Alternatifim Cafe

Türk Devlet ve Siyaset Adamları

Discussion started on Tarih

Feridun Ahmed Bey (Paşa)
Münşeât sâhibi ve divan şâiri. Doğum târihi bilinmemektedir. Baş defterdâr Çivizâde Abdullah Çelebi’nin yanında yetişti. Sokullu Mehmed Paşaya dîvân kâtibi oldu. Nahcivân Seferine katıldı. Sokullu’nun sadrâzamlığında sır kâtipliğine yükseldi. Zigetvar Seferinde üstün cesâret ve gayreti ile hizmeti görüldü. 1570’te reisülküttâb, 1573’te nişancı oldu. 1576’da azledilerek Semendire beyliğine gönderildi. Yeniden nişancılığa getirildi. Bu görevde iken 1581 senesinde vefât etti.

Eserleri: Feridun Bey Münşeâtı olarak tanınan Münşeâtü’s-Selâtin’dir. 1575’te Üçüncü Murâd Hana takdim edilmiştir. Osmanlı târihinin en önemli kaynakları arasındadır. Miftâh-ı Cennet; dînî, ahlâkî bir eserdir. Nüzhetü’l-Esrâr fî Feth-i Kal’at-ı Zigetvar, Zigetvar Seferini anlatır. Ayrıca bir de Dîvân’ı vardır.
#101 - Eylül 23 2008, 00:22:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Fethi Bey (Süleyman)
Yunanlıların İzmir’i işgâli sırasında şehid edilen albay. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Şeyh İzzi Efendinin oğludur. Harp Okulunu 1899 yılında kurmay subay olarak bitirdi. Basra ve Hicaz’da askerî görevlerde bulunduktan sonra 1912 yılında Harbiye Nezâreti müsteşar yardımcılığına tâyin oldu. 1914 yılında rütbesi albaylığa yükseldi. Rahatsızlığının tedâvisi için Wiesbaden kaplıcalarına gitti (1916). Oradan dönünce İzmir dördüncü kolordu askerlik şûbesi reisi oldu.

Birinci Dünyâ Savaşının sonunda yenik sayılan Osmanlı Devleti'nin toprakları, yabancı devletler tarafından işgâl edilmeye başlanmıştı. 15 Mayıs 1919’da Yunan kuvvetleri İzmir’i işgâl edince Albay Fethi Bey, “Yaşasın Venizelos!” diye bağırmaya zorlandı. Her Türk'e yakışır şekilde, bunu reddedince süngülendi ve dipçik darbeleriyle şehid edildi.
#102 - Eylül 23 2008, 00:22:54
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Fevzi Çakmak
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk genel kurmay başkanı. Çakmakoğullarından topçu miralayı Ali Sırrı Beyin oğlu olan Mustafa Fevzi, 1876 yılında İstanbul’da doğdu. 1895’te Harbiye’den mülâzım olarak çıktıktan sonra, kurmay sınıfına ayrıldı. 1898’de yüksek öğrenimini tamamlayarak kurmay yüzbaşısı oldu. 1899’da Arnavutluk’taki On Sekizinci Nizâmiye Fırkası Kurmay Başkanlığına tâyin oldu ve 1913’e kadar burada kaldı. Burada sırasıyla kolağası, binbaşı, kaymakam ve miralay oldu. 1906 yılında dayısı şehid Nûri Beyin kızıyla evlenen Çakmak’ı 1908’de Meşrûtiyetin îlânı üzerine iktidâra gelen İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Mitroviça İttihat ve Terakkî şûbesinin gizli yönetim kuruluna seçti. Ancak particiliği sevmeyen Çakmak, politikadan uzak durmaya çalıştıysa da fiilen içindeydi.

1912 Ekiminde başlayan Balkan Harbinde Müşir Ali Rızâ Paşa komutasındaki Vardar Ordusunun Harekât Şûbesi Başkanlığını yaptı. 1914 yılında ise Mirlivâlığa yükseltildi ve Ankara’daki Beşinci Kolordu Komutanlığına getirildi. Bu sırada Osmanlı Devleti, Birinci Dünyâ Harbine girmiş ve Çakmak’ın Kolordusu da Çanakkale cephesinde vazîfelendirilmişti. Burada üzerine düşen vazîfeyi eksiksiz yerine getirerek, düşman taarruzlarını Karlıdere ve Kerevizdere’de karşılayıp püskürttü.

Fevzi Çakmak, bundan sonra sırasıyla Kafkas cephesindeyken Birinci ve İkinci Şeria Savaşlarında düşman saldırılarına başarıyla karşı koyup, Ferik rütbesine yükseltildi. Çok geçmeden ağır bir hastalığa tutulan Çakmak, İstanbul’a geldi. Ardından Mondros Mütârekesinin imzalanmasıyla İtilâf Devletleri donanması da İstanbul’a girdi. 1918 yılı sonlarında Genel Kurmay Başkanlığına getirildi. 1920 yılında ise, fiilen yurt savunmasına katılmak üzere Anadolu’ya geçti ve Sakarya Meydan Savaşının kazanılmasında önemli rol oynadı. Atatürk’e meclis tarafından müşirlik rütbesi ile gâzîlik şânı verilmesi konusundaki önergeyi İsmet Paşa ile Çakmak vermişlerdi. Fevzi Çakmak, 30 Ağustos 1922’de kazanılan Büyük Zaferden sonra Mareşalliğe yükseltildi.

Fevzi Çakmak, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan 1944 yılına kadar aralıksız olarak 22 sene Genel Kurmay Başkanlığı yaptı. 1944 yılında yaş haddi kânunu uyarınca emekliye ayrıldı. Onun en bâriz vasfı, demokrasi hayâtında Atatürk’ün birinci yardımcısı olup, inkılâpların yerleşmesinde önemli ölçüde çaba sarf etmesidir.

10 Nisan 1950 Pazartesi günü ölen Çakmak, Eyüp Mezarlığına gömüldü.
#103 - Eylül 23 2008, 00:23:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Gaspıralı İsmail Bey
Gazeteci, yazar ve siyaset adamı. 1851 senesinde Kırım'da, Bahçesaray’ın Gaspıra köyünde doğdu. İlk tahsîlini Bahçesaray’da yaptı; ortaokulu, Akmescit’teki Rus ortaokulunda okudu ve daha sonra Veronej’deki Rus askerî okuluna devâm etti. Bu okuldan Moskova askerî okuluna nakledildi. Buradaki Panislavizme tepki duyarak Türkçülük fikrine yöneldi. Okuldan da ayrıldı. Bir sene Bahçesaray ve Yalta’da öğretmenlik yaptı. 1872’de Paris’e gitti. 1874’te İstanbul’a geldi. Subay olmak istedi. Bu mümkün olmayınca, 1875’te tekrar Kırım’a döndü.

Kırım’da yazı hayatına başladı. 1878’de Bahçesaray Belediye Reisliğine seçildi. 1879’da gazete çıkarma teşebbüsünde bulundu. Bu teşebbüsüne Rusya hükümetince izin verilmeyince, Rusya Müslümanları isimli eserini, Akmescit’te Rusça yayınlanan Tavrida Gazetesi’nde tefrika ettirdi. 1881 senesinde Tonguç isimli bir dergi çıkardı. İki yıl sonra Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman Gazetesi’ni (1883-1918) neşretti. Bu gazete, İsmâil Bey'in fikrî ve siyâsî görüşünün ağırlık yönü olan, dil birliği dâvâsını savunuyordu.

Eğitim meseleleriyle de ilgilenen İsmâil Bey, Rusya’daki Türklerin kolay okuyup yazmalarını sağlamak için “usûl-i cedîd” denilen bir usûl geliştirdi. Bu arada Türkistan’a, Mısır’a, Hindistan’a giderek buralardaki Müslümanları uyandırmaya çalıştı. 1909’da İstanbul’a geldi. Büyük ilgi gördü. İttihatçıların Türkçü kanadınca teklif edilen âyân âzâlığını kabul etmedi. Hayâtının sonuna kadar gazetesinin başında kaldı. Kızı Şefika’nın idâresinde Âlem-i Nisvân’ı (kadın dergisi), 1906’da Kahkaha mîzah dergisini çıkardı. 1914 senesinde vefât etti.

İsmâil Bey, fikrî bakımdan Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa ve Şinâsi’nin fikirlerini benimsemiş; dînî yönden, meşhur reformcu, Mısır mason locası başkanı Cemâleddîn Efgânî’nin tesirinde kalmıştır.

Dilde ve fikirde birlik, İmâil Bey'in temel görüşüydü. Rusya Türklerinin, varlıklarını korumaları için, ortak bir yazı diline sâhip olmaları tezini, ortak hareketin ancak bu birlik sağlandıktan sonra gerçekleşebileceği fikrini, hayâtı boyunca savunmuş ve bunun için çalışmıştır.

Eserleri:

Rusya Müslümanları (Rusça, 1881), Mir'ât-ı Cedîd (1882), Avrupa Medeniyetinde Bir Nazar-ı Muvâzene (1885), Hâce-i Sıbyân (1893), Atlaslı Cihannümâ (1894), Mekteb ve Usûl-i Cedîd Nedir (1894).
#104 - Eylül 23 2008, 00:25:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Gazi Hüsrev Bey
Sultan İkinci Bayezid’in torunu ve Bosna sancakbeyi. Sarayda iyi bir eğitim gördü.

Dayısı Şehzâde Mehmed, Kefe sancakbeyi olunca, Hüsrev’i de berâberinde götürdü. Şehzâde Mehmed’in elçisi sıfatıyla Moskova’ya gitti. 1521’de Bosna sancakbeyi oldu. Kânûnî Sultan Süleymân’ın Belgrad Seferine katıldı ve Zemlin Kalesini fethetti. Belgrad’ın fethinden sonra Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya’ya Türk akınları devâm etti. Mohaç Savaşına kadar süren bu akınlara, Sinan ve Bâli beylerle birlikte Gâzi Hüsrev Bey de katıldı. Mohaç Savaşında emrindeki deli kuvvetleri ile ihtiyat birliği olarak geride durdu. Savaştan sonra Obrovaç Kalesiyle birlikte stratejik önemi olan pek çok kaleyi zaptetti. 1534’te Semendire sancakbeyi olan Gâzi Hüsrev Bey, iki yıl sonra tekrar Saraybosna’ya tâyin oldu. 1537’de Venediklilere âit Solin, Kilis ve daha birçok kaleyi fethetti. 1539’da Adriyatik sâhilindeki Kastelnova Kalesi denizden Barbaros Hayreddin Paşa, karadan da Gâzi Hüsrev Bey'in sıkıştırmaları sonucu ele geçirildi.

1540 yılında vefât eden Gâzi Hüsrev Bey'in hayâtı İslâmiyeti yaymak yolunda geçti. Emri altında bulunan 10 bin kadar deli kuvveti (serdengeçti) ile devamlı olarak hudutlarda mücadele etti. Ancak Hüsrev Bey, bu sırada idâresi altında bulunan Saraybosna’yı da îmar etmekten geri durmadı. Şehirde pek çok câmi, mescid, medrese, çarşı ve köprü yaptırdı. Kurşunlu Medrese diye de anılan Gâzi Hüsrev Bey Medresesi yıllarca bir ilim ve kültür merkezi olarak hizmet verdi. Adâlet ve ihsânı ile halkın sevgi ve saygısını kazandı.
#105 - Eylül 23 2008, 00:33:01
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Gazi Osman Paşa
Doksanüç Harbi diye meşhur olan, Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878) Plevne cephesinin ünlü kumandanı.

1832’de Tokat’ta doğdu. Beşiktaş’taki Askerî Rüşdiyede ve Kuleli Askerî İdâdîsinde (lisesinde) okudu. Harbiye’yi yirmi yaşında ikincilikle bitirdi. Harp Akademisine girdi. Akademi’yi bitirmeden, Kırım Savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderildi. Burada dört yıl kalarak, teğmenliğe yükseldi. Savaşın sonunda yüzbaşı oldu. 1856’da Akademi’ye devâm ederek tahsilini tamamladı. Genel Kurmay Başkanlığında çalıştı. Anadolu’nun haritasını çıkarma göreviyle Bursa’ya gönderildi. Teselya’da, Yenişehir’de ve Cebel-i Lübnan’da görev aldı. Girit isyânlarının başlaması üzerine Girit’e tâyin edildi. 1866’da Girit’teki çalışmaları ile Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa'nın takdirini kazandı. Miralay (albay) oldu ve Yemen’e gönderildi. Arkasından Paşa rütbesiyle Rumeli’de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka (tümen) Kumandanlığına tâyin edildi (1875). Buradaki çalışmaları takdir edilerek, birinci ferik (korgeneral) oldu. Sırp isyânları başlayınca emrindeki birliklerle İzver tepelerini ve Zayçar kasabasını zaptetti. Sırp ordusunu yendi ve müşir (mareşal) oldu (l876).

Gâzi Osman Paşa'yı bütün dünyâya tanıtan, (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbindeki savunma, gayret ve kahramanlıklarıdır. Bu harpte, Plevne cephesindeki müdâfaası ile dünyâ harp târihine yeni prensipler getirdi.

Gâzi Osman Paşa, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başladığı sırada Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifeliydi. Tuna’yı geçerek savaşın düşman topraklarında yapılmasını teklif ettiyse de, buna izin verilmedi. Rusların Berkofça Dağlarını aşmaya başlamasından sonra Osman Paşaya hareket emri verildi. Osman Paşa, kumandasındaki kuvvetlerle Plevne önlerine geldi. Rusların elinde bulunan şehri ele geçirerek, savunma için gerekli tedbirleri aldı. Ruslar Pelevne’ye karşı saldırıya geçti. Osman Paşa, Rusların bu ilk saldırısını, bir karşı taarruzla Osma Suyunun öte yakasına atarak bertaraf etti (20 Temmuz 1877).

Ruslar, 30 Temmuz'da tekrar bir saldırıya geçtiler ve yapılan kanlı savaşlardan sonra geri çekildiler. Bunun üzerine Rus Çarı, Osman Paşaya karşı Romen ordusundan yardım istedi. Rus Çarı, Romanya Prensi Birinci Karol’e yardım için şu târihî telgrafı çekti.

“İmdâdımıza gel! İstediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna’yı geç! Acele Plevne’de yardımımıza yetiş! Türkler bizi mahvediyorlar! Hıristiyanlık, dâvâsını kaybetmek üzeredir!”

Bu yardım talebi üzerine, Romenler elli bin kişilik bir orduyla Plevne’de Ruslar'a yardıma koştu. 11 Eylüld'e Rus-Romen birleşik ordusu, tekrar Plevne’ye doğru taarruza geçti. On iki saat süren büyük Rus taarruzu, düşmanın, kesin mağlûbiyetiyle neticelendi. Böylece Osman Paşa, üçüncü Plevne Savaşını da kazandı (11 Eylül 1878). Gâzi unvânını aldı.

Daha büyük kuvvetlerle kuşatmaya devâm eden Ruslar, Plevne’nin teslimini istediler. Gâzi Osman Paşa, bu teklifi reddetti. Hiçbir yerden yardım gelmeyen Plevne’de yiyecek, yakacak ve ilâç sıkıntısı başlamıştı. Bu durum karşısında Gâzi Osman Paşa, bir huruç (çıkış) harekâtı yaparak, Plevne’den çıkmaya karar verdi. Bu kararı öğrenen Plevne ahâlisi, ileri gelenleri Osman Paşaya ricâcı gönderdiler; “Eğer asker Plevne’den çıkarsa, sivil halk içindeki Bulgarlar, bizlere çok zarar verir. Müsâade ediniz biz Müslüman ahâli de Plevne’den çıkalım” şeklindeki teklif üzerine Bulgar halkının ileri gelenlerini çağıran Osman Paşa, onlardan Müslümanlara zarar vermeyeceklerine dâir söz aldı. Buna rağmen Müslümanlar; “Biz de sizlerle gelelim.” diye çok yalvardılar. Osman Paşa, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. “Biz askerî usûllerle harekât yaparız. Sizler bize ayak uyduramazsınız” dediyse de, halkın istekleri çok acındıracak durumda olduğundan istemeyerek râzı oldu.

Huruç harekâtının yapılacağı sabah, halkın araba, kağnı ve hayvanları ile askerin intikal yoluna askerden önce, geceden dizilmiş olduğu görüldü. Plevne yollarında tam bir hengâme oldu, yollar kapanmıştı. İşte bu esnâda Rus topçusu ateşe başladı. Nice çoluk çocuk, kadın-kız bu ateş altında şehid oldu. Halkın bu aceleciliği aynı zamanda harekâtı da ifşâ etmişti. Zâten küçük bir kasaba olan Plevne yollarında yayaların bile geçmesi zorlaşmıştı. Plevne’yi kuşatan Rus ordusuna karşı asker “Allah Allah” sesleri arasında hücûma geçti. Sayı ve silâhça kendilerinden kat kat fazla olan düşman ordusunun birinci hattını kahramanca yardı. Ancak Ruslar, asker ve silâh çokluğunun yanında, ayrıca devamlı takviye alıyordu. Bu çıkış harekâtı sırasında Gâzi Osman Paşa'nın atı isâbet alarak öldü. Kendisi de bacağından ağır yaralandı. Açlık, hastalık, yardımın gelmemesi ve maiyetinde her türlü fedâkârlığı gösteren askerin harcanmaması düşünceleri, Gâzi Osman Paşa'yı teslime mecbur etti. Yarası, Vizsuyu kenarında bir evde sarılırken, Rus generali Ganetski tarafından esir alındı. Az sonra Rus Başkumandanı Grandük Nikola, askerî tören yaptırarak, askerlik ve esirlik kâidelerine aykırı olmasına rağmen, Osman Paşa'nın kılıcını iâde etti. Heyecan ve samimiyetle takdir ve parlak savunmasından dolayı tebriklerini bildirdi. Azamî hürmet göstermeye çalışan Nikola, Osman Paşaya:

“Şu anda yeryüzünde bu kılıcı şerefle taşımaya hakkı olan tek insan sizsiniz” demekten kendini alamadı.

Kısa bir süre sonra Rus Çarının bulunduğu karargâha getirilen Osman Paşa, Çar tarafından da tebrik edildi. Rusya’ya trenle götürülen Osman Paşa, trende Rus subaylarıyla harp ve askerlik üzerine Fransızca sohbetler etti. Rusya’ya varışında, ülke içinde istediği yere gidebileceği bildirildi. Gâzi Osman Paşa, bâzı Türk illerini gezdi. Her gittiği şehirde devlet reislerine yapılan merâsimle karşılanıp uğurlandı.

Gâzi Osman Paşa, bir müddet sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın teşebbüsleri neticesinde Rusya’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a gelişte halk tarafından büyük sevgi ile karşılandı. Sultan İkinci Abdülhamid Han, göz yaşları içinde alnından öptü ve kendisine; “Sen benim yüzümü bu dünyâda ak ettiğin gibi, Allah da senin yüzünü iki cihânda ak etsin” diye duâ etti. Serasker oldu. Yedi yıl bu görevde kaldıktan sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Mâbeyn Müşiri (Saray Mareşalliği) görevine getirildi.

Ölünceye kadar bu görevde kaldı. Törenlerde, Pâdişâhın arabasında ve ona karşı otururdu. 1900’de 68 yaşında vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii avlusundadır. Türbesini, onu çok seven Sultan İkinci Abdülhamid Han yaptırmıştır.

Gâzi Osman Paşa, temiz ahlâkı, kahramanlığı, samîmî Müslümanlığı ve devlete olan bağlılığı ile günümüze kadar sevgi ile anılmıştır. Adına yazılan Plevne veya Gâzi Osman Paşa Marşı hâlâ söylenmektedir.

GÂZİ OSMAN PAŞA MARŞI

Tuna Nehri akmam diyor,
Etrâfımı yıkmam diyor,
Şânı büyük Osman Paşa,
Plevne’den çıkmam diyor.

Karadeniz akmam dedi.
Ben Tuna’ya bakmam dedi.
Yüz bin Moskof gelmiş olsa,
Osman Paşa korkmam dedi.

Kılıcını vurdu taşa,
Taş yarıldı baştan başa,
Şânı büyük Osman Paşa,
Askerinle binler yaşa.

Düşman Tuna’yı atladı,
Karakolları yokladı.
Osman Paşanın emrinde,
Beş bin top birden patladı.
#106 - Eylül 23 2008, 00:33:25
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Gedik Ahmed Paşa
On beşinci asrın ikinci yarısında mühim vazîfeler görmüş Osmanlı sadrâzamı. Zamânında yaşamış târihçiler, âilesi ve menşei hakkında bir şey yazmamaktadırlar. Yeniçerilikten yetişmiş olduğu bilinen Gedik Ahmed Paşa'nın Anadolu beylerbeyi oluncaya kadar hangi vazîfelerde bulunduğuna dâir mâlûmât da yoktur. Anadolu beylerbeyliği yaptığı zamanlarda Uzun Hasan ve Karaman Beyliğine karşı büyük başarılar kazandı. 1470 Eğriboz Seferinde gösterdiği kahramanlık ve başarılar, vezirliğe yükselmesine sebep oldu.

Vezir olduktan sonra daha büyük vazîfelere memur edilen Ahmed Paşa, önce Alanya Kalesini fethetti. Daha sonra Karamanoğulları'nın elinde bulunan Silifke, Mokan ve Gorgos kalelerini alarak, buralarda bulunan Karaman âilesi mensuplarını İstanbul’a gönderdi. Uzun Hasan’ın kardeşi Cihangir Bey'in seçme Türkmen beylerinden müteşekkil ordusunu şehzâde Mustafa Çelebi ve Davud Paşa'nın da desteğiyle yenerek Türkmen beylerini esir aldı (1472).

1473 Otlukbeli Savaşında sağ cenahta bulunan Gedik Ahmed Paşa, bu kısmın kesin gâlibiyetinde önemli rol oynadı. Akkoyunlu Seferi sırasında, Karamanoğulları ile müttefikleri olan Venedikliler tarafından alınan Anadolu’nun güney sâhilindeki bâzı kaleleri yeniden fetheden Ahmed Paşa, aynı sene Mahmud Paşa'nın yerine sadrâzam tâyin edildi (1474).

Vezîriâzam olduktan sonra, 1475’te Karadeniz’deki Ceneviz kolonilerinin fethine memur edildi. Azak ve Menkub kalelerini aldı ve Kırım Hanlığını Osmanlı Devletinin himâyesine soktu. Bu fetihler aynı zamanda Karadeniz’in Türk gölü hâline getirilmesi projesinin ikinci safhasını da teşkil eder. 1476’da Fâtih Sultan Mehmed’le birlikte Boğdan ve Mora seferine çıkan Ahmed Paşa, İşkodra’nın fethine memur edildiğinde, bundan kaçındığı için vezîriâzamlıktan azledilerek, Rumeli Hisarına hapsedildi.

Bir süre sonra Hersekzâde Ahmed Paşa'nın delâleti ile hapisten çıkarılan Gedik Ahmed Paşa, donanma kumandanlığına tâyin edilerek, Gelibolu’ya gönderildi. 1478’de Limni’yi alarak, buraya Anadolu’nun Türk ahâlisini yerleştirdi. 1479’da Yunan Denizine sefere memur edilen Kaptânıderyâ Gedik Ahmed Paşa, Kefalonya, Zanta ve Santamaura adalarını fethetti. Ertesi sene Napoli Krallığının fethine memur edildi. Otranto’yu zaptetti ise de, daha ileri yürümesini Fâtih Sultan Mehmed’in vefâtı haberi engelledi.

Fâtih Sultan Mehmed’in vefâtından sonra devlet kadrolarında vazîfeye devâm etti. Cem Sultan olayında iki taraflı hareket ettiği kanâatine varan Sultan İkinci Bâyezîd tarafından 1482 yılında îdâm ettirildi. Fâtih devrindeki muzafferiyetlerin ve fetihlerin âmillerinden olan Gedik Ahmed Paşa, Türk târihinin nâdir kumandanlarından birisidir. En müşkil işleri başaran Ahmed Paşa, sert tabiatlı, fikrini saklamaz, mert ve dürüsttü. Ölümü, halk arasında sevilen bir şahsiyet olduğu için derin bir üzüntüye sebep oldu.

Gedik Ahmed Paşa, İstanbul’da Afyonkarahisar’da ve Konya’da birçok hayrat yaptırmıştır. İstanbul’daki Gedik Paşa semti burada yaptırdığı eserlerden ismini almıştır. Afyon’da inşâ ettirdiği imâret, medrese ve kütüphâne hâlâ ayaktadır. Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Zâviyesini de tâmir ettirmiştir.
#107 - Eylül 23 2008, 00:36:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hacı Bayram-ı Velî
On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Anadolu’da yetişmiş olup, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi, Nûmân bin Ahmed, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352 (H. 753) târihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Solfasol) köyünde doğdu. 1429 (H. 833) târihinde Ankara’da vefât etti.

Hacı Bayram-ı Velî küçük yaşta ilim tahsiline başlayıp din ve fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hâtun’un yaptırdığı Kara Medreseye müderris oldu. İlmi ve talebe yetiştirmekteki mahâreti ile kısa zamanda tanındı. Herkes tarafından sevilip hürmet gösterildi.

Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şücâ-i Karamânî’dir. Hocam Hamîdeddîn-i Velî’nin selâmı var. Sizi Kayseri’ye dâvet ediyor. Bu vazîfe ile huzûrunuza geldim.” dedi. O da, Hamîdüddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu dâvete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri’ye yöneldiler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamîdeddîn-i Velî ile Kurban Bayramında buluştular. O zaman Hamîdeddîn-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz!” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi. Talebeliğe kabul etti. Din ve fen ilimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu.

Hacı Bayram-ı Velî, hocasının vefâtından sonra Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalplere şifâ dağıttı. Talebelerini daha çok sanata ve zirâate sevk ederdi. Kendisi de geçimini zirâatle sağlardı. Açtığı ilim ve irfân ocağına, devrinin meşhur âlimleri, hak âşıkları akın etti. Dâmâdı Eşrefoğlu Abdullah-ı Rûmî, Şeyh Akbıyık, Bıçakçı Ömer Sekînî, Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Edirne ve Bursa ziyâretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızâde Ahmed (Bîcân) ve Mehmed (Bîcân) kardeşler ile Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddin bunların en meşhurlarıdır.

Fâtih’in babası Sultan İkinci Murâd Han, Hacı Bayrâm-ı Velî’yi Edirne’ye dâvet edip, ilim ve mânevî derecesini anlayınca, fevkalâde hürmet göstermiş, Eski Câmi'de vaaz ettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır.

Sultan İkinci Murâd Han, kendisinden nasîhat isteyince; İmâm-ı A’zam’ın, talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı uzun nasîhatı yaptı: “Teb'an içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbaplık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyârete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese itimâd ver, ahbaplık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzen da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve itibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et. Müsâmaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”

Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için çalıştı. 1429 (H. 833) senesinde Ankara’da vefât etti. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Câmii'ne bitişik olup, ziyâret mahallidir. Vefâtından sonra Bayrâmiyye yolunu talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre tarzında şiirler söylemiştir. Şiirlerinde Bayrâmî mahlasını kullanmıştır.

Hacı Bayram-ı Velî buyurdu ki:

“Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”

“Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü bu sırlar, size emânettir. Emânete hıyânet ise, çirkin bir harekettir.”

“Nefsinizi dâimâ kontrol altında tutunuz. Ateşe sürüklenmemesi için, onu kendi hâline bırakmayınız.”

N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm,
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm,
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada dermân buldu bu gönlüm.

“El-fakru fahrî, el-fakru fahrî”
Demedi mi ol âlemler Fahri,
Fahrini zikrin, fahrini zikrin,
Mahv ü fenâda buldu bu gönlüm.

Sevâd-ı a’zam, sevâd-ı a’zam,
Bana gelübdür arş-ı muazzam,
Mesken-i cânân, mesken-i cânân,
Olsa aceb mi şimdi bu gönlüm?

Bayram’um imdi, Bayram’um imdi,
Bayram ederler yâr ile şimdi,
Hamd ü senâlar, hamd ü senâlar,
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm.
#108 - Eylül 23 2008, 00:36:40
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hacı Bektâş-ı Velî
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin İbrâhim Atâ olup, lakabı Hacı Bektâş’tır. 1281 (H. 680) târihinde Horasan’ın Nişâbûr şehrinde doğdu. Seyyid olup, nesebi (soyu) hazret-i Ali’ye dayanmaktadır. 1338 (H. 738) târihinde Kırşehir’e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacıbektaş ismi verilmiştir.

Bektâş-ı Velî küçük yaşta ilim öğrenmesi için, âilesi tarafından Ahmed Yesevî’nin halîfesi Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim edildi. Çocukken bir çok kerâmetleri görüldü. Lokman-ı Perende, hacca gidip Arafat’ta kıbleye döndüğü sırada, bir anda karşısında Bektâş-ı Velî’yi gördü. Nişâbûr’a dönünce bu kerâmetini herkese anlattı ve “Hacı” lakabını verdi. Hacı Bektâş-ı Velî kendisinden kerâmet görenlerin şaşırdıklarını görünce; “Ben Resûlullah’ın neslindenim. Bana bunları çok görmeyiniz. Bunlar bana Allahü teâlânın bir ihsânıdır” demiştir.

Hacı Bektâş-ı Velî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Anadolu’ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayıp, kıymetli talebeler yetiştirdi. Kısa zamanda herkes tarafından tanındı ve büyük iltifât ve rağbet gördü. Bu sırada Anadolu’da dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal bir teşkilât olan, kendisine bağlı ahîlik teşkilâtı ile büyük hizmetler yaptı (Bkz. Ahîlik). Bundan dolayı Osmanlı sultanları tarafından sayılıp sevildi. Osmanlı Devletinin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük himmetleri oldu.

Hacı Bektâş-ı Velî, Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeniçeri askeri kurulurken duâda bulundu. Onlara İslâmiyetten ayrılmamalarını nasihat etti. Böylece Hacı Bektâş-ı Velî’yi kendilerine mânevî pîr olarak kabul eden bu ordu, mânevî hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî, asırlarca yeniçeriliğin pîri, üstâdı ve mânevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, yeniçerilerin sulh zamanlarındaki tâlimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok iyi neticeler verdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu olarak büyük kahramanlıklar gösterdiler.

Büyük evliyâ Hacı Bektâş-ı Velî’nin derslerini dinleyen, sohbetlerine katılan ve ondan feyz alanlara tasavvuftaki usûle uyularak “Bektâşî”, bu yola da “Bektâşiyye” veya “Bektâşîlik” adı verildi. Bektâşîler zamanla azaldı. İki üç asır sonra hakîkî Bektâşîlik unutuldu. Timur Han'ın önünden kaçan Hurûfîler, kendilerini kurtarmak için Bektâşî tekkelerine sığındılar. Kendilerini Bektaşî gibi göstererek bu tarîkatı kendilerine siper olarak kullandılar. Haramlara helâl, nefsin arzû ettiği kötü isteklere serbesttir demekle, bozuk rûhlu insanlar arasında yayıldılar. Halk arasında anlatılan Bektâşî fıkraları, bu sahte ve yalancı Bektâşîlere âittir.
#109 - Eylül 23 2008, 00:37:46
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hacı İlbeyi
İlk Osmanlı kumandanlarından. Balıkesir’de doğan Hacı İlbeyi, Karesi beyliği ümerâsından olup, Evrenos, Ece Yâkub ve Gâzi Fâzıl Beylerle beraber Orhan Gâzi zamanında Osmanlı hizmetine geçti. Bundan sonra Karesi Beyi tâyin edilen Şehzâde Süleyman’ın emrinde olarak, Rumeli fetihlerine iştirâk etti ve büyük hizmetlerde bulundu.

Konurhisar’ın alınması ile oraya muhâfız tâyin edilen Hacı İlbeyi, burasını kendisine bir üs yaparak Malkara ve İpsala’yı zaptetti. Hayrabolu ve Çorlu taraflarına akınlar yaptı. Lüleburgaz’ı ele geçirdikten sonra üs merkezi olarak burayı kullanmaya başladı. Süleymân Paşa'nın ölümü ile ortaya çıkan karışıklık devresinde, karşı akınlara kahramanca göğüs geren Hacı İlbeyi, aynı zamanda Dimetoka’yı ele geçirdi ve Burgaz’a gelen Sultan Birinci Murad’a müjde verdi.

Hacı İlbeyi, Birinci Sultan Murâd Han (1359-1389) zamanında da faaliyetlerine devâm etti. Edirne ve Filibe’nin alınmasında bulundu. Edirne’nin alınması Avrupalıları endişeye sevk etti ve Macar kralının kumandası altında Sırp, Bulgar ve Bosna kuvvetleri birleşerek büyük bir ordu ile Edirne üzerine harekete geçtiler. Bu sırada Edirne’de bulunan Lala Şahin Paşa, bu kuvvete karşı koyamayacağını anlayarak Murâd Gâzi’den yardım istedi. Aynı zamanda Hacı İlbeyi’ni bir miktar keşif kuvveti ile düşman üzerine gönderdi. Gâyesi Haçlıların kuvvet ve vaziyetini tetkik ettirmekti. Hacı İlbeyi, yanında bulunan 10.000 kişi ile beraber Haçlı kuvvetlerinin zafer sarhoşluğu içerisinde ihtiyâtı elden bırakıp zevk ve eğlenceye daldıklarını gördü. Elli bin kişi kadar olduğu tahmin edilen Haçlı kuvvetleri üzerine gece karanlığından da istifâde ederek şiddetli bir baskın yaptı. Asıl büyük Türk ordusunun geldiğini zanneden Haçlılar müthiş bir bozguna uğradılar. Büyük bir kısmı kılıçtan geçirilirken kaçabilenler ise Meriç Nehrinde boğuldular (1364). Macar kralı, canını güçlükle kurtarabildi. Osmanlı târihlerine “Sırpsındığı” olarak geçen bu savaş, Hacı İlbeyi’nin en büyük zaferidir. Ancak bu büyük kumandan çok geçmeden 1365 yılında vefât etti.
#110 - Eylül 23 2008, 00:38:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hacı İvaz Paşa
Osmanlı vezîri. Tokat ahîlerinden Ahî Bayezid’in oğludur.

Çelebi Sultan Mehmed’in Amasya sancakbeyliği sırasında, timarlı sipâhi olarak onun askerleri arasına katıldı. Fetret devrindeki taht mücâdelesinde Çelebi Sultan Mehmed’i destekledi. Bursa subaşısıyken, şehri, Karamanoğullarına karşı kırk gün müdâfaa etti (1414). Bu başarısından dolayı vezirlik verildi. İkinci Murâd zamânında ikinci vezir oldu. Şehzâde Mustafa Çelebi isyânının bastırılmasında önemli rol oynadı. Veziriâzam Çandarlı İbrâhim Paşayla anlaşmazlığa düştü. Bu sebeple 1427’de vezirlikten azlolundu. Bundan sonra Bursa’ya yerleşen İvaz Paşa, 1429 yılında vebâ salgınında vefât edip, Pınarbaşı’nda Kuzgunluk mevkiine defnedildi.

Hacı İvaz Paşa, Bursa’da Yeşil Câminin resmini ve plânlarını bizzât hazırlayıp yapımına nezâret etti (1421). Dışardan sanatkârlar getirdi. Tokat’ta bir cami, Kazova’da bir medrese ve Bursa’da Kazzâziye (İmâdiye) Medresesini inşâ ettirdi. Mekke ve Medîne fukarâsı için vakıflar yaptı.
#111 - Eylül 23 2008, 00:39:52
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hadım Ali Paşa
Osmanlı sadrâzamlarından. Saraybosna kazâsına bağlı Drozgometva köyünden olup, babasının adı Radoşin’dir.

Devşirme olup, sarayda Akağalar odasında yetiştirildi. Bâbüssaâde ağasıyken İkinci Bayezid Han tarafından Karaman Beylerbeyliğine tâyin edildi. Semendire, İşkodra kumandanlıkları ile Mora ve Memlûklu seferlerinde gösterdiği başarılar sebebiyle 1484’te Rumeli Beylerbeyliğine getirildi. Bu vazîfedeyken Eflak’taki savaşlarda gösterdiği muvaffakiyetler sonucu vezirlik rütbesi verildi (1488). 1501 yılında vezîriâzam oldu. İki yıl sonra bu görevden azledildi ise de, 1506’da tekrar getirildi. İkinci Bâyezîd Han şehzâdeleri arasındaki mücâdelede Selim ve Korkud’a karşı Ahmed’i destekledi. Bayezid Han, 1511’de Ali Paşa ile oğlu Ahmed’i Şahkulu İsyânını bastırmakla görevlendirdi. Ali Paşa, Kayseri ile Sivas arasındaki Gökçay mevkiinde isyancıları pusuya düşürerek imhâ ederken kendisi de vurularak şehid düştü.

Hadım Ali Paşanın İstanbul’da, biri Divanyolu’nda diğeri Fâtih Zincirlikuyu’da olmak üzere iki câmisi ile bir medresesi ve bir imâreti vardır. İlim adamlarını himâye ve teşvik ederdi. Şâir Mesîhi, Ali Paşanın yanında kâtip olarak görev yapardı. Büyük âlim ve târihçi İdris-i Bitlîsî onun himâyeleri sonucu Heşt Behişt adlı eserini yazmıştır.
#112 - Eylül 23 2008, 00:40:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hadım Sinan Paşa
Osmanlı sadrâzamlarından. Doğu Bosna’da Boroviniç isminde asil bir âileye mensuptur.

Enderun’da yetişti. Sarayda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Bosna Sancakbeyliği ile dış hizmete çıktı (1514). Yavuz Sultan Selim’in İran üzerine hareketi sırasında Maltepe mevkiinde (Nisan 1514) Mustafa Paşa yerine Anadolu Beylerbeyi oldu. Çaldıran Savaşında Osmanlı ordularının sağ kanadına komuta etti. Savaş sırasında Şah İsmâil’in komutanlarından Ustaclu Mehmed Hanın saldırısını başarıyla karşıladıktan sonra karşı taarruza geçip, Safevî ordusunu arkadan çevirerek zaferin kazanılmasında önemli rol oynadı. Savaş sonunda, şehid olan Hasan Paşanın yerine Rumeli Beylerbeyi oldu (Eylül 1514).

Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı dönüşünde daha önceki isyân teşebbüsleri sebebiyle suçlu bulduğu Veziriâzam Dukakinoğlu Ahmed Paşayı Amasya’da îdâm ettirdi ise de boşalan göreve kimseyi getirmedi. 1515 ilkbaharında Sinan Paşayı Dulkadıroğlu Alâüddevle üzerine gönderdi. Hadım Sinan Paşa, Alâüddevle’yi mağlup ettikten sonra başını keserek Yavuz Sultan Selim’e gönderdi ve bu başarısından dolayı boş bulunan vezîriâzamlık makâmı kendisine verildi. Bu vazîfede üç ay kalan Sinan Paşanın yerine beşinci defâ olmak üzere Hersekzâde Ahmed Paşa getirildi. Ancak Hadım Sinan Paşa'nın azledilmesi herhangi bir hatâ sebebiyle olmadığından kendisine karşı Pâdişâh’ın teveccühü devâm ediyordu. Nitekim çok geçmeden Diyarbekir taraflarında İranlıların bâzı hareketlerinden dolayı Pâdişah, Hersekzâdeyi azlederek hapsettirdikten sonra yerine tekrar Sinân Paşayı getirdi (1516). Hadım Sinan Paşa, Mısır Seferine hazırlanan ordunun seraskeri olarak Diyarbekir’e gönderildi. Daha sonra Elbistan Ovasında Sultan Selim’in kuvvetlerine katıldı. Mercidabık Savaşının kazanılmasında büyük kahramanlıklar gösterdi (1516). Kansu Gavri’nin yerine Mısır Memlûklu tahtına çıkan Tomanbay’ın mücâdeleye devâm etmesi üzerine Selim Han, onu dört bin kişilik kuvvetle Gazze üzerine gönderdi. Sinan Paşa, Gazze’yi kısa sürede fethetti. Daha sonra Ridâniye Savaşında Yavuz Sultan Selim, El-Mukattam Dağını dolaşarak Mısır ordularının gerisine sarkarken, Sinan Paşayı ise kendi yerine Osmanlı merkez kuvvetlerinin başında bıraktı. Şiddetli saldırılarla geçen savaşı kaybetmek üzere olduğunu anlayan Tomanbay, bütün kuvvetleri ile Selim Hanı öldürmek için otağ-ı hümâyuna saldırdı. Yavuz Sultan Selim düşmanı geriden çeviren kuvvetlerin başındaydı. Memlûklar, merkez kuvvetleri başındaki Sinan Paşayı pâdişâh zannederek bütün kuvvetleriyle bu hatta saldırdılar. Sinan Paşa göğüs göğüse yapılan bu çarpışmalar sonucu şehid düştü.

Savaşın kazanılmasından sonra Yavuz Sultan Selim, cesur, gözüpek, cihângîr ve aynı zamanda muvaffakiyetli olan bu değerli vezîrinin vefâtından pek müteessir oldu ve “Yûsuf aleyhisselâmın tahtına nâil oldum, fakat Sinân gibi sâdık ve cesûr serdârımdan ayrıldım!” sözleriyle elemini dile getirdi.
#113 - Eylül 23 2008, 00:42:25
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hafız Ahmed Paşa
Osmanlı veziriâzamı. 1564’te Filibe’de doğdu. Bir müezzinin oğluydu.

On beş yaşında İstanbul’a gelip Enderun’a alındı. Uzun seneler saray hizmetinde bulundu. Sultan Birinci Ahmed Han zamanında musâhip ve doğancıbaşı oldu. 1607’de vezirlik verilerek kapdân-ı deryâ tâyin edildi. 1609’da Şam, daha sonra Van, Erzurum, Bağdat ve Anadolu eyâletleri vâliliklerinde bulundu. Bilâhare tâyin edildiği Diyarbekir vâliliği sırasında, Bağdat’ta isyân eden yerli kullar kumandanı Bekir Subaşı üzerine serdar tâyin edildi. Fakat Bekir Subaşı ihânet edip Bağdat’ı teslim için İran Şahına adam gönderdi. İran ordusunun yaklaştığını gören Hâfız Ahmed Paşa, Bekir Subaşı’ya vâlilik verip Diyarbekir’e çekilmek zorunda kaldı. İran Şahı şehri işgâl edip yağmalattı. Hâfız Ahmed Paşa, 1625’te veziriâzam ve İran üzerine gönderilen orduya serdâr tâyin edildi. Bağdat’ı sekiz ay kuşattı. Ancak, Şah’ın da yardıma gelmesi, Osmanlı ordusunu iki ateş arasında bıraktı. Serdar, açlık ve sıcaktan bunalan askerin isyâna varan tepkisi karşısında, zafere çok yaklaştığı bir sırada kuşatmayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Bağdat’ı alamadan geri çekilmesi, Hâfız Ahmed Paşa'nın sadâretten azline sebep oldu (1627).

İstanbul’a varışında ikinci vezirlik verilip, Sultan Dördüncü Murâd Han'ın kızkardeşi Ayşe Sultan ile evlendirildi (1629). 1631’de tekrar sadrâzamlığa getirildi. Bir müddet sonra ayaklanan yeniçeriler, Sultanahmet’teki Atmeydanı’nda toplanıp, Pâdişah’tan sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa ve diğer bâzı vazifelilerin kendilerine teslimini istediler. Sultan Dördüncü Murad Han, ayak dîvânı tertip edip, zorbabaşılara nasîhat etti ise de, söz dinletemedi. Pâdişâh’ı tahttan indirmekle tehdit ettiler. Hâfız Ahmed Paşa, bu durum karşısında; “Pâdişah’ım! Hâfız gibi binlerce kulun yoluna fedâdır!” deyip, âsîlerin arasına daldı. Birkaç zorbayı telef ettikten sonra, Pâdişahın önünde şehîd edildi (1632).

Sâdık ve iyi niyet sahibi bir devlet adamı olan Hâfız Ahmed Paşa, aynı zamanda kalem sâhibi bir şâirdi. Onun Bağdat üzerine giderken yolda kaleme aldığı manzûmesinden bir beyit:

Bizimle Kerbelâ vâdisine hem-derd olan gelsün,
Sınansun, arsa-i ferzânelerde merd olan gelsün.
#114 - Eylül 23 2008, 00:46:17
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hâlet Efendi
Osmanlı devlet adamlarından. 1760 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Said’dir. Hâlet Efendi denmekle meşhur oldu. Kırımlı Kâdı Hüseyin Efendinin oğludur.

Hâlet Efendi, Şeyhülislâm Şerif Efendinin yanında yetişti. Bir müddet Atâullah Efendinin sonra da rikâb-ı hümâyun reisi Mehmed Râşid Efendinin mühürdâr yamağı oldu. Bir müddet sonra Ohrili Mir-i Mirân Ahmed Paşanın hizmetine girdi. Burada da uzun süre kalamadı. İstanbul’a dönüp Galata Mevlevihânesi şeyhi meşhur şâir Gâlib Dede’nin dergâhına girdi. Sonra, deryâ tercümanı Kallimaki vâsıtasıyla Fenerli Rumlarla dostluk kurdu. Beylik kesedârı maiyetine girerek hâcegânlık rütbesi aldı. Kısa süre sonra, baş muhâsebeci ve orta elçi olarak Paris’e gönderildi. Üç seneden fazla Paris’te kaldı. Akka’da Cezzâr Ahmed Paşaya yenilen Bonapart, mağlubiyetini bir türlü hazmedemediğinden Hâlet Efendiye yüz vermedi. 1807 târihinde İstanbul’a döndü. Divân-ı hümâyun beylikçiliğine bir süre sonra da rikâb-ı hümâyun reisliğine getirildi. Bu vazifesi sırasında İngilizlerle gizli ilişkisi olduğu ortaya çıkarılınca Kütahya’ya sürüldü ise de sonra İstanbul’a döndü.

Bağdat Vâlisi Süleyman Paşanın yerine vezirlik rütbesi ile Said Beyin vâli tâyinini temin etmek maksadıyla memur olarak Bağdat’a gönderildi. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a dönünce rikab-ı hümâyun kethüdâlığına tâyin edildi.

Fenerli Rumların bâzılarına kâtiplik yaptığından, onların lehinde, devlet aleyhine bâzı yolsuz hareketlerde bulundu. Fenerli Rumlardan elde ettiği paralarla servetini çoğaltarak yeniçerilere para dağıtıp taraftar topladı. Mora İsyanında Rumlar tarafını tutarak Tepedelenli Ali Paşayı kötüledi ve idâm edilmesine sebep oldu. İkiyüzlü politikaya devam ederek yeniçeriliğin ilgâsında dâimâ İkinci Mahmûd Han'a muhâlif oldu. Yeniçeri ocağını elinde tutarak, kendisine dayanak noktası yaptı.

Hâlet Efendi, zamanındaki âlimlerin en büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi de halifeye çekiştirerek devlet için tehlikeli olduğuna iknâya çalıştı. Fakat İkinci Mahmûd Han; “Din adamlarından devlete zarar gelmez” diyerek sözüne itibâr etmedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, bunu duyunca halifeye hayır duâda bulunup, “Hâlet Efendinin işi, pîri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye havâle olundu. Onu huzuruna çekip cezâsını verecektir” buyurmuştur. Az zaman sonra Sultan İkinci Mahmûd Han, Mora İsyanına sebep olduğu için Hâlet Efendi'yi Konya’ya sürdü. 1823 (H.1238) senesinde Hassa hasekilerinden Ârif Ağa tarafından idâm edildi.

Hâlet Efendi zekî, hitabeti kuvvetli biriydi. Son derece kindar olup, muhaliflerini, menfaatine dokunanları bilhassa makâmına rakip gördüklerini aslâ affetmezdi. İkinci Mahmûd Hana da devamlı muhâlefet etmiştir. Bunu devâm ettirebilmek için de yeniçeri ocağının ileri gelenlerini çeşitli hediyelerle elde etme yolunu seçmiştir. Yeniçeri ocağının yeniden tâmirine karşı çıkmış ve isyan çıkartmakla tehdit etmiştir. Bunun dışında, bir şâir olarak, evini her zaman âlimlere ve şâirlere açmış, ilmî ve edebî meseleler üzerine münâzara etmiştir.

Hâlet Efendinin “Zînetü’l-Mecâlis” adlı Dîvân’ı ise birçok kasidelerden, bilhassa talebesi olduğu hocalarını övmek için yazdığı şiirlerden meydana gelmiştir. Bu eser matbu olup 1842’de basılmıştır. Galata Mevlevîhânesi içinde bir sebil ile bir kütüphâne yaptırmıştır. Bu kütüphânenin kitapları bugün Süleymaniye Kütüphânesinde ayrı bir kısım olarak bulunmaktadır.
#115 - Eylül 23 2008, 00:47:37
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hân-ı Hânân Abdürrahim Han
Bâbürlü devlet adamı ve kumandanı. 16 Aralık 1556’da Lahor’da doğdu. Karakoyunlu oymaklarından Baharlu Türkmenlerine mensuptur. Ekber’in ilk vekîli Bayram Hanın oğludur. Annesi, Cemâl Han Merâtî’nin kızıdır. Dört yaşında babası vefât etti. Bundan sonra Bâbürlü sarayına gelip iyi bir tahsil ve terbiye görerek yetişti.

1572’de Ekber’in Gücerât Seferine katıldı ve Mirzâ Han lakabını aldı. 1576’da Gücerat’a vâli tâyin edildi. 1582’de Ekber Şahın oğlu Selim’e atalık (lala) oldu. Aynı târihlerde Muzaffer Şah Guceratî’ye karşı kazandığı zaferler dolayısıyla hân-ı hânanlığa yükseltildi. 1593 yılında Veliaht Danyal’ın yardımcısı olarak Dekkan Seferine katılan Abdurrahîm Han, daha sonraki iki yıl içinde başkumandan olarak yaptığı savaşlarla Dekkan’ı fethetti. Abdurrahîm Hanın devlet içindeki etkili rolü Selim Cihângîr devrinde de devâm etti. 1612’de Dekkan’a vâli tâyin edildi. 1622’de Kandehar’ı fethetti. 1626’da ülke içinde isyâncı gruplara karşı savaşa hazırlanırken hastalandı ve Delhi’ye döndükten kısa bir süre sonra vefât etti (1627). Vefâtında 71 yaşında olan Hân-ı Hânan Abdürrahîm Hanın kabri Nizâmeddîn Evliyâ’nın türbesi yakınındadır.

Muktedir bir devlet adamı ve kumandan olan Abdürrahîm Han, aynı zamanda âlim ve şâir olup, Türkçe'den başka, Arapça, Farsça ve Hintçe'yi çok iyi bilirdi. Dört dilde de şiirler yazan Abdürrahîm Han, Râhimî mahlasını kullanırdı. Nitekim şiirlerini Meâsir-i Râhimî adını verdiği eserinde toplamıştır.
#116 - Eylül 23 2008, 00:50:08
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hasan Beyzade Ahmed Paşa
Osmanlı devlet adamı, târihçi. Doğum târihi bilinmemektedir. Reîsülküttâp Küçük Han Beyin oğludur. İstanbul’da tahsilini tamamladıktan sonra, Dîvân-ı Hümâyûna girdi. Üçüncü Mehmed Hanın Eğri Seferinde bulundu (1595). Daha sonra Varad ve Uyvar seferlerine katıldı. Baştezkirecilik, defterdârlık, beylerbeyliği görevlerinde bulundu. Kefe surunu tâmir ettirirken, Rus kazaklarının hücumlarını bastırdı. 1636 senesinde İstanbul’da vefât etti.

Eserleri:

1. Tevârih-i Âl-i Osman: Hasan Beyzâde’ye asıl şöhretini kazandıran eseridir. Genellikle Hasan Beyzâde Târihi olarak bilinen eser iki kısımda incelenir. Birinci kısım, Hoca Sâdeddîn Efendinin Tâcü’t-Tevârih adlı eserinin özeti mâhiyetindedir. İkinci kısım ise Kânûnî Sultan Süleymân’dan Sultan Dördüncü Murâd’a kadarki Osmanlı târihidir. Eserin tamâmen orijinal kısmı, Sultan Üçüncü Mehmed devrinden itibâren olan ve tamâmen yazarın müşâhadelerine dayanan bölümüdür.

2. Kanije Fetihnâmeleri: Bir mecmuada toplanmış üç Kanije Fetihnâmesi vardır. Kanije’nin İbrâhim Paşa tarafından fethini anlatan fetihnâme en kıymetlisidir.

3. Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Âlem: İbn-i Hatîb Kâsım’ın Ravdatü’l-Ahyâr isimli siyâsetnâmesinden hülâsa edilen bu eserin kıymeti, sonda bulunan ve Hasan Beyzâde’nin kendi hayâtını yazdığı bölümdür.

4. Mecmua: Hasan Beyzâde, henüz hayattayken bir yakını tarafından müellifin yirmi kadar mektubunu ve muhtelif nesirlerini topladığı eserdir. Aynı mecmuada Hasan Beyzâde’nin kaleminden çıkmış bir vakfiye ile çeşitli fıkralar da mevcuttur.
#117 - Eylül 23 2008, 00:50:32
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hasan Can
Yavuz Sultan Selim Hanın musâhibi, yakın arkadaşı. İsfehanlı müezzin Hâfız Mehmed Efendinin oğlu, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendinin babasıdır.

1514’te Çaldıran Zaferinden sonra Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim Han, Hasan Can Çelebi’yi maiyetine aldı ve daha sonra onu yanında İstanbul’a götürdü. Babası hâfız, kendisi de Sultân’ın nedîmi yâni en yakınlarından oldu. Selim Han, Hasan Can’ı dâimâ yanında ve sohbetlerinde bulundururdu. Pâdişâh’la birlikte Mısır Seferine katıldı.

Mısır Seferinden döndükten sonra, Edirne’ye hareket etmek üzere olan Yavuz Sultan Selim, nedîmi Hasan Can’la saray bahçesini gezerken sırtına batan bir şeyden şikâyet eder. Sultân’ın düğmelerini çözüp sırtında henüz baş vermiş, etrâfı kızıl, olmamış katı bir çıban gören Hasan Can; “Pâdişâhım büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak uygun değildir, bir münâsip merhem koyalım” deyince, Yavuz; “Biz çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara mürâcaat edelim” der. Daha sonra hamamda çıbanı ovduran Sultan, yaranın büyümesi üzerine Hasan Can’a; “Seni dinlememekle kendimizi telef ettik” demiştir.

Hastalığının ağırlaşmasına rağmen, Edirne’ye doğru yola çıkan Yavuz’un hedefi Macaristan’dı. Ancak, Sırt köyüne gelindiğinde Pâdişâh, hareket edemeyecek kadar tâkâtsiz düştü. Yattığı yerden bir ara nedîmine dönen Sultan; “Hasan Can, bu ne hâldir?” buyurunca, Hasan Can; “Sultânım, Allahü teâlâ ile olacak zamandır” der. Yavuz ise; “Hasan Can, bizi bunca zamandan beri kiminle bilirdin? Cenâb-ı Hakk’a teveccühümüzde kusur mu gördün?” dedikten sonra ondan Yâsîn sûresini okumasını ister. Hasan Can, Yâsîn sûresini okurken, Pâdişâh da kendisine iştirâk eder. İkinci defâ okurlarken, “Selâmün kavlen min Rabbirrahîm” âyetini okuduktan sonra Kelîme-i şehâdet getiren Yavuz, rûhunu teslim eder.

Hasan Can, Sultân’a karşı son vazîfelerini şöyle anlatmaktadır: “Hastalığı sırasında, ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrum kalmadım. Geceleri sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak, karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlîleri ile döşekleri yanında oturur idim. Cerrahlar ilâca giriştikleri sırada kâh omzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya memur eder, ancak bana itimâd buyururlardı. Son nefeslerine kadar bir an yanından ayrılmadım. Vefâtında, Kur’ân-ı kerîm okumak ve telkînde bulunmak vazîfesini yalnız ben gördüm.”

Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından da büyük bir sevgi gören Hasan Can, Enderun'da hocalık yaptı. 1567’de Bursa’da vefât eden Hasan Can’ın oğulları ve torunları arasında pek çok şeyhülislâm, kazasker ve devlet adamı yetişmiştir. Kabri Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed’in türbesi önündedir.
#118 - Eylül 23 2008, 00:51:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hasan Paşa (Barbaroszâde)
Büyük Türk amirali. Barbaros Hayreddin Paşanın evlatlığı ve Cezâyir Beylerbeyi. Küçük yaşta Barbaros’un teveccühünü kazandı ve evlat edinildi. Barbaros’un yanında iyi bir denizci olarak yetişti. Barbaros 1533’te İstanbul’a dâvet edildiği zaman, Cezâyir’de saltanat nâibi olarak kaldı. Preveze Deniz Savaşında (28 Eylül 1538) merkez filosunda görev yaptı.

Preveze Zaferinden üç yıl sonra Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Beşinci Karl, Cezâyir’i zaptetmek üzere büyük bir donanmayla harekete geçti. Andrea Doria’nın komutasındaki Haçlı donanması, 516 parça gemi ve 40 bin askerden müteşekkildi. İmparatorun asıl hedefi, Kuzey Afrika’daki Türk hâkimiyetini yıkmaktı. Gâfil avlanan Hasan Beyin kuvvetleri ise, 600 Türk levendi ile 2000 Arap gönüllüsünden meydana geliyordu. Buna rağmen Cezâyir’i terk etmeyi düşünmeyen Hasan Paşa, mücâdeleye karar verdi. Beşinci Karl şehre hâkim Küdyetü’s-Sabûn Tepesini ele geçirdiyse de ummadığı bir mukâvemetle karşılaştı. Geri çekilen kuvvetleri yağmur ve fırtına sebebiyle yumuşayan toprakta hareket edemez hâle düştü. Fırsatı kaçırmayan Hasan Paşanın üst üste vurduğu darbelerle imparatorun 20 bin askeri telef oldu. Bütün topları ve 130 harp gemisi ele geçirildi. Hasan Paşanın elinden güçlükle kurtulan imparator, tâcını denize fırlatırken, Barbaros Hayreddin Paşanın amansız düşmanı Andrea Doria Preveze’den sonra yediği bu ikinci darbenin üzüntüsü içine düştü.

Bu sırada dokuzuncu sefer-i hümâyûnundan dönen Kânûnî Sultan Süleymân, Hasan Paşayı vekâleten baktığı Cezâyir Beylerbeyliğine asâleten tâyin etti. Hasan Paşa, bundan sonra Akdeniz’de İspanya’yı daha sıkı bir şekilde baskı altına aldı. Cezâyir’de bayındırlık işlerine önem verdi ve pekçok hayır eseri vücûda getirdi. Sağlığının bozulması sebebiyle, 1544’te görevinden ayrılan Hasan Paşa, 1549’da Cezâyir’de vefât etti. Bâbü’l-vâd’deki türbesine defnedildi. İspanyol târihçi Hedo, Hasan Paşa için; “Hiç bir paşa, Cezâyir’de onun kadar adâlet ve hakkâniyet göstermemiştir” diye yazar.
#119 - Eylül 23 2008, 00:51:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hasan Paşa (Moralı, Enişte)
On sekizinci yüzyıl sadrâzamlarından. Mora’da devşirme olarak saraya alındı. Enderun’da tahsil ve terbiye gördükten sonra Sultan Dördüncü Mehmed Han zamanında silahdâr oldu. İkinci Süleyman Hanın cülusu sırasında Mısır Vâliliği ile saraydan çıkarıldı (12 Kasım 1688). Çok geçmeden de Dördüncü Mehmed Hanın kızı Hatice Sultan ile evlendirildi. Bundan dolayı “Enişte” ve “Dâmât” lakaplarıyla da anıldı.

1691’de Sakız muhâfazasına tâyin oldu. Ancak, Sakız’ın Venedikliler eline geçmesine mâni olamadı. Bu sebeple azlolunarak hapse atıldı. 1694’te affedilerek Azak Kalesi Muhâfızlığına getirildi. İkinci Mustafa Han zamanında, önce Rikâb-ı Hümâyûn Kaymakamlığına ve ardından Halep Vâliliğine tâyin olundu. 1703’te Kavanoz Ahmed Paşanın yerine sadârete getirildi. Üçüncü Ahmed Han, kendisine sadâret mührünü verirken; “Bu vazîfe, Allah’ın kullarına hizmet işi ve Allahü teâlânın sana emânetidir. İhânetin zâhir olursa (görülürse) dâmâtlığın fâide vermez” demiştir.

Sadrâzamlık zamanı, Edirne Vakası'ndan sonraki karışıklığın devam ettiği zamana rastladı. Azimli, işbilir ve kurnaz bir kimse olan Hasan Paşa, on bir ay devam eden sadâretinde zorbaları temizleyerek istikrarı yeniden temin etti. 1704’te görevinden azledilmesi üzerine bir müddet İzmit’te oturdu. Daha sonra sırasıyla Mısır (1707), Trablusşam (1709) ve Anadolu (1712) vâliliklerinde bulundu. Rakka eyâleti vâlisiyken 1713 Mayısında tâûndan (vebâ) vefât etti.

Vefâtında altmış yaşında olan Hasan Paşanın akıllı, kâmil, cesur, tedbirli ve cömert bir vezir olduğunu devrin kaynakları kaydetmektedir. Üsküdar Doğancılar’da Nasûhî Tekkesi, eski tramvay yolu üzerinde bir çeşme, Antakya’da Bakras civarında câmi, imâret ve bir han Hasan Paşanın yaptırdığı hayır eserleridir.
#120 - Eylül 23 2008, 00:52:12
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hasan Paşa (Moralı, Enişte)
On sekizinci yüzyıl sadrâzamlarından. Mora’da devşirme olarak saraya alındı. Enderun’da tahsil ve terbiye gördükten sonra Sultan Dördüncü Mehmed Han zamanında silahdâr oldu. İkinci Süleyman Hanın cülusu sırasında Mısır Vâliliği ile saraydan çıkarıldı (12 Kasım 1688). Çok geçmeden de Dördüncü Mehmed Hanın kızı Hatice Sultan ile evlendirildi. Bundan dolayı “Enişte” ve “Dâmât” lakaplarıyla da anıldı.

1691’de Sakız muhâfazasına tâyin oldu. Ancak, Sakız’ın Venedikliler eline geçmesine mâni olamadı. Bu sebeple azlolunarak hapse atıldı. 1694’te affedilerek Azak Kalesi Muhâfızlığına getirildi. İkinci Mustafa Han zamanında, önce Rikâb-ı Hümâyûn Kaymakamlığına ve ardından Halep Vâliliğine tâyin olundu. 1703’te Kavanoz Ahmed Paşanın yerine sadârete getirildi. Üçüncü Ahmed Han, kendisine sadâret mührünü verirken; “Bu vazîfe, Allah’ın kullarına hizmet işi ve Allahü teâlânın sana emânetidir. İhânetin zâhir olursa (görülürse) dâmâtlığın fâide vermez” demiştir.

Sadrâzamlık zamanı, Edirne Vakası'ndan sonraki karışıklığın devam ettiği zamana rastladı. Azimli, işbilir ve kurnaz bir kimse olan Hasan Paşa, on bir ay devam eden sadâretinde zorbaları temizleyerek istikrarı yeniden temin etti. 1704’te görevinden azledilmesi üzerine bir müddet İzmit’te oturdu. Daha sonra sırasıyla Mısır (1707), Trablusşam (1709) ve Anadolu (1712) vâliliklerinde bulundu. Rakka eyâleti vâlisiyken 1713 Mayısında tâûndan (vebâ) vefât etti.

Vefâtında altmış yaşında olan Hasan Paşanın akıllı, kâmil, cesur, tedbirli ve cömert bir vezir olduğunu devrin kaynakları kaydetmektedir. Üsküdar Doğancılar’da Nasûhî Tekkesi, eski tramvay yolu üzerinde bir çeşme, Antakya’da Bakras civarında câmi, imâret ve bir han Hasan Paşanın yaptırdığı hayır eserleridir.
#121 - Eylül 23 2008, 00:52:39
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hasan Rıza Paşa
Balkan Harbi sırasında İşkodra Savunma Kumandanlığı yapan Osmanlı paşası. Aslen Kastamonu vilâyetinin Tosya ilçesinden olan Hasan Rızâ, 1871’de doğdu. Bağdat ve Kastamonu vâliliklerinde bulunan Nâmık Paşanın oğludur.

İlk mektebi ve askerî rüştiyeyi İstanbul’da, askerî idâdîyi Bursa’da tamamladı. 1889-1892 seneleri arasında Harp Okulunda okudu. 1895’te Kurmay Yüzbaşı olarak Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâneden mezun oldu. Türk-Yunan Harbinde, isteği üzerine Alasonya Ordusu Erkân-ı Harbiye Riyâsetine tâyin edildi ve 7 Ekim 1897’de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. 21 Ağustos 1898’de Binbaşı, 18 Nisan 1899’da Kaymakamlığa (Yarbaylığa) terfi ettirildi. 1899 yılı Mayıs ayında staj yapmak ve askerî bilgisini geliştirmek üzere Almanya’ya gönderildi. Almanya’da iken 11 Aralık 1901’de rütbesi Miralaylığa yükseltildi. 1903’te Mirlivalığa ve 10 Aralık 1906’da Ferikliğe (Korgeneralliğe) terfi etti.

İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra Edirne’de İkinci Orduya mensup Yirminci Nizâmiye Fırkası Komutanlığına getirildi. 26 Eylülde aynı ordunun Erkân-ı Harbiyesine nakledildi. Sultan İkinci Abdülhamid Hanı tahttan indirdikten sonra iktidâra gelen İttihat ve Terakki’nin orduyu gençleştirme ve modernleştirme adı altında devletine, milletine ve dînine bağlı subayları ordudan tasfiye ettiği sırada rütbesi Kaymakamlığa (Yarbaylığa) indirildi. 4 Ekim 1909’da Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Üçüncü Şûbesinde vazîfelendirildi. 21 Mart 1910’da yeniden Miralaylığa yükselerek 6. Ordu Erkân-ı Harbiyesine tâyin edildi.

1911 yılında Malisor Ayaklanmasında Garp Ordusu kumandanlığı ile İşkodra’ya giden Birinci Ferik Abdullah Paşanın Erkân-ı Harbiyesine tâyin edildiyse de, bu vazîfeden istifâ etti. 19 Temmuz 1911 târihinde müstakil 24. İşkodra Nizâmiye Fırka Kumandanlığına gönderildi. İşkodra Vâlisi Hayri Beyin vazîfeden alınması üzerine, 27 Mayıs 1912’de İşkodra Vâliliği vazîfesine de tâyin edildi.

Bu sırada İttihat ve Terakkî Hükümetinin basiretsiz uygulamaları sonucunda Balkanlarda Osmanlı Devletine karşı bir ittifak baş göstermiştir. Rusya’nın da tahrik ve teşvikleriyle Balkan milletleri 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine karşı harp ilân ettiler.

Bulgar birlikleri Batı Trakya üzerine hücuma geçerken Karadağlılar da İşkodra Gölünün güneyinden sınırı geçtiler.

24. Müstakil İşkodra Fırkası Kumandanı Miralay Hasan Rızâ Bey, müstahkem mevki kumandanlığını da eline aldı. Karadağ ordusu; kuzey, merkez ve güney olmak üzere üç yığınak grubuyla taarruza başladı. Hasan Rızâ Bey, idâresindeki fırka ile çok zahmet çekerek düşman taarruzlarını önledi. Bu sırada bâzı askerler terhis isteğiyle ayaklandılar. Hasan Rızâ Bey bu askerlere nasîhat ettiyse de netîce alamadı. Askerlerin bir kısmı, vaktiyle İstanbul’da 31 Mart Vakasına iştirâk edenlerdendi. Bu ayaklanma bâzı taşkınlıklarla bir hafta kadar devâm etti. Çâresiz kalınınca silâh ve teçhizâtları alınarak terhis tezkereleri hazırlanıp verildi. Memleketlerine dönmek üzere ayrılan askerler kısa bir müddet sonra tekrar geri döndüler. Osmanlı askerinin böyle olduğu bir sırada taarruzlarını şiddetlendiren Karadağlılar Taşlıca, Akova, Gosina ve Berena’yı işgâl ettiler. Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlıların taarruzları neticesinde bütün Rumeli hemen hemen elden çıktı.

Yalnız, İşkodra’da Hasan Rızâ Bey, bir türlü düşmana teslim olmayıp, kendisine verilen vazîfeyi cânı pahasına yürüttü. İşkodra savunmasındaki hizmetine mükâfât olarak Mirlivâlığa yükseltilmesi için pâdişâh irâdesi çıktı. Ne yazık ki terfiinden haberi olamadı.

Hasan Rızâ Paşa, Karadağlılar ve Sırplara karşı Arnavutları Osmanlılar tarafına çekmek için gayret sarf ediyordu. Ancak Arnavutlarla yapılacak antlaşmanın ayrıntılarını görüşmek üzere Esad Paşanın evine giderken, 30 Ocak 1913 günü akşamı tertiplenen bir sûikast neticesinde silâhlı üç kişi tarafından vurularak şehid edildi. Bu sûikast, bilahare Sultan İkinci Abdülhamid Hana hal’ini tebliğ edenler arasında bulunarak velînîmetine hıyânet eden Esad Toptanî adındaki eski Drac mebusu tarafından tertiplenmişti. Hasan Rızâ Paşanın vefâtından sonra da İşkodra savunması devâm etti. Fakat İşkodra’da kumandayı ele alan Esad Paşa, derhâl Karadağ ordusuyla gizlice haberleşerek şehri düşmana teslim etti.

Kahraman ve cesûr bir asker olan Hasan Rızâ Paşa, gâyet ciddî ve sert bir kimseydi. Husûsî hayâtında latîfeyi seven ve teklifsizce konuşan Paşa, vazîfeyle ilgili konularda derhâl sesini ve tavrını değiştirirdi. Verdiği emirleri tâkip eder, gevşeklikleri affetmezdi. Açık sözlü bir kimse olup, birisi hakkında bildiğini yüzüne söylemekten çekinmezdi. Emrindeki birliklerin eğitimlerine ve bütün işlerine bizzat nezâret ederdi. En tehlikeli vazîfeye en sevdiği kimseleri memur ederdi. Üstüne aldığı vazifeyi nâmus meselesi addeder ve tam mânâsıyla yerine getirmeye çalışırdı. Üst ve âmirlerine, kânun ve nizâmlara çok saygılıydı.

Ordunun politikayla uğraşmasına karşıydı. Silâhlı kuvvetleri politikaya soktuğu için İttihat ve Terakki’yi tenkit ederdi. Pâdişâha ve hükümete karşı olan ve kendi saflarında yer almasını isteyen kimselere karşı; “Ben bu hükümetin vâliliğini ve kumandanlığını kabul ettim. Bunun için ahdettim ve yemin ettim. Verdiğim söze ters hareket etmek benim için nâmussuzluktur. Ben vâli ve kumandan iken hükümet aleyhine en ufak bir teşebbüsü bile hoşgörü ile karşılamam, âzamî şiddetle hareket ederim” derdi.

Emrindeki subay ve erlerin itimâdını kazanmıştı. Kesin kararlı olup emirleri kat’î idi. Hatâsını anladığı konuda ısrâr etmeyen, fazîlet sâhibi bir komutandı.
#122 - Eylül 23 2008, 00:53:38
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Haydar Paşa (Koca)
Osmanlı vezîri. 1512 yılında Isparta’nın Gelendost ilçesinde doğdu. Eğridir ve Akşehir medreselerinde tahsil gördü. Daha sonra İstanbul’a gelerek Mîmarağa Ocağına, sonra da Dârüssanâyi Odasına girdi. Mîmarağa yardımcısı ve dârüssanâyi kalfası oldu (1530).

Tersâne yapma vazîfesi verildi. Haliç Tersânesinin yerinde havuzlar ve depolar yaptırdı. Cidde’de ilk Türk donanma üssünü kurdu. Anadolu’da çeşitli kanal ve köprülerin, Selimiye Kışlasının, Ulukışla’daki Büyük Kışlanın plânlarını hazırlamak ve inşâ etmekle görevlendirildi. Bu çalışmaları netîcesinde bir tuğlu paşalık rütbesi verildi.

Budin’in fethine ve İran seferine katıldı. Osmanlı-Macar görüşmelerinde Osmanlı heyetine başkanlık etti. Zigetvar kuşatmasına kumandan olarak katıldı(1556). Baboca Kalesini ve Köstence’yi aldı. İkinci Selim zamânında ikinci vezirlikten kubbe vezirliğine getirildi. Anadolu’nun îmârı için hazırladığı plânı pâdişâha takdim etti. Kıbrıs’ın fethine ve İnebahtı Savaşına katıldı. Tunus beylerbeyliğine getirildi. Halkulvâd Savaşında birleşik Venedik-İspanyol ordusunu yendi. 1575’te Cezâyir, 1582’de Sivas beylerbeyliğine tâyin olundu. 1583’te Özdemiroğlu Osman Paşa ile birlikte İran seferine katıldı. 1588’de Gence’nin fethini temin etti.

1595’te Sultan Üçüncü Mehmed tarafından İstanbul’a çağrıldı. Eflak seferine iştirâk etti. Bükreş önlerinde şehid düştü(1595). Arapça, Farsça, Rumca, Fransızca ve Macarca bilirdi.
#123 - Eylül 23 2008, 01:29:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hekimoğlu Ali Paşa
Osmanlı sadrâzamı. Venedikli mühtedîlerden (İslâmı kabul eden) Hekimbaşı Nuh Efendinin oğlu olup, Haziran 1689’da dünyâya geldi. İyi bir eğitim gördükten sonra Sultan Üçüncü Ahmed Han zamânında hassa silahşörlüğü ile saraya alınıp, sonra da dergâh-ı âlî kapıcıbaşıları arasına katıldı. 1713’te Zile voyvodalığına tâyin olunan Ali Bey, 1719’da Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşanın sadâreti zamânında beylerbeyi pâyesi ile Türkmen ağası, 1722’de Rumeli pâyesi ile Adana Vâlisi oldu. Bu görevdeyken çevredeki birçok aşîretin elebaşlarını sindirerek güvenliği sağlayıp, haklı bir ün kazandı.

1724’te tâyin edildiği Halep vâliliği sırasında serasker Köprülüzâde Abdullah Paşa maiyetinde doğu seferine memur edildi. Ali Paşa, Tebriz’in alınmasında büyük gayret gösterdi. 1725’te vezirlik rütbesi verilip birkaç gün sonra Anadolu Beylerbeyi ve bilâhare hastalığından dolayı vazîfesinden istifâ eden Abdullah Paşa, Temmuz 1726’da doğu serdarlığı ile Tebriz muhâfızlığına getirildi.

Bu vazîfedeyken adamları hakkında vukû bulan bâzı şikâyetlerden dolayı 1728’de Şehrizor eyâletine nakledildi. Aynı yıl Sivas, bir yıl sonra da Diyarbakır vâliliğine getirildi. Nâdir Şahın meydana çıkması ile kötü bir hâl alan doğu seferine 1730’da ikinci defâ serdâr tâyin olunan Ali Paşa, bu sırada tahta çıkan Sultan Birinci Mahmûd Han tarafından elmaslı bir kılıç ve bir samur kürk gönderilmek sûretiyle taltif edildi. Ali Paşa, Üçüncü Tahmasb’a karşı Eylül 1731’de Kuzican Zaferini kazanarak Hemedan, Urmiye ve Tebriz’i geri aldı. Şahın talebi üzerine akdolunan “Ahmed Paşa Musalahası” ile sulh sağlandı.

1732’de Sadrâzam Topal Osman Paşanın azli üzerine, Sultan Birinci Mahmûd Han zamânında sadrâzamlığa getirildi. Üç buçuk yıl süren Ali Paşanın bu ilk sadrâzamlığı, Avrupa’da Lehistan verâseti buhrânıyla, doğuda Ahmed Paşa Antlaşmasını kabul etmeyen Nâdir Şahın İran tahtında bulunan Tahmasb’ı indirip yerine Üçüncü Abbâs’ı getirmesi ve Bağdat’a hücum etmesi zamanlarına rastlar. Bağdat’ı Nâdir Şah kuvvetlerinden kurtarmaya muvaffak olan Topal Osman Paşanın 1733’de Kerkük civârında baskına uğrayarak şehid ve ordunun perişân olması üzerine sarayda toplanan harp meclisinde Sadrâzam Ali Paşa azlolunarak Midilli’ye sürüldü.

Ali Paşa bir yıl sonra gönderildiği Bosna vâliliği sırasında, üç sene Avusturya kuvvetlerinin şiddetli hücumlarına karşı kahramanca mukâvemet gösterdi. Topladığı gönüllülerle gücünü arttıran Ali Paşa, Banyaluka surları önünde Mareşal Hildburgausen’e karşı 4 Ağustos 1737’de parlak bir zafer kazandı. 1740’ta güvenliği sağlamak ve Kölemen beylerini sindirmek vazîfesiyle Mısır’a gönderildi. Bir yıl sonra Anadolu beylerbeyi olan Ali Paşa 1742’de ikinci defâ sadrâzamlığa getirildi. Ancak bir müddet sonra yeniden görevden alınarak Midilli’ye sürüldü. 1744’te Bosna, 1745’te Halep vâliliğine tâyin edildi. Ali Paşa, aynı yıl Nâdir Şahın Kars üzerine gelmekte olduğu öğrenilince Anadolu eyâleti ile ikinci defâ, şark (doğu) serdarlığına tâyin oldu.

1746’da İran ile sulh yapıldıktan sonra Anadolu’daki eşkıyâyı sindirmeye memur edildi. Karışıklıklar çıkması üzerine üçüncü defâ Bosna vâliliğine gönderildi. Ali Paşa, daha sonra tâyin edildiği Trabzon vâliliği sırasında Karadeniz derebeylerini ortadan kaldırdı. 1754’te Anadolu beylerbeyliğine naklolundu ise de Şubat 1755’te Sultan Üçüncü Osman Han tarafından sadrâzamlık tevcih edildi. Fakat bâzı mâniler sebebiyle üçüncü sadâretinde ancak elli üç gün kalabilen Ali Paşa azlolunarak Kıbrıs’a sürüldü. Ali Paşa, Kıbrıs’ta o kadar izzet ve ikrâm gördü ki, verilen hediye ve para yardımları sâyesinde üç ayda Kıbrıs fakirlerine 100 bin kuruştan fazla tasaddukta (sadaka) bulundu. Aynı sene oğlunun pâdişâha yazdığı bir arîza ile sürgünden kurtulup, 1755’te Mısır vâliliğine getirildi.

1756’da Anadolu beylerbeyi olan Hekimoğlu Ali Paşa, bu görevdeyken 14 Ağustos 1758’de eyâlet merkezi olan Kütahya’da vefât etti. Ölürken, İstanbul’daki câmii yanına defnedilmesini vasiyet eden Ali Paşanın naaşı, geçici olarak Kütahya’da defnedilmişti. Daha sonra müsâade alınarak İstanbul’a getirilip türbesine defnedildi.

Ali Paşa, akıllı, âlim, tedbirli, yiğit, sağlam görüş sâhibi, cömert ve kerîm bir zât olup, idârede şiddetliydi. Otuz seneyi aşan vezâreti zamânında başta pâdişâh olmak üzere bütün devlet erkânının itimat ve hürmetini kazanmıştı.

Âli mahlası ile şiirler yazan Ali Paşanın İstanbul’da Davutpaşa yakınlarında bir câmii, kitaplığı, sebili, türbesi ve zâviyesi vardır.
#124 - Eylül 23 2008, 01:29:32
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hüseyin Avni Paşa
Sultan Abdülazîz’in tahttan indirilip şehit edilmesine sebep olan devlet adamlarından. 1820 yılında doğan Hüseyin Avni, Ahmed adında bir uşağın oğludur. 15 yaşında İstanbul’a geldi. Bir müddet medresede okuduktan sonra Harbiye’ye girdi ve 1849 yılında Kurmay Kıdemli Yüzbaşı rütbesiyle burasını bitirdi. 1855’te paşa olan Hüseyin Avni, Kırım Harbine katıldı. Sadrâzam Fuâd Paşanın himâyesinde hızla yükseldi. 1863 yılında müşir rütbesiyle Birinci Ordu Kumandanı ve Serasker oldu. Girit ve Teselya vâliliklerinde bulundu. 13 Şubat 1874’te Sadrâzam oldu ise de 1875’te azledildi. Getirildiği mevkilerde pâdişâh ve devlet aleyhine entrikalar çeviren Hüseyin Avni, bu sebeple sık sık vazîfesinden alınıyordu. Aydın ve Konya vâliliklerinde bulunduktan sonra, bir defâ daha Seraskerliğe getirildi. Çok geçmeden bu görevinden alınan Hüseyin Avni Paşa, Bursa Vâlisi oldu ve 13 Mayıs 1876’da son defâ Seraskerliğe getirildi.

Hüseyin Avni Paşa, yakın arkadaşlarından Sadrâzam Rüşdi Paşa, Şûrâ-yı Devlet Reisi Midhat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ile berâber (ki bunlara Erkân-ı Erbaa [Dörtlüler] denirdi) Sultan Abdülazîz’i tahttan indirdi. Böylece dünyânın en büyük devletinde bir diktatör rolü oynadı.

Sultanın varlığından dahi rahatsız olan Hüseyin Avni, 4 Haziran günü de Ablülaziz Hanı şehid ettirdi. Bu günü sabırsızlıkla bekleyen Hüseyin Avni Paşa, saraydan yükselen çığlık sesleri üzerine Kuzguncuk’taki yalısında hazır bekleyen kayıkla Fer’iye Sarayına gitti. Şehid edilen Sultan Abdülazîz Hanın ölüm raporunu imzâlamak istemeyen iki doktordan birini hemen Trablusgarb’a sürdü. Diğer Doktor Ömer Beyin de rütbelerini orada söktü. Zîrâ pâdişâhın cenâzesi, karakolda en az bir saat can çekişir halde bırakılmıştı (Bkz. Abdülazîz Han). Yaralı kuşlar ve sokaktaki başıboş hayvanlar için bile hastaneler kuran Osmanlı Sultanlarına, Hüseyin Avni ve arkadaşlarının revâ gördüğü hakâretler, târihe yüzlerinin karası olarak geçmiştir.

Sultan Abdülazîz’in daha önceden de hal’ edilmesi için birçok çalışmalarda bulunan Avni Paşa, pâdişâhın hal’ edileceğini birkaç sene önce Londra’da İngiliz nâzırlarına söylemek cesâret ve hıyânetinde bulunmuştu. İngilizlerin devamlı Sultan Azîz’in intihâr tezini savunmaları bundandır.

Hüseyin Avni Paşanın devlet idâresini ele geçirmesinin sevinci pek kısa sürdü. 15 Haziran'da Sultan Abdülazîz’in kayınbirâderi Kurmay Yüzbaşı Çerkes Hasan Bey tarafından vurularak öldürüldü. (Bkz. Çerkes Hasan)

Hüseyin Avni Paşa, târihin kaydettiği en kindar şahsiyetlerden biriydi. “Ahd-i saltanatında on bir sene ma’zul [azledilmiş, görevden alınmış] bulundum” diye Sultan Abdülazîz’i açıkça tenkit ediyor ve pâdişâhın aleyhine konuşuyordu. Ancak, onun (Hüseyin Avni'nin) intikam almaktaki ustalığını bilenler, bu sözleri pâdişâha duyurmaktan her zaman çekinmişlerdi. Yine “Kînim dînimdir!” diyecek kadar ileri gitmesi onun bu yönünü çok iyi ifâde etmektedir. Hüseyin Avni Paşa, geçimsizliğinden ve meziyetsizliklerinden dolayı pek çok defâ azlediliyor sonra çeşitli entrikalarla bir makam kapıyordu. O, iki yüzlü, aşırı kiniyle garazından ve bilhassa önü alınmaz ihtirâsından başka özelliği olmayan bir insan olarak tanınmıştır. Tanzimât'tan sonra Osmanlı Devletinde başlayan ve Türk siyâsî edebiyâtında “kaht-ı rical” (adam kıtlığı) deyimi ile isimlendirilen devirde ortaya çıkan Avni Paşa, bu dönemin bütün karakteristik özelliklerini üzerinde toplamıştı. Genel olarak bu devirde vatan sevgisinin, hânedân ve pâdişâha bağlılığın azalması, ahlâksızlık ve körü körüne iktidâr hırsı, üst kademeleri işgâl eden bâzı devlet adamlarının özellikleri olarak sayılabilir.

Hüseyin Avni Paşa; kaba, görgüsüz, lâubâli ve zâlim biri olarak tanınmıştır. Bâzı askerî hareketlerde başarısı görülmüş ve Fuâd Paşa tarafından da himâye edilmesi, yükselmesini kolaylaştırmıştır. Tanzimât ricâlinden Âlî Paşa bu adamdan nefret etmekle berâber, Fuâd Paşayı kırmamak için yükselmesini engellememiştir.

Devlet içinde kendi düşüncesine göre bir şeyler yapmaya meraklı olan Avni Paşanın, Mahmûd Nedim Paşa tarafından azledilip nişanlarının alınması, pâdişâha bitmez bir kin bağlamasına sebep olmuştur. Hüseyin Avni’nin azil sebeplerinden bir diğeri de, harem-i hümâyûnda 'hazînedâr' denilen yüksek rütbeli bir câriyeye sarkıntılık yapmasıdır. Ayrıca bir selâmlık alayında, en seviyesiz külhan beyinin bile yapmaktan utanacağı bir hareketle, Kadınefendiye lafla sarkıntılık etmesidir.

Şurası muhakkak ki, Hüseyin Avni Paşanın bu menfi hal ve hareketleri, Sultan Abdülazîz’in tahttan indirilmesine ve devletin başına 93 Harbi başta olmak üzere seri felâketlerin gelmesine sebep olmuştur. Hüseyin Avni Paşa, son yüzyıl Türk târihinin en karanlık ve menfi şahsiyetlerinden biri olarak târihe geçmiştir.
#125 - Eylül 23 2008, 01:30:38
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.