Alternatifim Cafe

Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri

Discussion started on Atatürk Köşesi



Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik Şubesini Kurarken
1906


Mustafa Kemal Suriye’den gizlice Selânik’e gelmiş ve güvendiği arkadaşları ile Askerî Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)’nın evinde toplanmışlardır.

Arkadaşlar, bu gece burada sizleri toplamaktaki amacım şudur: Memleketin yaşadığı tehlikeli anları size söylemeğe gerek görmüyorum. Bunu hepiniz anlarsınız. Bu talihsiz memlekete karşı önemli görevlerimiz vardır. Onu kurtarmak tek hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve bütün Rumeli topraklarını vatan bütünlüğünden ayırmak istiyorlar. Memlekete yabancı etkisi ve egemenliği kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her alçaklığı yapabilecek nefret edilen bir kişidir. Millet baskıcı ve zorba yönetim altında yok oluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. Baskıcı yönetim ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin temelini kurmağa geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkîlâtı şekillendirmek mecburidir. Sizden fedakârlıklar bekliyorum. Kahredici bir baskıcı yönetime karşı ancak ihtilâl ile cevap vermek ve eskimiş olan çürük yönetimi yıkmak, milleti hâkim kılmak, özetle vatanı kurtarmak için sizi göreve çağırıyorum.

Oda içinde derin bir sessizlik olmuştu. Lambanın solgun ışıkları içinde Mustafa Kemal’in heybetli sesinin yankıları hâlâ dalgalanıyordu. Ömer Naci ayağa kalkarak, Mustafa Kemal’in konuşmasına karşı o tatlı şivesiyle; “Mustafa Kemal, arkandayız, seni takip edeceğiz. Ölümler, cellatlar, işkenceler bile bizi bu kararımızdan çeviremeyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır. Haksızlık zulüm ve baskı altında inleyen bu suçsuz ve çaresiz milleti kurtaracağız, yaşasın hürriyet ve ihtilâl” sözleriyle derin sessizliği bozmuştu: Mustafa Necip, inkılâbın o fedakâr evladı, gizli hıçkırıklarla yanımda göz yaşlarını tutmağa çalışıyordu. Mustafa Kemal yeniden söze başladı:

Arkadaşlar! Dedi, gerçi bizden önce birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü işe teşkîlâtsız başladılar. Bu kuracağımız teşkîlât ile bir gün mutlaka ve elbette başarılı olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız.
Bu konuşmadan sonra teşkîlât işi görüşüldü. Sonunda Atatürk bana bakarak:

– “Hüsrev, tabancanı çıkar, bu masanın üzerine koy, kararımızı yemin ile de doğrulayalım” dedi.

Taşıdığım brovnik tabancasını masanın üzerine koydum. Hepimiz ellerimizi bu tabancanın üzerine koyarak ölünceye kadar bu kutsal dava uğrunda çalışacağımıza and içtik.

(Kızıldoğan, Hüsrev Sami, “Vatan ve Hürriyet: İttihat ve Terakki”, Belleten, sayı:3-4, s.619-655.

#1 - Eylül 16 2008, 14:39:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''



Mondros Ateşkesinin Uygulanış Biçimi
18 Kasım 1918




İtilâf Devletleri’nin Mondros Ateşkesi’ni uygulama yöntemlerine ne anlam vermek gerekir? Bu konuda millete düşen görev ne olabilir? Mebusan Meclisi milleti tamamıyla temsil etmekte midir?

Vakit gazetesi muhabirine demeç:

Yazarımız, dört yıl süren Birinci Dünya Savaşında milletimizin gösterdiği kararlılık, güç ve olağanüstü fedakârlıklara bağlı olarak bugün imzalanan ateşkesten sonra İtilâf Devletleri’nin Osmanlı Bağımsızlığına uyacaklarına şüphe edilmezse de ateşkes anlaşmasının bizim öngöremediğimiz bir biçimde yorumlanmakta ve uygulanmakta olduğu görüldüğünden söz etmiş ve Mustafa Kemal Paşaya İtilâf komutanlarının bu şekilde davranışlarına ne anlam verileceği sorulmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, bu soruya şu biçimde cevap vermiştir:

-Hükûmetimizle ateşkes imzalayan devletlerin ve bu devletler adına ateşkes protokolünü yapan İngiltere hükûmetinin Osmanlılara karşı iyi niyetlerinden şüphe etmek istemem. Eğer adı geçen anlaşma hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlaşılmaya müsait yerler varsa bunun nedenini hemen anlamak ve muhataplarımızla anlaşmak gerekir. Elbette bu görev hükûmetlere düşer. Benim bildiğime göre hükûmetimiz bu konuda gereken girişimlerde bulunmuş ve bulunmaktadır.

Yalnız benim anlayamadığım bir yön varsa...bu girişimler neden millete tatminkâr sonuçlar vermemektedir? Buna neden olarak şimdi aklıma gelen bir nokta şudur: İki hükûmetin ileri gelenleri arasında görüşme ile kararlaştırıldıktan sonra uygulanması gereken konular askerî komutanlara bırakılır. Ancak bu konuda askerler değil, diplomatların çalışmalarda bulunması gerekir.

-Bu konuda millete düşen görev ne olabilir?

-Bildiğiniz gibi, millet doğrudan doğruya devlet işlerine karışmaz. Temsilcileri olan milletvekillerinin güvenini kazanmış bir hükûmetin yaptıklarının sonuçlarını bekler. O hâlde, bu konuda milletin en büyük görevi, vekilleri aracılığıyla, her şekilde, güven kazanmış bir hükûmetin gücünün dayanağını oluşturmaktır.

-Bugünkü Mebusan Meclisi’nin, milleti bütünüyle temsil edemediği hakkında ortalıkta söylentiler vardır. Bu konuda yüksek düşünceleriniz nelerdir?

-Bence özellikle, içinde bulunduğumuz bu zor ve hassas dönemde, böyle söylentilere kesinlikle izin verilemez. Bu söylentiler meşrutiyet hayatı için çok sakıncalıdır. Bundan her meşrutiyetsever Osmanlının sakınması, kesin biçimde uzak durması, en büyük vatandaşlık görevidir. Bugünkü milletvekillerinin birtakım etkiler altında seçildikleri hakkında söylentiler çıkaranlara şu noktaları hatırlatmak gerekir. Öncelikle dedikodu için yer ve zaman hiç de müsait değildir. Sonra genellikle her ülkede bu tür seçimler yapılırken araya birtakım etkilerin karıştığı da yalanlanamaz. Bunlardan ayrı olarak Osmanlı milletinin meşrutiyet örneği bugünkü Mebusan Meclisimizdir. Bu grubu oluşturan üyelerin bir kısmı seçildikleri bölgelerde bugün yeni bir seçime uygun olmayan olağanüstü bir durum içinde bulunuyorlar. Bundan dolayı, yalnızca bu konuyu düşünmek, bu konuyu daha fazla derinleştirmek hiç yoktan kötülük doğurur. Her hâlde milletin ve ülkenin daha çok ihtiyacı olan barışı kararlaştıracak hükûmetin var olan Mebusan Meclisimiz’e dayanması bir mecburiyettir.
#2 - Eylül 16 2008, 14:40:02
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Erzurum Kongresi’ni Açarken
23 Temmuz 1919



Saygıdeğer Temsilci Efendiler!

Kongremiz başkanlık heyetine, beni seçmekle gösterilen güvene ve ilgiye özellikle teşekkür ederim. Buna dayanarak bazı şeyleri arz etmek istiyorum.

Efendiler!

Tarih ve olayların yönlendirmesi ile, fiîlen içine düştüğümüz bugünkü kanlı ve kara tehlikeleri görmeyecek ve bundan dehşet ve üzüntü duymayacak hiçbir vatansever düşünülemez.

I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru milliyetler temeline dayanarak verilmiş sözler üzerine Osmanlı hükûmetimiz de adaletli bir barışa kavuşmak arzusuyla ateşkes istedi. Bağımsızlık uğrunda namus ve cesaretle dövüşen milletimiz, 30 Ekim 1918’de imzalanan mütareke belgesi ile silâhını elinden bıraktı.

Devletlerin manevî kişiliği ve imzalayan temsilcilerin kendi namuslarının niyet ve güvencesinde olan bu mütareke belgesi hükümleri bir tarafa bırakılarak İtilâf Devletleri’nin askerî kuvvetleri saltanat merkezini ve yüce hilâfetin başşehri olan İstanbul’umuzu işgal etti. Gün geçtikçe artan bir şiddetle Saltanat ve Hilâfete ait hukukumuz ile hükûmetimizin kişiliği, millî onurumuz saldırılara ve adaletsizliklere uğradı. Osmanlı Vatandaşı olan Rum ve Ermeni unsurlar gördükleri destek ve yardımların sonucunda millî şeref ve namusumuzu yaralayacak taşkınlıklara başladılar. Nihayet üzücü ve kanlı devresine girinceye kadar küstahça saldırılara devam ettiler.

Fakat derin bir üzüntü ile itiraf etmeliyiz ki, bu cesur ataklar, sekiz aydan beri birbirinin peşi sıra iktidar olan, ama millî denetimden uzak hükûmetlerden birinin diğerinden daha kötü olarak gösterdiği zayıf ve beceriksiz icraatlarından, başkentte ve bazı gazetelerde görülen çok ayıp ihtiraslardan ve millî vicdanın inkârı ve Kuva-yı millîyenin hesaba katılmamasından dolayı gelişme fırsatı bulmuştur.

Belirtilen nedenlerle, Saltanat merkezinin de kuşatılmış olmasıyla, tam olarak kaderimize sahip çıkacak bir millî irâdenin de olmadığı şeklinde yanlış fikir hâkim olmuştu. Cansız bir vatan, kansız bir millet neleri hak etmişse çekinmeden onların uygulanmasına İtilâf Devletleri’nce başlanmıştır.

Vatanın bölünüp parçalanması söz konusu olan bu kararda Doğu illerinde “Ermenistan”, Adana ve Kozan havalisinde “Kilikya” adlarıyla Ermenistan, Batı Anadolu’nun İzmir ve Aydın havalisinde Yunanistan, Trakya’da hükûmet merkezimizin kapısına kadar böylece Yunanistan; Karadeniz sahillerimizde “Pontus” Krallığı ve ondan sonra vatanın kalan kısmında yabancı işgal ve kontrolü gibi artık 650 seneden beri bağımsız saltanat sürmüş ve tarihî adalet ve kahramanlığını vaktiyle Hindistan hududuna, Afrika’nın ortasına ve Macaristan’ın batısına kadar yürütmüş olan bu milletin kölelik düzeyine indirilmesi istenmektedir. Sonuçta bu devletin tarih sayfasını kapatarak, devleti sonsuzluk mezarına gömmek gibi insanlık ve uygarlıkla ve hele de millîyet ilkeleriyle açıklanması mümkün olmayan emeller kabul ve destek bulmuş ve görülüyor ki uygulama devresi de başlamıştır.

Bu uygulama gözümüzün önünde üzüntü verici bir şekilde yaşanıyor. İzmir, Aydın, Bergama ve Manisa havalisinde şimdiye kadar binlerce anaların, babaların, kahramanların ve çocukların akıp giden temiz kanı, Aydın gibi Anadolu’muzun en seçkin bir şehrinin Yunanlıların zulüm ve ateşli tahribatına kurban oluşu, memleketin bazı bölümlerinin İtalyan ve diğerlerinin işgaline uğraması ve Anadolunun iç kısımlarına doğru üzücü şekilde göç edilmesi elbette Gayretullah’a ve millî gayretlere dokunmuştur.

Efendiler!

Bilinen gerçeklerdendir ki, tarih; bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. Bundan dolayı, böyle bir yalan örtüsünün arkasından vatanımız ve milletimizin aleyhinde verilen hükümler, kanaatler kesinlikle iflas etmeye mahkûmdur! Ve işte bütün bu iğrenç zulümlerden ve bu talihsiz zavallılardan, tarihimize karşı uygun görülen haksızlıklardan üzüntü duyan millî vicdan, sonunda sesini yükselterek haykırmış ve Müdafaa-i Hukuk-i Millîye (Millî Hakları Savunma) ve Muhafaza-i Hukuk-i Millîye (Millî Hakları Koruma) ve Müdafaa-i Vatan (Vatanı Savunma) ve Müdafaa-i Hukuk-i Millîye ve Redd-i İlhak (başta Yunanistan olmak üzere topraklarımızı kendi sınırları içine katmak isteyen her türlü çabayı red) gibi değişik isimlerle fakat aynı kutsal değerlerin korunması için ortaya çıkan millî akım, bütün vatanımızda artık bir elektrik şebekesi hâline girmiş bulunuyor. İşte bu kararlılıkla meydana getirdiği kahramanlık ruhudur ki vatan ve milletin kutsal bildiklerini kurtarma ve korumaya dayanan son sözü söyleyecek ve hükmünü uygulattıracaktır.

Efendiler!

Genel ve özel durum hakkında hepinizce bilinen bazı konuları burada tekrar hatırlatmayı faydalı buluyorum:
Dört aydan beri Mısır’da millî bağımsızlığın geri alınması için pek kanlı olaylar ve karışıklık devam ediyor. Sonuçta İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya götürülmüş olan temsilciler serbest bırakılmış ve bu temsilcilerin Paris Barış Konferansı’na gitmelerine izin vermek zorunda kalmışlardır.

Hindistan’da bağımsızlık için geniş ölçüde ihtilâl oluyor. Millî hedef-lerine ulaşmak için bankalar, Avrupalı kuruluşlar, demiryolları bombalarla tahrip ediliyor.

Afganistan ordusu da İngilizlerin millîyeti yok etme siyasetine karşı savaşıyor. İngilizlerin bel bağladıkları hudut kabileleri de Afganlılara katıldıkları ve bu yüzden İngiliz askerlerinin de içeriye çekilmek zorunda kaldıklarını İngiliz gazeteleri itiraf etmişlerdir.

Suriye’de ve Irak’ta İngilizlerin ve yabancıların zorbalık ve yönetiminden bütün Arabistan ayaklanmış hâldedir. Arabistan’ın her yerinde yabancı hâkimiyeti reddediliyor. Yalnız memleketin refah ve mutluluğu için yabancıların iktisadî ve bayındıklıkla ilgili desteklerine, medenî vasıtalardan yardım almaya razı olunuyor. Bağdat ve Şam bir araya gelerek bu kararı her tarafa bildirmişlerdir.

Son zamanlarda devletler arasında ortaya çıkan rekabet sebebiyle İngilizlerin Kafkasya’dan tamamen çekilmesine karar verilmiş ve uygulamaya bir süreden beri başlanmıştır. İtalyan kuvvetlerinin Batum yoluyla Kafkasya’ya gelmesi kararlaştırılmış ise de İtalya ve Kafkasya’daki iç durum sebebiyle bu kararı uygulamaya koymaktan korkuyorlar.
Millî bağımsızlıklarını tehlikede gören ve her taraftan işgale uğrayan Rus milleti, bu genel zorbalığa karşı, milletinin bütün bireylerinin ortak gücüyle çarpışmış ve herkesçe bilindiği üzere bu kuvvet, kendi memleketleri içinde üstün gelmiş, çareyi kendi üzerlerine belâ olan milletleri etkileri ve kontrolü altına almakta bulmuşlardır.
Kuzey Kafkasya, Azerbaycan ve Gürcistan birleşerek millî varlıklarına karşı yürümek isteyen Denikin Ordusu’nu savaşa zorlayarak Karadeniz sahiline sürmüştür.

Ermenistan’a gelince; bir istilâ fikri sevdalısı olan Ermeniler, Nahcivan’dan Oltu’ya kadar bütün Müslüman halka baskıda, bazı yerlerde de katliam ve yağmacılıkta bulunuyorlar. Hudutlarımıza kadar Müslümanları yok etmek, onları göçe zorlayarak doğu illerimiz ile ilgili isteklerine güven içinde yaklaşmak ve bir taraftan da 400 bin olduğunu iddiâ ettikleri Osmanlı topraklarındaki Osmanlı Ermenileri’ni dayanak yaparak memleketimizi işgal etmek istiyorlar.
Karadeniz’in batı tarafına gelince, Macar ve Bulgarlar memleketlerinin önemli bir kısmını işgal etmek isteyenlere karşı bütün millî varlıklarıyla çarpışıyorlar.

Meriç nehrinin batısının, yani Balkan harbinden önce devletimizin sınırları içinde olan Batı Trakya’nın Bulgarlardan alınarak Yunanlılara verilmesi İtilâf Devletleri’nce kararlaştırılmış olmasından dolayı uygulamaya başlanmıştır. Yunan işgal kuvvetlerine karşı Bulgar millî kuvvetleri tarafından desteklenen Bulgar kuvvetleri, Batı Trakya bölgesi içinde yaptıkları savaşlar sonunda birçok Yunan birliğini uzaklaştırmışlardır.

Özel durumumuza gelince, daha İstanbul’dan çıkmadan önce vatan ve milletin kurtulması yolunda birçok sorumlu ve yönetici ile görüşülmüştü. Başkent’deki aydınların, din ve devlete hizmetleri geçmiş olan büyük kişilerin harcadıkları zamanları çok değerli olmakla beraber, etki ve denetim altında kalmış bir çevre, kendilerini daima tehdit etmekte ve iş yaptırmayarak üzmektedir. Her hâlde kaderimize hâkim bir millî irâdenin her türlü karışma ve karıştırmalardan korunmuş, sağlam bir şekilde ortaya çıkması, ancak Anadolu’dan beklenilmekte ve umulmaktadır. Buna dayanarak bir millî şûrânın ortaya çıkması ve gücünü millî irâdeden alacak sorumlu bir hükûmetin varlığını istemek, özellikle son zamanlarda İstanbul’da hemen hemen bütün kesimlere ait düşünürler için değişmez bir fikir hâlini almıştır.

Burada dokunaklı bir gerçek olmak üzere arz edeyim ki, memleketimizde çok miktarda yabancı parası ile birçok propaganda cereyan ediyor. Bundaki amaç pek açıktır: millî hareketi sonuçsuz bırakmak, millî istekleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emelleri ve vatanın bazı önemli kısımlarını işgal amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde, her memlekette ve her zaman ortaya çıktığı gibi bizde de kalp ve sinirleri zayıf, anlayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve kişisel çıkarını vatan ve milletin zararında arayan sefiller de vardır. Doğu işlerini idare ederken, zayıf noktaları arayıp bulmakta elinden çok iş gelen düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta bir teşkîlât hâline getirmişlerdir. Fakat kutsal değerlerinin kurtuluşu emelleri ile çırpınan bütün millet, işte bu yüce amaç ve savaşında her türlü engelleri muhakkak ve mutlaka kırıp süpürecektir.

Bütün bu emellere ulaşmak için kendini adayan asil milletimizin içinde millî bir birey gibi çalışmaktan meydana gelen zevk ve övüncü, burada teşekkür ve iftiharla arz ederim.

En son olarak isteğim şudur ki, istekleri gerçekleştiren Yüce Allah, Sevgili Peygamberi hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu Diyanet-i Celile-i Ahmediye’nin (Hazret-i Muhammed’in Yüce Dini) kıyamet gününe kadar sadık koruyucusu olan soylu milletimize, Saltanat makamını ve yüce hilâfeti, sağlam ve kutsal değerlerimizi düşünmekle sorumlu olan heyetimize başarılar buyursun!...
#3 - Eylül 16 2008, 14:42:12
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Erzurum Kongresi’ni Kaparken
7 Ağustos 1919




Saygıdeğer Efendiler!

Milletimizin kurtuluş ümidiyle çırpındığı en heyecanlı bir zamanda fedakâr ve muhterem heyetiniz her türlü eziyete katlanarak burada, Erzurum’da toplandı. Hassas ve temiz bir ruh ve dayanma inancı ile vatan ve milletimizin kurtuluşuna ait köklü kararlar aldı. Özellikle bütün dünyaya karşı milletimizin varlığını ve birliğini gösterdi. Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir. Saygıdeğer Heyetiniz’in şerefli üyelerinin hakkımda gösterdiği içten sevgi ve güven alâmetlerine buradan açıkça teşekkür etmeyi bir görev sayıyorum. Bu kurtuluşu amaçlayan toplantımızı sona erdirirken Yüce Allah’tan kurtuluşa yardım etmesi ve Şanlı Peygamberimizin zafer ruhundan bolluk ve destek vermesi beklentisi ile vatan ve milletimize, sonsuza kadar yaşayacak devletimize mutlu gelecekler dilerim.
#4 - Eylül 16 2008, 14:43:22
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Sivas Kongresi’ni Açarken
4 Eylül 1919



Saygıdeğer Efendiler!

Vatan ve milletin kurtuluşunu hedefleyen mecburiyetler, sizleri bunca sıkıntı ve engellere rağmen Sivas’ta topladı. Kahramanca kararlılığınızı tebrik eder ve sizlere hoş geldiniz demekle mutluluğumu arz ederim.

Efendiler!

Muhterem heyetiniz kurtuluşla ilgili konuşmalarına başlamadan önce bazı şeyleri söylemek için izninizi rica ederim. Bilindiği gibi millîyetler esasına dayanan vaatler üzerine 30 Ekim 1918 tarihinde İtilâf Devletleri ile mütareke imzalandı. Milletimiz adaletli bir barışa kavuşacağını ümit etti. Halbuki ateşkesin hükümleri vatan ve milletimizin aleyhinde her gün bir şekilde kötüye kullanma, saldırı ve zorlama şeklinde uygulandı. İtilâf Devletleri’nden kuvvet alan memleketimizdeki Hıristiyan unsurlar, milletimizin onurunu kırmak ve birliğini bozmak için çılgınca hareketlere koyuldu. Batı Anadolu’da İslâm’ın namus ocağının içine girmiş Yunan zâlimleri, İtilaf Devletleri’nin kayıtsız bakışları karşısında öfkelerini canavarca uygulamaya başladı.

Doğuda Ermeniler, Kızılırmak’a kadar yayılma hazırlıklarına ve şimdiden sınırlarımıza kadar dayanan katliam siyasetine başladı. Karadeniz sahillerimizde Pontus Krallığı hayalinin gerçekleşmesi için bile çalışıldı. Adana, Antep, Maraş ve Konya havalisine kadar Antalya işgal ve Trakya da işgal bölgesine dahil edildi.

Saltanat ve hilâfet hükümdar saraylarına kadar boğucu bir tarzda işgal ile devletin can evinde yabancı tekeli ve zorbalığı yerleşti ve bütün bu haksız girişimlere, merkezî hükûmet, belki de tarihte bir eşi daha görülmemiş şekilde katlandı ve daima zayıf ve aciz bir seviyede kaldı. İşte bu durum milletimizi şiddetli bir uyanışa sevk etti. Artık milletimiz pek güzel anladı ki, İtilâf Devletleri, bu vatanda kutsal değerlerine ve geleceğine sahip bir kudret ve millî irâdenin var olmadığı bâtıl düşüncesine kapıldı. Ve bu düşünce yüzünden cansız bir vatan, kansız bir millet, neleri hak etmişse çekinmeden onları uygulamaya koyuldu. Buna karşı kadere razı olma ve teslimiyetin, tamamen yok olma faciasından başka bir sonuç vermeyeceği kanaati kuvvetlenmeye başladı.

Efendiler, milletimizin sizin gibi aydınları, millî onur ve haysiyet sahipleri, manzaranın üzücü karanlığından dolayı ümitsizliğe kapılmadı. Çünkü onlar bilirler ki, tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. Çünkü onlar kuvvetli bir iman ile inanmışlardır ki, bir yalancı perdenin arkasından vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak iflasa mahkûmdur.

Efendiler, İtilâf Devletleri’nin haksızlıkları ve merkezî hükûmetin zaaf ve acizliği karşısında milletimizin varlığını ispat ve fiilî saldırılara karşı namus ve istiklâlini fiilen savunmak kararını vermek zorunda kaldı. Takip edildiği şekliyle: Doğuda sona eren harbin türlü zorluk ve üzüntülerini görmüş ve özellikle Ermenilerin vahşet ve zulümlerine sahne olmuş yaslı hudut vilâyetlerimiz, namus ve millî bağımsızlığı kurtarmak amacıyla Müdafaa-i Hukuk-i Millîye, Muhafaza-i Hukuk-i Millîye Cemiyetleri kurdular. Doğudan ve güneyden tehlike hisseden Diyarbakır vilâyetimizde de Müdafaa-i Vatan Cemiyeti (Vatanı Savunma Derneği) kuruldu.

Batıda Yunanlıların olabilecek saldırılarına karşı kurulan Müdafaa-i Hukuk-i Millîye Cemiyeti, Yunanlıların sevgili topraklarımıza ayak basması üzerine ilhakı topraklarımızı (Yunan) topraklarına katmalarına engel olmak için ayaklandılar.

Trakya’da, Kilikya’da ve her tarafta millî cemiyetler oluştu. Kısaca batıdan ve doğudan yükselen milletin sesi, Anadolu’nun en ıssız köşesinde yankı uyandırdı. Bundan dolayı millî cemiyetler, düşmanların esaret boyunduruğuna girmemek amacıyla millî vicdanın azim ve irâdesinden doğmuş tek teşkîlât oldu. Bu sayede asırlardan beri bağımsız yaşayan milletimiz varlığını dünyaya göstermeye başladı.

Efendiler, milletçe kurtuluş çaresinin ancak milletin kendi ruhundan şekillenerek doğacağı fikri anlaşılınca, açık tehlikeler karşısında bulunan Doğu Anadolu illeri Erzurum Kongresi’ni düzenledi. Bu sırada yapılan haberleşme, devam eden olaylar ve mecburiyetler ile de vatanın tamamının kurtuluşunu amaç edinen Sivas Kongresi, bugün saygıdeğer Heyetiniz’in ortaya koyduğu Genel Kongre 21 Haziran 1919’da kararlaştırılmıştır.

Efendiler, burada Yüce Heyetiniz’e büyük üzüntülerimle söyleyeceğim ki, memleketin ve milletin kutsal değerlerine güven hissi vermede beceriksizlik ve miskinlikten başka bir güç gösterememiş olan merkezî hükûmet, milletin sesini boğmak, milletin ortak bağlarını kırmak ve bu şekilde milleti daima mağlûp göstermek gibi ancak düşmanlarımızın çıkarına sayılacak hareketlerin yiğitliğini takındı. Bu durum tarihimizde doğal olarak merkezî hükûmetin hesabına çok şüpheli bir devirdir.

Teşekkür olunur ki Efendiler, millet ve millî gücün tek koruyucusu olan namuslu ordumuz, merkezî hükûmeti uyararak zararları sonuçsuz bırakmıştır. Böylelikle kötü etkiler bazı gecikmelere neden olmuştur.

Hatırlarsınız ki, Sivas Genel Kongresi’ne katılmaları için 22 Haziran’da gerçekleşen davetiyede Erzurum Kongresi’nden bahsedilerek toplantının 10 Temmuz’da yapılması kabul edilmişti. Batı Anadolu’dan katılan delegelerin bu zamana kadar Sivas’a varabilecekleri tahmin edilerek Erzurum kongre heyeti üyelerinin de Sivas’taki genel toplantıya katılabilmelerinin mümkün olduğu düşünülmüştü. Halbuki Sivas Kongresi’nin toplanması ancak bugün gerçekleşti. Aradan bir aydan fazla zaman geçti. Bu uzun süre içinde, Erzurum Kongresi heyetinin beklenilmesinde ise, zaten bilinen ve ortak olan asıl amaçlar ve esas noktalar üzerinde görüşmeleri yürütmek ve kararları kabul etmek uygun görüldü. Ve sonra da temsilcilerin seçildikleri yerlere dönmeleriyle kararlaştırılan şeylerin uygulanmaya başlanması tercih edildi. Fakat Kongre Genel Kurul’u, Doğu Anadolu adına Sivas Kongresi’nde hazır bulunmak üzere Heyet-i Temsiliye’den (Temsilciler Kurulu) bir heyetin teşkil edilmesine karar verdi.

Erzurum Kongresi’nin bildirisi ve nizamnamesi hükümlerinden başka gizli kalmış hiçbir karar yoktur. Yalnız Sadrazam Ferit Paşanın Paris seyahatinden dönüşünde Anadolu’da karışıklık olduğu hakkında yayınladığı genelgesi, kongrece büyük üzüntü ile okunmuş ve bu gerçek dışı ve memleketin ve milletin çıkarlarına zararlı olan ve dikkatsizce hazırlanan bu bildirinin derhal yalanlanması kendisinden şiddetle istenmiştir. Bir de milletvekili seçimlerinin çabuklaştırılması istenmiştir. Erzurum Kongresi, yalnız Doğu Anadolu temsilcilerinden oluştuğu için yetkilerinin bu daire ile sınırlı olduğu göz önünde tutulmuştur. Ancak bu, Batı Anadolu ve Rumeli temsilcilerinin katılması ile gerçekleşecek ve bütün yetkilerin kullanılması, değerli Heyetiniz’in oluşması şartına bağlı olacaktır. Hatta bu nedenden Doğu Anadolu’daki millî cemiyetlerin birleşmesinden doğan kütleye ünvan verirken Doğu Anadolu kaydı konuldu. Genellikle “Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” yahut “Anadolu- Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” (Anadolu- Rumeli Haklarını Savunma Derneği) genel adının kullanılması, bütün milletin hukuku adına kendini yetkili görmesi doğru olmazdı. Bu durumda İstanbul’da olduğu gibi, beş on kişinin bir araya gelerek bütün milletin yetkili vekilleriymiş gibi, asıl yetki sahibi olan milletle ilgisiz bir teşebbüs mahiyetinde olabilirdi.

Bununla beraber Efendiler, Erzurum Kongresi, bütün ülkenin ve milletin anlaşıp birleşme noktasında Doğu Anadolu illerimiz ve diğer illerimizde her konuda birlikte hareket etme bilincinde olmayı temel kabul etmiştir. Bununla beraber yüce huzurunuzda kabul edilmiş olan bu Sivas Genel Kongremiz, vatanımızın ve milletimizin tek vücut olduğunu gerektiği gibi dile getirip ispatlayacak esasları açıklamıştır.

Efendiler, Millet Meclisi’nin toplanması için öteden beri gösterilen millî gayretler karşısında İstanbul Hükûmeti’nin ilk günden beri takındığı ilgisiz, sonradan dik kafalıca ve Kanun-ı Esasi’ye (Anayasa) bütünü ile zıt hareketleri, son günlerde millî cereyanın etkisiyle daha uysal bir duruma girmiştir. Seçimlere emir verildiğini biliyorsunuz. Bunun gerçekleşmesini Allah’ın izniyle büyük kararlılığınız ve cesaretiniz ortaya koyacaktır. Ancak bundan önceki olayların evrelerinde çoklukla veya ferdi olarak yabancı mandaterlikleri gibi doğrudan doğruya hayat ve bağımsızlığımızı ilgilendiren önemli bir mesele söz konusu olmaktadır.

Millî Meclis’in henüz toplanmamış olduğu bir sırada (düşman tarafından) kuşatılmış ve bağımsızlığını kaybetmiş İstanbul Hükûmeti’nin tek başına ve kanun dışı bir kararı veya isteklere/çıkarlara aykırı bazı dış önerilere boyun eğip kabul etmeleri ihtimâline karşı, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin millî ruhu temsil eden birbiri peşi sıra toplantıları, muhakkak iyiye alâmettir. Açıklamalarım son bulurken vatan ve milletin kurtuluş zaferi amacına bağlı olan heyetimizin başarılı olmasını Allah’tan dilerim.

#5 - Eylül 16 2008, 14:44:15
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Millî Teşkilât (Teşkilat-ı Milliye)
11 Ekim 1919


Millî Teşkilâtın gücü ve kapsamı Millî Teşkilât ve İttihatçılık-Millî Teşkilât ve Müslüman olmayan unsurlar- Millî Teşkilât ve Yabancılarla İlişkileri- Millî Teşkilât ve Seçimler-Mustafa Kemal Paşanın Milletvekilliği.

Yenigün gazetesinin Sivas’ta bulunan özel muhabiri ile görüşme.

-Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Teşkilâtının gücü ve kapsamı nedir?

Ateşkesten sonra millet iki büyük felâket altında kalmıştı. Bunlardan birincisi, vatan ve milletin içine düştüğü haksız uygulamalar, ikincisi de eski hükûmetin saldırılar sırasında âdeta Yunanlılarla işbirliği eder gibi hareket etmesidir. Bu iki büyük neden ülkenin her tarafında ayaklanma oluşturdu. Ülkemizin her tarafına etki etmiş olan aynı nedenler aynı amaç doğrultusunda her yerde Millî Teşkilâtlar oluşturulması sonucunu vermiştir ve sonuçta bütün bu dağınık teşkilâtlar birleşerek ülkeyi kapsamıştır.

S- Millî Teşkilâtın ittihatçı kışkırtması olduğu yönünde bir söylenti var. Bu konudaki görüşleriniz hangi yöndedir.

C- Teşkilâtımızın ne gibi millî nedenlerden doğduğunu açıkladım. Bunun üzerine gerçek amacımız vatanı ve milleti kurtarmak olduğuna göre karşımızda iki düşman kurumun bulunması doğaldır. Bunlardan biri, şahsi menfaatleri için çoğunluğu feda eden eski hükûmet, ikincisi ise yok olmamızı bekleyen birtakım iç düşmanlarımızdır. Bunlar dünya önünde millî hareketi karalamak ve kendilerini kurtarmak için zaman gereği, güçlü bir silâha sahipti. Bu silâh ise ittihatçılık iftirası idi. Fakat gerek gerçekleştirilen millî işler ve gerekse hükûmetin değişiminde gösterdiğimiz tarafsızlık, dünya kamuoyunda, aşağılık ihtiraslardan ne kadar uzak olduğumuzu kanıtladı. Bize ittihatçı diyenler unutuyorlar ki, Millî hareket, bütün Millet tarafından uygulanıyor. Eğer işin içinde illâ ittihatçılığın olması gerekiyorsa, bütün milletin ittihatçılıkla suçlanması gerekiyor. Fazla olarak, gerek şimdiye kadar yayınladığımız bildirgelerle ve gerekse genel kongrede kabul edilen yeminle, hiçbir partiye üye olmadığımızı ve ittihatçılıkla da ilgimiz olmadığını dünyaya açıkladık. Hatta, Padişah bile son açıklamalarında, Millî Teşkilâtın yalnızca millî sebeplerden doğduğunu ilân buyurmuşlardı. Fakat Ferit Paşa Hükûmeti yalnız millete değil (Tan) gazetesi yazarına da Anadolu hareketinin ittihatçı kışkırtmasından doğduğunu söyledi. Artık böyle bir iddiaya nasıl değer verebiliriz? Bir silâh olarak bunu kullanmak isteyen Ferit Paşa, Trabzon ve Samsun’dan Anadolu’ya akın akın Bolşevikler geldiğini illere resmî telgraflarla duyurarak ilân etmek zavallılığını göstermiştir.

S- Millî Teşkilâtın Müslüman olmayan unsurlara karşı birtakım yönelimlerinin olduğuna dair bir söylenti vardır. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir ve Millî Teşkilât ile Müslüman olmayan unsurlarla ilişkileri ne doğrultudadır?

C- Her şeyden önce şunu söylemek istiyorum ki, Millî Teşkilâtın Müslüman olmayan unsurlara karşı hiçbir gizli, saklı düşüncesi yoktur. Üstelik bazı Müslüman olmayan unsurların devlet ve milletimize karşı bazı kışkırtma ve girişimlerde bulunacak kadar zararlı düşünceler besledikleri olaylar ve belgelerle tespit edilmişse de, yasal haklarına dayanan milletimizin sükûn ve ciddiyeti karşısında hiçbir sonuç alamayacaklarını anladıkları düşünülebilir. Bu durumda arada hiçbir terslik nedeni kalmayacaktır. Biz onların her türlü doğal haklarını sağlayarak, halklar arası bir denge ve uyum yaratmayı esas amaçlarımızdan sayıyoruz.

S- Yabancılarla ilişkileriniz nasıldır?

C- Şimdiye kadar gerek tesadüfen ve gerekse Anadolu durumunu incelemek için görevlendirilip bu bölgeye gelen çeşitli milletlerden olan yabancıların birçoklarıyla temas edildi. Bunların bize söyledikleri ilk izlenimleri, uzaktan müthiş bir madde gibi zihinlerinde canlandırdıkları Anadolu’yu, tam tersine dikkate değer bir sükûn ve güvenlik içinde görmekten doğan şaşkınlıkları oluyordu. Özellikle, Millî Teşkilâtın genişliği ve önemiyle, milletin birlik ve kararlılığını gözleriyle görüp, genel isteklerimizi etraflıca araştırdıkları zaman, millî isteklerimizin yasallığı ile teşkilâtımızın temiz manevîyatı hakkında ülkelerin kamuoyuna tekrar tekrar raporlar yazmaktan geri kalmadılar. Bu şekilde bugün Avrupa ve Amerika’da gerçeğin ortaya çıkmaya başladığını görmekle memnun oluyoruz.

S- Genellikle Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin en çok Temsil Heyeti’nin seçimler sırasındaki durumu ve faaliyeti ne olacak?

C- Topluluğumuz, bir siyasî parti değildir. Bu nedenle seçimler sırasında, ne cemiyetin genelinin, ne de hususî olarak Temsilciler Kurulu’nun doğrudan doğruya hiçbir etkinliği ve girişimi olmayacaktır. Bu nedenle bu konuda bize düşen görev, çağdaş hukuktan yararlanan vatan evlatlarına düşen millî görevin tamamıyla aynıdır. Yalnız bizim bu konuda fazla olarak söyleyebileceğimiz tek söz varsa o da milletin çoğunluğunu temsil edip en önemli millî mukadderatımız (gelecek) hakkında belirli birtakım esaslara sahip olduğumuzdan bu esasları savunmak ve bunları müdafaa edecek bir milletvekilleri çoğunluğunun seçilmesini dilemekten ibarettir.

S- Siz, milletvekilliğine adaylığınızı koyacak mısınız?

C- Ben yalnız vatanıma ve milletime böyle tarihî bir anda tamamıyla kendimi verebilmek amacıyla kutsal görevimden ayrılıp kendimi sine-i millete emanet ettim. Bunu yaparken milletin sıradan bir üyesi olarak elimden gelen fedakârlığı göstermek kararlılığındaydım. Bu nedenle tamamıyla milletimin iradesine bağlıyım. Eğer millet beni milletvekili olarak seçmek istediğini belirtirse memnuniyetle kabul ederim. Fakat kendiliğimden hiçbir girişimde bulunmayacağım.
#6 - Eylül 16 2008, 14:45:40
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Hareket-i Milliye (Millî Hareket)’in Karakteri
24/25 Ekim 1919



Millî Hareketin başında bulunanlar- Millî Hareket ve Millet- Millî Hareket ve İttihat ve Terakkî- Millî Hareketin liderlerinin amacı-Dünya Milletleri ve Millî Hareket –Türk halkının özü-siyasî savaş ve toplumsal çalışma.

Amasya’da Tasvir-i Efkâr Muhabiri Ruşen Eşref ile görüşme

-“Dün akşam siz yorgundunuz, biz de meşguldük iyi görüşemedik. Bu hareketin başından beri bizimle olmuş olsaydınız çok önemli yerler ve olaylar görecektiniz. Sizin için yararlı inceleme alanı olacaktı. Şimdilik ilk aşama kapandı” dedi.

-Hakkınız var efendim. Bu yalnız benim için değil, millî hareketin temelini bilmek ihtiyacında olan bütün millet için, özellikle İstanbul için çok yararlı olurdu. Hem böyle bir olayın aşamalarını belirlemek tarih için gerekli olabilirdi. Fakat o zaman imkân bulunamadı. Bununla beraber yine bazı şeyler öğrenilebilir, görülebilir dedim.”

- Doğrudur, fakat daha önceden anlaşılsa ve anlatılsa idi daha iyi olurdu. Örneğin, bu hareketle ilgili olduğumuz için bundan bir iki ay önce bizi maceraperestlikle suçlayan bir iki İstanbul gazetesi, isterdim, yakından bağlantı kursaydı da işin gerçeğini öğrenip ona göre açıklasaydı... Milletin, hakkını aramasına, bir iki kişi maceraperestlik dediler. O hakkı geri almak için çalışanlar da macerasever birer muhteris oldu. Fakat durup dururken macera yaratmaya, maceraperest olmaya, bilmem ki gerek var mıydı? Bu maceraperest denen insanların rütbeleri mi eksikti? Şahsi onurları mı zarar görmüştü? Aç mı kalmışlardı, yoksa şahsi gelecekleri belirsizliğe mi uğramıştı? Hayır, değil mi ya? Her şeyleri yerli yerinde idi. O hâlde, özellikle bir savaş yorgunluğundan sonra dinlenmeğe ihtiyaç duyan bir kişinin böyle maceralar, dertler yaratmaya ihtiyacı yoktu. Oysa ki milletin ve ülkenin geleceği ve onuru söz konusu oluyordu. Bu konu her düşüncenin üstündedir. Millet ve ülkenin varlığıyla kazanılan rütbe ve refahın bir önemi, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan ancak yine bu yüce millet ve ülkeye borçlu olduğumuz son bir namus görevini yerine getirmek için ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi yasal hakkını savunmak için çıkardığı sese katılmak her kendini bilen vatandaşın görevidir. Eğer bu millet, bu ülke bölünecek olursa genel onursuzluğun yıkıntısı altında kalan şunun, bunun da şahsi onuru da parça parça olur. Biz, o genel onuru kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza engel olabilecek şahsi rütbeleri, konumları da genel onuru kurtarmaya yöneltilmiş bir amaç uğruna harcadık. Milletin yaşam hakkı ve kurtuluşunu istemesi, birkaç kişi tarafından, dünyaya sanki devlete karşı bir isyan gibi gösterilmeye çalışıldı. Bir iki kişiyi de kışkırtıcı olarak gösterdiler. Halbuki geçtiğiniz yerlerde bizzat görmüşsünüzdür. Hükûmetin gücü, hükûmetin kanunu her yerde boyun eğilen değil midir?

Eğer konuştunuzsa, halkın isteği nedir? Bizzat kendi ağzından duymadınız mı? Şu hâlde, bu özel bir isyan, bir siyasal taktik olarak düşünülemez değil mi ya? Bu hareket, milletin bir arzusudur, hatta bir ihtiyacıdır. Bu istek ve ihtiyacı birleştiren şey de kişiler değil bizzat olaylardır. Ülkenin birlik ve kurtuluşunu tehdit eden yasa dışı birtakım şiddetli istekler, topraklarımıza, hiçbir hakka dayanak olmaksızın meydana gelen saldırı, tehlike karşısında millete birleşmek gereğini duyurmuştur. Böyle bir harekete macera demek, bu hareketi değerli görenleri maceraperestlikle lakaplandırmak aymazlık, kötü niyetlilik değil midir? Fakat böyle şahsi meselelerle uğraşacak vakitte değiliz. Böyle birtakım adî, bayağı şeylere zamanın hassasiyeti uygun değildir. Bence muhalefet saygıya değerdir. Çünkü Oda bir inceleme, bir birleştirme ürünüdür. Fakat yapılacak karşı çıkmalar mantıklı ve ılımlı ve yasal nedenlere dayanmazsa muhalefet değersiz olur” dedi.

Bir sigara yaktı. Bir kahve istedi. Elinden düşürmediği tespihini hızlı hızlı çekiyordu.

Fakat Sayın Paşa, bu harekete karşı çıkanlar bunu bir parti taktiği (yönetme sanatı) olarak görüyorlar. Onun için de bunu bütünü kapsayan kutsal bir anlamda görmek istemiyorlar.

-Böyle bir zamanda, parti taktiği yapmak uygun mu? Ülke olmazsa partinin değeri ne olur. Önce ülke kurtarılmalı ki partiler de ondan sonra siyasal, sosyal bir temele dayanarak oluşabilsin. Parti taktiği ne demek? Bu bir parti taktiği olsaydı, Sivas Kongresi’ne ülkenin her yerinden, Ferit Paşa Hükûmetinin oldukça sıkı önlemlerine rağmen seçilmiş temsilciler katılabilirler miydi? Anadolu’nun isteğine ve ihtiyacına uymayan bir hareketin Anadolu’nun ta göbeğinde barınması, yardım görmesi mümkün müydü? Hiçbir yerde zor ve tehdit işareti görüldü mü? Karşıya geçip de gözlerini yumarak ve kimbilir hangi alçak, kovulmuş, kabul görmemiş çıkar uğruna iftira savuranlardan bir ikisi, kongreye katılsaydılar, partilerine, görüşlerine bakılmadan aynı ülkenin gerekli ve yararlı çocuğu gibi teşekkürle kabul edildiklerini göreceklerdi. Karşı görüşler olgunlukla dinlenecekti. Milletin genel hakkını istemesine parti taktiği denir mi? ...demek doğru mudur?

Canlandırılmasından en çok sakınılması gereken İttihat ve Terakkî Partisi’dir. Bir kere kongreye katılan üyelerin her biri, kesinlikle böyle bir girişimde bulunmayacağına dair yemin etti. Yemin kutsal bir üstlenme demektir. Namuslu olan bir kişi verdiği sözden dönmez. Diğer yönden, İttihat ve Terakkî, siyaseti açısından da iflas etmiştir, öyle mi? O partiye üye olan kimseler, iktidarda iken milletimizin beklentilerine, kişiliğine uymayan yayılmacı bir politika uyguladılar. Kendi toprağı hizmet ve özene ihtiyaç duyarken, bu milletin gözlerini başka noktalara çevirmeğe çalışan bir politika, tabiî bir siyaset değildi. Üstelik iflasa mahkûm idi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin amacı ise o siyaset yüzünden bu duruma gelen zavallı ülkeyi ve toprakları yasadışı emperyalizm ve kolonizasyon siyasetiyle ele geçirmeye, parçalamaya çalışan yabancı ve saldırgan güçlere çiğnetmemek!... Bu düşünce ile hareket eden bir teşkilât, ruh ve varlık nedeni ile, İttihat ve Terakkî, hükmü kalmamış partisini diriltecek yetenekte değildir.... Herhangi bir siyasî parti, bu fikrin ve programın gereksizliğini iddia edebilir mi? Herhangi bir parti, ülkenin birlik ve kurtuluşunu, hareketinin esaslarının birinci maddesi olarak kabul etmez mi?

O hâlde öyle bir partinin kendi isteklerini tamamen koruyarak, bu gruba girebilir… Bu kadar açık bir şeye de İttihatçılığın yaşatılması, iktidara gelme hırsı gibi iftiralar savurmak, ahlâka, vatandaşlığa yakışmayacak bir anlayışsızlıktır, terbiyesizliktir. Ben, kendi adıma, güttükleri siyasetin, vatan ve millete zararlı olduğunu yüzlerine karşı söyleyip açıkça karşı çıktığım insanların, sistemlerinin tekrar iktidar mevkine gelmesi ve muteber olması ve sonuç olarak da şu anda hepimizin içini kan ağlatan, dünkü durumların yeniden devamına mı çalışacağım? Bunu hangi aklı başında, insafı yerinde adam düşünebilir? Böyle bir düşünce mantıkla karşılanamaz” dedi.

Bunları söylerken yüzü coşkunluktan kızarmıştı. Ses ve kaşları daha sert bir şekil almıştı:

-“Millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidara geçtikten sonra onun gerçek beklentilerini düşünecek yerde ülkeyi kendi istediği yolda götüren, laf anlamayan, yetkililerin uyarılarına kulak asmayan, millete ait güçleri kendine bağlamaya çalışan kahraman görünen insanlardan çok zarar görüldü. Onun için bazılarının bu çeşit kararsızlık göstermesi hoş görülebilir. Kâbusların artması ve uzaması istenebilir bir şey değildir. Sonuç olarak hem onlara zarar oluyor, hem de zavallı millete! Bunu siz de anlarsınız.

Ancak açıklamanız ve açıklamanızın ardından yapacağınız işler, bu kuşkuları yok edebilir. Bugün hiç kimse yalanlayamaz ki ülkeye ve millete büyük hizmet vermek isteği içinde her fedakârlığı göze aldınız. Bu fedakârlığınız hemen hemen genel bir sevgi ve teşekküre erişti. Gerek sizi, gerek arkadaşlarınızı bir sevgi kuşatıyor. Bunun devamı ancak sizin elinizdedir. Millet, çok zamanlar kendisine gerçekten dost olacak iyi insanlardan yoksun kaldığı için şu acıklı günlerde yardımına koşan insanları her zaman aynı fedakârlık, aynı tokgözlülük içinde görmek ister. Onları manevî bir güç hâlinde korumak ve kutsal saymak ihtiyacındadır. Bu gücün korunabilmesi de ancak şahsi menfaatlerin hor görülmesiyle olabilir düşüncesindedir. Açgözlülük, nice içtenliklerin ölmesine, nice iyi isteklerin yarı yolda kırılmasına neden olmuştur.

Açgözlülükten anlaşılan anlam bir bakanlık elde etmekse, onun için böyle şeyler yapmaya gerek yoktur. İstanbul’da oturup çalışmak, o amaca varmak için daha kolaydı. Fakat millete hizmet etmek için en emin aracın her türlü açık gösterişten vazgeçip ancak, milletin bağrında bulunmakla, manevî ödülü, maddî ödüle üstün tutmakla olabileceğini düşünenlerdenim. Bundan ötürü, hayatta amaçlara ulaşabilmek için, millete hizmet edebilmek için yalnız bakanlık konumunda olmak gerektiğini düşünmedim. Açgözlülük dedikleri bu ise, ne bende, ne arkadaşlarımda yoktur. Bunu herkesin açıkça bilmesini isterim. Yüklendiğimiz görev çok kutsaldır. Onun kutsallığına birtakım şahsî hırslarla zarar verilmesini hiçbirimiz istemeyiz. Bizim isteğimiz, bugüne kadar hakkından mahrum yaşatılan, varlığı önemsenmeyen milletin yaşamaya, refaha lâyık bir güç olduğunu hükûmetimize ve hükûmetlere anlatmaktır. Bugün dünya toplumsal inkılâp geçirmektedir. Bu alanda kazanılacak başarılar, zorbalara, ilgisizlere teslim ettirilen haklar, savaş meydanlarındaki zaferler kadar, hatta daha önemlidir. Ancak bu niyeti anlayan anladığını da yaptıkları işlerle kanıtlayan hükûmetler hangi partiye üye olurlarsa olsunlar milletin kabulünü, yararlılığını kazanır. Bunu anlayıp da milleti hâlâ kendi kafalarının keyfine yönetmeye kalkışan güçler artık birer belâdır. Belâ çekmeğe de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır. Millet, yapılan işleri, kendisi kontrol etmelidir. Hayata lâyık olduğunu dünyaya bu şekilde kanıtlamalı. Sonra da dünyadan hayat hakkını istemelidir!

Dünya, milletimizin yaşamasına ya saygı gösterip onun birliğini ve bağımsızlığını onaylayacaktır, ya da son topraklarımızı son insanlarımızın kanıyla suladıktan sonra, bütün bir milletin teşkilâtı üstünde, istenmemiş, kovulmuş, işgal hırsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu çeşit bir kıyıma ise günümüz insanlığnın sinirleri dayanmaz. Milletin bu isteğini anlayan hükûmet görevlilerinin de sorumluluğu gayet açıktır; milletin güvenliğini sağlamak, içten, duraksamadan çalışmak, bizi masa başı görüşmesine çağıracak, yabancı devlet adamları ile milletin isteğini açıkça tartışmaktır.”

Yemek saatine kadar konuşulanların özeti işte budur. Bu adamın da siyasî akımlar içinde, bugünkü özel konumunu kaybetmemesini diledim. Öğleden sonra Amasya Panayırı’nda pehlivan güreşi vardı. Oraya davetliydik. Meydanda büyük bir kütle kendisini alkışladı. Bu ilgiden çok etkilenmişti:

“Bak kardeşim, böyle milletten nasıl ayrılırsın? Bu eski püskü giysilerin içinde kötü gördüğün insanlar yok mu? Onlarda öyle bir yürek, öyle bir cevher vardır ki olmaz şey! Çanakkale’yi kurtaran bunlardır.
Kafkas’ta, Galiçya’da şurda burda arslan gibi çarpışan, yokluklara aldırmayan bunlardır. Şimdi bu adamcağızların, sosyal seviyelerini yükseltmek herhangi bir hükûmetçilik açgözlülüğünden daha iyi değil midir? Bu insanî çabaların yanında siyasî mücadeleler bayağı kalırlar değil mi ya?

Siyasî çatışmaların çoğu yararsızdır. Fakat toplumsal çabalar her zaman için yararlıdır. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden Anadolu’ya geçip çaba harcamazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Ülkeyi gezmeli, milleti tanımalı. Eksiğini görmeli ve göstermeli. Milleti sevmek böyle olur. Yoksa sözle sevgi yarar sağlamaz” dedi.

-Hakkınız var...
-Kongrenin bildirgesini okudunuz mu?
-Evet
-Bir kez daha tekrar edelim ki size açıklayabileyim. Bağımsızlıktan ne istediğimizi anlatayım. Yedinci maddeyi okuduk:
Milletimiz, insanî çağdaş amaçları yücelten sanayi ve iktisatla ilgili durumu ve ihtiyaçları kabul ediyor. Bunun için, ülke ve milletin içerideki ve dışarıdaki kurtuluşu yurdun bütünlüğünü korumak şartıyla, Altıncı maddede açıklanmış sınır içinde millîyet ilkelerine uyan ülkemize karşı, yayılmacı istekler taşımayan herhangi bir ülkenin, bilimsel, iktisadî ve sanayi yardımını memnuniyetle karşılarız. Bu adaletli şartları ve insanlık gereklerini taşıyan bir barışın da bir an önce oluşması, insanlığın geleceği ve dünyanın huzuru adına en hususî ve en has emelimiz, millî dileğimizdir.

Görüyorsunuz ki bu yön de, kongre tarafından göz önünde tutulmuştur. Yalnız milletin düşündüğü yardım, saltanat şûrasında birkaç kişinin “Şimdilik yönetimi, herhangi bir yabancıya teslim edip, onun korumasına girmemiz gerekir” türünden değildir. Altı yüz yıl efendi yaşamış tarihinin her sayfası...... yoksa ekonomik, sanayi, toplumsal birçok eksiğimiz olduğunu kim reddedebilir ki? Fakat bu eksikliği gidermek için de canlı bir milleti ortadan kaldırmak mı gerekir? Biz yenilgimizin bedelini çok ağır ödedik. Elimizden, köyler, iller değil ülkeler alındı. Fakat son lokmasını da ağzından kapmak için bir milletin hayatına kıymak canice bir davranıştır. Öldürülen bir adamın kendisini son nefesine kadar, cesaretle mertlikle savunması doğal ve gereklidir. Bu sözlerin yeniden mücadeleye gireceğiz ve girmek istiyoruz anlamını içermez değil mi? Böyle bir isteği olan yok, şimdilik gerek de yok, ihtiyaç da. Aceleci hareketlerin zararlı sonuçları ortadayken, böyle ağır kararlara girişilemez. Aksine çabuk ve adaletli bir barışa can atıyoruz. Milletimiz bugüne kadar birçok savaş yorgunluğuna ve haksızlığa maruz kalmıştır. Bunun için devamlı bir barışı, gönülden ister.

Ancak tehlikenin boğaza sarıldığı yerde mücadele kendiliğinden doğuyor. İzmir’de mücadeleyi kim başlattı? Oraya haksızca saldıran Yunanlıların zulmü değil mi? Yoksa durup dururken zavallı halkın, özellikle bir beklenti döneminden sonra silâh patlatma istekleri yoktu. Öldürülen bir millet her şeyi göze alır... Kongrenin amacı, Millî Teşkilâtı oluşturup mantıklı ve yasal haklarını dünyaya duyurmak, sınırını ve yaşamını kurtarabilmektir. Toplu bir milleti istilâ etmek, tamamıyla dağınık bir milleti istilâ etmek kadar kolay değildir. Doğaldır ki dışarıdan gelecek paraya, tavsiyeye, çalışma tekniğine ihtiyacımız vardır. Fakat bu, birliğimize, bağımsızlığımıza son verecek bir tavsiye biçimi olamaz. Bize yardım edecek, insanca kaynaklara karşı biz de üzerimize aldığımız göreve birliğimiz ve kurtuluşumuz içerisinde içtenlikle bağlı oluruz.

İsteğe ve yasalara dayanan bir yaklaşımla hem daha iyi sonuç verir, hem de daha kalıcı!... Zaten bu çeşit bir düzenleme milletimizin onuruna ve kurtuluşuna zarar vermez.

Millî Teşkilât ile ilgili de bilgi almak istiyordum. Fakat yerlilerden birkaç kişi kendisini ziyarete geldi. Ben de sorumu bir başka zamana bırakmak zorunda kaldım.
#7 - Eylül 16 2008, 14:49:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Ankara İleri Gelenleriyle Bir Konuşma
28 Aralık 1919



Ankara’ya gelişinin ertesi günü büyük bir heyet halinde Ziraat Okulu’nda Mustafa Kemal’i ziyaret edenlere yaptığı konuşma:

Saygıdeğer Efendiler!

Heyetimizi, Ankara’ya ulaştığımız gün erkek, kadın, çocuk bütün halkın içten ve vatanseverce, olağanüstü gösterisiyle karşıladınız, sevindirdiniz. Bugün topluca yaptığınız yüce ziyaretinizle de mutlu ettiniz. Bu nedenle de heyetimizin derin saygı ve teşekkürlerini sunmakla övünürüm.

Saygıdeğer vatandaşlarımızı böyle toplu bir halde selâmlamak bizim için değerli bir fırsattır. İzin verirseniz, bu fırsattan yararlanarak kısa bir görüşüp konuşmak isterim.

Efendiler!

Hepiniz bilirsiniz ki... savaşın son döneminde Amerika Cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddeden oluşan bir programla ortaya çıktı. Bu program milletlerin kendi geleceklerine kendilerinin hakim olmasını sağlıyordu. Programın on ikinci maddesi ise özellikle Türkiye’ye, devletimize ve milletimize aittir. Wilson bu madde ile Türkiye’nin, milletimizin tam bir hakimiyete sahip olması gereğini ortaya koyduktan sonra buna bir iki şart da eklemiştir. O şartlar şunlardır: Aramızda yaşayan Müslüman olmayan unsurların güvenliklerini ve hareket hürriyetlerini sağlamak... Bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır. Bütün İtilaf Devletleri Wilson’un prensiplerini kendi çıkarları için uygun gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi. Ve kabul etti. Gerçekten kabul edilebilecek bir prensiptir. Çünkü Mister Wilson’un istediği Müslüman olmayan unsurların can güvenliği ve malları ve her türlü gelişme hak ve nedenleri için gereken her şeye zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz uymuştu. Gerçekten Müslüman olmayan unsurların Osmanlı Devleti ve milletinin kucağında eriştikleri ayrıcalıklar üç yüz yılı geçen bir zamandan beri fazlasıyla vardır. Bundan dolayı bu sınırlama bizim için yeni bir şey değildir.

Boğazların serbestliği sorununa gelince;

Bu geçitte başkentimiz, devletimizin kalbi vardır. Bunun güvenliğini sağladıktan sonra genel ticarete hazır olarak açılması da gerekli görülür. İşte devletimiz ancak bu ilkeler çerçevesinde savaştan çıkmak ve ateşkes yapmak kararını verdi. Bunun sonucu olarak İtilaf Devletleri ile 30 Ekim 1918’de ateşkes yapıldı. (Ateşkesi göstererek) Bildiğiniz gibi ateşkes antlaşması budur. Elbette hepiniz bunun içeriğini bilirsiniz. İçeriği ile uygulanması arasında ne kadar büyük farklar olduğunu bir daha hepinizin dikkatine sunmak isterim. Ateşkes antlaşmasının bazı maddelerini hatırlatacağım:
Örneğin beşinci maddeye göre “Sınırların korunması ve iç güvenliğin devamı için gereken askerî kuvvetten fazlası dağıtılacak...” Bu kuvvetlerin sayı ve durumları, tarafların görüşmesiyle kararlaştırılacaktı.

Çok önemli olan yedinci madde “İtilaf Devletlerinin herhangi bir stratejik noktayı işgâl hakkına sahip olmalarını, müttefiklerin güvenliğini tehdit edecek durum olduğunda” açık şartıyla belirlemiştir.

Onuncu madde yalnız “Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgâli”ne… aittir.

Onikinci madde “Hükûmet haberleşmesi ayrı olmak üzere telsiz, telgraf ve kabloların kontrolüne...” izin veriyor.
On beşinci madde “Osmanlı memleketleri içindeki demiryollarının” yalnız ve ancak kontrolü söz konusudur.

On altıncı maddede “Kilikya’daki ordularımızın oranın güvenliğini sağlayacak kadar kuvvetin bırakılması ve geri kalanın beşinci maddeye göre dağıtılması” çok açık olarak belirtilmiştir. Ve bundan başka hiçbir sınırlama ve koşul yoktur.
Yirmi dördüncü maddede “Altı vilayetin (Doğu Anadolu’nun) herhangi bir parçasının işgâli hakkını İtilaf Devletlerine veren nedenin bu vilâyetlerde karışıklık ortaya çıkaracağı” açıktır.

İşte Efendiler; ateşkes antlaşmasının en çok dikkati çeken noktaları bunlardır.

Bu maddelerin anlamlarıyla uygulamaları arasında uygunluk var mıdır? Örneğin ateşkes antlaşmasının ilk imzalandığı zamanlarda İngilizler Musul’u işgâl etti. Ateşkes antlaşması imzalandığında bizim ordumuz Musul’da, İngilizler güneyde idi. Ateşkesten sonra oradaki komutanı aldatarak Musul’a asker soktular. İstanbul’u kara ve deniz kuvvetleri ile işgâl ettiler. Bu konuda ateşkes antlaşmasında izin var mıdır?

Adana çevresini, Urfa’yı, Antep ve Maraş’ı önce İngilizler ve ondan sonra Fransızlar işgâl ettiler. Bununla ilgili ateşkeste bir madde yoktur. Kilikya’da bizim askeri kuvvetimizden beşinci madde gereğince yerel güvenliği sağlayacak kadarı bırakıldıktan sonra fazlası dağıtılacaktı. O halde bu uygulanmış olan şekil nedir?

İtalyanlar Antalya’yı işgâl ettiler, savaş halinde olmadığımız Yunanlılar da İzmir ve çevresini işgâl ettiler, özetle ateşkes antlaşmasını baştan başa paramparça ettiler, bu saldırılara, bu haksız davranışlara karşı İstanbul’daki merkezi hükûmetler yazık ki beceriksiz bir durumda kaldı. Hatta yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir.

Evet İstanbul’un, Antalya’nın, Kilikya’nın haksız işgâllerini protesto bile etmemişlerdir. Bunu yapmadıkları gibi; İstanbul’da örneğin henüz barış imzalamadığımız bir milletten jandarmamıza komutan atadılar. Kömür sağlamadaki zorluklara karşı duramama beceriksizliği yüzünden İstanbul’un tramvaylarını, su şirketini, bütün demiryolu hatlarımızı henüz ateşkes durumunda bulunduğumuz İtilaf Devletleri’nin yönetimi altına verdiler. Halbuki biliyorsunuz, ateşkes antlaşmasında yalnız şimendifer için kontrol söz konusudur. Yoksa yönetimini, barış yapamadığımız İtilaf Devletleri’ne bırakmak akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği konulardandır. Bundan başka Efendiler! Büyük bir üzüntüyle söylemek zorundayım ki, korunmasını bile Ferit Paşa son zamanlarda yabancılara bırakmıştır. Memleketin iç güvenliğini sağlamak, sınırlarını korumak ve kollamak için gereği kadar asker silâh altında bırakılacaktı. İlk zamanlarda seksen bini aşkın bir kuvvet yeterli görüldü. Sonradan İtilâf Devletleri kırk üç bine indirdiler, bir süre sonra da birçok araçlarla bu sayının da altına indirildi. Bütün silâhlarımızın sürgü kollarını çıkararak sandıklarla gönderdiler. Milletimizi, memleketimizi bütünüyle korumasız bırakmayı amaçladılar.

Görülüyor ki Efendiler! İtilaf Devletleri iki noktada yemini bozmuş bulunuyorlar. Birincisi: Wilson prensiplerini Versailles (versay) Konferansı’nda kabul ettiler ve duyurdular. Buna göre on ikinci maddeyi ve bunun emrince bizim haklarımızı kabul ettiler. Halbuki fiilî hareketleriyle Wilson prensiplerini, Türkiye’nin hayat ve geleceğini garantileyen ve buna kefil olan on ikinci maddeyi yok saydılar. İkincisi: Onur ve namusları üzerine imza etmiş oldukları ateşkes antlaşmasının hiçbir noktasına uymadıkları gibi on ikinci maddenin hükümlerine aykırı olmak üzere devletimizi manda altına almak ve bundan başka büsbütün parçalamak kararlarına kadar ileri gittiler.

Doğal olarak Efendiler, bu durum dikkate değerdir. İtilâf Devletleri’nde büyük bir düşünce değişikliği görülüyor. Ateşkes antlaşmasının imzasında hür ve bağımsız yaşamağa yaraşır Osmanlı milleti kabul ettikleri halde aradan bir iki ay geçtikten sonra bu görüşlerinden vazgeçiyorlar. Başka renk ve anlamda kararlar veriyorlar. Bunun nedeni şu şekilde açıklanabilir. Yabancılar kendi ekonomik ve politik çıkarlarını doyurabilmek için aleyhimizde buldukları iki görüşü yürütmeğe başladılar. Bu görüşlerden birincisi güya milletimizin, Müslüman olmayan unsurları eşitlik ve adalet ilkesine dayanan yönetimi beceremez olduğu.

İkincisi de güya, milletimiz genel olarak yeteneksiz olduğundan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını viraneye çevirmiş. Birincisi ile millete zalimlik iftirası ediyorlar. İkincisi ile yeteneksizlik. Eğer bu iki düşünce gerçek olsa idi, milletimizin bağımsız yaşamağa hakkı iddia olunamazdı. Gerçekten zulüm medeniyetle uzlaşamaz. Yeteneksizlik iftirası da bağışlanacak bir şey olamaz. Çünkü milletler işgâl ettikleri toprakların gerçek sahibi olmakla birlikte insanlığın vekilleri olarak da o topraklarda bulunurlar. O toprakların zenginlik kaynaklarından hem kendileri yararlanırlar ve dolayısıyla bütün insanlığı yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu ilkeye göre, bunda beceriksiz olan milletlerin yaşama hakkı ve bağımsızlığa yaraşır olmamaları gerekir.

Halbuki bu düşünceler bizim hakkımızda hiçbir zaman var olamaz. Her ikisi de su katılmamış iftiradır. Milletimizin yeteneksiz olmadığı tarihçe ve mantıkça ispat edilmiştir. Bunun kanıtını yine yabancıların kendi davranışlarında bulabiliriz. Avrupa devletleri ateşkesten önce ve ateşkes anında, ateşkes antlaşması ile “kendi millî sınırları içinde yaşamağa lâyık Türkiye kabul etmişlerdir”, aradan bir yıl geçmeden nasıl oluyor da bir millet zalim ve beceriksiz oluyor ve bundan dolayı yaşama hakkından mahrum bırakılmak isteniliyor. Avrupa Devletleri milletimizi önceden bilmiyorlar mıydı? Wilson prensiplerini kabul edip ateşkes antlaşmasını imzaladıkları zaman altı yüzyıllık bir milletin yapısı ve yeteneği hakkındaki bilgileri noksandı da bir iki ay içinde mi tamamladılar? Hakkımızda uygulayacakları kararları bilmiyorlardı da sonra mı akıllarına geldi?

Halbuki düşününüz Efendiler! Milletimiz küçük bir aşiretten anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka Batı Dünyasına, düşman içine girdi. Orada büyük zorluklar içinde bir imparatorluk var etti ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri büyük bir olgunlukla ve yücelikle devam ettirdi. Bunu başaran bir millet elbette yüce siyasal ve yönetime ait niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücü ile var olamazdı. Dünya bilmektedir ki, Osmanlı Devleti çok geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu olağanüstü hızla ve bütünüyle donanmış olarak naklederdi ve bu orduyu aylarca ve belki de yıllarca güzelce besler ve yönetirdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkîlâtının değil, bütün yönetim şubelerinin olağanüstü mükemmelliğini ve kendilerinin kabiliyeti olduğunu gösterir. Milletimizin zalim olması meselesine gelince, bu da sadece iftiradan ibarettir.

Efendiler, hiçbir millet, milletimizden fazla yabancı unsurların inanç ve geleneklerine saygı göstermemiştir. Hatta denilebilir ki diğer dinlere, başkalarının dinine ve milliyetine saygı gösteren tek millet bizim milletimizdir.
Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkîlâtı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi Hristiyan dini liderleri ayrıcalık sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi.

İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanlara sağlanan bu büyük ayrıcalıklar, milletimizin din ve siyasete göre dünyanın en hoşgörülü ve cömert bir milleti olduğunu ispatlayan en açık kanıttır.

Milletimize bu iftirada bulunarak bize karşı gelenler, adaletli olsunlar da dünyanın en büyük ve medenî milleti olduğunu söyleyenlerin İslâm dinini resmî şekilde tanımayan, Müslümanları Pazar gününü tatil günü saymaya ve kutlu şekilde tanımaya zorlayan ve Müslümanların özel günü olan Cuma gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar.
Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak vahşice bir şekilde takip ettikleri bölücülük siyasetinin sonucudur.
Herhalde Türkiye’de ortaya çıkmış istenilmeyen bazı durumlar birçok nedenlere ve özre dayanmaktadır. Bunu da kesin olarak arz edebilirim ki bu durumlar, Avrupa devletlerinde görülen özürsüz bunca usulsüzlükten çok aşağı bir derecededir.

Rusya’nın Polonya’ya karşı bir buçuk yüzyıl takip ettiği kan dökücü siyaset, Kafkasya’da Çerkezlere ve programlı olarak Musevilere uyguladığı zulüm, bu arada sayılacak örneklerdendir.

Tekrar ediyorum, aleyhimizde ortaya çıkarılan düşünceler yanlıştır, bu gerçekler tarihçe ve mantıkça ortadadır. Bu konuyu yalnız Batı’ya değil hatta vatandaşlarımıza da önemli bir şekilde duyurmak gereğini hissediyorum. Çünkü az olmakla beraber üzüntüyle duyuyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya millî duygudan yoksun kalmış olması gereken bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde söyledikleri suçlamaları reddetmedikleri gibi vatanlarını suçlu göstermekten çekinmiyorlar. Hâlâ bugün, Sultanî okulunun salonlarını aleyhimizde konferans verdirmek için yabancılara açık bulunduranlar var, bu gibilere lânet...

Efendiler!

Düşmanlarımız hakkımızda ortaya attıkları iftiralarını bir aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular. Belki de bunun sonucu olarak daha savaş sırasında birbiriyle yaptıkları gizli antlaşmaların ve birbirlerine verdikleri sözlerin uygulamalarına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş’ın işgâlleri hep bir karşılıklı sözleşmelerin sonucu olsa gerek... Halbuki haktan, adaletten bahseden İtilâf Devletleri’nin bu gibi davranışlarda bulunmamaları gerekirdi, medeniyet ve insanlıktan bahsederken bu beklenmezdi.

Fakat Efendiler!... Herhalde dünyada bir hak vardır. Ve hak gücün üstündedir. Şu kadar ki milletin, haklarını bilerek savunma ve korunması için her türlü fedakârlığa hazır olduğunu dünyaya göstermek gerekir. İşte düşmanlarımızın bu hareketi, milletimizi bu düşünceden ve bu fedakârlık duygusundan mahrum zannettiklerinden meydana gelmiştir.
Fakat doğrusunu söylemek gerekirse ateşkesten beri birbirini takip eden hükûmetlerimizin, memleketin uğradığı haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca hareketleri aleyhimizdeki yanlış düşünceleri doğrulatmıştır. Örneğin Tevfik Paşa, vatanımızın bir kısmını Ermenistan’a eklemede bir zarar görmemekte idi. Ferit Paşa resmî konuşmalarında Doğu vilâyetlerinde geniş bir Ermenistan özerkliğinden söz ettiği gibi Paris’te de güney sınırlarımızın Toros olabileceğini söylemişti. Toros’un güneyinde Arapça konuşulduğunu sanıyor ve Toros’tan da Antakya’ya kadar olan yerlerde Türklerin yerleşmiş olduğunu ve buraların bin yıldan beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükûmetlerin tavır ve hareketleridir ki milletimizi, geçmişini unutmuş, milletin ve medeniyetlerin bağışladığı haklardan habersiz, kansız, zavallı bir millet olarak tanınmasına yol açmıştır.

Milletimizin kendisinin bu şekilde anlaşılmasında çok büyük suçu vardır. Milletimizin o suçu Efendiler, merkezî hükûmetin yaptıklarıyla Avrupa’nın namusuna aşırı güven göstermiş olmasıdır. İşte bu kusurundan dolayı kendi değerini, niteliğini, erdemlerini unutturmak derecesine düşmüştür.

İzmir’in acı veren olaylarından sonraydı ki, milletimiz gerçekten duygulandı ve aklını başına topladı ve derin bir uçuruma sürüklendiğini anladı ve ondan sonra haklarını kendisi savunmaya karar verdi. Doğal olarak bunu yapabilmek için bir şekil almak, taarruz etmek gerekirdi. Aslında her taraftan teşkîlât ve oluşmalar daha önce başlamış idi. Fakat öncelikle Erzurum ve ondan sonra Sivas Kongrelerinde genel birliğimiz sağlandı. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bütün dünyaya karşı olan bildirisi ve tüzüğünün içeriği önemlidir. Aslında içeriğini hepiniz bilirsiniz. Fakat izin verirseniz her ikisinden bazı noktaları burada yeniden hatırlatmak isterim; Tüzüğün teşkîlâta ait sayfasında görülüyor ki amaç “Osmanlı vatanının bütünlüğünü ve yüce hilâfet ve saltanat makamının ve millî bağımsızlığının korunmasını sağlamak için Kuva-yı Milliyeyi hakim kılmaktır.”

Efendiler!

Bir millet varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün maddî ve düşünce gücüyle ilgili olmazsa, bir millet kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim şeklimiz buna çok güzel kanıttır. Bu nedenle teşkîlâtımızda Kuva-yı Milliye’nin etken ve Millî İradenin hakim olması ilkesi kabul edilmiştir. Bugün bütün dünya milletleri yalnız bir hakimiyet tanırlar: Millî Hakimiyet... Teşkîlâtın diğer ayrıntılarına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından yani, kişiden başlıyoruz. Kişiler düşünce sahibi olmadıkça kütleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yönlere gönderilebilirler. Kendini kurtarabilmek için her kişinin geleceğiyle kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kurum elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan fazla, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.

Birincisinin şekillenmesinde bütün insanlık için amaca ulaşma etkili olmuş olurdu. Böyle olmanın maddî ve pratik olabilmesi henüz bulunamadığından bazı girişimciler, milletlere verilmesi gereken yön hakkında yol gösteriyorlar. Bu şekilde yukarıdan aşağıya şekillendirilebilir. Biz memleketimiz içindeki gezilerimizde doğal olarak birinci şekilde başlamış olan millî teşkîlâtımızın gerçek başlangıcının, kişiye kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru şekillenmelerin başladığını sevinerek gördük. Bununla birlikte mükemmel dereceye ulaştığını söyleyemeyiz. Bunun için özellikle aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin olmasına özellikle çalışmamız bir millî ve vatanî görev kabul edilmelidir.

Bildirimizin de bazı noktalarından tekrar söz etmek isterim. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan önceki sınırlarını bilirsiniz. I. Dünya Savaşı’nın sonucu birtakım fedakârlıklara devletimizi mecbur kılıyor; buna göre devlet için millî yeni bir sınır kabul ettik. Bu sınır bildirimizin birinci maddesinde belirtilmiştir. Ayrıntılar bakımından bilmeyenler olabilir ve doğal olarak mazurdurlar.

Bu sınır ortaya çıkarken işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim.

Ateşkes imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan; Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus Köprüsü güneyinde Fırat nehrine kavuşur. Oradan Dir’izor’a iner; ondan sonra doğuya uzatılarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu sınır ordumuz tarafından silahla savunulduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarının yerleşik olduğu vatanımızın parçalarını sınırlandırır. Bunun güney kısımlarında Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Bu sınır içinde kalan memleketlerimizin parçaları Osmanlı topluluğundan ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmiştir. Bildirinin dördüncü maddesine bakalım! Bu madde ile biz, bizimle birlikte yaşayan Müslüman olmayan unsurları aynı haklar ve yetkiyle kabul ediyoruz. Hepimiz bu devletin Müslüman ve Müslüman olmayan unsurları içinde olarak aynı şekilde vatandaşıyız. Ve bu nedenle hepimizin hakları birdir. İçimizde yaşayan Müslüman olmayan vatandaşlarımıza bizim siyasal hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak fazla birtakım ayrıcalıklar veremeyiz. Bu madde, iç siyasetimizdeki genel anlayışımızı açıklamaktadır. Yedinci madde; dış siyaset hakkındaki bakışımızı bildirir. Herhalde devlet ve milletimiz iç ve dış bütün anlamıyla bağımsız kalacaktır. Bize başka bir yönetim şekli uygulanamaz. Bu noktada çeşitli nedenlerin başında en büyük ve önemli neden şudur: Dinen bile bağımsız olmak zorundayız. Yalnız geniş olan memleketimizi hızlı bir şekilde bayındır edebilmek için ve milletimizin az zamanda bilim ve eğitimini çağın gereklerine göre yükseltmek için düşünmüş olduğumuz konuları değerlendiririz. Ancak bu konuda bize yardım edebilecek devletin nasıl olabileceği yedinci maddede belirtilmiştir. Böyle bir devletin yardımını hoş kabul ederiz.

İşte Efendiler! Erzurum ve Sivas Kongrelerinde belirlenen ilkeler ve bakış açıları başlıca bunlardan meydana gelmiştir. Bu ilkeler yardımıyla bütün milletimiz birleşmiştir. Bu kutsal amacın sağlanması ile uğraşıldığı bir sırada pekâlâ hatırlarınızdadır ki, Ferit Paşa buna engel olmağa kalkıştı. Bu girişimleri memleket içinde yanlış yorumlamaya uğraştı. İttihatçılıktır dedi. Bu iftira iç ve dış kamuoyunda başarılı olamadı. Bunu gördükten sonra yeni bir silâh aradı. Bolşeviklik dedi. Resmî telgraflarında Bolşeviklerin Karadeniz’den takım takım Samsun, Trabzon ve içeriye doğru yürüdüğünü, memleketi alt üst ettiğini resmen herkese duyurdu. Bunlar da etkili olamadı. Ferit Paşa ve kabinesi daha ileriye gittiler. Bazı yerlerde Müslüman halkı aldatıp üzerimize göndererek, millet ve vatan için çalışanları yok etmeye yeltendiler. Doğal olarak bunlarda da başarılı olamadılar. Fakat sonunda millet Ferit Paşaya güvensizlik göstermek zorunda kaldı. Kabine düşürüldü. Millî birlik sağlandı.

Millî Teşkîlâtın oluşturmuş olduğu iç ve dış durum ile eski durum arasında olağanüstü farklar vardır. İç işlerinde güvenlik ve huzur bakış açısından karşılaştırma yapılamayacak kadar çok değişiklikler vardır. Dış işlerinde yabancıların hakkımızda verdikleri ve verebilecekleri yok etme ve ölüm kararının çok yanlış olduğu artık bütün İtilaf Devletlerince değerlendirilmiş ve millî teşkîlâtın değeri ve önemi reddedilemeyecek derecede görülmüştür. İtilâf Devletleri’nden bazısı henüz özel çıkarlarını sağlamak için milletten başka bir yerde dayanak noktası arıyor olabilir. Millet birlik ve davasında durdukça bu gibilerin de gerçeği kabul edeceklerinde şüphe yoktur. Şimdi yapılması gereken milletimizin yılmadan kararında devam etmesi ve İstanbul’da yakında toplanacak milletvekillerimizin kanun yapma görevlerini hakkıyla yerine getirmesidir. Herhalde millet, hükûmetin gözcüsü olması gerekir. Çünkü hükûmetlerin işleri olumsuz olur da millet itiraz etmez ve susturmazsa bütün kusur ve suçlara ortak olmuş demektir. Ferit Paşa Paris’e gittiği zaman aldığı nota cevabı tamamen arz ettiğimiz anlamdadır. Gerçekten şunun bunun oyuncağı olabilen milletler, haklarını anlamamış demektir ve böyle bir millet göz altında bulundurulmayı hak etmiştir.

Millet Ferit Paşayı düşürdükten sonra yerine gelen Ali Rıza Paşa millî istekler çerçevesinde milletle ortak çalışmayı kabul etti. Ferit Paşanın düşmesiyle Ali Rıza Paşanın geçmesi meselesinde milletin ilgisi tabiî olarak birinciyi hükümsüz bırakmaktadır. Bundan başka bir şey yapamazdı. Vekiller başkanını doğal olarak Padişah seçer ve adı geçen başvekil de arkadaşlarını... Bu yeni kabineye eski kabineden bazı kişiler de girmiştir. Bu nedenle Temsil Heyetimiz kararsız kaldı. Birtakım koşullar ortaya koymak zorunluluğu görüldü. Nihayet anlaşma sağlandı. Hükûmetle yapılan anlaşmada üç noktaya güveniliyordu. Millî Kuvvetlerin yasallığının onaylanması, Millî Meclisin toplanmasına kadar milletin geleceği hakkında kesin sözler verilmemesi, Barış konferansında milletin geleceğini savunacak delegelerin eskisi gibi millet ve memleketin çıkarlarını anlamayan kişilerden seçilmemesi... Hükûmet bu üç ilkeyi kabul etti. Ve ayrıntılar üzerinde daha fazla anlaşabilmek için Bahriye Nazırı (Deniz Bakanı) Salih Paşayı gönderdi, Deniz Bakanı Amasya’da Heyet-i Temsîlîye ile görüştü. Salih Paşa ile olan görüşmede ben de bulundum.(Göstererek) Bu bildiri ve tüzüğümüzün her satırı birlikte okundu. Bütünüyle fikir birliği oluştu. Bu görüşmeler sırasında diğer bir önemli sorunun konuşulması geçerli görüldü. Millî Meclis’in toplanma yeri!... İstanbul’un bugün içinde bulunduğu acı veren şartlar içinde Meclis-i Mebusan’ın milletvekillerinin görevlerini tam serbestlikte yapıp yapamayacağı etraflıca düşünüldü. Bunun için meclisin dışarda toplanması düşünüldü. Salih Paşanın İstanbul’a dönüşünden sonra merkezî hükûmet bu düşünceye katılmadı. Doğal olarak bütün sakıncalarına rağmen İstanbul’da toplanması gerekti. Bununla birlikte Temsil Heyetince sakıncalara karşı gereken önlemler alınmıştır.

Efendiler!

Millî Teşkîlâtımızın bugün sürdürdüğü amaç, vatan bölünmeden ve milletin esaretten kurtarılmasına yöneliktir. İnşallah yakın zamanda millî teşkîlât bu amaca ulaşılmasında yüklendiği vatanî görevini yapacaktır.

Fakat görevini tamamlamış sayılacak mıdır? Bence bundan sonra da çok önemli vatanî ve millî görevimiz vardır. Kısaca iç durumumuzu düzeltmek, medeni milletler arasında çalışan bir organ olabileceğimizi işlerimizle göstermek gerekir. Bu amaçta başarılı olmak için siyasal çalışmadan fazla sosyal çalışmaya ihtiyaç vardır. Millî Teşkîlâtımızın böyle bir amaç için nasıl bir şekil alması gerektiğini şüphesiz milletimizin genel istekleri belirleyecektir. Şimdilik Temsil Heyeti, milletvekillerinin tam güvenlikle görev yaptıkları meydana çıktığı güne kadar eskisi gibi görevine devam edecektir.
Efendiler! Ümit ederim ki, uygun bir barış yapılmasından sonra durumumuz güzel yönetilirse önceki sınırlar içindeki durumumuzdan daha iyi olur. Bu noktada bir fikir sunmak istiyorum. Cemiyetimizin bakış açısından çizdiğimiz sınırlar dışında kalan dindaşlarımızla, bu saygıdeğer kardeşlerimizle aynı sınırlar içinde yüzyıllardan beri vatandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz her tarafta, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, doğuda kendi içlerinde varlığın korunması ve bağımsızlığın sağlanması için çalışıyorlar. Bütün bu İslâm parçalarının bağımsızlığa ulaşmaları İslâm dünyası için ne büyük mutluluk olur. Bunun olmasında İslâm dünyasının durumunun ne kadar sağlam olacağını şimdiden düşünmekle çok büyük mutluluk duyuyorum. Uyanmakta olduğuna şüphe kalmayan İslâm dünyasının başarısını o kadar kuvvetli görüyorum ki, bu inançla duygularımı açıklamaktan dolayı duyduğum vicdani zevk çok büyüktür. Fazla rahatsız etmek istemem, beni dinlemek inceliğinde bulunduğunuzdan dolayı özellikle teşekkürlerimi arz ederim.

Nutuk; İçeriğine Ait Belgeler,
1927, Belge: 220, s.220-228.

#8 - Eylül 16 2008, 14:51:57
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Ankara İleri Gelenleriyle Bir Konuşma
28 Aralık 1919



Ankara’ya gelişinin ertesi günü büyük bir heyet halinde Ziraat Okulu’nda Mustafa Kemal’i ziyaret edenlere yaptığı konuşma:

Saygıdeğer Efendiler!

Heyetimizi, Ankara’ya ulaştığımız gün erkek, kadın, çocuk bütün halkın içten ve vatanseverce, olağanüstü gösterisiyle karşıladınız, sevindirdiniz. Bugün topluca yaptığınız yüce ziyaretinizle de mutlu ettiniz. Bu nedenle de heyetimizin derin saygı ve teşekkürlerini sunmakla övünürüm.

Saygıdeğer vatandaşlarımızı böyle toplu bir halde selâmlamak bizim için değerli bir fırsattır. İzin verirseniz, bu fırsattan yararlanarak kısa bir görüşüp konuşmak isterim.

Efendiler!

Hepiniz bilirsiniz ki... savaşın son döneminde Amerika Cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddeden oluşan bir programla ortaya çıktı. Bu program milletlerin kendi geleceklerine kendilerinin hakim olmasını sağlıyordu. Programın on ikinci maddesi ise özellikle Türkiye’ye, devletimize ve milletimize aittir. Wilson bu madde ile Türkiye’nin, milletimizin tam bir hakimiyete sahip olması gereğini ortaya koyduktan sonra buna bir iki şart da eklemiştir. O şartlar şunlardır: Aramızda yaşayan Müslüman olmayan unsurların güvenliklerini ve hareket hürriyetlerini sağlamak... Bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır. Bütün İtilaf Devletleri Wilson’un prensiplerini kendi çıkarları için uygun gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi. Ve kabul etti. Gerçekten kabul edilebilecek bir prensiptir. Çünkü Mister Wilson’un istediği Müslüman olmayan unsurların can güvenliği ve malları ve her türlü gelişme hak ve nedenleri için gereken her şeye zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz uymuştu. Gerçekten Müslüman olmayan unsurların Osmanlı Devleti ve milletinin kucağında eriştikleri ayrıcalıklar üç yüz yılı geçen bir zamandan beri fazlasıyla vardır. Bundan dolayı bu sınırlama bizim için yeni bir şey değildir.

Boğazların serbestliği sorununa gelince;

Bu geçitte başkentimiz, devletimizin kalbi vardır. Bunun güvenliğini sağladıktan sonra genel ticarete hazır olarak açılması da gerekli görülür. İşte devletimiz ancak bu ilkeler çerçevesinde savaştan çıkmak ve ateşkes yapmak kararını verdi. Bunun sonucu olarak İtilaf Devletleri ile 30 Ekim 1918’de ateşkes yapıldı. (Ateşkesi göstererek) Bildiğiniz gibi ateşkes antlaşması budur. Elbette hepiniz bunun içeriğini bilirsiniz. İçeriği ile uygulanması arasında ne kadar büyük farklar olduğunu bir daha hepinizin dikkatine sunmak isterim. Ateşkes antlaşmasının bazı maddelerini hatırlatacağım:
Örneğin beşinci maddeye göre “Sınırların korunması ve iç güvenliğin devamı için gereken askerî kuvvetten fazlası dağıtılacak...” Bu kuvvetlerin sayı ve durumları, tarafların görüşmesiyle kararlaştırılacaktı.

Çok önemli olan yedinci madde “İtilaf Devletlerinin herhangi bir stratejik noktayı işgâl hakkına sahip olmalarını, müttefiklerin güvenliğini tehdit edecek durum olduğunda” açık şartıyla belirlemiştir.

Onuncu madde yalnız “Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgâli”ne… aittir.

Onikinci madde “Hükûmet haberleşmesi ayrı olmak üzere telsiz, telgraf ve kabloların kontrolüne...” izin veriyor.
On beşinci madde “Osmanlı memleketleri içindeki demiryollarının” yalnız ve ancak kontrolü söz konusudur.

On altıncı maddede “Kilikya’daki ordularımızın oranın güvenliğini sağlayacak kadar kuvvetin bırakılması ve geri kalanın beşinci maddeye göre dağıtılması” çok açık olarak belirtilmiştir. Ve bundan başka hiçbir sınırlama ve koşul yoktur.
Yirmi dördüncü maddede “Altı vilayetin (Doğu Anadolu’nun) herhangi bir parçasının işgâli hakkını İtilaf Devletlerine veren nedenin bu vilâyetlerde karışıklık ortaya çıkaracağı” açıktır.

İşte Efendiler; ateşkes antlaşmasının en çok dikkati çeken noktaları bunlardır.

Bu maddelerin anlamlarıyla uygulamaları arasında uygunluk var mıdır? Örneğin ateşkes antlaşmasının ilk imzalandığı zamanlarda İngilizler Musul’u işgâl etti. Ateşkes antlaşması imzalandığında bizim ordumuz Musul’da, İngilizler güneyde idi. Ateşkesten sonra oradaki komutanı aldatarak Musul’a asker soktular. İstanbul’u kara ve deniz kuvvetleri ile işgâl ettiler. Bu konuda ateşkes antlaşmasında izin var mıdır?

Adana çevresini, Urfa’yı, Antep ve Maraş’ı önce İngilizler ve ondan sonra Fransızlar işgâl ettiler. Bununla ilgili ateşkeste bir madde yoktur. Kilikya’da bizim askeri kuvvetimizden beşinci madde gereğince yerel güvenliği sağlayacak kadarı bırakıldıktan sonra fazlası dağıtılacaktı. O halde bu uygulanmış olan şekil nedir?

İtalyanlar Antalya’yı işgâl ettiler, savaş halinde olmadığımız Yunanlılar da İzmir ve çevresini işgâl ettiler, özetle ateşkes antlaşmasını baştan başa paramparça ettiler, bu saldırılara, bu haksız davranışlara karşı İstanbul’daki merkezi hükûmetler yazık ki beceriksiz bir durumda kaldı. Hatta yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir.

Evet İstanbul’un, Antalya’nın, Kilikya’nın haksız işgâllerini protesto bile etmemişlerdir. Bunu yapmadıkları gibi; İstanbul’da örneğin henüz barış imzalamadığımız bir milletten jandarmamıza komutan atadılar. Kömür sağlamadaki zorluklara karşı duramama beceriksizliği yüzünden İstanbul’un tramvaylarını, su şirketini, bütün demiryolu hatlarımızı henüz ateşkes durumunda bulunduğumuz İtilaf Devletleri’nin yönetimi altına verdiler. Halbuki biliyorsunuz, ateşkes antlaşmasında yalnız şimendifer için kontrol söz konusudur. Yoksa yönetimini, barış yapamadığımız İtilaf Devletleri’ne bırakmak akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği konulardandır. Bundan başka Efendiler! Büyük bir üzüntüyle söylemek zorundayım ki, korunmasını bile Ferit Paşa son zamanlarda yabancılara bırakmıştır. Memleketin iç güvenliğini sağlamak, sınırlarını korumak ve kollamak için gereği kadar asker silâh altında bırakılacaktı. İlk zamanlarda seksen bini aşkın bir kuvvet yeterli görüldü. Sonradan İtilâf Devletleri kırk üç bine indirdiler, bir süre sonra da birçok araçlarla bu sayının da altına indirildi. Bütün silâhlarımızın sürgü kollarını çıkararak sandıklarla gönderdiler. Milletimizi, memleketimizi bütünüyle korumasız bırakmayı amaçladılar.

Görülüyor ki Efendiler! İtilaf Devletleri iki noktada yemini bozmuş bulunuyorlar. Birincisi: Wilson prensiplerini Versailles (versay) Konferansı’nda kabul ettiler ve duyurdular. Buna göre on ikinci maddeyi ve bunun emrince bizim haklarımızı kabul ettiler. Halbuki fiilî hareketleriyle Wilson prensiplerini, Türkiye’nin hayat ve geleceğini garantileyen ve buna kefil olan on ikinci maddeyi yok saydılar. İkincisi: Onur ve namusları üzerine imza etmiş oldukları ateşkes antlaşmasının hiçbir noktasına uymadıkları gibi on ikinci maddenin hükümlerine aykırı olmak üzere devletimizi manda altına almak ve bundan başka büsbütün parçalamak kararlarına kadar ileri gittiler.

Doğal olarak Efendiler, bu durum dikkate değerdir. İtilâf Devletleri’nde büyük bir düşünce değişikliği görülüyor. Ateşkes antlaşmasının imzasında hür ve bağımsız yaşamağa yaraşır Osmanlı milleti kabul ettikleri halde aradan bir iki ay geçtikten sonra bu görüşlerinden vazgeçiyorlar. Başka renk ve anlamda kararlar veriyorlar. Bunun nedeni şu şekilde açıklanabilir. Yabancılar kendi ekonomik ve politik çıkarlarını doyurabilmek için aleyhimizde buldukları iki görüşü yürütmeğe başladılar. Bu görüşlerden birincisi güya milletimizin, Müslüman olmayan unsurları eşitlik ve adalet ilkesine dayanan yönetimi beceremez olduğu.

İkincisi de güya, milletimiz genel olarak yeteneksiz olduğundan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını viraneye çevirmiş. Birincisi ile millete zalimlik iftirası ediyorlar. İkincisi ile yeteneksizlik. Eğer bu iki düşünce gerçek olsa idi, milletimizin bağımsız yaşamağa hakkı iddia olunamazdı. Gerçekten zulüm medeniyetle uzlaşamaz. Yeteneksizlik iftirası da bağışlanacak bir şey olamaz. Çünkü milletler işgâl ettikleri toprakların gerçek sahibi olmakla birlikte insanlığın vekilleri olarak da o topraklarda bulunurlar. O toprakların zenginlik kaynaklarından hem kendileri yararlanırlar ve dolayısıyla bütün insanlığı yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu ilkeye göre, bunda beceriksiz olan milletlerin yaşama hakkı ve bağımsızlığa yaraşır olmamaları gerekir.

Halbuki bu düşünceler bizim hakkımızda hiçbir zaman var olamaz. Her ikisi de su katılmamış iftiradır. Milletimizin yeteneksiz olmadığı tarihçe ve mantıkça ispat edilmiştir. Bunun kanıtını yine yabancıların kendi davranışlarında bulabiliriz. Avrupa devletleri ateşkesten önce ve ateşkes anında, ateşkes antlaşması ile “kendi millî sınırları içinde yaşamağa lâyık Türkiye kabul etmişlerdir”, aradan bir yıl geçmeden nasıl oluyor da bir millet zalim ve beceriksiz oluyor ve bundan dolayı yaşama hakkından mahrum bırakılmak isteniliyor. Avrupa Devletleri milletimizi önceden bilmiyorlar mıydı? Wilson prensiplerini kabul edip ateşkes antlaşmasını imzaladıkları zaman altı yüzyıllık bir milletin yapısı ve yeteneği hakkındaki bilgileri noksandı da bir iki ay içinde mi tamamladılar? Hakkımızda uygulayacakları kararları bilmiyorlardı da sonra mı akıllarına geldi?

Halbuki düşününüz Efendiler! Milletimiz küçük bir aşiretten anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka Batı Dünyasına, düşman içine girdi. Orada büyük zorluklar içinde bir imparatorluk var etti ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri büyük bir olgunlukla ve yücelikle devam ettirdi. Bunu başaran bir millet elbette yüce siyasal ve yönetime ait niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücü ile var olamazdı. Dünya bilmektedir ki, Osmanlı Devleti çok geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu olağanüstü hızla ve bütünüyle donanmış olarak naklederdi ve bu orduyu aylarca ve belki de yıllarca güzelce besler ve yönetirdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkîlâtının değil, bütün yönetim şubelerinin olağanüstü mükemmelliğini ve kendilerinin kabiliyeti olduğunu gösterir. Milletimizin zalim olması meselesine gelince, bu da sadece iftiradan ibarettir.

Efendiler, hiçbir millet, milletimizden fazla yabancı unsurların inanç ve geleneklerine saygı göstermemiştir. Hatta denilebilir ki diğer dinlere, başkalarının dinine ve milliyetine saygı gösteren tek millet bizim milletimizdir.
Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkîlâtı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi Hristiyan dini liderleri ayrıcalık sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi.

İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanlara sağlanan bu büyük ayrıcalıklar, milletimizin din ve siyasete göre dünyanın en hoşgörülü ve cömert bir milleti olduğunu ispatlayan en açık kanıttır.

Milletimize bu iftirada bulunarak bize karşı gelenler, adaletli olsunlar da dünyanın en büyük ve medenî milleti olduğunu söyleyenlerin İslâm dinini resmî şekilde tanımayan, Müslümanları Pazar gününü tatil günü saymaya ve kutlu şekilde tanımaya zorlayan ve Müslümanların özel günü olan Cuma gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar.
Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak vahşice bir şekilde takip ettikleri bölücülük siyasetinin sonucudur.
Herhalde Türkiye’de ortaya çıkmış istenilmeyen bazı durumlar birçok nedenlere ve özre dayanmaktadır. Bunu da kesin olarak arz edebilirim ki bu durumlar, Avrupa devletlerinde görülen özürsüz bunca usulsüzlükten çok aşağı bir derecededir.

Rusya’nın Polonya’ya karşı bir buçuk yüzyıl takip ettiği kan dökücü siyaset, Kafkasya’da Çerkezlere ve programlı olarak Musevilere uyguladığı zulüm, bu arada sayılacak örneklerdendir.

Tekrar ediyorum, aleyhimizde ortaya çıkarılan düşünceler yanlıştır, bu gerçekler tarihçe ve mantıkça ortadadır. Bu konuyu yalnız Batı’ya değil hatta vatandaşlarımıza da önemli bir şekilde duyurmak gereğini hissediyorum. Çünkü az olmakla beraber üzüntüyle duyuyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya millî duygudan yoksun kalmış olması gereken bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde söyledikleri suçlamaları reddetmedikleri gibi vatanlarını suçlu göstermekten çekinmiyorlar. Hâlâ bugün, Sultanî okulunun salonlarını aleyhimizde konferans verdirmek için yabancılara açık bulunduranlar var, bu gibilere lânet...

Efendiler!

Düşmanlarımız hakkımızda ortaya attıkları iftiralarını bir aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular. Belki de bunun sonucu olarak daha savaş sırasında birbiriyle yaptıkları gizli antlaşmaların ve birbirlerine verdikleri sözlerin uygulamalarına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş’ın işgâlleri hep bir karşılıklı sözleşmelerin sonucu olsa gerek... Halbuki haktan, adaletten bahseden İtilâf Devletleri’nin bu gibi davranışlarda bulunmamaları gerekirdi, medeniyet ve insanlıktan bahsederken bu beklenmezdi.

Fakat Efendiler!... Herhalde dünyada bir hak vardır. Ve hak gücün üstündedir. Şu kadar ki milletin, haklarını bilerek savunma ve korunması için her türlü fedakârlığa hazır olduğunu dünyaya göstermek gerekir. İşte düşmanlarımızın bu hareketi, milletimizi bu düşünceden ve bu fedakârlık duygusundan mahrum zannettiklerinden meydana gelmiştir.
Fakat doğrusunu söylemek gerekirse ateşkesten beri birbirini takip eden hükûmetlerimizin, memleketin uğradığı haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca hareketleri aleyhimizdeki yanlış düşünceleri doğrulatmıştır. Örneğin Tevfik Paşa, vatanımızın bir kısmını Ermenistan’a eklemede bir zarar görmemekte idi. Ferit Paşa resmî konuşmalarında Doğu vilâyetlerinde geniş bir Ermenistan özerkliğinden söz ettiği gibi Paris’te de güney sınırlarımızın Toros olabileceğini söylemişti. Toros’un güneyinde Arapça konuşulduğunu sanıyor ve Toros’tan da Antakya’ya kadar olan yerlerde Türklerin yerleşmiş olduğunu ve buraların bin yıldan beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükûmetlerin tavır ve hareketleridir ki milletimizi, geçmişini unutmuş, milletin ve medeniyetlerin bağışladığı haklardan habersiz, kansız, zavallı bir millet olarak tanınmasına yol açmıştır.

Milletimizin kendisinin bu şekilde anlaşılmasında çok büyük suçu vardır. Milletimizin o suçu Efendiler, merkezî hükûmetin yaptıklarıyla Avrupa’nın namusuna aşırı güven göstermiş olmasıdır. İşte bu kusurundan dolayı kendi değerini, niteliğini, erdemlerini unutturmak derecesine düşmüştür.

İzmir’in acı veren olaylarından sonraydı ki, milletimiz gerçekten duygulandı ve aklını başına topladı ve derin bir uçuruma sürüklendiğini anladı ve ondan sonra haklarını kendisi savunmaya karar verdi. Doğal olarak bunu yapabilmek için bir şekil almak, taarruz etmek gerekirdi. Aslında her taraftan teşkîlât ve oluşmalar daha önce başlamış idi. Fakat öncelikle Erzurum ve ondan sonra Sivas Kongrelerinde genel birliğimiz sağlandı. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bütün dünyaya karşı olan bildirisi ve tüzüğünün içeriği önemlidir. Aslında içeriğini hepiniz bilirsiniz. Fakat izin verirseniz her ikisinden bazı noktaları burada yeniden hatırlatmak isterim; Tüzüğün teşkîlâta ait sayfasında görülüyor ki amaç “Osmanlı vatanının bütünlüğünü ve yüce hilâfet ve saltanat makamının ve millî bağımsızlığının korunmasını sağlamak için Kuva-yı Milliyeyi hakim kılmaktır.”

Efendiler!

Bir millet varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün maddî ve düşünce gücüyle ilgili olmazsa, bir millet kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim şeklimiz buna çok güzel kanıttır. Bu nedenle teşkîlâtımızda Kuva-yı Milliye’nin etken ve Millî İradenin hakim olması ilkesi kabul edilmiştir. Bugün bütün dünya milletleri yalnız bir hakimiyet tanırlar: Millî Hakimiyet... Teşkîlâtın diğer ayrıntılarına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından yani, kişiden başlıyoruz. Kişiler düşünce sahibi olmadıkça kütleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yönlere gönderilebilirler. Kendini kurtarabilmek için her kişinin geleceğiyle kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kurum elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan fazla, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.

Birincisinin şekillenmesinde bütün insanlık için amaca ulaşma etkili olmuş olurdu. Böyle olmanın maddî ve pratik olabilmesi henüz bulunamadığından bazı girişimciler, milletlere verilmesi gereken yön hakkında yol gösteriyorlar. Bu şekilde yukarıdan aşağıya şekillendirilebilir. Biz memleketimiz içindeki gezilerimizde doğal olarak birinci şekilde başlamış olan millî teşkîlâtımızın gerçek başlangıcının, kişiye kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru şekillenmelerin başladığını sevinerek gördük. Bununla birlikte mükemmel dereceye ulaştığını söyleyemeyiz. Bunun için özellikle aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin olmasına özellikle çalışmamız bir millî ve vatanî görev kabul edilmelidir.

Bildirimizin de bazı noktalarından tekrar söz etmek isterim. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan önceki sınırlarını bilirsiniz. I. Dünya Savaşı’nın sonucu birtakım fedakârlıklara devletimizi mecbur kılıyor; buna göre devlet için millî yeni bir sınır kabul ettik. Bu sınır bildirimizin birinci maddesinde belirtilmiştir. Ayrıntılar bakımından bilmeyenler olabilir ve doğal olarak mazurdurlar.

Bu sınır ortaya çıkarken işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim.

Ateşkes imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan; Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus Köprüsü güneyinde Fırat nehrine kavuşur. Oradan Dir’izor’a iner; ondan sonra doğuya uzatılarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu sınır ordumuz tarafından silahla savunulduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarının yerleşik olduğu vatanımızın parçalarını sınırlandırır. Bunun güney kısımlarında Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Bu sınır içinde kalan memleketlerimizin parçaları Osmanlı topluluğundan ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmiştir. Bildirinin dördüncü maddesine bakalım! Bu madde ile biz, bizimle birlikte yaşayan Müslüman olmayan unsurları aynı haklar ve yetkiyle kabul ediyoruz. Hepimiz bu devletin Müslüman ve Müslüman olmayan unsurları içinde olarak aynı şekilde vatandaşıyız. Ve bu nedenle hepimizin hakları birdir. İçimizde yaşayan Müslüman olmayan vatandaşlarımıza bizim siyasal hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak fazla birtakım ayrıcalıklar veremeyiz. Bu madde, iç siyasetimizdeki genel anlayışımızı açıklamaktadır. Yedinci madde; dış siyaset hakkındaki bakışımızı bildirir. Herhalde devlet ve milletimiz iç ve dış bütün anlamıyla bağımsız kalacaktır. Bize başka bir yönetim şekli uygulanamaz. Bu noktada çeşitli nedenlerin başında en büyük ve önemli neden şudur: Dinen bile bağımsız olmak zorundayız. Yalnız geniş olan memleketimizi hızlı bir şekilde bayındır edebilmek için ve milletimizin az zamanda bilim ve eğitimini çağın gereklerine göre yükseltmek için düşünmüş olduğumuz konuları değerlendiririz. Ancak bu konuda bize yardım edebilecek devletin nasıl olabileceği yedinci maddede belirtilmiştir. Böyle bir devletin yardımını hoş kabul ederiz.

İşte Efendiler! Erzurum ve Sivas Kongrelerinde belirlenen ilkeler ve bakış açıları başlıca bunlardan meydana gelmiştir. Bu ilkeler yardımıyla bütün milletimiz birleşmiştir. Bu kutsal amacın sağlanması ile uğraşıldığı bir sırada pekâlâ hatırlarınızdadır ki, Ferit Paşa buna engel olmağa kalkıştı. Bu girişimleri memleket içinde yanlış yorumlamaya uğraştı. İttihatçılıktır dedi. Bu iftira iç ve dış kamuoyunda başarılı olamadı. Bunu gördükten sonra yeni bir silâh aradı. Bolşeviklik dedi. Resmî telgraflarında Bolşeviklerin Karadeniz’den takım takım Samsun, Trabzon ve içeriye doğru yürüdüğünü, memleketi alt üst ettiğini resmen herkese duyurdu. Bunlar da etkili olamadı. Ferit Paşa ve kabinesi daha ileriye gittiler. Bazı yerlerde Müslüman halkı aldatıp üzerimize göndererek, millet ve vatan için çalışanları yok etmeye yeltendiler. Doğal olarak bunlarda da başarılı olamadılar. Fakat sonunda millet Ferit Paşaya güvensizlik göstermek zorunda kaldı. Kabine düşürüldü. Millî birlik sağlandı.

Millî Teşkîlâtın oluşturmuş olduğu iç ve dış durum ile eski durum arasında olağanüstü farklar vardır. İç işlerinde güvenlik ve huzur bakış açısından karşılaştırma yapılamayacak kadar çok değişiklikler vardır. Dış işlerinde yabancıların hakkımızda verdikleri ve verebilecekleri yok etme ve ölüm kararının çok yanlış olduğu artık bütün İtilaf Devletlerince değerlendirilmiş ve millî teşkîlâtın değeri ve önemi reddedilemeyecek derecede görülmüştür. İtilâf Devletleri’nden bazısı henüz özel çıkarlarını sağlamak için milletten başka bir yerde dayanak noktası arıyor olabilir. Millet birlik ve davasında durdukça bu gibilerin de gerçeği kabul edeceklerinde şüphe yoktur. Şimdi yapılması gereken milletimizin yılmadan kararında devam etmesi ve İstanbul’da yakında toplanacak milletvekillerimizin kanun yapma görevlerini hakkıyla yerine getirmesidir. Herhalde millet, hükûmetin gözcüsü olması gerekir. Çünkü hükûmetlerin işleri olumsuz olur da millet itiraz etmez ve susturmazsa bütün kusur ve suçlara ortak olmuş demektir. Ferit Paşa Paris’e gittiği zaman aldığı nota cevabı tamamen arz ettiğimiz anlamdadır. Gerçekten şunun bunun oyuncağı olabilen milletler, haklarını anlamamış demektir ve böyle bir millet göz altında bulundurulmayı hak etmiştir.

Millet Ferit Paşayı düşürdükten sonra yerine gelen Ali Rıza Paşa millî istekler çerçevesinde milletle ortak çalışmayı kabul etti. Ferit Paşanın düşmesiyle Ali Rıza Paşanın geçmesi meselesinde milletin ilgisi tabiî olarak birinciyi hükümsüz bırakmaktadır. Bundan başka bir şey yapamazdı. Vekiller başkanını doğal olarak Padişah seçer ve adı geçen başvekil de arkadaşlarını... Bu yeni kabineye eski kabineden bazı kişiler de girmiştir. Bu nedenle Temsil Heyetimiz kararsız kaldı. Birtakım koşullar ortaya koymak zorunluluğu görüldü. Nihayet anlaşma sağlandı. Hükûmetle yapılan anlaşmada üç noktaya güveniliyordu. Millî Kuvvetlerin yasallığının onaylanması, Millî Meclisin toplanmasına kadar milletin geleceği hakkında kesin sözler verilmemesi, Barış konferansında milletin geleceğini savunacak delegelerin eskisi gibi millet ve memleketin çıkarlarını anlamayan kişilerden seçilmemesi... Hükûmet bu üç ilkeyi kabul etti. Ve ayrıntılar üzerinde daha fazla anlaşabilmek için Bahriye Nazırı (Deniz Bakanı) Salih Paşayı gönderdi, Deniz Bakanı Amasya’da Heyet-i Temsîlîye ile görüştü. Salih Paşa ile olan görüşmede ben de bulundum.(Göstererek) Bu bildiri ve tüzüğümüzün her satırı birlikte okundu. Bütünüyle fikir birliği oluştu. Bu görüşmeler sırasında diğer bir önemli sorunun konuşulması geçerli görüldü. Millî Meclis’in toplanma yeri!... İstanbul’un bugün içinde bulunduğu acı veren şartlar içinde Meclis-i Mebusan’ın milletvekillerinin görevlerini tam serbestlikte yapıp yapamayacağı etraflıca düşünüldü. Bunun için meclisin dışarda toplanması düşünüldü. Salih Paşanın İstanbul’a dönüşünden sonra merkezî hükûmet bu düşünceye katılmadı. Doğal olarak bütün sakıncalarına rağmen İstanbul’da toplanması gerekti. Bununla birlikte Temsil Heyetince sakıncalara karşı gereken önlemler alınmıştır.

Efendiler!

Millî Teşkîlâtımızın bugün sürdürdüğü amaç, vatan bölünmeden ve milletin esaretten kurtarılmasına yöneliktir. İnşallah yakın zamanda millî teşkîlât bu amaca ulaşılmasında yüklendiği vatanî görevini yapacaktır.

Fakat görevini tamamlamış sayılacak mıdır? Bence bundan sonra da çok önemli vatanî ve millî görevimiz vardır. Kısaca iç durumumuzu düzeltmek, medeni milletler arasında çalışan bir organ olabileceğimizi işlerimizle göstermek gerekir. Bu amaçta başarılı olmak için siyasal çalışmadan fazla sosyal çalışmaya ihtiyaç vardır. Millî Teşkîlâtımızın böyle bir amaç için nasıl bir şekil alması gerektiğini şüphesiz milletimizin genel istekleri belirleyecektir. Şimdilik Temsil Heyeti, milletvekillerinin tam güvenlikle görev yaptıkları meydana çıktığı güne kadar eskisi gibi görevine devam edecektir.
Efendiler! Ümit ederim ki, uygun bir barış yapılmasından sonra durumumuz güzel yönetilirse önceki sınırlar içindeki durumumuzdan daha iyi olur. Bu noktada bir fikir sunmak istiyorum. Cemiyetimizin bakış açısından çizdiğimiz sınırlar dışında kalan dindaşlarımızla, bu saygıdeğer kardeşlerimizle aynı sınırlar içinde yüzyıllardan beri vatandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz her tarafta, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, doğuda kendi içlerinde varlığın korunması ve bağımsızlığın sağlanması için çalışıyorlar. Bütün bu İslâm parçalarının bağımsızlığa ulaşmaları İslâm dünyası için ne büyük mutluluk olur. Bunun olmasında İslâm dünyasının durumunun ne kadar sağlam olacağını şimdiden düşünmekle çok büyük mutluluk duyuyorum. Uyanmakta olduğuna şüphe kalmayan İslâm dünyasının başarısını o kadar kuvvetli görüyorum ki, bu inançla duygularımı açıklamaktan dolayı duyduğum vicdani zevk çok büyüktür. Fazla rahatsız etmek istemem, beni dinlemek inceliğinde bulunduğunuzdan dolayı özellikle teşekkürlerimi arz ederim.

Nutuk; İçeriğine Ait Belgeler,
1927, Belge: 220, s.220-228.

#9 - Eylül 16 2008, 14:53:40
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Epoka Gazetesi Muhabirinin Yazılı Sorularına Cevap
30 Aralık 1919




İtalyanca “Epoka” gazetesi İstanbul yazarının Mustafa Kemal Paşadan yazılı olarak sorduğu sorular ve verilen cevaplar:

1- Barış Konferansı, Türkiye sorunu ile ilgilenmeye başladığı şu zamanda, sizin bu konudaki şahsi görüşünüzü öğrenmek ve Meclis-i Mebusan açılır açılmaz Kuva-yı Millîye’nin (Millî Kuvvetlerin) dağılıp dağılmayacağını bilmek, gazetemizi çok aydınlatacaktır.
2- Sizin Mebuslar Meclisi’nde Erzurum’u temsil etmekten çekindiğiniz doğru mudur?

Mustafa Kemal Paşanın cevabı şudur:
Ankara, 30.12.1919

Bu nedenle size şahsi düşüncemi söylemek isterim: Milletin bu konudaki istekleri Sivas Kongresi’nin resmî bildirgesinde nettir. Teşkilât, bu isteği gerçekleşene kadar görevini yerine getirecektir, hatta genişlemeye devam edecektir. Benim, Meclis-i Mebusan’da Erzurum’u temsilden çekineceğim haberi yanlıştır.

Mustafa Kemal
Vakit: 5.1.1920
#10 - Eylül 16 2008, 14:54:28
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Meclis’in Hangi Üyelerden Oluşacağı Hakkında
23 Nisan 1920




Yüce Meclisiniz, bilindiği gibi olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilen şerefli milletvekilleri ile saldırıya uğramış Saltanat Merkezi’nden (İstanbul) canını kurtararak buraya gelen şerefli milletvekillerin-den oluşmaktadır. Canını kurtarıp gelebilecek olan milletvekilleri ile birlikte bir Yüce Meclis meydana getirmek, ancak yeni belirlenen seçim şekliyle söz konusu olmuştur. Bu anda Meclisimiz yeniden teşkil olunmuştur. Daha önce seçilen milletvekillerinin de, seçilmeleri şimdiki milletvekillerinin seçim şeklinden çok geniş olduğu için aynı yetki ile görev yapmasının uygun olacağı kanaatindeyim. Bu hususu doğrulamak isterim.
(Uygundur, uygundur sesleri).
#11 - Eylül 16 2008, 14:56:20
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Milletvekillerinin Mazbatalarını (Yetki Belgesi) İncelemek
Üzere Encümen Komisyon Kurulması Hakkında
23 Nisan 1920



I. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 öğleden sonra saat 1.45’te (13.45) Reis-i sîn (en yaşlı üye olduğu için Meclis başkanı seçilen milletvekili) olan Sinop milletvekili Şerif Beyin kısa bir nutkuyla açılmış, daha sonra Ankara milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Meclis’in hangi üyelerden oluşacağına dair kısa açıklamada bulunmuş, açıklamasının sonlarına doğru “Milletvekillerinin mazbatalarının incelenmesi için komisyon kurulmasını” önermiştir:

Mustafa Kemal Paşa (Ankara) Devamla- Milletvekillerinin mazbatalarını incelemek için komisyon kurulması uygun bulunursa o meseleye geçilsin.

Başkan Şerif Bey- yalnız mazbatalar mı incelenecek?

Mustafa Kemal Paşa (Ankara)- Efendim, diğer bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Komisyon kurulmasını arz etmiştim. Bu hususta gençlerden iki kâtip zat-ı âlinize (yüce şahsınıza) yardım ederse... (Uygundur sesleri)

Mustafa Kemal Paşa (Ankara) Devamla- Zaten bu iş ile uğraşmış olan Muhiddin Baha Bey birisi olabilir sanırım. (Diğeri de Cevdet Bey olsun sesleri)

Başkan Şerif Bey - Buraya gelsinler.

(Bursa milletvekili Muhiddin Baha Bey ile Kütahya milletvekili Cevdet Bey kâtiplik yerine geldiler).
Daha sonra tutanakların incelenmesi için on beşer kişilik iki komisyon seçilmiş ve ertesi gün saat 10.00’da toplanılmak üzere görüşmeler tatil edilmiştir. (Saat 2.30)
#12 - Eylül 16 2008, 14:57:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Milletvekili Seçildikleri Halde Görevlerine Başlamayanların
Yerlerinin Ne Şekilde Doldurulacağı Hakkında
24 Nisan 1920


Mustafa Kemal Paşa- Milletçe ilk yapılan seçim sonucunda seçilmiş bazı kişiler istifa ettiler veya gerekçe göstererek buraya gelemeyecek durumda olduklarını söylediler. Bunun üzerine değişik yerlerden gelen sorularda şu iki açıklama isteniyordu.

Yeniden seçim yapmak, yahut arkasından en çok oy kazanmış olan kişileri buraya göndermek! Biz, durumun aciliyet gerektirdiğini düşünerek bazı yerlerde seçim yapılmasını ve bazı yerlerde şartların uygun olmadığından o gibi şahısların istifa edenlerin yerine gönderilmesini uygun görmüştük. Dolayısıyla konu edilen kişi de böyle olacaktır sanırım.

Rıza Bey (Kırşehir) -Fakat istifa dilekçesi var mı?

Mustafa Kemal Paşa (devamla) -İstifa edenlerin yerine fazla oy kazanmış olanların gelmeleri ...

Rıza Bey (Kırşehir) - İstifa dilekçesinin olması gerekir.

Mustafa Kemal Paşa (devamla)- İstifa dilekçesi mahallî seçimde mülkî memurların başkanlarına verilmiştir. Bu bilgi, yetkili memurların başkanı tarafından gönderilmiştir. İlke olarak seçimlerin iyi geçmesini sağlamaktan sorumlu tutulacak olan mülkî memurların başkanları idi. Eğer bu hususta yüce heyetinizce şüphe ve kararsızlık doğacak olursa doğrudan doğruya olayın olduğu yerden yazı ile bilgi isteyebiliriz. (Kabul kabul sesleri)
#13 - Eylül 16 2008, 14:59:14
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Ateşkesten Meclis’in Açılmasına Kadar
Geçen Zaman İçinde Yaşanan Siyasal Olaylar Hakkında
24 Nisan 1920



Saygıdeğer Milletvekilleri!

Bugün içinde bulunduğumuz durumu, Yüce Meclisimiz’in gözünde bütünüyle ortaya koyabilecek bazı açıklamalar yapacağım. Birincisi; Ateşkesten Erzurum Kongresi’ne kadar geçen zaman içindeki durum hakkındadır.

İkincisi; Erzurum Kongresi’nden 16 Mart tarihine kadar, yani İstanbul’un düşmanlar tarafından işgal edildiği güne kadar, üçüncü devresi de, 16 Mart’tan bu dakikaya kadar geçen durumlara ait olacaktır. Vereceğim bilgiler birtakım belgelere dayanmaktadır ki, izninizle gerektikçe o belgeleri burada okuyacağım. Yalnız birinci devreye ait olacak açıklamalarım biraz şahsi olacaktır. Fakat durumu bütünüyle aydınlatabilmek için ondan bahsetmeyi gerekli görüyorum.
Bildiğiniz gibi Ahmet İzzet Paşa Hükûmeti millîyetler esasına dayanan adâletli bir barışa kavuşmak ümidiyle ateşkes istedi. Bağımsızlık uğrunda namusu için yiğitçe dövüşen milletimiz 30 Ekim 1918’de imza edilen ateşkes ile silâhını elinden bıraktı.

İtilâf donanmaları İstanbul’a geldikten sonra ateşkesin hükümleri bir tarafa bırakıldı. Gün geçtikçe artan bir şiddetle, Saltanat hukuku, hükûmetimizin onuru ve millî şerefimiz adâletsizce saldırılara uğradı. İtilâf heyetinden gördükleri destek ve fiilî koruma sayesinde Osmanlı halkı olan gayri müslim unsurlar (Müslüman olmayanlar, başka dine inananlar) da her yerde alçakça saldırılara başladılar.

Mebuslar Meclisi’nin dağıtılması, kuvvetini milletten almayan İstanbul Hükûmetinin sık sık değişmesi ve halkın vicdanından doğan millî birlik uğrundaki çalışmaların -üzücüdür ki- siyasal ihtiraslara kurban edilmesi yüzünden dünyaya karşı millî varlığımız hakkıyla duyurulamadı.

Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, aydınlarımız, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen kişileri, sultanlık ve hâlifelik makamının ve millî bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılması için ancak millî vicdandan doğan birliğin kararlılık ve irâdesine bağlı bulunduğuna inandılar. Fakat İstanbul’un baskı ve işgal altında bulunmasından millî onuru korumanın maddeten imkânı kalmamıştır.

İşte bu sırada idi ki Anadolu’ya yönetim ve askerlikle ilgili olmak üzere ordu müfettişliğine atandım. Bu görevi, dine ve millete hizmet için Allah’ın en büyük bir ilâhî lütfu kabul ettim.

Millî vicdanın yüce irâdesine bağlı olarak milleti bağımsız, vatanımızı kurtulmuş görünceye kadar çalışmak yeminiyle 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan ayrıldım. Samsun’da işe başladım. İlk düşündüğüm memleketimizde güvenliğin sağlanmasını kendi imkânlarımızla yapabileceğimizi göstermek oldu. Aslında Samsun ve civarının (Canik Sancağı) özel durumu bu konuda en çabuk şekilde davranmayı gerektiriyordu. Gerçekten Rumların egemenliğini ve Müslüman halkın da tutsaklığını amaç edinen, Atina ve İstanbul’daki komiteleri tarafından yönetilen Pontus Hükûmeti’nin isteği, Karadeniz sahiliyle, kısmen Amasya ve Tokat’ın kuzey kazalarında oturan Osmanlı Rumlarının hayallerini çılgınca bürümüştü. Düşünülen önlemler sayesinde başarılı sonuçlar elde edildi. Fakat kabul edilen önlemler ve başarılar yalnız Pontus havalisine ait ve dar bir bölgeye aitti. Halbuki her gün haksızlıklarını arttıran İtilâf Devletleri’ne millî varlığımızı siyaseten ispat etmek ve tecavüz hareketleri karşısında milletin namus ve bağımsızlığını fiilen savunmak pek önemlidir. Esasen doğuda ve batıda memleketimizin hemen her tarafında millet ve memleket hukukunun korunması ve savunulması için dernekler kurulmuştu. Bu dernekler, düşmanların esaret boyunduruğuna girmemek kastı ile millî vicdanın kararlılığından ve irâdesinden doğmuş tek teşkîlât idi. Bu sıralarda İstanbul’dan bütün Belediye Başkanlarına İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin (İngilizleri Sevenler Derneği) kurulduğu ve her tarafta bu derneğe katılarak İngiltere desteğinin istenmesinin gereği hakkında Said Molla imzalı telgraf geldi. Bu sorunda hükûmetin ilgisinin derecesini anlamak için Sadrazam Ferit Paşadan yazı ile bilgi istedim, hiçbir cevap alamadım.

Kendisinin bilinmeyen kişiler tarafından böyle düzensiz ve değişik siyasal maceralara yönlendirilmesindeki girişimlerin büyük felâketlere neden olacağını değerlendiren millet, Said Molla’nın çağrısını önemsemedi.

Binlerce tecavüz ve haksızlıklar altında inleyen İzmir faciası olayı karşısında kan ağlayan millet, Merkezi Hükûmet (İstanbul) ve İtilâf Devletleri temsilcilerinden ağlayarak yardım ve hak isterken, pek çok belediye başkanı ve birçok millî hakları savunan dernek aracılığıyla telgraf gönderdiler. Bu aldığım telgraflarda, hakkımda güvenlerini bildirip benden de bu konuda hizmet ve fedakârlık istiyorlardı.

Hayat ve kişiliğim, kendi malı olan asil ve mazlum milletimizin bu haklı isteği üzerine artık benim için en kutsal görev, millî irâdeye uymayı her şeyin üstünde görmekti.(Sürekli alkışlar)

Bunun üzerine hazırladığım bir genelgeyle millete kesin sözümü verdim. İşte bu genelgenin son cümleleri şu idi:
“Geçirdiğimiz şu ölüm kalım günlerinde bütün milletçe her taraftaki istek ve coşku ile gerçekleşmesi istenen millî bağımsızlığımız uğrunda bütün varlığımla çalıştığımı göstermek isterim. Bu kutsal amaç uğrunda milletle beraber sonuna kadar çalışacağıma kutsal bildiklerim adına söz veririm.”

27 Mayıs 1919 günü “Türkiye Havas-Royter” adında İtilâf Devletleri’nin kurduğu ajans, bilindiği gibi, toplanan Şûrâ-yı Saltanat (Saltanat Danışma Kurulu) hakkındaki açıklamasında “Genel Kurul’un fikri Türkiye’nin, büyük devletlerden birinin koruyuculuğunu sağlamaktır” kaydını yayın ve bildiriyle duyurmuştu. Bu duyurunun belgeye dayalı doğruluk derecesi hakkında bütün millette büyük bir şüphe ve kararsızlık uyandı. Ajans haberinin tamamen uydurma olduğu ve saltanat danışma kurulunun hiçbir şeye karar vermediği ve çoğunluğun hükûmete güven duymadığı ve gelecekle ilgili konunun bir millî şûrâya (danışma kurulu) sunulması gerektiğini söylediği ve herkesin millî bağımsızlık taraftarı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Başbakanlığa aşağıdaki şekliyle bilgi vererek durumdan herkesi haberdar ettim.

#14 - Eylül 16 2008, 15:00:03
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Yüce Başbakanlık Makamına:

27 Mayıs 1919 tarihli (Türkiye Havas-Royter) ajansı, Saltanat Danışma Kurulu’nda çoğunluğun fikri, Türkiye’nin bütünlüğünü koruma şartı ile büyük devletlerden birinin desteğinin sağlanması olduğunu yazıp haber veriyordu. Saltanat Danışma Kurulu görüşmelerinin olduğu gibi yayınlandığı 27 Mayıs 1919 tarihli İstanbul gazetelerinde yapılan açıklamalara bakılırsa yalnız Sadık Beyin yazılı önergesi ile İngiltere’nin korumasının önerildiği ve bunun Genel Kurul’un fikri olmadığı anlaşılıyor. Ajans ile gazetelerin yayınları arasındaki çelişki bazı tarafların dikkatini çekmiş ve ajansın gerçeği saptırmaya kendini yetkili görmesinin soruşturulması gerekli görülmüştür. İçinde bulunduğumuz bu hassas dönemde, artık her gerçeği tamamiyle anlayan, bütün kötü sonuçlara karşı fedakârlığın en son noktasını göze alarak millî bağımsızlığın korunmasında kesin kararlı olan milletin sakinleşmesi ve teselli olması, hilâfet ve saltanat merkezinden verilecek doğru ve samimi işaretlere bağlı olduğu kanaatindeyim. Millî vicdanı temsil etmeyen haberler, endişe verici tepkiler doğurabileceğinden, bu konuda bilgilendirilmemi ve aydınlatılmamı özellikle rica ederim.

Üçüncü Ordu Müfettişi
Yüce Padişahın Fahrî Yaveri
Mustafa Kemal


Bu sıralarda, İzmir ve Aydın’da kötü izler bırakan olayların etkisiyle milletin uyanıklığı ve heyecanı dikkat çekecek bir dereceye varmıştır. Kamuoyunu geçici olarak uyuşturmak isteğiyle olsa gerek, Sadrazam Paşa Paris’e davet olundu. Ferit Paşanın başkanlığı altında Paris’e giden heyete millet güven duymadı. Ben de şahsen milletin bu haklı şüphesine katıldım. Millet, giden heyetin programını açıklamasını istedi. Bu pek hassas zaman içinde Millî Savunma Bakanı’ndan aşağıdaki telgrafı aldım.
Yüksek Emirleriniz altındaki gemilerden biriyle hemen buraya gelmeniz rica olunur.

8 Haziran 1919
Harbiye Nazırı (Bakanı)
Şevket Turgut
#15 - Eylül 16 2008, 15:01:39
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Bu davetin anlam ve içeriğini anlayamadım, açık olarak bildirilmesini istedim. Bir taraftan Erkân-ı Harbiye Umumi Reisi olan Cevat Paşadan da sordum ve ondan 11 Haziran 1919’da aldığım cevapta “Değerli bir generalin Anadolu’da seyahatinin kamuoyunda iyi bir etki yapmayacağı bahanesiyle İngilizlerin beni istediğini bildiriyordu.” Bu gerçeği öğrenince doğrudan doğruya Padişaha şu bilgileri sundum:

Padişahın Özel Kalem Müdürlüğü Aracılığıyla
Yüce Padişahın Makamına

Büyük Milletin ve Kutsal Hâlifenin tek ve gerçek dayanağı bulunan saltanatımızı Allah kötülüklerden korusun. Yüce Padişahım: Memleketin bugün uğradığı zulümler ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce şahsınız başta olmak üzere millî ve kutsal bir gücün varlığını haykırması, vatanı ve devletin bağımsızlığını ve şerefli hanedanın altı buçuk asırlık şanlı tarihini kurtarabilir. Bütün ülkede bu tek kanaat hâkimdir. En son huzurunuza kabul edilme onurunu kazandığımda, İzmir’in işgal edilmesinden dolayı çok üzüntülü olan kalbinizdeki bu kurtuluş noktasına ait ilhamlar şu anda bile hafızamda yerini korumaktadır.

Bu ilhamları açıklamak isterim. İstanbul’dan en son ayrılacağım gün, huzurunuzda bulunma şerefine ermiştim. Bu sırada Padişah hazretleri Boğaziçi’nde bulunan İngiliz zırhlılarının Saraya yönelmiş toplarını göstererek “görüyorsun” dedi “Ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lâzım geleceğini düşünmede çaresiz kalıyorum.” Ve ellerini kaldırarak “İnşallah millet uyanık ve hazırlıklı olur, bu üzüntü verici durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır” buyurmuşlardı. Bundan dolayı söylemek istediğim Yüce Padişahın bu ifadeleridir.

Hükümdar Padişahımızın bu gönülden gelen arzularından ilham alarak kesin kararla ve inançla görevime devam ediyorum. Padişahımızın emirleri gereğince Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmaya ve gereğine ait bilgi verip bunları uygulamaya devam ediyorum.

Şu bir ay içinde Anadolu’daki hemen bütün iller, livalar, ilçeler ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumuna ve bütün kumandan ve memur tabakalarının duygu, düşünce ve çalışmalarına hakim oldum. Sonuç olarak açık bir şekilde anlaşılıyor ki millet, baştan aşağı uyanık olup devletin ve milletin bağımsızlığı ve yüce Saltanat ve Hilâfetin hukukunu sağlamak için kesin ve kararlı bir inanç ile hazırlanmış bulunuyor. İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az zamanda felâketlerden bu derece uyanık olacağını hayâl bile edemezdim.

Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılığı sonsuz olan bu soylu millete tamamıyla güvenip bunun karşılığında bütünüyle bu millî ve vicdanî kuvvete yardımcı olup bu kuvvetin desteklenmesi gerekir. Son yüce buyruklarınız bütün milletin kararlılık ve cesaretini artırmıştır.

Yalnız dikkat çekici ve üzücüdür ki: Bu soylu Anadolu halkı bugünkü hassas devirde bile İstanbul’da söz konusu olan uygunsuz, nefret verici ve arabozucu düşüncelere çok üzülmüştür. Gerçekten İstanbul çevresinin bozulmaya uygun ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok edilmesi, devlete, millete ve Padişahına bağlı ve fedakârca hizmet yeteneğinde olanların ortadan kaldırılması için ileri gitme cesaretini gösterebiliyorlar.

Yüce Padişahım! Hatırınızdadır ki, üstlendiğim görevlerin yerine getirilmesinde yabancıların ve bazı bozgunculukta usta olanların mutlaka arabozuculuk ve engelleme ihtimallerini daha İstanbul’da açıkça ortaya koymaya çalışmıştım. Bunu, özellikle Sadrazam Paşa ile bazı önemli devlet adamlarına pek açık olarak anlatmıştım. Ayrıca böyle durumlar karşısında, Ali İhsan ve Yakup Şevki Paşaların âkibetine de düşmek istemedim. İşte millî vicdandaki ciddî uyanışı ve ortaya çıkan yeni durumları istilâcı çıkarlarına aykırı gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa İngilizlere yoldaşlık edinmeyi meslek edinen zayıf karakterliler, bu kez beni kandırarak İstanbul’a çağırmaya yelteniyorlar. Pek şerefli Hakanımıza, milletine, vatanına sadık ve bu uğurda ölümleri önemsemeyerek hizmetinizde olan benim gibi bir kumandandan elbette Yüce Saltanat haklarına ve milletin varlığının ve bütünlüğün düşmanı olanlara yoldaşlık etmek beklenemezdi. Kısacası ben, Malta’ya gitmek veyahut en hafif olarak iş görmez hâle mahkûm edilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım. Elbetteki buna uymamakta haklıyım ve eğer zorlanırsam, memuriyetten ayrılarak eskiden olduğu gibi Anadolu’da ve sine-i millette (milletin bağrında) kalacağım. Ve vatan görevime bu kez daha açık adımlarla devam edeceğim, ta ki millet bağımsızlığına kavuşsun, Saltanat ve yüce Hilâfet makamı kökten yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğuna Padişahımın güvenini isterim.

Üçüncü Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mustafa Kemal


Bütün milletin durumunu anlayarak, geleceğine, kendisinin hükmetmeye karar verdiğini anlamıştım. Millet ve memleketin şu andaki durumunu göz önünde tutarak, hukukunu korumak ve kollamak üzere her türlü etki ve denetimden uzak bir millî heyetin varlığını gerekli gördüm. Bunun için gerekli görüşme ve yazışmaları yaparak Sivas’ta genel bir millet kongresi yapılmasını kararlaştırdık. Büyük ve kanlı tehlikeler karşısında bulunan doğu illerimiz, Erzurum’da adı geçen il adına aynı amaçlı bir kongre yapılmasına girişmişti. Sivas Kongresi için gizli bir bildiri ve mektubu genelge hâlinde yayınladım.

Bu mektup ve bildiri sizin tarafınızdan da bilinmektedir. Bu sırada Müdafaa-i Hukuk-i Millîye Cemiyetlerine ait telgrafnamelerin çekilmemesi hakkında Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü tarafından posta ve telgraf müdürlerine emir verildiği haber alındı. Vatanın tutsak olduğu bu tarihî anlarda milletin sesini duyurmada tarafsız tek araç olan Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğünce ve yalnız millî teşkîlâtın haberleşmesinin yasaklanmasına cesaret etmenin millete karşı en büyük cinayet ve hainlik, İslâmiyete karşı da en büyük günah olduğu açık idi. Genelge ile her tarafa gereken emirleri verdim. Durumu Padişaha bildirdim. Sadaret makamına ve Harbiye Nezaretine olduğu gibi Posta Telgraf Genel Müdürlüğüne de yazdım.

24 Haziran 1919 tarihinde (Dahiliye Nazırı) Ali Kemal Beyin de bir genelgesi bana haber verildi. Bu genelgede:
“Haksızca, hırsızca, acımasızca yapılan işgallerden ne derece üzüntü duyarsa duysun Hükûmet, ne Yunanistan ve ne de kimse ile bu durumda savaş veya çatışmaya giremez. Paris’teki konferansa giden temsilciler heyetimizin şimdiye kadar anavatanın her parçasını kurtaracaklarına olan ümidimiz günden güne artmaktadır. Savunma gerekçesi ile hazırlananları engelleyiniz, haklarında acımasızca davranınız. Bunlar eski düşmanlarımızdır. İşleri bozulmak üzere iken yeniden düzelmesine izin vermeyiniz!” (mırıltılar ve alçak sesleri) denilmekte idi .
#16 - Eylül 16 2008, 15:03:24
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Ali Kemal Beyin de bu girişimini önledim. Bununla ilgili Padişaha şu bilgiyi sundum:

Sayın İçişleri Bakanı, 18 Haziran 1919 tarihli, illere yayınladığı şifreli bir genelgede, millî hakların korunması için yapılan hazırlıkları ve çalışmaları şiddetle yasaklıyor. Pek acıklı ve üzücüdür ki aynı tarihte Posta Telgraf Genel Müdürlüğü de milletin sesini boğmaya yönelik bilgisizce ve peşinen sonuçsuzluğa ve pişmanlığa mahkûm bir telgraf yayınlamıştı.

Padişahım!

Fiilen yaşadığımız bugünkü parçalanma tehlikesi karşısında, başta yüce saltanat makamınız olmak üzere, kutsal değerlerini kurtarma ve korumaya karar vermiş olan yüce milletimizi böyle bencil ve aşağılık bir anlayışla inkâra kalkışmak, tarihin ve millî vicdanın hiçbir zaman affetmeyeceği olaylardandır.

Gerçi böyle bir anlayışın şükürler olsun ki hiçbir yerde geçerli olmadığını ve uygulanmadığını bildiririm. Fakat yüce milletimize vatan ve devletin tarihine karşı uygun görülen bu uygulamalar, milletimizin ve devletimizin geleceğiyle pek zalimce alay etmek oluyor. Bu olaylar, milletin coşkulu bakış ve düşüncesine yayıldıkça İstanbul Hükûmetine güvensizlik göstermek gibi pek fena sonuçlar doğurabileceğinden şüphe yoktur. Durumu cesaretle bildirirken size bağlılığımı da tekrar ettiğimi yüce şahsınıza arz ederim.

Üçüncü Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mustafa Kemal

27 Haziran 1919’da Sivas’a geldim. Görevden alındığıma dair Ali Kemal Beyin bir genelgesinin daha geldiğini öğrendim. 23 Haziran 1919 tarihli olan bu şifreli genelgede:

“İngiliz özel temsilcisinin istek ve ısrarıyla görevden alındı. Adı geçenin İstanbul’a çağırılması Harbiye Nezareti’ne ait bir görevdir. Fakat İçişleri Bakanlığı’nın size kesin emri: Artık o kişinin görevde olmadığını bilmek ve kendisiyle hiçbir resmî işleme girişmemek ve hükûmetin işleri ile ilgili hiçbir isteğini kabul etmemektedir” deniliyordu.
Bu işlemle ilgili Sadarete ve Millî Savunma Bakanlığı’na 28 Haziran 1919’da şu telgrafı çektim:

Müdafaa-i Hukuk-u Millîye ve Redd-i İlhak Cemiyetlerine yardım ettiğimden, İngilizler tarafından istendiği için görevden alındığım konu edilerek, daha bazı yersiz sözler de eklenerek, İçişleri Bakanı Ali Kemal Beyin devletin makamlarına il ve ilçelerine genelge ile duyurduğunu öğrendim. Beni bu göreve seçip atayan Padişahımızın bu konudaki fikri ve emirlerini de öğrenmek onuruna erişemediğim gibi, ne Sadaret makamından ve ne de Millî Savunma Bakanlığı’ndan, görevden alındığıma dair hiçbir emir almadım. Kısacası Ali Kemal Beyin bu gizli yayın ve genelgesinin ne gibi yanlış düşünceyle gerçekleştiğini ve devlet büyükleri arasında ayrılık ve memlekette kanunsuzluk, düzensizlik ve sonuçta millet arasında anarşiye neden olacak bir anlayışın ne kadar aşağılık ve tehlikeli olduğunu belirtmeyi gereksiz görüyorum. Ali Kemal Beyin görevden alınmamı bildiren telgraf haberi, adı geçenin davranış tarzının hükûmet tarafından onaylanıp desteklenmediğini tamamen göstermiş, bu şekilde geçmiş ise de Bakanlar Kurulu’nun karar ve kanaatleri dışında yapıldığına kesinlikle inanmış bulunuyorum. Bu tehlikeli ve sorumluluğu gerçekten ağır düşüncelerin millet ve memleketin gelecekteki kurtuluşu için ne büyük zararlar doğuracağını tekrar bildirmek zorundayım. Adı geçenin hakkında yapılacak işlemin kararını yüce makamınıza bildiririm.

Üçüncü Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mustafa Kemal
#17 - Eylül 16 2008, 15:04:46
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Bütün illere, bağımsız ve bağımlı mutasarrıflara (sancağın yönetici amiri, vali ile kaymakam arasında bir yönetici) ve kolordulara ve II.Ordu Müfettişliği’ne de şu telgrafı yazdım:


27 Haziran 1919
Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye ve Redd-i İlhak gibi sadece vatanı ve millî bağımsızlığı korumaya dayanan bir kutsal amacı desteklediğimden ve İngilizler tarafından istendiğimden bahsederek görevden alındığımı İçişleri Bakanı Ali Kemal Beyin idarî makamlara gizli bir genelge gönderdiğini öğrendim.

1. Beni bu memuriyete seçip atanmamı buyuran yüce Padişahın bu konuda buyruklarını öğrenme onuruna erişemediğim gibi, ne yüce Saltanat makamından ve ne de yüce Savunma Bakanlığı’ndan görevden alındığıma dair bu âna kadar hiçbir emir almadım. Dolayısıyla Ali Kemal Beyin bu gizli yazı ve genelgesinin ne gibi kötü düşüncelerden ortaya çıktığını, zaman ve olaylar çok yakında halkın gözleri önüne serecektir. Devlet büyükleri arasında ayrılık, memlekette kanunsuzluk, düzensizlik ve sonuç olarak anarşinin meydana gelmesine neden olacak bu tehlikeli korkunç anlayışın, tarih ve millet gözünde tehlike ve sorumluluk noktasına dikkatinizi çekmeyi gerekli görüyorum. Ali Kemal Beyin yetkisini aşan millî varlığımızın aleyhindeki bu gizli ve kanunsuz hareketten geri döndürülmesi gerekir.
2. Memuriyetimin sona ermesi hakkında yüce Padişahın buyruğunu aldığımda elbette resmî görevimden ayrılıp bunu başkalarından önce benim genelgeyle duyuracağım açıktır. Böyle bir durumda vatanın kurtarılmasına dayanan dinî ve millî fikrimi milletin bağrında milletin bir bireyi olarak da takip etmek, benim için en yüce ve saygı duyacağım bir görev ve en kesin bir emeldir. Demek istiyorum ki, devlete ve Padişah buyruğuna bağlı olarak Üçüncü Ordu Müfettişliği ve bunun devlet ve millete karşı olan sorumluluğu kendimde bulundukça, hükûmetin emirleri dahilinde bulunan resmî görevlerden dolayı, bütün valiler ile Dahiliye Nezaretine bağlı iller, yazılı bildirilerimi yerine getirmeye yükümlü oldukları ve bugünkü gerçeği öğrendikten sonra her vakit ve tarih karşısında da sorumlu bulunduklarını acele olarak duyururum. Bundan başka Ordu Müfettişliği, devletin bir resmî makamı olup hiçbir zaman kişiye bağlı bulunmadığından makamın kendisine has haberleşme ve (revabıt) bağlarını iyi bir şekilde koruma ve devam ettirmenin kanunî bir mecburiyet olduğunu ve bu duyurumun Ali Kemal Beyin duyurusunun genelge hâlinde gönderildiği makamlara da ulaştırılması gereğini ek olarak bildiririm.

3. Bu telgrafın elinize geçtiğinin bildirilmesini rica ederim.

Üçüncü Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mustafa Kemal

Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey ile Millî Savunma Bakanı Şevket Turgut Paşanın Bakanlar Kurulu’ndan ayrıldıkları ajanslardan anlaşıldı. 10 saat sonra 28 Haziran 1919 tarihli ve Şevket Turgut imzasıyla aldığım şifrede (gizli yazı):
“Dakika geciktirilmesi sorumluluk gerektirir.”

“Birçok dilek ve yalvarma ile bizden bir heyetin Paris’e gitmesine Dörtler Meclisi izin verdi. Ne olacağımızı biz değil, hatta geleceğimizle oynayanlar bile bilmiyor. Yalnız bir avunma noktası varsa o da düşmanlarımızın hakkımızdaki düşüncelerinin az çok iyiliğimize dönmüş gibi görünmesidir. Örneğin geçen aylarda biz barbarlıkla, yönetimsizlikle nitelendirilirken, şimdi de uysal fakat yardıma muhtaç kimseler diye nitelendiriliyoruz. Düşmanlar durumumuzu çok çabuk haber alıyorlar. Sizi çok çabuk elde edecekleri kesin görülmekle beraber zaten zorlukla hayatını yaşayan bizleri de ortadan kaldırmaya çalışacaklardır. Şu meveddet kârarname bilgilerimle size karşı kardeşlik görevimi ve vatana hizmetimi yerine getirmiş olduğumu zannederek herhangi bir hadesiye sebep olmadan hemen İstanbul’a gelmenizi rica ederim” deniliyordu. Buna cevap bile vermeye gerek görmedim. Sivas’ta millî teşkilâtın kuruluşu ve tamamlanması, Erzurum’dan sonra Sivas’ta Osmanlı Devleti adına genel bir kongrenin toplanması ve temsilcilerin çağrılması için gereken bazı düzenlemeler ve önlemler alındıktan sonra Erzurum’a doğru hareket edildi.

2 Temmuz 1919 günü Erzincan’da Saray Başkâtipliği’nden (Padişahın özel kaleminden) aldığım telgrafın başlıca noktaları şunlar idi:

“Önce ve sonra çektiğiniz telgraflarınız, yüce Padişahımızın hakkınızdaki hoşnutluğu ve iyilikseverliğinden dolayı, aşağıda yazılı olan düşüncelerini bildirmem ile beni özel olarak görevlendirmişlerdir. Yüksek makamlarınca çok iyi bilinen vatanseverliğinizden o bölgede bazı düzenleme ve girişimlerde bulunmanız İngilizler’in dikkatlerini çekmiş, hükûmete baskı yapmaya kalkmışlardır.

Devletimizin şimdiki durumu taşraca (Anadolu) düşünüldüğü ve tahmin edildiği derecede kaygı verici ve telâşlandırıcı değildir. Allah’ın izniyle devletin varlığının ve bağımsızlığının gerçekleşmesi başarılınca Saltanat Merkezi’nden (İstanbul) Taşra’nın (Anadolu) kurtarılması kolay olur. Şu sırada sizin istifa ederek Başkente gelmeniz, belki, yabancıların hükûmete baskı yaparak hakkınızda onur kırıcı bir işlem yapılması endişesiyle tavsiye edilmediği gibi Harp Dairesi’nce görevden alınma yoluna gidilmesi de Padişah katında uygun görülmediğinden, Harbiye Nezaretin’den iki ay süreyle hava değişimi izni isteyerek durumlar iyice belirginleşinceye ve barış kararlaştırılıncaya kadar istediğiniz bir şehirde veya kasabada dinlenmenizin en uygun durum olduğu hatırlatılır.”
#18 - Eylül 16 2008, 15:05:36
''Cehennem, başkalarıdır. ''

2/3 Temmuz 1919’da Mamahatun’da, Harbiye Nezaretin’den gelen Ferit Paşanın 30 Haziran 1919 tarihli şu şifresini aldım:

“Gönülden duyulan sevginin çekici gücü, sizi her zaman övüp duacınız olan beni, yine Harbiye Nezaretin’den getirdi. Hükûmeti epeyce zor bir durumda buldum. Dış ilişkilerin dehşet verici durumu içinde bir de bunu büsbütün artırmaya neden olacak bir iç bunalım karşısında kalınca elimde olmayarak titredim. Sizin gibi ben de değer verme gücüme dayanarak iddia edebilirim ki; benim kadar sizi, ruhunuzun en derin köşelerine kadar anlayabilmiş bir kişi yoktur. Şimdilik tam olarak bilemiyorum hükûmet ile sizin aranızdaki anlaşmazlık niçin çıkmıştır. Şüphesiz bu durum, dar ve kör görüşlü kişilerin etkisiyle olmuştur. İngilizler tarafından bazı kumandanlarımız hakkında yapılmış işlemlerin size de uygulanması hiç de beklenmeyen bir durum olmamakla birlikte; her ihtimali göz önüne alarak bu işin iyi bir biçimde çözümlenmesini diliyorum. Sizin yüksek gücünüzden ve büyük vatanseverliğinizden korkarak, haksızlıkları inkâr edilmeyecek olan düşmanlarımız sizin böyle önemli bir askerî memuriyette bulunmanızdan ürkmeleri sebebiyle sizi bu görevden ayırma girişiminde bulunmuşlardır. Yenilgi, çaresi bulunmaz bir hastalıktır. Bunların arzularına kulak verilmeyince birtakım yalanlar uydurarak vatanın yararına olacakların yok edilmesine çalışacakları korkusudur ki; üzülerek söylüyorum bir süre seçkin kişilerin hizmetlerinizden yararlanmamaya hükûmetimizi mecbur bırakıyor. Yüce şahsınıza çok yakınlık duyan yüce padişahımız, beni özel olarak kabul ederek özellikle bu işin güzel bir şekilde çözümlenmesi konusunu görüşme inceliğinde bulundular. Sağlık durumunuzu konu ederek, gerek İstanbul’da ve gerekse isteyeceğiniz herhangi bir yerde, hava değişiminin sizin tarafınızdan istenmesi ve hükûmetin de bunu kabul etmiş görünmesi ile çözüm bulunmuş olacak, hem siz korunmuş olacaksınız, hem de düşmanlarımızın istekleri son bulmuş olacak. Padişahımızca bu uygun görülmüş, hatta kendileri bu durumun saraydan da ayrıca sizlere yazılmasını istemiş ve emir buyurmuştur.

Elimden gelecek her isteğinizi yerine getireceğimi siz de bilirsiniz. Bu dileğimi hem resmî ve hem de özel olarak yapıyorum ve işte bu özel duruma dayanarak söyleyeceğim ki, vereceğiniz acil uygundur cevabı, yalnız hakkımdaki güven ve sevginizin göstergesi değil; aynı zamanda, bakanlık makamında ümid ettiğim başarıya da bir başlangıç olacaktır. Ellerinizden öperim.”

Padişaha hareket şeklim hakkında Harbiye Nezareti’ne yazdığımı bildirdim. Ferit Paşaya da durumun gidişini açıkladıktan sonra hava değişimi suretiyle Anadolu’da kalmakta bir sakınca görmediğimi yazdım.
Harbiye Nazırı Ferit Paşanın Erzurum’da aldığım bir telgrafında “İstanbul’a hareketlerinin çabuklaştırılmasını rica ederim” denilmekteydi.

Telgrafın başında da Ferit Paşa şunları söyledi :

“Paşam! İtilâf temsilcilerinin pek kesin başvuruları bugünkü telgrafnamemi yazmaya mecbur etti. Yüksek şahsınızı benim kadar kimse bilemez. Vatanımızın onuru ile ilgili yüce gayelerinizi biliyorum.
Ben, İstanbul’a onur vereceğinizi gerek padişah efendimize ve gerek temsilcilere karşı söz verdim. Utanacak bir duruma düşmeyeceğime eminim.

Yüce şahsınızla ilgili İtilâf temsilcilerinden burayı onurlandırmanızda size saygıdan başka bir şey gösterilecek değildir. Bunlar sağlanmıştır.(Gülmeler) Ancak ve ancak sizin hemen o bölgeden ayrılarak buraya gelmeniz gereklidir.” (Beklesinler sesleri ve gülmeler)

Ferit Paşaya verdiğim cevapta şunları söylemiştim:

1- Benim vatan ve milletin kurtuluşuna hizmet etmekten başka bir düşünce ve amacımın olmadığı ve şu an bile devletin sınırları içinde çalışma ve gayretlerimin bu yönde olduğu meydanda iken, İtilâf Devletleri’nin temsilcilerinin kişiliğimden bu kadar kuşkulu bulunmalarının bir takım yalan dedikodulardan ileri geldiğini ve bunların da, benim bütün duygularımı, düşüncelerimi ve dileklerimi yakından bildiğini söyleyen padişahın yüce buyrukları ile hükûmet emrinde çalışacağıma inanan yüksek şahsınız tarafından verilecek açıklama ve güvencelerle düzeltileceği ve giderileceğine inanıyorum.
2- Dört gün önce Padişaha ulaşan ve İtilâf temsilcilerince de karşı konulmadığı anlaşılan yüce önerilerine cevap olarak yazdığım düşüncemin cevabı alınmadan İstanbul’a geleceğime söz verilmemeliydi.
3- Hiçbir uygun neden yok iken İzmir’in ve Antalya’nın hükûmetimizin bilgisi olmadan düşmanca işgali ve silâhsız, çaresiz halkın Rum eşkıyasına doğratılması ve binlerce ırz ve namusun ayaklar altına alınması ve şu anda Aydın vilâyetinin her tarafında bu kötü durumun devam etmesi ve bir süre önce oradan Nureddin Paşanın alınmasının ve bu kötü kumandan değişikliğinin teşekkür edilen bir sonucu muydu? Bu bölge için de böyle kanlı bir sonuç hazırlanmış ve buna engel olacak kumandanların değiştirilmesi gerekli görülmüşse, temsilcilerin vatanı yok etmeye yönelik istekleri karşısında hükûmetimizin ikinci bir hainliğe aracı olmak yerine, milletin bireyleri arasına bir birey olarak karışması, örnek alınmaya değer bir vatanseverlik olur. (Alkışlar)
#19 - Eylül 16 2008, 15:06:30
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Doğudan Şevki ve İhsan Paşaların alınmasının vatanımızın batısındaki bir bölümünün zalimce işgali programının uygulanmasını önleyebilme derecesi ne olmuştur?

Ferit Paşanın verdiği cevap şudur:

“Yüce açıklamalarınız doğrudur. Ancak bir millî hareketin olacağına inanan İngilizleri, yüksek kudretiniz ve vatanı korumadaki kararlılığınız endişelendirmiş ve düşmanlarımız tarafından her gün bir şekilde ortaya atılan dedikodular, bu kaygıları artırmış olacak ki, bugün derhal yüce şahsınızın, ordunun başından İstanbul’a getirilmesini hükûmetten istemişlerdir. Bu isteklerini tehdit edici bir ifadeyle söylemişlerdir. Dört gün önceki durumun şekline göre padişahın yüksek onaylarına sunulan benim önerim idi. Fakat bugünkü durum, böyle ani ve acele bir davete mecbur ediyor.
Bâbıâlî’de makine başında geç vakte kadar sizi rahatsız etmemin nedeni, anlarsınız ki, bir mecburiyet ve vatanın çıkarını düşünmemdendir. Aynı zamanda siz buraya geldiğinizde her zaman hak etmiş olduğunuz hürmet, İngilizler tarafından da gösterilerileceği, Hariciye Nazırı aracılığıyla garanti edilmiştir. İlk telgrafımda da üstü kapalı belirttiğim gibi Paris Konferansı kararlarına boyun eğmekten başka yapılacak bir şey görünmemektedir. İşgalcilerle şimdilik iyi geçinmenin uygun olduğu görünüyor ve işte bu nedendendir ki acil olarak İstanbul’a gelmeniz bekleniyor.
Elbette ki karşı karşıya konuşmak bizi de aydınlatacaktır. Temsilcilere duyurulmak için hareket edeceğiniz anın bildirilmesini rica etmekteyim.”

Verdiğim cevapta şu maddeler vardı :

1- Dünkü yüce telgrafınızda Paris konferansı kararlarına uymaktan başka bir şey görülemediği açıklanıyordu. Bu kararlar nelerdir? Ajansların en son duyurusu, millî bağımsızlığımız ve geleceğimizi pek ümitsiz bir halde gösteriyor. Meselâ Paris Konferansı, Trakya, Pontus, İzmir, Kilikya sorunlarını devletin çıkarlarına aykırı olarak karara bağlamış ve Doğu vilâyetlerimizde de Ermenistan egemenliğini kabul etmiş ise de bu kararlara uymak için vekilliği ve yetkiyi alan ve kararlaştıran kimlerdir? Sadrazam Paşa hazretleri, vatan ve milletin kutsal haklarını yok eden bu fena durumları engellemek ve ortadan kaldırmak için ne gibi olumlu ve maddî güvence ve ümitle geri dönüyorlar?
2- Padişahı, devletin ve milletin bütün gerçekleriyle ve hâlifeliğin haklarının sıkıntılarıyla ilgili konuları, içten ve güvenilir bir dil ile aydınlatmak ve sorumluluğu olmayan padişahın ümit ve buyruklarını daima din ve devletin gerçek işlerine yönlendirmek lâzımdır. İstanbul’daki bazı önemli kişiler ve özellikle bir iki ay bile yönetimde kalamadan değişen kabineler, kendilerinde beliren yanlış fikirlerle milletin işlerinde vekillik ve yetki kullanmaları gibi tarihin en feci sorumluluklarından kesinlikle uzak kalmalıdır.
3- Şahsıma gelince, pek yanlış ve hatalı anlayışlar olduğunu görüyorum. Bugün vatanımızda bir millî güç varsa, o cereyan, felâketlerden uyanmış olan milletin kalp ve bilincinden doğmuştur. Ben de ancak ona bağlanmış oluyorum. Benim buradan alınmam gibi düzenlemeler pek yanlış ve hatta tehlikelidir. Dışişleri Bakan Vekili Beyefendi tarafından benim korunmam hakkında İngilizlerden güvence alındığı açıklanıyor. Buna pek hayret ettim. Çünkü devletleri ve milletleri, isim ve onurlarına bağlı olarak resmen imzaladıkları ateşkes hükümlerini korumayı bile asla uymadan alabildiğine tecavüzlerde bulunan ve defalarca onur kırıcı örnekler ortaya koyan İngilizlerin bu güvencesine inanmak kolay bir aldanma olur. Yalnız tam anlamıyla güveniniz ki, eğer memleketin kurtuluşu şahsımın çekilmesine bağlı olsaydı kayıtsız şartsız ve insana hiçbir ümit ve emel bağlamayı değersiz görerek kendimi kurban etmek kadar vicdanî ve basit bir şey olamazdı (Alkışlar). Demek istiyorum ki aradaki karar farkı, gerçek durumun henüz oraca (İstanbul) gerektiği kadar bilinmemesindendir.
4- Uygulanması düşünülüp anlatılan iyi geçinme yolunu üzücü buluyorum, çünkü iyi geçinme yolu değersizdir.
Ateşkesin imzalanmasından bugüne kadar İstanbul hükûmetinin maalesef birbirini tekrarlayan beceriksiz ve zayıf durumu, millî kuvvetten zerre kadar kuvvet almaması sonunda İtilâf Devletleri’nin memleketimizi bir güçlükle karşılaşmadan işgal arzularını kolaylaştırmıştır.
General Allenbi ile her gün Padişahın Başmabeyncisi (Genel Sekreteri) olan Harbiye Nazırı (Millî Savunma Bakanı) eski yaverlerinden bir Paşanın bizzat konuşmaları ile ve adı geçen Yaver Paşanın bu konuşmada karşılaştığı kötü davranış ve sözlerin ayrıca bir yabancı general ile eski Millî Savunma Bakanlarından Abdullah Paşanın konuşmalarında generalin kullandığı bağımsızlığımızı aşağılayıcı ifadeye de dikkatinizi çekmek isterim.

Şimdiye kadar önceki kabineler tarafından tutulan bu iyi geçinme yolu, Anadolu’nun batı bölümü, İstanbul ve Padişahın saraylarına kadar feci bir şekilde işgal edilmesini ve millî güçlerin parçalanarak yok edilmesini kolaylaştıracaktır. Doğu Anadolu için de aynı işlemi ortaya koymuşlardır. Kısacası sizin de içinde bulunduğunuz kabinenin buna alet ve aracı olmama şeklindeki vatanseverliği göstermesi istenir ve beklenir. İlâve edeyim ki, inancım ve fikrimin kesinlikle doğruluğundan hiç şüphem yoktur. Çünkü bu inancım ve düşüncelerim, her taraftaki bilgili ve doğru görüş sahibi kimselerin müşterek kanaatlerine ve özellikle millî vicdanın gözlemlerine dayanmaktadır.
Anadolu’daki büyük kumanda makamlarının bir süreden beri sarsılması ve o boşlukların yerine güçsüz ve beceriksiz kimselerin getirilmesi gibi Batı Anadolu’yu boğazlanarak kurban edilmiş bir şekilde kaptıran sizden önceki kabinenin siyasetine bir kere daha dikkat çekmek isterim.

Ali İhsan Paşa ile Nurettin Paşa ve onun yerine getirilen Ali Nadir Paşa olaylarını millî tarihimiz gösterecektir. Mademki bugün sizin bulunduğunuz yer, vatan ve milletin kurtuluşunu sağlamaya yetersiz ve güçsüz kalıyor, o halde sizden öncekilerin açtığı zararların bu kere de vatan ve milletin doğu bölümüne yayılmaması için sizin gibi sermayesi ancak vatanseverlik olması gereken değerli ve tecrübeli bir kimsenin inanmadığı şeylere boyun eğmesine hiç de zorlayıcı bir şart yoktur. Bağımsızlığını kaybetmiş olan makamınızdan ayrılmanız ile tarihin açık olan bir emin sayfasından övülmüş bir şeref ile sıyrılmak her halde bütün vatansever ve namuslu kişilerce beklenmektedir.(Bravo sesleri)
#20 - Eylül 16 2008, 15:07:21
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Ferit Paşaya en son verdiğim cevap şudur:

Harbiye Nezareti Ferit Paşaya
Erzurum 6 Temmuz 1919

Ermenistan’a söz verilmiş olduğunu bilmekle, heyecan ve kızgınlık içindeki doğu illeri ahâlisi arasından çıkıp gelmeye dair teklifinizi yerine getirmede şahsi irâdemi kullanmaya manen ve maddeten yasaklı bulunuyorum. Durumun değerlendirmesini görüş ve yetkinize arz ediyorum. Efendim.

Üçüncü Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mustafa Kemal

Bundan sonra Padişahın özel kalemi aracılığıyla aldığım telgrafta “Orada yaptığınız yüce girişimler, her nasılsa İngilizlerce vatanın savunulması şeklinde değil de kargaşa çıkarmak şeklinde anlaşılmaktadır. İngilizler, yüce şahsınıza karşı onur kırıcı hiçbir davranışta bulunmayacaklarını kesin şekilde söz verdiler ” denilmekteydi.
Buna cevap karşılığı yazmadan şu telgrafı verdiler:
Yüce görevinize son verilmiş olduğu için hemen gecikmeden İstanbul’a dönmeniz padişahın buyruğunun gereğidir Efendim.

Padişahın Baş Kâtibi
Ali Fuad

Son cevabım bu idi :

8/9 Temmuz 1919 Erzurum
Padişahın Baş Kâtipliği aracılığıyla Padişahın yüksek katına,
“Şimdiye kadar gerek sizin yüce katınıza ve gerek Harbiye Nezareti’ne ulaştırdığım açıklamalarımda vatan ve milletin ve hilâfet makamının karşılaştığı haksız ve üzücü saldırılar karşısında millî acımızın bütün safhalarını gerçekçi şekilde arz ettim. Bunu yapmakla kutsal değerlerimin bana yüklediği en yüksek ve en vicdanî görevlerden birini yapmış oldum. Ümitlerim ve kıvılcım yaratan girişimlerimin İngilizlerce vatanın savunulması şeklinde değil, başka şekilde düşünülmüş olmasından dolayı hükûmetimizin büyük bir baskı altında kaldığı bildiriliyor. Hükûmetimizin ve İstanbul’un zaten ne gibi baskı ve üzücü şartlarla kuşatıldığı gerek tarafımca ve gerek bütün yüce milletimizce tamamen biliniyor ve açık olduğundan bu baskı ve kuşatmanın daha çok artmasına ve bana karşı pek büyük güven bağlantısı ve sıcak bir sevgisi olduğunu bildiğim padişahın bıkkınlığa düşmesine hiçbir şekilde razı olmayacağımdan, yalnız memuriyetime değil, bütün övüncünü vatan ve milletim ve padişahımın kurtuluşundan alan pek çok sevdiğim mübarek askerî hayatımdan da ayrılış fedakârlığımı bildiririm. (Alkışlar) Yüce Saltanat ve Hilâfet makamının ve yüce milletin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucu ve bağlı bir ferdi gibi kalacağımı, bütün bağlılığımla bildiririm. Yüce askerlik görevimden ayrıldığımı Millî Savunma Bakanlığı’na bildirdim. Sağlık ve iyiliğiniz için dua ve her türlü kötülükten korunmanızı Allah’tan dilediğimi yüksek ilminizin bilgisi içinde olması ferman.

Mustafa Kemal

Fuad Bey (Çorum) - Fedakârlığın en önemli noktası bu değil mi arkadaşlar?
Mustafa Kemal Paşa (Devamla) - Birinci devreye dair söyleyeceklerim bitmiştir. Arkadaşlar! Fakat sanıyorum, fazla yoracak, ufak bir aradan sonra devam etmek istiyorum.
İsmail Fazıl Paşa (Yozgat) - Siz yoruluyorsunuz. Fakat biz dinlemekten lezzet alıyoruz.
Meclis-i Sin (Başkan) Bey* - beş dakika istirahat.

Efendiler,

Hepinizce biliniyor ki Rumî 10 Temmuz ve Milâdî 23 Temmuz tarihinde Erzurum’da Doğu Anadolu illerine ait olmak üzere millî bir kongre toplanmıştı. Bu millî kongrenin açıkladığı temel ilkeleri her halde biliyorsunuz. Fakat şimdiye kadar izlediğimiz yol, bu ilkeler olduğu için hatırlatmak üzere bunları tekrar edeceğim. Erzurum Kongresi’nin açıkladığı ilkelerden birincisi, I. Dünya Savaşı’ndan sonra genel durum gereği, içine düştüğümüz yenilgi dolayısıyla vatanımızın birçok önemli bölümü düşmanlarımızın işgali altına girdi. Millet, bütün amaçlarında maddî ve gerçek düşünerek ve ancak kuvvetle elde edeceği konular üzerinde kendisine yeni bir hudut çizmek üzereydi. İşte kongre bu hududu çizmiştir. Bu millî hududu önceki hâlinde bırakmak için demiştir ki, ateşkesin imza olunduğu 30 Ekim 1918 tarihinde çizdiği hudut, hududumuz olacaktır. Vatanımızın hududu olacak bu hududu ayrıntılarıyla bilmeyen arkadaşlarımız olabilir. Yeniden fazla ayrıntıya girmek istemediğim için şu şekilde açıklama yapacağım.

Doğu hududuna elviye-i selâseyi katarak düşününüz. Batı hududu Edirne’den bildiğimiz gibi geçiyor. En büyük değişiklik Güney hududunda olmuştur. Güney hududu İskenderun’un güneyinden başlar. Halep ile Katıma arasında Cerablus Köprüsüne varan bir hat ve doğu parçasında da Musul vilâyeti ve Süleymaniye ve Kerkük civarı ve bu iki mıntıkayı diğerine bağlayan hat. Efendiler, bu hudut sadece askerî düşünceyle çizilmiş bir hudut değildir, millî huduttur. Millî hudut olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu hudut içerisinde düşünülmesin ki İslâm topluluklarından yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve diğer İslâmî topluluklar vardır. İşte bu hudut birbiriyle kaynaşmış halde yaşayan bütün amaçlarını tam manasıyla birleştirmiş olan kardeş milletlerin millî hudududur. (Hepsi İslâmdır, kardeştir sesleri) Bu hudud sorununu belirleyen maddenin içerisinde büyük bir esas vardır. Fazla olarak o da bu vatan hududu içinde yaşayan İslâm topluluklarının her birinin kendine özgü olan, çevresine, âdetlerine, ırkına özgü olan ayrıcalıkları tam bir içtenlikle ve karşılıklı olarak kabul ve tasdik edilmiştir. Elbette buna ait ayrıntı ve fazla açıklama yoktur. Çünkü bu fazla açıklama ve ayrıntıya girmenin zamanı da değildir. İnşallah, varlığımız kurtulduktan sonra (inşallah sesleri) kardeşler arasında çözülmeye bırakılmış ve ayrıntıya girişilmemiştir. Fakat esas olarak bu maddenin içindedir. Yine Erzurum Kongresi’nin millîyet esaslarından birisi Efendiler, işte bu millî hudut içerisindeki yönetimin millî hâkimiyet esaslarına dayanmasıdır.

Çünkü bizzat bulunmuş olduğum için kongrenin o zamanki anlayışı hakkında yakından bilgi sahibiyim. Her halde Osmanlı toplumunun tamamı millî bağımsızlığın elde edilmesi; özellikle saltanat makamının korunması, mutlaka sağlam bir yönetim ve güvenilir bir kuvvete bağlıdır. Bunlar ise ancak millî hâkimiyet esasına dayanan yönetim ve kuvvettir. Erzurum Kongresi millî hududumuz içerisinde yaşayan Müslüman olmayan unsurları da göz önüne almıştır. Hepimizce bilinmektedir.

Efendiler!

Müslüman olmayan unsurlar, azınlıklar adı altında bütün dünyanın sözünü ettiği ve özellikle bizim memleketimizde ilgisi oldukça büyük bir önemle göz önüne alınan bir meseledir. Elbette bu meseleyi de gerçekçi düşünmek gerekir, o zaman da gerekliydi. Kongrenin ortaya koyduğu eser Müslüman olmayan unsurlara ve Müslüman olanlara verilmiş olan hakları vermekten ibaret olacaktır. Bundan daha doğal bir kural bulamam. Bununla aynı hudut içinde yaşayan insanlara aynı kanunî haklar verilmiş oluyordu. Yine en önemli esaslardan birisi devletin iç ve dış bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve geçmeyecek esası kabul edilmişti. Ancak temal esası daima saklı ve saygıdeğer tanımak üzere memleketimizin bayındırlığı, milletimizin zenginliği, fikrî düzeyimizin genel durumu dikkatle gözlenince bütün dünyadaki gelişme ile bunu karşılaştırınca itiraf etmek zorundayız ki biraz değil çok geriyiz. Demek istiyorum ki, bunu gidermek için çok büyük kaynaklara, çok büyük araçlara kısacası her şeye ihtiyacımız vardır. İşte bu ihtiyaçlarımızı milletin gelişme ve aydınlanması, memleketin bayındırlığı için muhtaç olduğumuz her şeyi dışardan almak konusunda elbette sağlıklı bir olgunlukla hareket edecek, yani dış ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz. Ancak arz ettiğim gibi, bağımsız kalmak sıfat ve yetkisini daima korumak... Erzurum Kongresi’nin esas şartları bundan ibaretti.

Teşkîlât ayrıntılarını anlatmayacağım. İşte Erzurum Kongresi böyle milletin hayatına yararlı olacak konularla uğraşmak için toplanırken İstanbul’da iktidarda bulunan Sadrazam Ferit Paşa, hepsini suçlu, haydut sayıyor, derhal tutuklanarak İstanbul’a gönderilmelerini, bütün asker ve sivil devlet yetkililerine bildiriyordu. Bunun da ayrıntılarını anlatmak istemiyorum. Buradan Sivas Kongresi’ne geçeceğim. Erzurum Kongresi’nden sonra 4 Eylül’de Sivas’ta genel bir kongre oldu. Erzurum Kongresi yalnız Doğu Anadolu’yu temsil etmiş oluyordu. Sivas’ta Batı Anadolu’dan ve Rumeli’den de seçilmiş temsilcilerin gelmiş olmasından dolayı artık vatanın genelini, Anadolu ve Rumeli’de yaşayan bütün milletdaşlarımızın görüşünü, düşüncelerini onaylamış oluyordu. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi’nde belirlenen kuralları olduğu gibi kabul etmiş, yalnız ismini kapsamakla kalmamıştır. Bütün Anadolu ve Rumeli’yi kapsayan millî birlik ve beraberliği sağlamıştı. Özellikle Dahiliye Nazırı olan Adil Bey ve Millî Savunma Bakanı Şefik Paşa, Erzurum Kongresi sırasında olduğu gibi ve belki bundan daha fazla yine millî egemenliği kurmak ve yine memleketin ve milletin hayatını kurtarmak için çalışanlara karşı birtakım kararlar veriyorlar ve bu kararları gururlu bir şekilde takip ediyorlardı. Kongrenin toplandığı sırada Ferit Paşa ve arkadaşları, Malatya’da Elazığ valisi Galib Beyin emir ve yönetiminde masum halkı kandırıp aldatarak bir kuvvet toplama gayretine girmişlerdi. Millî Savunma Bakanı Şefik Paşa da bu kuvvetleri masum milletdaşlarımızdan ve dindaşlarımızdan askerî kuvvet oluşturarak desteklemek için emirler veriyordu. Ali Galip Bey, bu kuvvetlerle birdenbire gelecek, Sivas’ı basacak, orada bulunan millî kuvvetleri birer birer bir cani gibi asacak, kesecekti. Bütün bu düzenleme, kendisinin vilâyete ve komutanlığa atanması içindi. Orada hareket için bir padişah buyruğu almışlar ve bu kişinin bu buyruğu cebinde taşıdığı gerçeği anlaşıldı. Sivas’a ulaştıktan sonra derhal telgraf başında İstanbul ile haberleşerek o zaman padişah buyruğunu da yayınlayacaktı. Öte yandan Ankara’da vali bulunan Muhiddin Paşa Çorum’a gitmiş ve orada yine Millî Savunma Bakanı’nın kendi emrine vermiş olduğu askerî kuvvetlerle hareket ederek böyle iki taraftan Sivas’a baskın yapacaklardı. Tesadüfen İstanbul ile bu kişiler arasında alınan ve gönderilen şifreli telgraflar elimize geçti. Bunun üzerine hemen İstanbul’a başvurduk ve bunun gerekçelerini anlamaya çalıştık. Elbette Ferit Paşa, Şefik Paşa, Adil Bey güvenilir kişiler değillerdi ve millet adına orada toplanmış olan kongre üyeleri yine yüksek hilâfet ve saltanat makamına, padişaha telgraflar verdiler. Bütün temsilciler telgrafhaneye koştu ve padişahtan hakkını istedi.
#21 - Eylül 16 2008, 15:08:51
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Mehmed Şükrü Bey (Afyon Karahisar)- Paşa! bir nokta var; İngiliz Amirali “Mister Növil”in katılımını açıklamanız gerekir.

Mustafa Kemal Paşa (Devamla)- Pek doğru. İngilizlerden bahsetmek istemediğim için bu noktayı anlatmadım efendim.
Gerçekten İngilizler bütün Kürtleri kandırmak, onları Türklerden ve diğer dindaşlarından ayırmak için düşünebildikleri her şeyi orada uygulamaya çalışıyorlardı. Bu uygulamada en büyük çabayı gösteren yüzbaşı ve söylentiye göre binbaşı rütbesini taşıyan birisiydi. Ve buna ne yazık ki, Müslümanlardan bir iki kişi yardım ediyorlardı. Tam bu esnada (Növil) de Malatya’ya gelmiş ve Ali Galip Bey ile işbirliğine girmişti. Sivas yönüne hareketi düşünülen kuvvetin başında bulunuyordu. Yine bıraktığım noktaya dönüyorum. Padişaha durumu anlatmak istedik. Bütün telgraf görüşmelerim Ferit Paşa, Adil Bey ve arkadaşları tarafından kesildiğini gördük ve bize padişah ile görüşme izni vermiyorlardı.
Ferit Paşaya başvurulduğunu ve sonra padişaha başvurulduğunu söylemiştim. Ferit Paşaya güvensizliğimizi ve başvuruda kendisine güvenmemekte olduğumuzu ve hatta durumu tamamen açıkladıktan sonra Ferit Paşa hükûmetinin yerine artık herhalde milletin istek ve güvenini kazanmış bir kabineyi iktidar makamına getirmek gereğini sunmuştum. Bu isteğimiz Ferit Paşanın önlemesiyle padişaha ulaşmamıştır. Bunun arkasından Ferit Paşaya dedik ki, bizi şikâyetlerimizi iletmede serbest bırakmazsanız o zaman millet, hareketlerinde kendini hür ve serbest saymakta haklı olacaktır. Cevap vermediler. Serbestlik kendiliğinden tanınmış oldu. Kongre, kendisini serbest saydıktan sonra elbette Mister (Noel) ve Ali Galip Beye ve onun aldatıp kandırdığı temiz, saf insanlara karşı önlemler aldı. İlk önlem, elbette kandırılmış olan dindaşlarımızı aydınlatmaktı. Ve bunda başarı gösterildiği anda bütün aldatanlar, kandıranlar, bütün o caniler yalnız kaldılar. Ve oradan kaçmayı başarabildiler. Çorum’da bulunan Muhittin Paşa da Sivas’a davet edildi.
Efendiler! İstanbul’da Ferit Paşa kabinesi ile milletin, bütün mülkî amirleri ve ordunun bağlantısı bu şeklide kesintiye uğratıldı ve bu durum tam 23 gün devam etti. 23 gün içinde hepimizce bilinmektedir ki, milletimiz kutsal amacını gerçekleştirmek için birlik ve beraberliği ne dereceye kadar gösterebileceğini o süre içindeki cesaret ve kararlılığıyla ortaya koymuştur. Bu, millet için, hepimiz için gurur duyulacak ve memnun olunup övünülecek bir durumdur. Sonunda 23 gün sonra, Ferit Paşa işlediği cinayetleri millet ve memleketin anladığını, milletin karar ve kahramanlıktan geri durmayacağını gördüğünden görevinden ayrılmaya mecbur oldu. Bunun ardından hükûmet Başkanlığı’na Ali Rıza Paşa gelmişti. Ali Rıza Paşanın iktidar makamına gelmesi ve istediği kişilerden, Bakanlar Kurulu’nu oluşturması hakkında Sivas Kongresi’nin veyahut görevlendirdiği Temsil Heyeti’nin ilgi ve ilişkisinin olmadığı malumunuzdur. Demek istiyorum ki, Kongre Temsil Heyeti kendiliğinden karşı karşıya gelmiş oldu, ilk bakışta Ali Rıza Paşa hükûmetinin bakanları Ferit Paşa hükûmetinin bakanlarından devredilmiş göründü. Bu bakımdan güvenmekte biraz kararsızlık oldu. İşte bundan dolayı o zaman Ali Rıza Paşaya karşı bulunmak gereği hissedilmiştir. Esas olduğu için izninizle aynen okuyacağım.

İktidar makamına gelen Ali Rıza Paşaya 3 Ekim l9l9 günü şu telgrafla istek ve bilgilerimizi arz ettik:

Sadrazam Ali Rıza Paşa!
Millet, şimdiye kadar devlet yönetimine geçenlerin Kânun-i Esâsî’ye (Anayasa) ve millî amaçlara aykırı düştüğü bilinen tutum ve davranışlardan üzgündür. Haklarını tanımaya, geleceğini güvenilir, işbilir ellerde görmeye kesin kararını vermiş ve gereken kararlı girişimlere yönelmiştir. Düzenli bir teşkîlâta bağlı millî kuvvetler, milletin kesin irâdesinin Allah’ın yardımı ile gösterilmesini tam anlamı ile ispat etmek gücünü kazanmıştır.

Millet, kuvvet ve irâdesini hiçbir zaman padişahlık makamına, memleket ve millet yararına aykırı bir biçimde kullanmak arzusunda değildir. Millet, Hilâfet Makamını, hâlife hazretlerinin kutsal şahsının güvenini kazanmış olan yüce şahsınızla yüce arkadaşlarını zor duruma sokmaktan kesinlikle sakınmakta olup, aksine, tamamen yardım etmeye bütün içtenliğiyle hazırdır. Ancak Bakanlar Kurulu içinde Ferit Paşa ile çalışmış kişilerin bulunması, yüce heyetlerinin bakış açısı ile millî isteklerin uygunluk derecesini olgunlukla anlamak zorunluluğunu ortaya koymuştur. Milletçe tam bir güvenlik sağlanmadıkça atılmış olan her adım, kurtuluşun engellenmesi ve yarım önlemlerle yetinilmesi millet ile yüksek heyetiniz arasında da yanlış anlamaları getireceğinden uygun görmemektedir. Kısacası kurul, kesin ve açık olarak Sadrazamlık makamının yüce sahibinden aşağıdaki konuların yeni hükûmetinizce uygun bulunup bulunmadığını ve kabul edilip edilmeyeceğini olgunluk ve saygıyla anlamayı görevlerinden sayar:

1. Yeni hükûmetin, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kararlaştırılan kuruluşa ve milletin haklı isteğine uygun davranması,
2. Millî Meclis’in toplanmasıyla fiilî denetim başlayıncaya kadar milletin geleceği hakkında hiçbir resmî yükümlülük altına girilmemesi,
3. Barış konferansında millet ve memleketin geleceğini tayin etmeye görevlendirilecek temsilcilerin öncekiler gibi bilgisiz, yeteneksizlerden değil, milletin amaçlarını tam anlamıyla bilen, güvenilir, kudretli ve yetkili kişilerden seçilmesi.
Bu esaslarda tamamen anlaşma olması hâlinde milletin vicdanından doğmuş ve bütün İtilâf Devletleri’nce kanuna uygunluğu ve gücü tanınmış olan Millî Teşkilâtımızın, hükûmetin yardımcısı olacağı ve bu şekilde hükûmetin millet ve memleketin geleceği hakkında Barış Konferansı’nda olabilecek girişimlerin daha güvenilir ve etkili olacağı doğaldır.
Bir kez bu önemli esaslarda ortak görüş sağlandığı anlaşıldıktan sonra, gelecekte olabilecek olumsuz olayların giderilmesi amacıyla bazı ek düşünce ve görüşlerimizi bildirmemize yüce sadrazamlık makamının izin vermesini arzu etmekteyiz.

3 Ekim 1919
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Temsil Heyeti Adına
Mustafa Kemal
#22 - Eylül 16 2008, 15:10:04
''Cehennem, başkalarıdır. ''

İşte bu esaslar da anlaşıldıktan sonra arada yazılan yazıları yazdık. Ali Rıza Paşa Erzurum ve Sivas Kongrelerinden bilgisi olmadığını açıkladı. “Ondan sonra gereğini yerine getirmek için önce bu kararların neler olduğunu bildiriniz” dediler. Hepinizce malum olan bildiriyi kendilerine bildirdik. İşte bunu görüştükten sonra Bakanlar Kurulu, bize sadrazamın verdiği cevapta bu esasları Bakanlar Kurulu’nun kabul ettiğini bildiriyor ve ondan sonra da bizim hakkımızda birtakım kısıtlayıcı isteklerde bulunuyordu. Bu kısıtlayıcı isteklerin başlıcası olağanüstü olaylardan ve ortaya çıkan 23 günlük durumun ortadan kaldırılmasından sonra Mebuslar Meclisi’nin seçimlerine ve hükûmet işlerine karışılmaması noktalarına dairdi. Bizim verdiğimiz cevabı aynen okursam sorun daha iyi açıklanmış olacaktır.

Yüce Sadrazamlık Makamına:

4 Ekim 1919 tarihli Sadrazamlık makamının cevap olarak gönderdiği telgrafın içeriğine göre cemiyetimiz Temsil Heyeti’nin yapmış olduğu bilgilendirmenin tamamen uygun ve kabul görmüş olduğu tam bir teşekkür duygusuyla anlaşıldı. Ancak tarafımızdan yerine getirilmesini istediğiniz noktalar hakkında aşağıda açıklamalarda bulunmamıza izninizi isteriz. Hükûmetin öncü hareketlerinde kanun hükümlerine tam olarak uyulması doğal olup, heyetimizce de bu uygulamanın sağlanması tek amacımızdır. Son zamanlarda ortaya çıkan uygunsuzluğu ve kanunsuzluğa etken ve neden olan Ferit Paşa hükûmetidir. Bu husus, adı geçen kabinenin düşmesiyle yüksek heyetinizce kanun hükümleri içinde hareketle Ferit Paşa hükûmeti tarafından kanun dışı davranış ve işlerle ortaya çıkan durumun kaldırılması için gereken önlemlerin alınması ve gereğinin yapılması ile ortadan kalkar. Bu yüzden şu anda yaşanan ve beklenen hareketlere sebebiyet verilmemiş olur. Cemiyetimizin Bakanlar Kurulu ile kanunî hükümler içinde her türlü anlaşma ve görüşmelerde bulunabilmesi, kuruluşumuza iyi niyet göstereceğini açık ve kesin bir dille söylemesine bağlıdır. Aksi durumda cemiyetimiz ile merkezi hükûmet arasında karşılıklı güven ve yakınlığın kurulması şüpheli kalacaktır ve sonucunda bu, anlaşmazlıkların ve uyumsuz girişimlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. İstanbul ile Anadolu’yu birbirinden ayırmaya kurulumuz ve temsilcisi olduğumuz milletin bireyleri neden olmamıştır. Aksine, önceki hükûmetin Paris Barış Konferansı’nda Doğu illerimizi tamamen geniş bir özerkliğe sahip Ermenistan olarak kabul etmesi ve Toros, Osmanlının sınırı gösterilerek iki, üç ilimizin tümünün Osmanlı bütünlüğünün dışında bırakılması ve İstanbul ile illerimizin bir çoğunda Ateşkes Antlaşması hükümlerine aykırı birçok işgallerin olmasına ve millet ve devletin bağımsızlık onurunun kırılmasına seyirci kalması ve millî varlığını korumak amacı ve dine bağlı kararlılığıyla kutsal haklarını savunmak için ayaklanan kongre üyelerinin eşkıya çetesi gibi cezalandırmak amacıyla Elazığ vilâyetinde birtakım eşkıya toplayarak Sivas ve Elazığ vilâyetlerinin halkı arasında katliama neden olacak hazırlıkların emrini veren eski hükûmetin hukuk dışı icraatları neden olmuştur. Osmanlı memleketlerinin bir kısmının işgali tehlikesine gelince, millî teşkîlâtın kurulup ortaya çıktığı günden beri, hiçbir işgal olmadığı gibi tam tersi Ferit Paşa kabinesinin hoşgörü ve günahının sonucu olarak ateşkes hükümlerine aykırı olarak işgal edilen Merzifon ve Samsun gibi; yerler boşaltılmıştır. Bundan dolayı devletin birliğini, millî heyetimiz değil bundan önceki hükûmetin bozduğunu söylemeyi gereksiz gördüğümü bildiririm. Tarafımızdan hiçbir resmî daire işgal edilmemiş olduğundan böyle bir durumun düzeltilmesi de düşünülemez. Millî kuvvetlerimizin aleyhinde bundan önceki hükûmetin yapmış olduğu yayının doğruluk derecesini incelemek için başkentte milletin güvenini taşıyan millî kuvvetlere dayalı ve meşru olan (hem yasal hem kabul edilir) bir hükûmet göremeyen İtilâf Devletleri’nin görevlendirdiği siyasal memurlar ile yaptığım görüşmeler olmuştur. Bunun amacı milletin beklentilerini, millî teşkîlâtın kuvvet ve kudretini, millî irâdenin genişlik ve kesinliğini onlara yakından göstermek ve milletimiz hakkında saygı ve güven sağlamakla sınırlandırılmıştır. Bunun da barış konferansında gelecek hakkında zararlı değil, aksine birçok faydalı sonuçlar sağlayacağı şüphe götürmez bir husustur. Milletvekili seçimi hakkında bundan önceki hükûmetin verdiği emirler içinde hareket eden mahallî yöneticiler, henüz seçim esas defterlerini bile düzenlemeye yeni başlamış olduklarından seçimlerde halkın hürriyetine saldırı ve engelleme şimdiye kadar maddeten mümkün olmadığı gibi, cemiyetimiz bir siyasal parti olmadığından siyasal ihtirastan tamamen uzak bulunacağı ve seçimlerde kesinlikle halkın kararına ve vicdan hürriyetine karışmayacağı çok kereler bildirileriyle esas olarak ilân edilmiştir. Hükûmetin işlerinde olan durma, ancak resmî haberleşmenin kesilmesidir ki; bu da milletin şefkatli babası ve keremli, şerefli olan padişahına şikâyetlerini ve isteklerini iletmesine engel olmak için padişah ve millet bireyleri arasında bir engel oluşturan Ferit Paşa hükûmetinin uygunsuz hareketlerinin zorunlu sonuçlarındandır. Şu noktaya da ciddîyet ve önemle yüksek dikkatlerinizi çekmek zorundayız ki, içten açıklamalarınızda memleketimizde Meşrutiyet gereğince millî hâkimiyetin yürürlükte olduğu açık ise de Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasından itibaren 4 ay içinde toplanması kanunî bir zorunluluk altında bulunan Millî Meclis’in, şu ana kadar toplanmaması Ferit Paşa hükûmetinin açıktan açığa Meşrutiyete bir darbesi ve Kanun-ı Esasi’ye bir saldırısıdır. Ceza Kanunu’nun özel maddesine dayanarak bir cinayet kabul edilmesi, neden olanlar hakkında kanun hükümlerinin tam olarak uygulanması millî hâkimiyeti kabul eden ve kanun hükümlerinin uygulanmasının, kendisi için kanunî görev sayacak her meşru hükûmetin ilk kutsal görevlerindendir.

Bundan sonra bazı ayrıntılarla ilgili noktalar vardır. Efendim, Ali Rıza Paşa bu cevabımızdan sonra birkaç gün sustu. Nihayet üç gün sonra karşımıza bizimle konuşmak üzere Harbiye Nazırı Cemal Paşa çıktı. Cemal Paşanın verdiği telgrafta Bakanlar Kurulu’nun tamamen millî amaçlar içinde hareket için önerilen şartların tümün kabul ettiği yazılıydı ve karşılığında yapılan önerilerle hükûmetle hepimizin çok ciddî ve içten bir anlaşma yapmış olduğumuz fikri doğdu. Fakat bu anlaşmanın gerçekleşmesi sözünden sonra Cemal Paşa, yeniden bazı önerilerde bulundu: Kabine adına önerdiği maddeler önemli olduğu için birer birer işaret edeceğim:

1. İttihatçılıkla ilişkisi bulunmadığı,
2. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinin doğru olmadığı ve buna neden olanların isimlerinin belirlenmesiyle bazı yayınların yapılması ve haklarında soruşturma açılması ve kanunî cezaların uygulanması,
3. Her çeşit cinayet suçlularının cezadan kurtulmayacağı,
4. Seçimlerin serbestçe yapılabilmesi için güvence verilmesi isteniyordu.
Buna verdiğimiz cevap ve açıkladığımız düşünceler şöyle idi:

Harbiye Nazırı Cemal Paşa:


C. 9/10 Ekim 1919 tarihli yazınıza cevap vermeden önce Temsil Heyeti’nin, Bakanlar Kurulu’nun saygıdeğer üyeleri hakkında saygı ve iyi niyet dileklerini sunduğumu ve düşüncelerimi bildirme ile iki tarafın dürüstlük ve içtenliği ilke kabul ettiğine inandığımı bildiririm. Çeşitli araçlarla yayılıp duyurulmasını istediğiniz 4 madde hakkında Temsil Heyeti’nin bakış açısı ve düşüncesi aşağıda açıklanmıştır

1. Rum ve Ermenilerle, İngilizler başta olmak üzere İtilâf Devletleri’nin ve bunların suçlarına alet olan ve sessiz kalan Ferit Paşa hükûmetinin millî birliğe ve vatanın mutluluğuna yönelik her çeşit girişim ve meşru millî hareketleri genel olarak İtihatçılık diye suçlamayı bir meslek edinmiş oldukları hepimizce bilinmektedir.
Girişimimizin ve millî kuruluşumuzun ittihatçılıkla hiçbir ilgisi ve ilişkisi bulunmadığı, kötü düşünceli kişiler dışında gerek millet ve gerek ilişkide bulunan yabancılarca da anlaşıldığı halde kötü anlayışı ve bilgilendirmeyi tam olarak ortadan kaldırmak amacıyla Sivas Genel Kongresi’nin birinci oturumunda görüşmelere başlamadan önce bütün üyeler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin diriltilmesine çalışılmayacağına dair açıkça, birer birer ant içmişler ve bu yemin sureti her tarafta yayınlanmış ve ilân edilmiştir. Bundan başka, yeri geldiğinde ve özellikle yabancılarla görüşmeler yapıldığında bu noktaya çok önem verilerek gerekli duyuru ve açıklamalarda da bulunulmaktadır. Bununla birlikte önerdiğiniz gibi bu konuda fırsat çıktıkça sözlü ve yazılı açıklamalardan geri kalınmayacaktır. Yalnız bu konu görüldüğünden başka bir şekilde ortaya çıkarsa yapısı bakımından özel bir önem verilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle sadece Bakanlar Kurulu üyeleri ile düşüncelerimizi karşılıklı söylememiz ve yüksek Heyetiniz’in bu noktada hâkim olan düşünceyi öğrenmek amacıyla temsil heyetimizin buna dair düşüncelerini arz etmeyi gerekli görmekteyiz. Biz Müslüman olmayan halk ile İtilâf hükûmetlerinin siyasal amaç altında gördükleri ittihatçılık düşmanlığını esas itibariyle doğru görmüyoruz. İttihatçılardan kötü yönetimi ve yolsuzlukları ile memleketi harabeye sürükleyenlerden ibaret küçük bir grup vardır ki; işte milletçe ve bizim görüşümüzce asıl suçlu olanlar bunlardır. Yoksa İttihat ve Terakki üyesi olup tarafsızlığını korumuş, fenalığa alet olmamış, namuslu, dürüst arkadaşların bu şekilde kötü zan altında kalması, özellikle her millette olduğu gibi iyiyi güzeli gerekli ölçüde ayıramayan halkın bir kısmının zan altında kalmasını doğru bulmadıktanbaşka memleketin iç güvenliği ve geleceği bakımından da tehlikeli görmekteyiz.
Bundan dolayı, hükûmetin bu maddenin asıl amacının ne olduğunu açıklamasını özellikle istiyoruz.
2. İkinci madde içeriğine gelince; Bu konunun çok yönlü düşünülmesi gerekir ve konu değişik şekillerde tartışmaya açıktır. Örneğin kafa tutmayı bile akla getirir. Düzeltilmesi mümkün olmayan felâket ve çok üzücü olaylara neden olan, bugün milletimizin memnuniyetsizliğini çeken I. Dünya Savaşı’na girmemek elbette son derece iyi olurdu. Fakat buna maddeten imkân yoktu. Çünkü katılmamak, silâhlanmış bir tarafsızlığı, yani Boğazların kapalı bulunmasını gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafî konumu, İstanbul’un stratejik durumu, Rusların İtilâf hükûmetleri yanında yer alması, bizim seyirci kalmamıza asla uygun değildi. Bundan başka, silâhlanmış bir tarafsızlığın devamı için paramız, silâhımız, sanayimiz kısaca gerekli olan araçlarımız yoktu. İtilâf Devletleri’nin ve özellikle İngilizlerin para vermemesi bir tarafa, gemilerimize el koyarak ve milletin dişinden tırnağından artırarak gemi inşaatına tahsis edilmiş 7 milyon liramıza zorla el koymaları (Abdulkadir Kemalî Bey: Kahrolsunlar!) ve İtilâf Devletleri’nin savaş ilân etmesi bizim, harbe girişimizden daha 4 ay önce tamamen Osmalı hükûmetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verdiklerini ilân etmiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin yayınladığı gizli anlaşmadan da anlaşıldığına göre İstanbul’un Çarlık Rusya’sına verileceği sözü savaşa İtilâf Devletleri karşısında girmemizin zorunlu olduğunu gösteren açık delillerdir.
Bir de İngiltere ve Fransa’nın kendisine İstanbul’u söz verdikleri Rusya dururken, Balkan Savaşı uğursuzluğundan sonra hiçbir askerî ve millî varlığına önem vermedikleri milletimizi kendilerine katılmış saysak bile bizi kabul edeceklerini düşünmek elbette doğru olamaz. Harbe girmekliğimizi bir hainlik olarak nitelemek ve koca bir milleti dört beş kişinin oyuncağı yerine koymak, bize göre yarar sağlamaz. Aksine olaylar karşısında sessiz kalan Ferit Paşanın Paris’te Avrupa’dan merhamet dilenmek gibi sakat düşünceleri ile açıkladığı yanılgı dolu demecine Klemanso’nun vermiş olduğu hakaret dolu cevabın, Allah korusun bir kere daha işitilmesine neden olabilir. Bundan dolayı mert bir biçimde gerçeği söylemek ve kahramanca savaşan bu koca milletin yenilgisinin zorunlu sonuçlarına katlanmakla beraber, hareketin cinayet olarak kabul edilmemesi ve ceza verilmesinin düşünülmemesi en emin ve yararlı bir prensip olarak kabul edilebilir. (Brova sesleri ve alkışlar)
Savaşa neden olanların hakkındaki noktaya gelince: Savaşın ilânı, sorumluluğu olmayan yüce padişahın yetkisi olduğuna ve o zamanki Bakanlar Kurulu’nun savaş ilânından 4 ay sonra toplanan Millet Meclisi’ne yaptığı açıklamalar üzerine alkışlarla güven alınmasına göre konu Yüce Divanının incelenmesinden geçmeden olur olmaz şunun veya bunun aleyhine suçlamalara kalkışmak yerinde olmayabilir.
3-Savaş sırasındaki kötü yönetimlerin meydana çıkarılıp cezalandırılması, vatanımızda, sorumluluğun büyük ve küçüklere dağıtılması ve kanun devrinin tarafsız ve tam bir adaletle başladığının anlaşılmasını sağlamak en güzel dileğimizdir. Fakat biz, bunun birçok tartışmalara neden olan kağıt üzerinde, reklam şeklinde yayınlanmasından çok uygulamasıyla dosta düşmana gösterilmesini daha uygun ve yararlı görüyoruz.
4-Seçim hakkındaki görüşlerimizi bildiri ile yayınladık ve ilân ettik. Bu konuda akla gelebilecek başkaca görüşler var ise emirlerinizin bildirilmesini dileriz.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi Adına
Mustafa Kemal
#23 - Eylül 16 2008, 15:11:44
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Efendim, Ali Rıza Paşa hükûmeti ile cereyan eden önemli yazışma burada son buluyor. Fakat bu son günde hükûmet, heyetimiz ile yakından görüşmek ve ayrıntılar üzerinde anlaşmak için Bahriye Nazırı (Deniz İşleri Bakanı) Salih Paşanın bizimle konuşmasını uygun görmüştü ve Amasya’da kendileriyle konuştuk. Salih Paşa ile hemen üç gün üç gece devam eden konuşmamız sırasında, az önce açıkladığım kongrelerin belirlediği ilkeler ve teşkilât tüzüğünün önemli maddeleri birer birer okundu, tartışıldı ve tam anlamıyla birlik sağlandı. Görüşmelerimiz olduğu gibi tutanağa geçiyordu. Sonuçta da Salih Paşa ile kongre adına kendileriyle konuşan heyet tarafından imza edilmiş ve uygun görülmüştü. Bunu olduğu gibi okumayacağım. Arzettiğimden ibarettir. Bütün maddeleri okunmuş, yalnız Millî Meclis’in onayına bağlıdır. Bu görüşmelerin ayrıntılarına girmek istemiyorum; yalnız Salih Paşanın imza ettiği tutanakta bizim ilkelerimizde yer almayan bir mesele kayıtlıydı. Oraya yüksek dikkatinizi çekeceğim. O mesele, Efendiler Millî Meclis’in toplanma yeri meselesiydi. Genel durumumuz ve İstanbul’un özel durumu görüşüldü ve tartışıldı. O kısımları olduğu gibi okuyacağım.
“Bundan sonra Sivas Kongresi’nin 4 Eylül 1919 tarihli kararlarının teşkîlât kısmına ait 11. maddesinin içeriği olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin durumu ve bundan sonraki şekil ve görev alanı söz konusu oldu ve bu maddede millî irâdeyi hâkim kılacak olan Millî Meclis’in güvenlik ve bağımsızlık içinde yönetim ve denetim görevini üstlenmesinden ve bu görevin Millî Meclis tarafından onaylanmasından sonra cemiyetin şeklinin kongre kararıyla tayin edileceği açıktır. Burada konu olan kongrenin şimdiye kadar yapılan Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi dışarda ayrı bir kongre olması gerekli değildir. Cemiyetin programını kabul eden milletvekilleri, cemiyetin tüzüğünde açıkça belirtilmiş olan temsilcilerin kabul edecekleri özel toplantı, kongre yerine geçebilir.

Millî Meclis’in İstanbul’da tamamen güvenlik içinde ve bağımsız olarak görev yapabilmesi şarttır. Bunun şu anki şartlara göre ne dereceye kadar sağlanabileceği etraflıca düşünüldü. İstanbul’un yabancıların işgali altında bulunması nedeniyle milletvekillerinin yasama görevlerini hakkıyla yerine getirmelerinin pek mümkün olmayacağı fikri ortaya çıktı. 70 seferinde Fransızların Lyon’da ve daha sonra Almanlar’ın Vaymar’da yaptıkları gibi barışın imzalanmasına kadar geçici olarak Millî Meclis’in Anadolu’da, yüce hükûmetin uygun bulacağı başka bir yerde toplanması uygun görüldü. Millî Meclis’in toplanmasından sonra güvenliği ve korunması ortaya çıkacağından tam bir güvenlik görülürse cemiyetin temsil kurulunun kaldırılması ve kurulmuş olan teşkîlâtın çalışma amacı önceden açıklandığı gibi kongre makamının yerine geçecek özel toplantıda kararlaştırılacaktır.

Milletvekili seçimlerinin tam bir serbestlik içinde yapılabilmesi için gerekenlerin yüce hükûmetçe emir buyurulmuş olması nedeniyle seçimlerin yapılmasından cemiyetin temsil heyetinin en küçük bir etkisi ve müdahelesi bulunmamaktadır.

Efendim, Salih Paşa tutanağa imza attıktan sonra dediler ki, Millî Meclis’in toplantısının İstanbul’dan başka bir yerde olması noktasını bazı bakanların uygun göreceklerinden emin değilim. Ben hükûmet adına buraya geldim ve hükûmet adına sizinle görüşüyorum. Onların uygun şekilde davranacaklarını sanıyorum. Ancak ben vicdanen, aklen ve fikren bu düşüncedeyim dediler. Bu vicdanî düşüncemi bütün Bakanlar Kurulu’na ve padişaha anlatmaya gayret edeceğim. Şayet bunu kabul ettiremezsen ve bu gerçek karşısında hükûmet Millî Meclis’in İstanbul’da toplanmasını emrederse bu mesele benim için bir namus meselesidir, bu yüzden görevimden ayrılmak zorundayım, dedi. Fakat sanırım görevinden ayrılmamıştır. Salih Paşanın tahmin ettiği gibi kendilerinin İstanbul’a dönmelerinden sonra bu kez Harbiye Nazırı Cemal Paşa tarafından yine kabine adına gelen bir telgrafta bu mesele söz konusu oldu. Çok önemli olduğu için telgrafı aynen okuyacağım:

Mustafa Kemal Paşaya sunulacaktır.

Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Amasya’da yapmış olduğunuz görüşmelerin iyi bir sonuca ulaşması Bakanlar Kurulu’nca memnuniyetle karşılandı; yalnız milletvekillerinin, hilâfet ve saltanat başkentinden başka bir yerde toplanması son derece önemli ve tehlikeli görüldüğünden bu konudaki görüşümüz aşağıda arz olur.

Önce İstanbul’da Mebuslar Meclisi’nin toplanmaması için gösterilen neden başkentte yabancı devletlerin kara ve deniz kuvvetleri bulunması nedeniyle görüşmelerin serbestçe yapılmasının sağlanamayacağı ve bazı milletvekillerinin oylarına bile saldırılmasının mümkün olabileceği görüşüdür. (Gülmeler)

-...ki bizim görüşümüzdür- Halbuki İtilâf Devletleri’nin tümü meşrutiyetle yönetim olunduğu için Millî Meclis’lerin her türlü saldırıdan korunmasının gerekliliği, onlar tarafından elbette takdir olunacağı gibi böyle bir davranışın medenî dünyanın gözünde ne derece kötü bir etki bırakacağı kendilerince malumdur. Demek istiyorum ki; Mebuslar Meclisi’nin görüşme güvenliğinin bozulması mümkün değildir. İtilâf Devletleri tarafından kendilerine karşı bir muamele yapılması beklenebilecek kişilerin sayılarıı esasen pek az olduğundan bu zatların millet ve devlet güvenliği için bir fedekârlık daha göstererek milletvekilliğinden istifa etmeleri bu engeli de ortadan kaldırabilir. Böyle bir durumun gerçekleştirilmesini haklı olarak cömert ve saygıdeğer kişiliğinizden beklemeliyiz.

İkinci olarak bu karmaşık ortamda devlet büyükleriyle halkımızın birbirleriyle ilişkide bulunması ve tek görüş, tek vücut olarak, içinde bulunduğumuz tehlikeli durumdan var gücümüzle vatanın kurtuluşuna çalışmamız gerekmektedir. Mebuslar Meclisi’nin taşrada toplanması durumunda bir kısım bakanlık ve hükûmet dairelerinin de oraya taşınması gerekeceğinden, bunun güç ve imkânsız yönlerinin bulunması yanısıra hükûmetin taşınması yolunda bir başlangıç olarak düşünülebileceğini de bildirmeyi gereksiz görüyorum. Bakanlar ve milletvekilleri birbirleriyle daima ilişkide bulunmak zorunda olduklarından bakanların İstanbul’da, milletvekillerinin taşrada bulunması mümkün değildir. Hatta İstanbul’a en yakın olan Bursa bile toplantı yeri olsa ulaşım durumuna bakarak, düzenli ve zamanında gidip gelmek, yazıları ve belgeleri getirip götürmek mümkün değildir. Özellikle Sadrazam Paşa ile İçişleri ve Dışişleri Bakanlarının meclisle sürekli ilişkilerde bulunması, görüş alışverişinde bulunması ve İstanbul’dan ayrılmaması gerektiğinden bu iki mecburi durumun birleştirilmesi imkânsızdır.

Üçüncü olarak Mebuslar Meclisi’nin taşrada toplanması, İstanbul’dan başka bir merkezin kurulması anlamını taşıyacağından başka, İstanbul’un henüz geleceğinin aydınlanmadığından daima gözleme fırsatı bulan düşmanın ve özellikle Venizelos ve onun gibilerin zararlı propagandalar yapmasına ortam hazırlar. İstanbul diğer devletlerin başşehirleri gibi değildir. Yalnız Osmanlılar’ın başşehri olmayıp yüzmilyonlarca İslâmın sevgisini belirttiği ve beklentilerini bağladığı bir yer oluşundan başlıbaşına hükûmet merkezi olmak şerefini kaybedince Osmanlı saltanatının kaldırılarak bir Asya Emirliği hâline geleceğinden kin ve düşmanlık duyanlara yeni bir silâh vermemek için bütün memleket kuvvetlerinin İstanbul’da toplanması, özellikle bu zaman için mutlak mecburiyet taşır.

Dördüncü olarak, bazı siyasal partiler ile Müslüman olmayan unsurlar, seçimlerin tarafsız yapılamayacağı düşüncesiyle seçimlere katılıp katılmama konusunda hala tereddüt ederken bu, Meclis’in Anadolu’da toplanacağı ve Mebuslar Meclisi’nin sadece millî kuruluş taraftarlarına ait kalacağı fikrini kuvvetlendirir. Bu nedenle onlar, seçimlere katılsalar bile milletvekillerinin bir kısmının Anadolu’ya gitmekten kaçınmaları ve İstanbul’da toplanma isteklerini bildirmeleri ihtimâli de düşünülmelidir. Bu şekilde Meclis-i Mebusan’ın ikiye ayrılarak her ikisinin de çoğunluk sağlayamaması ve alınan kararların açık ve geçerli olmaması üzücü bir sonuç doğurur. Bu şekilde genel ve özel durumumuzu devamlı olarak inceden inceye gözleyen ve ‘Türkler kendilerini yönetme ve zor zamanlarda bile birleşme gücüne sahip olmadıkları’ davasını isbat için delil aramakta olan düşmanlara kullanılacak bir koz verilmiş olur. Zaten konferansa katılmamız ve orada iyi bir şekilde kabul görmemiz, bütün milletin elele bir arada olmasının ve hükûmetin de böyle bir bütünleşmeye dayanmasının uygun olacağını açıklamaya gerek yoktur.

Meclis’in Anadolu’da toplanacağı söylentisi şimdiden bir takım dedikodulara ve yabancılar tarafından çeşitli yorumlara yol açtığından bunun çok tehlikeli sonuçlara ulaşabileceği konusunu önemle dikkate almak lâzımdır.

Harbiye Nazırı
Cemal
#24 - Eylül 16 2008, 15:13:05
''Cehennem, başkalarıdır. ''

İşte Efendiler!

Ali Rıza Paşa Hükûmetinin Millî Meclis’in İstanbul’da toplanması gereğine dair öne sürdüğü gerekçe ve düşünce bundan ibarettir.

İşte bu bakış açısına sahip şahıslara bile saldırı yapıldığı fikri ile bütün bu düşüncelere karşı cevap olmak üzere bizim bildirdiğimiz bakış açıları aşağıdadır. Bugün başşehirde Millî Meclis’in toplanması fikrini uygun bulmayanlar da genellikle hemen hemen aynı noktalara dayanmaktadırlar. Bizim bütün bu görüşlere karşı cevap almak üzere 29.10.1919 tarihli bildirdiğimiz bakış açımız şunlardır:

Harbiye Nazırı Cemal Paşaya:

Sivas 29.10.1919
C.27-28 Ekim 1919 tarihli ve (300-301) numaralı şifrelere:

Bugün Saltanat başkenti ve İslâmın hilâfet merkezi olan İstanbul, düşman donanmasının topları, işgal kuvvetlerinin polis ve jandarmasının fiilî baskısı altında bulunuyor. Basın İtilâf Devletleri tarafından denetim altında, kişisel hukuk ve sosyal durumumuz bunların baskısı altında, sayın bakanlara varıncaya kadar giren ve çıkan herkes yabancılar tarafından inceleme ve denetim altında bulunmaktadır. Tam anlamı ile saltanat ve hilâfet başkentimiz kuşatma altında olup bağımsızlığımız burada manen ve fiilen geçersizdir. Buna bir de Rum ve Ermenilerin hükûmeti tanımamalarını ve İtilâf Devletleri’ne dayanarak bir çeşit ayaklanma durumunda bulunmalarını ve birtakım bozguncu kuruluşlarının yaptıklarını da eklersek, başkentimizin içinde bulunduğu üzücü ve korkunç durumu tam anlamı ile açıklamış oluruz.

Bundan dolayı bütün bu haksız uygulamalar ve bunların ayrıntıları ile açıklanması sonucunda dünya kamuoyundan hak ve adalet isteyecek ve kazanılmasını sağlayacak olan Millî Meclis’in İstanbul’da görev yapması bizce imkânsızdır.
İtilâf Devletleri’nin meşrutiyet ile yönetilen birer hükûmet olduğu bundan dolayı Millî Meclisimiz zararına hareketlerde bulunmayacakları konusundaki görüşü tamamen bir iyi niyet örneği olarak düşünmek zorundayız.(Alkışlar) Ancak, Avrupa devletleri, milletimizi, hürriyeti anlayabilmiş olgun bir millet olarak kabul etmiş olsalardı, bu görüş doğru olabilirdi. Halbuki gerçek, tamamen bu iyi niyetin tersine gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.

İmzalamış oldukları ateşkes anlaşması hükümlerine aykırı tutumları ve hükûmetin yargı hakkına saldırıları, bizi insan olarak düşünmediklerine ve verdikleri söze uymamayı, bize karşı dürüst olmayan bir davranış olarak kabul etmediklerine bir delildir.

Birkaç kişinin şahıslarına karşı olabileceği düşünülen işlemlerin nedeni, bu kişilerin devlet, millet ve saltanat makamı ile hilâfetin bağımsızlığı ve bütünlüğü uğrundaki uğraşı ve çalışmaları ise, bunlardan başka aynı ruh ve düşüncede bulunan diğer kişilerin de saldırıya uğramayacağını kestirmek ve güven vermek elbette mümkün olmaz. Bundan dolayı bu durum bütün Millî Meclis’e karşı da gerçekleşebilir.

Aslında yukarıda ayrıntılarıyla anlattığımız gibi İstanbul işgal altındadır ve tehlike fiilen vardır. Millî Meclis’in toplanmasının ise kesinlikle güvenlik içinde bulunması ön şarttır ve önemlidir. Bu nedenle taşrada tam güvenlik içinde bulunan bir yerde toplanılması kesinlikle zorunlu görülmektedir.

Meclis’in toplanması ve barışa kadar geçici olarak taşrada toplantılarını sürdürmesi durumunda, açıkladığınız gibi bakanların bazılarının ara sıra veya sürekli olarak İstanbul’dan ayrılmaları gerekmez. Bazı bakanların gidip gelmeleri veya yetkili bırakmaları kesinlikle hükûmet merkezinin taşınması anlamına gelmez. Bundan başka Millî Meclis’in taşrada toplanması kesin bir mecburiyete dayandığından, İstanbul’dan başka bir merkez daha kurulması anlamına da gelmemesi gerekir. Özellikle geleceği şüpheli olan İstanbul yerine; geleceği bilinen ve güvenliği tam olan bir yerden kurtarma çalışmalarının yapılması amaca daha uygun olur. Venizelos’un Atina’yı güvenli bulmadığı için Bakanlar Kurulu’nu bile Selânik’te oluşturması ve kurması sonucu Yunan başkentini tehlikede bırakmadığı; aksine kurtardığı, bazı olaylarla görülmüştür. Ferit Paşanın Sadrazam ve Dışişleri Bakanı iken Avrupa’da aylarca kalması hükûmet işleri açısından sakıncalı görülmediğine göre, bu derecede önemli bir durumda hükûmet üyelerin gerektiğinde Millî Meclis’in bulunacağı yere gelip gitmelerinde hiçbir engel olmayacağı açıktır. Bu toplantının İstanbul dışında olmasından dolayı, Venizelos ve buna benzer düşmanların propagandada bulunacakları pek doğal görülmektedir.

Çünkü bu toplantının kendi zararlarına olacağını şimdiden kestirmekte oldukları şüphesizdir. Salih Paşa ile bu konuda görüşüleli iki gün olduğu halde, bu toplantının daha önce yabancı yerlerde bile konuşulmuş ve değerlendirilmiş olduğu anlaşılıyor. Aynı görüşten hareket ederek, bu da normaldir. Herhalde yabancıların, milletimizin yaklaşımını anlamak konusunda, inceden inceye araştırma yapmakta oldukları muhakkaktır.

Kanuna uygunluğu ve hukukunu anlamış olan hiçbir milletin, düşman içinde, düşman baskısı altında kendi hukukunu korumak üzere toplanmak isteyeceğini kabul etmek doğru olamaz. Bugün İstanbul’da toplanmayı istemek, bütün memleket kuvvetlerini burada bir araya getirmek, bu kuvvetleri kıpırdayamaz hale sokmak, sonuçta intiharı istemek demektir. Bundan başka, Millî Meclis’in bu durum altında başkentte toplanması, milletin İstanbul’un işgal altında bulunmasını ve bunu gerçekleştirmiş olanların haksızlıklarını aynen kabul etmesi demektir. Halbuki, Anadolu’da toplanması, aynı zamanda başkentin üzücü durumunun dünyaya karşı açıkça ve eyleme dönüştürülerek protesto edilmiş olması ifadesini taşır.

Yüce Hâlifenin İstanbul’da bulunmaları göz önüne alınılırsa, Meclis’in taşrada bulunması nedeniyle hilâfet makamı için İslâm dünyasının gözünde bir değişiklik ve etki doğmaz. Çünkü Millî Meclis, milletimizi temsil eden heyetten ibarettir. Hatta açılış için yüce padişahın bir vekil yollamaları da mümkündür. Hem bu şekilde İslâm dünyası Millî Meclis’in hilâfet merkezinde toplanmaya cesaret edemediğini görmekle bu kutsal makamın düşman tehlikesi altında bulunduğunu hissedecektir ki, bunun yararı açıktır.

Müslüman olmayan unsurlara gelince, bunlar daha Tevfik Paşa Hükümeti zamanında seçimlere katılmayacaklarını ilân etmişlerdi. Bunların katılmamaları kendi zararlarından başka bir sonuç vermez. İnşallah, vatan ve millet bağımsızlığını kazanınca, ister istemez aynı hukuk içinde Osmanlı vatandaşı olarak oturmaya mecburdurlar.

Siyasal partilerimizden bazılarının Anadolu’yu istememeleri, doğal olarak millî kuvvetlerin etkisi altında kalmak endişesinden olacaktır. Halbuki milletin asıl büyük çoğunluğunu temsil eden millîyetçi milletvekilleri de İngilizlerin etki ve baskısı tehlikesinden dolayı İstanbul’u istemeyeceklerdir. İstanbul’un çıkaracağı belirli sayıdaki milletvekillerinin önemli bir kısmı, hiç şüphesiz milletle beraber olacağına göre taşraya geleceklerdir. Hatta hiç gelmeyeceğini düşünsek ve Meclis’in ikiye ayrıldığını kabul etsek bile oy çoğunluğunun İstanbul’a mı, yoksa taşraya mı ait bulunacağını elbette ki şimdiden kestirmek mümkündür! Aslında bu gibi şüphe ve kararsızlığa düşecek milletvekillerinin devletin ve milletin çıkarları uğruna istifa ederek özveri gösterecekleri umulmalı ve beklenmelidir. Aydın taraflarından ve Yunan işgali altındaki diğer memleket bölgelerinden seçimlere dair yapılan şikâyetlerin Rumlar tarafından yapıldığına hiç şüphe edilmemekte ve bu, çok doğal görülmektedir. Haksız işgal olunan bu aziz ilimizin Millî Meclis’e milletvekili gönderebilmesi özel dileğimizdir. Böylece, millet fiilen işgali tanımadığını ve bu zengin topraklarından ayrılmaya asla razı olmadığını dünyaya ispat edecektir. Buna hükûmetin de resmen destek olmasını, İzmir valisine, Adana ve Musul illeri ile Maraş, Antep, Urfa sancaklarına resmen seçim için kesin emirler vermesini, siyasal durumun gereği olarak düşünür ve kabul ederiz. Kurulumuzun, verdiği sözü tutan kişilerden oluştuğuna güvenmenizi özellikle isteriz. Daha anlaşma yapıldığı gün, bunu bütün varlığımızla destekleyeceğimizi ve yardım edeceğimizi açıklayıp söz vermiş, durumu bütün milletimize bildirmiştik. Aradan yirmi beş gün geçti. Bu süre zarfında bütün çalışma ve davranışlarımızla hükûmet görevlerini kolaylaştırmaya, hükûmet kuvvetlerini yüceltmeye çalışıyoruz. Buna karşılık kabinenin hâlâ halis niyetimizde kuşku duyması ve uygulamalar için adım atmamış bulunması, üzüntülerimize neden olmaktadır. Millî kuruluşumuzun amacının meşru olduğunu kabul ederek ve gereğine uyarak yönetimi üstlenen hükûmetin, kuruluşumuzu lağvedeceğini ve tüzüğünde açıkça belirtilen temsil heyetimizin şimdiki çalışma düzeninin değiştirilmesini isteyeceğini elbette aklımızdan geçirmiyoruz. Bu durumda nasıl direnme ve yardım istenebilir? Bu konunun açıklığa kavuşturulmasını rica ederiz.

Tam tersine, Temsil Heyeti, Ferit Paşa kabinesinin yapmış olduğu haksızlıkların düzeltilmesi yoluna halen gidilmediğini görmekle üzgün bulunmaktadır. Millî Meclis konusunda Temsil Heyetimizin görüşünü yukarıda belirtmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte, tutumumuzu milletin genel düşüncesi üzerine dayandırmak bizlerce genel kural olduğundan, bütün il merkezleri heyetlerinin bu konudaki görüşü de ayrıca sorulmuştur. Sonuca göre davranacağımız doğaldır, efendim.

Temsil Heyeti Adına
Mustafa Kemal
#25 - Eylül 16 2008, 15:14:34
''Cehennem, başkalarıdır. ''

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.