Alternatifim Cafe

Atatürk ve Hukuk

Discussion started on Atatürk Köşesi

Cevat Dursunoğlu’nun anılarından



Kongre üyelerinin dinlenmesi için hazırlanmış olan çadırlardan birinde bir kaç arkadaş hem çay, kahve içiyor, hem de o günkü ajans haberlerini okuyorduk. Mustafa Kemal Paşa oturum aralarında toplanan bu sohbet gruplarına katılarak üyelerle konuşurdu. Bu şekilde hem üyelerle daha yakından tanışıyor, hem de gelecek oturumlarda konuşulacak işler üzerinde sezdirmeden telkinler yapıyordu. O gün Paşa, bizim sohbet grubumuza geldi. Ajansta, Erzurum’a yeni atanmış olan ve bir kaç gün önce sarayda padişah tarafından kabul edilerek kendisine direktif verilen Reşit Paşanın İstanbul’dan hareket ettiği yazılıyordu. Bu haber Mustafa Kemal Paşa’yı düşündürdü. Biraz sonra oradaki arkadaşlara, Reşit Paşayı tanıyıp tanımadıklarını ve nasıl bir adam olduğunu sordu. Yeni valiyi içimizden yalnız Süleyman Necati tanıyordu. Reşit Paşanın 1328’de Erzurum’da bulunduğunu ve o zaman bile tükenmiş bir ihtiyar olduğunu söyleyerek, Paşa’dan niçin merak ettiğini öğrenmek istedi. Mustafa Kemal Paşa kısaca, “Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a iade edelim, başımıza iş açmasın” dedi.

Bu sohbet grubu arasında bulunan, eski teşkilâtı mahsusa çeteciliğinden ve mollalığından kinaye olarak “Piyerlermit” lakabını taşıyan Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam üzülmeyin, icap ederse Kop dağında temizlenir” dedi. Mustafa Kemal Paşa, acı bir infialle, “hocam ne diyorsun, kutta-i tariklik ederek (yol keserek, haydutluk ederek) adam mı vurduracağız. Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lâzımdır” cevabını verdi. Bu sözler benim üzerimde unutulmaz bir etki bırakmıştı. Çünkü yeni bir anlayışın müjdecisi idi: İnsan hayatına, dokunulmaz en yüksek değer biçiyor, vatandaş hayatına saygıyı, en büyük görev sayıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, ömrü oldukça bu düşünceye sadık kaldı. Zamanında hükümsüz bir vatandaş cezalandırılmadı. En keskin muhaliflerine sordum. Hiç birisi, bunun aksine bana bir tek inandırıcı örnek gösteremediler. Modern devlet adamı demek, bu demektir.

(Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara 1946, s. 118)
#76 - Eylül 27 2008, 14:59:08
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün 1920 yılı başlarında, Gazeteci Yunus Nadi ile sohbetleri


…Şimdi vaziyeti değerlendiriyorduk. Ben Kuşçalı’dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara’da gördüklerimle tamamen uyuşmaması şeklinde gizli bir üzüntünün etkisindeydim. Paşaya saklamadım ki, kendi huzuru büyük bir güven veriyordu. Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekte o kadar kuvvetli idi.

- Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu çözülmeden bir oluşum yaratmak gerekir. Bununla beraber, sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o alan doludur, çöl sanılan bu alemde saklı ve güçlü bir hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey örgüttür, işte şimdi onun üzerindeyiz….

Ben pratik olmayı gerekli gördüğüm için doğrudan doğruya Yunan cephesine saldırdım. Yığılmış düzenli bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim düzensiz kuvvetlerimiz… Bence cepheyi tutan oradaki kuvayı milliye değildi, belki “Miln” hattı denilen siyasi varsayım idi.

Paşanın gözleri parladı:

- Bunu bana Sivas’a da yazdınız, o cephelerden de aynı anlama gelen başvurular oldu. İsteniliyordu ki Sivas’ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime –sanki buralarda boş vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir gözlem ve düşünüş bu görüşe hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin iyiliği ve kurtuluşu için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa, Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey! Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların değerlerini küçümsemek istemiyorum. Aksine onlar pek iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârca çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin bütün değeri, vatansever bir görünüş niteliğini aşamaz. Bu da bir değerdir. Fakat manevi bir değerdir. Yunan orduları ise maddi bir oluşum olduğundan, yalnız böyle manevi bir kuvvetle durdurulamaz. Balıkesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı ilgisiz değiliz. Fakat oradaki mevcutla, o çevrenin mevcudu ile o işi halletmek imkânı olamaz. Onun için bunca istek ve başvurulara rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi, bütün memleket ve bütün vatan cephesidir. Ne zaman bütün memleket bu cephenin gerçek anlamı bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse işte bu cephe o zaman yıkılmış ve Yunanlılar da işte o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu zorunluluk ve gerekliliğin oluşması peşindeyim. Hatta halledeceğimiz şey yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Ülkenin kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı söz konusudur. Önümüzde “Misak-ı milli” (ulusal ant) var ki, bütün ilkelerimizi alçak gönüllü bir şekilde ifade ediyor. En önemli kuralı koymuşuz: Milletin bağımsızlığını, vatanın son kaya parçası üzerine savunacağız, kurtaracağız veya – eğer kaderdeyse – öleceğiz. Fakat ölmeyeceğiz ve kurtaracağız.

- Evet, hepimizin amacı ve azmimiz bu. Oraya varmak için daha önceden verilmiş kararlar ve halledilmiş meseleler olmak gerekir.

- Benim inancıma göre, bunun gibi büyük vaziyetlerde kararları zaman verir, meseleleri de o halletmiş bulunur. Bu nedenle ben sanıyorum ki kararlar kendi kendine verilmiş ve meseleler de kendi kendine hallolmuştur. Olunmayanlar varsa onlar da olunur giderler.

- Meclisin ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti Meclisten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek için, ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten üzüntüm de ondandır.

- Bu üzüntü boşuna ve bu düşünüş de, hiç olmazsa dış görünüşü ile gerçek şekli bakımından yanlıştır. Ben aksine, her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Nadir Bey, bir devreye yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruluk, ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel eğilimine tercüman olmakla elde edilir. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. o kölelik ve alçaklığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine: “Ey millet! Sen kölelik ve alçaklığı kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu soru karşısında onun o soruyu soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki, bu millet kendisine bu soruyu soran çocuklarının, hep o esasa dayanan sözlerini ve düzenlemelerini canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna inanarak…

- Fakat İstanbul’da düşmanlarla birleşmiş bir Saray olduğunu bilmek ve hiç olmazsa bu ayrıntı üzerinde bazı kararlar almış olmak gerekmez mi?

- Onların hepsi biliniyor. Fakat bizim bildiğimiz gerçekler milletçe de tamamen bilinince, onun karar verme konusunda da bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmemelidir? Ben aksine milletin bu konuda daha sağlam, daha kesin kararları vereceğine inanıyorum. Özetle millet bu kurtuluş mücadelesinde ve bütün durumu, bütün açıklığıyla gördükten sonra derece derece en sağlam, en akla yakın, ve en yüksek kararları verecek ve bence kesinlikle o konulardaki kararlarında, hatta seni ve beni çok geçecektir. Ben bundan emin olarak işlerimize bakalım derim.

- Canım Paşam, teori çok güzelse de, durumun gerekleri de acele etmeyi emretmektedir. Meselâ Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Gerçek şu ki, eğer elimizde dayanacak bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel teori suya düşüp gidebilir.

- İşte aramızdaki fark özellikle burada göze çarpıyor. Bence Meclis teori değil, gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve onun yerine Meclistir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet demektir. Buna iki üç kişi karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve varlığına zıt olan haksızlık ve baskının tamamını bertaraf etmek yetkisini yalnız teori olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz.

Paşa ile bu yolda çeşitli meseleleri inceleyen konuşmamız gecenin saat üç buçuğuna kadar sürdü. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan bence, canlı insanlarla dolu bir sağlamlık ve güzelliği ile gözleri eğlendiren bir gül bahçesi olmuştu. İlk defa olarak, vicdanen de huzur içinde, çok rahat bir uyku uyudum.

(Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978, s. 260-264; Zikreden: Rahmi Tunçağıl, Atarürk ve Hukuk, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 1982, s. 354)
#77 - Eylül 27 2008, 15:00:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Prof. Dr. Afet İnan tarafından yazılan Medeni Bilgiler kitabından



Prof. Dr. Afet İnan, “bu kitabın kendi ismiyle çıkmış olmasına rağmen, Atatürk’ün fikirleri ve telkinlerinden mülhem olduğunu ve üslubun tamamen kendisine ait olduğunu tarihi gerçekleri belirtmek bakımından kendisine düşen bir ödev olduğunu”* belirtmiştir.

Cemiyetin huzuru, selameti ve inkişafi pürüzsüz bir adalet tevzii faliyetine bağlıdır. Bu faaliyet, hakimlerin ve onlardan vücuda gelen mahkemelerin işidir.

Yeni Mahkemeler, Yeni Kanunlar

Yeni Türk Devletinin kurulduğu ilk senelerde 1925 te şer’i mahkemeler kaldırıldı. Adaletin tevzii işi eski ve menkulata müstenit zihniyetlerden, Keyfi takdirlerden kurtarıldı. O zamandan beri Kanunu Medeni, Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunları, Türk Ceza Kanunu gibi yeni zamanın icaplarına uyan yeni kanunlar yapıldı. Bu kanunların tatbiki işi, yetişen ve yetiştirilen hakimlerden vücuda getirilen mahkemelere verildi.

Mahkemelerin Vazifeleri

Mahkemeler fertler ve hükmi şahsiyetler arasında zuhür eden ihtilafları ve davaları, iki taraftan birinin zor kullanarak kendi lehine halletmesine meydan vermeyecek surette neticeye bağlarlar. Bu suretle şahsi kavgaların önü alınır. Diğer taraftan mahkemeler, halkın rahatını, Devletin emniyetini bozacak ve bu yoldan cemiyete zarar verecek suçluları takip ederler ve onlara cezalar verirler. Bu suretle diğer suç irtikap etmek istidadında olanlar için ibret temin edilmiş olur.

Muhakemeden evvel, suçluları tutmak ve hakikatın anlaşılmasına yarayacak şahitlerle delilleri toplamak ve bütün bunları icap ederse zor kullanarak mahkemenin huzuruna getirmek Hükümetin, zabıta kuvvetlerinin vazifesidir. Muhakeme ve karardan sonra bu kararların hükümlerini yerine getirmek yine Hükümetin ve zabıtanın vazifelerindendir. Muhakemeden evvel ve sonraya ait bu muameleler geri kalır veyahut eksik yapılırsa adliye vazifesi tamamlanamaz.

Kaza Hakkı ve Mahkemelerin İstiklali

Kaza hakkı, mahiyeti ne olursa olsun herhangi davaya kanunun usulleri yolu ile bakarak yine kanunun icaplarına uygun olacak bir takdir ve kanaatle hüküm vermek hakkıdır. Bu hak, ana hakimiyet hakkına sahip olan milletindir ve millet namına müstakil mahkemeler tarafından kullanılır.

Mahkemelerin teşkilatı, vazifeleri salahiyetleri kanunla tayin edilir. Hakimler davalara bakarken kim olursa olsun herkesin ve herhangi kuvvetin müdahalesinden uzak kalırlar. Yalnız kanunun ve görülen davadaki ahval ve şeraitin icaplarına göre vicdanlarının hükmüne uyarlar.

Hükümlerin Kat’iliği

Türkiye’de mahkemelerin kararlarını bozacak hiçbir kuvvet yoktur. Büyük Millet Meclisi dahi bu kararları bozamaz, değiştiremez, hükümlerin yapılmasını menedemez ve hatta geciktiremez (Teşkilatı Esasiye kanununda yazılı haller müstesnadır).

Hakimlerin vasıfları, hakları, vazifeleri aylıkları tayin ve azilleri ve terfileri ayrı bir kanunla tespit olunur. (Hakimler kanunu) Hakimler hakkında bu kanunun tatbikatı dahi bir zat veya makam tarafından yapılmaz. Bu vazifeyi en yüksek mahkeme olan Temyizin reislerinden ve azalarından ve Adliye Vekaletinin yüksek memurlarından toplanan bir heyet yapar.

Muhakemeler aleni yapılır. İsteyen vatandaşlar dinleyebilir. Maamafih Usul Kanununda yazılı hallerde mahkeme karariyle muhakeme gizli dahi olabilir.
#78 - Eylül 27 2008, 15:01:59
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, Prof. Dr. Afet İnan tarafından yazılan Medeni Bilgiler kitabına hazırlık olmak üzere el yazısı ile yazdığı yazılardan



DEVLETİN VAZİFELERİ

Milletin kurduğu devletin ve hükümet teşkilâtının, vatandaşlara karşı, mükellef olduğu vazifeleri ve salâhiyetleri, vardır. Bu vazifelerin mahiyetleri tetkik olunursa, şöyle bir sıra yapılabilir :

a) Memleket içinde, asayişi ve adaleti tesis ve idame ederek, vatandaşların, her nevi hürriyetini, mâsun bulundurmak

b) Haricî siyaset ve diğer milletlerle münasebetleri idare ederek ve dahilde her nevi müdafaa kuvvetlerini, daima hazır bulundurarak, milletin istiklâlini emin ve mahfuz bulundurmak.

c) Bu iki nevi vazife, devletin, en esaslı vazifelerindendir. Denilebilir ki, devlet teşkilinden maksat, bu iki vazifenin ifâsını temin etmektir. Çünkü bu vazifeler, vatandaşların fert olarak, yapmağa muktedir olamayacakları işlerdir. Hattâ, vatandaşların, bu vazifeleri, kısmen dahi, yapmağa kalkışmaları caiz değildir; zira, o zaman, anarşi olur; devlet kalmaz. Meselâ; bir vatandaş kendi kendine bir ecnebi devletle, siyasî bir temas ve münasebette bulunamaz.

d) Bir vatandaş, memleket müdafaasında, başına toplayabileceği, bir takım, kimselerle başlı başına harekete mezun değildir.

e) Bir vatandaş, kendi hürriyet ve hakkını, kendi maddî kuvvetine dayanarak temine kalkışamaz.

f) Bu hususlar, fertlerin kuvvet ve teşebbüsleri ile değil,milletin iradesini haiz olan devletin kudret ve nüfuzuyla temin olunabilir.

“31.1.1930, Cuma günü

Hürriyetin Muhtelif Şekilleri:

Bir milletin harsı yükseldikçe, ferdi hürriyetin tatbikat sahaları genişler ve çoğalır. Muhtelif şekilde birbirinden ayrı ve müstakil ferdi hürriyetler meydana çıkar. Bu hürriyetler, mahiyet ve tabiatlarına göre iki gruba ayrılırlar:

Birinci grup içinde sayabileceğimiz hürriyetler başlıca, ferdin maddi menfaatlerine tekabül eder, ki şunlardır:

Kelimenin dar manasıyla, şahsi hürriyettir. Yani, serbestçe gitmek, gelmek, milli topraklarda kalmak, yahut oradan çıkmak hakkına malik olmaktır. (Seyahat ve ikamet hak ve hürriyeti) Bununla beraber, keyfi tevkiflerden, hapisten ve cezadan masun olmak emniyetidir.

Hususi meskenin masuniyetidir. Bu hak, şahsi emniyetin mabadi ve temadisidir. İnsan evinin sahibidir ve oraya ancak istediğini sokar. Bir insanın evine, hükümetin müdahalesi, yalnız kanunun tayin ettiği hallerde ve surette olabilir.

Ferdi mülkiyettir. Bir insanın emeği mahsulü olan her şeye sahip olması, devletin müdahale edemeyeceği, ferdin yüksek haklarındandır. İnsan, namuskârane, sahip olduğu mal ve mülküne istediği gibi tasarruf eder; satabilir, satmayabilir, istediğine verebilir, onları mahvedebilir, yıkabilir. Eski zamanlarda böyle değildi, aksi idi, insanları muvafakatları olmadığı halde, aileleriyle, oturdukları yerle beraber satabilirlerdi.

Ferdi mülkiyet hakkını yegane tahdit eden, umumi menfaatler için istimlâktir. Bununla beraber hükümetin, belediyelerin, mahalli idarelerin, ne gibi lüzum ve mecburiyetlerle ve ne gibi usul ve şekilde istimlak edebilecekleri, istimlak kanunlarıyla tayin edilmiştir. Fikir ve kalem mahsulü olan her eser dahi, sahibinin hakkıdır. Bu hak, “Hakkı Telif Kanunu” ile müeyyettir.

Ticaret, say ve zanaat hürriyetidir. İnsan hayatını kazanmak için, istediği işte, meslekte ve zanaatta çalışabilir, bu hususta serbesttir. Ancak bu hürriyet, umumun iyiliği için makul olarak bir takım kanuni kayıtlar ve şartlara bağlıdır.”

İkinci gruba dahil olan hürriyetler, daha çok, doğrudan doğruya ferdin fikri hayatındaki hürriyet haklarıdır. Bunlardan birincisi vicdan hürriyetidir. Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, intihap ettiği bir dinin icabatını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilmez ferdin tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır.

Medeniyetin geri olduğu cehalet devirlerinde, fikir ve vicdan hürriyeti, tahakküm ve tazyik altında idi. İnsanlık bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa, din muhafızlığı kisvesine bürünenlerin, hakikati düşünebilenler, söyleyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinde, her reşit, dinini intihapta hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti masundur. Tabiatiyle, ayinler asayiş ve umumî adaba mugayir olamaz, siyasî nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.

Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bilûmum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmışlardır. Tarikatlar lâğvolunmuştur. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vs. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi.

Lâiklik - Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmili görür.

( Prof. Dr. A. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969, Atatürk’ün el yazıları kısmı, s. 21; Prof. Dr. Afet İnan, Medeni Bilgiler, Ankara 1988, s. 55 ve el yazısı ile s. 466 vd.)
#79 - Eylül 27 2008, 15:03:26
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Kılıç Ali’nin bir anısı



“Atatürk, halk hakimiyetinin esas temel taşının hak ve adalet olduğuna içten inanmış bir adamdı. Bundan dolayı, adalete çok önem verirlerdi. Daima, “Adalet bir devletin esası olduğuna göre mahkemelerin sözde değil gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında bulunmalıdır. Hak sahiplerine zorluk çıkarmak, iş sahiplerine, bugün git, yarın gel diye bir takım zorluklara uğratmak, hükümet otoritesi maskesi altında halka zorbaca davranmak, yakışıksız muamelelere cüret etmek gibi haller derhal önlenmelidir”derlerdi...”

(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955, s. 54)
#80 - Eylül 30 2008, 19:51:46
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün hazırladığı anayasa değişikliği tasarısı



“Lozan Barış Anlaşmasının imzasından sonra Mustafa Kemal paşa, Özel Kaleminde memur olan ve kişisel güvenini kazanmış bulunan Hasan Rıza Soyak’ı çağırarak bir kaç küçük kağıt parçasını vermiş ve şöyle demiştir:

- “Bunları al, müsvedde halindedirler, beyaz edeceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlayamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunları şimdilik yalnız sen ve ben bileceğiz; amirlerine dahi bahsetmene lüzum yoktur”.

Hasan Rıza Soyak, Mustafa Kemal Paşanın kullandığı küçük bir not defterinden koparılmış ve onun el yazısı bulunan bu sahifeleri okuyunca bunların 20.1.1921’de kabul edilen Teşkilâtı Esasiye Kanununun devlet şekline ait maddelerini değiştiren ve Türkiye Devletine, “Cumhuriyet” şeklini kazandıran taslak olduğunu görmüştür.

Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan metin aynen şöyledir :

“Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir”.

“Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur”.

“Meclis, hükümetin inkısam ettiği (bölündüğü) idare şubelerini, icra vekilleri vasıtasıyla idare eder”.

“Türkiye Cumhur reisi, Umumî Heyet tarafından, Türkiye Büyük Millet Meclisi azası meyanından bir intihap devresi için seçilir. Reisin vazifesi yeni Cumhur reisinin intihabına kadar devam eder. Tekrar intihap olunmak caizdir. Türkiye Cumhur reisi, devletin reisidir; bu sıfatla lüzum gördükçe Büyük Millet Meclisine ve Vekiller Heyetine riyaset eder”.

“Başvekil, Cumhur reisi tarafından ve meclis azası arasından intihap olunur. Diğer vekiller, Başvekil tarafından yine Meclis azası arasından intihap olunduktan sonra heyeti umumiyesi, Cumhur reisi tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis içtima halinde değilse, tasvip işi meclisin içtimaına talik olunur”.

Hasan Rıza Soyak, verilen metni yeni baştan düzenleyerek yazdırdıktan sonra, Mustafa Kemal Paşanın konu ile ilgili talimatını almıştır.

“Şimdi bunu al, Adliye Vekili Seyit beye götür, yarına kadar bunları okusunlar. Cumhuriyet ve halk hakimiyeti mefhumları ile umumi hukuk kaideleri bakımından tetkik etsinler ve mütalaalarını bildirsinler. Meselenin şimdilik üçümüzün arasında kalmasını arzu ettiğimi de Seyit Beye söylersin”.

Verilen emir yerine getirilmiş, Seyit bey müsveddeleri okuduktan sonra, geri verirken görüşlerini, Hasan Rıza Soyak’a “pek mükemmel bulduğunu, esaslarda mutabık olduğunu, tashih haddi olmamakla beraber, birkaç nokta da Gazi’nin emirlerine imtisal ederek (uyarak), mütalâalarını kaydettiğini”, söylemiştir.”

(Atatürk ve Cumhuriyet, Prof. Dr. Hamza Eroğlu, AAM Yayınları, Ankara, 1989; s. 39)
#81 - Eylül 30 2008, 19:52:37
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edilen ve Çankaya’da, kendisine tahsis edilen bahçeli bir evde üç kez misafir edilen gazeteci ve yazar Berthe B. Gaulis’in anlatımıyla eşitlik ve kadın hakları konusundaki düşünceleri



Arada bir, başkaca, daha hafif konulara da değinmiştik. Birinden ötekine geçiyor, o sıralarda gelen misafirleri de tartışmaya sokuyorduk. Sonra, onlarla birlikte sofraya oturuluyordu. Masa, çok şirindi, çok sade idi, orada düzenlenmişti. Küçük mermer bir havuzdan fışkıran suyun titremesi, kış olmasına rağmen bazı çiçekleri canlı tutuyordu. Nasıl oldu bilemem, bu hal, bizi ebedi konuya çekiverdi: Kadın konusu. Bu derecede değişen Türkiye’de kadının kaderi nasıl olacaktı?

O beklenmez nüanslarla dolu ses ile gözlerin parlaması, bir anda şu karşılığı verdi: “Tam eşitlik! Bizdeki hakların hepsine sahip olacak.”

“Kadınlarımız kurtuluşlarını gerçekten hak etmişlerdir. Bir milletin yarısının, onun sosyal yaşayışı dışında tutulması kabul edilemez.” Böylece, Mustafa Kemal, benim üç kez, tüm Anadolu boyunca gördüklerimi hatırlatmış oluyordu: Kadın, erkeğin yerini alıp askerlik etmişti; tarlalarda çalışıyor, çift sürüyor, cephaneler taşıyor, siperlere kadar askerlerin savaşına ortak oluyordu. Yakında Türk cephelerini yine ziyaret edecektim. O da, Türk köylü kadınını yüceltiyor, onun Anadolu’yu kurtarışı karşısında bana şöyle diyordu: “Gidin bakın, İsmet paşa bu konuda neler düşünüyor.”

(Gaulis, Berthe B., Çankaya Akşamları, Çev: Füruzan Tekil, İstanbul, 1983; s. 43)
#82 - Eylül 30 2008, 19:53:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk tarafından Türkiye’ye davet edilen gazeteci ve yazar Berthe B. Gaulis’in, Atatürk’ün, 1 Aralık 1921 tarihinde(*) TBMM’de yaptığı konuşma hakkında yazdıkları





Şimdi Paşa gelmiş bulunuyordu. Çabuk adımlarla, herhangi bir yere basit bir mebus gibi gitti oturdu, dinledi, notlar aldı.

Sonra, kurşun kaleminin tersiyle önündeki sıraya üç kez vurdu. Bu, söz istediğinin işareti idi. Başkanlık eden zat, kalem darbelerinin farkında olmamıştı. Paşa, onları aynı jestle tekrarladı, bu sefer bir işaret ona cevap teşkil etmişti, o da ayağa kalkıyor, toplantı salonunu, kendini simgeleyen yürüyüşü ile geçiyor, hatiplere ayrılmış yerin merdivenlerini çıkıyordu. Kürsüye gelince önüne bir kaç küçük tabaka kağıt koydu ve başladı. Bu kağıtlara çok az bakacak, hep irticalen konuşacaktı.

Çok kısa bir ara verme ile tam beş saat, bu topluluğa hitap edecekti. Öyle bir topluluk ki, pek değişik unsurlarla oluşmuştu ve bir kere olsun tökezlemeyen, sürtüşmeyen sözlerinin egemenliği onu ilgilendirecekti.

O ölçülü ton, bugün madenî biçimde çınlıyordu. Düşüncelerine tam hakimiyetle konuşuyordu. Sözlerindeki şiddet tesadüfi değil, iradi idi. Zarif kalpağı altında, profili bir madalya gibi hareketsizleşiyordu. Sivil kıyafette idi, her zamanki gibi çok güzel giyinmişti. Öteki mebuslarınki ile onun elbisesi arasındaki farkı görebilmek, ondaki kusursuz elbise kesilişini fark edebilmek için, alışmış gözlerin bakması yeterdi.

Bununla birlikte, ne kadar sade kalmak isterse istesin , hareketi, yürüyüşü anlatılmaz bir itibarlı durumu, şefi derhal işaretliyor, bütün topluluk da onu, davranışı ile, öyle tanıdığını gösteriyordu. Topluluk inanılmaz bir dikkat yoğunlaşması ile fakat asla bir aşağılık duygusuna kapılmaksızın bazen da heyecandan titreyerek yürekten dinliyordu. Bir ara şöyle demişti:

“ İşte bir haftadan fazla oluyor ki, burada, vekiller ile onları temsil edenlerin vazife ve mesuliyetleri görüşülüyor. İlgililerin açıklamalar yapmaları elbet gerekiyor. Bu bakımdan kanun sözcüsü haklıdır; ama öteki hususlarda, onun fikirlerine katılmıyorum.”

Çatışan iki grubu kıyaslayarak şunları eklemişti. Mustafa Kemal :

- “Burada herkesin konuşmasını dikkatle dinledim, onlardan yararlandım.” Sonra, benzetilmez bir ustalıkla, sözcünün ortaya koyduğu kanıtları, ayrı ayrı çürütüyor, bundan sonra da, birden bire, şiddetle vuruyordu: Ülkeyi felâkete götürmüş bir “kanun esasi” vardı, onu parçalara ayırıp, gösteriyor, onun tüm zaaflarını ortaya koyuyor, buna karşı yeni hükümler öneriyor, ona kanuni ve hukuki yönlerden hak verdirerek, her zaman kendine egemen fikri ortaya atarak, bir güven meselesini meclis önüne getiriveriyordu.

Onun bütün davası, süresi uzun bir eseri ortaya koymaktı ve çok kez yaptığı gibi, yine parlamentoyu, madde madde, bir tahlilin içine çekiyordu. İki yıl, bunu, hep birlikte hazırlamışlardı. Hatip, şimdi, Parlamentosuna, altına imza koyduğu anlaşmaları, akitleri hatırlatıyor ve bugün feci şartlar içinden çekip aldığı Türkiye ile çözülmeler halindeki Türkiye’yi kıyaslıyordu.

Sonra, soruyordu: “Bizim Devlet şeklimiz nedir? onu ne ile kıyaslayabiliriz?

Devletimiz, ne demokratiktir, ne de sosyalisttir. O diğerlerinin hiçbirine benzemez, o milli iradeyi, milli hakimiyeti temsil eder. Mutlaka, sosyal görünüşü ile anlatmak gerekirse:

- “O, halkın Devletidir deriz.”

Meclis, bunları, bütün kalbi ile dinliyordu. Arada, bir takım sesler yükseliyor, bazı itirazlarda bulunuluyordu. Hocalar ise hatibi destekliyorlardı :

- Biz fakir ve çalışkan bir milletiz, yaşamak için, kurtulmak için çalışan bir millet. Bu nedenle herbirimizin hakkı da vardır, yetkisi de vardır. Ama bizler, bu haklarımızı çalışmak suretiyle elde ediyoruz. Hiç kimseye benzememenin şerefini taşıyoruz. Bununla övünmemiz gerekir.”

Hatip, daha sonra, asla bozulmayacak emin üslubu içinde, şöyle diyordu: “Şayet bu tahlillerim uzuyorsa, beni bağışlayın, zira bütün dünyaya sesleniyor, cevap veriyorum buradan, milletim adına ve sizlerin Başkanınız sıfatıyla…”

Bundan sonra, bir kere daha, tam bir ilke ifadesiyle, değişmez amaç güden sabit ve gerçekçi politikasını şöyle dile getiriyordu :

- Milli sınırları içinde ülkenin hayat ve istiklâlini sağlamak, her çeşit hayalden uzaklaşıp, gerçekler zeminde kalmak.”

Ayrıca, Meclise, her politik varlığın kendi kudret ve gelişme sınırları bulunduğunu şöyle hatırlatıyordu:

- Biz, canlarımızı ancak istiklâlimiz için feda ederiz.”

1908 deki hataları, “Kanunu Esasi” nin ilanını, sadece birkaç adamın ihtirasına hizmet için yapılan o esas teşkilât kanunundaki gafleti işaret ediyor, sonra şimdi hep birlikte serbestçe yaptıkları ve ellerinde yasama, yürütme kaza organları güçlerini bir bütün halinde toplayan yeni kanun tasarısı üstüne ışık tutuyor, bu kuvvetlerin ayrımı konusunda teklif getiren sözcüye de şiddetle karşı çıkarak şöyle diyordu :

- Hükümet edebilmek için tek bir temel şart vardır. O şart kurtuluştur.

Mustafa Kemal, konuşmasını şöyle bağlıyor ve bitiriyordu :

- Şayet, bütün bu sözlerden sonra, sizleri bir gerçek ya da bir anlayış üzerine aydınlatabildimse, kendimi mutlu sayacağım. Size ifadeye çalıştığım o hakikat, şudur: Millet yolunu seçmiş, o yolun sonuna gelmiştir. Millet, ışığı görmeye başlamıştır; bu, onun mutluluk güneşidir, Onu geri çevirecek hiçbir kuvvet mevcut değildir.”

Uzun bir anlatışın bu küçük tahlili, ondaki gücün, parlaklığını ve niteliğini ortaya koymaktan uzaktır. O anlatışta her cümle bir ayrı değer taşır. Şuraya buraya çıkarılan bazı kısımlar o sözlerin hakim vasıflarını veremezler.

Bir yandan da, bu konuşmanın dinleyiciler üzerindeki etkisini izlemekte yarar vardır. Anadolu’nun bütün vilayetlerinden, uzak diyarlardan koşup gelmiş bu insanlarda, gerçekten, bir amaç uğrunda çalışma aşkı vardı. Bu amaç, o günlerin zorluklarını çok aşan bir amaçtı.

Günün zaruretlerini hatırlatan Mustafa Kemal’in bunları çözümleme çarelerini şartlar halinde göstermesi yanında, sesi ile , bakışı ile, tüm kişiliği ile, dayanılmaz bir kuvveti daha vardı: Bu, üstünde milyonlarca insanın gözü olan, onun en ufak sözünü bekleyen, ona ümitler bağlayan insanları sevk edebilme yeteneğidir.



Dinleyici localarında, Asyalı delegelerin yüzlerinde, konuşmayı eksiksiz anlayabilmenin gayreti görülüyordu. Mustafa Kemal, aynı çevik adımlarla, yüz çizgilerinde hiç bir yorgunluk eseri görülmeksizin, kendisini topluluktan ayıran bir kaç basamağı indikten sonradır ki, birden gevşedi ve işte ancak o anda, konuşmasının saatlerce sürdüğünü fark etti.

(Gaulis, Berthe B., Çankaya Akşamları, Çev: Füruzan Tekil, İstanbul, 1983, s. 45-47)
#83 - Eylül 30 2008, 19:54:57
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Bozkurt- Lotus Davası olarak bilinen uluslararası davada Atatürk’ün tutumu konusunda bir anı



“Lozan’dan üç yıl sonra, bir Türk vapuru bir Fransız vapuru ile açık denizde çarpışıyor. Türk vapuru batıyor. Sekiz Türkün canı da kayboluyor. Lotus vapuru İstanbul’a gelince, Türk adliyesi olaya el koyuyor. Fransız gemisinin nöbetçi kaptanı Demons’u tutukluyor. Fransız Büyük Elçiliği kaptanın serbest bırakılmasını istiyor; biz adliyeye Hükümetin hiçbir suretle müdahale edemeyeceği cevabını veriyoruz. Fransız basını işi kızıştırıyor. Türkiye’nin aleyhinde şiddetli yazılar yazılıyor. Türklerin devletlerarası hukuku bilmedikleri, Lozan’da elde ettikleri neticeye lâyık olmadıkları iddia ediliyor. Bu esnada Mahmut Esat heyecan içindedir. Adliyemizin tuttuğu yolun doğruluğuna emindir. Kuvvetli hukuk tahsili ulusal onuru ilgilendiren konulardaki duyarlılığı ona, yönünü kolayca gösteriyordu. Gazetelerimiz, hukukçularımız arasında tereddüde düşenler, acaba haksız mıyız, Demons’u serbest bıraksak iyi olur diyenler de vardı. Mahmut Esat herkesi ikna etmeye çalışıyor ve bu meselede geri çekilmenin hem uluslararası itibarımızı sarsacağını, hem de çok sevdiği ve inandığı Başbakanının Lozan’da bin bir zorlukla kaldırdığı adli kapitülasyonlara Türkiye kapılarını yeniden aralamak olacağını söylüyordu. Mahmut Esat anlatıyor:

“-Bir gün Atatürk ve İnönü beni nezdlerine çağırdılar. Meseleyi bir daha izah etmemi emrettiler. Anlattım ve sözlerimi şöyle tamamladım: - Paşam, Lahey Adalet Divanına gidelim, kimin haklı olduğu meydana çıksın. Ben hakkımızdan eminim. Müsaade ederseniz davamızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem memlekete bir daha dönmem. Fakat kazanacağız. Hem Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızların dediğini yapacak olursak Fransız Devletinin tehditleri karşısında boyun eğmiş olacağız, bu da onlara diğer meselelerde aynı tehditleri öne sürdürmek cesaretini verecektir. Halbuki Lahey Divanına gidersek davayı kaybetsek dahi şeref ve haysiyetimiz zedelenmez. Zira milletlerarası bir mahkemenin hükmüne uymak şerefsizlik değil, bilakis büyük şereftir.”

Bu sözler üzerine (Atatürk) kendisine: “-Güle güle git kazanacaksın, kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır” diyorlar.”

(Işıtman, Tarık Ziya, Mahmut Esat Bozkurt Hayati-Şahsiyeti-Eserleri, İzmir 1944, s. 19-20)
#84 - Eylül 30 2008, 19:57:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Hukuk devrimi sırasında, Atatürk’ün Mahmut Esat Bozkurt’la(*) görüşmelerinden


“Görülüyor ki hukukta batılaşma isteği memleketimizde Cumhuriyet döneminde ortaya atılmış değildir. Bunu Atatürk şöylece açıklar : “Türk Milletinin çağdaş uygarlığın araçlarından yararlanmak için, aralıksız üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elemli ve ızdıraplı engeller karşısında heba olduğunu üzüntü ile göz önüne alarak söylüyorum”. O halde batılılaşma akımı Atatürk’ten evvel de vardı. Fakat bu akım, karşısındaki direnci yenemiyordu.

Ali Paşa’dan sonraki hamleyi Mahmut Esat Bozkurt’un başarılı çabası temsil etmektedir. Ortaya atılan ilk fikir, Fıkıh esaslarına değil, Batı hukuku anlayışına uygun, fakat belli bir kanunu almak şeklinde olmayan, batı hukukunun esaslarına bağlı, yeni metinler hazırlamak idi. Fakat kurulan komisyon bir türlü sonuca varamıyordu. Hatta bu komisyonda geriye dönüşün eğilimi seziliyordu. Bu durumda kesin bir karar verilmesi, son sözün Atatürk tarafından söylenmesi gerekiyordu. Konuyu Bozkurt, Atatürk’e arz etti ve ana kanunlarımızın batının ün kazanmış kanunlarının iktibası şeklinde olması lüzumunu belirtti. Atatürk şunu sordu: Bu kanunları uygulayacak hukukçularımız var mı? Bozkurt, hiç düşünmeden şu cevabı verdi: Yetiştireceğim.

Bu konuşmadan sonra Atatürk 28 Şubat 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisinde verdiği demeçte “yeni hukuk esasları” ndan söz etti ve şunları söyledi: “Önemli olan nokta, adli anlayışımızı, adli kanunlarımızı, adli teşkilâtımızı, bizi şimdiye kadar bilinçli veya bilinçsiz etki altında bırakan çağın gereklerine uygun olmayan bağlardan kurtarmaktır”.

Bu suretle fikirce hazırlık başlamıştı. Mahmut Esat Bozkurt fıkıhın son dönem uygulamalarının tutuculuğunu, sakıncalarını belirten konuşmalar yapıyordu. “Ankara Hukuk Mektebi” nin açılışında Atatürk’ün

konuşmasına, Bozkurt’un verdiği cevapta şunları söylediği görülmektedir: “Fıkıh ve fıkıhla ilgilenenler, tarihin en büyük aşamalarında zorbalık ve bozgunların gerekçesi ve nedeni oldular”. Şöyle devam etti “… Cumhuriyetin Türk Adliyecileri bu çerçevede devrimin kendilerine yüklediği geniş ve engin görevin ağırlığını kavramışlardır. Bunun gereklerini yapmaya hazırdırlar. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak rolü Türk Adliyecisinin yegâne övünme nedenidir. Devrimler, insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu mutlak bir hüsrandır”.

Atatürk ile Mahmut Esat Bozkurt arasında tam bir inanç birliği vardı. Atatürk “zihniyeti, içtimai hayatın temeli olan yeni hukuk esaslarını tesbit ve teyit etmek çaresine tevessül eylemek” direktifini verdi ve inançlı uygulayıcısı Bozkurt’u görevlendirdi.

Atatürk bir nutkunda “Büsbütün yeni kanunlar yaparak eski hukuk esaslarını temelinden söküp atmak teşebbüsündeyiz” dedi ve ilerisini görerek şunları ilâve etti: “Yeni hukuk esasları ile abecesinden öğrenime başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek lâzımdır”. “Ankara Hukuk Mektebi” nin açılması uygulamada ilk adım oldu. Bu mektep, Cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğrenim kuruluşudur.

…… Lozan Anlaşmasının 15. Maddesine aykırı olarak uluslararası hukuk esaslarına aykırı hareket etmiş midir, eğer etmiş ise bu esaslar hangileridir?”. Adalet Divanı Türk Devletini haklı gördü. O halde bu dava pek çok deniz kazasından biri olmasına rağmen neden Türk Hukukunda büyük bir başarı sayılmaktadır? Nedenini Adalet Divanının 7 Eylül 1927 tarih ve 9 sayılı kararının sonuç kısmında yer alan cümlede bulabiliriz: “… Türkiye, söz konusu ceza uygulamasını, Devletler Hukukunun her bağımsız Devlete tanıdığı özgürlüğe güvenerek, yerine getirmekle… Devletler Hukuku prensiplerine aykırı hareket etmemiştir”. O halde konu, bugün bize pek olağan gözüken “Bağımsız Devlet” onurunun, Milletlerarası Yüksek bir Divan kararı ile, milli mücadeleden sonra ilk defa tescil ve kabul edilmiş olmasıdır. Mahmut Esat Bozkurt “Devletlerarası Hak” (Ankara, 1940) İsimli kitabının İnönü’ye ithaf kısmında şunları yazmıştı. “Lozan’daki zaferin anlamı, Türk Ulusunun modern uygar dünya ile eşit olmasıdır”.

Bozkurt’un Atatürk’ün direktifleri ile yepyeni bir hukukçu kuşağı yetiştirmiş olması, yaşımız ne olursa olsun, hepimizin bu kuşakta yer alması, biz hukukçular için ortak görev bağıdır. Atatürk’ün hukuk devriminden en ufak bir sapmaya göz yummak, büyük sorumlulukları gerektirir. Geriye dönüş isteklerine zaman zaman, rastlanmıştır. Bu isteklerin alında karanlık duygular yatar. Bu isteklerin bazıları korkunç denecek kadar sinsi ve kurnazdır.

Atatürk’ün şu sözlerinin hiç unutulmaması gerek: “Medeni Hukukta , Aile Hukukunda takip edeceğimiz yol ancak uygarlık yolu olacaktır” , “Hukukta idarei maslahat ve hurafelere bağlılık, milletleri uyanmaktan men eden ağır kâbustur. Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz”.

(Erem, Faruk, Prof. Dr., 50. Yıl ve Mahmut Esat Bozkurt, Ankara, 1973; s. 5-7)
#85 - Eylül 30 2008, 19:58:17
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Devlet memurları ile parti müfettişleri arasındaki ilişkilere dair, Hasan Rıza Soyak’ın naklettiği bir anı



“Atatürk, bir sabah derhal İzmir’e gitmek istediğini söyleyerek hazırlık yapmamızı emretti; seyahatlere çıkarken ekseriya maksadını da bildirirdi; bu sefer hiçbir sebep göstermedi. Hazırlandık, hemen o akşam yola çıktık.

İzmir’de daha evvel kendisine hediye edilmiş olan Kordonboyu’ndaki Naim Palas’a indik. İlk akşam yemeğine daha bazı zatlar ile beraber, vali rahmetli general Kâzım Dirik ve Cumhuriyet Halk partisi müfettişi, Balıkesir mebusu Hâcim Muhittin Çarıklı da davetli idi.

Sofra, sokak kapısından girince sağa düşen salonda kurulmuştu; zaten orası, bu bina kendisine verildiği günden beri, yemek salonu olarak kullanılmaktaydı.

Atatürk saati gelince, üst kattaki yatak odasından inip misafirleri ile beraber bu salona girdi; ben de büyük holde bir koltuğa oturdum, dinleniyordum. Oturduğum yerden sofradakiler görünmüyor, fakat konuştukları işitiliyordu; birdenbire Atatürk’ün sesi yükseldi:

“Paşa hazretleri, burada vali yani Devletin temsilcisidir; koskoca vali-i âlişan!… Burada ben bile onun kararlarına göre hareket etmek mecburiyetindeyim; mesela, bana bugün sokağa çıkma diyebilir ve ben buna uyarım, uymak zorundayım; çünkü buranın asayişinden, idaresinden, her şeyinden o sorumludur…! Diyordu; hiddetli olduğu belliydi. Ne olmuştu, niçin ve kime kızmıştı?… İlk anda anlayamadım; bir ara benim ismimi de telaffuz ettiğini duydum, arkasından bir sofracı geldi: “Atatürk sizi istiyor” dedi.

Kalkıp salona girdim, her zaman olduğu gibi sofranın deniz tarafındaki başında oturuyordu; sağında vali Kâzım Dirik, onun yanında da Hâcim Muhittin Bey vardı:

“Bak çocuk!…” dedi, Hâcim Muhittin Çarıklı’yı göstererek, “Beyefendi Parti müfettişliğinden çekilecekler; senden Parti Genel Sekreterliğine bir istifa mektubu yazmasını rica ediyorlar…”

Biraz durdu; Çarıklı’ya baktı:

“Bunu telgraf yapsak daha iyi olmaz mı beyefendi?…” diye sordu, Çarıklı kabul yollu başını eğdi; tekrar bana döndü:

“Hadi böyle bir telgraf hazırla, getir!… Beyefendi imza edeceklerdir,” emrini verdi; tabii telgraf yazıldı, imzalandı ve çekildi.

Ondan sonra Atatürk sabaha yakın bir saate kadar hep Çarıklı ile meşgul oldu; kendisine büyük iltifatlarda bulundu.

Ertesi gün uykudan uyandığını haber alınca yanına girdim; gece olup bitenleri hatırlamıyormuş gibi, hafifçe tebessüm ederek sordu:

“Yahu, dün akşam neler oldu?…”

Anlattım; bu sefer ciddileşti:

“Bu büyük bir derdimdir çocuk!” dedi… “Bak sana izah edeyim; Ankara’da kulağıma gelen bazı dedikodulardan vali Kâzım Paşa ile Parti müfettişi Hâcim Muhittin Bey arasında bir geçimsizlik olduğunu far ketmiş, Hâcim Muhittin beyin mebusluk ve parti müfettişliği sıfatlarına dayanarak, Kazım Paşaya tahakküm etmek sevdasına kapılmış olmasından şüphelenmiştim. Buraya işte bunun için, yani durumu yakından görüp incelemek için geldim. Daha ilk temasımda şüphemin yerinde olduğunu hissettim; hele akşam sofraya otururken Hâcim Muhittin Beyin, kendisine yer göstermiş olmama rağmen, valinin önüne geçmeye davrandığını görünce artık dayanamadım; böylece bildiğin netice meydana geldi.”

Birkaç dakika sustu, düşündü tekrar konuşmaya başladı:

“Efendim, vali bulunduğu vilayette Devletin mümessilidir; oranın her halinden kanunen o mesuldür; Parti müfettişinin ise orada kanuni ve resmi hiçbir sıfatı, tabiatiyle de hiçbir nevi sorumluluğu yoktur; onun vazifesi, nihayet, Parti işlerini düzenlemekten ibarettir; icra işlerine müdahale edemez, etmemesi lâzımdır. Fakat bizde ta İttihat ve Terakki murahhaslarından kalma sakim bir itiyat vardı. Bu zatlar kendilerini icra işlerinde de vazifeli ve yetkili saymakta, öyle hareket etmekteydiler. Şimdi görüyorum ki, muhtelif vilayetlerde bulunan bizim Parti müfettişleri ve reisleri de aynı yolu tutmuşlardır ve Partinin başında bulunan arkadaşlar da bu vaziyeti adeta tabii buluyorlar, “Vali ve müfettiş iki samimi arkadaş gibi baş başa verir, konuşur, anlaşır ve işleri elbirliğiyle yürütürler” mütalaasında bulunuyorlar; bu mütalâa katiyen yanlıştır. Ne kadar iyi geçinen, anlaşılabilen yakın arkadaşlar olurlarsa olsunlar iki insanın her meselede aynı görüş ve düşünüşe sahip olması imkânsız bir şeydir. Şu halde düşünelim!… Parti müfettiş ve reislerinin icra işlerine karışmasını hoş görmekte devam edersek netice ne olacaktır?… Evvela Parti müfettişlerini ele alalım; ya vali müfettişi, yahut da müfettiş valiyi, yani behemehal ikisinden biri ötekini tesiri altına alacaktır… Eğer vali, Parti müfettişini yedeğine alırsa, müfettiş bey, dolayısıyla ondan bu sahada beklenen hizmet, sıfır olmuş demektir; o halde neden, boş yere adam kullanıp emek ve para harcamalıdır öyle değil mi?… Yardım dersek, valilerin yanlarında ve emirlerinde zaten yardımcıları vardır; icap ederse, en liyakatli olanlarından seçmek suretiyle bu yardımcıların adedi çoğaltılabilir de… Aksine, eğer Parti müfettişi, valiye hükmeden bir duruma gelirse orada Devlet işleri ve otoritesi, kanunen sorumsuz bir adamın eline geçmiş demektir ki, böyle bir hal, Devlet idaresinde, zararları ölçülemeyecek kadar büyük bir felaket, bir fecaat olur. Parti reisleri için de hal aynıdır.”

Burada biraz durdu; gözleri dalgınlaşmış, yüzü hüzünlü bir hal almıştı.

“Çocuk” dedi, “bilir misin ki İttihat ve Terakki’nin başarısızlığa uğramasının en mühim sebeplerinden biri, idareyi mes'ullerden ziyade, gayrı mes'ullerin eline bırakmış olmasıdır; bu yüzden memleketin her bakımdan ne kadar büyük, ne kadar ağır ziyanlara uğradığını hep biliyoruz.

Meseleyi başka bir cihetten de tahlil edelim; valiler, tabii, merkezden uzaktadırlar. İzin alıp Ankara’ya geldikleri zaman da Vekilleri görüşebilmek için bazen günlerce bekleme odalarında akşamı ederler; nihayet onlarla konuşmalarında bir memur, bir maiyet adamı gibi idare-i kelâm etmek zorundadırlar. Halbuki aynı zamanda mebus olan müfettiş beyler, her istedikleri zaman, merkeze gelebilirler; Mecliste, yahut makamlarında bütün Vekiller, hatta Başvekil ile arkadaş gibi görüşebilirler, üstelik Parti merkezini de kendi görüşlerine, kolaylıkla ortak edebilirler.

Şimdi bir valinin mebus olan Parti müfettişi ile herhangi bir meseleden dolayı ihtilafa düştüğünü tasavvur edelim; elbette ki vali fikrini ve kendini müdafaada, muarızından çok geri kalacaktır; ihtimal ki, bu yüzden işini de kaybedecek, hiç değilse fena not alacaktır. Halbuki zavallı, o makama gelebilmek için, en az 20, 25 yıl çalışmış, emek harcamış, yorulmuştur; çoluk – çocuk sahibidir; bir gün açıkta kalır veya emekliye ayrılırsa zarurete düşecektir. Şu halde?… Herkesten kahramanlık bekleyemeyeceğimize göre, muhtemeldir ki, birçokları kendileri için çıkar yolu, Parti müfettişi beylerle hoş geçinmekte, onların arzularını, işin hakiki icabına, hatta kanunlara aykırı olarak, yerine getirmekte bulacaklardır; işte o zaman da demin söylediğim fecaat baş gösterecektir.

Dahası var; Parti müfettişi veya reislerinin icra işlerine karışmaları yüzünden herhangi bir yerde mesuliyeti icap eden bir hal olursa ne yapılacaktır?… Kanunen valiyi sorguya çekmek lâzım değil mi?… Evet ama bunu hangi vicdanla ve nasıl yapabiliriz ki, biçarenin başına parti müfettişini, yahut reisini, bile bile biz musallat etmişizdir. Müfettiş ve reis beylere gelince, onlar müdahale ve tazyiklerini inkâr etmeseler bile pekalâ “Biz bunu bir mütalâa olarak söylemiştik, mesul olan vali bey mütalâamızı kabul etmez, bildiği gibi hareket edebilirdi” diyerek işin içinden çıkabilirler. Bu şu demektir ki, mesuliyet ortada kalmıştır. Söylediklerim yalnız valiler ve Parti müfettiş ve reisleri için değil, bütün Devlet memurları ile partililer arası münasebetler için de varittir.

Olmaz çocuk, böyle şey olamaz; buna meydan vermemek lâzımdır. Sorumlu Devlet memurlarının kanuni salahiyetlerini, mesuliyetlerini de gözden uzak tutmayarak, her zaman tam ve serbest olarak kullanmalarını temin etmeli, icra işlerine kim olursa olsun, sorumsuz adamları karıştırmamalıdır.”

Sözlerinden ve halinden anlaşılıyor ki, bu yüzden mustaripti ve durumu düzeltmek için çareler arıyordu.



Bir, iki gün sonra, Çankaya Köşkünde, yatak odasında Atatürk ile Recep Peker’in, tekrar bu konu üzerinde, bir konuşmalarına şahit oldum. Recep Bey yine Kazım Paşanın müfettişlikten uzaklaştırılması için emir almağa çalışıyordu; elinde bir dosya vardı; Atatürk sordu:

“Elindeki dosya nedir?…” Recep Bey de:

“Kazım Paşaya ait şikayet dosyası Paşam!..” cevabını verdi ve dosya ve dosyayı açıp bir takım kağıtları okumak istedi; Atatürk müdahale etti:

“Dur! Bana yalnız şikayetin esasını söyle, kâfi…”

Peker, kağıtlar arasından bir mektup çıkardı; bu mektup o zaman Edirne mebusu bulunan rahmetli Faik Kaltakkıran’dan geliyordu; onu okumaya başladı.

Mektubun özeti şuydu: Bilmem hangi nahiye müdürü, bir köyün kahvesinde oturuyormuş… Yanındaki masada iki köylü konuşup dertleşiyorlarmış… Bu arada Köy Kanununa göre kendilerinden istenilen hizmet ve paranın ağırlığından bahsetmişler… Nahiye müdürü, köylülerin bu konuşmasını Faik Beye hikaye etmiş; o da Parti Genel Sekreterliğine bildiriyordu.

Atatürk’ün sabrı tükenmişti; ayağa kalktı:

“Aman efendim aman!…” dedi. (*) “Sizin bütün işleriniz böyle esaslara, bu kabil pestenkerani vesikalara mı dayanır; yeter artık Recep!… Kendini üzme; beni de beyhude yere meşgul etme… Sana evvelce de söyledim, aldığın malûmatı, daha başkaları varsa onları da katarak bu vesikayı sorumlu Vekile verirsin; o lüzum görürse, müfettiş gönderir; Kazım Paşanın yaptıklarını teftiş ettirir; icap ederse resmi tahkikat açılır. Çıkacak neticeye göre hakkında kanuni muamele yapılır; bunun başka yolu yoktur. Hadi, şimdi kağıtlarını topla. Bak –beni işaret ederek- çocuk bu akşam Fransa’ya yolcudur, kendisi ile konuşacaklarımız var…”

Peker dosyasını toplayıp odadan çıktıktan sonra, bana döndü; uzun uzun başını salladı; hali gördün mü demek istiyordu.

Paris’e vasıl olduğum günün akşamıydı; Recep Peker’in Parti Genel Sekreterliğinden affedildiğini, Anadolu Ajansının yabancı radyolarda dahi neşredilen şu telgrafından öğrenmiştim:

“Ankara – 15 Haziran 1936. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreterini, Atatürk vazifeden affetmiştir. Şimdilik bu vazifeyi Atatürk’ün Vekili olarak İnönü ifa edecektir.”

Seyahatten dönüşümde arkadaşlar, bana hadiseyi şöyle hikaye ettiler: Recep Bey bir akşam sofrada bu meseleyi tekrar açmış; ileri-geri epeyce konuşmuş… Sonunda:

“Ben Parti Genel Sekreteriyim; bir şahsiyetim vardır; aynı zamanda bu hususta söz sahibiyim de…” demiş, Atatürk de:

“Ya öyle mi…? Ama ben de aynı Partinin Genel Başkanıyım, şu halde meseleyi nasıl halledeceğiz…” diye sormuş, bunun üzerine Recep Peker sofrayı terk etmiş, bu suretle de malum neticeyi kendisi hazırlamış imiş…

Üç gün sonra; 18 Haziran 1936 günü, Başvekil ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Vekili İsmet İnönü, aşağıya aynen aldığım beyannâmeyi yayınlamıştı:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksatların tahakkukunu kolaylaştırmak için, bundan sonra, Parti faaliyeti ve Hükümet idaresi arasında, daha sıkı bir yakınlık ve daha amelî bir beraberlik temin edilmesine Genel Başkanlık Kurulunca karar verilmiştir. Bu maksatla:

Dahiliye Vekili Genel Yönetim Kurulu üyeliğine alınmış ve kendisine Partinin Genel Sekreterlik vazifesi verilmiştir.

Bütün vilayetlerde vilayet Parti başkanlığına, vilayetin valisi memur kılınmıştır.

Umumi müfettişler mıntıkaları dahilinde bütün Devlet işlerinin olduğu gibi, Parti faaliyet ve teşkilâtının da yüksek murakıbı ve müfettişidirler.



Demek ki, Atatürk, idare hayatımızda pek tehlikeli gördüğü sakatlığı ortadan kaldırmak için harekete geçmiş, tasavvur ettiği tedbirler üzerinde, Parti Genel Yönetim Kurulu ile de uyuşmuştu.

Bu şekli, çok mahzurlu görenler, bu itibarla, hiç tasvip etmeyenler çoktu; itiraf ederim ki, sebeplerini yakından bildiğim halde kendisi ile görüşünceye kadar ben de onlar arasındaydım.

Seyahatten dönüp de huzuruna çıktığım zaman, bir münasebet getirerek, bu konuda ileri sürülen aksi mütalâaları ve şahsi düşüncelerimi arz ettim:

“Evet!” dedi, “doğrudur; kararımız bir takım başka mahzurlar doğurabilir. Fakat muhakkak ki, bundan önce, mevcut olan en büyük, hatta feci mahsuru; yani kanun karşısında sorumsuz olan adamların Devlet işlerine hakim olması itiyadını ortadan kaldıracağı için getireceği fayda, o mahsurlardan daha büyük olacaktır.

Çocuk! Biliyorsun ki, birçok zaruretler yüzünden şimdi zaten anormal bir durumda bulunuyoruz ve Devletin bünyesinde, arzumuz hilafına, beliren arızayı bertaraf etmek için durmadan fikir ve gayret sarf ediyoruz; elbette bir gün hedefimize varacak, Devlet idaresini en ileri bir şekle ulaştıracağız. O güne kadar zararlarımızı, hangi yoldan, nasıl ve ne miktarda azaltabilirsek o kadar kazanırız; kararımız işte bu cinsten bir tedbirdir.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 484-492)
#86 - Eylül 30 2008, 20:00:31
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün, tek partili dönemde sağlıklı muhalefet yapılabilmesi için öngördüğü önlemlerden



Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi -bütün olaylara rağmen- Büyük Millet Meclisinde bir denetleme cihazı bulundurmak fikrinden vazgeçmiş değildi; memlekette tekrar “normal bir hayat serbestisi” teminine müsait imkân ve şartlar oluşuncaya kadar, icra kuvvetlerinin kontrolünü, bir dereceye kadar olsun, sağlamak üzere, bazı mebusluk yerlerini açık bırakarak, bağımsızların Meclise girmesini kolaylaştırmayı düşünmüş, bu maksatla, bir takım seçim çevrelerinde, Fırka namzetlerini noksan sayıda tespit ve ilan eylemişti.

Zaten daha evvel 15 Nisan 1931 tarihinde Fırka Umumi Katipliği tarafından yayınlanan bir tebliğde de buna işaret edilmişti.



Atatürk, seçim beyannâmesi ile beraber, ikinci seçmenlere de aşağıdaki beyannâmeyi yayınlamıştı:

“Cumhuriyet Halk Fırkası’na mensup muhterem ikinci seçmen arkadaşlarıma! Cumhuriyet Halk Fırkası namına bazı seçim çevrelerinde eksik aday göstereceğime dair 15.4.1931 tarihli Başkanlık Divanı kararı, malûmunuz olmuştur. Fırkamız namına adaylarımızı, oylarınıza sunduğum bugün, aynı noktaya değinmeyi uygun gördüm; Fırkamızın millete sunduğu esas noktalar dahilindeki mesai ve faaliyetin bizim fikrimize ve görüşümüze katılmayan milletvekilleri tarafından tahlil ve tenkit edilmesini iltizam ediyoruz. Bundan özellikle beklediğimiz fayda, Fırkamızın candan, vatanperverâne gayretlerinin gösterilmesine, yayılmasına fırsat bulmak ve ekseriya tahrif edilen gerçeklerin iyice anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine inanan mefkûreciler olarak, kendimizi eleştiriye muhatap kılmayı lüzumlu görüyoruz. Bu sebepledir ki, sizden, Fırkama mensup arkadaşlarımdan, bizim programımıza taraftar olmayan adaylara oy vermeniz gibi ağır bir fedakârlık istedim. Bu fedakârlığın memleket için, Fırkamızdan mebus seçmek vazifeniz kadar mühim bir maksada matuf olduğuna emin olunuz. Başka programdan seçeceğiniz mebuslar için Fırkamın ikinci seçmenlerine dikkat noktası olarak, gösterdiğim nitelik; yalnız laik, Cumhuriyetçi, milliyetçi ve samimi olmaktır. Açık bıraktığım yerler için hiçbir şahsiyet lehinde veya aleyhinde herhangi bir telkinim yoktur ve olmayacaktır; açık yerlere adaylıklarını koyacaklar hakkında, vicdani kanaatinize göre oy vermek özellikle rica ettiğim husustur.

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973, C.II, s. 470-471)
#87 - Eylül 30 2008, 20:02:01
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Atatürk’ün anılarından


“Aynı akşam söz diktatörlüğe geçti ve Atatürk bize şöyle bir hatıra nakletti:

-İstanbul’da bir baloda idim. Sarı saçlı bir delikanlı gelip karşıma dikildi. Adı Ekrem yahut Kenan olacak… Bir balo için aşırı sayılacak laubaliliklerle etrafındakilerin dikkatini çekmiş olacak, bir aralık ortadan uzaklaştırdıklarını hissettim. Halbuki onunla konuşmak da istiyordum. Nihayet döndü dolaştı bir fırsatını buldu gene karşıma çıktı. Bana düpedüz: “size diktatör diyorlar, doğru mu?” dedi. Ona şu cevabı verdim:

“Ben diktatör olsaydım sen bana bunu soramazdın. Bir takım inkılap zaruretiyle bir takım yenilikleri kabul ettirmeye çalışan adam diktatör değildir! Diktatör, hoşgörüsü olmayan adamdır. Karşısında her fikir söylenemeyen adamdır. Diktatör, kendi düşüncelerine aykırı fikir söyleyenlere kin güden adamdır. Bunun haricinde diktatörlük, tehlike, inkılap, fevkalade zamanlarda lâzım bir demokrasi müessesesidir. Demokrasi tarihinde böyle muvakkat böyle muvakkat diktatörlüklere rastlanır. Benim, on beş senedir, bazı fikirleri bu memleket hayrına kabul ettirmek için sarf ettiğim gayretlerde hiç bir şahsi endişe yoktur. Benim, belki demokrasinin anladığı manada diktatörlüğe benzer hareketlerim görülmüştür. Fakat, Tiran asla olmadım.”

Bu vesile ile Atatürk’ün çok önemli bir hatırasını da nakletmek isterim. Rusya’dan kendisine mensup bir genç:

-Rusya’da bir takım inkılap hareketlerini yürütmek için terör olduğu bir hakikattir. Fakat doğrusu buna hak verdirecek sebepler de var. Eğer terör olmasa birçok inkılaplar bu süratle yürüyemez, demişti.

Atatürk, karşısında söylenen fikirler ne kadar kendi düşüncesine aykırı olursa olsun dinlemeyi severdi. Ancak, ana prensiplere ve esas davalara aykırı sözlere asla müsaade etmezdi. Bu sefer de aynı müsamahasızlığı gösterdi. Muhatabının sözünü kesti:

-Terör öyle bir maniveladır ki, bir defa insan onun kulpuna elini kaptırdı mı, bir daha bırakamaz. İlk hareketleri kendi tanzim edebilir. Fakat, ondan sonra kendi bildiği gibi dönecek olan makinenin kolu kopuncaya kadar esiri olur.

(Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, Münir Hayri Egeli, İstanbul, 1954, s. 39-40)
#88 - Eylül 30 2008, 20:02:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Hasan Rıza Soyak’ın anılarında, Atatürk’ün hak ve eşitlik, görev anlayışı ile ilgi olarak naklettiği sözlerden (bu olayın tarihi konusunda bir açıklama yapılmamıştır)



“İzmir’deki mektepleri ziyareti esnasında Atatürk, Kız Muallim Mektebi’ne de uğramıştı; sınıflara girip, öğrenciler arasında bazı dersleri takip ettikten sonra, mektep müdürünün odasında, öğretmenlerle samimi bir hasbıhalde bulundular; konuşulan çeşitli mevzulardan biri, kadınlarımızın, tam manasiyle, bütün vatandaşlık hak ve vazifelerine sahip olmaları meselesi idi. Bu konu üzerindeki uzunca münakaşalarda; rey vermenin, vatandaş için hem hak, hem de bir vazife olduğu söylendi; erkekle kadın arasındaki ferdî ve siyasi hukuk bakımından bir fark olmadığı gibi vatanî vazifeler bakımından da fark olmaması lâzım geldiği belirtildi.

Buna göre, kadınlarımızın da bir şeref hakkı ve bir vatan borcu olan askerlik vazifesini icabında fiilen yapmasının tabii olduğu, demokrasinin esas noktalarından biri olan eşitliğin ancak bu suretle tahakkuk edebileceği mütalâası ileri sürüldü; kadının uzvi teşekkülâtı, seciyesi, ruh haletleri üzerinde de durulup, “Türk köylü kadınının en ağır işlerde erkekle olan işbirliği ve bu yolda gösterdiği yüksek kabiliyet ve muvaffakiyet ile tarih içinde, hatta son İstiklâl mücadelemizde fedakâr Türk kadınının başardığı büyük işler, kadınlarımızın doğrudan doğruya muharebe meydanlarında da hizmet edebileceklerinin çok açık delilleridir,” denildi.

Neticede Büyük İnkılâpçı; münakaşanın esas noktalarını kısaca tekrar ederek:

“Bugün için Türk kadınının askerlik yapması bahis mevzu olmasa bile, bütün kızlarımızın vatan ve millet yüksek menfaatlerini her suret ve vasıta ile müdafaa ve muhafaza edebilecek kabiliyette yetiştirilmelerini milli terbiyede esas olması, kız çocuklarımızın buna göre bedeni, fikri ve hissi terbiyeye tâbi tutulması lâzım geldiğini” izah buyurdu ve şu cümlelerle konuşmasına son verdi:

“Türk kadınının esasen bu cevherde olduğuna şüphe yoktur; onun içindir ki, Türk kadınları memleketin mukadderatını millet namına idare eden siyasi zümreye girmek arzusunu gösteriyorlar; memleketin ve milletin vatandaşlara yüklediği vazifelerin hiç birinden, kendilerinin uzak bırakılabileceğini de düşünmüyorlar; çünkü vazife karşılığı olmayan hak mevcut değildir.”

Bilindiği gibi bir müddet sonra kadınlarımıza siyasi alanda da erkekle eşit haklar tanınmış ve mebus seçilen kadınlarımız Büyük Millet Meclisi’nde yerlerini almışlardır.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; C. II, s. 460-461)
#89 - Eylül 30 2008, 20:03:21
''Cehennem, başkalarıdır. ''

1935 yılında, Atatürk’e karşı, Urfa Milletvekili Ali Saip Ursavaş ve diğer bazı kişiler tarafından yapıldığı iddia edilen suikast girişimi davası sırasında Atatürk’ün tutumu



…Şahitler de dinlendikten ve sanıklarla, avukatlar son savunmalarını yaptıktan sonra mahkeme Heyeti kararını hazırlamak için saat on altıyı çeyrek geçe müzakereye çekilmişti.

İkinci oturum saat yirmi biri çeyrek geçe yani tam beş saat sonra yapılarak karar okunmuştu.

Başkan Osman Talat İltekin: “Davanın gerek mahkeme, gerek kamuoyunu uzun zamandan beri haklı olarak ve şiddetle ilgilendirdiğini, mahkemenin inceden inceye araştırmalar yaptığını” kaydederek: “Kararın şimdilik özet olarak bildirileceğini, ayrıntılı gerekçelerin ayrıca hazırlanacağını” söylemiş, ondan sonra bütün sanıkların beraatini bildiren karar okunmuştu.

Mahkeme, kendisini bu karara sevk eden etkenleri şöyle özetliyordu.

İkrar, maddi delillerle belgelenmedikçe bir kanaat veremez.

Halbuki bu olayda sanıkların ikrarları madde delillerle belgelenmemiştir.

Sanıklar zorunlu haller altında itiraflarda bulunduklarını söylemişlerdir ve bunun aksi kanıtlanamamıştır.

Bundan başka mantıki seyir de sanıkların itiraflarının doğru olmadığını göstermiştir…

İfadeler arasındaki birbirini tutmazlık, mahkemede vicdani bir kanat oluşmasını sağlamamıştır…

Atatürk mahkemenin geçirdiği değişik safhalar ile hemen hemen hiç ilgilenmemiş, mahkemenin verdiği kararı da gayet doğal karşılamıştı; O, adalet cihazının hiçbir olay karşısında, nereden gelirse gelsin, maddi ve manevi hiçbir etkiye kapılmayarak, tam bir özgürlük içinde, işlemesine çok önem veren bir liderdi. Bu nedenle bütün milletçe derin bir heyecan ve ilgi ile izlenmekte bulunan bu kadar önemli ve nazik bir davada şahsına, ülke çıkarlarına ve rejime bağlılık konusunda hiç kimseden geri olmadıkları şüphesiz bulunan Mahkeme Heyetinin kararlarını, şahsi duygularına göre değil, vicdani kanaatleri altında yasa hükümlerine uygun olarak vermiş olmalarından memnunluk duymuştu.



Yalnız şu var ki; meselenin meydana çıktığı andan beri Atatürk’ün kafasında çeşitli sorular halinde durmadan genişleyen bir tereddüt gölgesi belirmiş bulunuyordu: Sanıklardan bazıları, ilk ifadelerinde “suikast” teşebbüsünden bahsettikleri sırada, teşebbüsün elebaşısı olarak, Ali Saip Ursavaş’ı ileri sürmüşlerdi; gerçi bu sanıklar sonradan çeşitli yerlerde, resmi ve adli makamlar huzurunda hatta kısmen yazılı olarak, tekrar ettikleri bu ifadelerini dayanamadıkları işkence ve baskılar altında verdiklerini iddia etmişlerdi ve mahkeme de yeterli delillere dayanmadığı için bu itirafları yasal olarak değer vermeye layık ve sahipleri aleyhinde hüküm vermeğe yeter görmemişti… Fakat denildiği gibi, baskı altında yapılmış yalanlar da olsa, bu ifadeler verilmişti ve suikast düşüncesinin baş düzenleyicisi olarak Ali Saip Ursavaş’tan bahsedilmişti… Acaba bu yolda konuşanlar, durup dururken, neden ve ne gibi bir ilişkiyle Ursavaş’ı hatırlamışlar ve baş düzenleyici olarak onun adını ortaya atmışlardı?.. Meselâ ilk defa bu tarzda konuşmuş olan Yahya, kendisini nereden tanıyordu, onunla eskiden bir ilişkisi olmuş muydu ve aralarında şöyle, ya böyle bir olay geçmiş miydi?

Hadi diyelim ki, bazıları tarafından iddia edildiği gibi, Yahya’ya ve diğerlerine bunu zor ve şiddetli baskı ile zabıta ve emniyet memurları söyletmişlerdi; ama ayrı ayrı yerlerde görev yapan bu memurlar nasıl ve nerede görüşüp böyle bir karar ve sözbirliğine varmışlardı ve bununla şahısları için ne gibi bir çıkar sağlamak istiyorlardı? Yoksa onlara böyle bir emir mi verilmişti; eğer öyle ise bu emri kim veya kimler vermişti ve bunların hedef ve amaçları ne idi?

Diğer taraftan zabıta ve emniyet memurlarının toptan, Ali Saip’in şu veya bu sebepten dolayı düşmanları olduğu ve kendisinden intikam almak için fırsat bekledikleri söylenen şahıs ve grupların etkisi altında kalmalarına da mantıken imkân yoktu… Şu halde gerçek durum ne idi? Bu yön, yargılama sırasında gereği gibi aydınlanmış değildi; halbuki Atatürk’ün çok eskiden tanıyıp o zamana kadar aralıksız güvendiği Ali Saip’e karşı ileride alacağı tavrı belirlemesi için özellikle bu noktanın aydınlanması gerekiyordu…

İşte bu gereklilik üzerine, düğümü bizzat çözmek kararını vermişti; o günlerde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında bulunuyorduk. Başta “sanıkların ilk ifadelerini değiştirmiş olmalarının nedeni ne olabilir?” şeklindeki soru olmak üzere uzunca bir soru listesi hazırlattı ve Hükümete gönderdi…

Öğrendiğime göre bu listeyi, o zamanki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya vekalet etmekte bulunan İktisat Bakanı Celal Bayar, Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ile savcı Baha Arıkan’a vermiş, cevap hazırlamalarını istemiştir, bu iki zat listeyi inceledikten sonra, çok çeşitli olan sorulara uzaktan, yazı ile cevap vermenin, pek güç olacağına hükmetmişler, soruşturma evrakını yanlarına alıp Atatürk’e sözlü olarak açıklamada bulunmak üzere İstanbul’a gelmişlerdi…

Aynı günün sabahı (20 Şubat 1936) Başbakan İsmet İnönü de, yanında Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu olduğu halde trenle İstanbul’a geldiler; kendilerini Haydarpaşa’da karşıladık; motorla Dolmabahçe rıhtımına gelince Atatürk’ün henüz uykuda bulunduğunu öğrendik… İnönü bana: “Hadi seninle şehir içinde bir gezinti yapalım” dedi. Rıhtımda bulunan otomobiline bindik; ilkin Şişli’ye, oradan da Fatih’e gidip geldik…

İnönü’nün yolda ilk sözü:

“Atatürk mahkeme kararından müteessir oldu mu?” sorusu oldu…

“Hayır katiyen,” dedim, “Onun hakimlerin bağımsız ve kararlarında tam serbestiye sahip olmaları ilkesi üzerinde ne kadar hassas ve titiz olduğunu bilirsiniz; bu itibarla tam aksine memnunluk duyduğuna şahit oldum.”

“Öyle ise sorularının nedeni ve anlamı nedir?”

kendilerine yukarıdaki düşünceleri anlattıktan sonra:

“Maksadı bundan böyle şahsen Ali Saip’e karşı alacağı tavrı belirleyebilmektir,” cevabını verdim.

Konuşmamız burada bitmiş, kendisi misafir olacağı Pera Palas Oteline gitmişti…

O akşam sofrada Başbakan İsmet İnönü ile beraber Adliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, daha bazı misafirler ve Şükrü Sökmensüer ile Baha Arıkan da vardı, emirleri üzerine sofranın bir köşesine, ben de ilişmiş bulunuyordum.

Bir müddet öteden beriden konuşulduktan sonra söz günün meselesine geldi ve Atatürk’ün işareti üzerine Şükrü Sökmensüer evrakı sırasıyla okumaya başladı…

Evrak arasında Ali Saip’in ortağına ve ailesine İstanbul’da çekip emniyet makamlarınca anlamlı görülmüş olan bazı telgraflardan bahsediliyordu… Atatürk bunların asıllarını okumak istediğini söyledi ve bulunmasını bana emretti…

Sofradan ayrıldım; Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğünün de bağlı bulunduğu Ulaştırma Bakanlığını o zaman rahmetli Ali Çetinkaya işgal ediyordu; telefonla kendisini bulum; durumu açıklayarak arşivlerden, tarihlerini bildirdiğim telgrafların asıllarını çıkartıp telefonla bana yazdırmaları için gerekenlere emir vermesini rica ettim.

İşi takip etmek için büromda kalmıştım, bir-iki saat sonra ilgili memurlar istenilen telgrafları bulmuşlar birer birer yazdırmaya başlamışlardı. Her yazılanı derhal sofraya götürüyor, tekrar büroma dönüyordum. Bu sebeple toplantıdaki bütün konuşmaları, aralıksız, izlemek imkânını bulamamıştım…

Tahkikat evrakını okuma ve inceleme sabaha kadar sürmüştü, neticede Atatürk’ün edindiği izlenim şu olmuştu: İngiliz Elçisinin, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya verdiği nota ve Amman Emniyet müdürünün vaki olan ifadelerine göre bir suikast planlandığı muhakkaktır. Ama Ali Saip bu suikast girişiminden haberdar değildi. Fakat anlaşılmıştır ki o, bütün Güney çevresinde, yaygın bir halde söylendiği gibi, öteden beri kaçakçılık işleri ile yakından ilgilidir. Bu münasebetle çoğu kaçakçı olan sanıklarla sürekli temas halinde bulunmuş , çiftliğini onlara sığınma yeri yapmıştır… Suikast düzenleyen Çerkez Ethem ve arkadaşları da bunu bilmektedirler ve suikast için teşvik ettikleri Yahya ile arkadaşlarını cesaretlendirmek maksadıyla onlara Ali Saip’in de işin içinde bulunduğunu ve kendisinin “adamı ipten alıp, ipe götürecek kadar” kuvvet ve nüfuz sahibi olduğunu söylemişlerdir.

Bu kanıya vardıktan sonra, tabidir ki Atatürk, artık Ali Saip ile eski ilişkisini sürdüremezdi; nitekim onun tahliyesinden sonra derhal İstanbul’a gelip kabulü için benim aracılığımla yaptığı bütün ricalarına iltifat etmemiş, bir daha kendisiyle görüşmemiştir.

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 377-400)
#90 - Eylül 30 2008, 20:04:28
''Cehennem, başkalarıdır. ''

1935 yılında, Amerikalı gazeteci Gladia Baker ile görüşmesinde dış politika ve dünya barışı ile ilgili sözleri



“Atatürk’le Dolmabahçe Sarayında, gazeteci Miss Gladya Baker de, Büyük Adam’ın bu görüşmede o zamanki dünya durumuna ve barışı korumak için alınması gereken tedbirlere dair söylediklerini şöyle anlatmaktadır:“Yakın bir gelecekte savaş ihtimali görüyor musunuz?…” sorusu üzerine:

“Asker, inkılâpçı Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayındaki yemek masasından dürüst mavi gözlerini kaldırdı; bakışları yüksek pencerelerden karanlık ve asude Boğaziçi’ni geçerek Anadolu yakasının yanıp sönen ışıklarına gitti; ağır ve ciddi bir sesle “Yakın gelecekten bahsetmemeliyiz!” dedi, “Savaş tehlikesi bulunduğumuz zamanda vardır.” Avrupa’daki durumun birkaç ay öncekine göre daha gergin olup olmadığını sorunca da, “Daha fenadır, daha çok fenadır” dedi. “Savaşın ciddiyetini dikkate almayan bazı gayri samimi önderler, saldırının vasıtaları (agent) olmuşlardı. Kontrolleri altındaki milletleri; milliyetçilik ve geleneği yanlış bir şekilde gösterip kötüye kullanarak aldatmışlardır. Bu bunalımlı saatlerde, karışıklığa engel olmak için kitlelerin kendileri karar vermeleri, sorumluluk mevkiini, yüksek karakterli, yüksek moralli, vicdanlı insanların eline tevdi etmeleri zamanı gelmiştir; bu gecikmeden yapılmalıdır.”

Bundan sonra Çanakkale’nin ve Türk İstiklâl Savaşının Asker Kahramanı, Realist Atatürk dedi ki: “Eğer harp bir bomba infilâkı gibi, birdenbire çıkarsa, milletler savaşa engel olmak için silâhlı dirençlerini ve mali güçlerini, saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidir. En seri ve en etkili önlem; muhtemel bir saldırgana, saldırının yanına kâr kalmayacağını açıkça anlatacak, milletlerarası örgütün kurulmasıdır.”

“Atatürk bölge anlaşmalarının nihai değerinin, bütün milletleri içine alacak genel bir anlaşmanın imzalanmasında olduğuna inanmıştı. “Bununla beraber,” dedi, “hali hazırda en acil ihtiyaç, komşu ülkelerin, birbirlerinin özel ihtiyaçlarını ve sorunlarını görüşmeleridir; bundan başka bölge anlaşmaları, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışlardır.”

“Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilir mi?” dedim. “İmkânı yok,” dedi, “imkânı yok! Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek mevki herhalde etkili olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar.

Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanın sakinleri gibi düşünüyor; Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairelerinde oturmaktadır. Eğer apartman, oturanlardan bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur. savaş için de böyledir; Birleşik Amerika Cumhuriyetinin uzak kalması mümkün değildir.

Atatürk şu sözleri ilâve etti: “Bundan başka Amerika büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilgisi olan bir Devlet olduğundan, kendisinin politika ve ekonomi yönden ikinci derecede bir mevkie düşmesine asla izin veremez.”

“Fikrinizce Amerika Adalet Divanına katılmalı mıydı?” sorusunu sordum. Dedi ki: “Adalet Divanına katılmakla Birleşik Amerika Cumhuriyetleri şüphesiz genel barışın sürmesine yardım etmiş olacaktı; nüfuz ve insanı idealleri o kadar büyük olan bir milletin, milletlerarası anlaşmazlıkların arabuluculukla çözülmesinde aktif bir yer almayı reddetmesi doğru değildir.”

“Öyle ise,“ dedim, “Milletler Cemiyetinin barışın korunması için etkili bir araç olduğunu zannediyor musunuz?” “Milletler Cemiyeti, henüz kesin ve etkili bir araç olduğunu kanıtlayamamıştır; diğer yandan Milletler cemiyeti bugün, bütün milletlerin, ortak amacın gerçekleşmesi için çalışabilecekleri tek örgüttür,” cevabını verdi ve devam etti: “Şuna da inanıyorum ki, eğer sürekli barış isteniyorsa, kitlelerin durumunu iyileştirecek milletlerarası önlemler alınmalıdır. Bütün insanlığın refahı; açlık ve baskının yerine geçmelidir; dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”

Atatürk bu sözlerini, hassas elleriyle ekseriya yaptığı kuvvetli jestlerle güçlendirmişti.

“Türkiye neden Boğazları tahkim etmek istiyor?” sorusunu sordum. “Türkiye’nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Anlaşmasından beri dünyanın durumu ve bazı koşullar değişmiştir. Boğazlar, Türkiye topraklarını ikiye ayırır; bundan dolayı bu deniz geçidinin tahkimi, Türkiye’nin güvenlik ve savunması için çok önemlidir. O, aynı zamanda milletlerarası ilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda olan böyle önemli bir yer, herhangi maceracı bir saldırganın keyfine ve merhametine bırakılamaz; Türkiye muhtemel barış bozucularının, birbirleriyle savaşmak için Boğazlardan geçmesine engel olmaya mecburdur” dedi ve kusursuz smokinin altında geniş omuzları doğruldu: “Türkiye buna asla izin vermeyecektir!…” sözlerini ilâve etti.”

Soyak, burada, Atatürk’ün bu düşünceleri ile 26 Haziran 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Anlaşması arasındaki paralelliğe dikkat çekiyor:

“Bir insan ömrü içinde iki kere insanlığa tarif olunmaz acılar yükleyen savaş belâsından geleceğin nesillerini korumaya….

İnsanın ana haklarına, bireyin onur ve değerine, erkek ve kadınlar için olduğu gibi büyük ve küçük milletler için de hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilân etmeye…

Adaletin korunması ve anlaşmalarla devletlerarası hukukun diğer kaynaklarından doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi için gerekli şartları yaratmaya….

Sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya ve daha büyük bir özgürlük içinde daha iyi yaşama şartları oluşturmaya…

Bu amaçla: hoşgörü ile hareket etmeye, iyi komşuluk anlayışı içinde birbirimizle barışık yaşamaya…

Milletlerarası barış ve güvenliğin korunması için güçlerimizi birleştirmeye…

Ortak çıkarların gerekleri dışında silâh kullanılmamasını sağlayan ilkeleri kabule ve usulleri kurmaya….

Bütün ulusların ekonomik ve sosyal ilerlemesini kolaylaştırmak için uluslararası kurumlara başvurmaya…

Azmetmiş olan biz Birleşmiş Milletler Halkı, bu amaçları gerçekleştirmek için gayretlerimizi beraberce sarf etmeye karar verdik.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 513-515)
#91 - Eylül 30 2008, 20:08:32
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Dünya barışı ve dış politika konusunda 1937 yılında belirttiği görüşler



“1937 senesinde Ankara’yı ziyaret eden Romanya’nın Dış İşleri Bakanı Antonesco ile Ankara Palas’ta yaptığını yazdığımız hasbıhalde Atatürk, Cihan siyasetine de temas etmiş ve bu husustaki düşüncelerini şöyle izah etmişti:

“Bugün bütün dünya milletleri aşağı – yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar bütün Cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli, kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeye de, elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, dürüstlük ve iyi geçim olmazsa bir millet, kendisi için, ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.

Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar; tabii ilkin, kendi milletinin varlık ve mutluluğunu isterler, fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemelidirler.

Bütün dünya olayları, bize, bu lüzumu açıktan açığa ispat eder; en uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı saymak icap eder; bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, diğer bütün organlar etkilenir; “dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık var ise bundan bana ne?” dememeliyiz; böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız. Bu olay, ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş insanları, milletleri ve hükümetleri bencillikten kurtarır; bencillik şahsi olsun, milli olsun daima fena telâkki edilmelidir.

O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabii olarak kendimiz için bütün gereken şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız; fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız. Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima göz önünde tutmaları lâzım gelen mesele budur.”

(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 512)
#92 - Eylül 30 2008, 20:11:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Bibliyografya


    * A. Afetinan, Prof. Dr. M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969
    * A. Afetinan, Prof. Dr. Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1969
    * Ahmet Mumcu, Prof. Dr., Adliye Hukuk Mektebinden Ankara Hukuk Fakültesine, Ankara, 1977
    * Ali Birinci, Doç. Dr., Yeni Türkiye Dergisi, Cumhuriyet Özel Sayısı I, 1998
    * Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, TTK Yayınları, Ankara, 1991
    * Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1996
    * Atatürk ve Hukuk, (Sempozyum Bildirileri ve Makaleler) Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 1982
    * Atatürk, Söylev, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1978
    * Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AAM yayını, Ankara, 1989
    * Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1945
    * Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannâmeleri, Ankara 1991
    * Atatürkçülük,Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1983
    * Behçet Kemal Çağlar; Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK yayını, Ankara, 1968
    * Belgelerle Türk Tarihi Dergisi
    * Belleten, C. XLV/2, Nisan 1981, Sayı: 178’den Ayrı Basım, Ankara, 1981
    * Berthe B. Gaulis, Çankaya Akşamları, Çev: Füruzan Tekil, İstanbul, 1983
    * Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara 1946
    * Cumhuriyet Gazetesi, 26 Eylül 1930
    * Faruk Erem, Prof. Dr., 50. Yıl ve Mahmut Esat Bozkurt, Ankara, 1973;
    * Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, C.III, Basıma Hazırlayan: Ord. Prof. Dr. H. Veldet Velidedeoğlu, İstanbul 1994
    * Hamza Eroğlu, Prof. Dr., Atatürk ve Cumhuriyet, AAM Yayınları, Ankara, 1989
    * Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973
    * http://www.tbmm.gov.tr/tarihce/index.htm )
    * Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1988
    * Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927; AAM Yayını; Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995
    * Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955
    * M. Tayyip Gökdoğan, Prof. Dr., Milli Mücadele Başlarken
    * Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber; Ankara 1966
    * Millet Meclisi Tutanak Dergisi
    * Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara, 1946
    * Milliyet gazetesi, 27 Teşrinisani 1929
    * Münir Hayri Egeli, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954
    * Perihan Naci Eldeniz, Belleten, T.T.K. C. XX, Sayı : 80, 1956
    * Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul 1997
    * Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. V, Ankara, 1972
    * Tarık Ziya Işıtman, Mahmut Esat Bozkurt Hayati-Şahsiyeti-Eserleri, İzmir 1944
    * TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985
    * Utkan Kocatürk, Prof. Dr.; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, İstanbul
    * Vakit Gazetesi, 27 Şubat 1924
    * Yeni Gün Gazetesi, 10 Şubat 1931 Salı;
    * Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978


Kısaltmalar,



    * TDK : Türk Dil Kurumu
    * TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi
    * C : Cilt
    * s. : Sayfa
    * S. : Sayı
    * D : Dönem, Devre
    * TTK : Türk Tarih Kurumu
    * AAM : Atatürk Araştırma Merkezi
    * AAMD: Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi
    * Çev: : Çeviren



DERLEYENLER:

    * Ender TİFTİKÇİ
    * Mehmet TİFTİKÇİ





Konu başka bir siteden alıntıdır.
#93 - Eylül 30 2008, 20:13:41
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.