Alternatifim Cafe

Türk tarihi ile ilgili kavramlar.

Discussion started on Tarih

Mukâtaa

Hazînenin gelir kaynaklarından biri. Devlete âit bir arâzi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel mukâbilinde kirâya verilmesi veya geçici olarak temlikidir.

İslâm devletlerinde mukâtaa usûlü eskiden beri kullanılmakta idi. Osmanlılarda mukâtaalar, devlete âit gelirlerin tahsili veya bir tekel hâline getirilen herhangi bir kuruluşun işletme hakkı veya yeraltı servetlerinden devlet payına düşen kısmı toplamak veya gerektiğinde bu kaynakları işletenlerden çıkardıkları mâdeni satın alma tekeli kurmak şekillerinde işletilen üretim birimleridir. Devlet, uygun gördüğü her türlü zirâî, ticârî ve sınâî kuruluşu, mukâtaa konusu edebilirdi. Kara ve deniz gümrükleri, darphâneler, mâdenler ve şaphâneler buna örnek verilebilir. Gelirleri çoğunlukla devlete âit olmakla birlikte, vakıflara tahsis edilen, ulûfe karşılığı veya ocaklık olarak verilebilen veya has olarak tahsis edilebilen mukâtaalar da vardı. Mukâtaa gelirlerinde ve bunların toplam bütçe gelirlerine oranlarında bâzı dalgalanmalar görülmüştür. Bunların bütçe içerisindeki payı yüzde 24 ile yüzde 37 arasında değişmiştir.

Devlete gelir getiren kaynakları kirâlayanlara ise mültezim ismi veriliyordu. Mukâtaanın önemine göre, mültezim, bir şahıs olabileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya birkaç mukâtaa topluca bir mültezime verilebilmekteydi.

Mukâtaalar genel olarak üç yıllık süreler içindi. Mukâtaa gelirlerinde fevkalâde bir artış olması durumunda, istendiği taktirde, mukâtaa daha yüksek bedel teklif eden bir başka mültezime verilebilirdi. Böylece devlet, mukâtaaları için daha kârlı bir teklif geldiği zaman, üç yıllık iltizâm süresini istediği yerde keserdi. Mültezim parasını peşin ödemişse, kalan dönem için olan miktârı kendisine iâde edilirdi. Mukâtaanın mültezime taksitle verildiği durumlarda hazîneye ipotekli sayılırdı. Bu durumda mültezimler tahvîl süreleri içinde hiçbir şeylerini satamazlar, başkasına devredemezlerdi. İltizâm bedelini zamânında ödemeyen mültezimlerin, gerekirse kefillerinin mallarına el konurdu.

Osmanlılar mukâtaaları işletmede üç usul kullanırlardı. Bunlar; iltizâm, emânet ve 17. yüzyılın sonlarından îtibâren mâlikânedir.

İltizâm usûlü mukâtaalar: Osmanlı Devletinde iltizâm usûlü kuruluş yıllarından îtibâren görülmüş ve timar sistemiyle bir bütünü tamamlayan unsur olarak varolmuştur. On altıncı yüzyılın ortalarına doğru iltizâm usûlü para ekonomisinin gittikçe değer kazanması sonucunda timar sistemini de içine alarak daha yaygın bir duruma geldi. Önceleri ticâret maddelerine konan resimler ve pâdişâh haslarının gelirleri, hâsılâtı nakit olarak temin etmek amacı ile iltizâma verilirken, sonraları bütün dirlik sâhipleri tasarrufları altındaki gelir kaynaklarını iltizâma vermeye başlamışlardı.

İltizâm usûlünde; mâden ocağı, tuzla, darphâne, gümrük, ispençe, dalyan vb. mukâtaaların yıllık gelirinin asgarî değeri, mâliye tarafından tesbit edilip, hazîne defterlerine kaydedilirdi. Sonra bu mukâtaaların muayyen bir yıl için temin edebileceği âzamî kıymeti de düşünülerek, arttırma usûlü ile peşin veya kısmen peşin, kısmen taksitle belli bir meblağ karşılığında satılacağı (iltizâma verileceği) umûmî efkâra îlân edilirdi. Bu gelirleri satın almak isteyen kişiler (mültezimler) artırma konusu olan mukâtaayı; getireceği gelir, sebeb olacağı masraf ve bırakacağı kâr hakkındaki yaptığı araştırmaların sonucuna göre, kıymetlendirdikten sonra, devlete yıllık olarak ödemeyi kabul edebilecekleri miktârı ihtivâ eden tekliflerini yaparlardı. Hazîne ise; öncelikle âdil, iyi tanınmış ve iyi bir terbiye ile yetişmiş olanları seçer, bunlar arasından da en yüksek teklifi yapan mültezime, genellikle üç senelik bir devre için o mukâtaayı vergilendirme hakkını devrederdi. Verilen bu süre içerisinde mültezim, devletin sağladığı mâlî, idârî ve adlî kolaylıklardan faydalanarak, kânunların çizdiği sınırlar içinde tam bir müteşebbis gibi hareket eder, arttırmada belirlenen miktârı hazîneye ödedikten sonra kalan kısmını kendi şahsî ve meşrû kârı olarak kazanırdı.

Emânet usûlü mukâtaalar: Devletin iktisâdî hayâtının istikrârsız olduğu yıllarda zarar ihtimâli bulunduğundan, mukâtaalar için mültezim bulma zorlaştı. Bu durumda Devlet, mukâtaaları kapatmaktansa emânet yoluyla işletmeyi tercih etti. Çoğu defâ böyle durumlarda işletme başına gelen kimseler, emin kalmak şartıyla belli bir meblağın ödenmesini üzerine alırlardı. Böylelikle iltizâm yoluyla emânet (emânet ber-vech-i iltizâm) adını alan karma bir düzen meydana getirilip, işletme başında bulunan kişi de kendinde memûriyetle özel teşebbüsü birleştirmiş olurdu. Emîn sıfatıyla maaşlı bir memûr, belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığından, işletmenin kâr veya zarârından sorumlu bir kişi olarak görünürdü.

Mâlikâne usûlü mukâtaalar: Muhtelif gelir kaynaklarının bir kimseye vâridâtından hayâtı boyunca istifâde etmek, lâkin satamamak şartıyla verilmesine denilmektedir. On yedinci yüzyılın başlarından îtibâren; mültezimlerin, vergi kaynaklarının korunması ile ilgilenmemeleri sonucunda, mukâtaalar iktisadî bünyeyi tahrib edici bir şekil almıştı. Bu sebeple gelecek yılların mâlî kaynaklarını yıpranmaktan korumak ve reâyânın güvenliğini sağlamak için bâzı mukâtaalar kayd-ı hayat şartıyla iltizâma verilmeye başlandı. Bu sistemde mukâtaa gelirleri bir miktar peşin (muaccele) ve her yıl ödenecek taksitler (müeccele) karşılığında özel kesime satılmaktaydı. Nitekim bu sistemin uygulanması ile reâyânın ve toprağın korunması, zirâî verimin artması sağlandığı gibi, savaş harcamaları için ek bir finansman imkânı da ortaya çıktı.

1695�ten başlayarak yüz-yüz elli yıllık Osmanlı mâlî ve iktisâdî târihinin gelir getiren önemli bir kaynağı olarak hayâtiyetini sürdüren mâlikâne sistemi, ilk olarak, ömür boyu zirâî iltizâmların öteden beri geçerli olduğu Mısır�a yakın Sûriye, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulamaya kondu, zamanla yaygınlaştı ve eyâletlere mâlikâne verilmesine kadar genişledi. Nitekim 1746 yılında sırasıyla Adana, Trablusşam eyâletleri, Aydın muhâssıllığı (vergi tahsildârlığı), Rakka eyâleti, Kıbrıs ve Mora muhassıllıkları mâlikâne olarak özel şahıslara verilmişti.

Mâlikâne sistemi mâdenlerden esnaf kethüdâlığına, tuzlalardan damga resmine kadar; cizye ve avârız hâriç, devletin vergi aldığı bütün faâliyetlere yayılmıştı. Fakat kısa süreli iltizâm dönemlerinde, taahhüd ettiği iltizâm bedelini kârıyla çıkarmaktan başka şey düşünmeyen mültezimin, işletmesiyle ilgilenmesini, üretimi arttırmak ve çeşitli yatırımlar yapmasını sağlamak için uygulamaya konulan mukâtaa sistemi de istenilen şekilde uygulanamadı. Ömür boyu tasarruf etmek için mukâtaayı alan mâlikâneciler, işletmeleri başına gitmeyerek mâlikânelerini ikinci şahıslara iltizâma verme yoluna gittiler. Böylece mâlikâne sisteminde de bir iltizâm kademelenmesi ortaya çıktı ve mukâtaa sistemiyle düzeltilmesi düşünülen aksaklıklar giderilemedi.

Mukâtaadan hâsıl olan gelirler günü gününe tutulur, mukâtaa kâtipleri bunları mukâtaa defterine işlerler, sonra da rüznâmçe kalemine teslim ederlerdi. Mukâtaa defterleri kubbe altında bitişik binâda saklanırdı. Bunların muhâfazasından sır kâtibi sorumlu idi. İltizâma verilen mukâtaa beratları üzerine ise, kubbe vezirleri tuğra çekerlerdi.

Mukâtaa gelirleri 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, yerine kurulan Âsâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ocağının giderlerine ayrıldı. Tanzimâttan sonra 1858 yılında çıkarılan arâzî kânûnu ile mîrî arâzinin halka tapu karşılığı satılmasıyla, tımar ve zeâmet sâhipleri, mültezim ve muhâssıllar yerine resmî devlet memurları ikâme edilerek mukâtaa sistemi kaldırıldı.
#76 - Eylül 21 2008, 15:55:15
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Naiplik (Nâiblik)

İdârî, dînî ve hukûkî konularda yetki sahibi olan kişilerin yetki ve vazifelerini vekil olarak yürüten kimselere verilen unvan.

Birinin yerini alan, birinin yerini tutan, vekil mânâlarına gelen nâiplik, çeşitli devletlerde bir idârî unvan ve makam olarak yetkileri bazen çok genişleyen, bazen da daralan bir rütbe oldu.

Memlûklerde, Dehli Sultanlıklarında Sultanın vekili veya temsilcileri ve eyâlet vâlileri bu ünvânı taşıdılar. Sultandan sonra en yüksek mevkilerde işleri sultan nâmına idâre ettiler. Murâbıtlar ve Muvahhidlerde en mühim eyâlet olan Endülüs genel vâlileri nâip unvânını taşıdılar. Aynı zamanda veliahd olan Endülüs nâipleri Gırnata, İşbiliyye ve Kurtuba�da hüküm sürdüler. Eyyûbîlerde ise nâip ünvânı, eyâlet vâlilerine verildi. Bunların sayısı devletin kuruluşu sırasında altı iken, daha sonra yeni teşkil edilen eyâletlerle arttı. Şam nâibi rütbe bakımından hepsinden üstün sayıldı.

Osmanlı Devleti teşkilâtında şer�î mahkemelerin hâkimlerine nâiplik ünvânı verildi. Kâdı vekili mânâsında kullanıldı. Mevâli denilen büyük kâdılar bâzan hizmetlerinin tamâmını, bâzan da bir kısmını fiilen yapmayarak, yerlerine kâdı vasıflarına hâiz ve ehliyet sâhibi birini vekil tâyin ettiler. Anadolu ve Rumeli kazaskerleri vekilliğini yapan kâdılara nâiplik ünvânı verildi. Esâsen İstanbul�da oturan Kazaskerler taşraya kendilerine vekâlet edecek kadılar gönderdiler, bu kâdılara nâip denildi.Mahkemeler tarafından bir işin araştırılması için vazifelendirilen bilirkişilerin araştırmalarını denetlemek üzere seçilen kimselere de nâip adı verildi. Bâzan, bir kazâ, örfî müddetlerini tamamlayan ilmiye sınıfına mensup ilim sâhiplerine veya vazifede bulunan bir müderrise arpalık nâmı altında verildi. Bu gibi hallerde uhdelerindeki kazalara gitmeyerek yerlerine birer nâip gönderdiler.

Nâipler yaptıkları vazifelere göre şu kısımlara ayrılırlar.

Arpalık nâibi; Şeyhülislamların ve eyâlet kâdılarının (mevâliler) vazifeden alınmalarından sonra, kendilerine verilen arpalıkların gelirini onlar adına idâre eden kimseler olup, tâyinleri Anadolu veya Rumeli kazaskerleri tarafından tasdik edilirdi.

Ayak nâibi: Eyâlet kâdılarının yanında, kâdı adına esnafı denetleyen vazifeliye denirdi.

Bâb nâibi: Eyâlet kâdısının yanında kâdıya yardımcı olan ve onun adına dâvâ dinleyen ve hüküm veren kimseye denirdi.

Kazâ nâibi: Kazâlara bağlı nâhiyelerin şer�î (dînî) işlerine, kaza kâdısı adına bakan kimseye denirdi.

Mevâlî nâibi: Eyâlet kâdılarının tâyin edildikleri eyâlete gitmedikleri durumlarda gönderdikleri vekile denirdi. Nâip kâdıdan vekil olduğuna dâir bir vesika alır, bunu da o kâdılığın kazaskerine tasdik ettirirdi.

Şer�iyye mahkemelerinin kaldırılmasıyla birlikte nâiplik ve nâipler de lağvolunmuştur.

Osmanlılar zamânında sadrâzamlar hakkında saltanat vekîli mânâsında Nâib-i Saltanat tâbiri kullanılırdı. Pâdişâhın vekili demek olan bu tâbir eski Türk ve İslâm devletlerinde de kullanılmıştır.
#77 - Eylül 21 2008, 15:57:23
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Nevbet

Osmanlı Devleti zamânında sarayda ve bâzı özel yerlerde sabah, ikindi, yatsı zamanlarında çalınan askerî mızıka.

Buna nevbet-i sultânî de denirdi. Osmanlı Devletinin kuruluşundan îtibâren âdet olan nevbet sonraları geniş bir kadroya sâhip olan mehterhâne tarafından icrâ edilirdi. Osman Gâziden Fâtih Sultan Mehmed Hana gelinceye kadar, nevbet çalmağa başlayınca pâdişâhlar ayağa kalkar ve öylece dinlerlerdi. Fâtih Sultan Mehmed Hanın çıkardığı kânunla, ayakta dinleme kaldırıldı. Nevbet vurma esasları kânuna bağlandı.

Mehter takımı hergün pâdişâhın bulunduğu yerde ikindi zamânı çalınır, sonra duâ edilerek nevbet merâsimi biterdi. Seferde ise pâdişâh mehterhânesi, saltanat sancağı altında ikindi ezânı okunduktan sonra, otağ-ı hümâyûn önünde nevbet vurur, sonunda duâ edilirdi. Mehterler, gerek nevbet esnâsında, gerekse diğer zamanlarda şarkı çalmazlar; Kerim Allah, Rahim Allah... diyerek ağır adımlarla yürürlerdi.

#78 - Eylül 21 2008, 15:59:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Nizâm-ı Cedid

Osmanlı Devletinde 18. asır sonunda, askerî ve idârî sâhalardaki düzensizliklere çâre bulmak için yapılan teşebbüslerin tamâmı. Ayrıca, Avrupa usûlleriyle meydana getirilen tâlimli orduya verilen isim.

Bu terim, ilk defâ Fâzıl Mustafa Paşanın sadrâzamlığı esnâsında, mâliyede yapılan bâzı yenilikler için kullanılmıştır. Daha sonra Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde de, şimdi anlaşılan manâda kullanılmağa başlanmıştır. Ancak, Nizâm-ı Cedid, geniş ve dar mânâda olmak üzere iki şekilde târif edilmiştir. Dar mânâda; Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, Avrupaî tarzda yetiştirilmek istenen askerî kuvvetlerde, geniş mânâda ise; yine aynı pâdişah devrinde devlet teşkilâtının bütününde yapılmak istenilen yenilikler olarak bilinmektedir. Bu tariflerden ikincisi daha doğru olarak kabul edilir.

On sekizinci asır boyunca devam eden askerî başarısızlıklar, bunları tâkip eden günlerde ıslahat lâyihalarının verilmeleriyle neticelenirdi. Bunların içinde, Halil Hamid Paşanın askerlik sahasındaki nizamnâmesi en önemlisidir. Sultan Üçüncü Selim�in tahta çıkışına kadar aşağı yukarı yüz sene devam eden ıslahat hareketlerinin bir merhalesini teşkil eden Nizâm-ı Cedid fikri, tamâmen bu pâdişâhın şahsına bağlanır. Gerçekten de bu pâdişâh şehzâdeliği ve veliahtlığı esnâsında devletin içinde bulunduğu durum için yapılan ıslâhât teşebbüslerini yakından tâkip etmiştir.

Nizâm-ı Cedid hareketi, Sultan Üçüncü Selim�in tahta çıkışıyla berâber belli bir tertip içinde uygulanmaya başlandı. Böyle yeni bir sistemin konulması için, öncelikle bâzı yönlerden örnek alınacak Avrupalıların ilerlemesinin sebeblerinin incelenmesi ve devlet adamlarıyla âlimlerden teşekkül edilecek bir danışma meclisinin kurulması îcab ediyordu. Pâdişâh, meşveret (danışma) meclisi teşkiliyle, yeni fikrin, bir şahsın değil, devletin malı olması gâyesini güdüyordu. Islahat için yirmi iki devlet adamından bu konudaki düşüncelerini açıklayan birer rapor hzırlamalarını istedi. Yirmi iki kişinin ikisi Avrupalı idi. Bunlardan Bertrauf Osmanlı ordusunda çalışan bir subay, diğeri ise İsveç konsolosluğunda çalışan D�Ohosson idi. Türk devlet adamlarının belli başlıları ise, Sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, Veli Efendizâde Emin, Defterdar Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi ve târihçi Enver Efendiydi.

Diğer taraftan Ebû Bekr Râtib Efendi, o devir için Avrupa�nın güçlü devletlerinden olan Avusturya�nın başşehri Viyana�ya sefâret vazifesiyle gönderildi. Gönderilen bu elçiden, Avusturya�nın bütün müesseselerini incelemesi ve rapor etmesi istendi. Sekiz aylık bir seyahat neticesinde yazılan bu Sefâretnâme�de, alınması gerektiği bildirilen başlıca tedbirler şu maddeler içinde özetlenebilir:

1. Hazinenin dolu ve düzenli olması,

2. Askerin itâatli olması,

3. Devlet adamlarının doğru ve sâdık kimseler olması,

4. Halkın refah ve himâyesinin temini,

5. Bâzı devletlerle ittifak anlaşmalarının yapılması.

Ebû Bekr Râtib Efendiye göre, örnek seçilecek bir devletin askerî kânunları ve nizamları iktibas edilerek, kendi bünyemize uydurup, ihtiyacımıza cevap verecek bir Nizâm-ı Cedid ordusunun kurulması gerekiyordu. Pâdişâhın düşüncelerine tesir eden bu Sefaretnâme, Nizâm-ı Cedid programının hazırlanmasının bir safhasını teşkil ediyordu.

Kendisinden önceki pâdişâhların, ıslahat hareketlerindeki düşüncelerinden faydalanmasını bilen Sultan Üçüncü Selim Han, Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde yapılmak istenilen ıslahatın devlet adamlarından gizli olmasının zararlarını gördüğünden, devlet adamları ile âlimleri yanına çağırarak, onların düşüncelerinden faydalanma ve memleketlerin durumunu daha iyi tahlil etme imkânını ele geçirmek istedi. Ancak layihaları kaleme alan kimselerin askerlik sâhasında tecrübeli olmaması, köklü tekliflerin gelmesine mâni oldu.

Verilen layihalar, başlıca üç görüş üzerinde toplanıyordu:

1. Ordunun, Kânûnî Sultan Süleyman Kânunları�na göre ıslah edilmesi.

2. Sultan Süleyman Kânunları�na, Avrupa nizamlarını tatbik ederek yeniden ordu teşkili,

3. Yeniçeri Ocağı tamâmen kaldırılarak, Avrupa usûllerine göre yeni bir ordunun kurulması.

Üçüncü düşüncede olanlara göre, devletin eski kânunları ihtiyaca cevap veremez hâle gelmiş, Yeniçeri Ocağına fesad karışmış bu da ordunun bozulmasına sebep olmuştu. Bu sebeplerden dolayıYeniçeri Ocağını bir tarafa bırakarak, tamamen Avrupa usûlleriyle yeni bir ordu kurulmalıydı.

Sultan Üçüncü Selim Han, bu fikirlerden üçüncüyü seçti. Programın uygulanması için tertip edilen heyetin başına, İbrâhim İsmet Bey gibi dirayetli bir şahsı getirdi. Bu zat, işin başlangıcında olabilecek tehlikeleri dile getirmişti. Islahat heyetinin hazırladığı program, yetmiş iki maddeden meydana geliyordu. Öncelikle askerlikle ilgili maddelerin tatbikatına geçildi.

Yeniçeri Ocağının birdenbire kaldırılmasının devlete vereceği zarar ortada olduğundan, bu ocağın ıslah edilmesi sırasında yeni ordunun kurulması çalışmalarına başlandı. Yeniçeri Ocağına haftada birkaç gün mecbûrî tâlim konuldu. Humbaracı, Topçu, Lağımcı ve Toparabacı ocaklarının yeni kanunnâmeleri hazırlandı. Bunlar ordunun teknik sınıflarını teşkil edeceklerdi.

Yeni ordunun teşkili ise, Sadrâzam Koca Yusuf Paşanın Ziştovi ve Yaş anlaşmalarından sonra cepheden İstanbul�a dönmesiyle başladı. Sadrâzamın Avrupa�dan subay da getirmesi, tâlimli piyâde askerinin teşkilini hızlandırdı. Pâdişâh bu ordunun yeniçerilerden bağımsız olmasını ve genç yeniçerilerin buraya alınmasını istiyordu. Ancak bunun mahzurları düşünüldüğünden, yeni ordunun Bostancı Ocağına bağlı, on iki bin mevcutlu ve örnek bir ordu gibi teşkili yoluna gidildi. Levend Çiftliği Kânunnâmesi ile yeni ordunun kadroları ve diğer meseleleri açıklanmış oluyordu.

Nizâm-ı Cedid ordusunun kuruluşunda ortaya çıkan diğer bir problemse yeniçeri taraftarlarının çıkaracağı taşkınlıktı. Bunun için halk arasında mûteber olan devlet adamlarından faydalanma yoluna gidildi. Yapılan propagandada, yeni ordunun İstanbul�da Rus tehlikesine karşı muhâfaza için kurulduğunu, İstanbul�a karşı bir tehlike esnâsında Anadolu ve Rumeli�ne dağılmış olan, çiftçilikle uğraşan askerin geç gelmesinin doğuracağı tehlikeler anlatıldı. Pek tesirli olmamakla berâber yapılan propaganda neticesi, ilk andaki tepkiler önlenmiş oldu. Sessizlikten istifâde etmek isteyen devlet, Anadolu�da asker yetiştirme hareketine girişti. Bu harekette, Karaman Vâlisi Kâdı Abdurrahman Paşa ile Amasya Sancakbeyi Cabbarzâde Süleyman Beyin gayretleri semeresini verdi. Ancak Yeniçeri Ocağına tâlim mecburiyeti konması, hâriçten esamî satın alarak ulûfeye kaydolanların işine gelmedi. Ocak içinde usûlsüz âidât toplayanların, kânunnâme ile engellenmesi, çıkarcıları zor duruma soktu. Yapılan karşı propaganda neticesi önce Yeniçeriler tâlime çıkmamaya başladı, sonra da Nizâm-ı Cedide kaydolanların dağılmaları, devlet adamlarına Nizâm-ı Cedidin asker kaynağının sâdece ordu olduğunu anlatmış oldu. Bu esnâda Levend�den başka Üsküdar�da Kâdı Abdurrahman Paşanın askerlerinden teşekkül eden yeni bir ordu tesis edildi.

Nizâm-ı Cedid ordusunun kurulmasının yanı sıra tophâne, tersâne ve mühendishânenin de yeniden organizasyonuna başlandı. Tophâne mensupları elenerek yenilendi, Avrupa�dan top döküm ustaları getirilerek yeni ve kuvvetli top îmâlâtına başlanıldı. Çok ihmâl edilmiş olan donanma ile tersânenin ıslahatına girişildi ve bu konu, Küçük Hüseyin Paşaya verildi. Alınan tedbirler neticesinde donanma her yönden güçlendi. Fennî eğitimde tahsil ve terbiyenin ilerlemesi için, 1773�te açılan Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyûn genişletildi. Bu okullarda, geniş ölçüde yabancı öğretmenlerden faydalanıldı. Okulların kitap ihtiyacını karşılamak için de Üsküdar Matbaası yeniden tesis edildi.

Yapılan değişiklikler, devlet bütçesine ağır yük getiriyordu. Yükün kaldırılması için, sâdece Nizâm-ı Cedidin giderlerini karşılayacak İrad-ı Cedid denilen yeni bir hazine kuruldu. Ayrıca İrad-ı Cedid, ileride meydana gelebilecek harplerin giderlerini de karşılayacaktı. İki yüz bin kese değerinde olacak bu hazinenin gelir kaynaklarını, rüsûm-ı zecriye denilen tütün, içki ve kahveden alınan vergilerle, mahlûl mukataalardan alınan vergi ve her sene yenilenen beratlardan alınan vergiler teşkil ediyordu. Hazinenin hesaplarını görmek için de tâlimli asker nâzırı, İrâd-ı Cedid defterdarı tâyin edildi.

Nizâm-ı Cedid hareketi, askerî sâhadaki yeniliklerin yanısıra idârî, siyâsî ve ticârî sâhalarda aynı istikâmette bir takım teşebbüsleri beraberinde getirdi. İdârî sâhada, Anadolu ve Rumeli, yirmi sekiz vilâyete bölündü ve vezir sayısı buna uygun hâle getirildi. İdâreciliği menfî olan ehliyetsiz kişilere vezirlik verilmemesine dâir kânunnâme çıkarıldı ve tâyinlerin yapılması hakkı, pâdişâh ve sadrâzama verildi. Vezirlerin memuriyet süresi, en az üç, en çok beş yıl arasında sınırlandırıldı. Kadıların durumu, timar nizamnâmesi düzenlenerek, yapılacak muâmelelerin kânunnâmeye uygun olmasına dikkat edildi.

Osmanlı Devletinin iktisâdî, idârî, siyâsî sâhalarında yapılan yenilik ve ıslahatlar, yapılan menfî propaganda, içteki ve dıştaki başarısızlıklar sebebiyle istenilen neticeyi veremedi. Islahatları tatbik edenler arasında, pâdişâha tam olarak itaat edenlerin sayısının az olması da bu başarısızlıklarda rol oynadı. Hâricî düşmanlarla yapılan savaşlar, Arabistan�da Vehhabî, Mora�da Rum, Balkanlar�da Sırp isyanları ile diğer küçük çaptaki isyânları bastırmakta güçlükle karşılanılmasının suçu, devamlı Nizâm-ı Cedid askerine yüklendi. Yeniçeri Ocağı mensuplarının da Nizâm-ı Cedid askerinin çoğalmasıyla kendi maaşlarının ellerinden gideceği korkusu, yeniliklere cephe almalarına yol açtı. Fransa�nın Osmanlı Devleti aleyhine cephe alıp, İstanbul�daki Fransız sefirinin el altından Yeniçerileri, �Maaşlarınız alınıp, devlet ileri gelenlerine dağıtılacaktır� şeklindeki tahrikleri de etkili oldu. Bu hareketin başarısızlığında korkak ve müsrif devlet adamlarının mühim tesiri oldu. Devlet bütçesinden yapılan masrafların artması, hileli sikke kesilmesi veya yeni yeni vergilerin konulmasına bağlı olarak, eşyâ fiyatları arttı. Taşrada vergi tahsildarlarının yolsuzlukları halka büyük sıkıntı getirdi. Bu sebeplerden, yeniliğe karşı olan unsurlar, Nizham-ı Cedid�in yıkılması için fırsat aramaya başladılar.

Napolyon�un Mısır Seferi sırasında Akka Kalesinin önündeki savaşta başarı kazanan Nizâm-ı Cedid ordusundan, Sırp isyanlarına ve Rusya ile savaş tehlikesine karşı faydalanılmak istendi ve ordu Rumeline geçirildi. Ancak bu durumdan şüphelenen Rumeli âyânına, ordunun Sırp İsyânını bastırmakla vazifeli olduğu îlân edildi. Fakat, Sadrâzam İsmail Paşanın ve yeniliğe muhâlif olanların Rumeli âyânı ve Yeniçerileri tahriki, olayların başlangıcı oldu. İlk hâdise Tekirdağ�da meydana geldi. Burada, kurulacak Nizâm-ı Cedid ordusuna dâir fermanı okuyan kişiyi Yeniçeriler öldürdüler. Askeri Edirne�ye götüren Kâdı Abdurrahman Paşaya mukâvemet edilmesi, iç harp tehlikesi derecesine ulaştı. İngiliz donanmasının İstanbul�u yakmakla tehdit ettiği ve düşmanın sınırlara asker yığdığı sırada böyle bir isyânın başlaması, devletin selâmeti açısından kötü neticeler verecekti. Bu sebeple Üçüncü Sultan Selim Han, Abdurrahman Paşayı geri çağırdı. Ancak bu tedbir arzu edilen neticenin aksine, muhâliflerin taşkınlıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Zîra yenilik düşmanlarının şımarmalarına sebebiyet verildi. İstanbul�da Boğaz yamakları isyan etti.

Edirne�deki hâdiseden sonra merkezde yapılan değişiklikler, fayda yerine zarar getirdi. Yeni tâyinlerle, görünüşte Nizâm-ı Cedid taraftarı olanlar, makam sahibi oldular. Ordunun da İstanbul�da bulunmayışını fırsat bilen Yeniçeri ve yenilik muhalifleri, Nizâm-ı Cedidi ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu karardan habersiz olan Pâdişâh, Boğaz yamaklarını Nizâm-ı Cedid�e dâhil etmeye çalışıyordu. Köse Mûsâ Paşa ise el altından haber göndererek, bu askerleri; �Eğer, Nizâm-ı Cedid elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz ocaktan atılırsınız. Belki de Nizâm-ı Cedid sizi öldürecek� diye tahrik ediyordu. Tahrikler sonucu 26 Mayıs 1807 târihinde Büyükdere Çayırında toplanan yeniçeriler isyânı başlattılar. Başlarına reis olarak seçtikleri, Kabakçı Mustafa denilen serkeş de İstanbul halkına, yaptıkları işin mukaddes bir hareket olduğu yolunda propaganda yaptı.

Bu esnâda Kaymakam Köse Murâd Paşa, bir taraftan Pâdişâha isyânı önemsiz gibi gösterirken, diğer taraftan, isyancıları bastırmaya hazırlanan Topçu Ocağına, karşı gelmemelerini emreden haberi gönderiyordu. Böylelikle isyan programı düzenli olarak tatbik edilmeğe başlandı. İsyancılar Et Meydanında (Aksaray�da) toplandıktan sonra, devlet adamlarının içinde bulunan Nizâm-ı Cedid muhâlifleriyle anlaştılar. Pâdişâh durumdan haberdâr olduğunda iş işten geçmişti. İsyânın bastırılması için Nizâm-ı Cedidin kaldırıldığına dâir bir ferman yayınladıysa da, âsiler bu defâ da, Pâdişâhtan on bir kişinin kendilerine teslimini istediler.

Kendisine on bir kişinin isimlerinin listesi verildiğinde çok üzülen Pâdişâh, bütün bunlara sebep, kendi yumuşak huyluluğu olduğunu söyledi. Kan dökülmemesi için âsilerin istekleri kabul edildi. Âsiler verdikleri listede olan kişileri birer yolunu bulup katlettikten sonra bizzat Nizâm-ı Cedidin mîmârı olan Sultan Üçüncü Selim�e karşı hareketlere başladılar. Nihâyet Üçüncü Selim Han da iyi huyluluğu, şefkati ve temiz ahlâkı yüzünden şehit edildi. İsyânın neticesinde de memleket, Avrupa�ya yetişmek yolunda uzun bir süre geri bırakılmış oldu.
#79 - Eylül 21 2008, 16:00:57
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Oğuz Kağan Destanı

Türk destanlarından. Hun-Oğuz destanları grubundandır.

Oğuz Kağan Destanının beş ayrı yazması vardır. Çağatayca, Farsça ve Uygurca yazmalardaki Oğuz Kağan Destanı; Oğuz boyları, Türk dili, edebiyatı, folkloru, târihi ve kültürü hakkında bilgi verir. Bu yazmaların özeti şöyledir:

Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfesin büyük oğlu Türk, doğuda yerleşmişti. Bunun ülkesine Türkistan denildi. Türklerin ilk atası olan Türkün oğullarından büyüğü Kara-Han, Karı-Sayram şehrini başşehir edinmişti. Yaylakları, İpanç şehri yakınlarındaki Or-Tag ile Kür-Tag, kışlakları da Porsuk şehri yanındaki Kara-Kum idi. Kara-Hanın kardeşleri; Or-Han, Kür-Han ve Küz-Han adlarını taşıyorlardı. Kara-Han, hârika olarak doğan oğluna bir yaşında iken ad koyacağı sırada, bu çocuk; Ben sarayda doğduğumdan, adım Oğuz olsun. deyince, herkes şaşırmıştı. Allahın varlığına ve birliğine inanan Oğuz, putperest annesinin sütünü sâdece bir defâ emdi. Babası, Oğuzu, kardeşinin kızı ile evlendirmek isteyince o, Hak dîne girmeyi reddeden amcasının kızları ile evlenmedi.

Oğuz, gençliğinde; yılkıları (at sürüsü) ve insanları yiyen, çok korkulan, azgın bir canavarı öldürerek büyük şöhret kazandı. Oğuzun, teklif edilen kızlar ile evlenmeyiş sebebini öğrenen babası Kara-Han ile amcaları, onun gizli ve kendi dinlerine uymayan bir din taşıdığını anlayarak, bir av sırasında öldürmeyi plânladılar. Suikastı anlayınca, baba ve amcasını öldürdü. Avlanırken Gök-Işık içinde beliren Gök-Kızı ile evlendi. Gök-Kızından üçüz oğlu olup; Gün-Han, Ay-Han, Yıldız-Han, bir rivayete göre de Gün-Alp, Ay-Alp, Yıldız-Alp adlarını verdi. Başka bir gün yine avlanırken, göl içindeki küçük bir adada, dünyâ güzeli Göl-Kızını gördü. Bununla da evlenen Oğuz, Göl-Kızından doğan üçüz oğullarına Gök-Han, Dağ-Han, Deniz-Han, başka bir rivâyete göre de Gök-Alp, Dağ-Alp, Deniz-Alp adlarını verdi. Sonra, Oğuz Han bütün halkını toplayarak, ulu bir toy (ziyâfet) verdi. Kırk yerde ağır sofralar kurdurdu. Toydan sonra Oğuz Han, beğler ile halka yarlıg (ferman) çıkararak, şöyle buyurdu:

�Ben sizlere oldum Kağan
Alalım yay hem de kalkan
Tamga olsun bize boyan
Gökbörü olsun oranı
Demir çıdalar olsun orman
Avlakta yürüsün kulan
İşte deniz, işte muran
Gün olsun tuğ, gök korıkan.�

Bundan sonra Oğuz Han, dünyânın dört yönüne yarlıg yazdı. Elçilere verip gönderdi. Bu fermanlarda şöyle deniyordu:

�Ben Türklerin kağanıyım; dünyânın dört bucağının da hâkimi olsam gerekir. Sizlerden itâatinizi istiyorum. Kim benim buyruğuma baş eğerse, el olursa, hediyelerini kabul eder, kendisini dost sayarım. Her kim de baş eğmezse, ona gazab eder, üzerine ordu çekip, baskın yapar, hemen astırıp, yok ederim!�.

Bu sırada sağdaki Çin Kağanı, kıymetli hediyelerle elçisini gönderip, itâatini saygı ile arz etti; onunla dost oldu. Soldaki Urum Kağan, itâatlerini bildirmediğinden ordusunu çekip, onların üzerine yürüyen Oğuz Han, kırk gün sonra Muzdağ (Buzdağı) eteğine gelince otağına güneyden bir ışık girdi ve içinden, gök tüylü, gök yeleli iri bir erkek böri (kurt) çıktı. Bu Gök-Böri konuşarak, Oğuz Han�a; �Ben senin orduna kılavuz olarak önde yürüyeceğim.� dedi ve böyle yaptı.

Muzdağdan sonra Gök-Börinin kılavuzluğunda batıya yürüyen ordusunun başındaki Oğuz Han, İtil-Müren (Volga Nehri) boyundaki Karadağ önünde yapılan savaşta, kalabalık ordulu Urum-Kağanı yendi, kaçırttı. Urum-Kağanın kardeşi olup, Oğuz�a itâat eden ve saklandığı kaleleri teslim eyleyen Urum-Beğin oğluna, itâatle teslim olması üzerine, Türkçe saklayan, koruyan manâsında �Saklar� (Eslar/Slav) adı verildi. Zaferden sonra, Uluğ-Ordu Beğ adlı birisi, ulu ağaçlardan yaptığı kayıklarla, orduyu İtil�den öteye-batıya, geçirdiğinden, Oğuz Han onu mükâfâtlandırarak, İtil�in batısındaki ülkeleri ona bağışladı ve kendisine oğyuk-ağaç mânâsında Kıpçak-Beğ adını verdi.

İtil Nehri kuzeyinden karanlıklar ülkesinde yaşayan Kıl-Barak veya İt-Barak kavmini de itâat altına alan Oğuz Han, anayurdu korumak için, Uygun uruğunu vazifelendirmiştir. Anayurttan, Afgan ve Hind üzerine sefere çıkan Oğuz Han, yolda her zaman bindiği ala aygırı kaçıp, tepeleri dâimî karlı Muzdağın karları içine gitti. Buna çok üzülen Oğuz, ordusundaki cesur, soğuğa dayanıklı bir beğin, dokuz gün içinde gidip bu atı karlar içinde tutup, getirmesine çok sevindi. Onu mükafâtlandırarak Tanrıdağlar bölgesinin karlı yaylaklarını ona bağışlayıp; �Sen, buradaki beğlere baş ol ve senin adın hep Karluk olsun.� dedi.

Afgan ve Hind ellerini fethetti. Sonra, İran üzerine Horasan�a yürüdü. Yolda, duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı ve kapısı demirden ulu bir konak gördüler. Bunun kilitli kapısını açmak, çok zor olduğundan, Oğuz Kağan pek becerikli, hünerli bir kişi olan askerlerinden Tömürdü-Kağul adlı birisine, Kal-Aç diyerek, buranın kapısını açmasını buyurdu.Seferde yağmalar ve savaşlarda alınan ganimetlerini taşımak için ağaç araba yapan usta askeri çok beğenen Oğuz Han, ona yüklü arabanın yürürken çıkardığı�Kang-Kang� sesine göre Kanglı adını verdi.

Oğuz Han, Dağıstan�daki Tarku ve Derbend bölgelerini fethederek oradan Şirvan, Aran, Mugan ve Gürcistan ülkeleri üzerine gelip buraları da feth eyledi. Yaz sıcağında, ordusuyla Sabalan ve Arar dağlarındaki Alatağ (Ağrı Dağı) yaylaklarında ordusu ile yayladı. Her iki dağa da Türkçe adlar verildi. Oğuz Hanın, bu çevrede fethettiği ülkeye Türkçe Azar-Baygan adı verildi.

Oğuz Han, Alatağ yaylasında iken Gürcistan, Irak, Anadolu ve Suriye ülkelerine elçiler gönderip, itâat etmelerini bildirdi. Kış gelince Mugan Çölünü geçerek, ordusu ile orada ve Kür ile Aras nehirleri arasındaki Aran (Karabağ) kışlağında kışladı. Baharda Gürcüler itâat ettilerse de sonradan caydılar. Oğuz Han, kendi oğullarını, iki yüzer kişi ile bu küçük kavmin üzerine gönderdi ve buradan ordusuna erzak tedârik ettirdi.

Alatağ�dan ordusu ile sefere çıkan Oğuz Han, Anadolu ve Irak üzerine yürüdü. Buraların uluları gelerek, savaşmadan itâat ettiler. Kış bastırınca, Oğuz Han, ordusu ile Dicle Nehri boyunda kışladı. İlkbaharda Şam üzerine yürüdü. Bütün Raka ve Şam ülkesi itâat ettiyse de üç yüz altmış kale kapılı Antakya şehri direnince, bir yıl süren kuşatmadan sonra, burası da zaptedildi. Oğuz Han, Antakya�da tahta geçti. Yanındaki doksan bin askerini bu şehre yerleştirip, kışladı. Askerlerin çoluk çocuğunu da bu ulu şehirde barındırdı. Bu şehirden Altı oğlunu (Filistin ve Mısır ülkeleri) Tekfur�un üzerine öncü olarak gönderdi. Eğer itâat etmezse ordusu ile kendisinin de geleceğini bildirdi. İki gün ve iki gece süren savaşta yenilen Tekfur, yakalanarak Antakya�da Oğuz Hana gönderildi. Oğuz Han itâatini arz eden Tekfur�u haraca bağlayıp yeniden kendi ülkesine hâkim tâyin etti. Yunan ve Frenk ülkesinin durumunu Tekfur�dan öğrenen Oğuz Han, üç oğlunu Yunan, üç oğlunu da Frenk ülkelerini itâat ettirmeğe gönderdi. Tekfur da kendi elçisi ile bu iki ülkeye tez elden şu haberi yolladı: �Bu Oğuzlar, çok büyük kudret ve kuvvet sâhibidirler. Güneşin doğduğu yerden buralara kadar bütün ülkeleri ellerine geçirmişlerdir. Onlara hiç kimse dayanamaz. Siz de kendi isteğinizle, yıllık vergi vererek, onlara itâat ediniz. Karşı çıkıp da halkınız kırılmasın.� Sonunda, Frenk ve Yunan ülkeleri itâat edip, haraca bağlandılar. Üç yıl Antakya�da kışlayan Oğuz Han, Bağdat İsfahan yolu ile İran�a gelip, Demevan Dağından, Horasan-Herat (Afgan) yolu ile ülkesine dönmeğe karar verdi.

Oğuz Han Amuderya�yı (Ceyhun) geçerek, Ilak ülkesindeki Semerkand bölgesine vardı. Buhara sınırındaki Yalbulağaz mevkiine geldi. Anayurduna erişti. Elli yılda dünyâyı feth eden ulu cihangiri, Kanglı ve Uygurlar, dokuz günlük yoldan gelerek karşıladılar. Kürtak Yaylağına gelen Oğuz Han burada, bin evi doyuracak koyun ile dokuz yüz kısrak kestirerek, ulu bir toy verdi. Oğuz Hanın yanında soylu, yaşlı, uzun tecrübeli ve ak saçlı bir Düşüme(vezir) vardı, adı Uluğ-Türk idi. Bu vezir, bir gün rüyâda gördü ki, bir Altın Yay doğudan batıya doğru gidiyor. Uyanıp, rüyâyı, Oğuz Hanın ve neslinin cihan hâkimiyetine tâbir etti. Bunun üzerine Oğuz, oğullarını çağırıp, avlanmalarını istedi. Büyükler doğuya, küçükler batıya doğru ava çıktılar. Gün, Ay, Yıldız yolda bir Altın-Yay; Gök, Dağ, Deniz de yolları üzerinde üç Gümüş-Ok bularak dönüp babalarına getirdiler. Buna çok sevinen Oğuz Han, okların herbirini küçük oğullarının birisine verdi: �Ok, yaya tabidir, onu atarken de öyle olunuz� dedi. Sonra dönüp, Altın-Yay�ı üçe bölerek, her parçasını büyük oğullarından birisine verdi: Bunlara, Boz-Oklar dedi. Sonra, büyük kurultay toplayarak, yanına kırk kulaç boyunda bir direk diktirip, üzerine bir altın tavuk koydu ve dibine bir Akkoyun bağladı; soluna da kırk kulaçlık direk diktirip, üzerine bir Gümüş-Tavuk koydurdu ve dibine bir Karakoyun bağladı. Oğullarından Bozokları, sağ (doğu) yanına, üç-okları da sol (batı) yanına oturtarak, kırk gün, kırk gece yiyip içtiler. Ulu toy yaptılar. Sonra Oğuz Han ülkesini altı oğlu arasında bölüştürdü ve rûhunu teslim etti.
#80 - Eylül 21 2008, 16:03:09
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Türklerde Okçuluk

Ok, eski Türklerde millî silah olarak kabul edilmekte, çeşitli destan ve halk hikâyelerinde ondan bahsedilmektedir. Oğuz kelimesinin oklar mânâsına (ok+z) geldiğini, znin çoğul eki olduğunu iddia eden linguistler (dilbilimciler) de mevcuttur. Gerçekte -z eki birden çok şeyler için kullanılmıştır. di-z, gö-z, sö-z, yü-z gibi. Okun aynı zamanda sembol olarak kullanıldığı da olmuştur. Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar diye iki, Göktürkler de on oklar diye on büyük kola ayrılmışlardı. Orta Asyada yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen oklar, Türklerin ok yapımında çok mahâretli olduklarını göstermektedir. Dede Korkut Hikâyelerinde bir Türkün alp, yâni kahraman olabilmesi için, uçan kuşları ok ile düşürmesinin de şart olduğu belirtilmektedir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, husûsî mektuplarında, ok ve yayı tuğra olarak kullanıyordu. Divan edebiyatında ise ok sevgilinin kirpiklerine yay da kaşlarına benzetilmektedir. Bu bir noktada mürşidin nazarıdır.

Osmanlılar zamânında okçuluk büyük bir ehemmiyet taşımış, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır. Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda okçu birlikleri savaşlarda çok mühim rol oynamışlardır. Özellikle Birinci Kosova, Varna, Gazze, Mısır Seferi ve 1521 Belgrad Muhâsarasının zaferle neticelenmesinde bu birliklerin payı çok büyük olmuştur. Böyle güçlü birlikler teşekkül ettirebilmek için ok tâlimleri ve müsâbakalarının yapıldığı ok meydanları düzenlenmiştir. İlk olarak Orhan Bey Bursa�da, sonra Yıldırım Bâyezîd Gelibolu�da, Fâtih İstanbul�da gemileri karadan Haliç�e indirdiği yerde ve Yavuz Sultan Selim de Yenibahçe�de ok meydanları inşâ ettirmişlerdir. İstanbul�daki ok meydanlarının sayısı otuz civârında idi. Belgrad, Üsküp, Edirne, Bağdat, Kahire, Amasya, Şam, Diyarbakır ve Cidde gibi daha birçok yerde de ok meydanları bulunuyordu. Bu meydanlarda ok tâlimlerinden başka koşular, pehlivan güreşleri ve diğer atletizm müsâbakaları da yapılırdı. Divan şâirleri usta sayılan kemankeşler (okçular) için methiyeler, şiirler yazarlar, rekor sayılan atışlarda nişantaşları dikilirdi. Üçüncü Sultan Selim�in attığı okun düştüğü yere dikilen menzil taşı bugün hâlâ yerindedir. Yavuz Sultan Selim Hanın önünde ok atan kemankeş için zamânından çok sonra Yahya Kemal�in yazdığı şiir bunların en güzellerinden biridir. İkinci Bâyezîd Han, Genç Osman, Dördüncü Murâd, Dördüncü Mehmed Han, Üçüncü Selim Han, İkinci Mahmûd Han ve Sultan Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar, kabri Ok Meydanı�nda olan Dâmâd İbrahim Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kemankeş Ahmed Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa gibi vezirler, okçulukta zamanlarının şampiyonu idiler.

Ok talimleri rüzgârın cihetine göre yapıldığından böyle her rüzgâra mâruz yerler meydan olarak seçilmezdi. Ok meydanlarının bakımı ile uğraşanlara �ihtiyar� denilirdi. Her meydanın üç ihtiyarı olup, baş sorumlu �şeyhü�l-meydan� diye adlandırılırdı. Bunlar aynı zamanda okçuluk tekkesi şeyhliğini de yaparlardı. Şeyhü�l-meydan, kemankeş pehlivanların en kabiliyetli, zeki ve dürüst olanları arasından seçilirdi. Kemankeşliğe yeni başlayanlar ondan müsâde alırlardı. Şeyhü�l-meydan ile menzil ihtiyârı ve mütevelli, meydanın ve okçuluğun bütün meselelerini, ihtilaflarını çözerlerdi. Burada tâlim yapanların imtihanlarını yaparlar ve gençleri okçuluğa teşvik ederlerdi. Üç yüz metreye ok atabilen okçu, �kemankeş� ünvânını alırdı. Okçuluk tekkesi, her sene altı mayısta ok talimlerine başlamak için açılır, pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere tâlimler altı ay devâm ederdi. Okçular, müsâbakalarına �koşu� derlerdi. Okçu meydanına öğleden evvel gelip yemekler yenildikten ve namaz kılındıktan sonra müsabaka başlardı.

Atışlar mesâfe atışı ve �hedefe atış� olmak üzere iki çeşitti. Bir de zarp vurma denilen sert cisimleri delme yarışı vardı. Hedefe atışlarda, hedef tabla veya �puta� denilen kalın meşinden yapılmış ve içi saman dolu cisimlerdi. Tabla iki ayak üzerine tespit edilir. İsâbeti haber vermek için etrafına çıngıraklar konulurdu. Menzil atışına katılanlar meydan sorumlularından olan ihtiyarlar ki �azmâyiş� denilen okları kullanırlar, dokuz yüzcüler, binciler ve bin yüzcüler diye dörde ayrılırlardı. Seksen gez aralıkta dikilmiş iki bayrak arasına düşmeyen oklar müsâbaka hâricinde tutulur, oku en uzağa atan kemankeş müsâbakayı kazanırdı. Târihte meşhur kemankeşlerin menzil dereceleri şöyledir: Tozkoparan İskender 1281 gez (845,4 m), Arap kemankeş 1124 gez (741,8 m), Sübaşı Sinan 1109 gez (731,9 m), Havandelen 1235 gez (815,1 m,), Kazzaz Ahmed 1037 gez (684,4 m), Benli Karagöz 1161 gez (766,2 m), Deve Kemal 1205 gez (795,3 m), Çullu Ferruh 1223 gez (807,1 m) Kaptan Sinan 1232 gez (813,1 m), Bursalı Şela 1271 gez (838,8 m) Solak Bali 1239 gez (817,7 m) (Bir gez 66 cm�dir)

Okçular ok atarken, sol dizlerini yere koyup sağ dizlerini kaldırırlar �Ya Hak� diye salâ verip oku fırlatırlardı. Abdestsiz ok atmazlardı. Kazanan kemankeşin boynuna çaprazvârî şal takılır. Okçular tekkesine götürülürdü. Şeyhü�l-meyâdin de kazanana iltifât ederdi. Müsâbakalarda mükâfât koymak, sadece pâdişâhlara, vezirlere ve şeyhü�l-meydanlara mahsustu. Her yıl binlerce kemankeş yarışırdı. Topkapı Müzesindeki bir belgede; 1671�de sâdece Ok Meydanı�nda 3375 kemankeşin ok attığı belirtilmektedir.

Okçular, kullandıkları âletlere hürmet ederler, tâlim veya müsâbakalardan sonra yay ve oklarını tekkedeki dolaplarına koyarlardı. Okçuluk tekkeleri iki odadan müteşekkil olup birinde sohbet edilir diğerinde ise yemekler yenirdi. Okçuluk sporunun ve tekkelerinin kendilerine âit kuralları olup, bunlara riâyet etmeyenler, kemankeşlikten menedilmeye kadar varan birçok müeyyidelere tâbi tutulurlardı. İstanbul, Edirne, Bursa gibi pekçok şehirde ok îmâlâtçıları büyük çarşılar hâlinde toplanmışlardı. Osmanlı ordusunun ok ihtiyâcını cebeci ocağı karşılamakta, bu ocak tarafından îmal edilen oklar sandıklarla savaş meydanına götürülüp burada kemankeşlere dağıtılmaktaydı. Pâdişâhı ise, dört yüz okçu muhâfaza ederdi.

Osmanlının son zamanlarına doğru özellikle İkinci Mahmûd Han zamânında ateşli silahların iyice yerleşmesiyle, okçuluk eski önemini kaybetmeye başladı.
#81 - Eylül 21 2008, 16:04:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Orhun Âbideleri

Göktürk Devletinden kalma, 7 ve 8. asra âit en eski taş kitâbeler. Üzerinde, Türk Edebiyâtının ilk örnekleri bulunan bengü taşlarıdır.

Moğalistanın kuzey-doğusunda, eski Orhun Nehri yatağına dikilmiş oldukları için bu kitâbelere Orhun Âbideleri, Göktürk Devletine âit oldukları için de Göktürk Kitâbeleri denmiştir. Âbidelerde adı geçen Ötüken Ormanı, Türklerin Birinci İstiklâl Savaşını kazanan Kutluk Kağan tarafından, yeni Türk devletine idâre merkezi olarak seçilen yerdir. Orhun civârında Orhun yazısı ile yazılı daha başka kitâbeler de bulunmuştur. Belli başlıları altı tânedir. Fakat bunların en büyükleri ve mühimleri üç tânesidir. Birincisi olan Kül Tigin Âbidesini, ağabeyi Bilge Kağan, 732de diktirmiş, ikincisi olan Bilge Kağan Âbidesini de ölümünden bir yıl sonra 735te kendi oğlu diktirmiştir. Üçüncü olarak vezir Tonyukuk Âbidesi ise 720-725 senelerinde kendisi tarafından dikilmiştir.

Kül Tigin Âbidesi: Kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rolü olmuş kahraman kardeşine karşı, Bilge Kağanın duyduğu minnet duygularını ifâde eden, bizzât hükümdâr ağzından yazılmış hitap eder. Yere devrilmiş vaziyette bulunmuştur. Rüzgâra mâruz kalan kısımlarında tahribât ve silintiler vardır.Yüksekliği 3,75 metredir. Saf olmayan mermerdendir. İtina ile yontulmuş, yukarı doğru daralmaktadır. Dört cephelidir. Âbidenin doğu cephesinin üstünde kağanın işâreti vardır. Batı cephesi Çince kitâbe ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitâbelerle doludur.

Âbidedeki kitâbeleri, Bilge Kağan ve Kül Tigin�in yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir. Satırların uzunluğu 235 cm kadardır. Cetvelden çıkmış gibidir. Âbidenin Çince kitabesinde Türk-Çin dostluğu, Türk İmparatorluğu ve Kül Tigin methedilmekte, tanıtılmakta ve târihler düşürülmektedir.

Bilge Kağan Âbidesi: Aynı yerde Kül Tigin Âbidesinin bir kilometre uzağındadır. Şekli, tertibi ve yapısı, tamâmiyle birincisine benzemektedir. Yalnız biraz yüksektir. Bu âbidede Bilge Kağan hitabeder. Ayrıca Kül Tigin�in ölümünden sonraki vak�aların ilâve edildiği görülür. Bu eser hem devrilmiş hem parçalanmıştır. Tahribat ve silinti bunda çok fazladır. Bu âbideyi de yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Her iki âbidede de Bilge Kağan�ın sözlerinin dışında Yollug Tigin�in kitâbe kayıtları ve ilâveleri yer almaktadır.

Vezir Tonyukuk Âbidesi: Diğer iki âbidenin biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmemiş, dikili, dört cepheli iki taş hâlindedir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, ikinci taşta 27 satır vardır. Bu âbirde, İltiriş Kağan�ın isyânına iştirâk eden ve o günden Bilge Kağan devrine kadar devlet idâresinin baş yardımcısı olarak kalan, VezirTonyukuk tarafından diktirilmiştir. Âbidede bu kudretli ve tecrübeli müşâvir vezirin kendisi konuşmaktadır.

Orhun âbideleri, Göktürk Devletinin kuruluşundan yarım asır sonra, Türk Beylerinin anayurttan uzaklaşarak, kendilerini Çin�in yumuşak ipeklerine ve hileci siyasetine kaptırıp bozulduklarını anlatır. Eskisi gibi iyi ve bilgili olmayan bu beylerin elinde Türk Devletinin nasıl sarsılıp yıkıldığını aydınlatır. Bu yüzden tam elli yıl, Çin ilinde esir yaşayan doğu Türklerinin, esirlik hayâtına alışamı***, durmaksızın isyan ettiklerini ve sonunda muvaffak olduklarını, yeniden istiklâl kazandıklarını anlatır. Sekizinci yüzyılda, Çinlilere karşı yapılan İstiklâl Savaşı kazanıldıktan ve Türk bütünlüğü sağlandıktan sonra, bunların unutulmaması için diktirilmiştir.

Orhun Âbideleri çok yönlü vesikalardır. Şöyle ki: �Türk milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metin olup; taşlar üzerine yazılmış ilk Türk târihi; Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi; milletle hesaplaşması, devletin ve milletin karşılıklı vazîfeleri; Türk nizâmının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesîkası; Türk askerî dehâsının, Türk askerlik sanatının esasları; Türk feragat ve fazîletinin büyük örneğidir.

Türk içtimaî hayâtının yüksek tablosu; Türk hitâbet sanatının şâheseri, hükümdarâne edâ ve ihtişamlı hitap tarzı; Türk milliyetçiliğinin temel kitabı; Bir kavmi bir millet yapabilecek eser; Türk yazı dilinin ilk örneği ve başlangıcını mîlâdın ilk asırlarına çıkartan delil, Türk ordusunun kuruluşunu ilk asırlara götüren vesîka; insanlık âleminin sosyal muhtevası bakımından en mânâlı mezar taşlarıdır.

Orhun Kitâbelerinden, 12. asırda târihçi Cuveynî, Târîh-i Cihângüşâ�sında bahsetmiştir. Ayrıca Çin kaynaklarında da bu âbidelerden bahsedilmektedir. 1709�da Poltava Savaşında Ruslara esir düşen İsviçreli subay Strahlanberg, 13 sene Sibirya�daki sürgün hayâtında serbestçe gezip dolaştığı yerlerde incelemelerde bulunmuş, 1730�da kendi vatanına döndüğünde araştırmalarını yayınlamıştır. Bunun üzerine 1890�da Heikel�in başkanlığında bir Fin, 1891�de de W. Radloff�un başkanlığında bir Rus ilmî heyeti kitâbelerin mahalline gönderilmiştir. Her iki heyet âbideleri tetkik edip, fotoğraflarını Avrupa ilim merkezlerine dağıtmışlardır. Danimarkalı Bilgin V. Thomsen 1893�te Orhun yazısını çözmeyi başarmıştır. Son olarak Türk bilgini Talat Tekin, Amerika�da Orhun Türkçesinin bir gramerini ve kitâbelerinin yeni bir neşrini yapmıştır. Orhun Kitâbelerinin metninden bir kısmı şöyledir:

�Kişi oğlında üze eçüm apan Bumin Kağan İstemi Kağan olurmuş, Olırıpan Türk Buduning ilin törüsin tutan birmiş, iti birmiş.

Tört bulung kop yagı ermiş. Sü sülepen tört bulungdaki budung kop almış, Kop baz kılmış. Başlığıg yükündürmüş tizliğig sökürmiş.

İlgerü Kadırgan yışka tegi, kirü Temir Kapıg-ka tegi kondurmuş. İkin ara idi oksız Kök Türk ança olurur ermiş, Bilge Kağan ermiş, Alp Kağan ermiş, Buyrukı yime bilgi ermiş erinç, alp ermiş erinç, Beğleri yime, budunı yime tüz ermiş, Anı üçün ilig ança tutmış erinç.
#82 - Eylül 21 2008, 16:05:59
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Osmanlılarda Top ve Topçuluk

Küçük bir uç beyliğinden üç kıtaya hâkim büyük bir cihan devleti kuran Osmanlılar fütühâtlarında topu büyük bir ustalıkla yaptılar ve kullandılar. İlk olarak Sultan Birinci Murâd Han (1359-1389) zamânındaki Kosova Meydan Savaşında top kullanıldı. Sultan Bâyezîd Han (1389-1402), Niğbolu�yu kuşattığı zaman ordusunda top bulunuyordu. Sultan İkinci Murâd Han (1421-1451) zamânında Semendire ve Mora yarımadasındaki Germehisarı kuşatmalarında toptan faydalanılmıştı. 1423�te Osmanlılar elinde bulunan Antalya Kalesini kuşatan Karamanlılara karşı top ilk defâ kale müdâfaasında kullanılmış ve Karamanoğlu İkinci Mehmed Bey, bir gülle isâbetiyle ölmüştür. Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481), devrin en modern toplarının balistik hesaplarını yapmış; istediği vasıfta toplar döktürerek topçuluğa büyük hizmetler getirmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Hanın Novoberda Kuşatmasında, havan topunu kullandığını târihî kaynaklar kaydederler.

İstanbul�un fethinden önce toplar, harp meydanı yakınında veya başka bir yerde dökülüp harp alanına getirilirdi. Fetihten hemen sonra Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481), bir top dökümyeri tesis etti. Galata surlarının dışında bugün de Tophâne olarak isimlendirilen mevkide inşâ edilen bu îmâlâthâne, Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında büyük bir yangın geçirdi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) devrinde, genişletme çabaları sonucunda top döküm binâlarının yanısıra topçular kışlası ve tâlim yerleri yapıldı. Tophâne bu görünümünü Sultan Birinci Mahmûd Han (1730-1754) devrine kadar muhâfaza etmiş ve 18. yüzyıl ortasında, Topçubaşı Mustafa Ağanın yaptığı plân üzerine yeniden inşâ edilen top döküm binâsı çok beğenilmiştir. Fakat külliyenin gerçek genişletilme çabaları, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde olmuş, yeni ek top döküm ocakları inşâ edilmiştir. Sultan İkinci Mahmûd Hanın (1808-1839) tahtta olduğu dönemde yeniden yanan ve tâmir gören Tophâne, dünyâda hâlen mevcut olan en eski top döküm yerlerinden biri olma özelliğine sâhiptir.

Osmanlı ordularında muhtelif zamanlarda çeşitli isim ve cinslerde toplar dökülmüştür. İstanbul�un fethi sırasında Şayka, Prankı, Havan adı verilen havanlar; 16. yüzyılda yapılan toplardan Bacalaşka, Zarbazen, Havan, Şayka, Prankı en dikkat çekenlerdir. On yedinci yüzyıl ortalarına kadar da Zarbazen, Miyane Zarbazen, Şahi Zarbazen, Çakaloz, Prankı, Bedolçka, Morten, Ejderhan, Kolonborna, Miyane, Balyemez ve Havan topları kullanılmıştı. Bu topların herbirinin gülleleri başka başka olduğu gibi, değişik türleri de vardı.

Ordu sefere giderken toplar üçe bölünürdü. Bir bölümü biribirine zincirle bağlı olarak yeniçerilerin önünde, diğer iki bölümse bir hilâl şeklinde ilerleyen ordunun iki kanadında bulunurdu. Kale kuşatmalarında kullanılanlarsa lüzumunda getirilmek için geride bekletilirdi. Top arabalarının ulaşmasına imkân olmayan yerlerdeyse develerle döküm malzemesi götürülerek ihtiyaç duyulan yerde top dökülürdü. Ayrıca kuşatmalarda elde mevcut olan toplar yetmezse yerinde daha büyük çaplı toplar dökülürdü. İstanbul ve Belgrad kuşatmalarında böyle hareket edilerek daha büyük çaplı toplar dökülmüştür.

Osmanlılarda top, döküm ocakları adı verilen yerlerde yapılırdı. Bu işlemin yapıldığı binâlar yüksek duvarlı, kubbeli ve fazla miktarda bacaya sâhip mekânlardı. Ayrıca top dökümü için zemine açılmış büyük çukurlar, erimiş mâdenin taşınması için kullanılan künkler ve döküm esnâsında çıkabilecek yangın tehlikesine karşı su sarnıçlarıyla teşkilâtlandırılırdı.

Bir topun dökümünde esas olan unsur kalıptır. Özel bileşimli çamurun içine keten ve kenevir lifleri gibi dayanıklı malzemeler katılarak yapılan ana maddeye top biçimi verilirdi.

Büyük kalıbın içine yerleştirilen aynı maddeden yapılan ikinci bir kalıp daha bulunurdu. Böylece iki kalıp arasında kalan boşluk, eritilmiş maddenin (demir veya bronz) doldurulduğu esas top gövdesinin meydana gelmesine yarardı. Sıkıca sarılmış olan kalıplar belirli bir müddet sonra açılır ve kalıp içinden çıkan mâdeni top üzerindeki pürüzler giderildikten sonra kullanılmak üzere hazırlanırdı. Osmanlılarda top dökümü ehemmiyet verilen ve kendine has merâsim ile gerçekleştirilen önemli bir olaydır. Başta sadrâzam olmak üzere, şeyhülislâm ve önemli devlet adamları top dökümünün yapılacağı top kârhanesine gelirlerdi. Okunan duâları ve kurban merâsimini tâkiben, top dökümü için kullanılacak eritilmiş alaşım içine altın liralar atılırdı. Böylece tunç alaşımına altın karıştırmakla namlu yapısını kuvvetlendirirlerdi.
#83 - Eylül 21 2008, 16:08:58
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Osmanlı Toprak Hukuku

Osmanlı zamânında beş türlü toprak vardı:

1. Milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı haraçlı, pekçoğu öşürlüydü. Mülk olan toprak dört kısımdı. Birincisi; köy, şehir içindeki arsalar veya köy yanında olup, yarım dönümü geçmeyen ve öşürlü veya haraçlı olan yerlerdi. İkincisi, halifenin izniyle millete satılan ve mahsûlünden öşür verilen mîrî tarla ve çayırlardı. Üçüncüsü öşürlü, dördüncüsü haraçlı topraklar olup, bunlar yarım dönümden büyük tarlalardı.

Bu dört çeşit toprağı, sâhibi satabilirdi. Vasiyet edebilirdi ve vârislerine, ferâiz bilgisine göre taksim olunurdu. Halbuki mîrî toprakları peşin para verip tapuyla kullanan kimseler ölürse, bu toprakların parasından borcu ödenmez. Vasiyet edemez. Vârislerin malı olamaz. Bu topraklar kurban nisabına katılmaz. Satılmaz. Yalnız, izinle, para karşılığı, başkasına devir olunabilir. Mîrî toprağı kirâlayan kimse, her şey ekebilir veya kirâyla başkasına ektirir. Üç sene boş bırakılan toprak başkasına verilir. Kirâcı, mîrî toprağa ağaç, asma gibi şeyleri izinsiz dikemez. İzinsiz, binâ da yapamaz. Meyyit gömülmez. Mîrî toprak, tapuyla kirâlamış olanın mülkü olamaz. Bu kimseler kirâcıdırlar. Bu kimse vefât edince, toprağın vârisine kirâya verilmesi âdet olmuştur. Bu, vârisin şer�i hakkı olmayıp, devletçe yapılan bir ihsandır.

2. Vakıf topraklar olup, öşürlüydü.

3. Umûma terk edilen meydanlar, çayır ve benzerleriydi.

4. Beytülmâlın ve hiç kimsenin olmayan dağlar, ormanlar gibi yerler olup, buraları işletip mahsûl alan Müslüman öşür verirdi.

5. Mîrî topraklar. Memleketin çoğu böyle olup, kirâya verilirdi. Sonraları çoğu millete satıldı. Öşürlü toprak oldu.

Dirlik sistemi: Mîrî topraklar, Osmanlı Devleti döneminde oldukça ilgi çekici bir sistemle işletilmiştir. Dirlik sistemi denilen bu usûl şöyle doğmuştur:

İslâmiyetin doğuşundan beri fethedilen arâzinin rekâbesi (mülkiyeti) Devlet Hazinesine �Beytülmâle� kalıyordu. Hükümet bu arâzinin sâdece kullanılmasını fertlere bırakabiliyordu. Osmanlı Hükûmeti, toprakların fertler aracılığıyla işletilmesini �dirlik sistemi� ile hâlletmiştir. Bu şekilde teşekkül eden dirlikler beş kısımdı:

1. Hâs: Senelik hâsılatı 100.000 akçeden fazla olan dirlik. Pâdişâha mensup büyük zevâtla vezirlere ve beylerbeylerine âit olurdu. Her hâs sâhibi, her 5000 akçe için bir cebeli, yâni savaşa hazır mücehhez (teçhizâtlı) asker çıkarmakla mükellefti.

2. Zeâmet: Hâsılatı 20.000�den 100.000 akçeye kadar olan dirlik. Her 5000 akçe için bir cebeli çıkarmakla mükellefti.

3. Timar: Hâsılatı 3000 akçeden 20.000 akçeye kadar olan dirlik. İlk 3000 akçeye müstesna her 3000 akçe için bir cebeli yetiştirmekle mükellefti.

4. Yurtluk: Tersâne mensuplarını, yâhut bir kalenin muhâfızlarını veya bir kasaba veya şehir memurlarının açıklarını karşılamak için verilen dirliklerdi. Sâhibinin iki veya daha çok bölgenin öşürünü tahsil yetkisi vardı.

5. Ocaklık: Asıl îtibâriyle yurtluktan farklı olmayıp, ocaklık sâhibi öşür vergisi yanında gümrük gibi bâzı resim ve vergilerin de toplanmasına yetkiliydi.

Gerek yurtluk ve gerekse ocaklık verilmesi, hudutları muhâfaza ve bilhassa âni savaşta, ordu gelinceye kadar mücâdele veya asıl ordu yetişince ona iltihâk ederek onunla berâber nihâî zafere kadar harbe iştirakten ibâretti.

Dirlik sâhiplerinin yetkileri: Dirlik teşkilâtında hak sâhiplerine �sâhib-i ard� yâni toprak sâhibi denirdi. Bunlar, o dirliğe dâhil olanlardan biri arâzisini satacak olursa, bu satışta tapu memuru vazifesini görürdü. Sâhib-i ard, öşrü kendisine tahsis edilen toprakları, reâyânın (bu toprakları ekip biçen halkın) vazifesini yapmadığı zaman hükümdara vekâleten onun elinden alıp, başka birisine verebilirdi.

Dirliklerin çöküşü ve ilgâsı: Devlete büyük faydaları olan Dirlik Teşkilâtı, Üçüncü Sultan Mehmed Han devrinden îtibâren zayıflamaya başladı. Bunun sebebi, dirlik sâhiplerine normal (asker) yetiştirme külfeti dışında başka mükellefiyetler yüklenmesi olmuştur. Bu çok önemli müessesenin islâhı yoluna gidilmişse de bir türlü düzeltilemedi. Nihâyet 1839 târihli Tanzimat Fermânı ile bütün dirlikler kaldırıldı. Bu fermanla, memur maaşlarının hazîneden verileceği îlân olundu ve mevcut dirliklerin sâhib-i arzlarını mağdur etmemek için dirliklerin hâsılatı, kayd-ı hayat şartıyla onlar lehine gelir olarak maaş şeklinde bağlandı.

Daha sonra 1858 (H. 1274) târihli �Arâzî Kânunu� çıkarılmıştır. Bu kânundan önce Hicrî 892 senesinde hazırlanmış olan �Hüdâvendigar Livâsı Kânunnâmesi�, Hicrî 922 târihli �Biga LivâsıKânunu�, Hicrî 935�te hazırlanmış olan �Kânun Livâ-i Aydın� ve Hicrî 935 senesinde yürürlüğe konulan �Kütahya Livâsı Kânunu� vardı.

1858 târihli Arâzi Kânunnâmesi hazırlanırken, 1849 târihli Ahkâm-ı Mer�iyeden oldukça istifâde edilmiştir. 1858 târihli Arâzi Kânunnâmesi Osmanlı Devleti dönemindeki beş sınıf toprak rejimini aynen almıştır. Bunlar; mülk topraklar, mîrî topraklar, vakıf topraklar, metrûk (terkedilmiş) topraklar ve ölü topraklardır.

1858 Arâzi Kânunnâmesi�nin yanında daha sonra birçok kânun çıkarılmıştır. Bu kânunlar doğrudan doğruya toprak kânunu sayılmakla berâber, toprak konusuna ilişkin bâzı hükümler ihtivâ ediyorlardı.
#84 - Eylül 21 2008, 16:11:49
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Otağ

Pâdişâhlara ve beylere mahsus büyük süslü çadır.

Otağ, Orta Asya Türk devletlerinde bir azamet, Müslüman-Türk devletlerinde ise bayrak ve tuğla berâber hâkimiyet alâmeti olarak telakki edilmiştir. Çin kaynaklarına göre eski Türklerde bayraksız otağ, otağsız bayrak olmazdı. Uygurlarda, hakan çadırlarına �Bayraklı otağ� denilirdi. Bundan, hakanın çadırının aynı zamanda savaş karargâhı olduğu düşünülebilir.

Otağlar renkleriyle de sâhibinin devlet içindeki mertebesini belirtirdi. Göktürk veUygur hakanlarının çadırları, �Altın otağ� olarak adlandırılırdı. Otağlar ayrıca üzerlerini örten keçenin rengine göre ak, boz, kızıl, kara gibi isimler de alırlardı. Hakanın hareminin bulunduğu çadır dâimâ beyaz renkli olurdu. Oğuz Hanın çadırı, kaynaklara göre, her direği altın varakla kaplı ve üzeri yâkut, safir, zümrüt ve fîrûze ile süslenmiştir. Otağlar bir ev büyüklüğünde olup, içerisi perdelerle odalara ayrılmıştı ve bir evde bulunması gereken bölümler mevcuttu. Altınordu Devletinde hakana âit çadır, beyaz renkte ve uzaktan bir tepeyi andırırdı. Divan hânesinin zemini ipek halı döşeli ve ortada hâkanın oturacağı kıymetli taşlarla süslü taht bulunurdu.

Türk hâkanlarının çadırları kubbeli olur ve gök kubbenin yeryüzündeki bir modeli olarak telakki edilirdi. Eski Türk devlet teşkilâtına göre, gökkubbe altında devlet, çadır kubbesi altında ise âilenin mahremiyeti bulunurdu. Eskilerden beri halk arasında kullanılan �çadırını başına yıkmak� deyimiyle, devletin veya âilenin yıkılmasının kasdedilmesi, çadırın Türk kültüründeki mânâsını açıklamaktadır.

Hâkan otağı, maiyet otağları ve diğer kişilerin çadırların??n savaş ve sulh zamânında belirli bir kurulma düzeni vardı. Bu düzen asırlarca bozulmadan devam etti. Kırgızlarda, ortaya hâkan çadırı kurulur, etrâfı çitle çevrilir ve diğer çadırlar bu çitin dışına kurulurdu. Göktürk ve Uygurlarda ise ortada hâkan çadırı bulunur, diğer çadırlar rütbeye göre çadırın etrâfında halka şeklinde dizilirdi.

Otağ-ı hümâyûn ise, Osmanlı Devletinde pâdişâha mahsus çadırlardır. Çetr-i hümâyûn veya renginden dolayı kızıl çadır olarak da kaynaklarda geçmektedir. Türk sanatının en parlak nümûnelerinden olan otağ-ı hümâyûnlar, Orta Asya�dan beri gelen çadır an�anesinin en mükemmel hâlini almış şekilleridir.

Otağ-ı hümâyûn, birbirine geçilebilen birkaç çadırdan meydana gelirdi. Asıl otağ-ı hümâyûn yedi direkli olup, birbirleriyle bağlantılı bu çadırlar grubunun, cepheden üç kubbeli bir görünüşü vardı. Bu üç kubbenin biri pâdişâhın dinlenme ve arz odası olan dîvanhâne, diğeri hamam odası, üçüncü kubbenin altı ise hazîne-i hümâyûnun muhâfaza edildiği kısımdı. Otağ-ı hümâyûn, savaş meydanında veya konak yerindeki yerleşmede merkez noktasını teşkil ederdi. Sefer süresinde otağın muhâfazası, sipâhî ve silahtâr bölüklerinin vazifesiydi. Otağ-ı hümâyûnun çevresindeki birinci sırada altı bölük askerlerinin çadırları, ikinci sırada yeniçerilerin çadırları bulunurdu.

Seferde veya pâdişâh başka bir yere gideceği zaman otağ-ı hümâyûn iki takım olarak tertip edilirdi. Pâdişâh bir konak yerindeyken ikinci otağ, bir sonraki konakta hazır edilirdi. Bir sonraki konak yerine hareket eden otağ-ı hümâyûnun bakımı ve muhâfazası sipâhî bölüklerinden bir subayın emri altında yapılırdı.

Otağ-ı hümâyûnun sefere hazırlanması, yeniçeri ağasının kontrolünde, �otakçıbaşı� tarafından yapılırdı. Sefer tuğlarının dikilmesinden sonra rikab ağaları, İstanbul�da bulunan dergahların şeyhleriyle birlikte Sultanahmed meydanındaki çadır mehterleri ocağında bulunan otağ-ı hümâyûnu, duâ ve ilâhîlerle kaldırıp bâbüssaâde önüne getirirler, burada önceden dikilmiş tuğlarla birlikte yine duâ ve tekbirlerle alıp, sayıları 400-700 arasındaki çadır mehterleri alayıyla, sefer Anadolu yönünde ise Üsküdar, Doğancılar meydanına; Avrupa yönünde ise Davutpaşa sahrâsına kurarlardı. Böylelikle bütün İstanbul halkı seferin nereye olduğunu anlardı. Otağın, konak mahallinin en güzel manzaralı yerine kurulmasına îtinâ edilirdi. Yerin seçilmesi, konakçıbaşının vazifesiydi. Konakçıbaşının rütbesi, beylerbeyi, sancak beyi veya kapıcıbaşı pâyesinde idi. Muhârebe meydanına gelindiğinde, otağ-ı hümâyûnun kurulması esnâsında, orduda bulunan toplar ve yeniçerilerin tüfekleriyle üç defa ateş ederek selamlamaları âdetti. Sefer müddetince, mehterhâne tarafından ikindi nevbeti vurulurken, otağın giriş kapısının perdesi açık tutulur. Burada konakçı ve otakçı nöbet tutarlardı ve nevbet vurulması bittikten sonra mehterhânenin yaptığı duâya katılırlardı.

Pâdişâh otağları pamuk ipliğinden dokunmuş kumaşlarla yapılır ve kırmızı renkte olurdu. Şehzade, vezir ve beylerbeyleri de kırmızı çadır kurabilirlerdi. Ancak, esas kırmızı çadır pâdişâhlara mahsustu.

Nemçe (Avusturya) Seferi esnâsında Kânûnî Sultan Süleyman�ın çadırı kaynaklarda şöyle tasvir edilir: �Çeşit çeşit boyalarla sanatkârâne bir tarzda nakışlarla süslenmiş, yüksek divanhâneli çadırlardan meydana gelmiş otağın zemini, o zamâna kadar görülmemiş tarzda dokunmuş ipek halılar ve kilimlerle döşenmişti.�

Pâdişâhlar sefere bizzât gitmezlerse otağlarını, sefere memur olan serdâr-ı ekreme verirlerdi. Zigetvar Seferi esnâsında Kânûnî SultanSüleyman�ın otağı olan çadır, Sultan Üçüncü Murâd tarafından sefere giden sadrazam ve serdâr-ı ekrem Sinan Paşaya verilmiş, daha sonra da aynı otağ Satırcı Mehmed Paşa tarafından Macaristan Seferi esnâsında kullanılmıştı.

Otağ-ı hümâyûnların dikilmesi ise otağ-geren-ı hassa denilen sanatkârların vazîfesiydi. Bunlar, dört bölük olan çadır mehterlerinden ayrı yedi kişiydiler. Ayrıca hayme-dûzân (çadır dikiciler), nakış-dûzân (nakışçılar) gibi sanatkârlar da otağ imâlinde çalışırlardı.
#85 - Eylül 21 2008, 16:13:28
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Otuzbir Mart Vakası

Meşrutiyetin muhâfazası için Selanikten İstanbula getirilen Avcı taburlarının 13 Nisan 1909da çıkardığı isyan. Rûmî takvimle 31 Mart 1325�te çıktığı için Otuzbir Mart Hadisesi denilmektedir. İsyânın sonucunda Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilmiş ve meşrutiyet örfîleşmiştir.
Bu vak�anın tertip edilişi, teşvik edicileri bu güne kadar kesin olarak ortaya konamamıştır. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hiçbir ilgisi olmadığı kesindir. Bununla berâber Otuzbir Mart Vak�asının umûmî sebepleri târihçiler tarafından şöyle sıralanmaktadır:

1. Meşrutiyetin îlânından o güne kadar geçen zamanda İttihat ve Terakki Cemiyetinin baskısı ile güvensiz, karışık bir durumun ortaya çıkması.

2. Rum, Ermeni vb. gibi toplulukların istiklâl kazanıp, millî devletlerini kurmak için büyük engel olarak gördükleri Sultan Abdülhamîd Handan kurtulmak istemeleri.

3. 5 ekimde Ferdinand�ın Bulgaristan�da istiklâlini îlân etmesi. Bir gün sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Bosna ve Hersek eyâletlerini ilhak etmesi. Girit halkının Yunanistan�a bağlandıklarını bildirmesi. Adakale�nin Avusturya askerleri tarafından işgal edilmesi, Hükûmetin ve onu tesir altında tutan İttihat ve Terakkînin bu hâdiseler karşısında âciz kalıp, bir şey yapamaması.

4. İkinci ordu subaylarının askerlerin ibâdet yapmalarına, tâlim ve eğitimi ileri sürerek mâni olmaları.

5. İttihat ve Terakkî Cemiyetinin İstanbul�da tertip ettiği siyâsî cinâyetler sonucunda hükümetin kâtilleri yakalamada âciz kalması.

6. Hükümetlerin istifâsı ile siyâsî buhrânın devam etmesi. İttihat ve Terakkinin hükümete müdâhale etmesi.

7. Basından sansür kalkınca herkesin istediğini yazmaya başlayıp karşılıklı ithamların ileri boyutlara varması. Sultan Abdülhamîd Han zamânında bulunmayan Derviş Vahdetî�nin çıkardığı Volkan gazetesi gibi basın organlarının halkı tahrik etmesi. Azınlık gazetelerinin millî maksatlarını ortaya dökmesi.

8. İttihat ve Terakkînin baskısıyla ordu ve devlet idâresinde keyfî olarak yapılan tasfiye.

9. Vak�adan üç gün önce İttihatçı zâbitlerin askerlerine; �Hocalarla kat�iyyen görüşmeyeceksiniz! Askerlikte diyânet meselesi aranmaz!.. Pâdişâh ve efrâd-ı ahâli İttihat Terakki Cemiyetinin elindedir!� telkinlerinde bulunmaları.

10. İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin mason olduklarının halk arasında yayılması. <>Tertip edilişi hâlen karanlık olan Otuzbir Mart Vak�asının öncesindeki olaylarla vak�anın ortaya çıkışı ve neticeleri de şöyledir:

İttihat ve Terakki Partisi önderleri meşrutiyetin îlânından sonra kurulan Said Paşa hükümetine iştirâk etmediler. Partili olan küçük rütbeli subaylar, genç ve tecrübesiz oldukları için hükümette vazife almaktan çekindiler. Tanin gazetesinde Hüseyin Cahid (Yalçın) sorumluluk altına girilmemesi gerektiğini yazdı. Kabîneye girilmeyip iktidar Said Paşa hükümetine bırakıldı. Daha sonraki yıllarda bu eksiklerini tamamlamak için İttihatçıların nâzır yardımcılıklarına getirilme çalışmaları ortaya çıktı. Böylece hem iktidârı almıyorlar, hem de diledikleri gibi müdâhale ediyorlardı. Selanik merkezî kısmı İstanbul�a nakledildi. Hükümet ve devleti kontrol için Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı beyler İstanbul�a gönderildiler.

Meşrutiyeti îlân ettiren İttihatçıların meşrûtiyetten sonra idâreyi bizzat ele almamaları ancak, hükümet işlerine de sık sık müdâhale etmeleri sebebiyle ülkede tedricen bir iktidar boşluğu doğmaya başladı. Pâdişâhın da devlet işlerinden uzak tutulması, meşrûtiyetten sonra devletin otorite buhranına düşmesine yolaçtı. Müesseselerde ortaya çıkan başıboşluk ve otoriter bir gücün mevcut olmayışı isyanlara müsâit bir zemin doğurmaya başladı.

4 Ağustosta nâzır tâyini meselesinde çıkan bir ihtilâf neticesinde Said Paşa kabînesi istifâ etti. Yerine Sultan Abdülhamîd Hanın; �O diktatör olmak ister.� diye bahsettiği Kâmil Paşa sadrâzam oldu. Kâmil Paşa, Nâzım Paşayı Harbiye nâzırlığına getirdi. 24 eylülde İttihat Terakkiye muhâlif olarak kurulan Ahrar Fırkası, Türk siyâsî târihinin ikinci partisi oldu. Fırkanın ileri gelenlerinden çoğu Türk asıllı olmayıp kurucuları arasında Celâleddin Ârif, Nihat Reşad (Belger), İsmail Kemal, Ahmed Samim ve Prens Sabahaddin gibi şahsiyetler vardı. Bünyesinde meşrutiyet aleyhtarı kimseleri ve daha sonra ikinci meşrûtiyet meclisinde yer alan Hıristiyan mebusları topladı.

Meşrûtiyetin îlânından sonra toplanacak meclis için yapılacak seçimler, çeşitli kesimlerin birbirlerini karşılıklı suçlamalarına yolaçtı. Seçim kampanyasının Bosna-Hersek�te de yürütülmesini protesto eden Avusturya, 5 ekimde Bosna-Hersek�i işgâl etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını, Girit de Yunanistan�a katıldığını îlân etti. Ülkede seçimlerle berâber gelen karışıklıklar ve dışarıda karşılaşılan bu gibi felâketler, meşrûtiyete bağlanan ümitleri söndürdü. İttihat ve Terakkinin îtibârı zayıflamaya başlayınca da güçlenen muhalefeti ezmek için düzenlenmiş fâili meçhul sûikastler ortaya çıktı. 19 Ekimde Selanik�te Üçüncü Orduya bağlı avcı taburları meşrûtiyetin muhâfazasını ve şehrin güvenliğini sağlamak için İstanbul�a getirildi.

Meşrûtiyetten sonra İttihatçıların baskısıyla orduda alaylı subaylar ve memurlar arasında yapılan tasfiyeler gayr-i memnunların sayısını arttırarak huzursuzlukları şiddetlendirdi. Matbuattan sansür kaldırıldığı için Serbestî, Mîzân, Tanin ve Volkan gibi gazetelerde alaylı-mektepli subay ayrımına dâir başlayan sert ve tahrikçi üsluptaki yazılar, subayların birbirleriyle ve erlerle arasının giderek açılmasına sebep oldu. Volkan gazetesinde Derviş Vahdetî, İttihatçı subayların erler arasında dîne karşı takındıkları menfî tutumları istismâr ederek orduyu ve halkı isyana teşvik ediyordu. 2 aralıkta daha önce Manastır Postanesinden çıkarken vurulan Şemsi Paşanın akrabâsı İsmail Mâhir Paşa, Sultanahmed Meydanında öldürüldü. Kâtil, kaçmayı başardı. Önceden beri devam etmekte olan bu gibi suikastler halkta Balkan komitacılığı usûlündeki cinâyetlerin devam edeceğine dair bir inanç uyandırıyordu. 17 Aralıkta toplanan mecliste İttihatçılar ekseriyeti sağladılar.

Hükümet Avcı taburları ile hiç meşgul olmadığı gibi İstanbul�un inzibatı avcı taburu çavuşlarının emrine tâbi kılındı. Bunların İstanbul�da eğlence hayâtına dalmaları yüzünden askerlikle alâkaları kesilmeye başladı. Subaylarının önemli bir kısmının da izne ayrılması ile iyice başsız ve disiplinsiz kalan bu taburlar, içeriden ve dışarıdan tahrik edilmeye başladılar. Bu sırada Enver Bey Berlin�e, Ali Fuad Bey Viyana�ya, Fethi Bey Paris�e ve Hâfız Hakkı Bey de Roma�ya ataşemiliter olarak tâyin edildiler. Harbiye Nâzırı NâzımPaşa da ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı bir grup kurmaya çalışıyordu. Prens Sabahattin, Hukuk-ı Beşer gazetesinde yazdığı yazılarla pâdişâh Abdülhamîd Hanın tahtta kalışına karşı çıkıp, İttihatçıların meşrûtiyetten sonra da gizliliklerini sürdürmelerine muhâlefet ediyordu.

Sadrâzam KâmilPaşa da İttihatçıların baskısından kurtulmak istiyordu. Avcı taburlarını Yanya civârında isyan eden Yunan çetelerine karşı göndermek istedi. Buna muhâlefet eden İttihat ve Terakki, meclisteki çoğunluğuna dayanarak gıyabında yapılan bir gensoru ile Kâmil Paşayı düşürdü. Abdülhamîd Han meclisin kararına uyarak Kâmil Paşanın istifâsını kabul etti ve yerine Hüseyin Hilmi Paşayı 14 Ocakta sadrazamlığa getirdi. Kâmil Paşa bundan sonra muhalefetle işbirliği yapmaya başladı.

23 Ocak 1909�da Harbiye Mektebinde çıkan bir karışıklık sonucunda altmış talebe atıldı. 6 Şubatta da Derviş Vahdetî tarafından İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti kuruldu. Derviş Vahdetî, Volkan gazetesindeki tahrik edici yazılarından birinde, pâdişâha seslenerek; �Meşrutiyeti ilgâ ve meclisi kapatmak elinizdedir� diye yazıyor ve askerlerin ve ordunun büyük bir kısmının, kurduğu cemiyetin üyesi olduğunu iddiâ ediyordu. Bu sırada Harbiye nezâreti yayınladığı bir genelgeyle ordunun siyâsetle uğraşmasını yasakladı. Medrese talebelerinin imtihan edilmesiyle alakalı bir kânun teklifiyse bunların nümâyişine sebep oldu. İstanbul�da durum iyice bozulmuştu. 7 Nisanda Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, fâili meçhul kişilerce öldürüldü. 13 Nisanda ise dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı saat 04.00�da isyân ederek subaylarını hapsettiler. Ayasofya�daki Meclis-i Mebusan önüne gelerek burada toplanmaya başladılar. Derviş Vahdetî ve arkadaşları da aralarındaydı. Tanin ve Şûrâ-i Ümmet gazetelerinin idârehâneleri tahrip edildi. Adliye Nâzırı Nâzım Paşa, AhmedRızâ zannedilerek, Lazıkiye Mebusu Emir Arslan da Hüseyin Câhit zannedilerek öldürüldüler.

İsyan meşrû gerekçelerden, kuvvetli önderlerle idârecilerden, güçlü destekten mahrum ve baştan tecrid edilmiş bir şekilde başladı.Hareketin başında az veya çok tanınmış birisi yoktu. İsyanın en önde gelen siması Hamdi Çavuştu. Halk tamâmen ayaklanmanın dışında kaldı. Yüksek seviyede din adamları ayaklanmada yer almadıkları gibi, başında çavuşların bulunduğu bu isyanı tenkit ettiler. İlim adamlarından müteşekkil olan Cemiyet-iİlmiye ve siyâsî teşekküllerin aralarında birleşerek meydana getirdikleri Hey�et-i müttefika-i Osmaniye teşkilâtları meşrûtiyete sadâkatlerini beyan ederek isyâna karşı çıktılar.

Abdülhamîd Han isyânı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraf sonucunda öğrendi. O zaman telefon olmadığı için meclisteki telgraf merkeziyle isyânın mâhiyetini ve âsilerin taleplerini öğrenmeye çalıştı. İsyancılar Mebusan Meclisine gönderdikleri tezkirede Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşanın görevden azlini ve Nâzım Paşanın Harbiye nâzırı olmasını, alaylı subaylardan daha önce tasfiye edilenlerin orduya geri alınmasını istiyordu.

Pâdişâh bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşayı sadrâzamlıktan aldı. Ancak yerine Tevfik Paşayı sadrâzam, Müşir Ethem Paşayı Harbiye nâzırı yaptı. Mâbeyn başkâtibi Cevad Beyi isyancılara göndererek isteklerinin kabûl edildiğini, vazgeçerlerse affedileceklerini bir hatt-ı hümâyûnla bildirdi. Bunun üzerine isyancılar yatışarak dağıldılar. Ertesi gün tahrikler sonucu tekrar toplandılar. Ancak bu sefer de Gâzi Osman Paşa gönderildi. Paşanın nasîhat etmesinden sonra dağıldılar.

İsyan esnâsında dâireler kapandı ve İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmî mensupları Selânik�e kaçtılar. Hüseyin Câhid, Suriyeli meşhur bir Hıristiyan âile olan Mutranların evine, oradan da Rus elçiliğine sığındı. Dr. Nâzım, Vefâ da Münir Beyin nezdinde mahfuz kalıp, oradan Selanik�e kaçtı, Ahmed Rıza, topçu subayı Süleyman Remzi Beyin delâletiyle Şehzadebaşı�nda Ali Beyin evinde gizlendi. Bahaeddin Şâkir ise Fransız sefâret memuru Mösyö Roe�nin evinde saklanıp, sonra Hareket ordusuna katıldı.

Ancak, isyânın Rumeli�deki yankısı çok büyük oldu. İsmâil Canbolat; �Meşrutiyet mahvoldu� diye telgrafla Selanik�e isyânı haber verdi. Hâdiseyi kimin hazırladığı belli olmadığı içinAbdülhamîd Han, boy hedefi oldu. İttihat ve Terakki merkez ve şûbelerinden saraya tehdit telgrafları yağmaya başladı. Bir günde 67 telgraf geldi. Üçüncü Ordu mensubu askerlerle gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden müteşekkil bir ordu kuruldu. Edirne�deki İkinci Ordu ile de temasa geçilip, bunların katılması sağlandı. Trenlerle İstanbul�a sevkedilen bu orduya �Hareket Ordusu� denildi. Ordunun başına önceHüseyin Hüsnü Paşa geçmişse de, komutanlığa daha sonra Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Orduya, Hadımköy�e geldiğinde Şevket Turgut Paşa komutasındaki Trakya gönüllüleri de iştirâk etti. Askerlerin büyük bir kısmı gerçek durumdan haberdâr olmayıp, pâdişâhı kurtarmaya geldiklerini zannediyorlardı.

Pâdişâha sâdık bâzı paşalar saraya gelerek Yıldız ve civârındaki birliklerin Hareket ordusu çapulcularına karşı kullanılması için izin istediler. Abdülhamîd Han, yalnız pâdişâh değil, aynı zamanda halîfe olduğunu, otuz üç senedir aslâ kan dökmediğini belirttikten sonra; �Tüfekçilerin silahları toplansın. Kimse silah atmasın, Müslümanı Müslümana kırdırmam.� diyerek bunu reddetti. Kuvveti olmasına rağmen büyük fitne çıkmaması için bunun kullanılmasına izin vermedi. İttihatçıların önde gelen simalarından Tahsin Bey (Uzer) hatıralarında; �Sultan basiretli davranıp askerler arasında kan dökülmesine meydan vermedi.� demektedir. Emre rağmen bâzı direnmeler oldu ise de, şehir Hareket ordusunca bir günde ele geçirildi ve sıkıyönetim îlân edildi (25 Nisan 1909).

Hareket Ordusu İstanbul�a gelince önce Yıldız Sarayı muhâsara edildi. Muhâsaradan önce İngiliz, Rus ve Fransız elçilerinin yaptığı yardım teklifi Abdülhamîd Han tarafından reddedildi. Saray muhafızlarının silahları toplanıp Hareket ordusuna teslim edildi. Saray ve civârını besleyen büyük mutfakların ateşleri söndürüldüğü için Sultan ve maiyeti aç bırakıldı. Kendilerine bir miktar tayın ekmeği gönderildi.

27 Nisanda Said Paşa başkanlığında toplanan mecliste Hareket ordusu lehine bir beyannâme okunduktan sonra Abdülhamîd Hanın hal�ine, Mehmed Reşad�ın pâdişâhlığına karar verildi. Elmalılı Hamdi (Yazır) tarafından hal� için hazırlanan müsveddeye îtiraz eden fetvâ emini Hacı Nûreddin Efendi; �Hâl�de şeâmet vardır, Sultan Azîz hal� edildi, başımıza 93 Harbi faciası geldi.� diyerek imzâlamak istemedi. Ancak İstanbul mebusu Âsım Efendinin �Hal� edilmekten başka çâre yoktur. Hal�edemezlerse öldürürler.� deyince mecbûren imzâladı. Yeni şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından müsveddeye son şekli verilip, hal� veya ferâgati meclise bırakıldı. Meclis hal�i kabul etti. Bundan sonra hazırlanan iki heyetten birisi Dolmabahçe Sarayına diğeri de Yıldız�a gönderildi.

Dolmabahçe�ye giden hey�ette Bolulu Habib, Toygarlı Hâlid ve Kadıköylü Fehmi isminde Hareket ordusu veİttihat ve Terakki mensubu küçük rütbeli üç subay vardı. Reşad Hana pâdişâhlığını tebliğ ettiler ve daha sonra tahta geçiş merâsimi icrâ edildi.

Yıldız�a Sultan Abdülhamîd Hana hal�ini tebliğ için gönderilen hey�etin teşekkül tarzı ise Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebeasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bunlar Emanuel Karasso, Esat Toptanî, Aram Efendi ve pâdişâhın uzun seneler yâverliğini yapmış olan katışık soydan Ârif Hikmet Paşa idiler. Padişah hal� kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevad Beye sorup öğrenince; �Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal� kararını bildirmek için bir Yahûdî, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı!� demekten kendini alamamıştır. Kararın tebliğinden sonra artık Çırağan Sarayında oturmak istediğini söylemiş ancak kabul edilmeyerek kırk sekiz saat içinde mâiyyetiyle berâber Selanik�e gönderilmiş, burada Alatini Köşküne hapsedilmiştir.

Abdülhamîd Hanın Yıldız�dan uzaklaştırılmasından sonra saraydaki mevcut elmas, inci gibi mücevherler, değeri milyarları bulan târihî kıymetler, sandıklar içinde Harbiye nezâreti dış kapısı yanındaki iki binânın alt katlarına yerleştirildi. Ancak daha sonra mühürlü kapılar İttihatçılar tarafından açılarak bunlar yağma edildi ve bu tecâvüz sebebiyle de hiç kimseye mesuliyet yüklenemediği gibi suçlular da tespit edilemedi.

Hadiseden sonra kurulan Dîvân-ı Harp, isyancılardan 56 kişiyi îdâma mahkûm etti. Derviş Vahdetî de bunlar arasındaydı. Cezâlar 3 Mayıs-25 Haziran arasında infâz olundu. Prens Sabahaddin önce tevkif edilip, sonra serbest bırakıldı. O da hemen Avrupa�ya kaçtı. Diğerleri de sürgün ve hapisle cezâlandırıldılar. İsyânın mâhiyetini ve tertipçilerini araştırmak için kurulan komisyon kısa bir müddet sonra dağıtıldı. Hareket Ordusu İstanbul önlerindeyken Abdülhamîd Han; �Mâdem beni istemiyorlar saltanatı birâderime ferağ ederim, devleti o idâre etsin. Fakat bir meclis mi, yoksa Dîvân-ı Âli mi ne kurulursa kurulup, benim hâdiseyle alâkamın olup olmadığı tespit edilmelidir.� demişti. Ancak Said Paşa; �Suçsuz çıkarsa hâlimiz nice olur?� diye resmî tahkîkatın açılmasına mâni oldu.

Hiçbir ciddî târih kitabında hâdisenin pâdişâh tarafından çıkarıldığına dâir bir bilgi, belge yoktur. Sultan Abdülhamîd Hanın muârızlarından olan Ahmed Refik Bey (Altınay), 31 Martın muhâliflerce tertip edildiğini, pâdişâhın bir ilgisi olmadığını belirtmektedir. Talat Paşa ve Meclis-i Mebusan Başkanı Ahmed Rızâ da pâdişâhın suçsuz olduğunu beyan etmektedirler. Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi Hatırat-ı Siyâsiye�sinde isyânın İttihat ve Terakki tarafından pâdişâhı tahttan indirmek, aleyhlerinde hâsıl olan menfî düşünceleri temizlemek maksadıyla tertip edildiğini yazmaktadır. Bâzı târihçiler de, �İsyânı pâdişâh tertip etseydi askerleri başsız bırakmazdı.� demektedirler.

31 Mart Hâdisesinden sonra İttihat ve Terakki diktatörlüğüne giden yol açılmış olup, meşrutiyet örfîleşmiştir. Bundan sonra yüksek rütbeli subaylar da İttihat ve Terakkiye katılmışlardır. Osmanlı Devletinde her yönüyle bir anarşi ve yıkım devri başlamış, dağlardan inerek meşrûtiyeti selamlayan Balkan komitacıları tekrar dağlara çıkmışlar ve bir daha da inişleri olmamıştır. Otuzbir Mart Vak�asını tertip edenler ve Sultan İkinci Abdülhamîd�i tahttan indirenler sonunda, devleti Birinci Dünyâ Harbine sokup memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İş bununla da kalmadı, bunlar işbirliği yaptıkları kimseler tarafından öldürüldüler. Bu olayların hepsi, Otuzbir Mart Vak�ası ile başlamış ve on sene içinde devlet ve millet yok olma noktasına gelmiştir.

Otuzbir Mart Vak�asının gizli tertipçilerinden olan Selim Sırrı Tarcan ile Rızâ Tevfik Beyin aşağıdaki îtirafları bu olay hakkında Türk târihine ışık tutmaktadır:

�1908 İhtilâlinden evvel, bizleri başta İngiliz sefiri olmak üzere Fransız, İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler. Onlardan büyük mikyasta fikir muâveneti (yardım) ve teşvik gördük... Hey - Rızâ! Meğer kimlere hizmet etmiş?

Nihâyet hürriyeti de -kimlere- îlân ettik! Selim Sırrı ile berâber ben de İstanbul sokaklarında üzerine çıkıp �Yaşasın hürriyet� nutukları atacak nice basamak taşları aradık.

Bir gün Talât�a (Talât Paşa) dedim ki: �Biz bu ihtilâl için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti îlân ettik. Gidelim bu süferâyı (elçileri) ziyâret edelim, teşekkür edelim.�

Evvelâ İngiliz sefâretine gittik. Galatasaray�daki o muhteşem binâyı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emindim ki sefir de dâhil olmak üzere bütün sefâret erkânı içerdeydi. Fakat bizi karşılayan sefâret kavası, kimi sorduksa �Yok!� dedi. Çok soğuk bir adem-i kabul (kabul etmemek) idi bu. Bir mânâ veremeden dönmüştük.

Cünye�de idim. Emir Abdullah�tan bir dâvet mektubu aldım. O yıl farîze-i hacı îfâ için (hac farîzesi) gidecekleri Hicaz�a beni de dâvet ediyordu. Kabul ettim. Emir hazretleri, atlas kese içinde altın olarak maddî cihetten de beni çok taltif etti. (Rızâ Tevfik sürgündedir.)

Oğlum Said, İngiltere�de oturuyordu. Onu ziyârete Londra�ya gitmiştim. Said�e İskoç asilzâdelerinden Lord Nikılsın (1909�da, İngiltere�nin Türkiye büyükelçisi) cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alâkalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihyâ eylemek üzere ziyârete gittim.Sohbet sırasında İstanbul sefâretinin (İstanbul�daki İngiliz elçiliğinin 1909�daki) bize gösterdiği o soğuk adem-i kabul hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum:

-Dostum Rızâ Tevfik Bey... Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilâl olacak; istibdatla berâber sultan da bu bâhusus temsil ettiği hilâfet müessesesi de alaşağı edilecek. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz netiyceyi alamadık. Zîrâ ihtilâl yaptınız, gerçi Kânûn-ı Esâsî geldi, fakat Sultan da hele hilâfet müessesesi de yerinde bâki...

Lord cenaplarına tekrar sordum:

-İngiltere devlet-i fahîmesini hilâfet müessesesi bu derece şiddetle neden alâkadar ediyor?

-Ha... Dostum Rızâ Tevfik Bey... Biz Mısır�da bilhassa Hindistan�da İslâm kitlelerini idâremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan? Yılda bir defâ bir �selâm-ı şâhâne�, bir de �Hafız Osman Kur�ân-ı kerîmi� gönderiyor, bütün İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde, emrinde tutuyor.

İşte biz ihtilâlden ve siz Jön Türklerden ihtilâl sonunda, sultanların da, hilâfetin de, yâni bir selâm-ı şâhâne ve bir Hâfız Osman Kur�ânıyla kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz...� (Ahmed Kabaklı-Temellerin Duruşması-1989)
#86 - Eylül 21 2008, 16:15:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Tuğra

Pâdişâhın ismi ve lakabı bulunan alâmet, imzâ. Tuğranın Farsçası nişan; Arapçası tevkîdir. Tuğra, bütün İslâm hükümdârları tarafından kullanıldı ve ferman, berât vesâire ile paralarda, pâdişâhların nişan ve alâmetleri olarak tuğraları çekildi.

Türk İslâm devletlerinde en gelişmiş tuğra nümûnelerine Osmanlılarda rastlanmaktadır. Osmanlılar tuğrayı, Anadolu Selçukluları ve devâmı olan Anadolu beyliklerinden aldılar ve geliştirdiler.

Osmanlı pâdişâhlarında ilk tuğra, Orhan Gâzi tarafından kullanıldı. Orhan Gâzinin kullandığı yazılı tuğralardan ilki 1324 (H.724 Rebîulevvel) diğeri 1348 (H.749 Rebîulâhir) târihli olup, Orhan bin Osman ifâdesinden ibârettir. Sultan Birinci Murâd�ın tuğrası da aynı şekilde olup, Çelebi Sultan Mehmed�den îtibâren �Han� sıfatı ilâve edilmiştir. Tuğranın üç keşideli ve çifte kavisli şekli Birinci Murâd Handan îtibâren görülmektedir.

Tuğralara duâ cümlesi olarak el-muzaffer dâimâ ibâresi konulmasına ilk defâ İkinci Murâd Han zamânında başlandı. Yavuz Slutan Selim�in tuğrasında ilk defâ �Şâh� ünvânı ortaya çıktı. Yavuz�un tuğrası �Selim Şâh bin Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ� şeklindeydi. Kânûnî�nin tuğrasında bu ünvan baba ismine de eklenerek �Süleymân Şâh bin Selim Şâh Han el-muzaffer dâimâ� şeklini aldı. Sultan İkinci Mahmûd Handan îtibâren ise tuğralarda �Şâh� yazıları kaldırıldı.

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde standart seviyeye eriştiği kabul edilen tuğranın yazılması şu şekilde olurdu.

Hükümdârın ismi tuğranın en altına yazılır ve bu ismin son harfinin az yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden �ibin=oğul� kelimesi ve hükümdâr isminin üzerine de, babasının adı konur ve �han� kelimesinin nûn�u da ikinci bir kavis teşkil ederdi. En üste gelen İslâm harfleriyle yazılı�el-muzaffer� kelimesinin a harfi sağdan sola ve kavisin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de yine İslâm harfleriyle �dâima� ibâresi konurdu. Alttaki birinci kavisin genişliği daha büyük ve ikinci kavis onun içerisinden dönmekte olup her iki kavisin uçları sağda ve en sonda darala darala nihâyet birbirleriyle bitişirlerdi.

Pâdişâhların tuğraları ahitnâme, nâme-i hümâyun, ferman, berat üstüne ve ortaya konulurdu. Tuğra, kâğıtların ve yazıların büyük, orta ve küçük oluşuna tâbi olup, yazı ve kâğıtlarla mütenâsip büyüklükte çekilirdi. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak âdeti sonradan ihdas edildi.

Son devirlerde berat, menşur, ferman, ahitnâme ve sâire üzerine çekilen tuğra, paralarda ve defterhâne defterlerinin (arâzi, timar vs) başlarına da çekilmiş olup, daha sonraki târihlerde ise, bir arma olarak senetlerde, pullarda, bayraklarda, nüfus kâğıtları üzerlerinde, binâlarda, yapılan çeşme, câmi, imâret kitâbeleri üzerinde de görülmek sûretiyle umûmileşti.

Tuğra yapı olarak dört bölümden meydana gelir:

1. Halk arasında �sele� de denilen, sözlük anlamı �Açık duran baş parmağın ucundan işâret parmağının ucuna kadar olan uzaklık� demek olan sere veya kürsü; tuğranın metin kısmıdır. Bunda pâdişâhın ve babasının adları ile Şah, Han, el-Muzaffer kelimeleri yazılıdır.

2. Beyze: �Bin� ile �Han� kelimelerinin �n� harflerinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavise denir. İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır. �Dâimâ� kelimesi bunun ortasındadır.

3. Tuğ veya elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki ||| çekmeye (üç elife) verilen addır. Bunların üzerine flama gibi çekilen kıvrıklara zülüf veya zülfe denmektedir.

4. Hançere veya kol: Beyzelerin devâmı olan ve �el-Muzaffer� kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi hâlinde uzanan kısma denir.

Pâdişâh vesikalarında �tevki-i hümâyun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misâl-i meymun, alâmet-i şerif, tugra-ı garra� gibi isimlerle zikredilen tuğra, Osmanlılarda tuğrakeş ve hattatlar eliyle yüzyıllarca işlenerek güzelleşti. İçlerinde özellikle Sultan Üçüncü Ahmed Han gibi bâzı pâdişâhlar da tuğralarını bizzat kendileri sanatlı bir şekilde yazmışlardır. Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) devrinden kalan birçok tezhipli tuğraların gösterdiği gibi 16. yüzyıldan îtibâren daha güzel bir şekil alan tuğra, 18. yüzyıl başlarından îtibâren daha da gelişti. Tuğraların son şekli, Sultan İkinci Mustafa Han (1695-1703) zamânında başlamıştır. Osmanlılarda yazının gelişmesini tâkip ederek hat ve istif olarak Sultan İkinci Mahmûd Hanın son yıllarında en mükemmel şeklini aldı.

Osmanlılarda tuğra çekmek yalnız pâdişâhlara mahsus bir hak değildi. 1594 (H.1003) târihine kadar Çelebi Sultan adıyla eyâlet ve sancaklarda vâlilik eden Osmanlı şehzâdeleri, kendi eyâletlerine âit işler için pâdişâh tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı. Çelebi sultanların tuğraları da aynen hükümdâr tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisli olurdu.

Ayrıca lüzumu hâlinde, hudutlardaki eyâletlerde bulunan vezirlerin, aradaki mesâfenin uzaklığına ve siyâsî duruma göre mühim meselelerde tuğra çekmelerine müsâade olunmuştur. Tuğrakeş vezir denilen bu eyâlet vâlilerinin tuğra çekmek selâhiyetleri, kemankeş Kara Mustafa Paşanın sadâretine kadar devâm etmiş ve ondan sonra kaldırılmıştır.

Hükümdâr ve şehzâde tuğralarından başka, veziriâzamın ve eyâletlerdeki vezir ve beylerbeyi ile sancakbeylerinin, mütesellimlerin hükûmet ve eyâlet işlerine âit yazışmalarda imzâ yerine geçmek üzere kullandıkları, pençe ismi verilen ve tuğraya benzeyen alâmetleri vardı.

Osmanlılarda tuğrayı; ilk devirlerde dîvân-ı hümâyun dâiresinin âmiri olan tuğrâî, daha sonraları ise, nişancı ve tevkıî denilen kimseler çekerdi. 16. asrın ilk yarısından sonra tuğrâî kullanılmamış ve 18. asırdan îtibâren tevkıî ıstılâhı yaygınlaşmıştır. Bu târihlerde muvakkı-i sultânî, tuğrakeş-i ahkâm, hizmet-i tevkıî tâbirleri kullanılmıştır
#87 - Eylül 21 2008, 16:16:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Tuğra

Pâdişâhın ismi ve lakabı bulunan alâmet, imzâ. Tuğranın Farsçası nişan; Arapçası tevkî�dir. Tuğra, bütün İslâm hükümdârları tarafından kullanıldı ve ferman, berât vesâire ile paralarda, pâdişâhların nişan ve alâmetleri olarak tuğraları çekildi.

Türk İslâm devletlerinde en gelişmiş tuğra nümûnelerine Osmanlılarda rastlanmaktadır. Osmanlılar tuğrayı, Anadolu Selçukluları ve devâmı olan Anadolu beyliklerinden aldılar ve geliştirdiler.

Osmanlı pâdişâhlarında ilk tuğra, Orhan Gâzi tarafından kullanıldı. Orhan Gâzinin kullandığı yazılı tuğralardan ilki 1324 (H.724 Rebîulevvel) diğeri 1348 (H.749 Rebîulâhir) târihli olup, Orhan bin Osman ifâdesinden ibârettir. Sultan Birinci Murâd�ın tuğrası da aynı şekilde olup, Çelebi Sultan Mehmed�den îtibâren �Han� sıfatı ilâve edilmiştir. Tuğranın üç keşideli ve çifte kavisli şekli Birinci Murâd Handan îtibâren görülmektedir.

Tuğralara duâ cümlesi olarak el-muzaffer dâimâ ibâresi konulmasına ilk defâ İkinci Murâd Han zamânında başlandı. Yavuz Slutan Selim�in tuğrasında ilk defâ �Şâh� ünvânı ortaya çıktı. Yavuz�un tuğrası �Selim Şâh bin Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ� şeklindeydi. Kânûnî�nin tuğrasında bu ünvan baba ismine de eklenerek �Süleymân Şâh bin Selim Şâh Han el-muzaffer dâimâ� şeklini aldı. Sultan İkinci Mahmûd Handan îtibâren ise tuğralarda �Şâh� yazıları kaldırıldı.

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde standart seviyeye eriştiği kabul edilen tuğranın yazılması şu şekilde olurdu.

Hükümdârın ismi tuğranın en altına yazılır ve bu ismin son harfinin az yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden �ibin=oğul� kelimesi ve hükümdâr isminin üzerine de, babasının adı konur ve �han� kelimesinin nûn�u da ikinci bir kavis teşkil ederdi. En üste gelen İslâm harfleriyle yazılı�el-muzaffer� kelimesinin a harfi sağdan sola ve kavisin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de yine İslâm harfleriyle �dâima� ibâresi konurdu. Alttaki birinci kavisin genişliği daha büyük ve ikinci kavis onun içerisinden dönmekte olup her iki kavisin uçları sağda ve en sonda darala darala nihâyet birbirleriyle bitişirlerdi.

Pâdişâhların tuğraları ahitnâme, nâme-i hümâyun, ferman, berat üstüne ve ortaya konulurdu. Tuğra, kâğıtların ve yazıların büyük, orta ve küçük oluşuna tâbi olup, yazı ve kâğıtlarla mütenâsip büyüklükte çekilirdi. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak âdeti sonradan ihdas edildi.

Son devirlerde berat, menşur, ferman, ahitnâme ve sâire üzerine çekilen tuğra, paralarda ve defterhâne defterlerinin (arâzi, timar vs) başlarına da çekilmiş olup, daha sonraki târihlerde ise, bir arma olarak senetlerde, pullarda, bayraklarda, nüfus kâğıtları üzerlerinde, binâlarda, yapılan çeşme, câmi, imâret kitâbeleri üzerinde de görülmek sûretiyle umûmileşti.

Tuğra yapı olarak dört bölümden meydana gelir:

1. Halk arasında �sele� de denilen, sözlük anlamı �Açık duran baş parmağın ucundan işâret parmağının ucuna kadar olan uzaklık� demek olan sere veya kürsü; tuğranın metin kısmıdır. Bunda pâdişâhın ve babasının adları ile Şah, Han, el-Muzaffer kelimeleri yazılıdır.

2. Beyze: �Bin� ile �Han� kelimelerinin �n� harflerinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavise denir. İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır. �Dâimâ� kelimesi bunun ortasındadır.

3. Tuğ veya elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki ||| çekmeye (üç elife) verilen addır. Bunların üzerine flama gibi çekilen kıvrıklara zülüf veya zülfe denmektedir.

4. Hançere veya kol: Beyzelerin devâmı olan ve �el-Muzaffer� kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi hâlinde uzanan kısma denir.

Pâdişâh vesikalarında �tevki-i hümâyun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misâl-i meymun, alâmet-i şerif, tugra-ı garra� gibi isimlerle zikredilen tuğra, Osmanlılarda tuğrakeş ve hattatlar eliyle yüzyıllarca işlenerek güzelleşti. İçlerinde özellikle Sultan Üçüncü Ahmed Han gibi bâzı pâdişâhlar da tuğralarını bizzat kendileri sanatlı bir şekilde yazmışlardır. Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) devrinden kalan birçok tezhipli tuğraların gösterdiği gibi 16. yüzyıldan îtibâren daha güzel bir şekil alan tuğra, 18. yüzyıl başlarından îtibâren daha da gelişti. Tuğraların son şekli, Sultan İkinci Mustafa Han (1695-1703) zamânında başlamıştır. Osmanlılarda yazının gelişmesini tâkip ederek hat ve istif olarak Sultan İkinci Mahmûd Hanın son yıllarında en mükemmel şeklini aldı.

Osmanlılarda tuğra çekmek yalnız pâdişâhlara mahsus bir hak değildi. 1594 (H.1003) târihine kadar Çelebi Sultan adıyla eyâlet ve sancaklarda vâlilik eden Osmanlı şehzâdeleri, kendi eyâletlerine âit işler için pâdişâh tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı. Çelebi sultanların tuğraları da aynen hükümdâr tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisli olurdu.

Ayrıca lüzumu hâlinde, hudutlardaki eyâletlerde bulunan vezirlerin, aradaki mesâfenin uzaklığına ve siyâsî duruma göre mühim meselelerde tuğra çekmelerine müsâade olunmuştur. Tuğrakeş vezir denilen bu eyâlet vâlilerinin tuğra çekmek selâhiyetleri, kemankeş Kara Mustafa Paşanın sadâretine kadar devâm etmiş ve ondan sonra kaldırılmıştır.

Hükümdâr ve şehzâde tuğralarından başka, veziriâzamın ve eyâletlerdeki vezir ve beylerbeyi ile sancakbeylerinin, mütesellimlerin hükûmet ve eyâlet işlerine âit yazışmalarda imzâ yerine geçmek üzere kullandıkları, pençe ismi verilen ve tuğraya benzeyen alâmetleri vardı.

Osmanlılarda tuğrayı; ilk devirlerde dîvân-ı hümâyun dâiresinin âmiri olan tuğrâî, daha sonraları ise, nişancı ve tevkıî denilen kimseler çekerdi. 16. asrın ilk yarısından sonra tuğrâî kullanılmamış ve 18. asırdan îtibâren tevkıî ıstılâhı yaygınlaşmıştır. Bu târihlerde muvakkı-i sultânî, tuğrakeş-i ahkâm, hizmet-i tevkıî tâbirleri kullanılmıştır
#88 - Eylül 21 2008, 16:17:37
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Türkistan

Asya kıtasında, Türklerin yurdu mânâsına gelen büyük bir ülke.

Tabiî coğrafyası, etnoğrafik ve târihî mânâsıyla Türkistanın hudutları şöyledir: Güneyden Gürgan Nehri, Horasan Dağları, Kopet Dağı, Kuhî Baba, Mezdûran, Tapcak ve Ak Dağları, Hindukuş Sırtları, Mustag-Kuenker Sıradağları; doğudan, Doğu Türkistan�ın doğu hudutları, Sucav civârında 98°50� kuzey paraleli, 40°50� doğu meridyeni noktası; kuzeyden Cungarya ve Kazakistan�ın kuzey hudutlarını meydana getiren İrtiş Havzası ve Aral-İrtiş su ayırımı hattının kuzey yamaçları; batıdan Kuzey Ural Dağı, Yayık Nehri, İdil�in denize döküldüğü yer olan Bökey Orda ve Hazar Deniziyle çevrilidir. Yüzölçümü altı milyon kilometrekare civârındadır.

Türkistan; Batı Türkistan, Doğu Türkistan, Afgan yâhut Güney Türkistan ve İran Türkistan�ı olmak üzere dört bölüm hâlinde incelenir. Batı Türkistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tâcikistan, Kırgızistan, Kazakistan; Doğu Türkistan Çin Halk Cumhûriyeti; Güney Türkistan, Afganistan; İran Türkistan�ı da İran hudutları içindedir. Güneydeki Afgan Türkistan�ı; Afganistan�ın kuzeyinde bend-i Türkistan ve Hindukuş dağ sırası önünde Seyhun Vâdisine ve Batı Türkistan Çukureli�ne doğru uzanan alçak sahadır. Afgan Türkistan�ının en büyük şehri Mezar-ı şeriftir. İran Türkistan�ı; İran�ın Estarâbâd ve Deregiz vilâyetlerini içine alır.

Türkistan, Türklerin yurdu mânâsınadır. Târihî geçmişi çok uzundur. Binlerce yıldan beri Türklerin yurdu olup, topraklarında pekçok devlet kuruldu. Üzerinde çok büyük hâdiseler olup, tesiri hâlâ mevcuttur. Türkistan�ın târihi eskiden Türk devletleri, Çinliler, Moğollar, 19. yüzyıldan îtibâren de Ruslar, Çinliler, Afganlılar, İranlılarla alâkalıdır. Türkistan�a hâkim Türk devletleri kuran Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlar olup, 13. yüzyılın başında da Moğolların işgâline geçti. Moğollardan sonra da çeşitli hanlıkların idâresinde kaldı. Batı Türkistan 1867 yılında Rusya�nın işgalindeyken 1991 yılında Özbekistan ve Türkmenistan�ın öz toprakları oldu. Doğu Türkistan Çin�in işgâlinde, Güney Türkistan ise Afganistan�ın hâkimiyetinde bulunmaktadır. İran Türkistan�ı İran�dadır.
#89 - Eylül 21 2008, 16:18:45
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Türklerde Denizcilik

Türklerde denizcilik Selçukîler devrinde başladı. İstanbulu ve Marmara adalarını kuşatmak için o zamanlar güçlü donanmalar kurmak ihtiyacı duyuldu. Gemlik�i fetheden Selçukîler buralarda tersâneler yapmaya başlayınca, Bizanslılar bu durumu kendileri için tehlike kabul ederek, denizden saldırıya girişerek kızakları yakıp yok ettiler. Marmarada üstünlük sağlayamayan Selçukîler, İzmir�i zaptederek güçlü deniz donanmaları kurdular. Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubad, Antalya ve civârını fethederek, Alâiye (Alanya)da tersaneler kurdu. Çaka Beyin idâresindeki Türk donanması Midilli ve Sakız adalarını fethetti.

Selçukîlerden sonra Türklerin denize çıkışı Aydınoğullarından Umur Bey zamânında gerçekleşmiştir. Denizcilik alanında en büyük ilerleme Osmanlılar zamânında olmuştur. On altıncı yüzyılda dünyânın en güçlü denizci ülkesi Osmanlılardı. Hattâ Avrupa�nın birleşik donanmasını tekbaşına yok edebilecek üstün bir güçteydi. Yıldırım Bâyezîd zamânında denizcilik alanında büyük gelişmeler sağlanarak Ege kıyılarına hâkim olundu. Antalya�yı da ele geçiren Osmanlılar, Akdeniz�e açılma imkânı buldular.

Fatih Sultan Mehmed Han zamânında kara kuvvetleri gibi denizciliğe de önem verilerek güçlü donanmalar kuruldu. 1453�te Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul�u fethetmesiyle, İslâm târihinde bir devir açılmıştır. Fetih devrinde hutbeler �Hâkimülbahreyn ve Sultânülberreyn� (Denizlerin Hâkimi, Karaların Sultânı) diye okunmaya başlandı.

Kânûnî Sultan Süleymân zamânında Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sıgacık, Kocaeli, Mora, Karlı ili, Rodos, Biga, Mezistre sancakları birleştirilerek merkezi Gelibolu olmak üzere Kaptan Paşa Eyâleti kuruldu. Donanma komutanına da �kaptan-ı deryâ� ismi verildi. Ancak bu ünvan, Barbaros Hayreddin Paşadan sonra �beylerbeyi� olarak değiştirildi. Cezâyir-i Bahr-i Sefid eyâleti beyliğine de �derya beyleri� dendi. Birinci Abdülhamîd Han zamânında kaptan-ı deryâ ismi yerine, donanma kumandanına �bahriye nâzırı� ismi verildi.

On altıncı yüzyılda dünyâya hükmeden Osmanlılar, kapasitesi çok büyük gemiler yaptılar. Savaş gemilerine �Baştarda� adını verdiler. 1710 senesinde İstanbul�da yapılan ve �kalyon� ismi verilen savaş gemisi 3300 kişilik bir donanmaydı. O zamanları dünyânın en güçlü donanmasına sâhib olan Osmanlılar Avrupa devletlerinin ısmarladıkları savaş gemileri ile ticâret gemilerini de yaparlardı.

Dünyânın en büyük tersâneleri İstanbul Haliç ve Gelibolu�daki tersânelerdi. Hattâ Venediklilerin vermiş olduğu gemi siparişi, Türk mühendislerinin gerçekleştirdiği planlarla bu tersânelerde yapılmıştır.

Osmanlılar denizcilik ilmi konusunda da dünyânın en ileri ülkesiydi. 1515 senesinde Pîrî Reis tarafından, ceylan derisi üzerine çizilerek yapılan harita, Amerika kıyıları hakkında gerçeğe çok yakın ayrıntılı bilgi verir. 1528�de Glole Dore tarafından çizilen Amerika kıtasıyla ilgili haritası, Pîrî Reis�in çizmiş olduğu haritanın yanında çok basit kalır.Topkapı Müzesindeki Pîrî Reisin haritasını görenler hayretler içinde kalmaktadırlar. Hâlen mevcûd olan ve 1461 senesinde İbrâhim Reis tarafından çizilen harita da, Osmanlıların o devirde kesinlikle ilim alanında Batıdan üstün olduğunu gösterir.

Donanmada çok güçlü olan Osmanlılar deniz nakliyatında ve ticâretinde de çok ileri idiler. 800 yolcu taşıyan gemiler de yapılmıştır. Bahriye nezâreti teşkilâtı içinde Şirket-i Hayriye ve Haliç şirketleri vardı.

1843 senesinde kurulan Fevâid-i Osmaniye Şirketinin 108 senelik faâliyetine ve 1851 senesinde kurulan Şirket-i Hayriye�nin 94 senelik faaliyetine, 1913 senesinde kurulan Haliç hattındaki İtalyan Şirketinin 22 senelik faaliyetlerine son verilerek, 1944 senesinde Devlet Deniz Yolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğüne devredilmişlerdir. Çeşitli isim değişiklikleriyle bugüne kadar faaliyetlerini sürdüren kuruluşlar Türk denizciliğinin gelişiminde önemli rol oynamışlardır.
#90 - Eylül 21 2008, 16:20:43
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Uç Beyliği

Anadoluda kurulan Türk devletlerinin sınırlarını muhâfaza ve yapacakları akınlarla diğer devletleri yıpratma vazifesi gören yarı bağımsız beylikler. Bu aşiretlerin reisine de Uç Beyi denir.

Anadolu�da ilk Uç Beyliği, Büyük Selçuklular tarafından 1071 Malazgirt Zaferinin kazanılmasından sonra kuruldu. Karadeniz�le Akdeniz arasında bulunan uç bölgelere Uç Beyleri yerleştirildi. İlk Uç Beyi Melik Ahmed Danişmend Gâzidir.

Uç beylerinin ve emrindeki aşiretlerin, fedâkâr, azimli ve yüksek îmânlı gayretleriyle Bizanslılar Ege Denizi kıyılarına kadar atıldı. Hattâ bu fetihler neticesinde Ege Denizine erişildi. On üçüncü yüzyılda Moğol istilâsı dolayısıyla, birçok Türkmen boyları uç bölgelere yerleştiler. Bu Türkmenlerin yanında dervişler, şeyhler de gelmişlerdi. Uç bölgelerinde büyük gayretler gösterip, birlik ve berâberliği sağlayan bu dervişler, kuvvetleri yeni fetihlere hazırladılar. Bu derviş gâziler fethedilmemiş bölgelere de gidip, tekke, zâviye gibi dînî tesisler kuruyorlar, buralarda Türk-İslâm mefkûresini yayarak, fetih hareketlerine yardımcı oluyorlardı. Beylikler döneminde de bu fetih hareketleri devam etti.

Yarı bağımsız olan Uç Beylerini ilk defâ Birinci Alâeddîn Keykubad (1220-1237) merkezî idâreye bağladı. Keykubad�ın ölümü üzerine İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev (1237-1246) sultan oldu. Keyhüsrev, 26 Haziran 1243 yılında Moğollara Kösedağ Savaşında mağlup oldu. Bu mağlubiyet üzerine Uç Beyleri tekrar yarı bağımsız hâle geldiler. Moğol ordusu Komutanı Abaka Hanın Doğu ve Orta Anadolu�da yaptığı katliâm ve tahribattan sonra Uç Beyleri bağımsızlıklarını îlân ettiler. Türk Sultanlarını nüfuzu altında tutan İlhanlılar 1335�te yıkıldı. Bu vak�a neticesinde de Uç Beylerinin bağımsızlık hareketleri iyice hızlandı. Bağımsız hâle gelen Uç Beyleri cihâda devam etmekle birlikte aralarında da harp yapıyorlardı. Büyük kitleler hâlinde gelen Türkmenler de, Uç Beyliklerinin kuvvetlenip büyümesine yardımcı oluyordu. Beylikler arasındaki mücâdelelerin yegâne sebeplerinden birisi Bizans oyunlarıydı. Beylikler, Moğollar ve Bizanslılar başta olmak üzere düşmanlarına karşı amansız bir mücâdele verdiler. Halkı mücâdeleye, Tapduk Emre, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî dahil daha pekçok şeyh ve dervişler teşvik ediyorlar, bir yandan da birlik ve berâberlik bayrağını açıyorlardı. Söğüt, Domaniç ve Bilecik bölgelerinde kurulan Osmanoğulları Beyliği, Bizanslılarla yaptıkları mücâdele sonunda çok büyük fetihlerde bulundular. Devlet güçlenince onlar da Uç teşkilâtını kurdu. Osmanlılarda Uç Beyi �Akıncı Beyi� olarak da anılır.
#91 - Eylül 21 2008, 16:22:27
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Ulüfe

Osmanlı Devletinde Kapıkulu Askerlerine, Acemi Ocağı mensuplarına, kimi saray ve devlet görevlilerine üç ayda bir verilen maaş.

Mevâcib adı da verilen ulûfe Dîvân-ı Hümâyunda, Veziriâzamın huzûrunda verilirdi. Muntazam olarak verildiği zamanlarda ilk iki maaş, Muharrem ve Cemâzilevvelde son iki maaş ise Şâban ayı içinde veya bu ayın sonlarında dağıtılırdı. Bu sûretle üç ayda bir dört defâda verilmesi icap eden ulûfe, üç defâda veriliyordu. Ulûfe dağıtımı mutlak sûrette Salı günü olurdu. Yeniçerilerin maaş defterlerine çok dikkât edilirdi. Her ulûfe dağıtımında üçer nüsha hazırlanırdı. Asıl, mükerrer, hazine ismi verilen bu defterler yeniçeri kâtib dâiresinde yazılır, suistimâle meydan vermemek için ilk zamanlarda pâdişâh tarafından kontrol edilirdi. Bu işe, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) ile Dördüncü Murâd Han (1648-1687) çok fazla hassâsiyet göstermişlerdir.

Maaş, kurulan dîvânda dâvâlar dinlendikten sonra dağıtılırdı. Hazine önünde tevzi edilen maaş bölük ve ortanın mevcutlarına göre ayrı keselere konurdu. Gülbangı çekildikten sonra ağa bölüklerinden başlamak üzere masa üzerinde ayrılan keseler bölüğün efrâdı tarafından alınırdı. Merâsim bitince bunlar omuzlarına bu keseleri koyarak alayla kışlalarına giderlerdi. Kışlalarda ertesi gün her bir orta toplanarak maaşlarını alırlardı.

Hazineden alınan para ortalara gelince mutlaka sayılırdı. Fazlası hazineye iâde edilir, noksan ise mâliyeden tamamlanırdı. Yeniçeriler arasında hazineden haksız yere bir akçe dahi almak büyük suç sayıldığından böyle bir işe hiçbir zaman tenezzül etmezlerdi.

Ulûfe dağıtıldığı dîvânın ertesi günü Sadrıâzam, Paşa Kapısında, Kapıkulu süvârileriyle cebeci, topçu ve top arabacı ocaklarının maaşlarını bizzat kendisi başında bulunarak verdirirdi. Böylece bütün ocakların ulûfe dağıtım işi tamam olurdu.

Sefer sırasında ordunun maaş dağıtımı ise divandakinin aynı olurdu. Sadrıâzamın veyaSerdâr-ı ekremin dîvân çadırında toplanarak maaş verilirdi. Bu sırada bulunmayanların ocakla ilgileri kesilirdi.

Ulûfe dağıtımından önce yeniçerilere saray mutfağında hazırlanan çorba, pilav ve zerde verilirdi. Yeniçeriler bir şeye küskün oldukları zaman çorba içmezlerdi. Ramazanda ulûfe dağıtılırken askerin hepsi oruçlu olduğundan çorba, pilav, zerde verilmezdi. Yalnız Ramazanın on beşinde Pâdişâhların Hırka-i şerîf ziyâretinde Yeniçerilerle diğer Kapıkulu Ocaklarına Hırka-i şerîf ziyâretini müteakip saray matbahından tepsilerle baklava verilirdi. Her ortanın gümüş meşin önlüklü aşcı ustaları tepsileri peştemala bağlar, renkli sırıklara takar, her birini ikişer kişi alıp alayla kışlalarına götürürlerdi ki buna Baklava Alayı denirdi.
#92 - Eylül 21 2008, 16:24:18
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Vaka-i Hayriye

Yeniçeri Ocağının kaldırılması hâdisesi için kullanılan tâbir.

Yeniçeri Ocağının, kuruluş yılları sonrasında, Osmanlı Devletinin Yükselme Devrinde seferde ve hazarda pekçok hizmetleri görüldü. Büyük zaferlerin kazanılmasında hizmeti geçti (Bkz. Yeniçeriler). Fakat, hizmeti devamlılık arz etmedi. On beşinci yüzyılda Fâtih�e itaatsizlikleriyle başlayan disiplin bozukluğu 16. yüzyılda daha açık görüldü. Sultan Üçüncü Murâd Han (1574-1595) zamânında genel olarak bozulmaya başladı. Devşirme Kânunu bütünüyle tatbik edilmeyince, Yeniçerilerle hiç alâkası olmayanlar Ocağa kaydedilmeye başlandı. Disiplin bozuldu. Hâdise çıkarma âdet hâline geldi. Seferden kaçma, muhârebeye katılmama, kumandanları, devlet adamları ve hattâ sultanı dahi azl, katl etmek fiillerinde bulundular. İslâh teşebbüsleri kâr etmediği gibi kabul de etmiyorlardı. Tâlime yanaşmadıklarından devrin silahlarını kullanmıyor, muhârebe taktiklerini kabul etmiyorlardı. Zamanla aslî vazifelerinden tamamen uzaklaştılar. Esnaflık ve ticâretle meşgul olmaya başladılar. Osmanlının yüzyıllarca üç kıtada hâkim kılmaya çalıştığıİslâm ahlâkını terk ettiler. Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, odaları arasında mücâdele, tüccar, esnaf ve diğer çalışanları haraca bağlama veyâhut kazançlarına ortak olma, tüccar gemilerine balta asma gibi gayr-i İslâmi (kânunsuz) hareketler önü alınmaz hâle geldi. Harpten kaçma, ağalarını öldürme, reâyaya her türlü zulm ve işkence gibi zorbalıkları da ahâlinin Yeniçeriler aleyhine dönmesine sebep oldu.

Yeniçerilerin katl ettiği büyük ıslâhatçı Sultan Üçüncü Selim Hanın şehâdeti günü 28 Temmuz 1808 târihinde pâdişâh olan Sultan İkinci Mahmûd Han Yeniçeri Ocağı kalkmadıkça zamânın ihtiyaçlarına uygun askerî teşkilâtın ve diğer ıslâhatların yapılamayacağını açıkça görmüştü. Yeniçeri Ocağı mensuplarını şüphelendirmeden uzun vâdeli plânlar yaptı. Îtimâda şâyan adamlarını devlet ve askerî teşkilât kadrolarına tâyin etti. Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşayı Sadrâzamlığa, Kadızâde Tâhir Efendiyi Meşihat makâmına getirdi. Sultan Mahmûd Hanın âlimlere hürmet ve iltifatları bunların da halîfenin safında yer almasına sebep oldu. Topçu Ocağı mensuplarına rütbe verip, kıymetlendirdi; onlarla gizli müzâkerelerde bulunup, bâzı tedbirler aldı. Sultanın emri üzerine, yüksek devlet memurları uzun süren müzâkereler sonunda muntazam ordu teşkiline karar verdiler. Eski Yeniçeri ağalarından Boğazlar Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşanın teklifiyle, isteyen Yeniçerilerin de girebileceği �Eşkinci� adıyla bir teşkilât kuruldu. Yeniçeri Ağası Celâleddîn Ağa vâsıtasıyla, Kul Kethüdâsı Hasan ve Ocağın ileri gelenlerine rütbe ve diğer makamlar verilmesi vaadiyle tasvipleri alındı. Şeyhülislâm Kadızâde Mehmed Tâhir Efendinin konağında 25 Mayıs 1826 târihinde; Sadrâzam Mehmed Selim Paşa, Rumeli Kadıaskeri, İstanbul Müftüsü, Sadâret Kethüdâsı, Defterdar, Darphâne Nâzırı, Tophâne Nâzırı, Yeniçeri Ağası ve Ocağın ileri gelenleri toplandı. Yüksek devlet ricâli ve âlimlerin katıldığı bu toplantıda devletin iç ve dış durumu müzâkere edildi. Burada tâlimli asker yetiştirilmesi husûsunda ittifakla fikir birliğine varıldı. Âlimler, harp tâlimi yapılmasının gerekli olduğuna dâir fetvâ verdiler. Toplantıdan sonra, vezirler, âlimler ve ocağın ileri gelenleri, Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar gereğince çalışacağını belirten sened imzâladılar. Eşkinci Lâyihası denilen bu senede göre; İstanbul�da bulunan elli bir Yeniçeri Ortasından herbiri asker olmaya müsâit yüz elli kişi çıkaracak. Eşkinci Sınıfının her odasında, Yeniçeri Odasındaki kadar subay bulunacak. Yâni, birer tâne Çorbacı, Odabaşı, Vekilharç, Bayraktar, Usta Başkarakullukçu, Saka bulunacaktı. Subaylar tâyinlerinde Yeniçeri Ağasına câize vermeyeceklerdir. Yeniçeri Ağası vazifesine başlarken Sadrâzama hiçbir para vermiyecekti. Eşkincilerin eğitimlerine îtinâ edilecekti. Tâlim, subayların nezâretinde Etmeydanı�nda, atış Kâğıthâne yâhut Davutpaşa�da yapılacaktı. Eşkinci nezâretine Matbah ve Gümrük Emini Hacı Sâib Efendi tâyin edildi.

Eşkinci Lâyihasının yayınlanmasıyla, Yeniçerilerin taahhüdü altında projenin tatbikatına başlandı. Eşkinci Ocağına birkaç gün içinde beş yüz kişi mürâcaat etti. Eşkincilere üniforma ve silâhları dağıtılıp, 11 Haziran 1826 târihinde Etmeydanı�nda tâlim başladı. Fakat, pâdişâh ve devlet ricâli Yeniçerilerden emin olmadıklarından ihtiyâtî tedbir aldılar. Topçu, Humbaracı, Lâğımcı ve Tersâne Ocaklarının ileri gelenleri hükûmet safına alındı. Boğaziçi�nin Rumeli Sâhil Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşa ve Anadolu Sâhil Muhâfızı İzzet Mehmed Paşanın maiyyetlerindeki üç bin kadar sekban askeri, lüzumunda derhal müdâhale için hazır kuvvet olarak ayrıldı. Devlet ricâli her ihtimâle karşı Boğaziçi�ndeki yalılara çekildi.

Yeniçeriler, Eşkinci Ocağının tâlime başladığı gün aleyhte propagandaya başladılar. Yeniçeri Ocağının kaldırılacağı etrafa yayıldı. Yeniçeriler, Eşkinci Ocağını istikbâlleri için zararlı görerek, isyan bayrağını açtılar. 15 Haziran 1826 târihinde kazanları alıp, Etmeydanı�nda toplandılar. Âsiler, etrafa tellâllarını gönderip, �Sadrâzamın, Yeniçeri Ağasının, Ağa Hüseyin Paşanın öldürüldüğünü� îlân ederek, halka �Etmeydanı�nda toplanma� dâveti yaptılar. Serseriler, Yeniçeri menfaatkârları dâvete katıldılar. Yağma, soygun, halka tecâvüz, anarşi başladı. Harp tâlimine fetvâ veren âlimler hakârete uğrayıp, tehdit edildi.

Yeniçerilerin isyanı üzerine Sadrâzam, Şeyhülislâm ve diğer devlet adamlarıTopkapı Sarayına gittiler. Sadrâzam, Topçu, Humbaracı, Arabacı, Tersâne Ocaklarına, Şeyhülislâm ise müderrislere, şeyhlere ve talebelere saraya gelmeleri için haber gönderdi. Sultan Mahmûd Han da, Beşiktaş Sarayından Topkapı Sarayına geldi. Pâdişâh, önce Sadrâzam ile Şeyhülislâmı, sonra da devlet ricâli ve âlimleri kabul etti. Onlara, Yeniçerilerin dayanılmaz hâle gelen isyan hareketlerinden bahsetti. İsyânın dînî hükmünü sorunca âlimler isyancıların katlinin meşrûluğuna cevaz (izin) verdiler. SultanahmedCâmii harekât üssü kabul edildi. Sancak-ı şerîf çıkarıldı. Müslümanlar Sancak-ı şerîf altında Sultanahmed Câmiinde toplandılar. Sancak-ı şerîf tekbirlerle minbere dikildi. Silâhsızlara içcebehâne açılarak, silâh dağıtıldı. Âsiler, Sancak-ı şerîf altında toplanılmasını engellemek için, Sultanahmed ve Bâyezîd meydanlarında cana tecâvüz ederek, terör havası estirdilerse de muvaffak olamadılar. Âsiler, Divanyolu ile Bâyezîd etrâfını, Uzunçarşı ile o tarafın yollarını tutmuşlardı. Devlete sâdık kuvvetlerin kumandanlarındanAğa Hüseyin Paşa, Topçu askeriyle Divanyolu�ndan, İzzet Mehmed Paşa, Humbaracı, Lâğımcı, Tersâne askerleriyle Saraçhâne tarafından, Etmeydanı istikâmetine hareket ettiler. Silâhlandırılmış ahâliyse askerin gerisinden geliyordu. Âsiler, tahminlerinin üstünde mukâvemetle karşılaşınca geri çekildiler. Ağa Hüseyin Paşa kuvvetleri, Horhor Çeşmesi yakınlarında âsi müdâfîlerin mukâvemetiyle karşılaştılar. Topçu Yüzbaşı İbrâhim Ağanın gayretiyle mukâvemet kırıldı. Âsiler devamlı gerileyip, Etmeydanı�nda Yeni Odalar denilen Yeniçeri kışlalarına çekildiler. Âsilerin kışlası çembere alındı. İbrâhim Ağa, topçu ateşiyle, kışla kapısını tahrip etti. Topçu İmamı Hacı Hâfız Ahmed Efendi önde olmak üzere askerlerle kışlaya girdi.

Kışla yakıldı. Şiddetli bir taarruzla âsilerin çoğu kılıçtan geçirildi. Kaçıp da, yakalananlar îdâm edildi. Yeni Odalardan sonra Eski Odalar denilen kışlaya kaçanlar da yakalandı. Kaçaklardan yakalananlar îdâm edildi. Serseriler ve zararlı fiillerde bulunan şahıslar İstanbul�dan uzaklaştırıldı. İsyânın bastırılmasıyla Sadrâzam ve Şeyhülislâm, Sancak-ı şerîfi Sultanahmed Câmiinden alarak tekbir ve tehlîl ile Topkapı Sarayına getirdiler. Sultan Mahmûd Han, Sancak-ı şerîfi karşıladı. Sancak-ı şerîfi Bâbüssaâde çatısı altında kurulan taht yerine dikti. Muhteşem merâsim yapıldı. Sancak-ı şerîf yerine konduktan sonra, SultanMahmûd Han harekâtı muvaffakiyete götürenlere, merâsime katılanların huzûrunda teşekkür etti. Devlet ricâli, meseleleri görüşmek üzere sarayda kalıp, diğerleri dağıldı.

Yeniçeri Ocağının imhâ edildiği 15 Haziran 1826 târihine Osmanlılar ve târihçiler �Vak�a-ı Hayriyye� dediler. Yeniçerilerin imhâ edilişi her tarafta sevinçle karşılandı. Yeniçeri Ocağı resmen 17 Haziran 1826 târihinde kaldırıldı. Sultan Mahmûd Han, bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak Yeniçerilerin devlet ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve ocağın kaldırıldığını belirtti. Sadrâzam vâlilere özel tâlimat göndererek vilâyetlerdeki Yeniçeri Ocaklarının söndürülmesini istedi. Yeniçeri Ocağı kurulurken duâ eden Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerinin yolundan ayrılan sapık Hurûfîlerin tekkeleri kapatıldı; Hurûfî babaları sürüldü.

Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla �Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye� adıyla devrin usûlüne göre yeni bir ordu teşkilâtı kuruldu. Seraskerliğine Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi. Osmanlı şâirleri an�aneye uyarak Vak�a-i Hayriyye için târih düşürdüler. En meşhuru Keçecizâde İzzet Molla�nın şu mısralarıdır:

Tecemmü eyledi meydan-ı lahme
İdüb küfrân-ı nimet nice bâği
Koyup kaldırmada ikide birde
Kazan devrildi söndürdü ocağı.
#93 - Eylül 21 2008, 16:25:41
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Vakanüvis (Vak'anüvis)

Zamânın olaylarını kayıtla vazifelendirilmiş resmî devlet târihçisi.

Târihin lüzumu anlaşılıp, kendilerinden sonra gelen nesillere bir eser bırakmak arzusu doğunca târihî vak�alar bir memura tutturulmaya başlandı. Bunlar ibret ve bilgi alınacak vesikalar olarak yeni nesillere bırakılmıştı. Osmanlılarda önceleri şehnâmenüvis nâmıyla bilinen görevli memurlar sonradan vak�anüvis adını aldı.

İlk vak�anüvis târihi 18. asırda tutulan Nâimâ Târihi�dir. Son vak�anüvis târihiyse Lütfi Târihi�dir. Osmanlıların son vak�anüvisi Abdurrahman Şeref Efendinin yazdığı târih basılmadığı için hangi târihten hangi târihe kadar hazırlandığı bilinmemektedir. Resmî olarak ilk vak�anüvis Halebli Mustafa Nâimâ Efendidir. Meşhur Nâimâ Târihi�ni Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşanın emriyle yazmıştır. Kendisinden önce yazılmış olan husûsî târihlerden de istifâde eden Nâimâ 1591-1659 yılları arasındaki olayları anlatarak mükemmel bir mîras bırakmıştır. Bundan sonra Raşid, Küçük Çelebizâde Âsım, Sami, Şakir, Refet Hıfzı, Suphi, İzzî, Şefik, Rahmi, Hakim, Mehmed Said, Mûsâzâde Ubeydullah, Behçetî, Süleyman Molla, Enverî, Edib, Halil Nuri,Vâsıf, Pertev, Amir, Mütercim Âsım, ŞanizâdeAtaullah, Esad, Mehmed Recai Efendiler, Cevdet Paşa, Lütfi Efendi ve en son olarak Abdurrahman Şeref Bey sırasıyla vak�anüvis olmuşlardır. Bunların içinde Nâimâ ile Cevdet Paşa bu görevi tam hakkıyle yerine getirmişlerdir. İsimleri sayılan vak�anüvislerin kaydettikleri hâdiselere âit meydana gelen târihler: (1591-1659) Nâimâ, (1660-1727) Raşid, (1730-1743) Suphi, (1744-1751) İzzî, (1752-1773) Vasıf, (1774-1811) Cevdet, (1787-1807) Âsım, (1808-1817) Şanizâde, (1825-1876) Lütfi.

#94 - Eylül 21 2008, 16:27:33
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Valide (Vâlide) Sultan

Osmanlı Devletinde pâdişâh anneleri için kullanılan tâbir. Vâlide sultanların resmî ünvânı Mehd-i ulyâ idi. Vâlide sultan tâbiri ilk defâ Sultan Üçüncü Murâd Han tarafından vâlidesine verilmiş ve sonra devamlı olarak kullanılmıştır.

Harem-i hümâyûnun en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı. Vâlide sultan, protokolde pâdişâhtan sonra gelirdi. Devlet içindeki büyük nüfûzlarına rağmen, siyâsetle uğraşanları yok denecek kadar azdır. Bunun yanında, hemen hepsi hayır işleriyle meşgul olmuşlardır.

Pâdişâh tahta geçince, annesi hayatta ise, Eski Saraydan Yeni Saraya naklolunurdu. Tahta geçen pâdişâhın annesi vefât etmişse, vâlide sultanlık boş kalırdı.

Vâlide sultânın haremde geniş bir câriye kadrosu vardı. Haremi, haznedar usta vâsıtasıyla idâre ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler, onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Hiç kimse emirlerine karşı gelemezdi. Harem halkının gezintilere çıkması onun muvâfakatıyla olurdu.

Vâlide sultanlara darphâneden belli bir ödenek ve has derecesinde dirlik verilirdi. Vâlide sultanlara tahsis edilen gelirlere başmaklık da denilirdi. Has veya tahsîsâtlarından başka yiyecek, içecek ve yakacak tâyinleri de bulunan vâlide sultanlar, zaman zaman pâdişâhın ihsânlarına da mazhâr olurlardı.

Vâlide sultanların mâlî işlerini idâre için bir kethüdâ (kahyâ) tâyin olunurdu. Bu zât, devlet ricâlinden olup, îtimâda lâyık görüldüğü için bu hizmete seçilirdi.

Otuz altı Osmanlı pâdişâhından yirmi birinin annesi oğullarının pâdişâh olmasına yetişerek, vâlide sultan olmuştur. Bunlardan sâdece Mâhpeyker Vâlide Sultan şehit edilmiş, diğerleri vefât etmişlerdir.

Gelirlerini hayır işlerine sarfeden vâlide sultanlardan bâzıları şunlardır:

Üçüncü Murâd Hanın annesi Nûr Bânû Vâlide Sultanın İstanbul�un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eseri vardır. Üsküdar Toptaşı�nda Atik Vâlide Câmii, imâreti, medresesi, dârüşşifâsı ve çifte hamamını yaptırdı.

Dördüncü Murâd ile İbrâhim Hanın anneleri Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan: Hüsn-ü cemâli, aklı ve zekâsı ve hayrât ve hasenâtıyla meşhur sâlihâ ve afîfe bir vâlide sultandı. YeniCâminin temelini attı. Üsküdâr Çinili Câmii ve yanına mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebille Anadolu Kavağı�ndaki câmiyi yaptırdı. Çarşamba�daki Vâlide Medresesi Mescidinin de bânîsidir. Çakmakçılar Yokuşu�nda büyük Vâlide Hanı ile içindeki mescit de onun eseriydi. Rumeli�de çok değerli vakıfları ve hayrâtı vardır.

Dördüncü Mehmed Hanın annesi Hadîce Turhan Sultan: Sâlihâ ve hayırsever bir hanımdı. Eminönü�nde Yeni Câminin temelini Mâhpeyker Kösem Sultan atmıştı. Turhan Sultan tamamlatıp 1664 (H.1074) yılında ibâdete açtı. Mektep, medrese, imârethâne, kütüphâneler ve çeşmeler yaptırdı.

Üçüncü Selim Hanın annesi Mihrişâh Vâlide Sultan: Halıcıoğlu�nda Abdüsselâm Câmii Mezarlığı önünde çeşmesi vardır.

Birinci Mahmûd Hanın annesi Sâlihâ Sebkatî Vâlide Sultan: Tophâne civârındaKâdirî Dergâhının avlu kapısı bitişiğinde kesme taştan bir çeşmesi vardır. Galata Azapkapı�sında kıymetli bir sebille sağda ve solda birer çeşmesi bulunmaktadır.

Birinci Abdülmecîd Hanın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan: Târihe mâlolan ve senelerce hizmet veren pekçok hayır müessesesi yaptırdı. Yaptırdığı câmilerin en büyüğü sâhil boyunda, Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Vâlide Câmi-i şerîfidir.

Bugün Kız Lisesinin bulunduğu yerde, sultan Mahmûd Han Türbesinin arkasında mektep yaptırmıştır. Ayrıca râmi ve Maltepe yolunun tam ortasında bulunan çeşme de onun eseridir. Hayır eli çok uzaklara kadar ulaşan Vâlide Sultan, büyük velî Abdullah-ı Dehlevî�nin talebelerinden Muhammed Cân Mekkî için Mekke-i mükerremede bir dergâh yaptırmıştır.

Vâlide Sultan, şahsî servetini vakfederek, Gurebâ Hastahânesini yaptırdı. 1843 yılında câmi ve çeşmesiyle birlikte hizmete açıldı.

İkinci Mahmûd Hanın annesi Nakş-i Dil Vâlide Sultan: Üsküdar Alemdağı Sarıkadı köyünde ve Ayasofya arasındaki eski tevkîfhâne binâsının deniz tarafı köşesinde çeşmeleri vardır.

Sultan Abdülazîz Hanın annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan: İstanbul Aksaray�da bir câmi (Vâlide Câmii), kütüphâne, çeşme, mektep yaptırdı. Eyüp Defterdâr İskelesi yakınında Yâ Vedûd Câmii sırasında ve Karagümrük pazarı arkasındaki çeşmelerin bânisidir.
#95 - Eylül 21 2008, 16:28:21
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Vilâyât-ı Sitte


Osmanlı Devleti'nde Erzurum, Van, Harput (Mamuretül-Aziz, Elazığ), Sivas, Bitlis ve Diyarbakır'ı içine alan altı vilayete verilen genel ad.

Vilâyât-ı Sitte, özellikle 1878 Berlin Antlaşması'ndaki bazı hükümler dolayısıyla önem kazandı. Bu antlaşmanın 61. maddesi gereğince, Rusların ve Batılı devletlerin baskısı sonucu, bu altı vilayette Ermeniler lehine ıslahat yapılacaktı. İkinci Abdülhamid Han, yapılacak ıslahatın, Doğu Anadolu'nun Osmanlı Devletinden ayrılmasıyla sonuçlanacağını düşündüğü için, bütün baskılara rağmen, Vilâyât-ı Sitte'de istenilen ıslahatı yapmadı. Ayrıca, bu altı vilayeti meydana getiren 20 sancağın hiçbirinde Ermeniler çoğunlukta değildi.

#96 - Eylül 21 2008, 16:29:18
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Yeniçeri

Osmanlı Devletinde pâdişâhın şahsına bağlı kapıkulu ocaklarının piyâde sınıfı.

Eyâletlerdeki topraklı veya timarlı sipâhilerle diğer eyâlet kuvvetlerinden tamâmen ayrı olarak Osmanlı devlet merkezinde pâdişâhların şahıslarına bağlı kapıkulu denilen yaya ve atlı maaşlı askerler vardı (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Kapıkullarının en meşhur sınıfı �Yeniçeri Ocağı� idi.

Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca, dâimî bir orduya ihtiyaç duyuldu. Savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocukları, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirildi. Bu uygulamayı ilk olarak Orhan Gâzinin oğlu Şehzâde Süleymân Paşanın başlattığı rivâyet edilmektedir. Yine rivâyete göre, kuruluşu sırasında Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin duâsını alan bu ordu, yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devletinin tek ve muntazam ordusu olarak kaldı.

Orhan Beyin vefâtından sonra yerine geçen Sultan Birinci Murâd Han, Çandarlı Kara Halil�i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi. Molla Rüstem Karamânî ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halil, devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilatını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı. Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu�da kuruldu. İslâm hukûkunda, harpte elde edilen esir ve ganîmetlerin beşte birinin beytülmâle âit olması hükmüne dayanılarak Pençik Kânunu çıkarıldı. Bu kânunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesâbına ve asker ihtiyacına göre acemi oğlanı olarak alındı. Daha sonra Devşirme Kânûnu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebaası olan Hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kânun Anadolu�daki Hıristiyan tebaaya da uygulandı (Bkz. Devşirme). Tespit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi. Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabullerine çıkma veya kapıya çıkma adı verilirdi. Bunların kapıya çıkmaları umûmiyetle sekiz yılda bir yapılırdı. Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve yeniçeri ağasına sunulurdu.(Bkz. Acemi Ocağı)

Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin nefer alındı. Bunların her yüz kişisinin başına Yayabaşı adıyla bir kumandan tâyin olundu. Ocak, 15. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemâat adı verilen bir sınıftan ibâretken Fâtih Sultan Mehmed zamânından îtibâren �sekban bölüğü�nün de kurulmasıyla iki sınıf hâline getirildi. 16. asır başlarında ise �ağa bölükleri� denilen üçüncü bir sınıf daha teşkil edildi. Bu üç sınıf toplam 196 ortadan meydana geliyordu. Bunun 101�i cemâatli, 61�i bölüklü, 34�ü sekban ortasıydı. Cemâat ortalarından 60, 61, 62 ve 63. ortalar İstanbul�da otururlar, pâdişâhın merâsim günlerinde maiyet askerini teşkil ederlerdi. Bunlara �solaklar� denirdi. Diğerleri hudut kalelerine taksim edilmiş olup, bu kalelerin muhâfazasıyla vazifeliydiler. Bölük ortalarından 31�i İstanbul�da sancak-ı şerîfin muhâfazasıyla vazifeliydiler. Sekban ortaları ise, pâdişâhın av mâiyetiydi.

Osmanlı pâdişâhlarının eğitimi geliştirmek için tertipledikleri muhteşem ve büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırdı. İstanbul civârındaki mîrî çiftliklerin muhâfazası onlara bırakılmıştı. İstanbul�da bulunan cemâat ve bölük ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişiyle vazifeliydiler. Her semt bir ortanın emrine verilmişti. Her semtte kolluk denilen bir yeniçeri karakolhânesi vardı.

Her yeniçeri ortasının nişân denen bir bayrağı ve alâmeti vardı. Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi. Yeniçeri ocağının bayrağına, ocağın sünnî mezhebe mensup olduğunun işâreti olarak İmâm-ı A�zam bayrağı denilirdi. Bu; beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına, �İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ�, diğer tarafına da, �Ve yensurekellahü nasran azîzâ� âyet-i kerîmesinin işlendiği bir sancaktı. Ordugâhta yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi. Merâsimlerde yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü. Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye Başbayrakdar denilirdi. Ocağın bir de alay bayrağı vardı ki, bu da yarısı sarı, yarısı kırmızı ipek bir bayraktı. Her yeniçeri ortasının, üzerlerinde orta nişanlarının işlenmiş olduğu uçları çatal bayrağı vardı.

Her ortanın çorbacı denilen bir kumandanı, odabaşı denilen bir kumandan muâvini, Vekilharç ünvânlı bir idâre memuru ve bayraktâr�ı, vardı. Ortanın en kıdemlisine başeski, aşçıbaşısına usta, aşçı muâvinine başkarakollukçu denilirdi.

Yeniçeriler başlarına börk denilen beyaz keçeden bir külah giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi.

Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopcalı bir çeşit çizmeydi. Zâbitler (subaylar) sarı, neferler kırmızı sahtiyandan ayakkabı giyerlerdi. Ocak zâbitleri her türlü tören ve ordu alaylarında özel üniforma kullanırlardı.

Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri büyük kazanları vardı. Harpte kazânın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felâket sayılırdı. Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazânın etrâfında otururlardı. İsyân ânında kışlalardan kaldırılan kazanlar, büyük törenle ihtilâlin idâre edileceği meydana götürülürdü. Kazan kaldırmak; hükûmete karşı ayaklanmak, isyân etmek demekti.

İstanbul�da eski odalar ve yeni odalar adıyla iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski odalar Şehzâde Câmiinin karşısında, yeni odalar da Aksaray�da Etmeydanı�ndaydı. Her iki kışla da geniş bir avlunun etrâfını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında, OrtaCâmii denilen bir mescit vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde ilk toplantılar hep bu câmilerde yapılırdı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrip edildi.

Yeniçeri ocağı neferlerine ulûfe denilen maaş verilirdi. Acemi bir yeniçeri neferine ilk devirlerde ocağa kaydı ile berâber, iki akçe yevmiye bağlanırdı. Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı. Gösterilen yararlıklar ve hizmetler karşılığı da ulûfeleri arttırılırdı. Yapılan bu artışlara terakkî denirdi. Bu sûretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu. Harplerde �serdengeçti�, yâni �fedâi� yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakkî alırlardı. Ulûfeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve dîvân-ı hümâyunda düzenlenen törenle dağıtılırdı. Taksitlere mevacib denirdi. Neferlerin ulûfesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi. Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi.

Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıydı. Yeniçeri ağaları, 16. yüzyıl başlarına kadar ocaktan yetişirlerdi. Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itâatsizlikleri görülünce, saraydan yetişmiş, pâdişâhın tam güvenini kazanmış kimseler yeniçeri ağası tâyin edilmeye başlandı. On sekizinci asırdan îtibâren yine ocaktan tâyin edildiler. Yeniçeri ağaları Süleymâniye�de devlet malı bir konakta otururlardı. Yeniçeri ağası, ağa dîvânının reîsiydi. Dîvân-ı hümâyûn âzâsı olmamakla berâber, vezîr rütbesine hâiz olursa, dîvân toplantılarına katılırdı. Pâdişâhın cumâ namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle berâber selâmlıkta bulunurdu. Sefer sırasında da pâdişâhın koruyucusu ve has askeriydiler. Aynı zamanda İstanbul�un en büyük zâbıta âmiriydi. Ağalık alâmeti iki tuğ olup bayrağı beyazdı. Yeniçeri ağası sefere çıktığında yerine sekbanbaşı bakardı. Yeniçeri ağaları terfi ettirilecekleri zaman, beylerbeyi ve kaptan paşa olurlardı.

Yeniçeri ağasının muâvinine kul kethüdâsı, kethüdâ bey veya kahyâ bey adları verilirdi. Nefer sayısı 400-500 olan, pâdişâhın av köpeklerine bakmakla vazîfeli bulunan yeniçeri cemâat ortalarından 64. ortanın kumandanına zağarcıbaşı denirdi. Sekson denilen ve bâzan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakan 71. ortanın kumandanına seksoncu veya samsuncubaşı adı verilirdi. Tazılara bakan, turna kuşları besleyen 68. ortanın kumandanına turnacıbaşı, 14, 49, 66 ve 67. ortaların kumandanlarına haseki ağaları denirdi. Pâdişâhın cumâ namazı alaylarında kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda pâdişâhın atının yanısıra yürürlerdi. En kıdemlisine başhaseki denirdi. Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün yeniçeri ocağının çavuşuna başçavuş, bölük ortalarında muayyen olmayan bir ortanın kumandanına muhzir ağa denirdi. Dîvânda yeniçeri ağasına hitâben yazılan fermanlar muhzir ağaya verilirdi. Muhzir ağadan bir rütbe aşağı olup, muayyen olmayan bir ortanın kumandanına, kethüdâ ağa denirdi. Kethüdâ bey sefere gittiğinde ona vekâlet ederdi. Yeniçeri ocağına bağlı sanatkârlarla îmâlâthânelerin de en büyük âmiriydi. 101 cemâat ortasının bütün kumandanlarının en kıdemlisine, yayabaşı ağa denirdi. Diğerlerine de yayabaşı denirdi. Vazîfeleri, ocak beytülmâlciliği, seferde hazîne bekçliği, zahîre tedâriki, kâdılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhâfızlığıy yapmaktı. Bölük ortaları kumandanlarının en kıdemlisine bölükbaşı ağa; 60, 61, 62 ve 63. cemâat ortaları kumandanlarına da solakbaşı ağaları denirdi. Cemâat ortalarından muayyen olmayan bir ortanın imâmlık yapmaya ehliyetli olan kumandanına ocak imâmı, bu ortaya da imâm ortası denirdi. Beş vakit namazda ağa kapısındaki câmide yeniçeri ağasına imâmlık ederdi. Yeniçeri ocağının künye defterini tutan vazîfeliye ocak kâtibi veya yeniçeri efendisi denirdi. Bu ağaların hepsine birden katar ağaları denilirdi. İçlerinden biri azledilince veya ölünce, alt derecede bulunanlar derece terfî ederek boşluğu doldururdu.

Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı. Askerlik tâliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi. Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı.

Suç işleyen yeniçeri ancak kendi ortası neferleri huzûrunda ve kendi koğuşunda cezâlandırılırdı. Ocaktan kovulmaya keçe külah etmek denilirdi. Bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi. Ocak disiplininin bozulduğu devirlerde bir ortadan öbürüne geçmeye semer devirmek denilirdi. Suçlu yeniçeri merâsimle ihtar edilir, hapsedilir, kale hizmetiyle sürgün edilir veya keçe külah edilip, ocaktan tard edilirdi. Îdâma mahkûm edilen bir yeniçeri evvelâ ocaktan tard edilir, sonra boynu vurulmak sûretiyle îdâm edilirdi.

Bir yeniçeriye îdâm hükmü, ancak ağa dîvânında verilirdi. Bir odabaşı da, emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezâsı verebilirdi. Yeniçerilerin 15. yüzyıl ortalarına kadar mevcutları 10.000, Kânûnî Sultan Süleymân�ın vefâtı sırasında da 12.000 dolaylarındaydı. Bu sayı Sultan Üçüncü Mehmed Han zamânında 45.000�e kadar yükseldi. Dördüncü Murâd Han zamânında ocak mevcudu tekrar düşürüldüyse de 17. yüzyılın sonunda 80.000�i bulan ocak mevcudu 19. yüzyılın başından îtibâren 100.000�i geçmiştir.

Yeniçeri ocağı 16. asrın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun tâlimli, mükemmel bir yaya kuvveti olup, savaşlarda vurucu güç durumundaydı. Osmanlı Devletinin asıl askerî gücünü meydana getiren timarlı sipâhilerin ehemmiyetini kaybettiği 16. yüzyıl sonlarında yeniçeri ocağına, Devşirme Kânunu�na aykırı olarak, yabancı efrad alınması ve ocak mevcudunun arttırılması yoluna gidildi. Böylece tâlimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmesiyle bu askerî teşkilât doğrudan siyâsete katılan, devlet adamlarını tâyin veya azlettiren, pâdişâhları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet hâline geldi. Birinci Ahmed Handan îtibâren Osmanlı pâdişâhlarının ilerleme hamleleri veya disiplinli modern ordular kurma teşebbüsleri dâhilî ve hâricî düşmanlar tarafından hep yeniçeri ocağı kullanılmak sûretiyle baltalandı. Düzeltilmesi için, her türlü fedâkarlıkta bulunulan ancak yola gelmeyen ocak, Sultan İkinci Mahmûd devrinde 15 Haziran 1826�da kaldırıldı. Hâdise tarihe �Vak�a-i Hayriyye� olarak geçti.
"
#97 - Eylül 21 2008, 16:33:13
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.