verilirmez?” dedi. Bunun üzerine kadı: “Eğer ülkenizde güneş doğar, yağmur yağar ve ot, sebze biterse siz çocuklarınıza ve hayvanlarınıza dua edin. Allah onların hürmetine sizi açlıktan öldürmüyor.” dedi ve adaletin her insanın hakkı olduğunu ilave etti.
#827 - Şubat 21 2010, 16:39:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


KÜÇÜK BİR ÇAMUR DENİZİ SULANDIRMAZ

Çarşamba, 14 Aralık 2005
Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud'a bir hediye sunmak istiyordu. Mürşidinin kendisin den bu hediyeyi kabul etmesi onu çok memnun edecekti. Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi. Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Evliyanın büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi. Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu. Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi'nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin evliyasından Abdülmecid Sivasî'ye gönderdi ve o da kabul etti. Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi'e sunduğu ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: "Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin" dedi. Aziz Mahmud Hüdayi'ye de "Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti" dediler. Şu cevabı verdi: "Onun için hiç bir mahzuru yoktur. Çünkü o öyle büyük bir ummandır ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir."
#828 - Şubat 21 2010, 16:39:26
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


HERŞEY ASLINA ÇEKER

Perşembe, 15 Aralık 2005
Bir padişah Hızır (aleyhisselam)’ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı:"Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi. Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkar biriydi:"Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi. Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: “Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim." dedi. Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı. Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:-Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim? -Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.Bu sırada peyda olan, nurani bir çocuk, vezirin sözleri üzerine söyle dedi: “Küllü şeyin yerciu ila aslihi" Padişah ikinci vezirine sordu: -Bu adama ne ceza verelim? -Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.Biraz önce ansızın ortaya çıkan içocuk yine: "Küllü şeyin yerciu ila aslihi" dedi.Padişah üçüncü vezire sordu: -Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim? Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli. Nurani çocuk yine söze karıştı: -"Küllü şeyin yerciu ila asıhı"Bu defa padişah o çocuğa yöneldi: -Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? Çocuk cevap verdi: -Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir. Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu.
#829 - Şubat 21 2010, 16:39:51
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


RAVZA-İ MUTAHARA MÜDAFİİ FAHREDDİN PAŞA

Cuma, 16 Aralık 2005
Birinci Dünya Harbinin başında, daha önceden İngiliz casusu Lawrwence’in kandırdığı ve Vehhabilerin tarafına geçen bedevi kabileleri, Arab yarımadasında isyanlar çıkarıyıorlardı. İlk isyanı, 3 Haziran 1916’da Medine civarındaki demiryolu ve telgraf hatlarını tahrip ederek başlattılar. 5-6 Haziran gecesi de karakollara saldırdılar, fakat Hicaz’daki Osmanlı kuvvetleri nin kumandanı Fahreddin Paşa’ nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. Fakat başlan gıçta sayıları 50.000’i bulan isyancılar, gün geçtikçe çoğalıyorlardı. Üstelik İngilizler’den devamlı silah ve para yardımı alıyorlardı. Buna karşılık Osmanlı askerinin mevcudu ise sadece 15.000 idi ve İstanbul’dan hiçbir yardım alamıyordu. Çünkü Osmanlı 7. Ordusu, Filistin, Irak ve Kanal cephelerinde İngilizlerle savaş halindeydi. Fahreddin Paşa, elindeki yetersiz kuvvetlerle, Medine’ye saldırmaya hazırlanan Vehhabileri, Bi’r-i Ali ve Bi’r-i Mâşî mevkilerinde mağlub etti.  Fakat hızla sayıları artan ve İngiliz desteği ile güçlenen asiler, 9 Haziran’da Cidde, 7 Temmuz’da Mekke, 22 Eylül’de Taif’i zaptetti ler. Böylece Fahreddin Paşa’nın müdafaa ettiği Medine dışındaki bütün Arabistan şehirleri isyancıların eline geçmiş oldu. Artık Medine her taraftan kuşatılmıştı. İşte bütün bu zor şartlar altında Medine tam 2 sene 7 ay düşmana dayandı. Bu arada Fahreddin Paşa, herhangi bir yağma ihtimaline karşı şehirdeki bütün Mukaddes Emanetleri İstanbul’a nakletmeye karar verdi. Bir komisyon kurularak tesbit edilen 30 parça Emanet-i Peygamberî, 2000 kişilik bir muhafız birliği refakatinde İstanbul’a doğru yola çıkarıldı. Bu son derece tehlikeli bir işti. Çünkü Filistin ve Şam civarında İngilizlerle savaş devam ediyordu ve her an düşman eline geçme ihtimali vardı. Fakat Emanetler, salimen İstanbul’a ulaştırılarak Topkapı Sarayına teslim edildi.Geçen bu zaman zarfında, Hicaz demiryolu ve telgraf hatları Vehhabi isyancıları tarafın dan tamamen tahrip edildiğinden, İstanbul ile hiçbir bağlantı kalmadı. Nihayet müttefikimiz olan Almanya’nın teslim olmasından sonra 30 Ekim 1918’ de Osmanlı Devleti de Mondros müta rekesi ile savaşa son verdi. Bu mütareke ile Arabistan İngiliz himayesine bırakılıyordu. İlk olarak Mekke Emiri Şerif Haydar, İngiliz hükûmeti adına buraya gelen Vehhabi emirine şehri teslim ederek ailesi ile birlikte şehri terketti. Fakat bunlardan Fahreddin Paşa hâlâ şehri müdafaaya devam ediyordu. Nihayet İngiliz subaylarının idaresindeki Vehhabi birlikleri Medine kalesini kuşattılar. Şehirde açlık ve susuzluk başlamıştı. Bu arada İstanbul’dan gelen bir subay İtilaf devletleriye mütareke imzalandığı ve Hicaz’ın da onlara teslim edileceği emrini Fahreddin Paşa’ya iletti. Fakat Paşa, “Ben burada dalgalanan Türk bayrağını kendi elimle indiremem. Mutlaka indirilecekse buraya başka bir kumandan tayin etsinler” dedi. , Fahreddin Paşa’nın bu sözü derhal İstanbul’a telgrafla bildirildi. İstanbul’daki işgal kuvvetleri kumandanlı ğı, henüz tahta çıkmış olan Sultan Vahidedin’e, Fahreddin Paşa’nın vazifeden alındığına dair bir emir yazdırdılar ve Adliye Nazırı Haydar Bey ile Medine’ye gönderdiler. Padişahın imzasını gören Paşa, derhal şehrin idaresini Haydar Bey’e bıraktı ve Ravza-i Mutahhara yanındaki bir medresede, daha önceden hazırlatmış olduğu bir odaya girdi. Herkes merakla ne olacağını bekliyordu. Onun maksadı, orada ölünceye kadar inzivaya çekilmek idi. Fakat kumandan vekili Necib Bey, İngiliz işgal kuvvetleri kumandanlığının emri üzerine birkaç asker gönderip, onu karargah daki çadırına getirtti. 10 Ocak 1919. Buraya gelen İngiliz askerleri Paşa’yı alarak savaş esiri sıfatıyla Mısır’a ve oradan da Malta’ya getirdiler. Böylece Mondros mütarekesinden sonra düşmana en son teslim olan şehrimiz Medine-i Münevvere oldu.
#830 - Şubat 21 2010, 16:40:09
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


BU DEVLETİN DEDİĞİ YAPILIR

Cumartesi, 17 Aralık 2005
Osmanlı Hükümdarı II. Bayezid Han haber alır ki, Venedik Doçu Gugliemo Monteferlo, sarayının tören salonunun azametli duvarına boydan boya, Müslümanlara ve Osmanlılara hakaret eden bir resim yaptırmış. Üstelik o cüce, haddini bilmeden bir de yazılar ilave etmiş. Misafirlerini bu salonda ağırlarken, Osmanlı’ya karşı küstaça sözler sarfedermiş.Hünkar, Veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa’yı çağırtır ve bir name-i hümayun yazdırır. Bir gök gürültüsünden farksız olan bu mektupta şöyle emreder:“Mâlûmum oldu ki, sarayının duvarına, hakkımızda bazı herzeler yazdırmışsın. Aramızda ki anlaşmaya riayet bir tarafa, hükümdarların en kuvvetlisi olan bana nezaketi de ihmal etmiş sin. Ol sebepten, bu namemi getiren Çavuşum, emanet sana verdikten gerû, heman o an ve kendisinin gözü önünde bu duvarı yıktıracaksın! Şayet ola ki ihmalin görüle, bilesin ki bizden sana acı bir azap dokuna!” Çavuş hemen yola çıkar ve Venedik sarayına vasıl olur. Sonrasını, o esnada orada bulunan Venedikli Papaz Giovanni Sereno’nun hatıralarından dinleyelim:Venedik Doçu bu mektubu okuyunca korkudan titremeye başlar ve hemen duvarcıları çağı rıp, resimler ve yazılar kazındıktan sonra, o ihtişamlı salonun yüksek duvarı yerle bir edilir. Bunları takip eden Osmanlı Çavuşuna, “Ne olur Padişahımızdan benim için özür dile de bize bir zararı dokunmasın” der. Çavuş ona:“Oldu İnşaallahü Teâlâ. Bundan sonra benzer bir densizlik yapmayacağına söz verdiğini Padişahımıza anlatacağım.” Sonra da, ne Doçu, ne de orada bu hadiseyi seyreden Venedikli asilzadeleri selamlamaya hacet görmeden arkasını dönüp gitti.
#831 - Şubat 21 2010, 16:40:23
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


SEYDİ ALİ REİS

Pazar, 18 Aralık 2005
XVI. yüzyılın güçlü denizcilerinden olan Seydi Ali Reis, gençliğinde iyi bir öğrenim gördü. Denizcilik üzerine bilgileri küçük yaşta edinmişti. Arapça ve Farsça öğrenmiş, metematiğe, astronomiye ve fiziğe karşı büyük bir merak sarmıştı.Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. 1522 yılında Rodos seferine katılan Seydi Ali Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrinde bir çok deniz seferine çıktı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze Savaşı'ndan sonra adı daha çok duyulmaya başladı. Trablusgarp'ın fethi ile biten harekatta Kaptan-ı Derya Sinan Paşa ve Turgut Reis’in emrinde çalıştı. Basra'da, bir Osmanlı donanmasını Süveyş'e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edildi. Seydi Ali Reis 34 parçalık Portekiz donanması ile Güney Arabistan sahillerinde karşılaştı. Fırtınaya ve şiddetli düşman taarruzuna rağmen Demen kalesi önüne gelebildi. Burada karaya oturan üç gemiden sonra, elinde kalan altı gemiyle birlikte Güceret'in başkenti Ahmedabat'a gitti. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis, gemileri ve mühimmatı Güceret hâkimine satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı. Daha sonra karadan Hindistan, Afganistan, Türkistan, Azerbaycan ve İran yoluyla İstanbul’a geldi. Bu seyahati Mir’atü’l-Memâlik adıyla eser haline getirdi.1557 yılında İstanbul'a döndüğünde, mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar yüzünden suçlu görülmedi. Önce müteferrika yapıldı. Ardından Diyarbakır Tımar Defterdarı tayin edildi. Bir süre Şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı. Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu. Seydi Ali Reis, 1562 yılında İstanbul'da öldü.Seydi Ali Reis’in coğrafya, astronomi ve matematik alanında çeşitli eserleri vardır. Eserlerinden birisi Muhît, diğeri de Mir’atü’l-Kâinât adını taşır. Ayrıca Ali Kuşçu’nun astronomiye ait bir eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Seydi Ali Reis’in eserleri Avrupa’da da ilgi görmüş ve Almanca’ya çevrilmiştir.
#832 - Şubat 21 2010, 16:40:37
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


YİRMİSEKİZ MEHMED ÇELEBİ VE PARİS'DE OPERA

Pazartesi, 19 Aralık 2005
Paris şehrine mahsus bir oyun varmış ki opera derlermiş, acayip sanatlar gösterirler miş, büyük toplantı olurmuş. Kibar-ı şehr varırlar ve vasi dahi ekseriya varıp kral dahi arasıra gelirmiş.Bir gün entrodüktör, mahut kral tarafından bir hento getirip tebeamızla bizi alıp gittik. Vasi'nin sarayına bitişik bir yere vardık. Ol mahall-i mahsus opera için yapılmış. Rütbelerine göre herkesin oturacak yeri var. Bizi kral oturduğu yere götürdüler. Kırmızı kadife ile döşenmişti. Vasi dahi gelmiş, yerine oturdu. Erkekler ve kadınlar ile dolmuştu ve yüzden fazla enva-ı saz hazırdı.Akşama bir saat vardı. Her taraf kapalı olmakla birkaç yüz balmumu yanmış ve billur avizelerde dahi hesapsız mumlar yanmıştı. Ol mahal ziyade özentili yapılıp cümle trapzanları ve amudları ve dört duvarı ve sakfı sırma işlemeli olup ve gelen hanımlar dibalara ve cevherlere müstağrak olup mumların şu'lesinden bir halet-feza parıltı zuhur etmiştir ki tabir olunamaz. Karşımızda sazendeler oturduğu mahalde bir münakkaş büyük perde asmışlardı. Tamam yerleştikten sonra nagah ol perde kalkıp arkasından bir büyük saray zuhur eyledi. Sarayda oyuncular libas-ı mahsuslarıyla ve yirmi kadar perinevker murassa libas ve fistanlarıyla meclise tekrar ışık saçıp sazlar dahi hep birden musikiye başladılar. Bir miktar raks olunup ondan sonra operaya başladılar. Bunun esası bir hikayeyi mücessem göstermek. Her hikayeyi bir kitap edip basmışlar. Cem'an otuz kitap olmuş. Her birinin adı var. Her mecliste bir hikayeyi henüz zuhur ediyor gibi gösterirler. Bizim olduğumuz mecliste bir padişah varmış, bir gayri padişahın kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş, amma kız dahi bir gayrı padişahın oğluna aşıkmış. Aralarında geçen sergüzeştleri aynıyla gösterdiler. Mesela, padişah, kızın bahçesine varacak oldu, gözümüzün önündeki saray bir anda gaib olup yerine bir bahçe zuhur etti ki, limon ve turunç ağaçlarıyla dopdoluydu. Bir vakit oldu ki tazarru ve niyat için kiliseye varacak oldu, ol bahçe yerine hemen bir büyük kilise zahir oldu. Türlü türlü sihirler gösterdiler ve gökten bulut ile adamlar indirip yerden adamlar uçurdular. Netice-i kelam ol kadar hayret-feza şeyler gösterdiler ki hele görülmedikçe itimat olunmayacaktır. Acaip ve garip temaşa olundu ve aşk hallerini bir rütbede izhar ve icra ederlerdi ki gerek padişahın gerek kızın gerek şeh-zadenin duruş ve davranışlarına bakıldıkça tab'a rikkat gelirdi.Bu operanın kibar-ı nastan bir mu'teber kimesne nazırı var. Çok masraflı bir sanat olmakla iradını dahi tatbik etmişler ve azim miri bağlamışlar. Vafir şey hasıl olurmuş ve şehrin havassından imiş. Üç saat kadar vakitte tamam olup hanemize gelip karar eyledik 
#833 - Şubat 21 2010, 16:40:55
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


AMİN ALAYI 

Salı, 20 Aralık 2005
Osmanlı Devletinde 4-7 yaş arasındaki çocuklara “elif-ba” ve ahlak bilgilerinin öğretildiği ilk mektebe başlatılırken yapılan merasim. Bu merasimin bir kandil günü olmasına bilhassa dikkat edilirdi. Bu mümkün olmazsa, pazartesi veya perşembe günleri yapılırdı.Merasime bir gün önceden evin temizliğiyle başlanırdı. Ayrıca ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek, okula başlayacak çocuğa ve mahalledeki fakirlerin çocuklarına gerekli eşyaları alırlardı. Bundan başka aile yadigarı rahle de cilaya verilirdi.Amin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlık tamamlanınca ailece Eyüb Sultan’a gidilir ve burada dua edilirdi. Eve dönüldükten kısa bir süre sonra, okul çocukları ile ilahiciler gelirdi. Her okulun ayrı bir ilahicisi vardı. Semtte, amin alayı bir seyir vesilesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu. Mektebe gidecek çocuk, evinin kapısında göründüğü anda ilahiciler ilahi okumaya başlarlar ve ilahilerin uygun yerlerinde alayda hazır bulunan Aminciler de “amin! amin!” diye nakarat yaparlardı. İlahi sona erince mahallenin hocası duaya başlar, çevrede bulunanlar büyük bir huşu içinde, çömelerek duayı sessizce dinlerdi. Hocanın duası sona erince, ilahiler okunmaya başlanır, amin nidaları göğe yükselirdi. Bu sırada mahallenin bekçisi, çocuğu hazırlanmış olan midilliye bindirir, yedeğine geçer, okulun kalfası ve müzakerecisi de atın iki tarafına geçerek alay hareket ederdi.Amin alayı belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde giden, atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elif-bayı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun okulda oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu okula gidecek çocuk takib ederdi. Çocuğun arkasında okulun hocasıyla ilahiciler, aminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mekteb talebeleri gelirdi. Alayı çocuğun babası, davetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı.Yolda ilahiciler okumaya devam eder, aminciler de münasip yerlerde “amin” derlerdi. Bu topluluk sonunda okul kapısına varır; çocuk hemen içeri girmez burada zamanın padişahına dua edilir ve gülbank okunurdu. Gülbank’ı müteakip hoca tekrar dua eder, nihayet çocuğun bir elinden okul kalfası, diğer elinden de kapıcı tutar ve doğruca hocanın yanına çıkarlardı.Çocuk hocanın önüne geldiğinde elini öper, karşısında diz çökerdi. Bu arada, kalfa da elif-ba cüzünü rahleye açardı. Daha sonra hoca Besmele-i şerif’i takiben Elif harfini gösterir ve ilk dersini verirdi.Amin alayları eski devirlerde kısaca böyle olur ve çocuk ilk dersi bu şekilde alırdı.
#834 - Şubat 21 2010, 16:41:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


OSMANLI'DA PEYGAMBER SEVGİSİ

Çarşamba, 21 Aralık 2005
Osmanlı'nın, temellerindeki en sağlam harçların başında, "Peygamber Sevgisi" gelmiştir. Osmanlı, Peygamber Efendimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun kutsal beldesine karşı, derin muhabbet, hürmet ve sadâkâtini büyük bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve devletinin en muhkem kâidelerinden biri hâline getirmiştir. Bu ruh, yedi iklim üç kıta demeden, asırlar boyunca Osmanlı'yı arkasından sürüklemiştir. İlâ-yı Kelimetullâh dâvâsı uğrunda fütuhatta bulunurken; Osmanlı'nın baş hedefleri arasında hiç kuşkusuz rızâyı bâriyi kazanmak kadar Peygamberimizin hoşnutluğuna mazhar olmak da vardı. Osmanlı Sultanları, hayatları boyunca gazâ meydanlarında hep bu ulvî gâyeyi gözetmiş ve bunun efsunuyla hârikalar sergilemişler dir. Hâl böyleyken, Peygamberimize hürmet ve muhabbet, soylu ceddimizin en mümeyyiz vasfı ve şiârı olma husûsiyetini kazanmıştır. Söz konusu asil duygularını her zaman ve mekân da açığa vurmayı; hattâ devlet çapında bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet bilmişler dir. Tarih, bunu îzah eden birbirinden muhteşem misâllerle doludur. Evvelâ, Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O'nun dâvâsını güttüğünden ötürü "Peygamber Ocağı" pâyesiyle onurlandırmış; neferini de "Mehmetçik" adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye"dir. Devletinin başka bir adını ise, Sultan Vahdeddin'in ifadesiyle, "Devlet-i Âliye-i Muhammediye" koymuştur.Fâtih'in Methedilen Büyük AşkıPeygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Osmanlı Hünkârlarının başında, belki de Fâtih Sultan Mehmed yer alır. Öyle olmasaydı, herhâlde asırlar öncesinden Peygamberimizin övgü ve müjdesine nâil olamazdı. O'na karşı târifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul'un Fethi'nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı'nı, O'nun güzel ismi "Muhammed"in Arapça yazılışına göre inşâ ettirmiştir. Fâtih'in, Peygamberimizin senâsına namzed olduğunu, fethin gerçekleşmesi için dile getirdiği, şu sözler ispatlamaya kâfidir: "Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!" Fâtih şu dörtlükte, aynı hissiyâtını daha bediî ifadelerle teşhir etmektedir: İmtisâl-i câhid u fillah olubdur niyyetim Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretim Ey Muhammed mu'cizât-ı Ahmed'i muhtar ileUmarım gâlib ola a'dâ-yı dine devletim.Yavuz'un Muhabbeti ve Mukaddes Emânetler:Peygamberimize sonsuz hürmet ve muhabbetiyle kendini en çok belli edip, velâyet mertebesine yükselerek bunu âşikâr kılan pâdişahlardan biri de, Yavuz Sultan Selim'dir. Yavuz Sultan; "Allah rızâsı için tüm dünyayı fethetmek istiyorum!" idealiyle, askerlerini gazâ meydan larında âdetâ bir "Peygamber Ordusu" gibi sevk ve idâre etmiştir. Fütuhatlarda, Peygamberin rızâsını aramasaydı; herhalde O'nun Halîfesi olma lütfuna erişemezdi. Bunu, çarpıcı ve anlamlı bir biçimde gösteren şey, Yavuz'un şu manzum sözü olsa gerek: "Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhatâ Dergâhından ilticâ eyler atâ el meded ey mâden-i nur-i Hudâ." Resûlullah'a beslediği eşsiz ve sınırsız sevginin; O'na ve O'nun beldesine târifsiz bir hürmete dönüştüğünü ise, Yavuz'un şu tarihî hitâbı âdetâ şâhikalaştırmıştır: "Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil; hâdimiyiz!" Gerçekten de, Yavuz'un sözlerinde mânâsını bulan bu hakîkati, Osmanlı; kutsal topraklara sancak asmaktan ve vâli adı altında idâreci göndermekten hayâ edip, atadığı kişilere "Medine Muhafızı" ünvanını vererek, kuru bir söz olmaktan kurtarıp fiiliyâta dökmüştür. Diğer taraftan Yavuz, O'ndan ümmetine yâdigâr kalan; hiçbir kıymetle ölçülemeyecek kadar paha biçilmez olan "Mukaddes Emânetleri", Topkapı Sarayı'na getirip, Hırka-i Saâdet Dairesi'ne koymakla, bizi şereflerin en yücesiyle müftehir yapmıştır. Yavuz'un şahsında ecdâdımız, Mukaddes Emânetlere verdiği emsâlsiz değeri; onları dünyadaki hiçbir eşyaya nasip olmayacak ölçüde, tonlarca ağırlıktaki birbirinden kıymetli mücevheratla süsleyip mahfaza altına almakla ve önünde, kırk hâfıza durmaksızın, asırlardır nöbetleşe Kur'ân tilâvet ettirmekle, mutlak sûrette göstermiştir.            Kanuni'ye Resûlullah'ın Emri: Cihan hükümdarı Kanuni'nin, Efendimize muhabbet ve bağlılığı da, ceddininkilerden aşağı kalır değildi. Kanuni, bunu şu altın sözlerle billurlaştırmıştır:Allah Allah diyelim sancağ-ı şâhı çekelimYürüyüp her yandan şarka sipâhi çekelim.Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u ÖmerEy muhibbî yürüyüp şarka sipâhi çekelim.Öyle ki, Osmanlı klasik eserlerinde, Kanuni'nin rüyâsında Hazreti Peygamberi gördüğü ve kendisine şöyle emrettiği nakledilmektedir: "Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da benim şehrimi îmâr edesin!"I. Ahmed'in Başındaki Sorguç:Sultan I. Ahmed'in, dillere destan fiîli sevgisi ve muhabbet yüklü ifadeleri ise, asırlardır baş tâcı edilmeye; sitâyişle yâd edilmeye değer ölçüdedir. Sultan Ahmed, akıllara durgunluk ve hayret verecek bir güzel davranışta bulunmuştur: Sarığına taktırdığı sorgucun içine, Peygamberimizin ayak izinin resmini koydurmuş ve üzerine de şu muhteşem dörtlüğü yazdırmıştır:N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim         Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasul'ün.         Gül-i gülizâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir         Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün."I.Ahmed, başka bir dörtlüğünde, kalbindeki muâllâ sevgiyi, Gönüller Sultanı'na, şu derunî mânâlarla arz etmişti: Zât'ı pâk-i Mustafa'ya âşıkımCan ile fahrü'l verâya âşıkım.Muksim-i feyz-i nevâdır ol şerifMenbâ-i cud ü atâye âşıkım.II. Abdülhamid'in Hassasiyeti:Hazreti Peygambere ve O'nun dâvâsına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan II. Abdülhamid'dir. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan ta'zim ve muhabbetini, O'nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslâm Birliği gâyesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır. Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesâfeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Demiryolu yapımının Medine'ye ulaştığı esnâda, Sultan'ın verdiği şu çok özel tâlimat; onun, Ehl-i Beyt'in şahsında Hazreti Peygamber'e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: "Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehli Beyt'in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!."Hürmetin Sembolü: Nâkibü'l Eşraflık: Devlet-i Âli, Fahri Kâinat Efendimiz ve O'nun kutlu soyu Ehl-i Beyt'e, hürmet ve hizmetini, mües-seseler kurarak da fiîlen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dâhilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şerifleri (Hz. Hasan) tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak "Nâkibü'l Eşraflık" müessesesi ihdâs etmiş ve başına da Âl-i Beyt'e mensup "Nâkibü'l Eşraf" isimli bir memur atamıştır. Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyaz larla, topraklarımızda dağınık hâlde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır. Osmanlı, Nâkibü'l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri girmiştir ki, bâzı pâdişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merâsimlerinde onlara, kılıç dâhi kuşattırmıştır. Meselâ, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa'ya, Şeyhülislâm ile beraber Nâkibü'l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nâkibü'l Eşraf bağlılığını arzedip duâ etmiştir. Savaşlarda ise, pâdişahla beraber Nâkibü'l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazreti Peygamber'in sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif'in İstanbul'dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nâkibü'l Eşraf ile mâiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salavat getiriyorlardı.
#835 - Şubat 21 2010, 16:41:30
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ÂLİM SADRAZAM FÂZIL MUSTAFA PAŞA

Perşembe, 22 Aralık 2005
Haziran 1680’de vezir olan Fâzıl Mustafa Paşa, 1683’te Niğbolu sancağı da verilmek sûretiyle Silistre (Özü) vâlisi ve Lehistan serdarı oldu. Lâkin veziriâzam Kara Mustafa Paşanın katli üzerine bu da gözden düşerek aynı yıl serdarlıktan azlolunup, emekli edildi. Kendisine Azaz ve Kilis sancakları arpalık olarak verildi. 1684 sonlarında Sakız muhâfızlığına gönderilen Mustafa Paşa, 1686’da Boğaz muhâfızı olup, kapıkulu ocaklarının cephede isyânı ve İstanbul’a hareketleri sırasında sadâret kaymakamlığıyle İstanbul’a dâvet olundu (1687). Bu sırada pâdi şah bulunan Sultan Dördüncü Mehmed Hana karşı orduda bir isyan hareketi meydana gelmişti. Bu isyan ateşinin önüne geçilemediğinden, ordu daha İstanbul a girmeden alınan tedbirlerle Dördüncü Mehmed Han hal edilip yerine kardeşi İkinci Süleymân Han pâdişah yapıldı. Bu sırada veziriâzam olan Siyavuş Paşanın katline kadar, işler kayınbirâderi olan Fâzıl Mustafa Paşanın elindeydi.O, yeniçerilerin zorbalıklarına son verilmesi için veziriâzamı sıkıştırıyordu. Bunu bilen yeniçeriler veziriâzamı ölümle tehdid ederek onu Boğaz muhâfızlığı ile İstanbul’dan çıkarttılar. Hattâ katli için Şeyhülislâmdan fetvâ dahî istediler, ancak alamadılar.Bu sırada Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulması için çâreler arayan Sultan İkinci Süleymân, Şeyhülislâmın tavsiyesiyle 1689’da Fâzıl Mustafa Paşayı veziriâzamlığa getirdi.Veziriâzamlığı zamânında önemli işler yapan Mustafa Paşa, ilk iş olarak bâzı vergileri kaldırdı.Yeniçeri ağalığına getirdiği Eginli Haseki Mehmed Ağa vâsıtasıyla yeniçeri ocağını ıslah edip,maaşlardan epey tasarruf etti. Bir kış boyu gerekli tedbirleri aldıktan sonra, Rumeli’yi Avusturyalılardan kurtararak Belgrad’ı geri aldığı gibi, düşmanı Tuna ve Sava’nın ötesine attı. 1691’de düzenlediği seferde Macaristan topraklarında Slankamen mevkiindeki muhârebede şehid düştü, ancak cesedi bulunamadı. 55 yaşında şehid olan Mustafa Paşanın veziriâzamlığı iki sene üç ay sürdü. Avusturya’ya düzenlediği ikinci seferi esnâsında Sultan İkinci Süleymân vefât edip,  yerine kardeşi Sultan İkinci Ahmed Han pâdişah olmuştu.Fâzıl Mustafa Paşa, açık sözlü, riyâdan hoşlanmayan bir insandı. Cesur, atılgan ve son derece cömertti. İdâreyi ele alır almaz, hükûmeti ve orduyu işe yaramayanlardan der hal temizlemiş, Rumeli’de gayri müslimlerin yer yer ayaklanıp düşmana yardım etmelerinin sebebinin vergiler olduğunu görerek, onları hafifletmiş, ticârete serbesti vermiş ve bu sâyede dâhilî asâyişi temin eylemiştir.İlme son derece düşkün olan Fâzıl Mustafa Paşa, ulemâya çok rağbet eder, fırsat buldukça da ilimle meşgul olurdu. Hadis ilminde ihtisas sâhibiydi. Konağı yanına yaptırmış olduğu kütüphâneden birçok âlim ve muhaddisler istifâde ederlerdi.
#836 - Şubat 21 2010, 16:41:45
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


SULTAN II. MURAD'IN OĞLU II. MEHMED'E ÖĞÜTLERİ

Cuma, 23 Aralık 2005
"-Ey benim sevgili oğlum!İnsan oğlunun her birinde, başkalarıyla çeşitli münasebetler kurmaya yarayan normal bir akıl bulunmalıdır. İşte bu akıl, bütün saadet ve mutluluğun tükenmez kaynağıdır.Bir de, kendilerine Allah tarafından bu normal aklın verildiği kimseler vardır. Bunların hiçbir vakit ne çocukluk, ne gençlik, ne olgunluk, ne de ihtiyarlık çağlarında her hangi bir şeyden ne olumlu ne de olumsuz yönde etkilenmedikleri görülür. Hayatlarında sadece keder ve acının bir gevşeme ve bir tembellik bıraktığı sanılır.Ve bunlar kendi hayatlarının gençlik, yaşlılık gibi hemen her devresinde, keder ve ıstırap tan kurtulamadıkları için huzura kavuşamazlar.Hayata doyum olmaz, az veya çok olması, onun kıymetini azaltmaz.Bir meyve ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir.Bunun gibi insanların da gün görmüş, tecrübeler geçirmiş olanları her zaman tercihe şayandır. Gençlik çağında duyulan zevk ve sefayı, ben uyuz hastalığına yakalanmaya benzetirim. Bu hastalığa tutulan, ancak kaşındığı zaman rahata kavuşur.Tabii ki böyle bir kaşınma sonunda, daha da kötü bir duruma düşer. Kişioğlu gençlik yıllarında işlediği kabahatları da, genellikle düşünüp taşınmadan işler. Fakat sonraları bunları hatırlayınca, bu suçlar kişinin kalbine hançer gibi saplanır ve kişinin canını sıkarlar.Gençliklerinde, doğru ve iyi yolda gidenler bunun karşılığı olarak, yaşlılıklarında hürmet ve ikram görürlerGüçlü ve kuvvetli olmak iyidir. Fakat kuvvet aklın emrine verilmelidir.Âlemlerin yaratıcısı olan Yüce Allah, insanoğlunu bu dünyaya daimî yaşamak için göndermemiş, hayatın bitiminde ölümü tatmasını da istemiştir.Yüce Allah, insanoğluna bu dünyada, belli bir nefes ve rızık takdir etmiştir. Kimse ondan fazlasını alamaz.Beni böyle sapasağlam olarak ihtiyarlığa ulaştıran iki şeyi iyice tecrübe etmiş ve bir âdet haline getirmişimdir. Bunlardan biri az yemek; diğeriyse yediklerimi sindirmek için gezip dolaşmaktır. Şunu da iyi bilmeni isterim:Bu dünyada üç türlü insan vardır, biri; akıl ve fikirleriyle yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen, hiç bir anormallikleri olmayan kişilerdir. İkincisi; yolların doğru veya eğri olduğunu bilmekten uzak olan kimselerdir. Ama bu duruma kendi istekleriyle değil, çevre etkisiyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde kabul eder ve söz dinlerler.Üçüncüleri ise; ne kendileri bir şeyden haberdardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. Bunlar diğerlerinden daha zavallıdır.Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa sevinirim. İkinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dahil olmayasın. Onlar ne Allah'a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.
Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman Yüce Allah da senin iyiliğini arzular. Her şey Allah'ın malumudur. Her şey sadece O'nun (Allah Teâlâ) tarafından bilinebilir."
#837 - Şubat 21 2010, 16:42:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


HZ PEYGAMBER'IN SELÂMI

Pazar, 25 Aralık 2005
Sultan III. Osman'ın sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi. Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti. Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi. Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuş sunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir
#838 - Şubat 21 2010, 16:42:16
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


DOĞRU YOLDAN AYRILMAMAK

Salı, 27 Aralık 2005
Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, padişaha çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi. Padişah da adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi. Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü. Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyledi. Padişah, adama sordu: - Şehirde ne gördün, neye şahit oldun? O gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verdi. -Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum. Padişah, bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı: -İşte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın.
#839 - Şubat 21 2010, 16:42:28
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


TERBİYE YARATILIŞA BAĞLIDIR

Çarşamba, 28 Aralık 2005
v Hükümdarlardan biri vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu: - Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle, sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor. Vezir aynı görüşte değildi: - Hükümdarım hocanın elinde mucize yok. Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine, olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı değiştirilemez Terbiye yaratılışa tabidir. Hükümdar aksi görüşteydi. Terbiye ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu. Bunu isbat etmek için bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi. Bu eğlence sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer aldı. Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları düşünmüyorlardı. Hükümdar vezire bu kedileri göstererek: - Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü yetiyor, dedi. Vezir karşılık vermedi. Olumlu, olumsuz bir şey söylemedi. Yeni bir eğlence gecesini bekledi. Bir başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare getirdi. Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverdi. Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine takıldılar. Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlandı. Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu. Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü. Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla şöyle dedi: - Gördünüz mü padişahım terbiye yaratılışa tabidir.
#840 - Şubat 21 2010, 16:42:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


DARI EKMEK 

Perşembe, 29 Aralık 2005
Padişahlardan biri maiyetiyle birlikte bir gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. İhtiyara uzaktan seslendi:- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin. İhtiyar cevap verdi: - Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer. Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti. İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı: - Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi. Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti. Yaşlı köylü sıradan biri değildi. Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi: - Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi. Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı: -Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek.
#841 - Şubat 21 2010, 16:42:53
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


YAVUZ ve MUHYİDDİN ARABİ

Cuma, 30 Aralık 2005
Yavuz Sultan Selim, 24 Ağustos, 1516 tarihinde “Mercidâbık” savaşını kazandıktan sonra Haleb’e girmiş, iki hafta sonra da oradan ayrılıp Eylül ayı sonunda Şam’a ulaşmıştı. Buradan Mısır’a geçmeden önce de 15 Aralık’a kadar Şam’da kalmıştı. Yavuz Şam’da kaldığı sıralarda, Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin (v.638/ 1240) bir kitabında geçen “Sin Şin’a girince Mim’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki bir ifadeyi, büyük alim Kemal Paşazade ile birlikte incelemişlerdi. Burada “Sin”in Selim’e, “Şin”ın Şam’a, “Mim”in de Muhyiddin’e işaret olduğu kanatine varılmıştı. Yavuz Selim, Şam ve civarında bazı İslâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret ediyordu. Çok saygı duyduğu Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin yeri ise hiç kimse tarafından bilinmiyordu. Çünkü asırlar önce, eserlerini yanlış anlayıp karşı çıkan bazı Suriye alimlerinin de etkisiyle kabri harabeye çevrilip kaybolmuştu. Yavuz Selim, bir gece rüyasında Muhyiddin Arabî Hazretleri’ni kendisine şöyle derken görür: “Ya Selim! Senin gelmeni beklerdim. Safa geldin, hoş geldin. Mısır gazanı sana müjdelerim. Sabahleyin bir siyah ata bin. O seni bana götürür. Beni hâk-i mezelleten (horluk topragından) kaldır. Bana bir türbe, bir cami ve imaret yapıver. Yürü işin rastgele, Mısır fethi müyesser ola!”Yavuz sabahleyin bir siyah ata biner. At gider, Salihiyye Mahallesi’nde bir çöplükte durup eşinmeye başlar. Orası açılınca büyükçe bir taş çıkar. Üzerinde Arapça olarak “bu Muhyiddin’in kabridir” yazısı görülür. Yavuz Selim orayı temizleterek kabri ortaya çıkarır. Yavuz, 22 Ocak 1517 tarihindeki Ridâniye Savaşı ve Mısır’ın fethinden dokuz ay kadar sonra, ekim ayında tekrar Şam’a gelir ve dört aydan fazla kalır. Bu süre içinde Şeyh’in kabrine türbe, yanına ise bir cami ve aşevi yaptırır. İlk cuma namazıyla da açılışını yapar. (5 Şubat 1518)
#842 - Şubat 21 2010, 16:43:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


FATİH SULTAN MEHMET VE HÜNER SAHİPLERİ

Cumartesi, 31 Aralık 2005
Fatih Sultan Mehmet Han hangi ülkede bir hüner sahibi, bir sanatçı olduğunu işitse, hemen davet ederdi. İstanbul'a gelen bu maharetli insanları en mükemmel şekilde ağırlar, kendilerine makam verip ihsanda bulunurdu.Bu yüzden Müslüman, Hıristiyan, dindar, dinsiz her taifeden insan İstanbul'a toplanmıştı. O furyada Acem diyarından Habilî, Kabilî ve Hamidî namında şairler gelmiş ve Fatih'ten büyük bağışlar almışlardı. Bunlarla birlikte, zamanın Sokrat'ı sayılan bir Yahudi doktor ve adı Dozri olan bir Frenk ressam da bulunuyordu. Hasılı, bunların hepsi Padişah Hazretleri’nin yüce saltanatına yakın olup kabul görmüşler, iltifatlara mazhar olmuşlardı. Fatih'in bu iltifatlarına daha fazla dayanamayan nedimelerinden 'Çatladı' lakaplısı bir gün şikayet yollu şu beyiti yazıp padişaha arz eder:“Ger dilersen şah eşiğinde olasın muhteremYa yahudi gel bu mülke, ya firenk ol, ya acem Adını ko Habili ve Kabili ve HamidiDozrılıktan olma gafil, marifetten urma dem.”Bu mısraları bugünkü dile şöyle aktaralım: “Eğer şah eşiğinde hürmet görmek istiyorsan / Bu ülkeye ya yahudi olarak gel, ya batılı ol, ya da iranlı / Adını ya Habilî, ya Kabilî, ya da Hamidî koy / Dozri olmayı da unutma, ama sakın bilgiden bahsedeyim deme.
#843 - Şubat 21 2010, 16:43:21
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


OSMANLI'DA TÖREN

Pazar, 01 Ocak 2006
Osmanlıda dini bayramlarda yapılan merasimlerin dışında bir çok kutlamalar yapılır ve bu kutlamalara da 'alay' adı verilirdi. Saray erkânının halkla kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halk tarafından büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu. Halkın da coşku ile katıldığı bu alaylarda bakın hangi kutlamalar yapılırmış.Hırka-i Saadet Alayı: Her yıl Ramazan ayının onbeşinci günü bütün devlet erkânı Ayasofya'da şeyhülislam ile namaz kıldıktan sonra saraya gelirler ve arz odasında toplanırlar dı. padişah ve saray erkânının da katılmasıyla Hz. Peygamber (A.S.)’ın mübarek hırkalarının muhafaza edildiği Hırka-i Saadet odasına gidilirdi. Yedi bohçaya sarılı altından yapılmış sandık padişah tarafından açılırdı. Bu sırada hafızlar Kuran-ı Kerim okumaya başlarlardı. İlk önce Padişah, daha sonra işaret ettiği kişiler hırkaya yüzlerini sürerlerdi. Ayrıca valide sultanın öncülüğünde harem halkı da ziyaretlerini yapardı. Ziyaretler bitince sanduka bizzat padişah tarafından kilitlenirdi. Amin Alayı: 4 ilâ 7 yaşlarında çocukların, elifbâ ve namaz surelerinin öğretildiği mahalle mekteplerine başlarken yapılan kutlamalardı. Mahalle mekteplerine yılın her gününde talebe kabul edildiğinden bu kutlamalar sıkça yapılır ve ekseriyetle kandil günlerine denk getirilirdi. Okula başlayacak çocuk önce Eyüp Sultan’a götürülür ve dua edilirdi. Daha sonra ilahiler eşliğinde okuluna gelen çocuk, hocasının elini öper ve ilk dersini alırdı.Kılıç Alayı: Tahta yeni çıkan padişahlar, biat töreninin ardından kılıç kuşanırlardı. Kılıç kuşanma Osmanlı’da kanun olduğundan, bu gelenek son padişaha kadar devam etmiştir. Bu törenler farklı mekânlarda yapılır ve farklı kılıçlar kuşanılırdı. Bazı padişahlar Peygamber Efendimiz’in kılıcını kuşanırken, bazıları Hz. Ömer veya Hz. Halid b. Velid'in kılıcını kuşanırlardı. IV. Murad, hem Peygamberimiz hem de Yavuz Sultan Selim'in kılıcını kuşanmıştır.Surre Alayı: Surre, Arapça para kesesi anlamına gelir. Mekke ve Medine’ye para gönderilir ken düzenlenen merasime de Surre Alayı adı verilmiş. Surre gönderilmesi Abbasiler zamanın da başlamış, Osmanlı'nın son dönemlerine kadar devam etmiş. Surre alayı, her yıl hac mevsimi gelmeden önce yola çıkarılırdı. Gönderilecek paralar sağlam meşin keselere konulur, ağızları mühürlenerek bir deveye yüklenirdi. Surre devesi en gösterişlisinden seçilir ve süslenirdi. Surre emini, emaneti yerli yerince dağıttıktan sonra hac görevini yerine getirir ve İstanbul'a dönerdi.Gelin Alayı: Padişah kızlarının, kızkardeşlerinin ve saltanat hanedanına mensup sultanların evlenmeleri münasebetiyle yapılan merasimlerdir. Hanedana mensup sultanlar devlet erkânıyla veya tanınmış ailelerin çocuklarıyla evlendirilirdi. Nikahları şeyhülislam tarafından kıyılırdı. Gelin alayına sadrazam, vezirler ve diğer devlet erkânı katılırdı. Gelin, hanedana mahsus atlı araba ile kocasının konağına gider ve damat tarafından kızlarağasıyla birlikte karşılanırdı. Damadın konağında tüm misafirlere ziyafetler çekilirdi.Beşik Alayı: Doğan padişah çocukları için hazine kethüdası tarafından süslü beşik hazırlanır ve harem kapısında kızlarağasına teslim edilirdi. Doğum, hazırlanan özel belgeler ile sadrazama ve devlet erkânına bildirilirdi. Asıl merasim doğum tebriklerinin kabulü için davetlilerin saraya gelmesi ile başlar, kurbanlar kesilir, e??lenceler tertip edilirdi.Baklava Alayı: Türk mutfağının baş tatlısı olan baklavanın Osmanlı sarayında önemli yeri vardı. Ramazan’ın onbeşinci günü Hırka-i Saadet ziyaretinden sonra, devlet büyükleri ile birlik te yeniçerilere de baklava ikram edilirdi. Dağıtılacak baklava, on yeniçeriye bir tepsi olarak hesap edilirdi. Önce silahtar ağa adamları ile gelir ve padişahın hakkı olan iki tepsi baklavayı alırdı. Daha sonra yeniçeri erleri kendilerine ait tepsileri alarak kışlalarına doğru şenlik, şamata ve ilahilerle yürürlerdi. Bu, İstanbul halkının hiç kaçırmadığı eğlencelerden biriydi
#844 - Şubat 21 2010, 16:43:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


SARIKAMIŞ'I BİLİR MİSİNİZ?

Pazartesi, 02 Ocak 2006
Tarihimiz ihtişamlı zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündüğümüz kadar, yaşadığımız hezimetlerden de dersler çıkarmak zorundayız. Bunu yapmadığımız sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamlı olabilir?Facialardan söz ederken, Sarıkamış’ı özellikle dikkate almamız gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000’e yakın yiğidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kurşun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kişisel ihtirası uğruna...İhtiras... Bu kavramı iyi düşünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu ateşle yakıp kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor.Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakın: “Beni Napolyon’a benzetmişlerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.” Tarih, 16 Aralık 1914. Soğuk bir kış günü. Talebesi öğretmenini azarlamaktadır: “Hatalı davrandınız! Başarılı olamadınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış’ta yok edeceksiniz!”Cephelerin ve harp okulunun emektar komutanı Hasan İzzet Paşa, küstahlaşan öğrencisine pervasızca cevap verir: “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz.”Her verdiği emrin hemen yerine getirilmesine alışkın padişah damadı ve orduların başkomutan vekili 34 yaşındaki Enver Paşa, asabileşerek şu tehdidi savurur: “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!” Bir facianın eşiğinde, Hasan İzzet Paşa istifa ederek ordudaki görevinden ayrılır.Çok geçmeden, tarihler 21 aralığı gösterirken, tarihe “Sarıkamış Faciası” olarak geçen harekât başlatılır. 125 bine yakın iman abidesi insan, kış kıyamette paltosuz, postalsız, gömlekle, çarıkla cehennemî tipinin ortasına sürülürler. O günlere şahit olan bir askerin mektubu, facianın küçük bir boyutunu günümüze şöyle taşır:“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekraren takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdele di. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını ataca ğımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumamandan Paşa Hazretleri’ nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyret tiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”Iğdırlı Ali Çavuş yazlık giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazıp İstanbul’dan gelecek olan kışlık giysileri beklerken, Karadeniz’de başka bir facia yaşanıyordu. Ruslar Osmanlı ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüşlerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Paşa, ihtiraslarına mağlup olarak bütün birliklere şu mesajı çeker: “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.”Böylece “Turan Fatihi”, “Sarıkamış Fatihi” olma uğruna, binlerce insan dehşetli bir can pazarına sürülür.Koca bir cihan devleti olan Osmanlı, şahsi ihtiraslar uğruna böylesine yanlış kararlarla askeri harekâta girme aşamasına nasıl gelmişti?Sultan Abdülhamid Han’ın bir entrika sonucunda darbe ile tahtından uzaklaştıran İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa’da esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanların yanında yer alırlar. Sultan Abdülhamid Han’ın Avrupa’da yıllarca emek vererek sağladığı dengeler bir anda alt üst olur ve İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik yarışından pay kapmak isteyen Almanya’ nın aleti oluruz. Almanlar, Fransız ve İngilizlerin yanında yer alan Ruslara karşı Osmanlı askeri ni kullanarak batı cephesinde rahatlamanın plânlarını yapmaktadırlar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettiği Osmanlı neferleri kullanılır. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkarı olmayan Osmanlı, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir.Darbe ile iktidara gelmiş, ayak oyunlarıyla rütbe almış ittihatçı subaylar, milletin geleceği ni, refahını, kalkınmasını değil, gazete sayfalarına kahraman olarak geçmeyi düşünüyorlardı. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasım 1914’te Kafkas Cephesi açılır ve Ruslar Doğu Anadolu’ya girerler. Ziya Gökalp’in “melekler bu milletin kurtulacağını ona fısıldarlar” diye yücelttiği “hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın halkın dini duygularını galeyana getiren beyannamesi ile Şeyhülislam’ın mukaddes cihad fetvası yayınlanır. Ziya Gökalp’in “turancılık” fikriyle yazdığı şiirler üniversite gençliğinin sloganı olmuştur: “Düşman ülkesi viran olacak Türkiye büyüyüp Turan olacak!” Ama Türkiye büyümek bir yana gün geçtikçe erimekte, küçülmekte ve parça parça koparılmaktadır. “Turan Fatihi” olmanın hayallerini kuran Başkumandan vekili Enver Paşa (başkumandan paşidahtır), padişah damadı olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadır. Padişahın bir çok şeyden haberi bile olmamaktadır. Enver Paşa, verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Akşabat’ı gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Aşkabat ise 2000 km. uzaklıktadır.Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakın: “Beni Napolyon’a benzetmişlerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.” Etrafında bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmıyorlardı. Çetecilikleriyle meşhur Dr. Bahaeddin Şakir ve arkadaşları Erzurum’a gelirlerken, yol kavşak larına “Turan’a buradan gidilir!” diye işaret levhaları koyuyorlardı. Alman Von der Goltz Paşa bunlar için şöyle demişti. “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır.” Zararın asıl sorumlularından biri, ihtirasta Enver’den geri kalmayan Hafız Hakkı’ydı. Bu adam hiçbir arazi araştırması yapmadan Enver Paşa’nın ihtiraslarını kamçılayacak şu telgrafı çekmişti: “Dağlar üzerindeki yolları keşfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduğuna inandım. Buradaki kolordu ve ordu komutanları yeterli ölçüde inançlı ve kararlı olmadıklarından böyle bir saldırıya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldırı vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu işi yaparım.” Enver Paşa, Hocası Hasan İzzet Paşa’yı azlederek görevi sekiz gün önce yarbaylıktan albaylığa terfi eden Hafız Hakkı Paşa’ya verdi. Hafız Hakkı Paşa artık tümen komutanı olmuştu ama gözü ordu komutanlığındaydı.Niçin olmasındı? Orduyu politikalarına alet eden bu darbecilerin başı Enver, 18 gün içinde yarbaylıktan paşalığa yükselmemiş miydi? Bunun yanı sıra harbiye nazırı (savunma bakanı) olmamış mıydı? Ondan neyi eksikti? Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlış yapmış ve sonuçta “tekerlekli araçların geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmişlerdi. Tekerlekli araçlar ve kısıtlı mühimmat karlara saplanıp kalmış, tek tek birerli sıralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmiş, hasta ve mecalsiz olarak Rusların karşısına dikilmişler çoğu kurşun bile atamadan donarak ölüp gitmişlerdi.22 aralıkta Enver Paşa’nın emriyle 120-125 bin civarında Osmanlı askeri dondurucu soğuğa rağmen yollara sürülmüştü. Bölge çoğu senenin dört ayı boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi. Sıfırın altında kırk dereceye düşen soğuk, düşmandan daha düşmandır. Yapılan harekât plânına göre 9. Kolordu Sarıkamış Dağları’nı, 10. Kolordu ise Allahuekber Dağları’nı aşarak Rusları Sarıkamış’ta kuşatıp imha edecekti.Gündüz başlayan yürüyüşte çarıkları yumuşayan askerlerin çarıkları gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlar. Adım atmak neredeyse imkansızdır. Askerler olduğu yerde zıplar, atlar, kendini karların içine vurur ve ayaktan başlayan donma yavaş yavaş tüm vücuda yayılır. Düşeni kaldırmamak için emir vardır. Zaten kimsede de kimseyi kaldıracak güç kalmamıştır. Neferler ordunun işaret taşları gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşürler.O yıl kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuşlar oymuştur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karşısında moralmen yıkılmaktadır. Ayrıca açlık da son haddine ulaşmıştır.Onbeş saatlik yürüyüşün sonunda, 16.300 kişilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalır. Ölenler, düşmana karşı tek bir mermi atamamışlardır. Diğer birliklerin de bunlardan farkı yoktur. Kayıpların sayısı, en iyimser rakamla 70 bin kişidir. Bazı kaynaklarda bu sayı 90 bin kişiye kadar ulaşır. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Kalanlar ise açlıkla, bitlerle, tifüsle, soğukalgınlığı ve kangrenle uğraşıyorlardı.Tarih ne böyle bir faciayı yazmış, ne de görmüştü. Oysa İstanbul’a çekilen telgraflarda inanılmaz ifadeler vardır: “Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir.”Enver Paşa inadından dönmedi. Son bir gayretle Sarıkamış’a yüklenmek istiyordu. Acımasız emrini verdi: “Saldırı sırasında her üst, bir adım geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karşısında dillerinde kelime-i şehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye başladı. Sonuçta Sarıkamış’a ancak bir avuç kahraman ulaşabildi. O da geçici bir süre için.Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, anılarında Sarıkamış’a kavuşan o bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktır:“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, vallahi apaçık!..İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etme miş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçla mışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler.Ve sağ başta binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’ın huzurunda diz çöküş halinde gibi. Endamı, düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, Kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Gür erkek kömür karası saçları beyaza bulanmış...”Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satırların sonu şöyle biter: “Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.”Ve bitişimizin itirafını olayın baş sorumlularından Hafız Hakkı Paşa, başkumandan vekiline şu sözlerle özetler: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu.”Enver Paşa hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a döner. Arkasında binlerce kefensiz kar çiçeği bırakarak... Basını ele geçirmiş bu darbeci güruh sıkı bir sansür uygulayarak halkın Sarıkamış cephesinde olup biteni öğrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasıtasıyla Avrupa ve Dünya’ya yayılır ama herşey için artık çok geçtir. Bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e bu facia için Enver Paşa şöyle der: “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi!” Birinci Cihan Harbi’nin alevleri, Sarıkamış’tan Çanakkale’ye, Galiçya’dan Trablusgarp’a kadar binlerce kilometre karede müslüman kanının ihtiraslar uğruna akmasına sebep olur.
#845 - Şubat 21 2010, 16:43:57
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


BATILILARI UTANDIRAN MANZARA

Salı, 03 Ocak 2006
I.Dünya savaşından evvel Bab-ı Ali'de hukuk müşâviri olan Kont Ostrolog anlatıyor: İngilizlerin, Kut-ül Amare yenilgisini takip eden günlerde, Londra'da büyük bir harp meclisi toplandı. Doğu müsteşarı olmam dolayısıyla ben de bulundum... Başbakan Lloyd George şöyle dedi: "Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum: Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor. Barbar saydığımız Türk orduları ise, savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki, Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalâde te'min ediyorlarmış. Yaralılarımızı imkânları nisbetinde tedavi ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranış larının sebebini bir türlü anlayamıyorum..." Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi: "Ben de bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü, şöyle bir hâdise yaşandı: Bir müddet önce, Çanakkale'de, bir çarpışma sırasında, esir verdiğimiz iki subay ve beş-altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedavi edildiler. Bu tedavinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardı. Bu Alman askerler, tedavi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz, hemen saldırmışlar. Türk doktorlar ve yardımcıları, bunları durduramamış. Ancak, bu durumu gören Türk yaralıları, Almanların üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar. Biz, Türklerin can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim." Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu: "Bu meseleyi hallederse, Kont halleder..." "Efendim, bu mesele basittir. Biz Avrupalılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupalılar, savaşanlar arasında bir savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük.
Bugüne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise, 13 asır evvel, bu hakkı çok yüksek bir şekilde kanunlaştırdı. Türkler, bin seneden beri, bu dinî kanunun hükümleriyle ahlâklanmışlardır."Son birkaç söz gösteriyor ki, Osmanlı'ya emperyalist ve soykırımcı damgasını yapıştıran Batılıların, bırakın sömürgeciliği; Osmanlı'da esâmesi bile görülmeyen soykırım çeşitlerini, dünden bugüne bolca sergilemeleri karşısında hiç kuşkusuz en âdil hükmü tarih vermiştir.
#846 - Şubat 21 2010, 16:44:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


GÖREV ŞUURU 

Çarşamba, 04 Ocak 2006
Osmanlıların ilk Şeyhülislamı Molla Fenari (1350-1431) Şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idi. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın aldı. Fakat alış-verişin hemen arkasından atın hasta olduğunu farketti. Geri ver mesi gerekiyordu, ama satın aldığı adamı zorluk çıkartır, atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamadı. İşini ertesi güne bıraktı. Fakat at o gece öldü. Adam ertesi gün olanları kadıya anlattı, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenari "Senin zararını ben ödeyeceğim" dedi. Adam hayretle kadıya baktı, "Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki..." dedi. Molla Fenari, "Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim" dedi ve ödedi.
#847 - Şubat 21 2010, 16:44:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


MACAR SUBAYININ KIZI

Perşembe, 05 Ocak 2006
Sultan II. Murad devri. 1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu. Macar subayının genç bir kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık olmuştu. Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı.Genç kız bu aşk ve hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu. Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak;“Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum” dedi. Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına;“Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş” dedi. Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi. Macar subayı;“Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin” dedi ve bir emanname yazarak ona verdi. Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşamüzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu. Annesi;“Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti” dedi. Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü. “Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne?” diye sordu. Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi;“Anne, babam nasıl birisiydi?”“Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.”Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü.
#848 - Şubat 21 2010, 16:44:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ASIRLARCA ARALIKSIZ OKUNAN KUR'ÂN-I KERÎM

Cuma, 06 Ocak 2006
Ünlü şair Yahya Kemal, İstanbul’un işgal altında bulunduğu günlerde, İngilizlerin Topkapı Sarayını yağmalayacağı söylentileri üzerine derhal saraya gitmiş ve Saray Katiplerinden Lütfi Bey ile dolaşırken intibalarını dile getirmişti. Bu yazısında, Hırka-i Saadet Dairesi’nde karşılaştı ğı manzarayı şöyle anlatır:“Revan Köşkü’nde gezerken kulağıma derinden bir Kur’ân-ı Kerîm sesi geldi. Birdenbire İslam mimarisini tam mânâsıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisnin içinde, bir ruh gibi, muhak kak rahle başında bir Kur’ân-ı Kerîm sesi lazım. O olmadığı zaman bu mimâri, kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfi Bey’e söyledim ve bu Kur’ân sesinin nereden geldiğini sordum. “Hırka-i Saâdet Dairesinden” dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye baktım; yeşil yemyeşil, rûhânî yeşilm bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki aleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor, diğer bir hafız da gözlerini yummuş, bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.  Rehberim Lütfü Bey’e sordum, Hırka-i Saâdet’te ne zaman bu hatim idirilir? Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: “Hergün! Her saat! 400 seneden beri geceli gündüzlü bilâ fâsıla...”Hayretten gözlerimi kapamış dinliyordum. Lütfi Bey biraz malumat verdi:“Yavuz Sultan Selim Han, hilafeti alâmâtı olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerif ve diğer Emânât-ı Mübareke’yi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş, İstanbul’a vardığı gece Saray’da yüksek bir mevki’e yerleştirmiş, mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmadan sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur’ân-ı Kerim okunması için vazife tertib ederek, sonuncusu bizzat kendisi olmak üzere kırk hafız tayin etmiş. İşte o günden beri bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur’ân-ı Kerim okunuyor. Bu hafızlar el’an kırk kişidir. Daima ikişerli nöbetle vazife lerini ifa ederler. Bu gün de bu iki hafızın nöbeti.” Dedi.Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken, Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’ân-ı Kerim okunuyor! Siz, bu saat benim bu satırlarımı okurken, Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’ân-ı Kerim okunuyor! Tam dörtyüz seneden beri fasılasız! O günden beri bu düşünce saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. Hilafet Makarrı olan İstanbul’da , böyle böyle bir makamın yanında, dört asırdır durmamış bir Kur’ân-ı Kerim sesi olduğunu bilmezdim. Nice İstanbullular ve nice Türkler de bilmezler. Bu sarayın içinde dörtyüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal’ler, kıtaller, bu Kur’ân-ı Kerimin sesini bir n susturamamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum. (Not: Hırka-i Saâdet Dairesinde Kur’ân-ı Kerim okunması 3 Mart 1924 tarihinden itibaren yasaklanmış, 67 sene sonra 15 Mart 1991’den itibaren tekrar başlatılmıştır.)
#849 - Şubat 21 2010, 16:44:59
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


MEDENİYET MERKEZİ İSTANBUL

Cumartesi, 07 Ocak 2006
Bir İspanyol, 1552-1556 yıllarında Türkiye’de geçirdiği dört yılını anlatır. Aynı zamanda bir hekim olan bu seyyah, Cenova’dan Napoli’ye giderken Türk gemicilerine esir düşmüş ve İstanbul’a getirilmiş. Daha sonra, tıp bilgisini göstererek Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın hekimleri arasına girmeyi başarmış. Adı Petro. Seyahatnamesinde, dört yılını yaşadığı Kanuni devrinin yaşantısını gözler önüne serer. Biraz da imrenerek.İşte seyahatnameden birkaç kesit: “İstanbul öyle işlek bir şehir ki, buraya günde İspanya’nın Valladolid şehrinin nüfusu kadar yabancı girip çıkar.”“Türklerin bıraktığı hayır eserleri, bizde bırakılandan çoktur. Türk zenginleri, bizimkilerden daha cömert davranırlar.”“Türkler sadece insanlara değil, hayvanlara bile iyilik yapmayı sevap sayarlar. Bir-iki düzine ciğer satın alıp, kedi ve köpekleri doyuranlara çok rastlanır.” “Türk mahkemelerinde, bizde olduğu gibi iltimas mektupları geçmez. Adaletlerinin en iyi tarafı, davaların kısa sürmesidir. İspanya’da olduğu gibi ‘nasıl olsa bu dava bitmez’ diye haklı taraf, haksız tarafla uzlaşma yoluna gitmez. Türkler adaleti hıristiyan, yahudi, müslüman herkese eşit olarak tatbik ederler. Kadıların rahleleri üzerinde Kur’an’dan başka Haç ve Tevrat’ta vardır. Hıristiyan ve yahudileri bunların üzerine yemin ettirirler.” “Silah çeken bir kabadayıyı, kimseyi yaralamamış olsa bile, ibret olsun diye soyup halka teşhir ederler. Bu utanca düşmemek için, bazıları bellerindeki kılıca davranmaktan çekinip, kavgayı sille tokatla bitirirler.”“Yalancı şahitlerin suratını boyar, eşeğe ters bindirip kuyruğunu eline verir, ibret olsun diye gezdirirler.” “Herkes kapısının önünü temiz tutmaya mecburdur. Sinan Paşa, kapısının önü kirli bir ev buldu mu, evin hizmetçisini, yoksa hanımını kapının önüne çağırtır, bazen bunlara dayak attırırdı. Hatta bir gün üstü başı pis bir yahudiyi yoldan çevirdi. Neden böyle pis gezdiğini, evli olup olmadığını sordu. Yahudi karısının kendisine bakmadığını söyledi. Paşa, yahudinin evine gidip karısına, ‘kocan senin ihtiyaçlarını karşılıyor mu?’ diye sordu. Kadın, ‘evet, bizden hiçbir şeyi esirgemez’ deyince, kadına yüz değnek attırdı.”“Biz bu kimselere barbar diyoruz. Onlara barbar demekle, asıl biz barbarlığımızı ortaya çıkarmış oluyoruz.”
#850 - Şubat 21 2010, 16:45:14
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.