Alternatifim Cafe

Tarihi Gizemler

Discussion started on Tarih

Tiwanaku'yu Kim İnşa Etti?

Zaman: İS 6-12, yüzyıllar
Mekân: Bolivya

Tiwanaku büyük bir kent değildir ama orada bulunan büyük binaların görülmeye değer olduklarından söz edilir. Başlıca binalardan birinin yakınında büyük taş temeller üzerine inşa edilmiş yapay bir tepe vardır. Bu tepenin ilerisinde insan biçimli iki taş put yer alır... Bunlar o kadar büyüktür ki, küçük devlere benzerler... Bu taş heykellerin yanında, eskiliği ve üzerinde yazı olmaması bu büyük temelleri kimin attığını ya da bunlar inşa edildiğinden bu yana ne kadar zaman geçtiğini bilmeyi imkânsız kılan bir bina daha vardır... CIEZA DE LEON, 1553

Bolivya'da Titikaka Gölü yakınındaki yaylalarda bulunan Tiwanaku arkeolojik alanı Amerika'larda ilk Avrupalı vakanüvislerin dikkatini çeken en eski anıtların bulunduğu bir yerdir. Bazı anlatımlara göre büyük İnka imparatoru Pachacuti bile 15. yüzyıl sonlarında bölgede zafer yürüyüşü yaparken kalıntıların taş işçiliğinden etkilenmişti. Efsanelere göre imparator, Tiwanaku bölgesinden taş ustalarının Cuzco'da İnka başkentinin inşaatının başına getirilmesini emretmiştir.

Tiwanaku eski Amerika'ların büyük uygarlıklarından birinin başkentiydi. Bu geniş ve planlı merkez, görkemli Tiwanaku Vadisi'nde Güney Titikaka Havzası'nın çayırları üzerine kurulmuştu. Dokuzuncu yüzyılda doruk noktasındayken Tiwanaku piramitler, saraylar, sokaklar ve devlet binalarından oluşan etkileyici bir mimari merkezin çevresinde toplanmış kalabalık bir nüfusa sahipti. Kente, büyük, teraslı, yapay bir taş cepheli piramit hâkimdir.

Akapana olarak bilinen bu piramit, tabanında 197x 257 metre olup 16,5 metre yüksekliğindedir. Akapana'nın kuzey cephesinin yanında Kalasasaya olarak bilinen surla çevrili alan 120x130 metredir. Bölgedeki diğer binalar arasında saraylar, zanaat uzmanları için ikametgâhlar, tapınaklar ve halk için evler vardır. Başkentin bu mimari merkezinin çevresinde vadide düzinelerce köyde kerpiç evlerde yaşayan işçiler ve çiftçiler bulunurdu.

Kentin 30.000 ile 60.000 nüfusa sahip olduğu ve 4-6 kilometre kare bir alana yayıldığı tahmin edilmektedir. Tiwanaku ile göl arasındaki vadi de iskân edilmişti. Bu yerleşim birimleriyle başkentin toplam nüfusu, Tiwanaku'yu İS l. binyıl sonunda dünyanın en büyük kentlerinden biri yapmaya yeterliydi.

 

(Solda) En üstünde bir avlu olan basamaklı piramit Akapana tapınağının krokisi. (Sağda) Kalasasaya külliyesinden turkuvaz taşlı taç biçiminde altın bir maske.

TİWANAKU'NUN KÖKENİ VE GENİŞLEMESİ

Tiwanaku Vadisi'nde ve Orta Andlar çevresinde yapılan arkeolojik araştırmalar, Tiwanaku'nun kökenleri hakkında somut bir tablo ortaya koymaktadır. Bölgede ilk insan yerleşimi, Tiwanaku'nun Titikaka Havzası'ndaki yüzlerce köyden biri olduğu İÖ 1500 yıllarında gerçekleşmiştir.

Tiwanaku, yaklaşık bin yıl boyunca etkinliğini artırmaya devam etmiş ve IS 1. binyılın ilk yüzyıllarında bölgenin iki büyük politik merkezinden biri olmuştur. Kuzeyde Pucara da 200-300 yılları arasında gelişerek 100-150 hektarlık küçük bir kent olmuştu. Bu dönemde Tiwanaku da boyut ve yapı olarak herhalde Pucara'ya çok benzemekteydi.

350 yılında Pucara'nın siyasal merkez olması sona erdi, Tiwanaku büyümeye devam etti. 500 yılında Tiwanaku, artık Güney Titikaka Havzası'nda başlıca siyasal güçtü. Tiwanaku, 650 yılında yayılma siyaseti gütmeye başladı. Gölün güneyindeki Güneş Adası'nı ele geçirip orada ilk bölgesel hac merkezini yaparak genişlemeyi sürdürdüler. 800 yılı geldiğinde Titikaka Gölü bölgesinde koloniler kurmuşlardı.

Tîwanaku halkının bu sert çevrede, Amerika'larda ilk devletlerden birini nasıl kurduğunu artık anlamış bulunmaktayız. Halk obsidyen, mısır ve yaylada bulunmayan diğer ürünleri elde etmek için birkaç yüz kilometre uzaktaki kolonilere yerleşmişti. Titikaka Gölü bölgesinde, waru waru eski tekniği kullanılarak göl kıyısındaki bataklık arazi yüksek verimli tarım arazisine dönüştürüldü. Bu tarlalar Tiwanaku topraklarında da, daha ötesinde de saptanmış olup, Tiwanaku devletinin tarımsal tabanını oluşturuyordu.



Güneş Kapısı'ndan bir ayrıntı: Ortadaki röliyef kimi zaman Kapı Tanrısı olarak da bilinen, başlıca Tiwanaku tanrılarından birini simgeliyor.

TİWANAKU'YU KİM İNŞA ETTİ?

Tiwanaku şehri, kuşaklar boyu süren bir muammadır ve fantastik köken kuramları doğuran bir avuç eski yerden biridir. Bilimadamları pamuk, mısır, meyve gibi önemli ürünlerin yetişmediği yüksek, soğuk ve rüzgârlı bir yaylada büyük bir kentin nasıl gelişebileceğini sorgulayıp durmuşlardır. Bu büyük merkezi yapanlar kimlerdi? Bazı tarihçilerin iddia ettiği gibi güneyden gelen göçmenler mi, yoksa orada bin yıldır yaşayan asıl halk mı inşa etmişti?

Yıkıntılar arasında bulunan heykelleri gören ilk Avrupalı yazarlar, eski çağlarda yaşamış dev bir ırktan söz etmişlerdir. 19. yüzyıl sonlarında bilim-adamı Arturo Posnansky, Tiwanaku'nm ilk olarak 10.000 yıl önce Büyük Okyanus kıyısında inşa edildiğini, sonra da jeolojik olarak yükselmiş olacağım düşünmüştür. Yirminci yüzyıl başlarında bazı yazarlar Tivvanaku'nun insanlığın doğum yeri, özgün Cennet Bahçesi ya da efsanevi uygarlık Atlantis olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tiwanaku'nuın Çin göçmenleri, Vikingler ve diğerleri tarafından inşa edildiği hakkındaki kuramların sayısı da az değildir.

Dilciler genellikle çağdaş Aymara dili konuşan insanların, Tiwanaku bölgesine 12. yüzyılda geldiklerine inanırlar. Bu kuramlara göre Tiwanaku'yu inşa edenler Pukina adında şimdi kaybolmuş olan bir dili konuşmaktaydılar.

Arkeolojik ve yer adı kanıtları ise Tiwanaku halkının Tiwanaku kurulmadan yüzlerce yıl önce bölgede yaşayan Aymara dili konuşanlar olduğunu akla getirmektedir. Eski Akdeniz ve Ortadoğu'nun büyük uygarlıklarında olduğu gibi Tiwanaku da Titikaka Gölü bölgesinin çağdaş sakinlerinin ataları tarafından kurulmuştur.
#51 - Haziran 22 2008, 13:55:06
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Polinezyalıların Anavatanı

Zaman: 30.000 yıl önce- İS, 1200
Mekân: Pasifik

Bilebildiğimiz kadarıyla Proes ya da Pahee's adını verdikleri bu teknelerle, bu insanlar, bu denizlerde adadan adaya yüzlerce mil dolaşmaktadırlar, Güneş gündüzün, Ay ve yıldızlar da gecelen pusula işlevini görmektedir. KAPTAN JAMES COOK, 1769

Kaptan Samuel Wallis, HMS Dolphin gemisiyle 17667da yoğun bir sabah sisi içinde Tahiti adasına yaklaşmaktaydı. Sis dağılınca gemisinin uzun boylu, "sağlam yapılı" savaşçılarla dolu düzinelerce kanoyla çevrili olduğunu gördü. Tahiti çok geçmeden Avrupa'da, uzak bir tropik cennet olarak tanındı.

Burada kadınlar güzeldi, yoksulluk diye bir şey yoktu, insanlar soylu vahşi türünün en üstün örnekleriydi. Ancak daha aklı başında bir gözlemci olan Kaptan James Cook adayı 17697da ziyaret ettiğinde, o günden beri bilimadamlarım şaşkına çeviren bir soruyu ortaya attı: Tahitililer bu ıssız yurtlarına nereden gelmişlerdi? Yalnızca basit kanoları olan ve metali bilmeyen bu insanlar, açık okyanusları nasıl aşıp da Büyük Okyanus'un en uzak adalarına yerleşmişlerdi?

Cook'un, Polinezyalılar'ın daha batıdan geldiklerinden kuşkusu yoktu. Âdeta bir kâhin gibi şöyle yazıyordu: "Onları ada ada izleyerek, Doğu Hint Adaları'ndan geldiklerini saptayabiliriz." Büyük İngiliz denizcisi Tupaia adında bir yerel kanocu ile konuşarak kendisine kaptanların çok uzaktaki ıssız adalara nasıl gittiklerini sordu. Tupaia pusula olarak güneşi ve yıldızları nasıl kullandıklarını anlattı.

Cook, PoImezyalılar'ın yüzlerce mil alize rüzgârları altında gidebilmelerine şaşınca Tupaia batı rüzgârlarının Kasım'dan Ocak ayına kadar estiklerini ve kanoların o aylar içinde rüzgâr yönünde gayet hızlı yol aldıklarını söyledi.

Tupaia, zihninde Polinezya'nın görüntüsünü taşıyordu. Adaları, her birine kaç günde gidileceğini ve yönlerini sıralayınca Cook bunları kabataslak bir haritaya yerleştirdi. Çağdaş bilimadamları, Tupaia'nın kuzeydoğuda Markiz Adaları, doğuda Tuamotus, güneyde Austral (Tubai) ve güneybatıda Cook Adalarıyla sınırlı bir alanı tanımlayabildiğine inanmaktadırlar.

Batıdaki Fiji ve Samoa adaları bile adamın aklındaydı ki, bu Avustralya ya da Birleşik Devletler kadar bir bölgenin akılda tutulan haritası demekti. Kaptan James Cook, Yeni Zelanda'ya giderken, Polinezya yöntemlerini izleyebilmek için Tupaia'yı da kendisiyle birlikte gelmeye ikna etti. Ama ne yazık ki, Endeavour Güneydoğu Asya'dayken Tupaia hastalanıp öldü.



Uzun mesafeli yolculukların başladığı Polinezya'da, Raiatea Adasında Tuputaputia'da restore edilmiş eski bir marae (tapınak).

VARSAYIMDAN DENEYE

Cook'tan sonraki kâşifler, Tahitili denizcilerle görüşmemişlerdir. Pek çok masabaşı araştırmacısı, Pasifik Adalarının rüzgârın etkisiyle kıyıdan çok uzaklara sürüklenmiş kanolar tarafından iskân edildiğini kabul etmiştir. Ancak 1965'te İngiliz David Lewis, Mikronezya'nın Caroline Adaları'nda yaşlı kano kaptanlarıyla karşılaşmıştı.

Lewis onlardan, karadan çok uzaklara gitmek için önemli yıldızları izlemeyi, dalgaların yönünü, uzak kıyılara çarpıp dönen dalgaları tanımayı, deniz ve kara kuşlarının uçuşlarını izleyerek çıkış noktalarından çok uzaktaki adalara nasıl gittiklerini öğrendi. Bu denizciler denizin ve gökyüzünün aynı işaretlerini kullanarak evlerine sağ salim dönebiliyorlardı.

Lewis hızla kaybolmakta olan bir sanatı korumaya kararlı olarak Avrupa yapımı okyanus yatını, yalnızca bir yıldız haritası ve yardımcı olarak Polinezyalı bir denizci ile Cook Adalarından Yeni Zelanda'ya kadar götürdü. Lewis 1970'lerde de Caroline Adaları kılavuzlarının yanına çırak olarak girdi.

Böylece varsayım, yerini deneyime bırakmış oldu. Antropolog Ben Finney 1960;lı yılların sonunda eski çağların Polinezya kanolarının benzerleriyle uzun süreli deneylere başladı. Finney7in ilk teknesi Naleiha, Hawaii kraliyet kanosunun 12 metrelik bir kopyasıydı.

Hawaii7nin rüzgârlı sularında yapılan deneyler teknenin rüzgârla yol alabileceğini gösterince Finney, Büyük Okyanus Adalarında kullanılan kano tasarımlarını birleştirerek yaptırdığı bir kanoyla Hawaii7den Tahiti'ye gidip gelmeye karar verdi. Hawaii7li Kerb Kawainui Kane tarafından tasarlanan Hokule'a çifte gövdeli, iki yengeç kıskacı biçimli yelkenli 19 metrelik bir tekneydi.

Finney, Mikronezyalı denizci olan Mau Piailug ile çoğunluğu Hawaii'lilerden oluşan bir mürettebatla 1976'da Hawaii'den Tahiti'ye gidip döndü. Bu yolculuğun ardından yalnızca yerli kılavuzlar kullanarak adalar çevresinde iki yıllık bir yolculuğa çıktı. Hokule'a'nın deneyleri sayesinde eski Polinezya seyir becerileri artık sonsuza kadar korunmaya alınmıştır.



Hawaii çifte gövdeli kanosunun modern kopyası olan Hokule'a. Geleneksel seyire duyulan ilgi Hokule'a'yı ve diğer tekneleri eski kano rotalarında yolculuklara sürüklemiştir.

ESKİ GÖÇLER

Arkeologlar ve dilciler de buralardaki eski göçlerin izlerini araştırmışlardır. 77 Austronezya dilinin yakınlarda yapılan bir İncelemesinde, buralardaki adaların sakinlerinin kökenlerinin Taiwan olduğu anlaşılmıştır. Bunlar adadan adaya atlayarak Filipinlerde ve Yeni Gine'ye, oradan Tahiti, Hawaii, Yeni Zelanda'ya ve Paskalya Adası'na geçmişlerdir.

Bu karmaşık yolculuğun 2000 yılı aşkın bir süre sürdüğü tahmin edilmektedir ki, tarih öncesi terimlerle bu yalnızca bir göz kırpma zamanı demektir, insanlar Solomon Adaları'na en az 28.000 yıl önce yerleşmişlerdir.

5000 yıl öncesinde çok geniş bir değiş tokuş ağı deniz kabuklarını, obsidyeni (volkanik cam) ve diğer maddeleri Asya kıtasının içinden ortadaki adalara kadar getirmiştir. Bu insanları kendilerine özgü "Lapita" çömleklerinden izleyebiliriz ki, bu da Yeni Gine açıklarındaki Bismarck Takımadalarında gelişmiş olabilir. Ama 10 birinci binyılda Fiji kadar doğuda bulunduğu tespit edilmiştir.

Okyanusa dayanıklı çifte gövdeli kanolar ve taro gibi kolay depolanan bitki kökleri ufkun ötesindeki birbirlerinden yüzlerce mil uzaklıktaki adalara ziyareti mümkün kılmıştır. Kendisi de denizci olan Yeni Zelandalı arkeolog Geoffrey Irwin, bilgisayar modellerini ve kendi yolculuklarını kullanarak denizaşırı yolculukların sistematik olduğunu, bilerek gerçekleştirildiğini ve okyanus ve gökyüzü bilgisine dayandığını göstermiştir.

Kılavuzluk sisteminin kuşaktan kuşağa geçmesi nedeniyle denizcilerin başarıları şaşırtıcı olabilir ama hiç de esrarengiz değildir. Mikronezya ve Doğu Polinezya IS l. yılda Fiji'den başlayarak son 2000 yıl içinde iskân edilmiştir. Tahiti'ye 800, Hawaii'ye 600, Paskalya Adası'na 300 ile 400 ve Yeni Zelanda'ya 1000 yılında yerleşilmiştir. Bu yolculuklar!;) çağdaş insanın dünyaya 150.000 yıl süren yayılmasının son bölümü de tamamlanmış oluyordu.
#52 - Haziran 22 2008, 13:56:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İnkaların Çocuk Kurbanları

Zaman: 14-15. yüzyıllar
Mekân: Ekvator, Peru, Şili, Arjantin ve Bolivya

Bir keresinde bu adaya kurban edilmek üzere on dört yaşında bir kız getirilmişti. Ancak başrahip kızı kabul etmedi. Vücudunu titiz bir muayeneden geçirince memelerinin birinin altında küçük bir ben bulmuştu. Bu nedenle tanrılarına kurban edilmeye değer bulunmamıştı. PEDER BERNABECOBO, 1653

İnka İmparatorluğu'nu Konu edinen ilk vakayinameyi yazan İspanyol vakanüvislerinden Peder Barnabe Cobo, bize şimdi Bolivya Cumhuriyeti'nde olan Titikaka Gölü'ndeki Güneş Adası'ndan getirilen genç kızın yukardaki hikâyesini anlatır. Kız, eski Andlar'ın en büyük hac merkezlerinden ve dini tapınaklarından birinde kurban edilecekti. Ancak kız, kurban edilemeyince hikâyesini İnka İmparatorluğu'nun 1532'de fethinden birkaç yıl sonra adaya gelen bazı İspanyollar'a anlatacaktı.

İnkalar hakkındaki bilgilerimiz Cobo gibi eski zaman vakanüvislerinden ve çağdaş arkeolojik araştırmalardan gelmektedir. İnka İmparatorluğu'nun çok büyük, çok-etnikli, çok-dilli bir devlet olup 4000 kilometrekare bir alana yayıldığını biliyoruz, iktidar hanedanlarını 16. ya da 14. yüzyılda kuran halk Andlar'ın çok yükseklerinde olan Cuzco'da yaşıyorlardı ve burası onlara göre dünyalarının maddi ve manevi merkeziydi.

İnka İmparatorluğu'nun Quechua dili konuşan ataları birkaç kuşak içinde Batı Amerika'nın bu geniş topraklarında yaşayan onlarca farklı etnik grubu ve topraklarım fethetmişlerdir. İsyanlar çok sıktı ve böyle büyük bir alam ve halkı kontrol altında tutmak çok güçtü. Dünyanın diğer eski imparatorluklarında olduğu gibi, farklı grupları iktidardaki hanedanların kontrolü altında tutmanın ve İktidarlarını yaygınlaştırmanın başlıca yolu, bir devlet dininin kurulmasıydı.

 

(Solda) Arkeologlar Llullaillaco zirvesinde bir kazıda. Burada, 6700 metre yükseklikte kadın bir İnka kurbanı bulunmuştur. (Sağda) Cerro el Plomo'da 6000 metre yükseklikte, en güney noktada bulunan İnka mumyası. Bu çocuk kurbanın yanında, çeşitli heykelcikler ve bir torba koka yaprağı bulunmuştur.

ANDLAR'IN KUTSAL YERLERİ

İnka İmparatorluğu boyunca ve ondan yüzyıllarca önce And halkları kutsal yerlerde "Huaca" adını verdikleri tapınaklar inşa ederlerdi. Huaca'lâr ruhani gücü olduğuna inanılan bir doğa parçasındaki doğal ya da insan elinden çıkma bir mekândı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huaca'larda adaklar çok yaygındı.

En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de çocuklardı. İlk İnkalar Cuzco bölgesinde yüzlerce tapmak yapmışlardı ve bunların her biri yeni doğmakta olan İmparatorluktan akraba gruplar tarafından bakılır ve korunurdu.

İmparatorluk büyüdükçe devlet Güneş Adası'nda-ki gibi daha büyük tapmaklar inşa etti. Tapınak külliyeleri belli başlı huaca'larda Güneş'e, Ay'a, Gökgürültüsü Tanrısı'na ve diğer tanrılara adanırdı. Bu huaca'ların çevresinde bir din geliştirmek için çok büyük kaynak ve enerji harcanmıştı. Görkemli tapınaklar Cuzco soylularının, uyruklarının yaşamları üzerinde sahip oldukları ideolojik ve politik gücü vurgulamaktaydı.

 

(Solda) Günümüzde bir maestra ya da şaman, bir adak töreninde koka yaprakları ve günlük yakıyor. (Sağda) 1995'te bir çığ düşmesi sonunda Peru'da Ampato zirvesindeki buzlar arasında bulunan İnka kızının mumyası.

İNSAN KURBAN ETME

İnsan kurban etme, İnkalar'ın bir icadı değildi. İspanyol öncesi And ikonografisinde genelde savaş tutsakları olmak üzere kurban edilmiş insanların tasvirleri yer almaktadır. Hatta Peru'da ilk yontulmuş taş kitabelerde, kafaları kesilmiş savaş tutsakları görülür. Diğer kültürlerde de insan kafası ganimet olarak alınmıştır. İnkalar bu uygulamaları imparatorluğu bir arada tutan devlet dininin ve imparatorluk ideolojisinin bir parçası haline getirmişlerdir.

Çocukların kurban edilmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Çocuklar capac hucha adı verilen politik bakımdan önemli bir ayinde kurban edilirlerdi. Colin McEwan ve Maarten van de Guchte'ye göre bu terim, "Kraliyet yükümlülüğü" olarak çevrilebilir.

Bu bilimadamları, araştırmalarında, altı ile on yaşında çocukların imparatorluğun dört bir yanındaki köy ve kasabalardan Cuzco'daki başkente nasıl gönderildiklerini anlatırlar. Bazıları için bu, yüzlerce, hatta binlerce kilometre yol demekti. Çocuklar ve kendilerine eşlik edenler yol boyunca köylerden şarkılar söyleyerek geçerlerdi.

Cuzco'ya vardıktan sonra kentin merkezinde toplanırlar ve İnka rahipleri tarafından sembolik olarak evlendirilirlerdi. Hayvanların ve diğer adakların kurban edilmesinden sonra, çocuklar Cuzco'nun büyük meydanının çevresinden geçirilirlerdi. Sonra tekrar köy ve kasabalarına gönderilir, buralarda yeni törenler yapılırdı. Törenin sonunda çocuklar alkol ve diğer maddelerle uyuşturulur ve memleketleriyle ilişkili bir huaca'da öldürülürlerdi.

Arkeologlar Andlar'ın her yerinde çocuk kurban edildiğini saptamışlardır. Bu capac hucha törenlerinin kalıntıları adalarda, mağaralarda ve dağ tepelerinde bulunmuştur. Arkeolog Johan Reinhard, And-Ur'da çoğunlukla karla kaplı volkanik doruklarda kurban izlerine rastlamıştır.

Bu kurbanların oralardan çıkarılması, dünyanın en güç arkeolojik çalışmalarıdır: Reinhard ve arkadaşları 6000 metre yüksekliğe çıkmak, oksijen azlığından doğan yükseklik yorgunluğu, buz, kül ve karla mücadele etmek zorundaydılar. Eski çağların insanlarının, o dağlara çağdaş araç gereç olmadan çıkmalarındaki kararlılık gerçekten şaşırtıcıdır.

Bu mumyaların bulunması beceri olduğu kadar şans da gerektirir. Beceri bunları nerede arayacağını bilmek ve şans da cesetleri ortaya çıkaracak doğru çevre koşullarının bir araya gelmesidir. Yağmacılar çalmadan ya da havayla temas ettiği için havadaki mikroorganizmalar tarafından cesetler bozulmadan mumyaları elde etmek için, Reinhard ve ekibi buzları ve kaya kadar sert toprağı kazmak, bulgularını bilimsel olarak kaydetmek ve sonra mumyayı kamplarına güvenli bir şekilde taşımak zorundaydılar.

Belgelerde çocuk kurban etmeye ilişkin büyük törenler hâlâ anlatılmaktadır. Peru'da Arequipa yakınlarında Ampato'da bulunan arkeolojik kanıtlar bu belgeleri doğrulamaktadır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu.

Kutsal bir renk olan kırmızı toprak, mezarının zeminine serilmek üzere dağın tepesine taşınmıştı. Kurban yerinin çevresinde inşa edilen platformlar ve belki de başka binalarda başka küçük çocukların kurban edildikleri kuşkusuzdur.

Eski ve yeni dünyadaki diğer imparatorluklarla kıyaslandığında çocukların kurban edilmesi İnka devletinde pek nadir rastlanan bir şeydir. Ancak çocuk kurban edildiği bir gerçektir ve bunun çok önemli dini ve politik amaçları vardı. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı.

Kurban edilmek üzere Cuzco'ya bir tören alayı halinde götürülen düzinelerce çocuğun görüntüsü, İnka devletinin gücünün yılda bir kere olsun gözler önüne serilmesiydi. Bu trajik ama güçlü devlet kurumunu tam olarak değerlendirebilmek için, inka İmparatorluğu'nun siyasal mantığını ve dini ilkelerini tarihi bağlamı içinde anlamamız gerekir.
#53 - Haziran 22 2008, 13:57:18
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Paskalya Adası'ndaki Heykeller

Zaman: 1000-1700
Mekân: Güneydoğu Büyük Okyanus'ta Paskalya Adası

İnsanlar size "bilmeceyi çözdünüz mü" diye sorarlarsa, bunu yaptığımızı iddia edemeyeceğimizi ama çok daha yeni ve ilginç bir şey bulduğunuzu söyleyebilirsiniz. KATHERINE ROUTLEDGE, 1915

Paskalya Adası'nın (Rafa Nui ya da Rapanui) coğrafyası, jeolojisi ve ekolojisi oraya birinci binyılda belirsiz bir tarihte yerleşen Polinezyalılar'ın kaderini biçimlendirmiştir. Adanın ıssız sular ortasında olması ile 1722'de Avrupalı seyyahların gördükleri kurak manzara birleşince, görkemli moai'leri (taş heykeller) dikmek için çok uygun çıplak bir sahne olduğu ortaya çıkıyor.

Doğa ile kültür arasındaki bu mesafe Batı bilimini kuşaklar boyunca şaşırtmıştır. Ancak yakın zamanlarda yapılan araştırmalar Rapa Nui arkeolojik veri tabanını zenginleştirmiş ve ekolojik bağlamı biraz daha açıklığa kavuşturmuştur.

Dilbilimciler ve antropologlar da Polinezya'nın kökenlerinin ve Polinezyalılar'ın dağılmalarının yeni modellerini yaratmışlardır. 1913-15'te Paskalya Adası'na yapılan Mana Keşif Seferi'nin liderlerinden biri olan Katherine Routledge'in sözleriyle "yeni ve ilginç" pek çok şey ortaya çıkmaktadır.

 

(Solda) 1786'da Paskalya Adası'na giden Fransız heyetindeki ressam Duche de Vancy'nin çizdiği resmin taşbaskısı. Heyet üyelerinden biri, hâlâ kaidesi üzerinde duran heykeli ölçüyor. (Sağda) Rapa Nui taş moai'leri, saygın ve belki de tanrılaştırılmış ataların onuruna dikilirdi. Bunların kutsal anlamları vardı ve gözlerinden doğaya iletilirdi.

ADA

Hapa Nui, güney yarıküresinde Büyük Okyanus'un güneydoğusunda, Nazca Sahanlığı üzerinde, dinamik bir jeolojik gerilim ve sismik istikrarsızlık odak noktasında bulunmaktadır. Üç denizaltı volkanının lâvlarından oluşan üçgen biçimli, bazalt bir kütledir.

163 kilometrekare olup, küçük bir adaysa da, Büyük Okyanus'taki yaşanabilir adaların en küçüğü değildir. Paskalya Adası'na ulaşan ilk Avrupalı, Hollandalı Amiral Jacob Roggaven olmuştur. Roggaven, adaya Paskalya günü ayak bastığı için, buraya Pas-kalya Adası adını vermiştir.

Coğrafi olarak tecrit edilmiş bir durumda olması-M rağmen kültürel açıdan Polinezya'nın geri kalanına bağlıdır, yağış ve ısı bakımından tropik-altı bir yerdir. Bu marjinal ekoloji sistemi, kısıtlı doğal kaynaklar ve bitkilerin yavaş büyümesini doğurur. Ancak, bir zamanlar adada, yoğun bir palmiye örtüsü de vardı.

Rapa Nui kültürünün keşif öncesi döneminde volkanik bir oluşum olan Rano Raraku önemli rol oynamıştır. En azından 500 yıllık bir süre içinde bu kusursuz heykel malzemesi, topraktan çıkarılmış ve adanın bilinen 883 heykelinin yüzde 95'i bu malzemeyle yapılmıştır.

Rano Raraku heykellerinin hepsi dört tipten birine girer ve tasarım özelliklerinin oransal ilişkileri sabittir. Bu da estetik sürekliliğin, kesintisiz toplumsal modellerin ve kuşaklar boyu süren siyasi istikrarın kanıtlarım ortaya koyar. 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde bilinen moailer'in üçte biri ahu adı verilen tören platformlarına başarıyla nakledilmiş ve dikilmişti.

Rapa Nui kıyılarında belli başlı ahu mekânları çok sayıda heykeli taşıyacak süslü taş duvarları olan yapılara dönüştürülmüştür. Bu kıyı ahularının çoğu ve moai'lerin bazıları Puna Pau adındaki tek bir volkanik kaynaktan çıkarılan kızıl taşlarla süslenmiştir.



Anakena'daki Ahu Nannau, Rapa Nui efsanelerinde adadaki toplumun kurucu atası Hotu Matu'a ile ilişkilendirilir.

KÖKENLER VE TECRİT EDİLMİŞLİK

Polinezyalılar uzun yolculuklara dayanacak çok büyük yelkenli sallar ve çifte gövdeli kanolar inşa ederlerdi. Teknelerinin özelliği sağlam yapıları, esnek ama sıkıca birleştirilmiş ek yerleri ve denize dayanaklılıktı. Kimi zaman en büyük moai'nin üç katı boyunda ağır kütükler başarıyla kaldırılıp en engebeli arazi üzerinden taşınırdı. Becerikli denizciler rotayı rüzgâr yönüne göre saptarlar, rüzgâr değişimlerini, kuş ve balıkların doğal hareketlerini hesaba katarlardı.

İS birinci binyılda Büyük Okyanus'un doğusunda, Polinezyalılar'ın yolculukları başlamıştı. Rapa Nui 300 ile 400 yılları arasında keşfedilmiş olabilirse de, 800 yılında burasının artık bilindiği kesindir. Mangareva, Pitcairn (Rapa Nui'nin en yakın komşusu) ve Henderson 800 ile 1600 yılları arasında zaman zaman ama tekrarlanan ticari ilişkiler içindeydi.

Rapa Nui yerleşimine hangi adadan başlanıldığı bilinmemekle birlikte Cook Adaları'ndan Mangareva ve Mangaia'ya bazı arkeolojik benzerlikler vardır. Kızıl taşlardan yapılma anıt heykeller Rapa Nui'yi Pitcairn ile belki de Austral Adaları'ndaki Raivavae'ye bağlamaktadır.

Polinezyalılar'ın Doğu Pasifik'teki stratejik yolculuklarının arkeolojik, dil ve etnografik kanıtları, P. V. Krich'in sözleriyle, "Thor Heyerdahl'ın Polinezyalılar'ın Amerikan kökenli oldukları kuramını altüst etmiştir."

Polinezya gezginlerinin Güney Amerika kıyılarına eriştikleri ve buradan, belki de takas yoluyla, ehlileştirilmiş tatlı patates (Ipomoea batatus) ve Lagenaria asmakabağı elde ettikleri giderek daha inandırıcı olan bir varsayımdır. Daha sonra Polinezya'ya sokulan tatlı patates buraların paha biçilmez besin maddesi olmuştur. Tatlı patates Rapa Nui'de büyük plantasyonlarda ve ev bahçelerinde yetiştirildi. Dev taş anıt projelerini bu besin beslemiş ve dini önemi diğer maddeleri kat kat aşmıştır.




(Solda) Austral Adaları'nda Raivavae'deki gibi kırmızı taştan yontulma heykeller hem Paskalya Adası'nda hem Doğu Polinezya'nın diğer yerlerinde bulunur. (Sağda) Paskalya Adası'nda toplam 883 heykel sayılmıştır ve hepsi de dört beden tipinden birine uyar. En uzunu olan dördüncü tip, en önemlisidir.

MEGALİTLER VE DENİZCİLER: BİR NAKLİYE PROJESİ

Paskalya Adalılar dev heykelleri nasıl nakledip dikmişlerdir? Moai üretiminin üç aşaması vardır: Taşın çıkarılması, nakli ve dikilmesi. Bunlardan her biri özel uzmanlık, alet ve eşgüdümlü çalışan işçi grupları gerektirir. Benzer heykellerle yapılmış deneyler gerekli ve çok değerliydi.

Bir heykelin yontulması için gereken zaman ve el emeği değişirse de, 1913-15'te Paskalya Adası'na yapılan Mana Seferinin eş başkanı William Scoresbury Routledge bunu hesaplamıştır. Ona göre taş aletler kullanan bir usta yontucu ile 54 işçi 10 metre yüksekliğinde bir taş heykeli 15,5 günde yontabilirlerdi. Ancak daha yakınlarda yapılan araştırmalarda bu sürenin, hesaplarının iki katı tutabileceği ortaya çıkmıştır.

Routledge bir heykelin bir taş omurga üzerinde dengeli bir dikdörtgen olarak yontulup sonra kesilerek çıkarıldığım göstermiştir. Rano Raraku'nun yamaçlarındaki dev heykeller gerçekten şaşırtıcı ise de, ahu'lara nakledilen moai'lerin yüzde 95'ten fazlası 6 metreden küçüktür.

Routledge'in hesaplarına uyan yalnızca bir tane 10 metrelik heykel, bir ahu'ya başarıyla dikilmiştir. Aslında adanın istatistik ortalaması 4 metre yükseklik ve 8 ila 10 ton ağırlıktır. Rapa Nui halkı tarafından başarılan taş yontma işi etkileyiciyse de, bunların çoğu Polinezya kano yapımı yeteneği içindedir.

Heykellerin taşınması konusunda pek çok nakliye yöntemi ortaya atılmıştır. Bunlardan karmaşık bir üçayak sistemi içereni önerilmiş ama daha sonra uygulanamaz bulunup denenmemiştir. Dik taşıma yöntemlerinden ikisi düz arazi üzerinde denenmiştir.

Her ikisi de engebeli arazide mümkün ama tehlikeli bulunmuştur. Ortalama bir heykel için en mantıklı nakliye yöntemi yatay durumda sürüklemek, yokuş aşağı ya da yukarı inip çıkarken direkler ve halatlar kullanmaktır. Kıyı ahu'ların çoğunda heykeli havaya dikmek için yatay konumda olması gereklidir.

Polinezyalılar ağır kanoları sudan çıkarıp karada taşımakta ustaydılar. Bunlardan bazıları taşınır, bazıları kütükler üzerinde yuvarlanır ya da bir kanonun üzerinde kayabileceği bir yüzey oluşturan birer metre aralıklı yatay "basamaklardan" oluşan bir "kano merdiveni" üzerinde çekilirlerdi. Dik arazide basamaklar iplerle birbirlerine tutturularak bir "ip merdiven" olurdu.

Kano teknolojisine dayanan bir nakliye varsayımı yakınlarda Rapa Nui'de denenmiştir. İstatistik bakımından ortalama bir moai'nin beton kopyası, Polinezya kano gövdesi biçiminde bir kızağa oturtulmuştu. Kütükler, manivelalar ve "kano merdiveni" kullanılan üç deneme yapıldı.

Kütükler başarılı olmadı ama "kano merdiveni"ni kullanarak kopya moai, düz arazide kolaylıkla 100 metre çekilip sonra bir rampadan bir ahu kopyasına çıkarıldı. Kızak aynı zamanda heykeli koruyacak ve kaldıracak bir vinç gibi de kullanılmıştı.

 

(Solda) İstatistik bakımdan ortalama bir moai, Ahu Akivi'de bulunmuştur. (Sağda) Rano Raraku'daki bu taşocağındaki yatay heykel adadakilerin en büyüğüdür.

NAKLİYE DENKLEMİNDE İNSAN

Ortalama bir moai'yi bir kızakla düz arazide çekmek için kırk kişi gerekmektedir. Yirmi uzman, aynı heykeli üç günde ayağa kaldırabilir. Bir moai'yi yontacak, nakledecek ve ayağa kaldıracak ortalama bir Rapa Nui reisliğinin 8,7 geniş aileden, yani 395-435 kişiden oluşması gerektiği hesaplanmıştır. 20 hektar araziden gelen tatlı patates ve diğer ürünler bunları beslemeye yeterliydi.

Ancak Rapa Nui gelenekleri usta yontucuların ton balığı ve ıstakoz gibi özel yiyeceklere de ihtiyaçları olduğunu belirtir. Çevre koşulları uygun oldukça Rapa Nui toplumsal ve politik yapısı bozulmamıştır. Ancak ortalamadan büyük moai'ler daha büyük kaynak yatırımı gerektirmiştir.

Böylece kaynakların tükenmesine ve yenilerinin yetişmesinin yavaşlığına bağlı olan ekonomik bir gerileme başlamıştır. Kuraklık ya da soğuk uzun süreli olduğu takdirde, yoğun bir stres saldırganlığa dönüşmüş olabilir.

Rapa Nui toplumunda moai hem tanrısal hem de laik bir rol oynuyordu. Bunlar eski Polinezya ruhsal gücü olan mana içerirlerdi ama aynı zamanda başarının, ortak yiyecek üretiminin, sergilenmesinin ve dağıtımının güçlü belirtileriydi. Günümüzde bir zamanlar devrilmiş olan pek çok moai yeniden ayağa kaldırılmıştır. Restore edilmiş ahu'ların üzerinde duran moai'ler Rapa Nui atalarının geleceğe bakan ve bize geçmişi hatırlatan "canlı yüzlerini" temsil ederler.
#54 - Haziran 22 2008, 13:58:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Proto-Elam Yazısı

Zaman: İÖ 3050-2900
Mekân: İran

Eski çağlar araştırmacılarının çoğu için Elam'ın âdeta egzotik, her şeyden uzak bir yeri vardır: Mezopotamya'nın doğusunda telaffuzu güç adlar, alışkın olunmayan mekânlar, pek az anlaşılan bir dil ve barbar bir halk. DANİEL T. POTTS, 1999

Tam gelişmiş bir yazı sistemi olduğu varsayıl-dığı takdirde Proto-Elam yazısı, dünyanın en eski çözülmemiş yazısıdır. Bu yazı, Kitabı Mukaddes'te Pers eyaletinin adı olan Elam'da ve klasik coğrafyacılarca eski başkenti Susa'nın adıyla anılan Susiana'da yaklaşık beş bin yıl önce kısa bir süre (ÎÖ 3050-2900) kullanılmıştır.



(Üstte) İran platosunda tabletlerin bulundukları yerler işaretlenmiş proto-Elam yerleşim birimleri. Proto-Elam yazısı Mezopotamya'da Uruk'ta kullanılan proto-çivi yazısından kısa bir süre sonra görülmüştür.

Burası günümüzde Batı İran'ın petrol alanları bölgesine denk düşmektedir. Ancak proto-Elam yazısının yalnızca Elam'la sınırlı kalmayıp daha geniş bir alanda, İran'ın Afganistan sınırına yakın bölgelerde bile kullanıldığı saptanmıştır.

Burada "proto-" önekinin kullanılması yazının Lineer (Eski) Elam yazısı olarak bilinip kısmen çözülmüş olan daha sonraki bir yazıdan önce gelmiş olmasıdır. Bu da Susa'da bulunmuş ve yine kısa bir süre için (İÖ yaklaşık 2150) hükümdar Puzur-Insusinak tarafından kullanılmıştır. (Üçüncü ve büyük ölçüde çözülmüş bir yazı olan Elam çivi yazısı ÎÖ 13. yüzyıldan başlayarak uzun yüzyıllar boyunca ve bu arada Pers kralı Darius tarafından başkenti Persepolis'de kullanılmıştır.)



(Üstte) Dört koyun sürüsüne ilişkin Proto-Elam yazısıyla yazılmış bir idari belge. Burada ondalık sistem kullanılmıştır.

Proto-Elam yazısı ile Lineer Elam yazısı arasındaki ilişki tartışmalıdır. Araştırmacılar önceleri iki yazının aynı dilin yazısı olduğuna ve Lineer Elam yazısının Proto-Elam yazısından doğduğuna inanıyorlardı. Ancak günümüzde ortak bir dil ve kültürün olmadığına ikna olmuşların sayısı giderek artmaktadır.

Proto-Elam yazısı örnekleri çok fazladır: Bazıları çok bozulmuş olduğundan ancak tahmin edilen 100.000 karakterli 1500 kil tablet. Oysa Lineer Elam yazısının kullanıldığı yalnızca 22 tablet bulunmuştur. Ama bazı yazıları çift dilli olduğu için (ikinci bilinen dil, Akad çivi yazısıdır) Lineer Elam yazısı çok daha iyi anlaşılmaktadır. Oysa Proto-Elam yazısı metinlerde çift dil kullanılmamıştır ve dili hiç bilinmemektedir.

Ancak yine de yazı hakkında epey çok şey bilmekteyiz. Yazıyı çözmenin en verimli yöntemi, bütün tabletlerde bulunduğu için, rakamlardır. Tabletlerde tıpkı Mezopotamya'nın çok daha iyi anlaşılan Sümer tabletleri gibi insanların listeleri ve hesaplamalar vardır. Çoban ve koyunlarla ilgili şöyle bir örnek verilebilir:

Tabletlerdeki rakamlar dikkatle incelendiğinde Proto-Elamca yazan kâtiplerin burada gösterilen basit ondalık sistem dışında çeşitli sayma sistemleri kullandıkları görülmektedir. Örneğin, cansız nesneleri saymak için Babil'de olduğu gibi altılı bir sistem kullanılmaktaydı.

Ancak Proto-Elam yazısıyla yazılmış hesapların çoğunu anlamamıza rağmen, nümerik olmayan simgelerin fonetik ya da logografik olup olmadığını bilmediğimizden, kişilerin ve kurumların adları olduğu anlaşılan pek çok simgeyi çeviremiyoruz. Yazının karmaşık bir ekonomik kayıt tutma sistemi değil de, tam bir yazı sistemi olduğu ancak dili bilmekle kanıtlanabilir.
#55 - Haziran 22 2008, 13:59:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Lineer A ve Phaistos Diski

Zaman: İÖ I750-?1450
Mekân: Girit

Phaistos Diski'nin çözümü için pek çok varsayım geliştirilmiştir ve öneriler pek çok hayali yöne doğru gitmektedir: Baskça, Çince, Dravid, Yunanca, Hititçe, Luwi dili, "Pelasgi" Dili, Sami Dili, Slavca, Sümerce ve diğerleri.. Eğer çözümlerden biri doğruysa, diğerlerinin hepsi yanlıştır. YVES DOHOUX, 2000

Sir Arthur Evans yüz yıl önce Girit'te Knossos'ta "Minos Sarayı"nda "Lineer B Yazısı" adını verdiği şey için kazı yaparken, yine çoğunlukla kil tabletlere yazılı ve ona benzeyen ikinci bir yazı buldu ve buna "Lineer A Yazısı" adını verdi.

Knossos'ta ve Girit'in başka yerlerinde çoğunlukla mühür taşları üzerinde üçüncü bir tip yazı buldu ve onu da "hiyeroglifik" olarak tanımladı. Arkeolojik kayıtlara göre "hiyeroglifik", üç yazının en eskisiydi ve İÖ 2100-1700 yılına aitti.

Lineer A, ÎÖ 1750-1450 dönemindendi ve Lineer B ise Lineer A'dan sonra geliyordu. Bunun üzerine Evans üç yazının da aynı "Minos" Dili'ni yazdığını ve Lineer B'nin Lineer A'dan ve Lineer A'nın da herhalde "hiyeroglifik" yazıdan geliştiği sonucuna vardı.

Buna örnek olarak daha sonraki Mısır yazılarının Mısır hiyerogliflerinden türediğini ve hepsinin bir Mısır dilinin yazıları olduğunu gösteriyordu. Son olarak da, (Evans tarafından keşfedilmemiş olan) benzersiz Phaistos Diski vardı ve Evans bunu diğer üç yazıdan herhangi biriyle ilişkilendiremiyordu.

Günümüzde Evans'ın bu basit tablosu, Phaistos Diski'nin tecrit edilmesi dışında, terk edilmiştir. Michael Ventris 1952'de Lineer B'nin Yunanca olduğunu saptamıştı. Lineer A bir dereceye kadar çözülmüştür ama Girit Dili olmadığı kesin olan bir dille yazılmış olduğundan okunamamaktadır.

'"Hiyeroglifler"in anlamları ise bütün esrarım korumaya devam etmektedir. Dahası, her üç yazı da Girit dışında bulunmuştur ve tarihleri birbirleriyle örtüşmektedir. Bu nedenle yalnızca Girit içinde düz bir gelişme çizgisi varsayanlayız: Lineer A ve Lineer B biri diğerinin babası olmaktan çok, iki kuzen yazı olabilirler.

 

(Solda) 1907'de yapılmış bir tabloda Sir Arthur Evans Knossos'ta. Evans elinde, Girit'te keşfettiği üç yazıdan biri olan Lineer B ile yazılmış bir tablet tutuyor. (Sağda) Lineer A'nın bulunduğu önemli bir yer: Güney Girit'te Aya Triada'da Minos sarayı.

Lineer A

Lineer A'nın ilk keşiflerinin çoğu, adanın güneyindeki Aya Triada'daki bir Minos sarayının yerinde yapılmıştır. Ancak ondan sonra, bütün Ege'deki Yunan adalarında, Yunan anakarasında bir yerde ve Türkiye anakarasında (eski Miletos'ta) ve hatta Filistin'de iki yerde pek çok yazı bulunmuştur. Ancak Lineer A'yla yazılı olanların toplamı, Lineer B'den çok azdır: Bulunan 1500 metnin çoğu çok küçük ve hasarlı olup toplam 7500 karakterdir. (Oysa Lineer B karakterleri on binlercedir ve 200'den az da "hiyeroglifik" karakter bulunmuştur).

Lineer A'yı çözmede başlıca iki ipucu verimli olmuştur: Nümerik sistem ve Lineer A simgelerinin çoğunun Lineer B ile olan benzerlikleri. Hangi simgelerin rakam olduğunu teşhis etmek güç değildi: Bunlar tıpkı Lineer B'de olduğu gibi diğer simgelerden farklıydılar. Lineer A rakamları Lineer B'nin-kilerin eşidir: Kesir simgeleri ve 10 için kalın bir nokta olması dışında:





Esrarengiz Phaistos Diski. Üzerindeki baskı simgeler başka bir yazıya benzememekte ve dili hiç bilinmemektedir. Disk Güney Girit'te Phaistos'ta bir sarayın kalıntıları arasında bulunmuştur.

PHAİSTOS DİSKİ

Eski Girit'in yazıları arasında en büyük muamma kuşkusuz Phaistos diskidir. Bu 1908'de bir italyan arkeolog tarafından Güney Girit'te Phaistos'ta bir sarayın kalıntıları arasında bulunmuştur. Arkeolojik bağlamda diskin en geç İÖ 1700 yılından kaldığı saptanmıştır ki, bu da Lineer A'nın çağdaşı olduğunu göstermiştir.

Disk pişirilmiş kilden yapılmıştır ve her iki yüzünde ıslak kile bir pres ya da zımba ile bastırılmış karakterler vardır. Böylece diskin, baskının Çin'de başlamasından 2500 ve Gutenberg İncili'nden 3000 yıl önce yaratılmış dünyanın ilk basılmış belgesi olduğu söylenebilir.

Ancak Lineer A ve B'de olduğu gibi her karakteri tek tek yazmak varken neden bir pres ya da zımba kullanılmış olsun? Bu eğer belgelerin birkaç kopyasını "basmak" içinse, neden 90 yıl süren yoğun kazılarda bu yazıyla yazılmış başka bir belge bulunmamıştır? Ve Phaistos Diski üzerindeki simgelerin neden hiçbiri Girit "hiyeroglifik" yazısına, Lineer A ya da Lineer B'ye benzememektedir?



(Üstte) Lineer A yazılı kil tablet Minos Sarayı'nda burada bulunmuştur.

Araştırmacıların bir kısmının inandığı gibi disk Girit'e ithal edilmiş olabilir mi? Sahte bir kanıt -hatta ilk kazıyı yapanların bir oyunu- olabilir mi? Yazının anlamı konusunda pek az ipucu vardır ve güvenilir bir tek cevap bile yoktur. Simgeler hem diğer "Minos" simgelerine benzemediklerinden hem de sayıları çok az olduğundan (toplam 242 adet) çözüm konusunda pek işe yaramamaktadır ve bunların ardındaki dil tam bir bilinmeyendir.

Keşif alanı da diski kıyaslayacak başka bir arkeolojik bulgu olmadığından diskin tarihinin belirlenmesi dışında gerçek anlamda bir yardım sağlamamıştır. Diskin yazısını çözmenin tek ciddi umudu bir gün benzer yazıların bulunduğu bir yazı kütüphanesi bulmaktır.

Ancak bu durum bazı bilimadamlarını ve pek çok amatörü birbirlerinden çok farklı çözümler önermekten alıkoymamıştır (ki, bu da işin ne kadar umutsuz olduğunun bir göstergesidir). Yalnızca 1999'da İngilizce ve Fransızca iki kitap yayınlanmıştır. Bunlardan birinde proto-İyon Yunancası ile diskin tam bir çevirisi verilmiş, diğerinde diskin bir hesap aleti, bir tür "Bronz Çağı'na ait bilgisayar diski" olduğu ileri sürülmüştür.

Çince bile diskin gerçek dili olarak önerilmiştir. Pek çok profesyonel araştırmacıya göre Phaistos Diski'ni çözdüğünü iddia eden kimse "kafadan çatlak" olmalıdır. Lineer B'nin çözülmesinde Ventris'le çalışan John Chadwick yıllar boyunca hemen hemen ayda bir tane yeni disk çözümleri haberi almıştır ve bunların içinde bazı mantıklı unsurlar içerenleri analiz etmeye de devam etmektedir.

Chadwick şöyle yazıyor: "Sabırsızlığımızı frenlemeliyiz ve Kral Minos, bizzat birisinin rüyasına girip gerçek yorumu açıklasa bile, o kişinin bunun tek olası çözüm olduğuna başkalarını inandırmasının imkânsız olacağını kabul etmeliyiz."

Antikçağ'ın en gizemli yapıtlarından biri olan Phaistos diskinin bulunduğu Phaistos kenti özellikle saray kalıntılarıyla tanınır. Kent 10 15. yüzyılda istilacılar tarafından yıkılmıştır.
#56 - Haziran 22 2008, 14:00:04
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yazının Doğuşu

Zaman: İÖ 3300?
Mekân: Mezopotamya

Harflerin babası olan sen, onlara gerçek sahip olduklarının tam karşıtı olan bir güç verme isteğinle yönlendiriliyorsun... Belleğin değil, hatırlatmanın bir iksirini icat ettin ve öğrencilerine bilginin görüntüsünü sunuyorsun. Çünkü onlar bilmeden pek çok şeyi okuyacaklar ve çoğunlukla bilmedikleri şeyleri biliyor gibi görüneceklerdir. SOKRATES'E GÖRE MISIR KRALININ, YAZININ İLAHİ YARATICISI THOTH'A SÖZLERİ.

Yazı nasıl başladı? Konuşma özel bir öğretim gerektirmeyen evrensel bir insan yeteneği olduğu halde, yazı, insan tarihinde görece yeni bir gelişmedir ve özel, bilinçli bir öğretim gerektirir. 18. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı'na kadar yazının en gözde açıklaması ilahi kökenli olduğuydu.

Günümüzde bilimadamlarının çoğu ilk yazının, elimizdeki eski Mısır, Hint, Çin ve Orta Amerika yazılarında muhasebeye pek rastlanılmasa da muhasebeden doğduğunu kabul ederler. Buna rastlanılmamış olması o uygarlıklarda bürokratik kayıtların bozulabilir maddeler üzerinde tutulmadığı anlamına gelmemektedir.

Diğer bir deyişle, ÎÖ dördüncü binyılın sonlarında "uygarlığın beşiği" Mezopotamya'nın ilk Sümer kentlerindeki ticaret ve yönetimin karmaşıklığı yönetici seçkinlerin bellek güçlerini aşacak noktaya ulaşmıştı. Ticari işlemleri tartışılmaz ve sabit bir biçimde kaydetmek gerekli olmuştu. O zaman yöneticiler ve tüccarlar, "Bunu yazıya dökelim mi?" ya da "Bunu yazılı olarak alabilir miyim?"in Sümerce'sini söyleyeceklerdi.

Bazı bilimadamları bu soruna bilinçli bir çözümün ÎÖ 3300 yıllarında Uruk (Kitabı Mukaddes'teki Ereh) kentinde bilinmeyen bir Sümerli tarafından getirilmesinin yazıyı doğurduğuna inanırlar. Yine bazıları bunun bir icat değil, rastlantısal bir buluş olduğu fikrindedirler. Çok kimse de yazıyı ani bir ilham ürünü değil, uzun bir süre devam eden bir evrimin sonucu olarak görür.

Pek tanınmış bir kurama göre yazı kilden "fişler"in sayılması sisteminden çıkmıştır. Basit disklerden amacı bilinmeyen karmaşık sivri biçimlere kadar değişik "fişler", Ortadoğu'nun arkeolojik alanlarında bulunmuştur. Bu kurama göre bu üç boyutlu fişler yerine kil üstünde iki boyutlu sembolleri yazıya giden ilk adımdı.

Büyük güçlüklerden biri "fişler"in Sümer çivi yazısının ortaya çıkışından sonra uzun bir süre devam etmesidir. Bir diğer güçlük de, kil bir tablet üzerinde iki boyutlu bir sembolün üç boyutlu "fiş"ten daha çok değil, daha az ileri bir kavram olarak görülmüş olabilmesidir. "Fişler"in yazının çıkışma yol açtığı değil, onun çıkışına eşlik ettiği daha muhtemeldir.

Bazı bilimadamlarına göreyse, yazının tam olarak ne zaman ortaya çıktığı sorusu bilimsel bir soru değildir. Asıl bilimsel soru, bugüne kalan en eski yazı örneklerinin ya da yazının "ata"sı sayılabilecek örneklerin hangi tarihten kaldığıdır. Bir başka bilimsel soru da, yazının hangi toplumsal koşulların ürünü ve hangi toplumsal gereksinimlerin karşılığı olarak ortaya çıktığı olmalıdır.

 

(Solda) Proto-yazı mı? Fransa'da Pech-Merle'de bir mağaradaki bu simgeler herhalde 20.000 yaşındadır. Anlamları bilinmiyor. (Sağda) İÖ 1200 yılından Çin "Kehanet kemikleri". Simgelerden bazıları modern Çin karakterlerine benzemektedir.

"PROTO-YAZI"

"Fişler" dışında "proto-yazı" denilebilecek sayısız örnek vardır. Örneğin Güney Fransa'da mağaralarda bulunan Buzul Çağı sembolleri herhalde 20.000 yaşındadır. Lot'ta Peche-Merle'de bir mağarada Buzul Çağı'nda çizilmiş bir el ve kırmızı noktalar vardır.

Bu ne demektir? "Ben hayvanlarımla buradaydım" mı? Yoksa burada daha derin bir sembolizm mi vardır? Başka resimlerde atlar, bir geyik kafası, bizon ve bazı simgeler vardır. Kertilmiş kemikler herhalde ay takvimleri işlevini görüyordu.

"Proto-yazı", bugün kelimeyi kullandığımız anlamda yazı değildir. Ünlü yazı araştırmacısı John DeFrancis "tam" yazıyı "herhangi bir düşünceyi iletmek için kullanılan grafik semboller sistemi" olarak tanımlamıştır. Bu tanıma göre "proto-yazı" Buzul Çağı mağara sembollerini, Ortadoğu arkeolojik "fişler"ini, Pikt sembol taşlarını, İnka quipus düğümlerini ve uluslararası ulaşım sembolleri, otoyol simgeleri, bilgisayar "ikonları" ve matematik sembolleri ile müzik notalarını içerir. Bu sistemlerden hiçbiri "bütün düşünceleri" ifade edemezlerse de, özel iletişimde her birinin yararı vardır.

İnsan düşüncesini bütün genişliğiyle ifade etmek için, konuşulan dille yakından ilişkili bir sisteme ihtiyacımız vardır. Çağdaş dilbilimin (ve yapısalcılığın da) kurucusu Ferdinand de Saussure'in yazdığı gibi, dil bir kâğıda benzetilebilir. "Kâğıdın bir yüzünde düşünce, diğer yüzünde ses vardır. Bir makas alıp kâğıdın bir yüzünü öteki yüzüne zarar vermeden kesmek nasıl mümkün değilse, bir dilde de sesi düşünceden ya da düşünceyi sesten ayırmak mümkün değildir."

 

(Solda) Modern hiyeroglifler, "proto-yazı"nın çağdaş biçimidir. Bunların anlamları bilinmektedir, ancak alfabetik harflerin aksine sınırlı kullanımları vardır. (Sağda) Tutankhamon'un mezarından iki altın göğüslük. Yukarıdaki ***öceği (kheper olarak okunur) Tutankhamon'un prenomeni Nebkheprure'nin bir kısmını oluşturan bir rebus'tur. Şahinin pençelerindeki "ankh" simgesi (haçlı) bir piktogram olup "hayat" anlamına gelmektedir.

YAZININ GELİŞMESİ

İlk "tam" yazı sistemi sayılabilecek sembollerin genellikle piktogramlar olduğu düşünülür: Bir tencere, ya da bir balık ya da ağzı açık bir baş (yemek kavramını ifade için). Bunlar ÎÖ 4. binyılın ortalarında Mezopotamya ve Mısır'da, ondan kısa bir süre sonra İndus Vadisi'nde ve bazı Çinli arkeologların (kuşkulu) iddialarına göre daha önce de Çin'de bulunmuşlardır.

Bunların ikonluğu çoğunlukla kısa zamanda o kadar soyutlaşmıştır ki, bizler için artık tanınmaz haldedirler. Aşağıda Sümer piktogramlarının çivi yazısına nasıl dönüştüğü görülmektedir:

Ancak piktogramlar resmedilemeyen kelimeleri ve bunları oluşturan parçaları ifadede yetersizdi. Yalnızca piktografik, sınırlı "proto-yazı"nın aksi olarak "tam" yazının gelişmesi için gerekli olan rebus ilkesiydi. Latince'de "nesnelerle" anlamına gelen sözcükle ifade edilen bu radikal fikir, fonetik değerlerinin piktograf sembolleriyle temsil edilmesine imkân verir.



Böylece İngilizce'de önünde 4 (four) olan bir arı (bee) resmi "before"u (önce) temsil edebilir. Bir arı (bee) ile bir tepsi (tiay) resmi "betray" (ihanet) olarak okunabilir. Mısır hiyeroglifleri rebus'lerle doludur; örneğin R(a) ya da R(e) olarak telaffuz edilen güneş simgesi O, firavun Ramses'in hiyeroglif hecesinin ilk sembolüdür. Sümer tabletlerinden birinde soyut "parasını iade" sözcüğünün bir saz ile temsil edildiğini görüyoruz. Bunun nedeni "iade" ile "saz"in Sümer dilinde aynı fonetik gi değerini paylaşmalarıdır.

Konuşma ve düşünmeyi tümüyle ifade edebilen bu "tam" yazı icat edildikten -ya da bir rastlantı sonucu bulunduktan ya da evrimle oraya gelindikten-sonra, bulunduğu Mezopotamya'dan bütün dünyaya yayılmış mıdır?

En eski Mısır yazısının tarihi İÖ 3100, İndus Vadisi'ninki (çözülmemiş mühür taşları) İÖ 2500, Girit'inki (çözülmemiş Lineer A yazısı) İÖ 1750, Çin'inki ("kehanet kemikleri") İÖ 1200, Orta Amerika'nınki (çözülmemiş Zapotek yazısı) ÎÖ 500 yıllarından kalmadır ve bu tarihlerin hepsi yaklaşık tarihlerdir.

Bu temele dayanarak belirli bir yazının sembollerinin değil de, yazı fikrinin bir kültürden uzak kültürlere ağır bir tempoyla yayıldığını söylemek mantıklı görünmektedir. Baskı fikrinin Çin'den (Girit'te bulunan İÖ 1700 yılına ait ve "baskı" gibi görünen esrarengiz Phaistos diskini saymazsak) Avrupa'ya erişmesi 600-700 yıl sürmüştür. Kâğıt fikrinin Avrupa'ya yayılmasının daha da uzun sürdüğü gözönüne alınırsa yazının Mezopotamya'dan Çin'e çok daha uzun bir sürede gitmiş olmaması için bir neden yoktur.

Yine de, fikrin iletilmesi konusunda somut kanıtların yokluğunda (ki, Mezopotamya ve Mısır gibi daha yakın uygarlıklarda bile) bilimadamlarının büyük bir kısmı yazının eski dünyanın büyük uygarlıklarında birbirinden bağımsız olarak geliştiğini düşünmeyi yeğlemektedirler, iyimserler ya da en azından anti-emperyalistler, insan toplumlarının zekâ ve yaratıcılıklarını vurgulayacaklardır.

Tarihe daha muhafazakâr açıdan bakan kötümserler ise insanların varolan şeyi mümkün olduğu kadar aslına sadık kalarak kopya ettiklerini, yeniliklerini mutlak ihtiyaç duyulan durumlarla sınırlayacaklarını kabul edecektir. Ne de olsa bu sonuncusu Yunanlılar'ın (İÖ 1. binyılın başlarında) alfabeyi Fenikeliler'den alışlarını ve bu arada Fenike yazısında olmayan sesli harf simgelerini eklemelerinde tercih edilen açıklamadır.

İS 1. binyılda Japonlar'ın da Çin karakterlerini almaları gibi başka yazı alma örnekleri de vardır. Paskalya Adası'nın rongorongo yazısı -ki, ada yeryüzünün her yerden en uzak iskân edilmiş noktasıdır- çözülürse bu Paskalya Adası sakinlerinin yazıyı kendilerinin yardımsız mı icat ettikleri, yoksa yazı fikrini kanolarında Polinezya'dan mı getirdikleri ya da adayı ilk 17. yüzyılda ziyaret eden Avrupalılar'dan mı aldıkları sorusuna ışık tutacaktır. Eğer rongorongo'nun Paskalya Adası'nda yardımsız icat edildiğim kanıtlayabilirsek, o zaman yazının bir tek değil, birkaç kökeni olduğundan sonunda emin olabileceğiz.

Yazıyla uygarlık ve kültürel gelişme arasında dolaysız bir ilişki olduğu öne sürülür. Bununla birlikte 20. yüzyılda yapılan antropolojik araştırmalar son derece karmaşık bir ruhsal ve kültürel sisteme sahip bazı toplulukların yazı olmadan da varlıklarını sürdürebildiklerini ortaya koymuştur.

Bütün bunların sonucunda son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Yazı her zaman ticaretin ve meta ekonomisinin belli bir düzeye geldiği ve görece geniş bir coğrafya üzerinde merkezi bir yönetimin kurulduğu topluluklarda bir zorunluluk olmuştur.
#57 - Haziran 22 2008, 14:01:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük İskender'in Lahdi

Zaman: İÖ 4. yüzyıl
Mekân: İskenderiye, Mısır

Jul Sezar... Ölümün gençliğinde vurduğu ve böylece mağlup bu dünyanın intikamını aldığı o deli ama şanlı serüvenci, Büyük İskender'in cesedini taşıyan kayadan yontma lahde acele bir ziyarette bulundu. LUCANUS, İS 1. YÜZYIL

İskender, İÖ 323 yılında Babil'de öldüğünde hiç kuşkusuz cesedinin Aegai'de (günümüz Kuzey Yunanistan'ında Vergina) Makedonya krallarının geleneksel kraliyet mezarlığında gömüleceği umuluyordu. Babil'de cesedi yakılmak yerine tahnit edildi.

Selefini gömmek yeni kralın yasal hakkı olduğu için imparatorluğunda hak iddia edenler, onun yerine geçme mücadelesine girince, bir iktidar mücadelesinin odak noktası oldu. İskender'in Batı Mısır çöllerinde Zeus Ammon'un kehanet ocağı olan Siwa'da gömülmek istediği söylenir, İskender'e orada kendisinin "Ra'nın oğlu" olduğu, yani Zeus Ammon'un oğlu olduğu söylenerek iltifat edilmişti.

Bu tanrının özelliği olan koç boynuzları bundan sonra kimi zaman İskender'in çeşitli tasvirlerine eklenmiştir. Siwa'da gömülmek onun gerçek isteği miydi, yoksa ölümünden sonraki propaganda savaşı için o günlerde uydurulmuş bir hikâye miydi, bunu asla kesinlikle bilemeyeceğiz.

 

(Solda) Yapımının iki yılda tamamlandığı söylenen İskender'in gayet süslü cenaze arabasının Diodorus tarafından anlatıldığı biçimde canlandırılmış çizimi. (Sağda) Karakteristik saç stili ve dalgın bakışlarıyla Büyük İskender'in mermer başı. İstanbul Arkeoloji Müzesi.

MISIR'A YOLCULUK

Sonunda İskender'in cesedini kazanmayı başaran Mısır hükümdarı Ptolemaios Soter (İÖ 304-284) oldu: Soter Şam'a gitti ve burada cesedi Babil'den göndermekten sorumlu satrap Arrhidaeus'la görüştü. Herhalde burada büyük paraların el değiştirmesinden sonra, cenaze alayının rotası tamamen değiştirildi ve ceset Makedonya'ya değil de Mısır'a doğru yoluna devam etti.

İskender'in son istirahatgâhının ayrıntılarını değil de, yapımı iki yıl süren gayet süslü cenaze arabası hakkında daha çok şey biliyor olmamız da tarihi açıdan garip bir tecellidir. Sicilyalı tarihçi Diodoros, yazdığı tarihinde, ÎÖ l. yüzyılda görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak, arabanın gayet ayrıntılı bir tarifini bırakmıştır.

Bundan sonra olanlar tam olarak bilinmemektedir. Bir tarihi geleneğe göre İskender'in cesedi İskenderiye'ye gönderilmeden önce Memphis'e götürülmüştür. Kısa bir süre için de olsa Memphis'de toprağa verilmiş olması akla yatkın görünmektedir. Ancak İskender'in cesedi konusundaki başlıca kaynaklarımız olan Diodoros ve Strabon, Memphis'ten söz etmedikleri için kaynaklardan biri olan Curtius Rufus'un, bunun "birkaç yıllığına" olduğu iddiası sorgulanabilir.

İskender'in cesedi Ptolemaios Soter'in hükümdarlığının sonu gelmeden çok önce İskenderiye'ye taşınmış ve burada altın bir tabut içinde sergilenmiştir. Ancak bu İskender'in son istirahatgâhı olmayacaktı. Ptolemaios Soter'in haleflerinden Ptolemaios Philopator'un (ÎÖ 221-205) Ptolemaios hanedanı için yaptırdığı Sema ya da Soma (kaynaklar iki adı da vermektedirler) mozolesinde Ptolemaios'un Mısır hükümdarları olan seleflerinin yanı sıra İskender'in cesedi de bulunuyordu.

Bu anıt İskender'in İskenderiye'deki özgün istinatgahının çevresinde inşa edilmiş olabilirse de, oraya yakın yeni bir yerde de kurulmuş olabilir. Bu durumda İskender'in ilk gömüldüğü yer çok geçmeden unutulmuş olacaktır. Ancak İskender'e o zaman bile rahat verilmemişti: X. Ptolemaios (İÖ 107-88) altın tabutu çalıp yerine ak mermerden bir tabut bıraktı.

Mezarın son kayıtlı ziyaretçisi 215 yılında Roma imparatoru Caracalla idi. Anıt 273 yılında İskenderiye'de başgösteren ayaklanmalar sırasında muhtemelen imha edilmiştir. Bu olaydan yüz yıl sonra İskenderiye'yi ziyaret eden piskopos John Chrysostom mezarın yerinin bile unutulmuş olduğunu yazmıştır.



Ptolemaios'lar döneminde İskenderiye'nin planı. İskender'in mezarının Sema'daki yeri.

KAYIP MEZAR: KLASİK KAYNAKLAR

Bugün, İskender'in mezarına ait hiçbir ize rastlanılmamaktadır ve mezardan kalan da herhalde çağdaş İskenderiye'nin altında kalmıştır. Ama mezarın nerede olduğunu yaklaşık olarak biliyoruz: Strabon, bunun doğu limanın yanında krallık ikametgâhları, tapınaklar ve büyük parklarıyla "Saraylar" olarak bilinen bölgede olduğunu belirtmektedir.

İskender'in mezarının da kentin bu kuzeydoğu semtinde denize yakın ya da deniz kenarında olması mümkündür. Ancak elimizdeki yazılı kaynaklarda görünümü ya da boyutları hakkında açık bir ipucu yoktur ve mezarı, kentin, kilden yapılmış süslü lambaların üzerindeki küçük temsili resimlerinde tespit etmek pek inandırıcı değildir.

Latin şairi Lucanus'un birinci yüzyıldan kalma bir şiirinde, cesedin bir yeraltı odasında bulunduğu belirtilmektedir. Lucanus mezarın biçim olarak piramite benzer olduğunu ima ediyorsa da, bundan inandırıcı hır görünümünü çıkarmak mümkün olamamıştır.

İskender'in mezarının o zamanki mozolelerde kural olduğu gibi (bunların en ünlüsü Türkiye'de Halikarnassos'ta [Bodrum'da] bize "mozole" sözcüğünü veren Kral Mausolus'un mezarıdır) kare ya da dikdörtgen olup olmadığını ya da dairevi biçimiyle geleneklerden ayrılıp ayrılmadığını bilemiyoruz.

Lucanus'un arkeolojik dilde dairevi bir mezar (genelde üzerinde toprak bir höyük vardır) anlatmak için kullanılan tümülüs sözcüğünü kullanmış olması, İskender'in mezarının mutlaka daire biçimli olduğunu kanıtlanamaz: Şiirlerde bu sözcük, tanımlamalardaki doğruluk yerine kafiye ya da vezin ihtiyacı için de seçilmiş olabilir.

Gerçek şu ki, İskender'in mezarının biçimi ve süslemeleri hakkında bugün hiçbir gerçekçi fikre sahip değiliz ve bu anıtı görmüş ya da ondan etkilenmiş olanların eski çağlarda mutlaka var olmuş olması gereken yazılı metinleri de, ne yazık ki günümüze kadar ulaşmamıştır.

 

(Solda) İÖ 4. yüzyıl sonları ya da 3. yüzyıl başlarında Lysimachus tarafından çıkarılan sikkede İskender'in Zeus Ammon olarak portresi (koç boynuzlarıyla). (Sağda) Cezayir'de Batna yakınlarında İÖ 200-150 yıllarından kalma Le Medracen mozolesi. Çatı basamaklı piramit şeklindedir ve dikey yüzey Dor stili yarım sütunlarla süslenmiştir.

NUMİDİA'DAKİ BENZERLERİ

Somut kanıt olmaması karşısında varsayımlara gitmek zorundayız. Kuzey Afrika'da Mısır dışında günümüze kalan en önemli Roma öncesi anıtlar hiç kuşkusuz Numidialı kral ve prenslerin Cezayir'de Siga, Tipasa, Constantine ve Batna ile Tunus'ta Dougga'daki örneklerdir. Bunların hepsi Yunan Helenistik dünyasıyla yakın ilişkileri gösterirler ve hemen hemen hepsinde görülen dört eşit olmayan parçaya bölünmüş yüksek sahte kapı, Makedonya mezar mimarisinde çok yaygındır.

Bu Numidia mezarlarının en büyüğü ve en etkileyicisi Batna yakınlarındaki Le Medracen dairevi mozolesi (çapı 59 metre) ve Tipasa yakınlarındaki "Hıristiyan Kadının Mezarı" olarak bilinen (sahte kapı üzerindeki bölme çizgileri nedeniyle yanlışlıkla böyle adlandırılmıştır) ve çapı 63 metre olandır. Birincisi daha eski olup İÖ 200 ila 150 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir.

Tipasa mezarı ondan yüz yıl sonra yapılmıştır. Le Medracen vahşi ve ıssız bir doğanın ortasında tek basınadır ve onun ait olması gereken yerleşim yeri günümüze kadar tespit edilebilmiş değildir. Şu anda bu dairevi Numidia mezarlarının Akdeniz dünyasında öncüleri yoktur. Her ikisi de İskender'in mezarının bilinen iki unsurunu taşımaktadır: Anıtın dışında başlayan bir geçitle erişilen bir yeraltı mezar odası ve piramit biçiminde bir çatı.

Bunlardan her ikisinde de İskender'in İskenderiye'deki mezarının model olarak alınmış olması mümkün müdür? Yunan dünyasının Mısır'a en yakın yeri olan Cyrenaica'da (Doğu Libya'da) geç Helenistik dönemde daire şeklinde mozolelerin ortaya çıkması bir rastlantı mıdır?

Augustus'un Roma İmparatorluğu üzerinde hâkimiyetini pekiştirmeye çalıştığı dönemde hanedan emellerim ifade için kendisine İÖ 28 yılında Roma'da Campus Martius'ta daire biçiminde bir mozole inşa ettirmiş olması da bir rastlantı mıdır? Bu mozole ondan sonra Roma dönemi boyunca aristokrat seçkinlerin gösterişli mezarlarına model olmuştu.

Daire biçimi Roma'daki Hadrianus mozolesinde (Castel Sant'Angelo) ve Ravenna'da Theoderic'in mezarında görülür. Çok daha sonraları, 18. yüzyılda, bu model Yorkshire'da Howard'da ve Lincolnshire'da Brocklesby'deki mükemmel örnekler gibi Avrupa'nın başka yerlerinde görkemli aile mozoleleri örnekleri olarak yeniden keşfedilmiştir.

Şu halde İskender'in İskenderiye'deki mezarının daire biçimli olduğu ve önce Numidialı kralların ve sonra da Augustus'un, ünlü seleflerinin mozolesini örnek aldıkları varsayımı ileri sürülebilir. İskender' in mezarının ya serbest ya da birbirine bağlı sütunlarla çevrili olduğunu (Le Medracen ve Tipasa'da olduğu gibi) ve heykel bakımından da zengin olduğunu tahmin edebiliriz. Ama bütün bunlar somut kanıtlardan yoksundur.

Son zamanlarda Achille Adriani tarafından İskenderiye'deki doğu mezarlığında ak mermerden yapılma basit bir mezarın İskender'in mezarı olarak gösterilmesi girişimi inandırıcı değildir. Ancak arkeologlar gerçek mezarın kalıntılarını çağdaş İskenderiye'nin altında (bir rastlantıyla) bulana kadar, bu olağanüstü insanın son istirahatgâhının neye benzediğini asla öğrenemeyeceğiz.
#58 - Haziran 22 2008, 14:02:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Çin İmparatoru'nun Mezarı

Zaman: İÖ 210
Mekân: Xian, Çin

İlk imparator Qin, kral olur olmaz Li Dağı'nda kazılar ve inşaatlar başladı... Mezar saray, köşk ve büro modelleriyle, zarif çanak çömlek ve değerli taşlar ve antikalarla dolduruldu. Zanaatkarlara, içeri girmeye çalışanların vurulmalarını sağlayacak tatar yayları yerleştirmeleri emredildi. SIMA QIAN, İÖ 145-86

Xian'da alçak tepelerin çevrelediği tarlalar arasında doğuya doğru giderken Li Dağı olarak bilinen alçak bir tepe görülür. Yerel halk yüzyıllardır burasını doğal bir arazi parçası olarak görmüşse de, 60 yıl önce bile bölgede çok garip pişmiş topraktan büyük insan heykelleri bulunmuştu.

1974'te bir kuyu kazılırken bulunanlar buranın, Çin'in tarihinde çok özel bir yer olduğu varsayımları güçlendi: Köylüler hâlâ yüzlerinde özgün boyalarını taşıyan ve ellerinde bronz silahlar bulunan insan boyunda kilden askerlerle karşılaşmışlardı. Yerel halk, Çin'in ilk imparatoru Qin Shi Huangdi'nin mezarını iki bin yıldır koruyan sessiz orduyu bulmuştu. Çin tarihinde Savaşan Devletler olarak bilinen

önemli dönem İÖ 221 yılında sona ermişti. Belli başlı devletler İÖ 453 yılından beri hâkimiyeti elde etmek için hemen hemen kesintisiz bir savaş sürdürmüşlerdi. On binlik, hatta yüz binlik orduların bulunduğu bu dönemde savaş ve silah sanatında da büyük sıçramalar kaydedilmişti. 311 yılında Qin Devleti, zengin Sichuan havzasını fethetti. 277'de Chin, arkasından da Han ve Wei düştü.

Muzaffer Kral Zheng, kendim Qin Shi Huangdi ilan etti. İÖ 217 yılında ölen yüksek düzey bürokratlarından Efendi Xi'nin mezarında Çin'in günümüze kalmış en eski hukuki belgeleri bulunmuştur. 500 çok değerli bambu parçası üzerinde yeni hukuki rejimin, birleşik bir devlet altında evrensel yasaların sıkı bir biçimde uygulanmasına dayandırıldığı belirtilmiştir.

İmparator ülkesini 36 komutanlığa bölmüş, Xianyang'daki başkentinden kuzeyde Büyük Çin Seddi'nin ve yeni bir sarayın inşasına başlanması emrini vermişti. Ölümsüzlük fikirlerine kapılan imparator ÎÖ 246 yılında da 700.000 askerinin, insanlık tarihinde bir eşi bulunmayan bir mezar yapmalarını emretmiştir.



Li Tepesi, Çin'in ilk imparatorunun yeraltı sarayını ve mezarını örtmektedir. Şimdi 47 metre yüksekliğinde olan tepe zamanında çok daha yüksek olmalıydı.

İMPARATORUN ORDUSU

Duvarlarla çevrili büyük bir dikdörtgen içindeki mezar külliyesini iki kaynaktan biliyoruz. Bunlardan birincisi arkeoloji, ikincisi de zamanın tarihi kayıtlarıdır. Bu duvarların önünde pişmiş topraktan ordunun bulunduğu çukurlar yer alır. Dünya arkeolojisinde, ziyaretçileri, 1. çukura inerken karşılaştıkları manzaraya hazırlayacak pek az yer vardır. Uzun, paralel odacıklarda pişmiş topraktan sessiz savaşçılar dizisi gözalabildiğine uzanmaktadır.

Ön tarafta dört atla bir araba vardır. Piyade askerleri dimdik, ellerinde uzun saplı bronz mızrakları ya da uçları hâlâ sivri oklarla dolu sadaklarıyla dimdik durmaktadır. Yakından bakılınca zırhlarının kıvrımlarının zarafeti ve kuzey sınırına gönderilenleri Sibirya soğuğundan koruyacak atkıları görülür.

Ayrıca, demir tarım aletleri, bronz ve deri eyer takımları, ipek ve keten dokumalar, yeşimden ve kemikten yapılmış eşyalar da bulunmuştu. Bugün bile parlaklığını ve keskinliğini koruyan kılıçlar, pek alışılmadık biçimde, 13 elementin alaşımından dökülmüştü.

Tarihçiler Qin'i savaş alanında üstünlüğe götüren askeri örgütlenmedeki ilerlemeyi çok uzun zamandan beri takdir etmişlerse de, günün birinde 12.000 metrekarelik bir yeraltı çukurundan, 7000 askerlik bir tümenin çıkabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Uzun boylu generalden en sıradan bir piyade erine kadar ordunun bütün üyelerinin tek tek incelenebileceğini kim hayal edebilirdi?

Zamanda donmuş olan bu ordu, buzdağının ancak ucudur. Yakınlardaki bir çukurda 100 arabalı ve 100 savaş atlı bir süvari tümeni bulunmaktadır. Üçüncü bir çukurda ise ordu karargâh subayları yeralmaktadır.



Yakın zamanda bulunan Arabalar ve bütün donanımlarıyla atları. Şimdiye kadar ordunun çok küçük bir kısmı çıkarılmıştır.

MEZARIN İÇİNDEKİLER

Keşfedilmeyi bekleyen başka ne gibi hazineler bulunduğunu kimse tahmin edememektedir: Daha şimdiden mükemmel durumda bronz bir araba ile atları çıkarılmıştır. Bunun İÖ 210 yılında 50 yaşında ölmeden önce imparatoru ülkesinin dört bir yanına taşıyan araba olduğu kuşkusuzdur. Odalarda at iskeletleri vardır ve atların yüzleri merkez mozoleye dönüktür. Bazı odalarda, herhalde imparatora ait olması gereken hayvanların iskeletleri bulunmaktadır.

Hiçbir ziyaretçi, uzaktaki Li Dağı'nın alçak tepesini uzun süre görmezden gelemez. Ovadan hâlâ 47 metre yüksekte olup tabanı 350 metreye 340 metrelik bir alanı kaplayan tepenin içindekiler, hiçbir arkeolog giremediği için, bir sır olarak kalmaya devam etmektedir.

Tarihçi Sima Qian, bizi umutlandıran ipuçları bırakmıştır. Tepenin altında gerçek bir hazine sarayının bulunduğunu yazmaktadır. İmparatorluğun ırmakları Yangzi ve Sarı Irmak cıvayla temsil edilmiştir ve bunlar mekanik yollarla bir içdenize dökülmektedirler. İçerisini sonsuza kadar olmasa bile çok uzun bir zaman aydınlatmak için balina yağından dev meşaleler yakılmıştır.

Mezar dökme tunçla kaplanmış, imparatorun en iyi mobilyaları gelecekteki ihtiyaçları için içine yerleştirilmişti. Halefi, İmparatora erkek evlat doğurmayan bütün karılarının da ölümde kendisine eşlik etmelerini buyurmuştu.

Mezar soyguncularını ve yağmacılarını öldürmek üzere çeşitli yerlere tatar yayları yerleştirilmişti. Ve son bir fermanla da, mezarın yapımını gerçekleştirenler öldürülmüşlerdi. Mezarın yakınlarında, kiminin öldürüldüğü belli olan pek çok erkek iskeleti bulunmuştur.

Ama belki de bulunacak fazla bir şey yoktur. Daha yakınlarda mezarın neredeyse gölgesinin düştüğü yerde altın ve gümüş işlemeli bir Qin Hanedanı bronz çam bulunmuştur. Dönemin tarih kayıtlarında, imparatorun ölümünden yalnızca birkaç yıl sonra mezarının yağmalandığı anlatılmaktadır.

General Xiang Pu liderliğindeki isyancılar, mezar sarayı yağmalamışlar ve pişmiş topraktan ordunun bulunduğu yeraltı odalarına girip askerlerin silahlarını almışlardır. Ancak kil askerlerin ve silahlarının bir kısmı günümüze kadar kalmıştır.

Kayıtların da belirttiği gibi 300.000 insan, mezarın içindekileri 30 günde boşaltamamışsa, o zaman günümüze kadar el değmeden kalmış bazı odalar olabilir. Belki de cıva nehir hâlâ yeraltındaki denize akmaya devam etmektedir. Bu ancak kazıların çözebileceği bir sırdır.

Ancak tarihi bir gerçekten emin olabiliriz. Hanedanı kendi ölümünden sonra pek devam edememişse ve imparatorluk mezarı yok edilmişse de, onun idari reformları yüzyılları aşarak modern çağlara kadar erişebilmiştir.
#59 - Haziran 22 2008, 14:02:55
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İsa'nın Kabri

Zaman: İS 1. yüzyıl
Mekân: Kudüs, İsrail

Yusuf cesedi alıp onu temiz bir keten bezine sardı; kaya içine oymuş olduğu kendi yeni kabrine onu yatırdı ve kabrin kapısına büyük bir taş yuvarlayıp gitti. MATTA 27:59-60

Kudüs'teki Kutsal Kabir Kilisesi'nin merkezinde İsa'nın gerçek kabrinin bulunduğuna pek çok Hıristiyan yürekten inanır. Ancak Kudüs'ün putperest bir kent olduğu iki yüzyıl boyunca İsa'nın gömülmüş olduğu yerin kayıp olduğu gözönüne alınırsa bundan nasıl hâlâ emin olunabilir?

Hıristiyan olan ilk Roma imparatoru Konstantin 4. yüzyılın başında Hıristiyanlığı imparatorluğunun resmi dini olarak ilan etmişti. 325 yılında, İznik Konseyi sonrasında Kudüs başpiskoposu Makarios'tan İsa'nın kabrini bulmasını ve üzerine büyük bir kilise inşa etmesini istedi.

Başpiskopos'un kabri nerede araması gerektiğini bildiği anlaşılıyor: Hiç duraksamadan 200 yıl önce İmparator Hadrianus tarafından yaptırılan büyük Roma tapınağını yıkmaya koyuldu. Tapınağın temellerinde bir kabir bulununca bunun Arimathealı Yusuf'un 300 yıl önce İsa'nın cesedini aceleyle gömdüğü yer olduğu bildirildi. Bu Tanrı'nın elinin yönettiği gerçek bir mucize miydi, yoksa Makarios'u doğruca kabre götüren bir gelenek mi vardı? Ya da başka bir neden olmuş olabilir miydi?



Günümüzdeki Kutsal Kabir Kilisesinin doğu-batı kesiti. En aşağı (doğu) uçta Gerçek Çarmıh Şapeli. Söylentilere göre, Konstantin'in annesi Helena, İsa'nın gerildiği çarmıhı burada bulmuştur. Küçük kubbe, güneybatısında Calvary Kayası'nın bulunduğu özgün Kutsal Bahçe bölgesi üzerindedir. En sağda ise ortasında Aedicule olan Rotunda.

İNCİL GELENEĞİ

İncil bize Romalılar'ın İsa'yı, yurttaşların suçlulara verilen cezayı daha iyi seyredebilmeleri için Kudüs duvarlarına yakın idam yerinde çarmıha gerdiklerim söyler: Kentin kuzeybatısında bugün hâlâ Kudüs binalarının cephelerini kaplamak için kullanılan sert malaki kireçtaşı ocağı vardı.

Taşocağının İÖ 8. ve 7. yüzyıllardan kalma olduğu anlaşılmıştır ve burası İsa'nın zamanında bahçeler ve meyve bahçeleriyle dolu bir alandı. Taşocağının bir yerinde taş ustalarının inşaat amaçlarına uygun olmadığı için öylece bıraktıkları bozuk bir taş daman vardır. Pek çok kimse işte bu kayayı İsa'nın iki hırsız arasında çarmıha gerildiği Calvary ya da Golgotha (kafatası biçimindeki yer) olarak kabul ederler.

Buraya yakın bir yerde Kudüs'ün zenginleri taşocağının kaya duvarına kendi kabirlerini oymuşlardı. Arimathealı Yusuf'un kullandığı kabir bunlardan biri olabilir: Matta İncili'nde ("Akşam olunca, İsa'nın şakirdi olmuş Arimathealı Yusuf adlı zengin bir adam geldi. Bu adam Pilotus'a gidip İsa'nın cesedini istedi. O zaman Pilotus verilsin diye emretti. Yusuf cesedi alıp..." 27: 57-60) anlatıldığı gibi kabir, kentin duvarlarının hemen ötesinde ve idam yerinin de yakınında olmalı. İncil'de kabrin kapısının değirmen-taşı biçiminde büyük ve ağır bir kaya ile kapatıldığı yazılıdır.

Arkeologlar, Kudüs'ün o bölgesinde İsa'nın zamanından kaldığı saptanan böyle birkaç kayaya oyulmuş kabir bulmuşlardır. Bunlar herhalde kuşaklar boyunca ölülerini orada gömen ve girişlerini yuvarladıkları büyük taşlarla kapatan aristokrat ailelere aitti. Bu "yuvarlanan taşlar"ı oynatmak için tıpkı Matta İncili'nde anlatıldığı gibi çok büyük bir güç gerekiyordu.

Her ceset gömülmeden önce zamanın Yahudi törelerine göre yıkanıp yağlanır, sonra kefenlenip kabir odasında kayalara oyulmuş bir rafa yerleştirilirdi. Kadınlar, Sebt gününün sabahı İsa'nın cesedini yıkayıp yağlamaya geldiklerinde taşın mucizevi bir biçimde yana çekilmiş ve gömme rafının boş olduğunu görmüşlerdi.

Bu olaylar Matta'ya göre şöyle olmuştur: "Ve Sebt günü geç vakit, haftanın ilk gününe doğru, tan yeri ağarmaya başlarken, Mecdelli Meryem ve öbür Meryem kabri görmeğe geldiler. Ve işte (...) Rabbin meleği gökten indi ve gelip taşı yuvarlayarak üzerine oturdu. Onun görünüşü şimşek gibi idi, esvabı kar gibi beyazdı. (...) Ve melek cevap verip kadınlara dedi: Siz korkmayın, çünkü haça gerilmiş olan İsa'yı aradığınızı biliyorum. O burada değil, çünkü dediği gibi kıyam etti", Markos 28: 1-6.



Kutsal Kabir Kilisesi'nin havadan görünüşü. Büyük kubbe Kabrin üstündeki Rotunda'yı örtmektedir. Soldaki kısa çapraz sahnın üzerindedir.

ROMA YÖNETİMİNDE KUDÜS

Kudüs Hıristiyanlar'ı yıllarca o noktaya taptılarsa da, 2. yüzyılın başlarında Hadrianus kenti yıkıp kalıntıları üzerine kendi Aelia Capitolina putperest kolonisini kurduğunda kabir de kayboldu. Hadrianus 135 yılında yüksek bir tepe üzerinde aşk tanrıçası Afrodit'e adadığı büyük bir tapınak külliyesi inşa etti.

Belki de imparatorun tapınağım çarmıha gerilme yeri ile kabrin üzerine yaptırdığına ilişkin nesilden nesile aktarılan bir söylenti vardı. 395 yılında yazan Aziz Jerome'a göre yakındaki Calvary kayası üzerine tanrıçanın büyük bir heykeli de dikilmiş olabilir. Daha sonraki Hıristiyan görüşüne göre Hadrianus, Hıristiyanların bu en kutsal yerlerini ziyaretlerini önlemek için tapınağını Kutsal Kabir üzerine yapmıştır.

Hıristiyanların da Yahudiler'in de yeni kentinde dinlerini uygulamalarına iyi gözle bakmadığı bir gerçektir. Ancak Roma dönemi boyunca yine de Kudüs'te küçük bir Hıristiyan azınlığı varlığını sürdürmüştür.

Konstantin, çarmıha gerilme yerinin ve İsa'nın kabrinin araştırılmasını emrettiğinde kentin boyutları ve hatta duvarları bile büyük ölçüde değişmişti. Kabrin genel olarak yeri geleneksel bellekte kalmış olsa bile, putperest Roma günlerinde kentteki Hıristiyan sayısı çok azken, Hıristiyanlar İsa'nın gömüldüğü yeri hâlâ nasıl bilebilirlerdi?

Ancak Başpiskopos Makarios kent duvarlarına bile bakmadan doğruca Hadrianus'un kentinin merkezindeki forumun kuzeyindeki büyük Roma tapınağına gitmişti. Çarmıha gerilme zamanında bu bölge kentin dışındaydı ve kente ancak İsa'nın ölümünden 10 ile 15 yıl sonra dahil edilmişti.

 

(Solda) Batı Kudüs'te, eski kent duvarlarının ötesinde "Herod'un Kızlarının Kabri" denilen kabrin içeriden görünüşü. Oyuktaki büyük yuvarlak taş ve kayaların içine açılmış kabre giden basamaklar açıkça görülmektedir. (Sağda) Bu altın yüzükte İmparator Konstantin döneminde (306-37) İsa'nın Kabri çevresinde yapılan özgün Aedicule görülüyor. Yüzük 6. yüzyıldan kalmadır ve Kudüs'te Tapınak Tepesi yakınlarındaki kazılarda bulunmuştur.

KABRİN BULUNMASI

Kabrin bulunması konusunda belki de bir görgü tanığımız vardır. Caesaria Piskoposu ve kilise tarihçisi Eusebius, 337 yılında İmparator Konstantin'in bir biyografisini yazmıştı. Eusebius'a göre kazı yapanlar İsa'nın kabrinin o kadar kolay bulunmasına şaşmışlardı. Ama bir zamanlar orada olan pek çok kabrin içinde doğru olanı bulmuşlar mıydı?

Yoksa bir kabir bulmuşlar ve bunun doğru olan olduğuna mı karar vermişlerdi? Her ne kadar Eusebius ya da ondan sonraki kaynaklar bu konuda bir şey belirtmemişlerse de, belki de kabir işaretliydi ya da üzerinde İsa'nın adı yazılıydı. Oxford'daki Hertford Koleji'nden Martin Biddle, Roma'da Aziz Petrus Kilisesi'nin mihrabının altındaki Aziz Petrus'un kabrinin bu yolla tanındığına işaret etmiştir.

Her ne olursa olsun Kudüs'te inşa edilen Martyrion (ya da "Tanık") Kilisesi zamanının en büyüğüydü ve bugünkü Kutsal Kabir Kilisesi'nin atasıydı. Büyük kilisenin ötesinde, Kutsal Bahçe'de, çevresindeki kayalardan kurtarılmış ve çevresindeki toprak indirilmiş olan kabir duruyordu.

Konstantin 335 yılında kiliseyi kutsadıktan sonra kaya kabri, Aedicule ("küçük ev") adı verilen küçük bir türbeye aldı, çevresine Anastasis ya da "Dirilme" denilen büyük bir yuvarlak yapı dikti ve üzerine kocaman bir kubbe geçirdi. Bugün özgün Aedicule'ün üçüncü kuşağı kabri sarmaktadır. Ancak pek çok kimsenin yaptığı gibi bunun gerçekten İsa'nın kabri olduğunu kabul etsek bile son bir muamma daha vardır: Özgün kabirden herhangi bir parçanın kalıp kalmadığı hakkında bir fikrimiz yoktur.

Özgün Aedicule ve onu barındıran kilisenin yapılmasından bu yana geçen yüzyıllar içinde kilise yangın, deprem ya da insan eliyle çok kez kısmen ya da tamamen yok edilmiştir. Aedicule, en son 1808'de bir yangından sonra yeniden yapılmıştı. Son olarak da Kudüs İngiliz Mandası altındayken, 1927'de bir depremin ardından yıkılacak duruma geldiğinde çelik iskelelerle güçlendirilmiştir.

Bu iskeleler hâlâ orada durmaktadır ve gelecekte Aedicule'de bir inşaat işine girilmesi kaçınılmazdır. Kutsal Kabir Kilisesi'nden sorumlu Hıristiyan topluluklarından alınacak izinle onarım yapılırken İsa'nın cesedinin yatırıldığı gerçek kabirden geriye bir şey kalıp kalmadığını anlamak mümkün olabilecektir.
#60 - Haziran 22 2008, 14:03:57
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Lût Gölü'nün Hazineleri

Zaman: İÖ l. yüzyıl ortaları - İS I. yüzyıl ortaları
Mekân: Kumran, Şeria Vadisi

... Bakır Tomarları hazinesi, hayal ya da gerçek, herhalde Kudüs Tapınağı hazinesidir. KYLE McCARTER, 1992

1940'lı yılların sonunda o sırada İngiliz Krallığı'nın Filistin Mandası'nda olan Lût Gölü'nün kuzeybatı kıyısı yakınlarındaki Kumran mağaralarında bir rastlantıyla gizli bir tomar deposu bulunmuştu, İngilizler'in bölgeden çekilmesi üzerine burası Ürdün Haşimi Krallığı'nın bir parçası oldu. Çoğu deri üzerine yazıldıktan sonra tomar haline getirilip küplere konulmuş belgeler birkaç mağaraya yayılmıştı.

Tomarların, Tevrat'ın bütün kitaplarından parçalarla muhtemelen Kumran'da yaşamış bir mezhebin edebiyatını içerdiği anlaşıldı. Bu belgelerin hepsine birden Lût Gölü Tomarları adı verildi. Bunların arasında, yapıldığı metalden adını alan Bakır Tomarı hepsinin en garibidir.

Bu tomarlar, Tevrat'ın en geç İS 70 yılında bugünkü biçimini aldığının saptanmasını sağlamış, Filistin tarihinin İÖ 4. yüzyıldan IS 135'e kadar yeniden yazılmasına ve ayrıca erken Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki geleneksel ilişkilerin açıklanmasına da yardımcı olmuştur.

 

(Solda) Kumran'ın doğusundaki yamaçlar büyük bir olasılıkla Roma'ya karşı Birinci Yahudi Ayaklanması'nın başladığı 66 yılında Lût Gölü Tomarları'nın saklandığı mağaralarla doludur. (Sağda) Bakır Tomar'ın açılmış panolarından biri. Yukarıdan altıncı satırda "aleph" ve son satırda "beth" harfleri açıkça görülüyor. Bunlar bugün modern İbrani yazısında kullanılan kare harflerdir.

KEŞİF VE RESTORASYON

Kumran'ı kazanların başında gelen Pere Roland de Vaux, Bakır Tomarı 1952'de 3 numaralı mağarada iki parça halinde buldu. Bu o kadar farklı görünüyordu ki, ilk başta bunun öteki tomarlara ait olup olmadığını anlayamadı ve ne o ne de öteki arkeologlar oksitlenmiş olması nedeniyle tomarı açmayı başaramadılar. Ama görebildikleri kadarıyla tomarda, o civarda gizli bir altın ve gümüş hazinesinin yeri hakkında bilgi olabilirdi. Ancak oksitlenmiş tomarı açamadıklarından yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.

Bakır Tomar üç buçuk yıl sonra, Kuzey İngiltere'de Manchester Bilim ve Teknoloji Koleji'ne götürüldü. Burada Mühendislik Bölümü'nden Profesör H. Wright Baker, özel olarak tasarlanmış minyatürize bir daire testereyle tomarı açabildi. Bu hassas operasyon sonunda 23 içbükey pano ya da parça halinde ortaya çıkan 12 sütundan oluşan metinde eski Filistin'in çeşitli yerlerinde saklanmış hazinelerin listesi ve saklandıkları yerlerin tarifleri çıktı.

Tomarı yapmak çok pahalıya malolmuş olmalıydı ve kalıcı olmasının istendiği belliydi. Tomar yüzde 99 saflıkta çok ince üç bakır tabakadan meydana gelmiştir. Levhalar 2,4 metre uzunluğunda ve 23 santim genişliğinde bir tomar oluşturmak üzere birbirlerine perçinlenmişlerdi. Ayrıca bunun bir eşi daha yoktu: Bir kere, öteki Lût Gölü Tomarları gibi deri ya da papirüs değil, bakırdı.

İkincisi, Tevrat'tan daha sonraki ama en eski dini metinlerden daha eski bir İbranice'yle yazılmıştır. Paleografik açıdan birinci yüzyılın ortalarında yazılmış gibi görünmektedir. Yazı o kadar beceriksizce yazılmıştır ki, profesyonel bir yazıcı tarafından yazılmış olamaz. Son olarak da, diğer Lût Gölü Tomarları'nın aksine dini bir metin içermemektedir.

Bazı araştırmacılar bunun efsanevi bir liste, dünyanın her yerinde folklorda varolan türden bir tür gizli hazine izi olduğunu düşünmektedirler. Günümüzde uzmanlardan çoğu, bunun Romalılar kente 67 yılında saldırmadan hemen önce Kudüs'teki Herod Tapınağı'ndan kaçırılan hazinelerin saklandıkları yerlerin kayıtları olduğuna inanmaktadır.



Bakır Tomar'ın 23 parçası Amman'da Ürdün Arkeoloji Müzesi'nde özel kutusunda sergileniyor. Ne yazık ki, tomarın açılmasından sonra parçaların kenarları çürümüş ve metnin bir kısmı kaybolmuştur. Daha fazla bir kayba uğramaması için şimdi koruma çalışmaları yapılmaktadır.

HAZİNE NEDİR?

Pek çok kimse İsrail ve Ürdün'ü boydan boya araştırdıkları halde, bu hazineden bir tek parça bile bulunabilmiş değildir. Bu işi ilk yapan kişi Bakır Tomar'ın Manchester'e getirilmesinde aracılık eden ve onun ilk İngilizce çevirisini yayınlayan John Allegro'ydu. Kendisini izleyen bütün diğerleri gibi o da başarısız olmuştu. Tomar göründüğü şey olabilir mi? Yani, ülkenin bir yerindeki gizli bir hazinenin listesi?

Saklanan her yerin, bölgedeki belirli bir yerden uzaklığı ve hatta kaç metre derinlikte olduğu tek tek verilmiştir. Çok daha esrarengiz olan şey, bazı kayıtlarda iki üç Yunan harfi bulunmasıdır. Bunların ne anlama geldiğini kimse bilmemektedir.

Toplam olarak 64 kayıt vardır. Bunların toplamı, çoğunluğu altın ve gümüş külçe olmak üzere büyük bir hazinenin ayrıntılarını vermekte, bunların dışında pahalı ayin kapları ve günlük kapları sayılmaktadır. Yalnızca tapınakta -burası aslında Devlet Hazinesi'ydi- böyle bir hazine olabilirdi ve yalnızca orada ayin ve günlük nesneleri kullanılabilirdi. Tomarın tespit edilen tarihi de Birinci Yahudi Ayaklanmasının zamanıyla (İS 66-70) uyumluydu. Romalılar 70 yılında Kudüs'e girmişler ve tapınak da o tarihte yakılmıştır.

Günümüzde tomarların gerçek hazinenin yerini bildirmesine rağmen göründüğü şey olmadığına inanılmaktadır. Hazinenin saklandığı yerler çoğunlukla Kudüs'ten Lût Gölü'ne uzanan vadiler olmakla birlikte henüz bir tek parça bile bulunmuş değildir. Ayrıca kendisi çok değerli olan Tomar'da kayıtlı hazinenin toplamı öylesine inanılmaz bir büyüklüktedir ki, çoğu araştırmacılar metinde bir tür şifre kullanıldığını düşünmektedirler. Bu herhalde asla çözemeyeceğimiz bir şifredir.

Başka sorular da var: Hazine Romalılar'a şiddetle direnen ve sonra Masada'da hepsi öldürülen Zealot gerilla savaşçıları tarafından mı tapınaktan çalınmıştı? Yoksa Roma ordusunun yaklaşması üzerine tapınaktan rahipler tarafından ya da başkaları tarafından mı saklanmak üzere alınmıştır? Bilemiyoruz.
#61 - Haziran 22 2008, 14:04:46
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


55 Numaralı Mezarın Sırrı

Zaman: İÖ yaklaşık 1335-1322
Mekân: Amama ve Thebes, Mısır

Tabutun sahibinin kimliğinin, sonunda bir sürpriz olacağına inanıyorum. GASTON MASPERO, 1907

Amerikalı Theodore M. Davis'in Thebes'deki Krallar Vadisi'nde yaptığı kazılarda 1907 Ocak ayında bir mezar bulundu. Burası Mısır'daki mezarların çoğu gibi karışık ve hasarlıydı ama bu kere bunun nedeni mezar soyguncuları değil, anlaşıldığı kadarıyla eski çağlardaki resmi faaliyetlerin sonucuydu. Mezarı o hale neyin getirdiği sorusu Mısırbilimciler'i yaklaşık yüz yıldır meşgul etmiştir ve günümüzde bile en az araştırmacı sayısı kadar da "çözüm" vardır.

Resmi numarası KV55 (Krallar Vadisi 55) olan mezar bir merdiven, bir koridor ve bir tek odadan oluşmaktadır. Mezarın çevresinde dağınık duran pek çok eşya vardır. Bunlardan en büyüğü, aslında III. Amenophis'in karılarından biri olan Kraliçe Tiy'in lahdinin çevresi için oğlu Ahenaton (ÎÖ 1353-1335) tarafından yaptırılmış olan türbenin sökülmüş parçalarıdır.

Ahenaton, Mısır'ın geleneksel dinini kaldırıp yerine Aton olarak bilinen bir tek güneş tanrısına tapınmayı getirdiği için "sapkın firavun" olarak bilinir. Odanın çevresine dört koruyucu tılsım ("sihirli tuğla") yerleştirilmiştir ve bunların birinde de firavunun adı yazılıdır. Odanın kuzey duvarındaki bir nişte, kapaklı dört küp Ahenaton'un küçük eşi Kiya'nın iç organlarının saklanması için konulmuş ama üzerlerindeki yazılar silinmiştir. Mezarın döşemesi üzerinde bulunan kil mühür izlerinde Ahenaton'un halefi Tutankhamon'un (İÖ 1333-1323) adı yazılıdır.

 

(Solda) Yüz, Tutankhamon'un tabutlarından ikincisine çok benzemektedir. Kartuşların çıkartılıp yenilerinin takılmasından bunun Tutankhamon'dan başka bir kral için yapıldığı bilinmektedir. (Sağda) Tabut özellikle tanınmaz hale getirilmiş, yüzü ve üzerindeki bütün adlar silinmiş.

ESRARENGİZ MUMYA

Mezardaki en önemli şey Kiya için yapılmış ama bir kral için değiştirilmiş olan tabuttur. Ancak bu kralın adı, her geçtiği yerde silinmiş ve tabutun altın yüz maskesi çıkartılmıştır. Tapınak da benzer biçimde hasar görmüş, Ahenaton'un resimleri ve adları çıkarılmıştır. Tabutun içinde rutubet yüzünden çok kötü hasar görmüş bir mumya vardı.

Tabutu ilk inceleyen bilim adamları, çökmüş kasıkları nedeniyle bunun bir kadın cesedi olduğunu ilan ettiler, Davis de bunun üzerine mezarı "Kraliçe Tiy'in Mezarı" olarak adlandırdı. Ancak bu adı taşıyan kitabı çıktığında, daha ayrıntılı bir inceleme sonunda cesedin bir erkeğe ait olduğu anlaşılmıştı. Evrensel kanıya göre bu Ahenaton'un mumyasıydı. Ölümünden sonra anısı lanetlendiği için tabuttaki ve tapmaktaki adlan silinmiştir.

Ancak başka araştırmacılar ise, mumyanın Ahenaton'un son yıllarında kendisiyle birlikte hüküm süren ve ölümünden sonra "sapkın firavun" gibi hakarete uğrayan Smenhkare olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kişi ile, aynı dönemde ortaya çıkmış Neferneferuaten adlı bir diğerinin kimlikleri konusunda büyük tartışmalar olmuştur. Kanıtlara getirilecek en iyi yorum, ikisinin de aynı kişi olduğu ve üç yıllık ortak hükümdarlığı sırasında adını değiştirdiği olacaktır.

1922'de Tutankhamon'un mezarının bulunmasıyla çok önemli ek kanıtlar elde edilmiştir. Tutankhamon'un mumyası, onunla KV55' in yakın akraba olduklarını -ya kardeş ya baba oğul- ortaya çıkarmıştır, ikincisi, mezarda özgün olarak Smenhkare için yapılan ama hiç kullanılmamış çok sayıda nesne vardı: Özellikle Smenhkare'nin iç organları için dört minyatür tabut ve tam boy tabutlarından biri.

Hepsinin üzeri Tutankhamon için kullanılmak üzere yeniden yazılmışsa da, hem kral adlarının bulunduğu yerde özgün sahibinin izleri vardı hem de tabutların üstündeki yüzler Tutankhamon'un yüzü değildi. Bütün bu nesnelerin Krallar Vadisi'nin 55 numaralı mezarında, bir zamanlar Kiya'ya ait olan malzeme ile temsil ediliyor olması, o mezarın içindekinin Smenhkare olduğuna inanan bazı araştırmacılarca önemli bulunmuştur.

Diğer araştırmacılarsa, mumyanın Ahenaton'a ait olduğunu iddiaya devam etmişlerdir. Çeşitli anatomi uzmanları, 20'yle (Smenhkare'ye daha yakın) 30-40 (Ahenaton'a yakın) arası değişen rakamlar buldukları için mumyanın ölüm yaşına ilişkin tahminler de pek yararlı olmamıştır.

Mezarın tarihine ilişkin pek çok senaryo üretilmiştir. Ortak noktaları mumyanın, artık her kimse, Ahenaton'un inşa ettirdiği Thebes'in 300 kilometre kuzeyindeki yeni başkent Tel el-Amarna'da gömülmüş, sonra kentin terk edilmesinin ardından çıkartılıp KV55'e taşınmış olduğudur.



KV55'in bu krokisinde malzemelerin mezar içinde dağınık bir halde atıldığı ve çoğunun aşağı inen koridoru tıkayan molozların üzerinde yattığı görülüyor.

İKİ ÇÖZÜM

Tutankhamon'un hükümdarlığının yarısına doğru Amarna başkentlikten çıkarılmış ve onun ölümünden sonra da terk edilmişti. Böylece KV55'in kuruluşu Tutankhamon'un hükümdarlığının ortalarıyla mührünün geçerliğini kaybetmiş olacağı gömülmesine kadar geçen zaman içinde bir noktada gerçekleşmiş olmalıdır.

Bir görüşe göre Smenhkare ve/veya Ahenaton ve onunla birlikte Amarna'da gömülmüş annesi Tiy, hükümet kenti terk eder etmez KV55'e taşınmışlardır. Mezarın içindekileri böyle hasara uğratanların ya 19. Hanedan'ın anti-Atoncu kralları ya da IX. Ramses'in memurları olduğu sanılmaktadır. Belki de firavunun yandaki mezarının inşası sırasında KV55, bir kere daha keşfedilmiştir.

Bu senaryoya göre Tiy'in cesedi çıkartılıp başka bir yere gömülmüş ve türbesinin bir kısmı tek açık giriş koridoruna takılıp sıkışınca orada bırakılmıştır. Bir mumya daha çıkarılmış ve kalanının kimliğini gösteren işaretler de silinmiş olabilir. Mezar kapatılmadan önce türbedeki Ahenaton resimleri silinmiş ve mezarın son sakini orada ebedi bir karanlığa terk edilmiştir.

Bir başka seçenek de, bu taşıma işinin Tutankhamon'un ölümünden sonra ama gömülmesinden önce yapılmış olmasıdır. Ahenaton'un anıtlarının daha Tutankhamon'un yaşadığı sıralarda imhasına başlandığı artık açıkça anlaşılmaktadır. Tahtta Ahenaton'un oğlunun bulunması gerici güçleri frenlemiş olmalıdır. Ancak Tutankhamon'un ölümüyle bu baskı yok olmuş olacaktır.

Bu senaryoya göre KV55'teki ceset daha ilk baştan adsız olarak bu yeni mezarına yerleştirilmiştir. Sonra gerçekleşen dağınıklık da IX. Ramses'in ekonomik sıkıntılarla geçen iktidarında mezarın yeniden keşfedilmiş olmasının sonucudur. Altın peşinde olan memurlar altın eşyayı oradan çıkarmak istemişler, sonra türbenin bir kısmının giriş geçidini tıkamasıyla girişimleri yarıda kalmıştır.

 

(Solda) KV55 odasının, bulunduğu zamanki durumu. Sol kısımda, türbenin bazı panoları duvara yaslanmış durumda görünüyor. Onların ilerisinde de tabut var. Duvardaki nişte kapaklı küpler duruyor. (Sağda) KV55'teki kapaklı küpler Kiya için yapılmıştı. Bunların yazıları iki aşamada kaldırılmıştır. Önce Kiya'nın adı ve unvanları, sonra da Ahenaton ile Aton'unkiler silinmiştir.

BİR ÇÖZÜM MÜ?

Mumyanın Ahenaton'a ya da Smenhkare'ye ait olması durumunda her iki temel senaryo da uygulanabilir ama geriye iki temel soru kalmaktadır: Bir kral neden bir kadının gayet süslü bir biçimde değiştirilmiş tabutuna konulmuştur ve kendi tabutu ne olmuştur?

Yapılan değişiklikler tabutun yazılarının Atoncu metinlerini değiştirmemiştir, bu da tabutun bir firavunun gömülmesi için Ahenaton'un iktidarında hazırlandığını göstermektedir. Ahenaton ölümünden çok önce tamamlanmış bir dizi tabuta sahip olmalıydı ve tunlar da mutlaka kendisi için kullanılmıştır. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi, Smenhkare kendisi için en azından bir tabut ha-zırlatmışsa da bunun içinde gömülmemiş, onun tabutu genç kral Tutankhamon için kullanılmıştır.

Smenhkare daha sonra Neferneferuaten adını almışsa da, koyu bir Atoncu değildi. Cenaze levazımatı tümüyle gelenekseldi ve tapınağında geleneksel tanrıların başı olan Amon'a tapılırdı. Ancak onun, Atoncu devrimin başı olan babası Ahenaton daha yaşarken öldüğü anlaşılmaktadır.

Ahenaton'un Aton dışında tanrılara karşı hoşgörüsüzlüğü -ki, çoktanrılı anıtları imha etmesinde görülmektedir- gözönüne alındığında Smenhkare'nin kendisi için hazırladığı geleneksel malzemeyle gömülmesine izin vermemiş olması mümkündür.

Eğer bu böyle olmuşsa, o zaman mumya ve iç organları için farklı kaplar gerekecekti. O zaman da bir zamanlar Kiya'ya ait olan "dini açıdan doğru" malzeme genç kral için değiştirilmiş ve cenazesinde kullanılmıştır. Cesedi Amarna'da Kraliçe Tiy'in türbesine yakın bir mezara konulmuştur. Mumya son olarak da buradan Krallar Vadisi'ne taşınmıştır.

Şu anda Kahire Müzesi'nde yalnızca KV55 tabutunun kapağı bulunmaktadır. Alt kısmının çürümüş kalıntılarında olması gereken altınlarının, Birinci Dünya Savaşı sırasında müzeden çalındığı anlaşılmaktadır. Bu altınlar, daha sonra Almanya'da ortaya çıkmıştır. Doğrulanmamış haberlere göre burada Smenhkare'nin sağlam bir kartuşu da bulunmaktadır. Sorunun bu yanının, tabutun altı sonunda gerçek sahibi olan Kahire Müzesi'ne iade edildiğinde çözümlenmiş olacağı umulmaktadır.

Mısır deyince ilk akla gelen kadın adlarından olan Nefertiti de Ahenaton'un karısıydı. Ahenaton başşehri Tel el-Amarna'ya taşıdığında, Nefertiti de altı kızıyla birlikte oraya taşınmış ve kocası gibi yalnızca yeni tanrı Aton'a tapınmaya başlamıştı.
#62 - Haziran 22 2008, 14:05:34
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İndus Yazısı

Zaman: İÖ 2500-1900
Mekân: Pakistan/Hindistan

İndus vadisi mühürlerini kontrollü realizmin küçük şaheserleri ve boylarıyla oranlanamayacak devasa güçlü ama bir bakıma da ona tümüyle bağlı olarak tanımlamak bir abartma olmayacaktır. SIR MORTIMER WHEELER, 1953

İndus Vadisi Uygarlığı, Büyük İskender zamanında bile çoktan kaybolmuştu. İskender'in elçisi Aristoboulos bölgeyi İÖ 326 yılında ziyaret ettiğinde "İndus Nehri yatağını değiştirdikten sonra binden fazla köy ve kasabanın terk edildiği bomboş bir ülke" bulmuştu.

İndus uygarlığı, tarih kayıtlarında bir daha 2000 yıldan fazla bir süre yer almamıştır. 1920'lerin başında Hintli bir arkeolog, İskender'in Hindistan'dan çekilirken inşa ettirdiği söylenen zafer sütunlarım ararken Mohenco-daro'daki (şimdi Pakistan'ın Sind eyaleti) höyük yıkıntısının asıl önemiyle karşılaştı.

Onun keşfi ve şimdi Pakistan olan 560 kilometre ilerideki Harappa'da benzer bir keşif, kayıtlı Hint uygarlığını bir darbede iki katı uzunluğuna çıkaracak, Ashoka'daki ÎÖ 250 yılındaki imparatorluk kitabelerinden İÖ 2500 yılına götürecekti. Hindistan Arkeolojik Araştırmaları Genel Müdürü Sir John Marshall başkanlığında bir heyet, hemen her iki yerde kazılara başladı.

Son seksen yıldır onlar ve onları izleyenler, Pakistan'da ve Kuzeybatı Hindistan'da Avrupa'nın yaklaşık dörtte biri kadar bir alanda, İÖ 3. binyılın eski Mısır ve Mezopotamya imparatorluklarından daha büyük bir alanda İndus Vadisi uygarlığına ait 1500 mekânı ortaya çıkardılar. Bunlardan çoğu köy ise de, beş tanesi büyük kentlerdi.

Indus uygarlığının doruk noktası olan ÎÖ 2500 ile 1900 yılları arasında Mohenco-daro ve Harappa, Mısır'da Memphis ve Mezopotamya'da Ur gibi kentlerle kıyaslanacak kentlerdi. Bunlarda büyük piramitler, saraylar, heykeller, mezarlar ve altın yığınları yoktu ama gayet iyi planlanmış sokakları ve çok ileri kanalizasyon sistemi 20. yüzyılın kent planlamacılığıyla kıyaslanabilirdi.

Süs eşyalarından bazıları ise -ta Ur kral mezarlığı kadar uzaklarda bile bulunan uzun, delikli akik bocuklar gibi- güzellik ve teknik gelişmişlikleri bakımından firavunlar??n hazineleriyle rekabet edebilirdi. İndus Vadisi sakinlerinin yaşantılarını anlayışımızdaki bu ilerleme onların düşünceleri konusunda ancak tahmin yürütebilmemiz utandırıcı gerçeğini vurgulamaya yardımcı olmuştur:

Çünkü yazıları henüz çözülememiştir. Mısır hiyerogliflerinin ve Mezopotamya çivi yazısının aksine İndus yazısı duvarlarda, mezarlarda, heykellerde, dikilitaşlarda, kil tabletlerde ya da papirüslerde değil, yalnızca Mohenco-daro, Harappa ve diğer kentlerin bina ve sokaklarında dağınık halde bulunan mühür taşlarında, çömleklerde, bakır tabletlerde, bronz aletlerde, fildişi ve kemik çubuklarda görülmektedir. (Hindistan'da geleneksel olarak kullanılan palmiye yaprakları gibi kolay bozulabilen malzemeye de yazılmış olabileceği kuşkusuzdur.) Mühür taşları, yazıların en çok bulunduğu nesnelerdir ve yontuculuk stili ve zarafetleriyle bir kere görüldü mü asla unutulmayacak parçalardır.

 

(Solda) İndus Vadisi uygarlığının buluntu yerleri Avrupa'nın dörtte biri kadar bir alanı kaplamaktadır. (Sağda) "Proto-Şiva": Bu İndus mührü baskısı çok sonraların Hindu tanrısı Shiva'nın habercisi olabilir.

Bilinen 3700 yazılı nesnenin yüzde 60'ı mühürlerdir, ancak bunların da yüzde 40'ı benzer oldukları için dili çözecek kimsenin elinde sanıldığı kadar fazla bir malzeme yoktur. Kenar uzunluğu 19-32 mm arasında değişen kare biçimli mühürlerin arkasında taşımaya ve asmaya yarayan delikli birer çıkıntı vardır. Mühürlerin ön yüzlerinde ise ince çelik kalem ve delgiyle eşsiz güzellikte oyma resimler yapıldığı da görülmüştür.

1990'larda bir miktar daha mühür bulunmuşsa da bu fazla bir şey sayılmaz. Yazılı mühürlerdeki yazılar özellikle çok kısadır: Ortalama bir mühürde, bir satırda dört karakter vardır, en uzun metin 26 karakterden oluşur ve toprak üçgen prizmanın üç yanına dağılmıştır. Mühür taşlarının çoğuna karakterlerin yanı sıra hayvan resimleri de kazınmıştır.

Bunlar genelde bildik hayvanların resimleridir: Suaygırı, fil, kaplan, bufalo gibi (ama ilginç olan maymun, tavuskuşu ya da kobra olmamasıdır). Ama tek boynuzlu at gibi fantastik olanlar da vardır. Kimi yoga pozisyonunda oturan insan biçimli yaratıklar tanrı ya da tanrıçalar olabilirler.

Başta Marshall olmak üzere çeşitli araştırmacılar bu figürlerin iki bin yıl sonra Sanskrit metinlerinde ilk kez sözü edilen Hindu tanrılarının öncüleri olduğunu iddia etmişler, hatta Marshall bunlardan birine "Proto-Şiva" adını vermiştir.



İndus yazısının yönü konusundaki kanıt. Bu iki mühür baskısı sağdan sola okunmaktadır.

SİMGE KANITI

İndus yazısını çözmek için yüzden fazla ciddi ve bilimsel temelli girişim olmuş ve özellikle önde gelen İndus yazısı bilgini Asko Parpola başta olmak üzere, bütün metinleri toplama, kataloglama ve yayımlama alanında çok önemli çalışmalar yapılmışsa da, ortak bir çözüm konusunda fazla bir fikir birliği yoktur. Girişimlerde o kadar radikal farklılıklar vardır ki -biri îndus simgelerini Mısır hiyeroglifleriyle, bir diğeri Paskalya Adası rongorongo yazısıyla kıyaslamaktadır- bunların ortak noktaları hemen hemen yok gibidir.

Kesin ya da yüksek derecede olası olan şey yazma ve okumanın yönü, yazı sistemindeki simgelerin yaklaşık sayısı, bazı rakamların tanımı ve bazı metinlerin kelimelere ayrılabildiğidir.

Önemli bir ilk nokta, mühür baskısının okunmak için olduğudur (karakterler doğal olarak terstir). Ancak eldeki mühürler, mühür baskılarından çok olduğundan burada kuşkulu bir nokta vardır. Mühürlerin çoğunun aşınmış olmaması bunların belki de kullanılmayıp kimlik "kartları" ya da hatta muska gibi taşındıklarını da akla getirmektedir.

Ancak metal aletlerde ve çömlekler üzerinde doğrudan okunmak için yazılmış yazılarla, mühürlerdeki yazıların aynı sırayı ve yönü takip etmelerinden mühür baskısının okunduğunu anlıyoruz. Burada gösterilen resimlerin hepsi mühür baskılarıdır.

Yazının yönüne gelince, burada en güvenilir kanıt yazılardaki boşluklardır. Kısa bir satır sağ kenardan başlayıp sol kenarda bir boşluk bırakmışsa bunun sağdan sola yazıldığı varsayılabilir. Eğer sol kenarda bir sıkışıklık oluyorsa yine aynı sonuç çıkarılabilir. Bir mühürde okuyan üst sağ köşede başlamış, mührü saat yönünde iki kere 90'ar derece çevirmişti ve üçüncü kenar ile dördüncü kenarın tümü boştu, îndus yazısının yönü normal olarak mühür baskılarına göre sağdan solaydı.

Simgelerin sayısı olarak kabul edilen rakam 425 (artı-eksi 25)'tir. Bu anlamlı bir rakamdır. Temel simgelerin fonetik olup, Lineer B'de olduğu gibi heceleri temsil ettiği hecesel bir yazı sistemi için çok fazla, binlerce simgenin her birinin Çin dilinde bir kavramı ya da kelimeyi temsil ettiği Çince gibi yüksek düzeyde logografik bir yazı için çok azdır.

Buna en yakın kıyaslama herhalde 500 simgeli Hitit hiyeroglifleri ve 600 küsur simgeli Sümer çivi yazısıdır. Bu nedenle pek çok bilimadamı, fonetik hecelerin simgelerini teşhis etmekte fazla bir ilerleme kaydedilmemişse de, İndus yazısının Batı Asya'daki çağdaşları gibi simge-heceli yazı olduğunda hemfikirdirler.



İndus Vadisi uygarlığının iki önemli kentinden biri olan Mahenco-daro'da Büyük Hamam.

HANGİ DİL?

Bunlara karar verebilmek için İndus Vadisi uygarlığında hangi dilin konuşulduğunu ve kitabelerde yazıldığını bilmek gerekir. Eğer bu dilin başka bir dille akrabalığı olmadığı olasılığını bir yana bırakırsak (kültürel sürekliliğin özellikle güçlü olduğu Hint yarıkıtası için bu mantıklı bir varsayımdır), akraba diller için iki güçlü aday vardır: Proto-Hint-Âri (Sanskrit) ve Proto-Dravid, yani Kuzey ve Güney Hindistan'ın iki büyük dil ailesinin atası. (Başlıca Hint-Âri dili olan Sanskrit Kuzey Hindistan'daki modern dillerin çoğunun kök dilidir.)

Günümüzdeki Dravid Dili'ni konuşanlar, îndus Vadisi'nden uzakta, hemen hemen yalnızca Güney Hindistan'da yaşadıklarından, coğrafi açıdan proto-Hint-Âri dilinin Dravid Dili üzerinde bir üstünlüğü vardır. Ancak Kuzey Hindistan'a Hint-Âri "istilası"nın îndus Vadisi uygarlığının ortadan kaybolmasından sonra, ÎÖ 2. binyılda gerçekleştiği düşünüldüğü için Proto-Dravid Dili, tarihi nedenlerle daha gözdedir.

Bu iddiayı destekleyen bir şey de Kuzey Hindistan'da Dravid dilleri cepleri olmasıdır. Bu dillerden biri olan Brahui Dili'ni konuşan 300.000 göçebe Belucistan'da (Batı Pakistan) îndus Vadisi'nin çok yakınında yaşamaktadırlar. Bu Dravid Dili konuşanlar herhalde bir zamanlar Kuzey Hindistan'da çok yaygın olan ve sonra Hint-Arileri'nin gelmesiyle kaybolan bir Dravid kültürünün kalıntılarıdır.

Bu nedenle bilimadamlarının çoğu proto-Dravid varsayımını kabul ederler. Bunlar Eski Tamilce, Telugu, Malayalam ve Kannada gibi eski Dravid dillerin kelimeleri ile îndus mühürlerinin ikonografik simge ve resimleri arasında mantıklı bağlar aramaktadırlar ve bunda da İndus Vadisi uygarlığına ait arkeolojik kanıtlardan, Dravid uygarlığı ve dini inançlarına ilişkin kültürel kanıtlardan yararlanmaktadırlar. Bu yöntem aslında varsayıma dayanmaktaysa da, simgelerden bazıları için ilginç "çözüm"ler ortaya atılmıştır ki, bu da eğer yeni yazıtlar günışığma çıktığı takdirde denebilecektir.
#63 - Haziran 22 2008, 14:06:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Alfabenin Doğuşu

Zaman: İÖ 2. binyıl başları
Mekân: Mısır ya da Filistin

insan alfabetik yazının nasıl başladığı konusunda hep meraklı olmuştur. "Tarihin babası" Herodotos, Fenikelilerin Yunanistan'a Kadmos adında bir adamla geldiklerini, yazıyı ve diğer sanatları onların getirdiğini yazar. JOSEPH NAVEH, 1975

Yazının kökeni muammalarla doluysa da, ilk alfabe bilmecesi hepsinden şaşırtıcıdır. Bunun eski Yunanlılar yoluyla modern dünyaya eriştiği iyi bilinmektedir -alfabe kelimesi Yunan dilinin ilk iki harfi olan alfa ve beta'dan türemiştir- ama alfabenin Yunanistan'da ilk kez nasıl ortaya çıktığı, Yunanlılar'ın sesli ve sessiz harflere harf eklemeyi nasıl akıl ettikleri ve daha da temelde, ilk alfabe fikrinin İÖ 2. binyılda Akdeniz'in doğu ucundaki Yunan-öncesi topluluklarının akıllarına nasıl geldiği konusunda hiçbir bilgimiz yoktur.

Bilimadamları bu sorulara yaşamlarını adamışlarsa da, elde edilen kanıtlar kesin sonuca varmayacak kadar azdır. Alfabe Mezopotamya (çivi yazısı), Mısır (hiyeroglif) ve Girit yazılarından mı (Lineer A ve B) çıkmıştır? Yoksa bilinmeyen bir tek kişinin aklına "öylece" mi gelmiştir? Ve alfabe neden gerekli görülmüştür?

Bu, en yakın olasılık gibi gözüken, ticari bir zorunluluk muydu? Diğer bir deyişle, ticaret, Babil çivi yazıları ve Mısır hiyerogliflerinde daha kolay bir alışveriş kayıt yolu mu gerektirmişti? Ya da Akdeniz çevresinde birbirleriyle ticaret yapan çeşitli imparatorlukların ve grupların dillerini yazmanın kolay bir yolu olduğu için mi?

Eğer öyle ise, Yunanistan'ın ilk alfabetik kitabelerinde ticaret ve alışveriş konusunda hiç iz olmaması şaşırtıcıdır. Gerek bu gerek diğer fikirler bazı araştırmacıları Yunan alfabesinin İÖ 8. yüzyılda Homeros'un sözlü destanlarını kaydetmek için icat edildiğini söylemeye götürmüştür.

 

(Solda) Suriye'de Halep'te çağdaş bir çarşı. Alfabe eski Filistin, Lübnan ve Suriye'nin pazarlarında ülkelerarası ticareti, çok dilli pazarlığı ve kayıt tutmayı kolaylaştırmak ihtiyacından mı doğmuştur? (Sağda) Dünyanın ilk alfabetik yazısı bu mu? Mısır'da Vadi el-Hol'dan İÖ 1900-1800 yıllarına ait bir kitabe.

EFSANEDEN VARSAYIMA

Kanıt yokluğunda boşluğu anekdotlar ve efsaneler doldurmuştur. Yetişkinlerin varolan yazılarındaki önyargılara ve çıkarlara sahip olamayacakları için sık sık çocukların alfabenin mucitleri olduğu da söylenmiştir.

Bir olasılık da, Kuzey Suriye'de çivi yazısı öğrenmekten bıkan parlak zekâlı bir Kenanlı çocuğun Mısır hiyerogliflerinde tek sessiz harfleri temsil eden az sayıda sembol fikrini alıp kendi Sami dilinin temel sessiz harfleri için yeni simgeler icat etmiş olmasıdır.

Belki de bunları ilk kez eski bir sokağın tozları arasına çizmiştir: Basit bir ev resmi, Sami "beth"i (alfabenin "be"si) "b" simgesi olmuştur. How The Alphabet Was Made'de [Alfabe Nasıl Yapıldı!} Rudyard Kipling'in çocuk kahramanı Taffimai "ses-resimleri" adım verdiği şeyler çizer. A harfi ağzı açık bir sazanbalığıdır.

Taffimai babasına bunun "ah" sesi çıkardığında açık ağzına benzediğini söyler. O harfi yumurta ya da taş biçimlidir ve babasının "oh" dediği zaman ağzının aldığı biçimdir. S harfi yılana benzer ve yılanın çıkardığı tıslama sesinin karşılığıdır: Taffimai işte böyle olmayacak bir tarzda bütün alfabeyi tamamlar.

Ortaya çıkan Kuzey Sami Alfabesi'nden, Fenikeliler'in, İsmailoğulları'nın ve Aramiler'in siyasal yönden güçlenmeleriyle ve ticaretin de gelişmesi sonucunda Kenan, Arami, Güney Sami alfabeleri ya da Seba ve Yunan alfabeleri ortaya çıktı.

Batı dünyasının alfabeleri ise Yunan alfabesi yoluyla, büyük bir olasılıkla Fenike alfabesinin gelişmesiyle oluşacaktı. Şair William Blake Jerusalem'de şöyle yazar: "Tanrı... esrarengiz Sina'nın korkunç mağarasında/ İnsana o harika yazı sanatını verdi." British Museum'daki küçük bir sfenks Blake'in en azından alfabenin yeri konusunda haklı olduğunu göstermişti.

Sfenks 1905'te Mısırbilimci Sir Flinders Petrie tarafından uygarlıktan çok uzak bir köşede, Sina'da Serabit-el-Hadim'de bulunmuştu. Petrie, Mısırlılar zamanında işletilen eski turkuvaz madenlerinde kazılar yapıyordu. Sfenks'in 18. Hanedan'ın ortalarına ait olduğunu tahmin ettiyse de, günümüzde İÖ 1500 yılından kaldığı düşünülmektedir. Bir yanında garip bir yazı vardır.

Öteki yanında ve ön ayakları arasında yine yazılar ve "turkuvazın hanımefendisi, Hathor'un sevgilisi" olarak okunan Mısır hiyeroglifleri yer alır. Bu ıssız yerin kayaları üzerine şunlara benzeyen başka yazılar da kazınmıştı:



Petrie, bulunan yazının 30'dan az simgeden ibaret olduğu için bir alfabe olduğunu tahmin etti. Bu madende çoğunlukla köle olarak Kenan'dan (günümüzdeki İsrail ve Lübnan) gelen Samiler'in çalışmış olduğunu bildiği için yazıda kullanılan dilin bir Sami dili olduğunu düşündü.

On yıl sonra başka bir Mısırbilimci olan Sir Alan Gardiner, "proto-Sinaitik" simgeleri dikkatle inceledi ve bazıları ile Mısır hiyeroglifleri arasında benzerlikler olduğunu gördü. Gardiner, her simgeye, simgenin Mısır dilindeki anlamının Sami dilindeki kelime karşılığını verdi (Kitabı Mukaddes araştırmalarından çok sayıda Sami kelimeleri biliniyordu):



Bu Sami adların, İbrani alfabesindeki harflerin adlarıyla eş olması Gardiner'i şaşırtmadı. İbraniler'in İÖ 2. binyılın sonlarında Kenan bölgesinde yaşadıkları biliniyordu. Ancak adların aynı olmasına rağmen, İbrani harflerinin biçimlerinin proto-Sinaitik simgelerden farklı olması bu iki yazı arasındaki bağlantının çok açık ve kesin olmadığını göstermektedir.

Gardiner'in varsayımı ona Serabit el-Hadim sfenksindeki yazılardan birini çevirme olanağı vermiştir:



İngilizce çeviriyazıda bu simgeler, sesli harfleri çıkarılmış "Baalat" olacaktır, İbrani ve diğer Sami dilleri yazılarında sesli harf bulunmaz, okuyanlar dili bildikleri için sesli harfleri tahmin ederler. Gardiner'in okuduğu yazı mantıklıydı: Baalat, "Hanım" demektir ve Sina bölgesinde, tanrıça Hathor'un Sami dilindeki adıdır. Böylece sfenks üzerindeki yazı iki dilli olarak görünmektedir.

Ancak malzeme eksikliği ve proto-Sinaitik simgelerden çoğunun hiyerog-lifik karşılıkları olmadığı için daha fazla bir çözüm mümkün olmamıştır. Bilimadamlarının, bu çizgilerde Çıkış hikâyesini bulma umutları kırılmıştır. Ancak Musa'nın da On Emir'i taş levhalara yazmak için proto-Sinaitik yazıya benzer bir yazı kullanmış olması mümkündür.

Gardiner'in 1916'da yaptığı tahminin doğru olup olmadığını hâlâ bilemiyoruz. Petrie'nin Sina'daki keşiflerden onlarca yıl sonra yazının Mısır hiyeroglifleri ile ilk alfabeler arasındaki "kayıp halka" olduğu düşünülmüştü. (Bunlar Suriye kıyısında bugünün Ras Şamra'sı olan Ugarit'te İÖ 14. yüzyılda kullanılan 30 simgeli çivi yazısı alfabesi ve Kenan'da Fenikeliler'in İÖ 2. binyıl sonlarında 22 sessiz harfli alfabeleridir.)

Ancak Sina'da ıssız bir madende çalışan -ve herhalde cahil olan- işçiler bir alfabe yaratmış olabilirler mi? Lübnan ve İsrail'deki daha sonraki keşifler alfabenin Sinaitik kuramının romantik bir hikâye olduğunu göstermiştir.

İÖ 17. ve 16. yüzyıl tarihlerinden kalma olduğu saptanan bu yazılar, o zaman Kenan topraklarında yaşayan insanların alfabeyi icat ettiklerini göstermektedir ki, bu da mantıklı olacaktır. Bunlar Mısır, Hitit, Babil ve Girit imparatorluklarının yol kavşaklarında yaşayan kozmopolit tüccarlardı.

Varolan bir yazı sistemine bağlı değillerdi, öğrenmesi kolay, yazması hızlı ve fazla karışık olmayan bir yazıya ihtiyaçları vardı. Her ne kadar kanıtlanmış değilse de, (proto-) Kenanlılar'ın alfabeyi ilk kullananlar olmuş olmaları mümkündür.

 

(Solda) İlk alfabe muamması. 1905'te Sina'da bulunmuş bir sfenkste, ilk alfabe olduğu sanılan, Mısır hiyeroglifleriyle akraba proto-Sinaitik simgeler vardır. Bunları Kenanlı Sami madenciler kazımıştır. Alfabe Mısır'da mı, yoksa Filistin'de mi doğmuştur? (Sağda) Rudyard Kipling'e göre alfabenin doğuşu.

MISIR'DAN YENİ KANITLAR

Ancak son zamanlarda eski Mısır'daki yeni keşiflerle durum iyice karışmıştır ve şimdi Gardiner kuramının elden geçirilmiş bir şekli mümkün görünmektedir. Yale Üniversitesi'nden arkeolog John Co-leman Darnell ile karısı Deborah, 1999'da Güney Mısır çölünde eski seyahat yollarını araştırırken Thebes'in batısında Vadi el-Hol'da alfabetik yazıyı andıran örnekler bulduklarını bildirmişlerdir. Yazının tarihi ÎÖ yaklaşık 1900-1800'dür ki, bu da Lübnan ve İsrail'deki kitabelerden çok daha önce olmasıyla en eski alfabe yazısı olduğunu gösterir.

İki kısa metin, bir Sami yazısıyla yazılmıştır ve uzmanlara göre harfler Mısır yazısının yarı-bitişik yazı biçimine benzemektedir. Yazarın bir grup paralı askerle dolaşan bir katip olduğu sanılmaktadır (firavunlar hesabına çalışan pek çok paralı asker vardı).

Eğer bu kuram doğruysa, o zaman alfabe fikrinin Mısır hiyerogliflerinden esinlendiği ve Filistin'de değil, Mısır'da icat edildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu yeni kanıtlar da kesin değildir ve başka kitabelerin aranmasına devam edilmektedir. Alfabenin kökeni (ya da kökenleri) muamması henüz çözülmemiştir.

Türkçe'nin alfabelerine göz atacak olursak, çok farklı alfabeler kullanıldığını görürüz. 5-6. yüzyıllarda kullanılan Göktürk yazısı, Cermenler'in kullandığı rünik alfabeye benzer. 8-15 yüzyıllar arasında kullanılan Uygur yazısı, Arami alfabesinden türeyen Soyal yazısının son biçimlerinden biridir. Uzun süre Arap alfabesiyle yazılan Türkçe, Türkiye devletiyle birlikte Latin alfabesiyle yazılmaya başlanmıştır.
#64 - Haziran 22 2008, 14:07:25
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Zapotek ve Kıstak Yazıları

Zaman: İÖ 500?-İS 2. yüzyıl
Mekân: Meksika

La Mojarra dikilitaşı uzun bir yazılı metnin en eski örneğidir ve Mezoamerika'da bulunan kitabelerin en önemlisidir. MARTHA J. MACRI, 1993

İkisi de henüz çözülememiş olan Zapotek yazısı (Meksika'da Oaxaca eyaletinin) ve Kıstak yazısı (adım Tehuantepec Kıstağı'ndan almıştır) Orta Amerika'daki pek çok Maya-öncesi metnin en önemlilerindendir.

Birincisi Amerika kıtasının bilinen en eski yazı sistemi olup belki de İÖ 500 yılından kalmadır. Diğeri daha geç döneme ait olup İS 2. yüzyıldan kalmış olabilir. Coğrafi olarak Zapotek yazısı ilk kez İS 3. yüzyılda kaydedilmiş olan Maya yazısına yakın olan Kıstak yazısının yakın bir komşusuydu. Bu nedenle Kıstak yazısını Zapotek yazısının ve onun da Maya yazısını etkilediği söylenebilir.

Bugünkü Zapotekler, Meksika'nın güneyindeki Oaxaca eyaletinin doğu ve güney kesimlerinde yaşarlar. Günümüz Zapotek kültürü, yerleşim ortamına (dağ, vadi ya da kıyı) ve ekonomiye (geçimlik, ticari, tarım ya da kentsel) göre değişir. Bugün, her köyde, karşılıklı anlaşmaya olanak vermeyecek kadar farklı lehçeler ya da ayrı diller konuşulur.



(Üstte) La Mojarra dikilitaşının bir çizimi. Metinde tarih dahil, 400 ile 500 karakter vardır.

Zapotek kitabelerinin çoğu ve en önemlileri- çağdaş Oaxaca kenti dışındaki Monte Albân tepelerinde kurulmuş Zapotek başkentinden çıkmıştır. Glifler görsel olarak Mixtec, Aztek ya da Maya yazılarına benzemezlerse de, Zapotekler tarafından icat edildiği sanılan aynı çizgi-ve-nokta rakamları ile çok benzer bir silindirik takvim sistemi kullanırlar.

Yazıyı çözmek için uğraşanların bir talihi de, bir İspanyol papazının 1578'de yayınladığı İspanyolca-Zapotekçe sözlüğünde zamanın Zapotek Dili'ndeki 20 günün adlarının bulunmasıdır. Ancak yazı sistemi yüzyıllar önce ortadan kalktığından her adın bir Zapotek glifi yoktur. Ama çağdaş bilimadamları gliflerden çoğunun anlamını simgeledikleri şeyden tahmin edip sonra bu anlamı gün adlarının İspanyolca'larıyla eşleştirerek bunu yapabilmişlerdir.

Takvimle ilgili olmayan gliflerin çözülmesi çok daha güç olmuştur. Bu, gliflerin dilinin teşhis edilmesine bağlıdır. Bu dil çağdaş Zapotek Dili'yle akraba olabilir ama bağlantı çok karışıktır. Gözönüne alınması gereken, dilin 2000 yılda uğradığı değişikliğin yanı sıra Zapotek dil grubunun kendi içinde çok bölünmüş olması ve üç büyük dal ile pek çok anlaşılmaz lehçelerin bulunmasıdır.

Ayrıca, kitabelerde yer alması beklenen eski yer adlarının Zapotek karşılıklarının çok azım bilmekteyiz. Bunun nedeni de Oaxaca'daki pek çok yerin, bölgeye İspanyol fethinden çok önce girmiş olan Aztekler'in dili olan Nahuatl'daki adlarıyla tanınmasıdır.

Yine de bilimadamları yazı sisteminde en az 100 temel Zapotek simgesi olduğunu saptamışlardır ki, bu rakam yazının yalnızca hecesel olamayacağı kadar çok ve Maya yazısı gibi logo-hecesel olmayacağı kadar azdır. Daha fazla kitabe bulunana kadar Zapotek sistemi tam olarak çözülemeyecektir.



Zapotek gün ad/glifleri.

KISTAK YAZISI...

Zapotek yazısı için söylenenler, Kıstak yazısı için de geçerlidir ama ilginç olan bu yazıdan elimizde daha az örnek olmasına rağmen bunu Zapotek yazısından daha iyi anlıyor olmamızdır. Bunun başlıca nedeni, Kıstak yazısının çoğunun bir hükümdar resminin de bulunduğu bir tek uzun ve tarihli kitabede bulunmasıdır. İkinci neden de, Tehuantepec Kıstağı'nda dil durumunun Oaxaca devletinde olduğundan daha anlaşılır olmasıdır.

Kıstak hikâyesi 1902'de, Güney Veracruz'da San Andres Tuxtla yakınlarındaki Tuxtla Dağları'nda bir tarlada yeşim taşından garip bir heykelcik bulunmasıyla başlar. Heykelciğin üzerinde, ördek kılığında bir adam ve bilinmeyen bir yazıyla 70 kadar karakter vardı.

Washington'da Smithsonian Enstitüsü'nde sergilenen heykel -tıpkı birkaç yıl önceki Phaistos Diski gibi- yazının başka örneği bulunmadığı için kült statüsü kazandı. Sonra 1986'da Tuxtla yakınlarında bir nehir kıyısındaki balıkçı köyü olan La Mojarra'da çıplak ayaklı bir balıkçı suyun altında 4 ton ağırlığında kitabeli bir taş buldu. La Mojarra dikilitaşında 400-500 karakter (ve İS 143 ve 156 tarihleri) bulunmaktaydı ve bunun Tuxtla heykelciğiyle aynı yazıyla yazıldığı belliydi.

Kıstak Dili'nin en muhtemel adayının günümüzde kıstakta ve çevre bölgelerde konuşulan Mixe-Zoque Dili'nin bir dalı olan Zoque Dili'nin erken bir formu olduğunda genel bir fikirbirliği vardır. Bazı araştırmacılar Mezoamerika'da (yazısız da olsa) en eski uygarlıklardan birini yaratan Olmekler'in Mixe-Zoque Dili'ni kullandıklarına inanmaktadırlar. Bu yüzden Kıstak yazısına, tartışmalı da olsa, "üst-Olmek" yazısı adı verirler.

Ancak Mixe-Zoque varsayımı spekülatiftir (İndus yazısı için yapılan Dravid varsayımı gibi). Bu, simgelerdeki örnek ve resimler Zoque Dili'nin bilinen kelimeleri, grameri ve sözdizimiyle eşleştirildiğinde muhtemel bir "çözüm" çıkmaktadır. "Çözülmüş" metnin kıyaslanabileceği başka bir Kıstak kitabesi olmadığından, bu çözümün doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Aksine güçlü iddialara rağmen Kıstak yazısı henüz çözülmemiştir.
#65 - Haziran 22 2008, 14:08:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Etrüsk Alfabesi

Zaman: İÖ 8 ile 1. yüzyıllar
Mekân: İtalya

Kültürlü halkın yüzde doksanı bugün bile Etrüsk yazısının çözülmesinin imkânsız olduğunu bilir. Bu inanç basında yankı bulur ve ders kitaplarının çoğunda da tekrarlanır. Üstelik bu fikrin modasının geceli iki yüz yıl olduğu halde. MASSIMO PALLOTTINO, 1975

Etrüskler'in ve anayurtları Etruria'nın (kuzeyde Arno, güneyde Tiber ırmakları arasında, günümüzde Toskana), Roma çağlarından beri Avrupalılar'ın hayallerinde özel bir yeri vardır. Rönesans'ta Toskana grandükü Cosimo de'Medici, biyografisinin yazarı olan Vasari tarafından, eski hükümdarın Chiusi'de sözde mezarının keşfinden sonra Etrüsk kralı Lars Porsenna olarak nitelenmişti. 20. yüzyılda D. H. Lawrence da son şiirlerine Etrüsk mezarlarına girişin görüntülerini eklemişti. "Bir meşale verin bana!/ Bu çiçeğin mavi çatallı meşalesiyle/ ineyim karanlık merdivenlerden... Persephone'nin ardından."

Dil tarihi açısından Etrüskler'in büyük önem taşıdıkları ve sonsuz bir ilgi kaynağı oldukları kuşkusuzdur. Etrüskler alfabeyi Yunanlılar'dan (büyük olasılıkla Khalkidikia alfabesinden) alıp değişiklikler yaparak Romalılar'a geçirmişler, Romalılar da Avrupa'nın tümüne yaymışlardır.

Ancak konuşma dilleri ortadan kalkmış olduğu için kitabelerindeki yazılardan anlayabildiğimiz kadarıyla bunun Avrupa'nın diğer hiçbir diline benzemediğini söyleyebiliriz. Etrüskler'in rakamlar için kullandıkları kelimeleri Latince, Yunanca ve Sanskrit karşılıkları ile kıyaslayınca Etrüsk dilinin bir Hint-Avrupa dili olmadığı kolayca görülür:



Etrüskler alfabeyi İtalya'ya ÎÖ 775 tarihinde Pithekoussai'ye (günümüzde Ischia) yerleşen Yunan kolonicilerden öğrenmişlerdir. Bunlar harfleri "model" alfabeler biçiminde yazmışlardır. Bu alfabeler pek çok yerde pek çok nesnenin üzerinde bulunduğundan pek gözde olmuş olmalı. Uygulamada Etrüsk dili b, d, g gibi sesli duraklama ve o gibi sesli harf simgelerine gerek duymadığından harflerin tümü kullanılmamıştır.

Bilinen Etrüsk dilinde yazılmış kitabelerin sayısı 13.000 ise de, bunlardan 4000'i parça ya da grafitti halindedir ve kalan 9000'inin çoğu da yalnızca baba adını, kimi zaman ana adım, ölenin soyadı ve eğer kadınsa belki de kocasının adı ve çocuklarının sayısını gösteren mezar taşlarıdır.

Bunları okumakta bir güçlük yoktur. 18. yüzyıl ya da daha öncesinden bu yana harflerin fonetik değerleri ikame edilerek söz konusu okuma yapılabilmektedir. Ancak bu iş, bir dili yalnızca mezartaşlarım okuyarak öğrenmeye çalışmaktan farksızdır.

 

(Solda) Pyrgi altın levhaları, İÖ yaklaşık 500. Soldaki levha Fenike, sağdaki Etrüsk/Yunan yazısıyla yazılmıştır. (Sağda) Horoz biçimli bir Etrüsk vazo ya da mürekkep hokkası, İÖ yaklaşık 600. Üzerinde Yunan alfabesinden alınan "model" bir alfabenin harfleri kazınmıştır.

Burada eksik olan, iki dilli ve başka bir konu içeren bir metindir. 1964'te Caere Limanı (bugünkü Cerveteri) olan Pyrgi'de üç altın tablet bulunmuştur ve bunlar Etrüsk metinlerinin en önemli iki dilli yazısıdır. Tabletlerden biri Fenike, diğer ikisi Etrüsk dilinde yazılmıştır. Etrüsk dilindeki en uzun metinde 36 ya da 37 kelime vardır, ancak Fenike ve Etrüsk dilindeki metinler birbirlerinin tam çevirisi değildir: Pyrgi tabletleri tam değil "yarı-çift-dilli" metinlerdir, ikisinde de aynı olay anlatılır:

Hükümdar Thefarie Velianas hükümdarlığının üçüncü yılında Etrüsk tanrıçası Uni ile özdeşleştirilen Fenike tanrıçası Astarte'nin (ya da İştar'ın) bir tapınağını açmaktadır. Ancak iki metinde bu olay, çok farklı biçimlerde anlatılmaktadır.

Sonuçta Pyrgi tabletlerinden öğrenilen tek yeni Etrüsk kelimesi "üç" anlamına gelen "ci" olmuştur. 1990'larda keşfedilen en son kitabe olan Tabula Cortonensis için de aynı şey geçerlidir: 200 kelimelik bu levhanın çoğu adlardan oluşmaktadır (Laris Celatina Lausa gibi): Buradan çıkan tek yeni kelime de "göl" karşılığı olandır.

Bu nedenle Etrüsk yazısı bir sır olmamakla birlikte Etrüsk dili gerçek bir muammadır. Etrüsk sanatı ve Latince kitabeler gibi diğer çözüm araçlarına rağmen Etrüsk dilinde bildiğimiz kelimelerin sayısı henüz 250 kadardır ve bunların hepsinin anlamlarından da emin değiliz. Kitabelerin konularının kısıtlı olması nedeniyle gramer bilgimiz de sınırlıdır ve Etrüsk edebiyatı günümüze kadar kalmadığından sözdizimi hakkında da çok az şey bilmekteyiz.

Etrüskler'le yakın ilişkisi olan Romalılar da Etrüsk dili ve edebiyatı konusunda hiçbir bilgi aktarmamışlardır. Oysa Etrüsk dili, Etrüsk uygarlığının parlak döneminden sonra da Roma'daki aileler tarafından konuşuluyor ya da en azından biliniyor olmalıydı. Bunlar, Etrüskler'in hâlâ çözülmemiş yönlerini gösterse de zamanla her unsur hakkındaki bilgimiz artmaktadır.
#66 - Haziran 22 2008, 14:09:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Meroe Yazısı

Zaman: İÖ 3. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Sudan

Doğu çölünden gelen göçebelerin Nil vadisinde (Meroe'de) bir imparatorluk kurduklarını öğrenmek... dünyada maddi ve entelektüel kültürde öncülük eden bir milletin Mısırlı fellahların ataları olduğunu öğrenmekten daha şaşırtıcı olamaz. FRANCIS LLEWELYN GRIFFITH, 1909

Nil'in akış yönünü gösteren bir haritaya bakarsanız nehrin iki kavisle altı çavlandan geçerek Sudan'ın merkezinde Hartum'dan Nasır Gölü'ne ve Sudan ile Mısır arasındaki günümüz sınırında Assuan'a aktığını görürsünüz. Eski Mısır'la rekabet eden bu geniş alan arkeologlarca Nübye olarak bilinir. Burası eski çağlarda, kökeni bilinmeyen bir kelime ile, Kuş krallığı olarak anılırdı ve en büyük kenti Nil'in 5 ve 6. çavlanları arasındaki Meroe idi.

Meroe uygarlığı eski Mısır'ın bir parçası değil, Sahra-altı Afrikası'nın en önemli ilk devletlerinden biriydi. Uygarlığın arkeolojik kökenleri İÖ 3. binyıla kadar giderse de, tarihe girişi -Mısır hiyeroglif kitabelerinde yapılan atıflarla- yalnızca İÖ 8. yüzyıldadır.

Kuş kralları İÖ 712-656 yılları arasında Mısır'ı fethetmişler ve 25. hanedan olarak kabul edilip merkezi Sudan'dan Filistin sınırlarına kadar uzanan bu imparatorluğu yönetmişlerdir. Kuş'ta İS 1. yüzyıla kadar Mısır hiyeroglifleri kullanılmıştır. Ancak bunlar Mısır yazısı gibi hem hiyeroglif hem de hiyeroglifin bir tür el yazısı versiyonu gibi olan Meroe yazısıyla birlikte kullanılmıştır.

Meroe ve diğer yerlerde bulunan Mısır/Meroe çift-dilli kısa kitabeler bilimadamlarının, özellikle de Francis Llewelyn Griffith'in Meroe yazısının fonetik değerlerini çözmelerine imkân vermiştir. Çoğu Mısır yazısından alman yalnızca 23 hiyeroglif işaret (ve aynı sayıda hiyeroglifin el yazısı versiyonuna benzeyen yazılar] vardı. Diğer bir deyişle Meroe hiyeroglifleri görsel bakımdan Mısır hiyerogliflerine benzese de, aslında bir alfabedir.

Bu nedenle Meroe adlarının çoğunu çevirebilir ve paralel Mısır kelimeleriyle kıyaslayarak ad olmayan bazı Meroi dilindeki kelimelerin anlamlarını tahmin edebiliriz. Ancak Meroe dili bir bütün olarak tam bir muammadır.

Elimizdeki kelimelerin Eski Nübye diline ya da bölgenin, Nil-Sahra ya da Afro-Asyatik ailesine mensup Afrika dillerinden herhangi birine benzerliği bulunamamıştır. Böylece basit bir dil çözümü yoktur: Mısır hiyerogliflerinin çözülmesinde anahtar olan Kıpti dilinin Sahra-altı eşdeğeri yoktur. Dilin çözümünde en iyi ilerleme umudu çift-dilli, Meroe ve Mısır dillerinde yazılmış daha geniş bir metin bulunmasıdır.

Belki de Griffith'in ileri sürdüğü gibi Kuş krallığını yaratan insanların günümüzde Kızıldeniz yakınlarındaki doğu çöllerinde dolaşan ve adlarından "Bedevi" sözcüğünün türediği göçebelerin dili olan Beja'nın daha eski bir biçimini konuştuklarını öğreneceğiz. Bazı dilbilimciler ise, Meroe dilinin Nübye ya da Doğu Sudan dilleriyle akraba olduğunu da ileri sürmüşlerdir. Ancak kesin bir şey söylemek için hâlâ erkendir.
#67 - Haziran 22 2008, 14:09:58
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rünik Yazı

Zaman: İS 2.-9. yüzyıllar?
Mekân: Kuzey Avrupa, Grönland

Her rünik yazı için, onun üzerinde çalışan bilimadamları kadar çok yorum olacaktır. "RUNO-DİNAMİĞIN İLK KURALI"

Avrupa yazılarının çoğu Latin harflerinden oluşur. Bu da Latin yazısı ile bağları o kadar kesin olmayan önemli bir Avrupa yazısı olan rünik yazının varlığını hep gölgelemiştir. Daha 2. yüzyıldan başlayarak 16. hatta 17. yüzyıllara kadar Gotik, Danca, İsveççe, Norveççe, İngilizce, Frizce, Frankça'nın ilk aşamalarını ve Orta Germania'nın çeşitli kabile dillerini kaydetmek için rünik yazıyla yazılmış kitabeler bulunmuştur.

Bilinen rünik kitabelerin sayısı 5000'i aşar ve bunların hemen hemen hepsi kuzey ülkelerindedir. Bunların da büyük çoğunluğu İsveç'tedir ve sık sık yeni rünik yazılarla yazılmış taşlar keşfedilmektedir. Kitabelerin sayıları Norveç'te 1000, Danimarka'da 700 kadardır.

İzlanda'da nisbeten daha geç döneme ait altmış kitabe vardır ve Grönland ile Faroe Adaları'nda da rünik metinler bulunmuştur. Man Adası, Orkney Adaları, Shetland Adaları, İrlanda ve Western Adaları gibi Britanya Adaları'nda bulunanların çoğu İskandinav gezginlerinin eseridir.

Rünik yazının nerede ve ne zaman icat edildiğini bilmiyoruz. Romanya, Orta Almanya ve Rusya'da ilk dönem rünik yazılı nesneler bulunması yazının o genel bölgede, belki de Tuna sınırındaki ya da Vistül kıyılarındaki Gotlar tarafından icat edilmiş olacağını göstermektedir.

Bir başka varsayım da, Güney İsviçre ve Kuzey İtalya Alpleri vadilerindeki kitabelerde kullanılan rünik harflerle karakterlerin benzerliğine işaret edip icadı o bölgedeki latinleştirilmiş Cermence'ye bağlar. Hatta Etrüsk alfabesiyle de bir bağı olabilir. Üçüncü bir varsayıma göre rünik yazıyı bulanlar Danimarka'nın Cermen kabileleri, belki de Güney Jutland'da yaşayanlardır.

İlk kitabelerin çoğu bu genel bölgeden çıkmıştır ve erken rünik metinleri Danimarka'nın çeşitli bölgelerinden hâlâ çıkarılmaktadır. Ancak bütün rünik yazı araştırmacıları bir noktada hemfikirdirler: Latin alfabesinin, rünik yazı üzerinde bir etkisi olmuştur.

 

(Solda) İskoçya'dan Golspie No. 2. Bu II. Sınıf sembol taşında bir Pikt hayvanı, çift yüzlü baltası ve hançeriyle bir aslan ve balığa dönük Pikt adamı ile birbirlerine sarılmış ve kendi balık kuyruklarını ısıran iki yılan görülmektedir. (Sağda) 5. yüzyıldan kalmış olan gümüş ve emaye plakalar. Semboller bir çifte disk ve Z-asası ile bir ayıbalığı başıdır.

RÜNİK ALFABE

Rünik alfabenin en az üç türü vardır. Bunlardan İS yaklaşık 800'den önce Avrupa'nın kuzeyinde kullanılanı Erken ya da Ortik Germen (Toton) yazısı, 5. ya da 6. yüzyıldan yaklaşık 12. yüzyıla kadar İngiltere'de kullanılanı Anglosakson ya da Angıl yazısı, 8. yüzyıldan 12. ya da 13. yüzyıla değin İskandinavya ve İzlanda'da kullanılanı ise kuzey ya da İskandinav yazısı olarak adlandırılır.

Rünik alfabenin adını ilk altı harften alarak "fut-hark" olarak bilinen özel sıralı 24 harfi vardır:



(Üstte) İskoçya'da Strathclyde'de bulunmuş olan Hunterston broşu. İğnenin solundaki yazıda sahibinin adı olan Melbrigida yazılı olup sağındakiler rünik yazı taklididir.

Yukarıdaki örnekte soldan sağa doğru gösteriliyorsa da, ilk zamanlarında sağdan sola ve hatta boustrophedon (bir satırda soldan sağa, diğerinde sağdan sola) yazılmış da olabilir. Bir harf kimi zaman ters, hatta altüst çevrilebilir. Büyük ve küçük harfler arasında bir ayrım yapılmamıştır.

Harflerden bazıları (r, i ve b, rünik karşıtları gibi) Latin alfabesinin harfleriyle ilişkilidir. Diğerleri Latin harflerinin adaptasyonları olabilir: f,u (ters çevrilmiş Latin V), k (Latin C), h, s, t ve J (ters Latin L) gibi. Ama g, w, j ve p gibi bazıları aynı ses değeri olan Latin harflerine hiç benzemezler.

Yukarıda verilen ses değerleri yaklaşıktır: Erken dönem Cermen dillerinin sesleri modern İngilizce'de aynı değildir.

Rünik kitabeler genelde "okunabilirse" de -Etrüsk kitabelerinin okunduğu anlamda- erken dönem Cermen dillerini bilmediğimiz için anlamları çoğunlukla bilinememektedir. Günümüzdeki eldeki az ve belirsiz kanıta dayanarak bir tahmin yürütme anlamına gelen "rünik yazıyı okuma" deyiminin kökeni de budur.



İsveç'te Östergötland'da Rök taşı. Bilinen en uzun rünik kitabesi olan metin, Erken Viking Çağı'nda, Varin tarafından ölen oğlu Vaenod'un anısına yazılmıştır.

PİKT SEMBOL TAŞLARI

Piktler günümüzde İskoçya'yı oluşturan toprakların doğu ve kuzey kesiminde Caithness ile Fife arasında yaşamış bir halktır. Adlarının bedenlerini boyamalarından ya dövme yaptırmalarından kaynaklandığı sanılır. Bu halkın yarattığı sembol taşları rünik yazıdan çok daha karışıktır. Bunlar kayıp oldukları bildirilenlerle birlikte 630 tanedirler ve yalnızca 4. ile 9. yüzyıllarda Piktler'in hâkim olduğu İskoçya'da bulunurlar.

425 okunabilir sembol 50 farklı işaret grubuna ayrılabilir ve bunlardan en yaygını hilal ve V-asası, çifte disk ve Z-asası, "yunus", balık, ayna ve taraktır. Latin alfabesiyle bir benzerliği yoktur ve Pikt sembolleri genelde çifttir ve nadiren dörtlü grubu aşarlar - bu nedenle alfabetik olmaları pek düşük bir olasılıktır.

Belli başlı iki kitabe sınıfı vardır. I. Sınıf, cilalanmış kayalara ve Neolitik ve Bronz Çağı dikilitaşlarına kazılmış sembollerden oluşur. II. Sınıf, Hıristiyan sembolizmi taşır. Yerel bir taşın bir yüzüne oyulmuş bir haç ve çoğunlukla göz alıcı bir süsten ve I. Sınıfın sembollerinden oluşmaktadır. Taşın arkasında ya da yanında kimi zaman ikinci bir haça rastlanır.

Pikt dili 9. yüzyılda Pikt Krallığı'nın İskoçya'yla birleşmesinden sonra yerini Gaelce'ye bırakmıştır. Bu dil ortadan kaybolmuş olduğu için bu yazıların yorumu yalnızca sembollere dayanmaktadır. (Bazı taşlarda Ogham alfabesinden harfler vardır ama bunlar anlaşılamadığı için bu taşlar işe yarar "çift-dilli" taşlar değildir.)

Pikt sembolleri büyük bir olasılıkla daha sonraki armalarda olduğu gibi özel adları temsil edip önemli olayları anlatmaktadır. Bazılarının mezartaşları olduğu kesindir. Rünik yazısının aksine Pikt sembolleri tam bir yazı sistemi olmamıştır.
#68 - Haziran 22 2008, 14:10:53
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rongorongo

Zaman: ??-19. yüzyıl
Mekân: Paskalya Adası

Ko hau rongorongo'larımız kayboldu! Geleceğin olayları yanımızda getirdiğimiz bu kutsal levhaları ve yeni toprağımızda yapacaklarımızı yok edecek. Başka ırkların insanları kalan birkaç taneyi paha biçilmez değerde nesneler olarak koruyacaklar ve onları maori'leri bunların üzerinde çalışacaklar ama okuyamayacaklar. Ko hau motu mo rongorongo'muz sonsuza kadar kaybolmuş olacak. Aue! Aue! HOTU MATU'A (PASKALYA ADASININ EFSANEVÎ İLK YERLEŞİMCİSİ)

Paskalya Adası (ya da sakinlerinin dedikleri gibi Rapa Nui) dünyanın her yerden en uzak yerleşim noktasıdır: En yakın komşusu doğu-güney-doğuda 2250 km uzaklıktaki Pitcairn Adası'dır. Yönetsel açıdan bağlı olduğu Şili'ye ise, 3600 km uzaklıktadır.

Bu adayı gören ilk Avrupalı olan Hollandalı Amiral Jacop Roggeven, buraya bir Paskalya günü ayak bastığı için adını da Paskalya Adası olarak koymuştu. Ada, buralardaki bütün Büyük Okyanus adaları gibi küçük olup uzunluğu en fazla 24 kilometredir.

Benzeri olmayan büyük taş heykellerinin (moai} dışında esrarengiz bir yanı da rongorongo ("şarkılar" ya da "ezberler") adı verilen kendi yazısına sahip olmasıdır. Bu o kadar egzotik ve esrarengizdir ki, 1860'da Avrupalılar tarafından keşfedildiğinden beri rongorongo yazısıyla yazılı tahtadan tabletler çözüm meraklıları için âdeta bir mıknatıs olmuştur.

Honolulu'dan Santiago'ya ve Avrupa başkentlerine kadar, muhtemelen bir köpekbalığı dişi, kuş kemiği ya da bir obsidyen parçasıyla tahtaya kazınmış olan 25 rongorongo kitabesi vardır. Paskalya Adası'nda bir tane bile kalmış değildir. Çoğu Büyük St. Petersburg tableti gibi şu anda bulundukları yerlerin adlarıyla anılırlarsa da, bazıları yumurta biçimi nedeniyle Rapa Nui dilindeki adıyla Mamari ("yumurta") olarak bilinir.

Bu yazıların çoğu çok kısadır, ancak en büyüğü ve uzunu olan Santiago bastonunda 126 x 6,5 santimlik bir tahta üzerinde 2300 karakter vardır. Bir Avrupa ya da Amerikan küreğinden yapılma ahşap bir tablet olan Tahua'da da 1825 karakter vardır ve bu da en uzun tablet yazısıdır.



Ters boustrophedon stilinde yazılmış Mamari tableti. Birinci satır soldan sağa okunur, sonra tablet 180 derece döndürülüp yine aynı yönde okunur ve sonuna kadar böyle devam edilir.

RONGORONGO KAÇ YAŞINDADIR?

Rongorongo tabletlerinin günümüz Rapa Nui diline akraba bir Polinezya dilinde yazıldığından kimsenin kuşkusu yoktur. Sorun dilin yazıların yazılmasından bu yana ne kadar değiştiğini belirlemek ve dil ile yazıları ilişkilendirmektir. Ancak rongorongo'nün bir yazı sistemi olarak kaç yaşında olduğundan kimse emin olamaz. Yazıların hiçbirinde tarih yoktur.

Rongorongo âdâya bin beş yüz yıl önce Polinezya' dan mı getirilmiştir, yoksa adada dış etkiler olmaksızın mı icat edilmiştir ya da 18. yüzyılda ilk Avrupalı ziyaretçilerle ilişkilerin bir ürünü müdür bilinmemektedir. Üç olasılık için de bazı kanıtlar vardır. Eğer adada bağımsız bir icat kanıtlanabilirse bu, yazının bir değil birkaç kökeni olduğu düşüncesini güçlendirir ki, bu da gayet tartışmalı bir konudur.

Paskalya Adası'nın 19. yüzyılda kaydedilen sözlü geleneğine göre adanın ilk yerleşimcisi olan efsanevi Hotu Matu'a Polinezya'daki anayurdundan 67 tablet getirmiştir. Ancak Okyanusya'da sömürge döneminden önce herhangi bir yazı sistemi olduğunu gösteren bir bilgimiz yoktur. Eğer yazı adada icat edilmiş olsaydı bunun taşa, mağara duvarlarına, ya da moai heykellerine kazınmış olmasını beklerdik.

Böyle bir şey yoksa da, rongorongo simgelerine benzeyen petroglifler (taş-oyma) vardır. Ancak petroglifler Avrupalılar'la ilişkiden çok önce de olmuş olabilir ama adada kimse bunları fonetik konuşmayı temsil edecek biçimde kullanmayı da becerebilmiş değildir.

1722'de gelen ilk Avrupalı ziyaretçiler herhangi bir rongorongo izine rastlamamışlarsa da, 1770'de iki gemiyle gelen ve adayı askeri bir törenle İspanya kralına bağlamak isteyen İspanyollar adalıları bir anlaşma "imzalamaya" zorlamışlardır.

Kullanılan -simgelerden ikisi -"vulva" ve "kuş"- petrogliflere benzemekteyseler de, rongorongo'ya benzememektedirler. Bazı bilimadamları belki de rongorongo'nun İspanyol yazısını görme sonucunda 1770'ten sonra icat edildiğini ileri sürmüşlerdir.



Mamari tabletinde "ay takvimi". Bu tam bir takvim olmayıp 29,52 günlük ay takviminde iki ek gecenin nereye yerleştirileceğini gösteren listedir. Böylece 29 ve 30 günlük aylı geleneksel ay takvimi sürdürülmüş olacaktır.

ÇÖZÜM GİRİŞİMLERİ

Rongorongo'yu çözmek için çağdaş girişimler, simgelerin iç analizleriyle 19. yüzyıldan önce, gelenek daha ölmeden, yerlilerden toplanan rongorongo " okumalarına dayanarak ve Polinezya dilleri bilgisiyle desteklenerek yürütülmektedir. Pek çok ülkeden bilimadamının katkısına rağmen ilerleme çok ağırdır.

19. yüzyıl sözlü kanıtlarının geçerliliği konusunda ve yazı sistemindeki simge sayısı üzerinde anlaşmazlık vardır. Simge-sayısı tahminleri 55-60 temel simgeden yüzlercesine kadar değişmektedir. Genelde üzerinde anlaşılan bir "çözüm", Mamari tabletinin bir tür ay takvimi olduğudur.

Steven Roger Fischer'in Santiago bastonu çözüm önerisinde, bunun yaratılış ilahisi olduğu ileri sürülmüştür. Çeviri bazıları tarafından heyecanla karşılaşmışsa da, diğer rongorongo araştırmacıları bunun geçerliliğini kabul etmemiştir. Daha fazla tablet bulunmadıkça (ki, tahta çabuk çürüdüğü için bu pek muhtemel değildir), rongorongo tahtalarında ne yazdığını asla öğrenemeyeceğiz.
#69 - Haziran 22 2008, 14:11:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Thera Patlaması ve Minos

Zaman: İÖ 17. ya da 16. yüzyıl
Mekân: Thera (Santorini)

Gürültü hiç kuşkusuz nedenini bilme imkânları olmayan Giritliler'i korkutmuş ve kulaklarını sağır etmiş olmalı. Sonra kimi soğuk kimi alev alev yanan bir çamur ve kül yağmuru başlamış olmalı. Ve herhalde en kötüsü adaya Krakatao'dakilerden daha hızlı ve daha yüksek olan dalgaların vurması olmalıydı. SPYRIDON MARINATOS, 1972

Adanın ortasındaki volkan kül ve lav püskürtürken, haftalar boyunca yer sarsıntıları devam etmişti. Thera çiftçileri adaya lavlar yağarken tarlalarını ve evlerini terketmişler, teknelerine atlayıp denize açılmışlardı. Sonra 17. ya da 16. yüzyılda bir yaz günü yanardağ müthiş bir güçle patladı.

Yanardağın konik tepesi patlamadan sonra aşamalarla çöktü. Girit'in büyük bir kısmı yoğun bir kül tabakası altında kaldı. Ancak Minos uygarlığını gerçekten Thera patlaması mı sona erdirmiştir? Pek çok arkeolojik muamma gibi bu bilmecenin de yanıtım vermek kolay değildir.



Thera patlamasından önce şiddetli yer sarsıntıları olmuş, volkanik kül adanın köy ve tarlalarını kaplamıştı. Ada sakinleri teknelerle kaçıp Akrotiri gibi yerleşim yerlerini boşalttılar. Minos köyü, arkeologlar ortaya çıkarana kadar metrelerce kül altında kaldı.

BÜYÜK FELAKET

Bir adı da Santorini olan Thera Adası, Ege Denizi'nde ve bir zamanlar 16 kilometre çapı olan bir adadır. Eskiler deniz yüzeyinden 1600 metre yükselen volkanik bir dağına sahip bu dimdik ama verimli âdâya Kalliste, yani "güzel" adını vermişlerdi.

Hiroşima'daki atom bombası patlamasından daha büyük olan 7500 megatonluk patlama, bir adadan üç ada yaratmıştı. Bunlar dik süngertaşı ve kül yamaçları olan 80 kilometre karelik bir kütleyi çevrelerler. Ada üzerine milyonlarca ton volkanik kül yağmış ve her tarafı toz tabakalarıyla kaplamıştı. Kuzeybatı rüzgârları volkanik külü Doğu Girit'e ve Doğu Akdeniz'e kadar taşımıştır.

Girit'teki Minos tarlalarına birkaç metre kalınlığında kül düşmüş, ürünü mahvetmişti. Derin deniz araştırmalarında Santorini külünün 300.000 kilometre karelik bir alana ve rüzgâr yönünde 700 kilometre kadar uzağa yayıldığı bulunmuştur. Örneklerdeki tanecik boyutları yazın kuzeybatı rüzgârlarıyla taşınmaya uygun kül ile uyumludur.

Patlamanın merkezinden tsunamiler de (sismik aktiviteden kaynaklanan dev dalgalar) yayılmış olmalıdır. 365 ve 1650 yıllarındaki daha küçük Santorini patlamaları Girit'in kuzey kıyılarında büyük hasarlar yaratan tsunamiler doğurmuş ve bu dalgalardan, Mısır'daki İskenderiye bile etkilenmiştir.

1956'da yakınlardaki Amorgos'ta bir deprem 40 metrelik tsunami dalgaları yaratmıştı. Çok daha büyük bir felaket olan Thera dalgaları, patlamanın şiddeti ve denizin derinliği nedeniyle çok daha büyük olmuş olmalıdır. Girit'in yalnızca 100 kilometre ileride olan ve pek çok Minos topluluğunun yaşadığı kuzey kıyıları, tsunamilerin etkisi altında elbette kalacaktı.



Akrotiri'nin iki katlı evleri hâlâ ayaktadır ve sahiplerinin bıraktığı eşyalar ortalığa saçılmış durumdadır. Bitişik evler felaket anında Minos yaşamından canlı bir tablo sunuyor.

DOĞANIN BİR KURBANI: AKROTİRİ

Thera patlaması Buzul Çağı'ndan bu yana en büyük doğal felaketlerden biridir. Güneydoğu Asya'da 1815'teki Tambora Dağı patlaması şiddet bakımından ondan üstünse de, Thera 1883'te on binlerce insanın ölümüne neden ünlü Krakatoa patlamasından daha büyüktür.

Yunan arkeologu Spyridon Marinatos, 1939'da, Thera felaketinin İÖ 1500'den sonra Minos uygarlığının çöküşüne neden olduğunu ileri sürmüştür. Pek çok arkeolog bu kurama kuşkuyla yaklaşırken Marinatos, Thera'nın güneydoğu ucunda volkanik kül altında gömülü terk edilmiş Minos yerleşim birimi Akrotiri'yi keşfetti. Burada yaptığı kazılar patlamanın dramatik şiddetini gözler önüne sermiştir.

Akrotiri'ye "Ege'nin Pompei'si" adı verilmiştir. Sakinlerinin kaçma imkânı buldukları bu yerleşim merkezi tümüyle küller altında kaldığı için, olduğu gibi gelecek kuşaklara saklanabilmiştir. Marinatos, 13 hektardan büyük bir alana yayılmış bir kent çıkarmıştı. Büyük evlerin arasında bugün sayısız Yunan kırsal kentlerinde olduğu gibi dar sokaklar vardı. Evlerden iki üç katlı olanları hâlâ ayaktadır.

Marinatos tek tek temizlediği odalarda zamanda donup kalmış bir toplumu ortaya çıkarmıştır. Kaçan insanların bıraktıkları yataklar, küpler ve diğer eşya, atıldıkları yerlerde öylece duruyordu. Duvarlardan bazılarındaki parlak renkli fresklerde savaşçılar ve kentler, gemiler, hayvanlar ve bitkiler, hatta *** yapan iki çocuk görülmektedir. Minos standartlarına göre Akrotiri, yoksul bir topluluktu, ancak bize günlük yaşam konusunda Girit saraylarından daha çok şey anlatmaktadır.



Akrotiri evlerinin duvarlarının freskleri 3500 yıl önceki köy yaşamının renkli bir resmini sunuyor. Bir duvarda iki çocuk *** yaparken, öteki duvarda antiloplar geziniyor.

PATLAMANIN TARİHİ

Marinatos, Akrotiri'nin ve böylece patlamanın tarihini saptarken kronolojisini, evlerden aldığı seramik vazoları Kuzey Girit'teki Knossos'da "Minos Sarayı"ndan örneklerle kıyaslamaya dayandırdı. Tarihi kayıtlardan İÖ 1500 yıllarına ait olduğu bilinen benzer kaplar Nil kıyılarında bulunmuştu.

Marinatos bunlara dayanarak felaket tarihini İÖ 1450 olarak belirledi ki, bu da Minos uygarlığının çöküşe geçtiği ve Knossos'da yıkım belirtilerinin görülmeye başladığı tarihtir. Marinatos böylece Thera patlamasının Knossos'un -ve bir bütün olarak Minos uygarlığının- çöküşünde katkısı olduğunu iddia etmiştir.

Son yıllarda ağaç halkalarından ve buzların derinliklerinden ısı ve yağmur değişikliklerini yıllık olarak tespit etmekte bir devrim yaşanmıştır. Bazı uzmanlar ağaç halkalarının ve Kuzey Avrupa ile Grönland'dan alman buz bilgilerinin, İÖ 1628 yılında çok geniş bir alanda ısı düşmesi ve ağaç büyümesinin duraklaması gibi olayları ortaya çıkardığını iddia ederler ki, bu olgu da volkanik külün güneş ışınlarını kesmesiyle ilişkilendirilir.

Aynı uzmanlar bu olgunun Thera ile birleştirilebileceği ve böylece patlamanın İÖ 17. yüzyılda yeraldığını, bunun da Minos uygarlığının nihai çöküşünden yüz elli yıl önce olduğuna inanmaktadırlar. Ancak Marinatos kronolojisini destekleyenler, Kuzey Avrupa'da buzullarda ve ağaç halkası dizilerindeki iklim anormalliklerinin Thera patlamasından değil, ondan 150 yıl önce bilinmeyen başka bir volkanik olaydan kaynaklanmış olacağına işaret etmektedirler.

Bir başka yeni keşif bu tarih belirleme işini daha da karıştırmıştır. Avusturyalı bilimadamı Manfred Bietak, Nil deltasında Teli el-Daba'da (Avaris) ÎÖ 1550 yıllarına ait süngertaşı katmanları bulmuştur. Bu süngertaşı Doğu Akdeniz'de büyük bir yanardağ patlamasının kanıtı olabilir. Thera'nın patlamasına kadar olan yüz elli yıl içinde neler olduğunu hâlâ bilmiyoruz.

 

(Solda) Thera patlamasının derin denizden alınan döküntülerini gösteren harita. Parantez içinde rakamlar, karada bunların eşdeğeri döküntü miktarlardır. (Sağda) Minyatür fresklerden bir ayrıntı: Hayvan postu kaplı kalkanlarıyla silahlı savaşçılar ve bir deniz kazasında denize düşen insanlar.

MİNOSLULAR'A NE OLDU?

Thera felaketinin Minoslular'ın yaşamı üzerinde, özellikle de kuzey kıyılarında ya da Doğu Girit'te volkanik kül bulutunun yolu üzerinde yaşayan çiftçi toplulukları ve saraylar üzerinde çok ciddi bir etki yaratmış olduğu tartışılmazdır. Yağan küller tarladaki ürünü örtüp aynı yerlerin bir daha sürülmesini engellemiştir. Kıtlıktan ve açlığın sonucunda oluşan bulaşıcı hastalıklardan yüzlerce ve belki de binlerce kişi ölmüştür.

Knossos denizden içeride ve yüksekte bulunduğundan dev dalgalar kıyıdaki yerleşim birimlerini sular altında bırakmış ama sarayı basmamış olmalıdır. Yüzlerce ticari gemi, balıkçı teknesi ve daha küçük tekne dalgalar sonucunda parçalanmıştır ve bu da Minos uygarlığını besleyen şarap ve zeytinya??ı ticareti üzerinde çok ciddi sonuçlar doğurmuş olmalıdır. Ancak felaket, patlamadan sonra birkaç kuşak boyunca yaşadıkları ve hatta geliştikleri anlaşılan Minoslular'ı herhalde yok edememiştir.
#70 - Haziran 22 2008, 14:12:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Roma'nın Çöküşü

Zaman: İS 5. yüzyıl
Mekân: Batı Akdeniz

Kudüs'te bunlar olurken bize batıdan korkunç bir söylenti ulaştı. Roma'nın kuşatıldığını, yurttaşların altın karşılığında güvenliklerini satın aldıklarını ve böylece yağmaya uğradıktan sonra yalnızca maddi varlıklarını değil, canlarını da kaybettiklerini duyduk. Ulağın sesi hafiflemişti, sözleri hıçkırıklarla kesiliyordu. Dünyayı ele geçirmiş olan kentin, şimdi kendisi ele geçirilmişti. JEROME, 127 NOLU MEKTUP, 412 YILI

İS 5. yüzyılda Akdeniz'de meydana gelen büyük değişiklik genelde Roma'nın "çöküşü" olarak adlandırılır. Yüzyılın başında Roma imparatorluğu hâlâ Britanya'dan Büyük Sahra'ya, İspanya'dan Ortadoğu'ya kadar uzanmaktaydı.

Ancak yüzyılın sonunda Roma'nın batı eyaletleri barbar kralların eline geçmişti. İmparatorluk ise Konstantinopolis'ten yönetilen Doğu Akdeniz'deki parçasından ibaretti. Bu değişimin kesin nedenleri bilimadamlarını yüzyıllarca uğraştırmış olmasına rağmen bazı ipuçları seçilmektedir.



Roma imparatorluğunun 5. yüzyıl başlarında özellikle batı eyaletlerine olmak üzere, barbarların büyük göçleriyle karşılaşması, politik parçalanmasına yol açmıştır.

ROMALILAR VE BARBARLAR

Modern bakış açısından Roma'nın "çöküşü"nün en ilginç yanı batıda barbar krallıklarının ortaya çıkışıdır. Bu süreçte önemli bir katalizör 370'li yıllarda Orta Asya'dan göçebe bir halk olan Hunlar'ın Doğu Avrupa'ya gelmeleridir.

Bunların Karadeniz'in kuzeyindeki bölgelere göç etmeleri 3. yüzyıldan beri Roma İmparatorluğu'nun aşağı Tuna sınırında yerleşmiş olan bir dizi Got krallıklarının çökmesini hızlandırmıştır. İmparator Valens 376 yılında, belki de Gotlar'ı Roma ordusuna almayı umarak, çok sayıda Got mültecisinin Tuna'yı geçerek Roma'nın Balkan eyaletlerine yerleşmelerine izin verdi.

Ancak Gotlar imparatorluğa girdikten sonra Romalı yetkililerin kötü davranışları ve haraç istekleriyle karşılaşınca silahlı bir ayaklanma başlattılar. Gotlar Balkanlar'da yaygın bir karışıklığa neden olduktan sonra, Valens'in ve doğu eyaletlerinin ordularıyla Hadrianopolis'te (Edirne'de) 9 Ağustos 378'de karşılaştılar.

Zorlu bir savaştan sonra Valens ve ordusunun üçte ikisi ölünce, Balkanlar Gotlar'ın insafına kaldı. Olaydan 25 yıl sonra yazan Hıristiyan tarihçisi Rufinus'a göre Hadrianopolis Savaşı "ondan sonra Roma imparatorluğu için kötü günlerin başlangıcıydı."

Bunun hemen sonrasında Roma'nın başında bulunan Gratianus, Doğu'nun başına I. Theodius'u geçirdi. (Gratianus ölünce, kısa bir süre, hem Doğu'nun hem Batı'nın başına Theodius geçecektir.) I. Theodosius, sorunun üstesinden geldi ama önemli bir ödün vermek zorunda kalmıştı: Gotlar Roma ordusuna asker verecekler ama Roma topraklarında özerk topluluklar kurabileceklerdi. Bu durum, imparatorluk sınırları içinde özerk barbar gruplarının kurulması için bir başlangıç oldu.

Gotlar'la Romalılar arasında süregelen ilişkiler de uyumlu olmaktan çok uzaktı. Romalı komutanların davranışlarına kızan Got liderleri Roma askeri hiyerarşisinde daha etkin bir rol istediler ama imparatorluğun bocalaması ve komploları ile karşılaştılar. Sonunda Alarik'in liderliğinde İtalya'ya bir dizi sefer başlattılar ve 410 yılında Roma'yı yağmaladılar: Kent, 800 yıldır ilk kez yabancı bir düşman eline geçiyordu.

5. yüzyılda barbar halkların imparatorluğa -özellikle de batı eyaletlerine- dolması ülkenin politik parçalanmasına neden oldu. 406 yılbaşı günü imparatorluk kuvvetleri İtalya'da bir Got saldırısıyla uğraşırken bir kabileler konfederasyonu Ren'i geçti, Galya ve İspanya eyaletlerine girdi.

Bunlardan Vandallar 429'da Cebelitarık Boğazı'nı geçtiler ve sonraki on yıl içinde Roma'nın Kuzey Afrika eyaletlerini fethettiler. Attila'nın liderliğindeki Hunlar, 440 ve 450'lerde yeniden imparatorluğa girip Balkanlar'ı, İtalya ve Galya'yı ezip geçtiler.

Bu arada Roma yetkilileri topraklarını ve iktidarı barbarlara kaptırıyorlardı. Sonunda imparatorluğun kalbi de daha fazla dayanamadı. Roma'dan ülkeyi yöneten son imparator olan Romulus Augustulus, 476'da barbar generali Odovakar tarafından tahttan indirildi.

471'de ölen Theodemir'in oğlu Büyük Theoderich, Doğu Roma (Bizans) imparatoru Zenon tarafından, İtalya'nın ilk barbar kralı Odovakar'ı devirmek ve Bizans İmparatoru adına yarımadayı yönetmek üzere 488'de düzenlenen sefere komuta etti.

Yaklaşık 100.000 kişilik ordusuyla Ağustos 489 sonlarında İtalya'ya ayak basan Theoderich, sonraki bir yıl içinde Odovakar'ı üç kez yenmesine ve bütün İtalya'yı denetim altına almasına rağmen saklandığı üç yıl boyunca onu Revenna'dan çıkaramadı.

Birlikte yönetme anlaşması yapıldıktan sonra Revanna'ya giren Theoderich, on gün sonra Odovakar'ı, akraba ve yandaşlarını katletti. Artık büyük Roma İmparatorluğu 33 yıllığına Theoderich'in yönetimi altına girecek ve onun yerine de torunu Athalaric geçecekti.



3. yüzyılda yapılan ve 5. yüzyılda pekiştirilen Roma duvarları, zamanın güvensizliğini yansıtıyor. Ancak bunlar kenti 410 yılında Alaric'in Gotlar'ından koruyamamıştı.

ROMA İMPARATORLUĞUNUN YAPISAL ZAYIFLIKLARI

Bu barbar politikasının batıda imparatorluğun yerine neden geçebildiğim anlamak için yalnızca istilacı barbarların askeri güçlerine değil, imparatorluğun neden onların saldırılarına dayanamadığı üzerinde de durmak gerekir.

Özellikle yetersiz askeri ve ekonomik kaynaklar açısından imparatorluğun bazı yapısal zayıflıkları hakkında çok şey söylenmiştir. Her iki durumda da, Roma İmparatorluğu'nun doğuda devam edebilmesi batı ile önemli bir dizi çelişkiyi gözönüne çıkarttı. Doğu imparatorluğu sınırları ötesinden gelecek bir saldırıya daha hazırlıklıydı.

Bu da Konstantinopolis'deki (İstanbul) imparatorların askeri kaynaklarının batıdaki karşıtlarından daha az baskı altında olmaları demekti. Her iki bölgede de imparatorluk sakinleri orduya asker vermekte isteksizlerdi ama savunma gerekliliklerinin daha düzenli bir insangücü ikmaline gerek gördüğü batıda bunun etkileri çok daha ciddiydi.

Aynı şekilde doğu eyaletleri de batıdan daha iyi vergi toplamaktaydılar. Bunun bir nedeni doğuda tarımsal yaşamın batıdaki kadar istila tehdidi altında olmaması ve askeriyenin hazineden isteklerinin batıdaki kadar fazla olmamasıydı.

Arkeolojik kanıtlar doğu kentlerinin geliştiğini -ki, bu daha büyük bir ekonomik varlığın göstergesidir- ve batıdakilerin ise daraldığını ve kent yaşamının bozulduğunu göstermektedir. Yalnızca tarımsal ekonomiye dayanan bir imparatorluğun uzun bir kriz ve karışıklık döneminin güçlüklerine uzun süre dayanamayacağı anlaşılmıştır.

İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde krize karşı birleşik bir tepki eksikliğinin de bunda etkisi olmuştur. I. Theodosius'un 395'te ölümüyle imparatorluk yönetimi doğu ile batı arasında ikiye bölünmüş, her iki yarının da kendi sarayı, ordusu ve yönetici hiyerarşisi oluşmuştur.

Bu da imparatorluğun doğu ve batı yarılarının bağımsız politikaları olması demekti ki, bu durumda en kötüsünden iki saray arasında açık bir rekabete neden olabilirdi. Örneğin, Alaric'in İtalya'yı istilası doğu ve batı rejimleri arasında didişmelere ve tehditlere yol açmıştır.



Ostrogot Theoderich'in Ravenna'daki San Apollinario Nuovo kilisesinin mozaiklerinde Roma kenti.

DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK

5. yüzyıl olayları üzerinde odaklanarak Roma İmparatorluğu'nun batıda parçalanmasının bir tür kaçınılmaz felaket olduğu fikrine kapılmak mümkündür. Ancak 376'daki Got göçü ve 476'da Romulus Augustulus'un tahttan indirilmesi, 3. ile 8. yüzyıllar arasında Akdeniz dünyasını etkileyen daha uzun bir kültürel, politik ve toplumsal değişimin bir parçası olarak görülebilir.

5. yüzyılda aniden gerçekleşmiş gibi görünen barbar istilaları aslında çok daha uzun bir kabileler göçüne ve etnik değişim sürecine aittir. İmparatorluğun sınırlarına büyük barbar saldırıları ikinci yüzyılda başlamış ve üçüncü yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Ayrıca, doğu imparatorluğunun sınırlarında altıncı yüzyıl ve sonrasında, İslamiyetin ortaya çıkışına kadar yeni halklar ortaya çıkmaya devam etmişlerdi.

Yine bunun gibi imparatorluk toplumu ve kültürü de ağır bir metamorfoz geçirmekteydi. İmparatorluğun kentleri buna iyi bir örnektir. Pek çok yerde kentler gelişmeye devam ediyorlardı. Ancak bunlar bir zamanlar putperest aristokratların kontrolü altındayken 4. ve 6. yüzyıllar arasında piskoposların başını çektiği Hıristiyan seçkinlerin hâkimiyetine girdiler.

Bu da birtakım fiziksel değişikliklere yol açtı: Roma dünyasının kent uygarlığı ile geleneksel olarak ilişkilendirilen binalar -tapınaklar, anfiteatrlar, tiyatrolar ve hamamlar- kullanılmamaya başladı, yerlerine kiliseler hâkim oldu. Diğer bir deyişle, Roma İmparatorluğu'nda barbarların gelişi ve istilalarının yol açtıklarından bağımsız olarak önemli başka değişiklikler de olmaktaydı.

Roma'nın "çöküşü"nden söz etmek bir anlamda genelde idealize ve sabit terimlerle algılanan Roma uygarlığına ne olduğunu dar bir tarih görüşüyle görmeye çalışmak demektir.

Roma uygarlığı dinamik ve sürekli değişim içinde olan bir uygarlıktı. Antik çağların sonlarında Roma'nın "çöküşü" ile ilişkilendirilen olaylar aslında imparatorluğun hem içinde hem sınırlarının ötesinde gerçekleşen değişikliklerin bir karışımını temsil etmektedir.
#71 - Haziran 22 2008, 14:13:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Moche Uygarlığı'nın Çöküşü

Zaman: 8. yüzyıl
Mekân: Peru'nun kuzey kıyısı

Moche toplumunda çok büyük bir servet birkaç kişinin elinde toplanmıştı, çevreleri daha küçük soylularla çevrili bu insanlar bolluk içinde yaşıyorlardı. Her vadide birkaç tane saray vardı ve bunların sıradan halkla hiçbir ilişkileri yoktu ama tıpkı Avrupa sarayları gibi birbirlerine bağlıydılar. WALTER ALVA VE CHRISTOPHER DONNAN, 1992

Peru'nun kuzey kıyılarındaki Moche ("Moçika" olarak da adlandırılır) uygarlığı otoriter savaşçı-rahipler hâkimiyetinde 100 ile 800 yılları arasında gelişmiştir. Moche efendilerinin öyle büyük toprakları yoktu. Hüküm sürdükleri arazi kuzeyde Lambayeque Vadisi ve güneyde Nepena Vadisi arasında uzanan 250 kilometrelik dar bir şeritti. Tebaları ya kıyılarda ya da dünyanın en kuru ve yaşanması en güç yerlerinden biri olan yüz kilometre içerideki kuru nehir yataklarında yaşarlardı.

Moche'lerin gelişmesi, çevrelerinin benzersiz doğası sayesinde olmuştur. Çiftçilikte çok usta oldukları için Andlar'dan akan suları toplamışlar ve büyük sulama sistemleriyle yaptıkları tarımda önemli miktarda tahıl ve pamuk yetiştirebilmişlerdi. Lambayeque, Moche ve diğer kıyı vadileri, uzun kanallarla beslenen birbirine bitişik sulanmış tarlalarla kaplıydı.

Büyük Okyanus'un Humboldt Akıntısı kıyıya çok yakın geçtiğinden deniz tabanından besleyici bir tabaka kaldırıyor ve milyonlarca hamsi balığı o yana akıyordu. Moche balıkçıları sazdan kanolarıyla bu ganimeti topluyorlar, balıkları ya kurutuyorlar ya da öğüterek besleyici gıdalara dönüştürüyorlardı.

Böyle bol gıdanın olduğu yerde görkemli piramit evlerde yaşayan zengin efendilerin yönetiminde Moche halkı da refaha kavuşmuş olarak gelişti. Savaşçı-rahipler kendilerini ölümlülerle manevi dünyanın güçleri arasında aracılar olarak görüyorlardı.

Yaşamları savaş, ayinler ve diplomasi ile geçiyor, diğer liderlerle sürekli bir prestij yarışı içinde bulunuyorlardı. Mocheler görünüşte yenilmez efendilerin yönettiği varlıklı bir halktı ama uygarlıkları şimdi ancak anlaşılan nedenlerle önce sendeledi, sonra da çöktü.

 

(Solda) Metinde belirtilen yerleri gösteren harita. Renkli alan Moche'lerin etkin oldukları bölgeleridir. (sağda) Moche çömlekçileri zanaatlarının mükemmel ustalarıydı. Burada yüzü boyalı ve tören başlıklı bir Moche lideri, üzengi ağızlı bir testi üzerinde.

KURAKLIK DÖNGÜLERİ

Güney Peru Andlar'ındaki Quelccaya buzulu 1500 yıl öncesine giden yağmur değişimlerinin izlerini korumuştur. Kar tabakasında Moche bölgesinde 534 ve 540 yılları arasında bir kuraklığın hüküm sürdüğü görülmektedir. 563 ile 594 yılları arasında 30 yıllık bir kuraklık döngüsü % 30 eksik yağmura neden olmuş, bu da kuzey kıyısının dev sulama tesislerinde felaket yaratmıştır.

Mocheler'in Cerro Blanco'daki başkentleri savaş-çı-rahiplerin saraylarının bulunduğu iki dev kerpiç huaca ya da piramit çevresinde kurulmuştu. Huaca del Sol [Güneş Tapınağı], 41 metre yüksekliğiyle Meksika'da Teotihuacan'da çağdaşı Güneş Piramidi'nin üçte ikisi boyundadır. 340 m x 136 m tabanlı basamaklı bir piramittir. Yakınındaki Ay Tapınağı ise bir tepe yamacına kurulmuş, yukarıda büyük odaları ve avluları bulunan, teras biçimli bir platformdur.

Altıncı yüzyıl kuraklıkları artıp da su azaldıkça nehir vadilerinin altındaki su kaynaklan da çekilmiş ve ürünler kurumuştur. Yöneticiler tahılı dağıtıma tâbi tutarak sıkı bir kontrol uygulamış olmalılar. Onun dışında zaten balık da vardı, tabii El Nino'lar gelene kadar.

 

(Solda) Bir El Nino sırasında kurban edilen insanlar Huaca de la Luna'daki kerpiç bir sarayın erimiş duvarları arasında. (Sağda) Sipan'da Moche lordlarının görkemli mezarları bulunmuştur. Burada bir canlandırmada bir Sipan lordunun gösterişli giysileri ve gücünün simgesi olarak asası.

EL NİNOLAR

El Nino ya da "Noel Çocuğu", Büyük Okyanus'un güneybatısındaki gayet karmaşık atmosfer-okyanus etkileşimi sonucunda Peru kıyıları açıklarında düzensiz olarak ortaya çıkan güney yönlü bir ters akıntıdır. Böyle durumlarda sıcak su akımı akıntıların normal yönünü değiştirir ve hamsi balıkçılığı geçici olarak çöker, şiddetli yağmurlar normalde kurak olan kıyı bölgesini etkisi altına alır. Nehir vadilerinden gelen seller önlerindeki her şeyi sürükler. Bunun zayıflamış bir Moche devleti üzerindeki etkileri tahmin edilebilir.

El Nino'lar başladığında uzun kuraklığın ne kadardır devam ettiğini bilemiyoruz. Ancak o sırada Moche uygarlığı artık kritik bir durumdaydı. Tahıl stoku düşmüş, sulama sistemleri boşalmıştı. Hamsi de kaybolurken Andlar ve kıyı ovaları tufanı andıran yağmurların altında bataklığa dönüşmüştü. Seller her şeyi alıp götürüyor, su stokları kirleniyor, yapımı kuşaklar boyu süren kanallar ve sulama sistemleri parçalanıyordu.

Çamurlu sular savaşçı rahiplerin piramitlerinin büyük bir kimini aşındırmış, piramitler yanları çökmüş tepelere dönüşmüştü. Tifo ve diğer salgın hastalıklar da vadiyi kasıp kavurmuş ve çok sayıda insanı öldürmüş olmalıdır. Çocuk ölümleri artmıştı. Artık hamsi bolluğu bile tüm halkı besleyemeyeceği için binlerce kişi açlıktan ölüyordu.

Moche yöneticileri yeni sulama sistemleri yaptırdılar ve doğudaki komşularından kuraklığa dayanıklı mısır türleri getirdiler. Bunlar arkeolojik kazılarda tufandan hemen sonraki dönemde bulunmuştur. Görkemli piramitlerinin cepheleri yeniden inşa edildi. Başkent bir süre eski görkemine kısmen de olsa kavuştu. Ve ondan sonra yeni bir felaket başladı.



Moche Nehri vadisinde Huaca del Sol'un İspanyollar ve El Nino'lar tarafından yıkılmış devasa piramitleri.

DEPREMLER

Moche ülkesini sarsan periyodik depremler tepelerden çok miktarda toprağı nehir vadilerine kaydırıyordu. Güçlü El Nino selleri bunları nehir yoluyla Büyük Okyanus'a taşıyor ve dalgalar toprağı kıyıya yığıyordu. Çok geçmeden denizden gelen sert rüzgârlarla kum yığınları içerilere, sonra da başkente taşınmaya başladı. Cerro Blanco'nun savaşçı rahipleri 550 ile 600 yılları arasında kentlerini terk edip Moche Nehri'nin kıyı ovasına aktığı vadiye yerleştiler.

ÇÖKÜŞ

Daha önceki Moche tarihinde hiçbir şey halkı kriz zamanında gerçekleşmiş olması gereken böyle bir şeye hazırlamadığı için halk liderlerine olan güvenlerini kaybetmiş olabilir. Moche hükümdarları tarıma daha esnek bir yaklaşımı akıl etmemiş görünmektedirler.

Sonunda, vadileri birbirlerine bağlayan kanallardan birinin yakınına yerleştiler. Moche Vadisi'nin üstündeki Galindo ile Lambayeque'deki Pampa Grande büyük yerleşim merkezleri oldu, bu sonuncusunda 10 ile 12.500 kişi yaşamaktaydı.

Yeni yerler suyun daha ekonomik kullanımını mümkün kılıyordu ama Mocheler burada da, büyük su baskınlarına daha açıktılar. Bir Yunan trajedisinin kaçınılmazlığıyla aşırı sert bir El Nino olayı 7. yüzyılda Galindo ve Pampa Grande çevresindeki sistemlerin çoğunu parçaladı. Kuzey kıyısına gelen yeni bir kuraklık zaten kritik olan kıtlığı arttırdı.

Zayıflamış liderler sosyal huzursuzluklar ve baskınlarla boğuşuyorlardı. 700 yılı civarında Mocheler her iki yeri de terk ettiler. Bu son terk edişin nedeni ne olursa olsun, sürekli kuraklık ve El Nino selleri zengin ve güçlü bir devletin belini kırmıştı. Katı savaşçı rahipler sonunda bütün seçeneklerini tükettiler ve görkemli uygarlıkları çöktü.
#72 - Haziran 22 2008, 14:14:27
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Anasazilere Ne Oldu?

Zaman: 13. yüzyıl
Mekân: Kuzey Amerika'nın güneybatısı

Geçmişimizde insanlar oradan oraya göçmüşler, birbirlerinden ayrılmışlar ve yine kavuşmuşlardır ve bizler bunu şarkılarımıza, hikâyelerimize ve efsanelerimize kalmışızdır. Çünkü hareket olmadan yaşam olmayacağını aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekir. TESSIE NARANJO, 1995

Anasaziler 800 ile 1600 yılları arasında Amerika'nın güneybatısının kuzey Rio Grande bölgesiyle Colorado Platosu'nda yaşamış olan tarihöncesi bir tarımcı halktır. "Anasazi" adı ilk arkeologlar tarafından benimsenmiş bir Navajo sözcüğüdür. "Eskiler" ya da "düşman ata" anlamına gelir. Bu anlamda düşman "bizden olmayan insanlar" demektir.

Bu ilk çiftçilerin soyundan gelen Pueblo halkları "irsi Pueblo Halkı" terimini tercih ederler. Bunlar Four Corners Bölgesinde -Arizona, New Mexico, Colorado ve Utah- Canyon de Chelly, Mesa Verde, Chaco Canyon, Canyonlands ve Bandelier gibi günümüzde çoğu milli parklar olan yerlerde yaptıkları yamaç evleri, çok katlı taş mimarileri ve kaya resimleriyle ünlüdürler.

Ancak bu mimari örnekler bu yerlerine çok kolaylıkla adapte olabilen ve çoğunlukla küçük ve dağınık yerleşim birimlerinde yaşayan ve mısır, fasulye, kabak yetiştirip vahşi hayvanlar avlayan bu insanların yalnızca en çok görülebilen taraflarını temsil ederler.

 

(Solda) Mesa Verde'deki Yamaç Saray'ın 220 odası ve 23 kivası vardır. Burası da 1250'den I280'e kadar Anasazi kültürünün Mesa Yerde kolu tarafından iskân edilmiştir. (Sağda) Betatakin Harabesi: Bu yamaç barınağında 120 oda ve 3 kiva vardır. 1250 ile 1300 yılları arasında Anasazi kültüründen Kayenta halkı burada yaşamışlardır.

Coğrafyadaki, ekolojik kaynaklardaki, iklim ve kültür tercihlerindeki bölgesel farklılıklar her biri kendi çömlek süsleme gelenekleri, taşçılık stilleri ve mimari biçimlerine sahip ayrı Anasazi alt-geleneklerinin çıkmasına neden olmuştur.

Anasazilerin bu alt-gelenekleri arasında Virgin, Kayenta, Mesa Verde, Chaco ve Rio Grande kolları vardır. Bunlar 11. yüzyılın sonundaki en gelişmiş dönemlerinde Güney Nevada'dan Orta New Mexico'ya ve Kuzey Arizona'dan Güney Utah'a kadar bir alanı iskân etmekteydiler, insanı şaşkına çeviren toplum merkezleri kuzeybatı New Mexico'nun San Juan Havzası'nda olan Chacolar 12. yüzyılda ata topraklarını terkedenlerin ilki olmuşlardır.

Ancak 13. yüzyıl sonunda Virgin, Kayente ve Mesa Verde kolları halkları da güney ve doğuya gitmek üzere yurtlarını terk etmişlerdi. Yalnızca Rio Grande kolu ve Colorado Platosu'nun güney eteklerindeki birbirinden kopuk topluluklar ata topraklarında yaşamaya devam etmişlerdir.

1600 yılında, hatta 1450'de, bu Anasazi soyundan gelenler, bizce çağdaş Arizona ve New Mexico' nün Hopice, Zunice, Keresçe, Tewaca, Tiwaca ve Towaca konuşan Pueblo Kızılderilileri olarak bilinmektedirler. Bu dirençli insanların göçleri ve ayakta kalabilmeleri gözlemcileri 100 yıldan uzun bir süredir kendilerine hayran bırakmıştır.

Pueblo atalarının yurtlarını terk etmeleri konusunda arkeologların ve Amerikan Yerlileri'nin farklı ama birbirlerini tamamlayan kuramları vardır. Pek çok arkeolog halkı yerlerinden göçe zorlayan şeyin çevre koşulları olduğunu düşünmektedir.

Bunlar uygunsuz iklim koşullarının insanların yaşamaları için yeterli besin maddesi yetiştirilmesine izin vermediğini iddia etmektedirler. Diğerleri ise insanları göçe zorlayan şeyin toplumsal sorunlar olduğu düşüncesindedirler. Bunlar iç çatışmaların, savaşın ve şiddet korkusunun sonucunda insanların önce evlerini büyük ve kalabalık köylerde ya da kendilerini savunabilecekleri yamaçlarda yaptıklarını ve sonra da daha güvenli yerler aramaya çıktıkları görüşünü benimsemektedirler.

Diğer bazı arkeologlar insanları Four Corners bölgesinden uzaklaştıran şeyin aralarında yeni bir din, daha fazla güvenlik, ürün yetiştirmek için daha iyi bir iklimin de olduğu değişik unsurlar olduğunda ısrar etmektedirler.

Kısacası, bazı arkeologlar Anasaziler'in güç koşullar nedeniyle yerlerinden "itildikleri"ne, diğerleri de cazip koşullarla başka yerlere "çekildikleri"ne inanmaktadırlar. Ancak bugün çoğu bir tek nedenden çok çevre ve toplumsal nedenlerin birleşmesinin Anasaziler'i 13. yüzyılda Four Corners bölgesinden göçe zorladığını kabul etmektedirler.



Haritada, 1600 yıllarında Anasaziler'in yaşadığı 13 tarihi pueblonun yeri görülüyor.

ÇEVRESEL VE TOPLUMSAL "İTMELER"

Ürün kaybına neden olabilecek çevresel sorunlar ağaç-halkaları, eski bitki kalıntıları ve su baskınları ölçümleriyle belgelenmiştir. Bunların arasında 13. yüzyıl sonunda olan ve 1276-1299 "Büyük Kuraklığı" olarak sözü edilen 24 yıllık bir kuraklık dönemi vardır.

1200'lü yılların başlarıyla ortaları arasında sık sık tekrarlayan soğuk hava dönemleri de ürünlerin yetişme mevsimini ciddi biçimde kısaltmış olacaktır. 1250'den sonra yağmurlar ürünün büyümesine yardımcı olamayacak kadar geç başlamıştır. Ve 1200'lerin sonunda da yeraltı suları iyice azalmıştır.

Bu faktörlerin birleşmesi gerek kuru gerek sulu tarımcılığı İmkânsız kılmasa bile son derecede güçleştirmiş olmalıdır.

Güç çevresel koşullar nedeniyle toplumsal sorunlar da çıkmış olabilir. En iyi tarım arazisi için şiddetli bir rekabet çıkmış, yiyecek stoku olmayanlar olanları yağmalamış, açlık, hastalık ve ölümler başlamış olabilir.



Anasaziler'in anayurdunun, l100 yılında Anasazi kültürünün dağılımını ve beş büyük alt-geleneği gösteren harita.

ÇEVRESEL VE TOPLUMSAL "ÇEKİMLER"

13 ve 14. yüzyıllarda Four Corners'in güneyi ve doğusundaki yerler, kuzey ve batıya kıyasla daha güvenilir kar ve yağmur yağışlarına sahipti. Bu farklılıklar dost ve akrabaların bulunduğu ve ekilebilir arazinin hâlâ bulunabildiği daha güvenlikli bu yerlere planlı bir göçün nedeni olabilir.

14. yüzyılda Four Corners'in güneyinde yeni dini ve toplumsal hareketler belgelenmiştir. Bunların arasında dini örgütler ve toplumlar, tıp (sağaltıcı) ve savaş toplulukları ve kamu mimarisinin farklı türlerini içeren kasaba boyutunda yeni köyler vardır. Bu gelişmelerin 13. yüzyılda başlamış ve eski Pueblo halkını önceki anayurtlarından cezbetmiş olmaları mümkündür.



Mesa Yerde bölgesinde 1200-1300 arasında yağışlar. I276'da başlayan 24 yıllık normalin altındaki yağış dönemine dikkat.

PUEBLOLAR'IN GÖRÜŞÜ

Pueblo halkları genelde arkeolojik açıklamalara karşı çıkmamaktadırlar. Bunlar nüfusun boşalmasını terk olarak değil, daha çok Pueblo tarihini belirleyen sürekli bir göç hareketi içinde sıradan bir göç olarak görmektedirler. Sözlü geleneklere göre Four Corners bölgesinde atalar hâlâ yaşamaya devam etmektedir. Ayrıca, Four Corners hâlâ ziyaret edilmekte ve çağdaş Pueblo halkı tarafından çeşitli amaçlar için kullanılmaktadır.

Çevresel ve toplumsal faktörler birleşerek bir halkı daha az verimli ve iklimi belirsiz bir bölgeden daha güvenli ve umut vaat eden bir bölgeye göç zorunda bırakmıştır. Anasazi insanları çevrelerindeki fiziksel ve toplumsal koşullara karşılık vermişler, koşullar değişince onlar da yollarına devam etmişlerdir.
#73 - Haziran 22 2008, 14:15:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Uzaydan Gelen Felaketler

Zaman: son 5000 yıl
Mekân: Dünya

Ve üçüncü melek boru çaldı, gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine ve suların pınarları üzerine düştü. VAHİY KİTABI 8: 10

Ateş ve kükürt, veba, Sodom ve Gomorra, yedi yıllık Mısır kıtlığı ve Tufan... Tanrı'nın kendisine karşı çıkanlara öfkesini yağdırdığı hakkında pek çok hikâye vardır. Kuşaklar boyunca arkeologlar ve Kitabı Mukaddes araştırmacıları doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten çok sembolik olan bu felaketlerin doğruluğu konuları üzerinde tartışmışlardır.

Sonra 2. binyıldaki büyük Thera yanardağ patlaması, 265 yılında Kıbrıs'taki büyük deprem ve 1815'te Endonezya'daki Tambora yanardağı patlaması gibi belgelenmiş doğal afetler de vardır. Bu sonuncusu atmosfere öylesine çok volkanik toz püskürtmüştü ki, 12 ay sonra Avrupa, ünlü "yazsız yıl "da titremişti.

Bilimadamları ve tarihçiler bu tür felaketlerin etkileri üzerinde tartışırlarsa da, bunların varlıklarından kuşku duyulmaz. Ancak şimdilerde bazı bilimadamları ortaya yeni bir soru atmaktadırlar: Tarihin akışını değiştiren ama belgelenmemiş doğal afetler olmuş mudur?

Immanuel Velikovsky 1950'de yayınladığı Worlds in Collision'da eski çağlar dünyasının, yeryüzüne çarpan kuyrukluyıldızlar nedeniyle pek çok ekolojik değişikliğe uğradığını iddia etti. iddialarını daha da ileri götürerek Venüs ve Mars gezegenlerinin İÖ 2. ve 1. yüzyılda dünyayı altüst ettiğini söyledi.

Velikovsky'nin kuramları bilimadamları arasında öyle ateşli bir muhalefet doğurdu ki, bazıları kitabını yasaklatmaya bile çalıştılar. Velikosky'nin bazı fikirleri saçmadır ama yazar, bir kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçtiğinde dünyayı bombardıman edecek meteor yağmurunu tam olarak tarif etmiştir.

Worlds in Collision'dan yarım yüzyıl sonra kuyruklu yıldızlar, bu kez eski iklim değişiklikleri araştırmalarında büyük ilerlemeler kaydedilmiş olmasının sonucunda tekrar arkeoloji haberlerinde boy göstermeye başlamıştır.



1908'de Sibirya'da Tunguska'da bir kuyruklu yıldız kalıntılarının patlamasının yarattığı yıkımın çağdaş bir fotoğrafı. Çarpmanın krateri olmadığından ağaçlar kaldırıldıktan sonra bu felaketin bir izi kalmayacaktı. Geçmişte böyle bir olay kaç kere olmuş ve hiçbir kalıcı iz bırakmadan insan toplumlarına felaket getirmiştir.

AĞAÇ HALKALARI, YANARDAĞLAR VE KUYRUKLU YILDIZLAR

Palaoekolog Michael Baillie ağaç halkaları ve onların gösterdiği son 5000 yılın iklim değişiklikleri konusunda uzmandır, incelediği İrlanda yaşlı meşelerindeki ve dünyanın pek çok farklı yerindeki ağaçlarda bulunan dar halkaların gösterdiği iklimsel afetler dizisine işaret etmektedir. Bunlarda şu tarihler belirlenmektedir: İÖ 2354 ile 2345, İÖ 1628 ile 1623, İÖ 1159 ve 1141, İÖ 208 ve 204, ve IS 526 ve 545.

Son zamanlara kadar bu tür anormalliklerin büyük yanardağ patlamalarının atmosfere püskürttüğü külün -Tambora olayında olduğu gibi- güneş radyasyonunu azaltarak iklim bozulmasına ve ağaçların büyümesinde aksaklıklara neden olduğu düşünülürdü. Yanardağ patlamaları buzullar içine asit de bırakırlar ki, bu da yağan karın katmanlarının yıllık olarak ölçülmesine sağlar.

Bu katmanlar sayılıp tarih belirlenebilirse de asit oluşumunu belirli yanardağlarla ilişkilendirmek her zaman kesin sonuçlar vermez, ilginç bir nokta da, 6. yüzyılda ağaç halkalarında açıkça tespit edilen bir olayın henüz asit ölçümlerinde bulunamamış olmasıdır.

Baillie, ağaç halkalarında bu çevresel değişimleri teşhis ettikten sonra arkeoloji, tarihi kayıtlar ve folklorun karmaşık labirentine girer. Bellibaşlı tarihi ve geleneksel olaylar dizisinin izlerini ağaç halkalarında arar: Tufan, Kitabı Mukaddes'te Mısır'ın başına gelen felaketler, Hazreti Davud'un hükümdarlığının sonundaki kıtlık, Çin'de Qin hanedanının sonunu getiren açlık ve son olarak Britanya'da "Karanlık Çağlar"ın başında Merlin ve Arthur hikâyeleri.

Ancak böylesine büyük boyutlu ve dramatik olayların sorumlusu yalnızca yanardağ patlamaları olabilir mi? Baillie, "Denklemde başka bir şeyin bulunma olasılığı var mı?" diye sorar. Dünyanın her yanındaki geleneksel literatürdeki tariflerden Baillie, bu "başka şeyin" kuyruklu yıldız çarpmaları yâ da kuyruklu yıldız kalıntılarının kozmik parçaları olabileceği sonucuna varır.



800 km çapında bir asteroidin dünyaya çarpışının uzaydan görünümü gösteren temsili bir resim.

THERA PATLAMASI VE ÇIKIŞ

İÖ 1628 yılındaki anormalliğin Ege'deki Thera patlamasıyla ilişkili olduğu söylenmektedir. Baillie bunun Mısır'da, Orta Krallık'ın devrilmesi, Nü Vadisi'ne Hiksosların girmesi ve Tufan'la da -ki, bunun İÖ 1250 yılında olduğuna İnanılmaktadır- ilişkilen-dirilebileceğine inanmaktadır.

İsrailliler'e "gündüzün bir bulut sütunuyla ve geceleri ateşle" yol gösteren şeyin 800 kilometre uzaklıktaki Thera olduğunu ileri süren İan Wilson'dan alıntı yapan Baillie, bunun İÖ 1628 yılındaki Thera patlamasına ilişkin bir görgü tanığı ifadesi olabileceği fikrini ortaya atar. Ancak bu arkeoloji alanında çok hassas bir noktadır.

Bütün arkeologlar Thera'nın patlama tarihini İÖ 1628 olarak kabul etmezler. Mısır'da tarihi metinlerde yapılan karşılaştırmalı kronojilerde felaketin İÖ 1500 yılında yer aldığına inanılmaktadır. Ancak Baillie bu İÖ 1628 olayına İrlanda ve Çin kadar uzak yerlerdeki diğer olayları da bağlamakta ve gerek volkanik gerek sismik olayları tetikleyen şeyin kuyruklu yıldız olduğu görüşünü ileri sürmektedir.

Kitabı Mukaddes'e göre Çıkış ile Hazreti Süleyman tapınağının inşası arasında 480 yıl geçmiştir. Bu arada "bir bulut Tanrı'nın evini doldurmuş "tur ve 18. Mezmur'da şöyle der: "O zaman dünya sarsılıp titredi, dağların temelleri de oynadılar ve sarsıldılar, çünkü o öfkelendi. Burnundan duman yükseldi, ağzından ateş yiyip bitirdi, ondan köyler tutuştular."

Bu 480 yıllık ara Baillie'nin ağaç halkaları olaylarının ikisi arasındaki araya çok yakındır (İÖ 1628 ve 1159-1141) Baillie, Kitabı Mukaddes'in Doğu Akdeniz dünyasında büyük felaketlere neden olan önemli kuyruklu yıldız olaylarını kaydettiği inancındadır.

Baillie bunu daha ileri götürerek kuyruklu yıldız çarpmalarının dünyanın varlığı sırasında binlerce kez olmuş olacağım ama bunlardan çoğunun çarpma kraterleri bırakmayacak hava patlamaları olabileceğini söyler. 1908 yılında Sibirya'da Tunguska üzerinde 12 ile 30 megatonluk olup büyük bir orman bölgesini dümdüz eden patlama da böyle bir kuyruklu yıldız kalıntısının eseridir.

Garip şeyler olduğu söylentileri yayılmıştı ancak Leonid Kulik adında meraklı bir Rus bilimadamı patlama mekânını aramaya gidip de etkilerini kaydetmemiş olsaydı bunlar gözardı edilip unutulacaktı. Felaketin izlerini nerede aramamız gerektiğini biliyorduk ancak geriye ne bir krater kalmıştı ne de buzullarda herhangi bir ize rastlanmıştı.

Son zamanlarda ultrason kullanan araştırmacılar atmosferdeki patlamaların boyutlarım ve sıklıklarını açıklamışlardır. Varılan sonuçlara göre dünyaya son 5000 yılda birkaç yüz metre genişliğinde bir kuyruklu yıldız ya da küçük parçalar kümesi en az bir, muhtemelen de birkaç kez çarpmıştır. Bu çarpmalar geride gözle görünür izler bırakmamış olabilir ama Baillie, bazılarının yoğun nüfuslu olan alanlarda felaketlere yol açtığı fikrindedir.



Kuyruklu yıldızların büyük felaketlere eşlik ettiklerine inanılırdı. Bayeux Halısı'nda, Hasting Savaşı ve İngiltere Kralı Harold'un ölümü zamanında gözlemlenen Halley Kuyruklu Yıldızı görülüyor.

FELAKETLERLE DOLU 6. YÜZYIL

Ağaç halkaları 540 yılında büyük bir toz perdesi olayı göstermektedir ki, bunun volkanik bir patlama olmadığı anlaşılmaktadır. Baillie 6. yüzyılda bir kuyruklu yıldızın dünyayı bombardımana tutarak bir dizi doğal felakete neden olduğu ve bunların depremler, yaygın kıtlık, aşırı soğuk hava, su baskınları ve veba başlangıcı olabileceğini iddia etmektedir. Bu olağanüstü olaylar yüzyıllar boyunca halk hikâyelerinde hayatta kalmıştır.

Gazeteci David Keys, 535/536 yılında doğal bir afetin güneş ısısını 18 ay boyunca kestiğini ve bunun da dünya çevresinde iklim anormalliklerine neden olduğuna işaret etmektedir. Tropik Afrika'da olağanüstü bir yağış fare ve bit nüfusunu artırmış ve böylece başlayan veba salgını 6. yüzyılda Akdeniz dünyasına ve Avrupa'ya yayılmış, Konstantinopolis'in (İstanbul) nüfusunu büyük ölçüde kırıp geçirmişti.

537 ve 538 yıllarında şiddetli bir kuraklık çok sayıda Çinli'nin ölümüne neden olmuş, Avrasya'da göçleri başlatmış ve sonunda Doğu Avrupa ve Ukrayna'da bir Avar imparatorluğu kurulmuştu.

Avarlar veba, dini muhalefet ve parasızlıkla sıkıntılar içinde olan Roma İmparatorluğu'yla çatışmaya girecekler ve sonunda Balkanlar Avarlar ve Slavlar, doğu illeri de Persler tarafından işgal edilecekti. Keys bu sorunların çoğunun doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Batı Avrupa'da 535 ile 555 yılları arasında sağlam bir biçimde belgelenmiş olan anormal derecede dengesiz hava koşullarıyla ilişkili olduğuna inanmaktadır.

Keys 6. yüzyılın iklim ve salgın hastalık olaylarının yarattığı domino etkisinin Anglosakson İngiltere'sinin genişlemesine, yaygın bir kuraklık ve kıtlık başlamasına neden olduğunu iddia etmektedir. Büyük Okyanus'un ötesinde 6. yüzyıl kuraklığı büyük Teotihuacan kentinin çökmesine katkıda bulunmuş, Maya ovalarında büyük politik etkiler yaratarak Tikal kent-devletinin geçici gerilemesine neden olmuştur.

Andlar'da Quelccaya buzulundan alınan örnekler, Peru'nun kuzey kıyısında Moche Uygarlığı'nın çökmesine ve Titikaka Gölü kıyılarında Tiwanakular'ın yükselmesine neden olan 6. yüzyıl kuraklığını ve El Nino olaylarını belgeler.

Keys bu gelişmelerinin 535 yılında Cava ve Sumatra adaları arasında yer alan Sunda Boğazı'ndaki dev bir yanardağ patlamasından kaynaklandığını ve bu patlamanın sonucunda küllerin ve lavların stratosferde 48 kilometre yükseğe taşınarak dünya çevresinde yaşayan insan toplumlarının dengesini bozduğunu iddia etmiştir. Bu noktada David Keys, suçu kuyruklu yıldız bombardımanına atan Baillie'den ayrılmaktadır.

Baillie'e göre yakından geçen kuyruklu yıldızların tozları insanlık tarihinin önemli unsurlarından biridir. Onun iklim verileri, arkeolojik kanıtları, tarihi kayıtları ve efsaneleri şu anda yalnızca varsayımsal bir senaryodur, iklim olaylarının pek azı geride bir iz bıraktıkları için ne yazık ki, bilimsel kanıt bulmak güç olacaktır. Ancak Baillie varsayımı bize, yeryüzünde yaşamı etkilemiş olan ve gelecekte de tekrar etkileyebilecek olan iklim ve doğa olguları hakkında daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu hatırlatmaktadır.
#74 - Haziran 22 2008, 14:16:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Maya Uygarlığı'nın Çöküşü

Zaman: 900 yılları
Mekân: Orta Amerika'nın Güney Maya Ovası

İnsan tasarımlarının dağıtılması işte böyle oldu. insanlar devrildiler, yerlerde sürtündüler. Yüzleri ve ağızları paramparça edildi. POPOL VUH, 16. YÜZYIL

Mezoamerika'nın eski Mayalar'ı, bütün Amerikan uygarlıklarının en gösterişlisi ve uzun ömürlüsüydü. Bir zamanlar mütevazı köy çiftçileri olan Mayalar tropik ülkelerini güçlü lordlar tarafından yönetilen site-devletlere dönüştürmüşlerdi.

İsa'dan önceki son birkaç yüzyılla 900 yılı arasında Maya uygarlığı Meksika'nın güney ovaları ile Guatemala ve Honduras'ta gelişmişti. Copan, Palenque ve Tikal gibi saldırgan site-devletler büyük hanedanların yönetimindeydi ve bunlar yönetici ve şaman, insanlar, atalar ve tanrılar arasında aracılar olarak hüküm sürüyorlardı. Bu insanlar kendilerini Dünya Ağaçları, insanların manevi dünya ile iletişim kurabildiği araçlar olarak görmekteydiler.

Bir Maya lordu laik bir hükümdardan çok daha fazla bir şeydi. Ailesine ve küçüklü büyüklü topluluklara krallık kutsal bağıyla ve onun atalara soy bağlarıyla bağlı olan Maya yaşamıydı. Mayalar için talihsiz olan, benimsedikleri bu krallık türünün çevre koşulları göze alındığında sürdürülemez olan bir tarımsal ekonomiye dayanıyor olmasıydı.

800 yılı civarında Güney Maya Uygarlığı aniden çöküverdi. Bölgenin büyük tören merkezleri terk edildi, çok geniş bir alan bir daha asla dönülmemek üzere boşaltıldı. 25.000 ile 80.000 nüfuslu (tahminler farklıdır) bir kent olan Tikal bu rakamın üçte birine düştü. Sağ kalanlar büyük piramitlerin ve sarayların yıkıntıları arasına sığınıp eski yaşantılarının hiç olmazsa bir derece benzerini sürdürmeye çalıştılar. Ancak aradan birkaç kuşak geçince bunlar da gittiler.

Araştırmacılar Maya uygarlığının çöküşü konusunda çok uzun zamandır kafa yormakta ve bunu ekolojik değişim, toplumsal karışıklık, siyasal devrim ve savaş gibi nedenlere bağlamaya çalışmaktadırlar. Son zamanların palaeoklimatik bulgular, baş nedenlerden birinin kuraklık olduğunu ortaya çıkarmışsa da, bu geçmişin en büyük muammalarından biri olarak kalmakta devam etmektedir.

Maya çöküşünü araştırmış olan herkes bunun ekolojik, siyasal ve toplumsal unsurların birleşiminden kaynaklandığını kabul etmektedir. 800 yılına gelindiğinde güney ovalarının nüfus sıklığı kilometre kare başına 200 kişi gibi öyle bir rakama erişmişti ki, aç çiftçilerin gidebilecekleri boş arazi kalmamıştı. Çöküş geldiğinde Maya tarımsal üretimi artık sınırlarına varmış, insanları kuraklıktan ağır zarar görecek bir halde bırakmıştı. Yeni bir kuramlar kuşağı, suçu kısa vadeli iklim değişikliğine bağlamaktadır.



Tikal, Maya site-devletlerinin en büyüğü olup stratejik ticaret yollarının ortasında yer alıyordu. Bu güçlü tören merkezi 800 yılından sonra hızla gerilemiştir.

MAYA TARIMCILIĞI

Maya ovaları verimli Nil Vadisi'ne de, Peru'daki yoğun bir sulamaya sahip Moche Ülkesi'ne benzemez. Peten-Yukatan yarımadası drenajı zayıf ve pek az sürekli akarsuyu olan kireçtaşından büyük bir kıta sahanlığıdır. Sıcak ve rutubetli ovalarda yağmurlar düzensizdir, eski çağlardan bu yana var olan sık ormanlar Mayalar tarafından kesilerek tarım arazisi açılmıştır.

Bugün görülen yeşillik yeniden ağaçlandırılmış alanlardır. Bu acımasız çevre koşullarında toprak verimsizdir ve ancak ormanlar yakılarak tarım yapılabilir. Milpa adı verilen bu temizlenmiş arazi iki yıllık verime sahipti ve yedi yıl nadasa bırakılırdı. Bu tarlalar değil bir kenti, bir köyler topluluğunu bile beslemeyeceğinden Mayalar bataklıkları kurutmuşlar, tarım açısından işe yaramaz toprakları çok üretken tarlalara dönüştürmüşlerdi.

Ama ancak bol miktarda yeraltı suyu olduğu sürece bu tarım devam edebiliyordu. Ayrıca tepe yamaçlarında teraslar kurmuşlar, her karış topraktan mümkün olan en çok verimi elde etmeye çalışmışlardı.

Çöküşten çok önce Mayalar'ın tarımsal üretimi sınır noktalarına varmak üzereydi. Kısa vadede bu yoğun tarımcılık giderek genişleyen yönetici ve soylu sınıfın üretim ve mahsulü vergi yoluyla yakından kontrol ettikleri dönemde yerel düzeyde başarılı olmuştu. Ama büyük çaplı sulama işletmelerinin standardizasyonu mümkün kıldığı Mısırlılar ya da Mocheler gibi, geniş alanlarda tarımsal üretimi standart bir hale getirememişlerdi.

Maya ekolojisi çok değişikti, hassas ve çok çabuk tükenen tropik topraklara ve düzensiz yağışlara sahipti. Toprağın verimim kaybettiği ve tufanı andıran yağmurların açılmış arazinin üst tabakasını alıp götürdüğü bir dönemde çiftçiler, efendilerinin giderek artan ürün talepleriyle karşı karşıyaydılar. Büyük bir kuraklık döngüsü son darbeyi indirecekti.



Tulum'daki bu küçük Maya kenti Kuzey Yukatan'daki Karayip kıyılarında alçak bir tepe üzerine kurulmuştur. Maya uygarlığı İspanyol fethine kadar kuzey ovalarında ayakta kalmış, hatta gelişmiştir.

KURAKLIKLAR

Bölgenin göllerinin dibinde biriken tortu tabakalarından değişen iklim koşullan kesin olarak tespit edilmektedir. Yukatan'da Chichancanab Gölü ilk olarak İÖ 6200 yılı civarında, Karayipler deniz düzeyi ve yerel yeraltı suları yükseldiği zaman dolmuştu.

Gölün tortularından alınan örnekler koşulların İÖ 1000 yılına kadar nisbeten yağışlı devam ettiğini, iklimin ondan sonra kurumaya başladığını göstermektedir. Kuruma devam ederek 800 ile 1000 yılları arasında doruk noktasına -yani Maya çöküşü zamanına- erişmiştir, iki yüzyıllık bu dönem son 8000 yılın en kurak geçen iki yüzyılıydı.

Quintana Roo bölgesinde Punta Laguna Gölü tortu tabakalarını öyle hızlı biriktirmiştir ki, delgiyle alınan örnekler yağışlı ve kurak yılları bir ağaç halkası kadar hassas olarak vermektedir. 585 yılında sık ve şiddetli kuraklık dönemleri olmuştur ve bu Andlar'da Quelccaya buzuluyla belirlenen ve Moche Uygarlığı'nı etkileyen büyük kuraklığın zamanına denk düşmektedir.

Bu kuraklık Maya yaşamında bazı aksaklıklara neden olmuş, ama ardından iki yüzyıllık bol yağmurla hızlı bir büyüme yaşanmıştır. Sonra 725 ile 1020 yılları arasında bölge yine uzun bir kuraklık dönemine girilmiş, bu da 862 ile 986 yılları arasında doruk noktasına erişmiştir. Kuraklık 1020 yılında aniden sona ermiştir. Ve göl yüz yıl içinde 8000 yılın en yağışlı koşullarını yaşamıştır.

 

(Solda) Mayalar üstün zanaatkarlar ve sanatkârlardı. Bu yeşim taşından, Mısır Tanrısı'nın başını taşıyan vazo, Tikal'da Geç Klasik dönem bir mezardan çıkarılmıştır. (Sağda) Popol Vuh'ta kayıtlı olduğuna göre Kahraman İkiz Hunaphu, Maya yaratılış efsanelerinde yer alır. Babası Mısır Tanrısı'nın hiyeroglifi, bir çanağın çevresinde görülüyor. Maya efsanelerine göre insan mısırdan yaratılmıştı ve mısır Mayalılar için çok önemliydi.

ÇÖKÜŞ

8. ve 9. yüzyıl kuraklıkları başladığında Maya Uygarlığı zaten giderek artan bir baskı altındaydı. Hızla büyüyen kentlerde soyluların sayısı çok fazlaydı ve bunlar ayrı hiziplere bölünüp parçalanmışlardı. Çok uzaklardan gıda maddeleri ithal ediliyordu.

Askeri üstünlük ve prestij rekabeti halk üzerinde büyük baskılar yaratmaktaydı. Kuraklıklar artık bardağı taşıran son damla oldu. Ürün azaldıkça gelirler de hızla düşmeye başladı. Güçlü lordlar huzursuz ve aç toplum karşısında dünyevi ve manevi güçlerinin azaldığını görmeye başladılar.

Kuraklık ve bunun çevre koşullarında yarattığı hasarla hiçbir hükümdar başa çıkamazdı. Binlerce kişi açlıktan ölürken, kalanlar büyük kentleri terk ederek küçük yerleşim birimlerine dağıldılar. Copan kenti hinterlandında yapılan araştırmalar bu nüfus azalmasını göstermektedir.

700 ile 850 yılları arasında kentte ya da kent yakınlarında 20 ile 25000 kişi yaşıyordu ve nüfus her 80-100 yılda bir kat artıyordu. 850 yılından sonra kent, nüfusunun yarısını kaybederken, kırsal nüfus yaklaşık yüzde 20 arttı. 1150'den sonra ise Copan Vadisi'nin nüfusu yalnızca 2000-5000'di.

Çöküş sıkıntısız ve savaşsız olmadı. Bir örnek vermek gerekirse, 645 yılında günümüz Kuzey Guatemala'sındaki Dos Pilas hükümdarları topraklarını genişletmek için askeri harekâta geçtiler. Dos Pilas, 761 yılına kadar zengin bir ticaret merkezi oldu. Ancak bu tarih geldiğinde hükümdarlar artık aşırıya kaçmaya başlamışlardı.

Yakınlardaki Tamarinditolar bir zamanların bu güçlü komşusuna saldırarak hükümdarını öldürdüler. Kalan soylular kaçıp Aguateca tepesinde gayet iyi tahkim edilmiş bir merkez kurdular. Burada sürekli saldırılara rağmen yarım yüzyıl daha direndiler ama sonra yoğun savaşlar sonunda oradan çeşitli yerlere dağıldılar.

Yine savunma önlemleri aldıkları bu yerlerde işleyecek yalnızca kurak topraklan olduğundan elde edilen ürün de sürekli düşüş göstermiş olmalıydı. Sağ kalan Aguatecalılar son bir direnişle Petexbatun Gölü'ndeki yarımadada üç derin hendek kazarak kendilerine bir ada kale yaptılar. Ancak burası da 800'lerin kuraklığı sırasında terk edildi.

Uzun kuraklık dönemlerinin etkileri Maya dünyasına dalga dalga yayıldı. Güney ovaları uygarlığı hemen hemen tümüyle çöktü ve Maya yaşamının merkezi yeraltı sularının yüzeye daha yakın olduğu Kuzey Yucatân'a kaydı. Güneyde kuraklık ve isyancı halk nedeniyle krallık sendeledi. Maya site-devletlerinin o karmaşık yapısı birkaç kuşak içinde iskambil kâğıdından yapılmış gibi yıkıldı.
#75 - Haziran 22 2008, 14:17:03
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.