Alternatifim Cafe

Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)

Discussion started on Tarih

ÖNCE İMAM, SONRA MAHKEME

Cumartesi, 03 Eylül 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında Avrupalı yazarların Osmanlılara karşı büyük bir ilgisi vardı. Bunlardan imkan bulabilenler İstanbul’a gelmişler ve hatıralarını yazmışlardı. Bu yazarlardan biri de Fransız asilzadelerinden Baron de Tosqueville’dir. Baron, İstanbul’un birçok mahallesini gezmiş ve Osmanlı aile ve cemiyet hayatı hakkında birçok bilgi aktarmıştı. İşte bunlardan birkaçı:“Evleri hemen hemen ahşap. Çoğu bir giriş avlusu ile kendi iç dünyasına açılır. Türk sokakları, mahalle adını verdikleri bir birimde bütünleşiyor. Mahallenin güvenliği, yine mahalle li tarafından, semtlerin sosyal bir parçası olan kollukçularca tesis edilmiş. Evvela imam...Yani mahalle camiinin imamı. Oradaki en itibarlı kişi. Osmanlılarda mahkemeler, bizdeki gibi sayılamayacak kadar çok değil. Sebebi, bu imamların başkanlığında, âdeta özel yargılama geleneği. Mahalleli, aralarındaki ihtilafları, mahkemeden önce mahalle imamına götürüyor. İmamlar, meseleyi hukuk çapında ele almadan evvel, sulh teşebbüsünde bulunuyorlar. Bu safhaya mahallenin yaşlıları da bir bakıma jüri olarak katılıyorlar. Anlaşmazlık ların tamamına yakın bir kısmı orada hallediliyor. Borç meselesi olsun, aile hukuku veya mülk anlaşmazlığı olsun, bizde olduğu gibi tutanaklı, zabıtlı, bir belge imzalanmıyor. Buna karşılık imamın ve mahallelinin huzurunda haklarına razı olan taraflar, verdikleri sözle kendilerini mutlak şekilde bağlı hissediyorlar. Razı olduğunu beyan ettiği karara riayet etmeyen taraf için bir müeyyide yok. Ama bir başka müeyyide var ki, maazallah uyulmaması halinde hayat cehenneme döner. Şaşacaksınız ama, bu ceza şöyle:Mahallenin özel mahkemesinde verilen söze sadakat göstermeyen taraf, âdeta mahallesine ve evine girmek şansından mahrum kalıyor. Hatta mahallenin kontrol merkezi olan kahvehanesinin önünden bile geçemiyor. Bir bakıma itibarı sıfırlanıyor. Osmanlılarda sadakat mefhumunun ne olduğunu iyi bilenler, ne demek istediğimi anlayabileceklerdir.”
#726 - Haziran 21 2009, 15:02:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


GÜL BABA�NIN CENAZE NAMAZI

Pazar, 04 Eylül 2005
Günlerden 31 Ağustos 1526 Cuma. İki gün evvel Mohaç Meydan Muharebesi kazanılmış, Kanuni Sultan Süleyman Han tebrikleri kabul ediyor. Elbette herkes zafer neşesi içindedir. Kara haber otağ-ı hümayuna bir gülle misali düşer. Akıncı alperenlerinden Gül Baba gaza meydanında şehid düşmüştür. Kendisi şehid düşmüş de, başı yere düşmemiştir. Elinde gürzü ve yatağanı ile vuruşurken, bir kafir sillesi ile başı gövdesinden ayrılmıştır. Ve o aziz kahramana layık efsaneler de o anda destanlaşmaya başlamıştır. Rivayet edilir ki, Gül Baba başsız gövdesiyle atından inmiş, kesik başını koltuğunun altına almış ve etrafını saran Haçlı askerlerini defettikten sonra Mohaç ovasını velveleye veren Kelime-i Şehadet getirdikten sonra şehadet mertebesine erişmiştir. Koca Kanuni’nin zafer neşesi bir anda kaybolur. Tebrikler kesilir ve cenaze namazı hazırlık larına başlanır. Gül Baba’nın tabutu getirilir ve eşi görülmemiş bir kalabalıkla cenaze namazı kılınır. Çünkü bu zat, bütün askerin sevdiği ve hürmet ettiği, hoş sözlü, nüktedan, fakat her sözü hikmetlerle dolu gönül ehli bir derviş-gazi idi. İmam, Osmanlı tarihinin en büyük alimlerin den Ebussuud efendi idi. En ön safta cihan padişahı Kanuni, yanında vezirler, beylerbeyleri, paşalar, akıncı beyleri ve 200.000 kişilik Osmanlı ordusu. Bu hadiseye şahid olan Macar tarihçisi Zuzef Tökeli anlatır ki, namaz sonuna kadar koca Mohaç ovasında tek bir ses duyulmamıştır. Hatta, erdodaki sipahi küheylanları ve toplara koşulmuş olan mandalar bile başlarını önlerine eğmiş, kişnemek ve böğürmek ne demek, yerlerinden bile kıpırdamamışlardır.170 sene sonra, Budin Avusturya ordusunun eline geçer. 1699’da yapılan Karlofça Andlaşması ile artık Macaristan bir Avusturya eyaletidir. Düşman Budapeşte’yi zaptedince ilk işi, camileri ve türbeleri yıkmak olmuştur. Gerçekten de bugün Budapeşte’de tek bir Osmanlı camisi ve türbesi kalmamıştır, bir tanesi hariç; Gül Baba’nın türbesi. Ne kadar uğraşırlarsa da bu türbeye bir türlü dokunamazlar. Sanki görünmez bir kuvvet bu türbeyi koruyor, yıkmaya gelenler ya çarpılıyorlar, ya da deliriyorlar. Bunu gördükten sonra kimse buraya dokunmaya cesaret edemez ve türbe günümüze kadar sapasağlam gelir.
#727 - Haziran 21 2009, 15:02:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


PROTESTANLIĞIN KURUCUSU MARTİN LUTHER OSMANLI AJANIMIYDI?

Pazartesi, 05 Eylül 2005
İsmail Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi kitabında yer alan bir pasajda: “Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Osmanlıları, Allah tarafından Avrupa’nın cezasını vermek üzere gönderilmiş bir kuvvet saymış ve hatta Osmanlı’ya mukavemetin küfür olduğu nu bile ilan etmiştir. Bu vaziyeti büyük bir alâka ile takip eden Kanuni’nin, sıksık Luther’in sıhhat ve muvaffakiyet derecesi hakkında malumat aldırdığı biliniyor. Bunun yanı sıra, Kanuni’ den arpalık alan ve gizli din taşıyan bir Meşihat-ı İslamiyye vazifelisi olduğu da söylenir.” Hammer’in, Viyana müzesinde saklanan el yazıları arasında; “Luther’in, Muhteşem Süleyman tarafından yetiştirildiği, Kur’ân-ı Kerimi tercümeye giriştiği, ancak çevrenin baskısı altında bundan vazgeçtiği” şeklinde notlar vardır.Osmanlı Develti adına casusluk yapan ve Papa’ya ait en gizli bilgileri İstanbul’a başarı ile ulaştıran papaz Giovanni Paola’nın 1691 yılında Paris’te basılan mektuplarında, Osmanlı Devleti’nin papaz kılığında bazı kimseleri Avrupa’da ajan olarak kullandığı belirtiliyor. Martin Luther’in hayatı ise, onun bu kişilerden biri olduğu hakkındaki şüpheleri kuvvetlendiriyor:Martin Luther, papaz okuluna girinceye kadar gayet fakir bir ailenin çocuğu idi ve geçimini temin etmek için bir gümüş madeninde çok az bir ücretle işçi olarak çalışıyordu. Fakat okulu bitirip papaz olduktan sonra, Almanya’nın Erfurt üniversitesinde bir Kur’ân-ı Kerim meâli bulunduğunu öğrendi. Hemen bunu elde edip okumayı düşündü, fakat çalıştığı kilisenin baş papazı çok disiplinli olduğu için bundan vazgeçti. İşte bu sıralarda Osmanlı casusu olan Papazlarla irtibata geçti ve İstanbul ile haberleşmeye başladı. Bu andan itibaren birden zenginleşiverdi ve çalıştığı madenin sahibi oldu. Nereden, nasıl belli değil. Aslında belli, İstanbul’dan gönderilen altınlarla. Bundan sonra Osmanlı Padişahından aldığı cesaretle ve İslam dininin esaslarını öğrendikten sonra, Papazların günahkarları af yetkisini şiddetle tenkid etti ve Allah ile kul arasına kimsenin giremeyeceğini ilan etti. Kilisenin bir çok batıl âdetlerini de kaldırılmasını söyleyerek Papa ile sert bir mücadeleye girişti. Belli ki, arkasında Osmanlı Devleti olmasaydı ve İslam dinine yakınlık duymasaydı, o devirde kimsenin cesaret edemeye ceği bu işlere girişemezdi. Netice olarak, Kannuni Sultan Süleyman Han, Hristiyanlığı parçalamak için giriştiği teşebbüsünde başarılı olmuş, Protestanlık mezhebini bizzat kurdurarak Avrupa’yı ikiye bölmüştür. 710. FATİH'İN İSTANBUL KUŞATMASI ÖNCESİ ASKERLERİNE HİTABEN YAPTIĞI KONUŞMA Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihad ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Bu uğurda pek çok yiğitler ebedi aleme göçtü; fakat onların kahramanlık hatıraları içimizde yaşamaktadır. Kalpleri yüce hislerle dolu atalarımız, en büyük tehlikelere göğüs gererek, büyük işler gördüler. Bütün bu fetihlerin kolayca olmadığını ve zahmetsiz devlet elde edilmediğini bilirsiniz. Bu uğurda nice kanlar döküldü; yaralar açıldı. Nice dul ve yetimlerin gözyaşları aktı. Nice engin dereler, çoşkun ırmaklar, sarp dağlar ve boğazlar aşıldı. Nice geceler uykusuz, gündüzler istirahatsiz geçti. İşte ecdadımız, bu müthiş zorluklara katlandı. Düşman karşısında, bazen yenildikleri oldu. Fakat hiçbir zaman istikbalden ümit kesmediler ve galip gelinceye kadar uğraştılar. Daima cihad yolunda kaldılar. Felaket zaman larında kederlenmez ve zafer anlarında da aşırı sevince kapılmazlardı. Bu sayede şanlı bir devlet kurdular; cihana, hamiyet ve adaletin örneğini verdiler. Bize de her yönü ile mükemmel bir devlet bıraktılar. Şimdi bize düşen vazife, atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak, ruhlarını şad etmektir. Hepiniz biliyorsunuz ki; İstanbul, memleketimizin ortasında eşsiz bir beldedir. Bizans, uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu azalmıştır. Bizans'ın bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları bilirsiniz. Dedem Bayezıd'a karşı Fransız, Cermen, Macar ve Ulah krallarını kışkırtmadı mı? Askerlerini Tuna'dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli'den ve hatta Anadolu'dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin dedem onları, Allah'ın yardımı ve izni ile, Tuna'nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Daha dün, babam Hakana karşı yaptığı hilelere hala devam etmekte ve fırsat kollamaktadır. Bu şehir fethedilmedikçe Bizans'ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zira memleketimizi ortadan parçalayan bu şehir Rumların elinde kaldıkça, devletimizin güvenliği daima tehlikede olacaktır.
#728 - Haziran 21 2009, 15:02:45
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İNGİLİZ KRALİÇESİ I. ELİZABETH OSMANLI HİMAYESİNDE

Salı, 06 Eylül 2005
Osmanlı Sultanı III. Murad zamanında İngiltere Krallığı, o devirde Avrupa’nın en kuvvetli iki devletinden biri olan İspanya’nın tehdidi altındaydı. Almanya İmparatorluğu ile müttefik olan İspanya, güçlü donanmasıyla İngiltere’yi denizlerden silmiş, Britanya adasını da işgale hazırlanıyordu. Karada Alman İmparatorluğu ile, denizlerde de İspanya ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti, İngiltere’yi bu iki devlete karşı destekleme kararı aldı. Önce 11 Eylül 1581’de imzalanan ticaret anlaşmasıyla İngiliz tüccarlarına Osmanlı topraklarında ve limanlarında serbest ticaret yapma hakkını veriyordu. Bunun üzerine İspanya Krallığı da Osmanlı Devletiyle anlaşma yapmak için harekete geçti, fakat red cevabı aldı. Üstelik Yemen valisi Hasan Paşa da Hind okyanusunda, silah yüklü 4 İspanyol gemisini zaptetmişti. Bu hadise İspanya’da büyük bir telaş uyandırırken, Londra’da büyük bir sevinçle kutlandı. Ancak, İspanya’nın İstanbul’a gönderdiği elçi ile barış andlaşması yapılabileceğinden endişe ediyorlardı. Fakat Osmanlı hariciyesi, İstanbul’a gelen İspanyol elçisini görüşme yapmadan geri gönderdiler. Bu hadise üzerine İngiltere rahat bir nefes aldı.Kraliçe I. Elizabeth, Sultan III. Murad’ın desteğini almak için hemen İstanbul’a elçilik heyeti gönderdi. Sadece Padişaha değil, Valide sultana, Veziriazam’a, Padişahın hocası Sadeddin Efendi’ye, vezirlere ve Kaptanı derya’ya değerli hediyeler yolladı. Gönderdiği mektupta, “putperest” dediği Katolik İspanyollar’a karşı askeri destek istiyordu. Hatta Osmanlı padişahının kalbini kazanmak için Protestan İngiltere’de resimlere ibadetin yasak olduğunu da belirtip, gûya İslamiyet ile Protestanlığın birbirlerine yakın olduğunu isbata çalışıyordu.Bu arada İngiliz büyükelçisi Edward Barton, III. Murad Han’a sunduğu dilekçede:“Kraliçem, zat-ı şahanelerinin küçük bir işareti ile 7 seneden beri İspanya kralına karşı savaşmaktadır. Buna karşılık Haşmetmeablarının yardımını istirham etmektedir.” Diyordu.III. Murad Han ise mukabil mektubunda ise:“Siz, bana itaat ve boyun eğmekte sebat gösterip, o taraflarda bildiğiniz ve öğrendiklerinizi arz etmekten geri kalmayasınız” diyerek, İngiliz Kraliçesinin Osmanlı himayesine alındığını bildiriyordu.Neticede, Osmanlı Devletinin İngiltere’yi himaye politikası tesirini göstermiş ve İspanya’nın bu ülkeyi istila teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
#729 - Haziran 21 2009, 15:30:58
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


PÖSTEKİ SAYMAK

Çarşamba, 07 Eylül 2005
Nimeti külfetinden az veya elde edilen kârın, harcanan emeğe değmeyeceği durumlarda söylenen bir sözümüz vardır: “Pösteki saymak.” İmkân hârici gibi görünen bir şey için, boşa gayret sarf etmenin mantıksızlığını anlatır bu tâbirimiz. Vaktiyle İstanbul’un Toptaşı bimarhânesine (akıl hastalarının tedavi edildiği hastane, tımarhâne) alaylı paşalardan biri idareci tâyin olunmuş. Bir müddet tabiplerin tedavi usûllerini ve hastaların gidişâtını tâkip ve müşâhede eden paşa, yavaş yavaş işin içine girmeye, yalnızca idarî değil, tıbbî mes’elelere de müdâhale etmeye başlamış. Koğuşları geziyor, kendince delilerin vaziyetlerini inceliyor ve bazılarında hiçbir anormallik görmediği için de onların akıllandığına hükmediyormuş. Nihâyet onları sınamak için kendince bir usûl geliştirmiş. Buna göre delileri tek tek huzuruna çağırtıp önlerine bir pösteki koyarak,— Say bakalım, diyormuş, şu pöstekinin tüylerini ve bize tam olarak söyle. Eğer hasta,— Efendim, bu zor iş, hepsini sayamam, diyorsa dışarıya; yok, — Başüstüne paşam, deyip işe koyuluyorsa geri, hücresine gönderiyormuş. Meğer hastalardan biri bir gün, — Nasıl sayayım paşa hazretleri? demesin mi!..Paşa, çar nâ-çar “İşte böyle...” deyip pöstekinin kıllarını tek tek sayar gibi yapmış. Onun bu gayretini gören tımarhâne tabipleri, bu akıllılık testini her ne kadar tıbbî kâidelere uygun bulmasalar da, mantık kâidelerine uygun bulduklarından, yahut da korkudan hiç itiraz edememişler. Paşa da zamanla bu işi o kadar ileri götürmüş ki, bütün gününü hastalar ve pöstekiler arasında geçirir, hatta hastahâneye yeni getirilen hastalara da aynı testi tatbik edip pöstekinin kıllarını saymanın zor olduğunu söyleyenleri, “deli değildir” teşhisi ile geri gönderir, hastahâneye kabul ettirmezmiş. O günlerde paşanın arkadaşlarından biri, yolda tabiplerden biriyle karşılaşıp sormuş:— Bizim paşa ne yapıyor?O da cevap vermiş:— Pösteki sayıyor.Ve böylece bu tâbir de lisânımıza yerleşmiştir.
#730 - Haziran 21 2009, 15:31:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ÖNCE ELİNİ ÖPÜP SONRA DÖVMEK LÂZIM!.. 

Perşembe, 08 Eylül 2005
18. asır sonlarından itibaren Osmanlı sultanları, gerek cuma selâmlığında gerekse diğer hususi zamanlarda halkın arasına çıktıklarında, halktan herhangi bir dileği olanlar, yazdırdıkları arzuhalleri havaya doğru kaldırır ve yüksek sesle, “Pâdişâhım çok yaşa!” derlerdi. Bunun üzerine hükümdârın yakınlarından biri o arzuhâli alır, saraya varıldığında alâkalı mercie vererek îcâbının yapılmasını temin ederdi.Sultan II. Mahmud merhum bir bayram günü vükelâ ve maiyyetiyle birlikte Divanyolu’nda at sırtında ilerliyordu. Kalabalığın arasından bir adamın bütün enerjisini sesine toplayarak bağırdığı duyuldu:— Pâdişâhım çok yaşa!.. Pâdişâhım çok yaşa!.. Serkarîn Efendi (Baş mâbeyinci) adamın yanına doğru ilerledi ve arzuhâlini istedi; fakat,— Ben, diyordu adam, Hünkâr’a hâlimi şifâhen arz edeceğim, müsâade buyurulsun. Serkarîn’in ısrarlarına adamın ısrarları gâlip geldi ve hünkârın atına doğru ilerleme başladı. Hususi muhâfızların yanına kadar gelince de üzerindeki mintanı çıkartıp, “İşte benim arzuhâlim!” diyerek sırtını hünkâra dönüverdi. Adamın bedeninde morarmamış-çürümemiş yer yok gibiydi. Sorulduğunda şöyle cevap verdi:— İhtisap ağası Hüseyin Ağa kulunuz beni bu hâle getirdi. Adâletinize sığınıyorum. Hünkâr’ın emri ile adamın künyesi ve adresi alındı. İktizâ edenin yapılacağı kendisine bildirildi. Sultan Mahmud Hân’ın ertesi günkü ilk işi, ihtisap ağasını huzûra çağırtmak oldu:— Bre nâbekâr (yaramaz, hayırsız adam)! Falanca adamı ya niçin bu kadar döversin?İhtisap ağası gâyet sâkin ve kendinden emin cevap verdi:— Haşmetmeâb! O bir yoğurtçu Türkmen ışığıdır (Kalenderî Bektâşî dervişi). Değil dövülecek, hakikatte öldürülecek adamdır o. Suyu dondurarak halka yoğurt diye satıyor; nasıl dövmeyeyim!Sultan II. Mahmud Hân Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra yozlaşmış inançlarıyla İstanbul’u ifsâd eden Bektâşîler’i de tâkibe aldırmış, pek çoğunu şehir dışına sürdürtmüştü. Ağanın bu cevabı karşısında, yüzüne bir tebessüm yayıldı ve yavaş sesle mırıldandı:— Suyu donduruyor ha! Böyle mâhir ışıkların önce elini öpüp sonra dövmek lâzımdır!..
#731 - Haziran 21 2009, 15:31:28
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ÇANDARLI KARA HALİL

Cuma, 09 Eylül 2005
Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir büyük bey idi. O mübârek kimse, bir gün Alâüddîn-i Esved hazretlerini ziyârete gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzi ve orada bulunan Alâüddîn-i Esved'in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, talebeler arasında bulunan Çandarlı Kara Halil imâmete geçti. Hazır olan cemâate namaz kıldırdı. Alâüddîn-i Esved de odasından çıkıp geldi. Bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeple dinledikten sonra başını kaldırıp; "Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer'î, dînî hükümleri beyân etmek için bir hoca efendi, âlim lâzımdır. Talebenizden birini benimle sefere gitmek için tâyin etseniz." deyip, arzu ve isteğini arzetti. Alâüddîn-i Esved hazretleri Orhan Gâzi'nin bu arzusu nu kabûl ettikten sonra, talebelerine baktı. Her birinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanla berâber olan ulemâyı, dünyâya düşkün biliyorlardı. Sultan ın kötülüklerine ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak Sultan Orhan, öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzın dan dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına kaymaktan sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâüddîn-i Esved namlı Kara Hocanın talebelerinden birinin de bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca da en gözde talebesi Çandarlı Kara Halil'i, Sultan Orhan Gâziye verdi. Kara Halil de; "Memur mâzurdur." hükmünce, hocasının emrine tâbi olup, Orhan Gâzi ile birlik te gitti. Seferde ve hazerde, sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının tatbîkinin, Devlet-i aliyye-i Osmâniye içerisinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde icrâsına, yapılmasına gayret eyledi.Bu arada sırasıyla Bilecik, İznik ve Bursa kâdılıklarında bulundu. Hocası Tâceddîn Kürdî' nin kızı ile evlendi. Orhan Gâzinin vefâtı ile Murâd-ı Hüdâvendigâr sultan olunca, Osmanlı larda ilk olarak kâdıaskerlik makâmını ihdâs edip, Kara Halil'i de ilk kazasker olarak tâyin etti. Kara Halil Efendi bundan sonra bütün bilgi ve tecrübesini, genç Osmanlı devletinin teşkilâtlanmasın da seferber etti. O, Orhan Bey zamânında, ilk muntazam askerî teşkilâtın teşkilinde mühim vazîfeler görmüş, yaya ve müsellem adları ile müslüman Türk cengâverlerinden piyâde ve süvâri kuvvetlerini teşkilatlandırmıştı. Bu ocak, daha sonra, yine Kara Halil'in himmet ve gayreti ile Birinci Murâd zamânında Yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devletinin yegâne muntazam ordusu olarak kaldı.Çandarlı Kara Halil Hayreddîn Paşa yine Molla Rüstem ile birlikte bir devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilâtını kurup, çeşitli düzenlemeler yaptı. Daha sonra Halil Hayreddîn Paşa ünvânıyla vezîr oldu. Çandarlı'ya kadar, Osmanlılarda vezîrler, yalnız idârî ve mâlî işlere bakarlardı. Çandarlı'ya, bunlar yanında askerî kumandanlık da verildi. Devletin bütün idârî, mâlî ve askerî işlerini elinde topladı. 1385 yılında ordunun başında Rumeli'ye sefere çıktı. Karaferye, Serez ve Selânik'i aldı. Tesalya ve Manastır'a girdi. Arnavutluk içlerine kadar ilerledi. Ordusu ile berâber Vardar Yenicesi'nde fetih hareketlerine devâm etmekte iken hastalanıp, Serez'e nakledildi. 1387 (H.789) yılında orada vefât etti. Vefâtı sırasında yanında; Ali, İlyâs ve İbrâhim adlarında üç oğlu vardı. Oğlu Ali Paşa, babasının yerine vezir oldu. Yaklaşık yüz elli sene, Çandarlı soyundan gelen kimseler, Osmanlı Devletine en üst seviyede hizmet ettiler.
#732 - Haziran 21 2009, 15:31:42
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ÖNCE KÜFRETTILER SONRA ALKIŞLADILAR

Cumartesi, 10 Eylül 2005
II. Abdülhamid'e önceden muhalefet ve hatta hakaret eden Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi çok önemli simalar, sonradan hatasını anlayıp Pişmanlıklarını ifade eden şiirler yazmışlardır. Işte Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın, " Sultan Hamid'in Ruhaniyetinden Istimdat" isimli 15 kıtalık şiirinin beş kıtası: Nerdesin, şevketli Abdülhamid han?Feryadım varır mı bârigahına?Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,Şu nankör milletin bak günahına.            Tarihler ismini andığı zaman            Sana hak verecek ey koca sultan!            Bizdik utanmadan iftira atan.            Asrın en siyasi padişahına."Padişah hem zalim, hem deli" dedik,Ihtilale kıyam etmeli dedik,Şeytan Ne dediyse biz "beli" dedik,Çalıştık fitnenin intibahına!.           Divane sen değil, meğer bizmişiz.           Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz           Sade deli değil, edepsizmişiz!           Tükürdük atalar kıblegahına!Sonra cinsi bozuk , ahlâkı fena,Bir sürü türedi, girdi meydana.Nerden çıktı bunca veled-i zina?Yuh olsun bunların ham ervahına!.                                        Sultan Hamid devrinin uzun bir döneminde "Topraklarında güneş batmayan imparator luk" denilen Büyük Britanya'nın Dışişleri Bakanı Edward Grey , siyasi hayatı boyunca hasım olduğu Abdülhamid'in ölümünden sonra : "Ne büyük kayıp! Hasmımdı ama, onun ölümü ile diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti" diye yazan ünlü bir diplomattır. Yine uzun yıllar Osmanlı Devleti aleyhine casusluk yapan Ingiliz şarkiyatçısı Prof. Wambery: "Padişah, elinde ki bütün imkanları seferber ederek, her fırsatta hayırseverliğini göstermekten kaçınmamakta dır. Eğitim ve sağlık hizmetleri için yorulma bilmeden çalışmaktadır. Padişahtan korkabilirsi niz, hatta nefret bile edebilirsiniz; ama onun çalışkanlığını ve adaletini inkâr edemezsiniz. Savurganlığa son veren tutumuyla Türk maliyesini islah etmiş ve ülkeyi baştan başa demir yolu ağıyla döşetmiştir. Türkiye, canlanmasını padişahın enerji, ustalık ve vatanperver liğine borçludur. Sultan Hamid'in bu açıdan değeri, hiçbir şekilde inkâr edilemez." demektedir.Sultan Abdülhamid Han, yatağının başında daima temiz bir tuğla bulundurmuştur. Bu tuğlayı, yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmadan teyemmüm almak için kullanmıştır.Halife'nin zevcesinin, niçin böyle çok titiz hareket ettiğini sorması üzerine de Sultan Abdülhamid'in: "Bunca Müslümanların halifesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." diye oldukca düşündürücü bir cevap verir. Sultan Abdülhamid han, âcil bir iş zuhur edince,gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkatibi Es'ad Bey, hatıratında şöyle demektedir:"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. 'Acaba Sultan'a emr-i Hakk mı vâki oldu (öldü mü)?' diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açıldı ve Sultan elinde bir havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:-Evladım! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyandım, ancak abdest almak için geciktim; kusura bakma!.. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım!.. dedi ve besmele çekerek evrakı imzaladı."Sultan Abdülhamid Han kendi tabiriyle bir dervişti.Bir Şazeli Şeyhi'ne intisap etmiş, bir Sultan-Mürid'di. Fakat pısırık bir derviş değil!.. Oturduğu Yıldız Sarayı'ndan, Afrika içlerine, Hind'lere, Çinlere kadar elini uzatıyor, siyasetini oralara götürüp, Batı emperyalizmine savaş açıyordu. Onun dervişliği inzivada değil, aksiyondaydı. Hiç mi hatası yoktu? Vardı elbette!. Ama hiç olmazsa, ve tarih ilminden haya ederek söyleyelim ki, o Kızıl Sultan değildi. Ne var ki Islama düşman olanların ona böyle demeleri, gayet normaldi; çünkü o, Batı kültürünü Kur'an'a tercih etmiyordu. Çünkü o, bir Ermenistan, bir Israil istemiyordu. Bunları isteyenler, ona Kızıl Sultan diyenlerdi.Satırlarımızı Sultan II.Abdülhamid'in kızı Ayşe Osmanoğlu'nun sözleriyle bitirelim: "Babam, hal' fetvasını (kendisini tahttan indirmek için alınan kararı) sonuna kadar dinledi, sonra şu sözleri söyledi: 'Otuzüç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek olan da Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa, öyle teslim ediyorum. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve başarılı da oldular! Allah düşmanlarımı kahretsin!.." İNŞALLAH.
#733 - Haziran 21 2009, 15:32:00
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


OSMANLI RAMAZANLARI

Pazar, 11 Eylül 2005
Ramazan Ayını GörmekEskiden Ramazanın birinci gününün tahakkukuna çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için de ayı gözle seçilmeyecek derecede bir hilal halinde iken mutlaka görmek şarttır. Her ne kadar takvimlerde yazılı ise de astronomik hesaplarla tâyini cihetini atalarımız hatalı bulmuşlardır.Bu Ramazan ayının rü'yet meselesiyle Istanbul Kadılığı meşgul olurdu. Ramazan olmayı melhuz olan akşam Istanbul Kadısı ile maiyetindeki memurlar Şeyhülislâm dairesinde toplanırlardı. O akşam için Kadı'nın, dairesinde dâvetli ricale ve büyük rütbeli ilmiye memurlarına mükemmel bir ziyafet çekmesi mutaddır.(gelenektir) Istanbul'da güçlük çekmeden hilâlin görülmesi mümkün olan yerler Bayezid yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapısı Camii minareleridir. Gönderilen memurlar, cami hizmetkarlarıyla daha başka meraklılardır. Ramazan ayını görenler orada bulunan heyete arzolununca fetva emininin emriyle iki kişi içeri alınır ve bunun için de bir dâva tasviri ile dâvacı ve dâvalı taraflar da teşekkül eder. Biri diğerinden Şabanın son gününde yeni ay görününce ödeme taahhüdünde bulunduğu vaktiyle aldığı teşbihin bedelinden kalan yüz kuruş borcunu ister. Kadı da "Bunun isbatı için şahit gösterin" der. Ramazan ayını görenler huzura alınır, bunlar:“Bu akşam ezandan üç dakika sonra minareden mübarek bilali re'ye'l-avn gördük. Bu gece Ramazan gecesi olduğuna şehadet ederiz” derler. Şahitlerin sorgusuna çok itina edilir. Hattâ hilâlin vaziyetini iyice sorarlar.Bu muhakeme esnasında Fetvahane'nin büyük kapısı usulen kapanır. Muhakeme bitip de ilâmı (karar) hazır oluncaya kadar Ramazanın sübûtu hakkında harice hiçbir şey sızdırılmaz. Hattâ hilâlin görüldüğü haberine intizar eden Süleymaniye Camii baş mahyacısı da kapıda alıkonurdu.Alınan mahkeme ilâmı sicil defterine kaydolunur ve Şeyhülislâmlık makamına diğer bir şer'î ilâm Kadı Efendi tarafından mühürlendikten sonra kapının açılmasına müsade edilir. Mahyacıbaşı da elinde tahta kutu içinde duran kandiliyle dairenin binek taşından Süleymaniye Camii minaresinde intizarda olan kandil-cilere işaret verir, bundan da diğer minareler görerek kandilleri yakarlar ve Ramazan bu suretle ve mahalle aralarında çocukların peşine takıldığı davullarla bekçiler tarafından ertesi gün Ramazan olacağı halka ilan edilir.Hususî Ramazan Imamları ve Teravih NamazlarıBüyük konak ve sarayların hemen umûmunda teravih namazları âyinler ve ilâhilerle edâ olunur. Bu âdet o kadar kökleşmiştir ki her daireye her yıl gelmeleri ve getirilmeleri mutad olan eski imamlarından başka bilhassa Ramazan için Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan imamlar ve musikîde behredâr olan beş altı da müezzin seçilip alınırdı.Teravih için her akşam konakların geniş divanhâne-lerine uşaklar, halılar ve seccâdeler sererler ve beşizli şamdanları münasip yerlere korlar.Şehzâdeler ve sultanlar saraylarında ve bazı büyük dairelerinde haremle selamlık arasını ayırmak için kafesler çekilir. Bunun arkasına harem mensupları için seccadeler serilir. Müezzinler yatsı vakti gelince çifte ezan okurlar. Misafirler de ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlar. Müezzinler de arka safta cemaatin hazırlanmalarını beklerler.Bazı büyük konaklarda bulunan müezzinler gece de orada kalırlar. Ev sahipleri namazdan sonra bunlara güzel fasıllar okuttururlar. Sahurdan sonra ve sabah namazından önce Imam Efendi mukabele okur.Bundan yarım asır önce bir ecnebiyi mükellef bir iftara dâvet ederler. Ecnebî oruç bozanların fazla fazla yiyip içmelerine hayretler eder. Acaba bunların hangisi çatlayacak diye merakla ve tecessüsle bakmaktan kendisini alamaz. Derken bulunduğu yerde iki müezzin çift ezan okur. Herkes kalkıp abdest alır, namaza başlarlar. Yatarlar, kalkarlar, sayısını da kaçırır. Ecnebî bunu bir nevi hazım jimnastiği zanneder "Çok yiyorlar amma eritmesini de biliyorlar" der.Iftara GitmekBütün memurlar, maiyetindeki memurları, kalem âmirleri, yanındaki kâtipleri, tüccar ve sanaf yazıcı, kalfa ve çırak gibi müstahdemlerini, velhasıl herkes haline göre hısım, akrabasını, ahbap ve komşularını mutlaka iftara dâvet ederler, bu ikramlar için aşçısı olanlar bir çırak ilâve eder. Kadın aşçı kullananlar da erkek aşçı tedarik eder. Ücretleri de Ramazanda iki misli olarak verilirdi.Ramazanlarda şehzadeler dairelerine, sultan saraylarına ve geçmiş sultan ve kadıefendiler yalılarına münasebetleri olan her sınıf halk, bazı hocaefendiler, şeyhler ve medrese talebeleri ve fakir dervişler iftira gider, derecelerine göre, hediye ve para alırlar ve mühim memuriyetlerde olanlarda da nazır ve vezirler konaklarına iftara gitmeyi âdeta resmî bir memuriyet sayarlardı.Çok eski asırlarda Ramazanın on beşinden sonra tâyin olunan bir gecede bütün devlet nazırları ve ricali ve büyük retbeli memurlar takım takım Babıâliye iftara giderlerdi. Bu, kadim teşrifata girmişti de. Sonra bu Sadrâzamların konaklarına çevrildi. Ramazanın yirmi birinci akşam da Padişah Sadrâzam’a iftariye kahvaltısı ile yemek yollar, Babıâli iftarından bir gece sonra da Şeyhülislâm konağına gidilirdi.Usulen iftara gidecekler top atışına 5-10 dakika kala gelirdi. Bir defa gidilmeleri mutad olan yorlarda ne kadar misafir gideceği belli olmadığından ve bunlardan hariç her Ramazan akşamı 3-5 sofralık fakir de geldiğinden bütün bu gayri melhûz misafirler için her daire ile mutaddan 5-10 kat fazla yemek bulundurmak mecburiyetinde idiler.OburlarMeşhur oburlardan Baba Yaver yeme ve içme hususunda unutulacak insanlardan değildir. Bir ramazan gecesi mühim bir yerde iftarda bakın neler yemiş ve içmiş:-Üç türlü orta kâse çorba.-On kişilik bir sofraya getirilen pastırmalı yumurtanın üçte ikisi.-Sırt sırta verilmiş iki hindinin keza üçte ikisi.-Bir kayık sahan emir dolma.-Bir sahan kuşbaşı kebap.-Bir mertebânî tabak sakız muhallebesi.-Bir okka küçük bir tepsi baklava.-Kefendi, üzümlü, fıstıklı, havuçlu, biberli bir ufak lenger Buhara pilâvı.-Kaymaklı bir hayli kayısı kompostosu.Nihayet dudakları morarıyor, gık diyemeyecek bir hale geliyor. Oturduğu yerden kalkmayarak uyuklamaya başlıyor. O esnada ev sahibi galiba patlayacak vehmiyle Baba Yaver'i yavaşça dürterek:-Baba, baba; sana karbonat vereyim mi diye uyarınca:-Onları istemem evlâd. Biraz kızarmış ekmekle bir dilim kaşar peyniri getirsinler. Yediklerimi hazmettirir, diyor.Ramazan Için Söylenen SözlerBir zat Ramazanda hiç evine gelmez. Boyuna davetsiz iftarlara gidermiş. Bir akşam evine birisi gelerek "Bu akşam efendiyi filan yerde iftara davet ediyorlar buyursunlar" deyince karısı:-Ramazan nerede ise bitecek efendiyi gören yok. Siz görebilirseniz lütfen ona söyleyin bir gece de kendi evine iftara buyursun demiş...Bir kalem mirinin maiyetinde bulunanlar: "Bizim şefe bir akşam habersiz iftara gidelim" diye karar vermişler. Topa beş dakika kala evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış buyurun demiş. Ama belli etmemiş. Doğru karısına koşmuş. "Hanım hal-i keyfiyet böyle" demiş. Hanım:-A efendim sen üzülme. Top patlayınca: Adetimiz böyledir evvela namaz kılarız der, birinci rekatta Yasin süresini okursun. Ikincisinde de Fetih suresini oku. Yalnız kapıyı aralık bırak pilavın yağını koyunca sesinden anlar namazı bitirir misafirleri buyurun edersin demiş. Filhakika evciment kadının dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe geldiklerinde kendilerini doyuracak yemeği görünce hayret etmişler.
#734 - Haziran 21 2009, 15:32:18
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


AVRUPA'DAKI OSMANLI KORKUSU 

Pazartesi, 12 Eylül 2005
Donanma, ordu yürürken Muzafferen ileri,Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri…Fransa Kralı I. Fransuva, 1525 Pavye Muharebesinde Almanlara esir düşünce, annesi Düşes Dangolem vasıtasıyla Osmanlılardan yardim istedi. Bunun üzerine Kânûnî'nin krala gönderdiği mektup onun Avrupa devletlerine bakış açısını çok güzel ifade etmektedir. Ocak 1526 tarihli mektup şöyeledir: " Sen ki Françe vilâyetinin kralı olan Françesko'sun. Hükümdarların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın tezkereden mâlûmum oldu ki, memleketinin toprakları düşman tarafından zaptolunup, sen dahi şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın Kurtulmaklığın için bizden yardım dilemektesin. Bütün dünyanın sığındığı, padişahlığıma yakışan ayağımın toprağına maruzatın ulaşmakla her türlü halini öğrenip, olan bitenden haberdar oldum. Yüce selefleri miz, Allah onların kabirlerini nur içinde tutsun, düşmanlarını kahretmek ve sayısız fetihlere ermek maksadıyla her vakit cihat için kılıç çekmek fırsatını kaçırmayıp, ben dahi onların açtığı çığırda harekete geçip, her günüm zorlu kaleler ve girilmesinde engeller bulunan şehirler feth etmiş bulunmaktayım. O sebepten gece ve gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanmıştır."Fransa'da dans ilk icat edildiği zaman Osmanlı sefiri durumu Padişaha bildirir. Padişah der ki: "Ben ki 48 krallığın Imparatoru Kanuni Sultan Süleyman'ım. Sefirimden aldığım mazharda, memleketinizde, dans namı altında, kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle, açıkca halk önünde seviştiği mesmu şahanem olmuştur. Hem hudut olmaklığımız dolayısıyla iş bu rezaletin memleketime sirayeti ihtimali muvacehesinde name-i hümayunumun yed'inize vüsulundan itibaren işbu rezalete hatime verilmediği takdirde orduyu hümayunumla bizzat gelip işbu rezaleti men’e muktedirim."Hammer tarihinde, bu mektup üzerine, Fransa da dansın tam yüz yıl yasak edildiği belirtilir.Bir mektupla bir Imparatordan bir kral kurtaran ve bir ülkede ki ahlaksızlığı önleyen güç. Bütün dünya ile tam yirmi yıl savaşan ve de galip gelen orduyu besleyen ekonomik yapı. Selimiye'yi inşa eden teknik. Ve bilhassa, Fas'tan Hindistan'a, Avusturya'dan Yemen'e kadar, ayrı ırktan, ayrı kavimden, ayrı dilden, ayrı dinden milyonlarca insanı kardeşce yaşatan bir ruhtur Osmanlı Devleti.Çarlık Rusyası'nın Balkanlar'ı Osmanlı'dan koparmak gayesi ile Balkan milletlerine gizliden gizliye silah dağıtıp, bir yandan da fitne tohumları ekerek ayaklandırmaya çalışır. Bu iş için vazifelendirilen Rus generali Çirmayev'in 1877 yılında Bulgaristan'dan Çar'a gönderdiği gizli raporda:" Buralarda hiç yoktan ordular meydana getirdim. Bu askerleri ölüme sevk ediyorum. Fakat bu insanları sendeleten bir engel var; Türklerin yaşayan hatıraları! Ölümden korkmayan lar hâtıralardan korkuyorlar. Yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım. Onlarda her halde bir sihirbaz zekası var. Bir değil, bir kaç istila bile, onların iliklerine işleyen gizli üstünlüklarini yıkmaya bence kâfi gelmeyecektir." diye yazarak oldukça ibretli bir itirafta bulunur.Yine okullarımızda ders kitabı olarak okutulan tarih kitaplarımızda Kızıl Sultan diye gençlere öğretilen Cennet mekan II. Abdülhamit Han Hazretlerinin, dinimize ve kitabımıza küfretmek isteyenlere karşı gösterdiği amansız mücadelelerinde bir tanesi bugün Dışişleri bakanlığı arşivinde 12 numaralı fihristin 61. Sayfasındaki TS-TI rumuzlu belgede şu şekilde ifade ediliyor:"Hazreti Muhammed'in nam-ı kudsiyetlerine dair tertip olunan oyuna dair" Fransa, II. Cumhuriyet devrinde, Sadi Karnot'un Cumhurbaşkanlığı sırasında, tanınmış Fransız yazarlardan Marki de Bornier "Muhammet" isimli manzum bir dram yazmış, bunu Komedi Franz'e kabul ettirmiş (1888), proğramına aldırtmış ve sahne provalarına başlattırmıştır (1890). Piyes, Hazreti Muhammed'i sahnede belirttiği gibi, onu ve Islam dinini aşağılamaktadır. Sultan Abdulhamid duruma derhal mudahale ederek bütün Fransa tiyatrolarında oyunun sahnelenmesini yasaklattırmıştır. Islama ve Müslümanlara karşı düşmanlığını hiristiyanlık taassubunu edebî bir kılığa bürünerek açığa vurmak isteyen yazar, emeline Fransa'da ulaşamayınca, piyesini Ingiltere'de oynamak istedi. Tanınmış Ingiliz aktör Irvinç ile anlaştı. Oyunun Londra Lyceum tiyatrosunda sahnelenme hazırlığına başlandı. Abdülhamid, derhal devreye girerek piyesin Ingiltere'de de oynanmasını engelledi. 1900'de yine Paris'te "Muhammed'in Cenneti" isimli piyesin ismi değiştirilmiş, Islama karşı telmih sayılabilecek hususlarda piyesten çıkarılmıştır. 1893'te Roma'da "II. Mehmet isimli piyesle ilgili Italya Hariciyesi'ne müracat edilmiş, Fatih’i, Islam’ı küçültücü hususlar varsa piyesin yasaklanacağı garantisi alınmıştır. Markide Bornier, piyesini oynatmaktan vazgeçmemiş, 1893'te Fransız akademisi'ne seçilmesiyle hain emelini gerçekleştirme fırsatı yakaladığını zannetmiştir. Londra'da Hariciye Vekili ve aktörlerle anlaşma yapıldığı, oyunun oynanacağı haberi gazete lerde yer almıştır. Hariciyemiz yine harekete geçmiş ve Bornier emeline ulaşamamıştır.
#735 - Haziran 21 2009, 15:32:35
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İKİNCİ BAYEZİD HÂN�IN TUĞLASI

Salı, 13 Eylül 2005
Sultan II. Bayezid Han rahmetullâhi aleyh, her seferden dönüşünde elbisesine bulaşan tozları toplar ve bir kavanozda biriktirirdi.Yine bir harp dönüşüydü. Bayezid Han elbisesini çıkartmış, üzerindeki tozları toplamaya başlamıştı. Hanımı Gülbahar Hâtun, merakla sordu:— Pâdişâhım, merakımı hoş görün, ama, o tozları niçin biriktirdiğinizi sorabilir miyim? Pâdişah:— Elbette Gülbahar Hâtun, diye karşılık verdi ve devamla, benim senden gizlim yoktur. Bu tozlardan bir tuğla döktürüp mezarıma koyulmasını vasiyet edeceğim. Çünkü Allah, ayakları Hak yolunda tozlananları cehennem ateşinden koruyacağını buyurmaktadır. İşte Hak yolunda küffarla savaşırken üstümüze bulaşan tozları bu yüzden topluyoruz. Vasiyetimizdir; öldüğümüzde bu tozları kabrime koysunlar.Sultan II. Bayezid Han, biriktirdiği bu tozlardan bir tuğla yaptırdı. Bu tuğla, vasiyeti gereğince, öldüğü zaman kabrine kondu.
#736 - Haziran 21 2009, 15:32:51
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


EY CESUR YENİÇERİ BU TARAFA YETİŞ

Çarşamba, 14 Eylül 2005
Fatih'in torunu Yavuz Sultan Selim zamanında  bazı Bizans soyluları ve onların yakınları yeniden Bisans’ı ihya etmek sevdasına düşmüşlerdi. Bunu gören Yavuz, bu duruma çok öfkelenmiş Bizans halkının ya müslüman olmalarını veya Istanbul'u terk etmelerini emretmişti. Bu emir karşısında sıkıntıya düşen devlet ricali Padişah'tan çekinerek Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi'ye müracat etmişlerdi. Zembilli de Yavuz'a dedesi Fatih'in bunlara eman verdiğini söyleyerek şimdi böyle bir uygulamanın hukuken uygun olmayacağı hakkında fetva verdi.Bu hadise Yavuz Selim gibi çok zorlu bir hükümdarın adalet infazına fazla müdahale etmediğini ve hukukun üstünlüğü kavramanın sonuna kadar korunduğunun göstergesi sayılabilecek sayısız olaydan sadece birisidir.Yine Kanunî Sultan Süleyman'ın şahsından bir misal: Devleti ihtişamın zirvesine çıkaran bu cihangir Padişah son seferine çıkmadan önce Şeyhülislâm Ebussud Efendi'yi yanına çağırmış ve ona bir çekmece vererek vefat ettiği zaman bu çekmece ile birlikte defnedilmek istediğini söylemişti. Kanûni vefat ettiğinde devrin meşhur alimleri bir araya gelerek padişahın yaptığı vasiyeti görüştü. Islâm'da eşya ile gömülmek caiz değildir. Ulemâ bu hükmü hatırlatıyor ve çekmece nin padişah ile birlikte gömülemiyeceğini söylüyorlardı. Sonunda çekmecenin açılmasına karar verildi. Meraklı bakışların altında çekmece açıldı. Bir de ne görsünler, Kanunî'nin idareyi devraldığı andan vefat ettiği ana kadar verdiği kararlara dair Şeyhülislâmdan aldığı fetvaların hepsi bu çekmecede durmuyor mu?.. Bu tablo karşısında Ebussud Efendi gözyaşlarını tutamamış ve " Ah Süleyman, sen kendini kurtardın, ya biz ne yapacağız?"demiştir.Işte bu şekilde adâletin ön plana alındığı mülkün temeli olarak adaletin seçildiği devirlerde ahâli mes'ud ve bahtiyar olmuş, her cihetten terakki edilmiştir. Tarih buna şahittir…Osmanlı'yı gerileme döneminde bile adaletin dağıtıcısı ve koruyucusu olarak gördügüne dair bir anekdotu vermek istiyoruz. Şöyle ki, 1758 yılında Rus ve Avusturya baskısı ve zulmü altında bulunan Prusyalılar, bu durumdan kurtulmak için Osmanlı ümidi besliyorlar ve müslümanları adaletin koruyucusu olarak düşünüyorlardı. Hatta müslümanları imdada çağıran ibret dolu şu şiirin 1761 yılında Imparator II. Frederic tarafından yazılmış olması Osmanlı gerilerken bile iki medeniyet arasındaki uçurumu gözler önüne sermektedir:" Baskı altında olanların dostu, mazlumun kırbacı, Şark'ın zafere aşina çocuklarına”Ey cesur yeniçeri bu tarafa yetişSeri zaferinle yakala ve yen düşmanıKazan harp meydanında yeni zafer çelenklerini Daha şimdiden düşmana korku basıyorÇekiyor ayaklarının altında kötülüklerinin cezasını Zaferinle zilletimiz sona eriyorTalihin asil cesaretini mukafatlandırsınHilal, Tuna'yı hakimiyeti altına alsınYetiş, yetiş ve korkusuz elinle Avrupa'nın günahlarını Asya faziletine kurban et
#737 - Haziran 21 2009, 15:34:23
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


OSMANLI'NIN TICARET AHLAKI VE HOLLANDA

Perşembe, 15 Eylül 2005
Osmanlı Kerim Devleti'nin, kurmuş olduğu medeniyetini, tekke-medrese-kışla sacayağı üzerine sağlam bir şekilde oturtup, doğruluk ve adalet üzerine cihana ışık saçtığı günlerde, Hollanda Ticaret Odası'nda bir karar alınırken oyların eşit çıkması halinde, oda reisinin : "Içinizde Türklerle alış veriş eden var mı?" diye sorduğunu ve birinden "evet" cevabını alınca da onun oyunu, imtiyazlı olarak iki oy olarak kabul edip karara varır.Türklerle alışverişte bulunan kişiye bu alış veriş Avrupa'da ayrı bir itabar ve güven kazandırmaktadır. Bundan dolayı da gittiği yerde imtiyazlı konuma gelmektedir. Çünkü Osmanlı’da ticaretin her alanında dürüstlük ve ahlak en önemli değerdi.Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı " Onu sana veremem, kusurludur" cevabını verir. Yabancı tacirin "ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direterek: " Ben malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyrosunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım.Neticede Osmanlı'nın gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem…" diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etti.XVIII. asrın sonlarında Türkler arasında çeyrek asır yaşayan d.'Ohsson, şöyle der: "Osmanlılar, kur'ân 'da ifade edilen doğruluk, ahlâk ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar. Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen, iyi niyet ve şefkate dayanır. Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında yazılı anlaşma yapmaya luzum görmezler. Iyi niyet ve söz, herşeyi halleder. Osmanlaılar, verdikleri sözün esiridirler. Bu tutumları, yalnız dindaşlarına karşı değildir. Hangi dinden olursa olsun, yabancılara karşı da böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda, onalra göre müslim ve gayri müslim olmanın hiç bir farkı yoktur. Gayri meşru olan her kazancı, ahlaksızlık ve dine aykırı görürler. Gayri meşru edinilmiş servetin, bu dünyada da, öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine samimi şekilde inanırlar." Osmanlı'nın son dönenminde “1850” Istanbul'da uzun yllar kalmış bir batılı tarihci olan M.A. Ubicini'nin şehirde yaşayan değişik milletlerin karakter yapılarını öğrendikten sonra, hatıralarında:"Bir kaide olarak, Ermeniye istediği paranın yarısını, Ruma üçte bir, Yahudiye dörtte birini veriniz. Fakat bir Müslümanla alış veriş ettiğiniz zaman istediği fiattan emin olunuz ve istediğini veriniz" diye yazar.1717- 1718 yılları arasında Istanbul'da Ingiliz elçiliği yapan G.Montagu'nun hanımı Lady Montagu'nun, Osmanlı toplumundaki ticaret ahlâkı ile alâkalı hâtıralarında, oldukça enteresan bir şekilde:"İngiltere'de yalancılar yaptıklarıyla övünürler. Burada ise (Osmanlı'da) yalan söylediğin den emin olunduğu zaman yalancının alnına kızgın demir basılıyor. Bu kanun eğer bizde uygulanırsa ne kadar güzel yüzün bozulduğu, ne kadar kibar sınıfına mensup kişilerin kaşlarına kadar inen peruklarla dolaşmaya mecbur kaldıkları görülür." diye yazar.Bugün Türkiye'de ticaret ahlakının, müşteri ve esnaf diyoloğunun hangi noktaya geldiğini düşünürsek Osmanlı'nın torunu olmakla veya 600 yıllık Osmanlı tarihiyle övünme hakkına sahip olmadığımız anlaşılır. Çünkü Osmanlı'da ki ticaret ahlakı ile günümüzde ki ticaret ahlakını karşılaştırdığımızda kutsal bildiğimiz en önemli değerlerimizin kaybolduğu ortaya çıkmaktadır.
#738 - Haziran 21 2009, 15:34:39
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


KANUNİ'NİN BÜYÜKLÜĞÜ VE A.B.D. Kİ, PORTRESİ

Cuma, 16 Eylül 2005
Halk içinde mûteber bir nesme yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.Saltanat dediklari bir cihan kavgasıdır.Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.Batılıların atının üzengisini öpmek için yarıştıkları, 30 Eylül 1520 tarihinde, 27 yaşında Osmanlı tahtına çıkan Muhteşem Süleyman'ın vefat tarihi olan 9 Eylül 1566'ya kadar süren 45 yıl 3 ay 7 günlük saltanat süresinin tam 10 yıl 3 ay 5 gününü (2745gün) at sırtında i'la-yı kelimetullah adına ömrünü seferlerde geçirmiştir.Sultan Süleyman'ın seferlerle geçen hükümdarlığı boyunca, 15 milyon kilometre kare üzerine yayılmış 21 eyalet ve 250 sancaktan oluşan Osmanlı Devleti'ni bir dünya güçü haline getirmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman Han devrinde Osmanlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince İslamiyeti yaymaktan başka birşey düşünmedi. Bu düşüncesini halazadesi, Gâzi Bâli Beye yazdığı mektup çok güzel ifade etmektedir. Kânûnî Sultan Süleyman'ın geçlik çağında, 1526 senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Muharebesinde, Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahveden Semendire Sancak Beyi Gazi Bey, Mohaç harbinden yıllar sonra kendinde mevcut olan ve sancak beylerinin alâmeti bulunan iki tuğ'un üçe çıkarılmasını riçâ ederek, pâdişahtan bir tuğ daha istemişti. Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukâbilinde olduğunu bilen Kânûnî, Gâzi Bâli Beye şu cevabı vermiştir:"Yâdiğarım ve muhterem Lalam Gâzi Bâli Bey!Berhudar olasın, yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ dahi arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.)'in fetih tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip, yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terâzidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi Cehennem'dir. Bir an adaletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdaldir. Âhireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmün geçtiği mahallede, zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın. Âhirette biezen hitap olunursa, senin yakana yapışırım. "Ol vilayetleri kılıcımla fetheyledim." Demiyesin. Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Sakınıp, nefsine guru getirmeyesin. Fetholunan kalenin mal ve erzâkını hep Beytülmâl için almışsın. Bunu rızâ-yı hümayunum yoktur. Beşte birini alıp, geri kalanını Islam askerlerine dağıtasın. İslâm askerinin ihtiyarlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin oğullara şevkat gösteresin. Islâm askerine hiçbir veçhile zorluk çektirmeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazinen tükenirse buraya bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini, büyük vazifelerle rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffar halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da sakın evvelki haline itimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman Firavun ve Nemrut olur. Ol kimseleri tecrube edip göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa hizmetinde kullanasın.İmdi, ey Gâzi Bâli Bey! Sana dahî nasihatım odur ki; atın yürüğünü, kılıçın keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri yolunu açık ve kılıçını keskin eyleye ve seni küffârı haksâr üzerine mansur ve muzaffer eyleye…"Kanuni Sultan Süleyman'ın verdiği bu ibretli cevabı acaba bugün kaç Devlet başkanı verebilir. Bu cevabı bütün Devlet Başkanlarının ve hükümet yetkililerin ibretle okuması gerekir. Böylesine büyük bir karekter ve kişiliğe sahip olan Kanuni Sultan Süleyman döneminin büyüklüğünden dolayı " Türk Asrı" , " Süleyman Asrı" denmektedir."Capitol" Amerika Birleşik Devleti'nin millet meclisi binasıdır. Bu yapı, ilk Cumhurbaşkanı George Washington tarafından inşa ettirilmiş ve zaman zaman yapılan ilavelerle genişletilmiş tir.Binayı yenileştirmek ve düzenlemek amacıyla 1945 yılında teşkil edilen bir heyet, Temsilciler Meclisi galerisine, ünlü kanun yapıcıların portrelerini koymayı kararlaştırmıştı. Karar, ABD Kongresi tarafından onaylandı. Bunun üzerine, Colombia Tarih Derneği, Pannsilvania Universitesi ve ABD Temsiciler Meclisi Kütüphanesi uzmanları çalışmaya koyuldular. Ve uzun araştırmalar neticesinde tarihin büyük kanun yapıcılarından 23'ünün ismini tesbit ettiler. Bunlar, mermer plakalar üzerine kabartma portreleri işlediler.Temsilciler Meclisi galerisindeki portrelerden biri de, Kanunî Sultan Süleyman'a aittir. Osmanlı padişahı, sivil, askeri kanaunlarda yaptığı düzenleme ve getirdiği yeniliklerle, dünyanın en büyük kanun yapıcılarından biri olarak tanıtılmaktadır. Portre, heykeltraş Joseph Kiselewski tarfından yapılmıştır.
#739 - Haziran 21 2009, 15:34:56
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


YUNAN SUBAYININ İNTİKAMI

Cumartesi, 17 Eylül 2005
Yunan askerleri Bursa’ya girmiştir. Askerlerin başında Venizelos’un yedek subay olan oğlu Sofokles vardır. Osmanlının Taht şehrinde. Sanki tarih 600 sene öncesine dönmüştür. Sanki Bizans, asırların arkasından dönüp gelerek yarım kalan bir kavganın rövanşına çıkmıştır.Tutsak şehirde ezanların hıckırdığı bir Ramazan günüdür. Sofokles’in günlerden beri beklediği Atina’lı fotoğrafcı nihayet şehre gelmiştir. Sofokles fotoğrafcıyı da yanına alarak bir manga askerle birlikte Osman Gazi’nin türbesine yönelir. Türbenin yanına vardıklarında kapının kilitli olduğunu görürler. Venizelos’un askerleri, bir kale burcuna saldırırcasına türbe kapısına yüklenirler. Tahta kapı çatırdı*** devrilir. Sofokles önde, Fotoğrafcı arkada türbeye girerler. Ne yapacağını anlamayan askerler de her an birileri çıkıverecekmiş gibi süngülü tüfeklerini türbe kapısına doğrulturlar. Osman Gazi’nin sandukası, başındaki sarığıyla öylesine vakur öylesine haşmetlidir ki... ister istemez irkilirler. Sofokles şaşkın bakışlar arasında sandukanın yanına gelir. Mahmuzlu çizmelerini kaldırarak sandukaya üst üste üç tekme savurur. Fotoğrafcı donuk bir sırıtışla ne yapacağını düşünmektedir. Türbedeki uhrevi havanın sırlı sessizliği, kalp atışlarını esir almış gibidir. Sofokles kılıcını çekip hayali düşmanına doğru hamle yapar gibi sallarken bağırır:“ Koca Osman! Kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim...”Bir müddet türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra zafer kazanmış bir kumandan edasına bürünür. Bir ayağını sandukanın üzerine koyar. Kılıcına dayanır. Fotoğrafcıya seslenir:“ Çek bakalım bir Bursa hatırası...”Sofokles, Don Kişot tavrıyla çektirdiği bu fotoğrafın arkasına şu satırları yazarak Atina’ya gönderecektir.“Ordularımız Bursa’ya hakimdir. Şu anda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını aldım.”Evet... O intikamını almıştır ve şimdi sıra Osman Gazi’dedir.Hayır, o mezarından kalkıp da bir zamanlar Bizans’ın böğrüne soktuğu kılıcıyla Sofoklesi yere seremiyecektir. Sadece sandukasının tekmelenmesiyle, yeni bir dirilişin yürek kıvılcım larını oluşturacak mesajı verir.
#740 - Haziran 21 2009, 15:35:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ŞEYH EDEBALİ�NİN NASİHATLERİ

Pazar, 18 Eylül 2005
“Ey Oğul!Yükün ağır, işin çetin. Allah yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yolunu yararlı etsin, Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin, Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.“Ey Oğul!Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen savulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!..Sabır çok önemlidir. Bir bey Sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisizlik ve kılıç da tıpkı ham armut gibidir.Milletin, kendisi sırfanı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. Oğul!Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.Bütün fethedilmiş gizlilikler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır.Ananı ve atanı say! Bilki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inançını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme ;bildir, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...Şu üç kişiye;yani cahiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!.. Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar.Insan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur, düşman, canavar kesilir...Kişinin gücü günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.Savaşı sevmem. Fakat bu kalkıp iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az! Yalnızlık, korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz, Yalnız başına kalsa da... Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez! Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez, Osman! Geçmişini iyi bil ki, nereye gideceğini unutmayasın...Osman Gazi nasıl ki, kendisinin ufkunu genişleten ve dilden dile konuşulan bir Osman Gazi olmasına vesile olan Şeyh Edebali’nin nasihatlarını hayata geçirmişse. Yine aynı şekilde Osman Gazi’de oğlu Orhan Gazi’ye nasihatta bulunmuştur.Osman Gazi, Bursa’nın fethinden evvel kendisini ziyarete gelen Orhan Gazi’ye Tarihimizde şu meşhur nasihatı yapmıştır ki, bu devletin ne kadar ve doğru temeller üzerine kurulduğunu gösteren mühim bir vesikadır.:1- Her işin başında emirlere dikkat ve riayet et, ihtimam göster. Zira Devlet’in kuvvet ve kudret kazanması ve devamı dinle mümkündür.2- Islâm ihtimam ve riâyet olmayan, bozuk fikir ve mezheplere meyleden, büyük günahlardan kaçınmayan şahısları devlet işinde çalıştırma. Zira Allah’tan korkmayan kulundan korkmaz. Büyük günah sahiplerinin sadâkati olsaydı, ümmeti olduğu peygambere olurdu. Islâma uyar ve dinin emirlerinin dışına çıkmazdı.3- Bütün işlerinde Hakkı ve adaleti gözet ki; başka pâdişahların idaresinde bulunanlar, senin idaren altında bulunanların saâdet ve mutluluğuna gıpta ederek senin idaren altına girmenin yollarını arasınlar.4- Zulümden ve istibdattan (baskıdan) çekin, seni zulme ve istibdada teşvik edenleri yanından uzaklaştır. Çünkü bunlar devletinin zevalini (çökmesini) istiyenlerdir.5- Daima cihatla ülkeyi genişlet. Uzun müddet sefere çıkmayan, harp etmeyen askerin şecaâti (yiğitlik ve cesareti) kaybolur, idareci ve kumandanların görüş ve tedbirleri zayıflar. Sefer tecrübesi olanlar vefat ettikten sonra, muharebe tecrübesi olmayanların tedbirleri noksan olacağından mağlubiyete sebep olurlar.6- Devlet hizmetlerinde sadâkatle ömür geçirenleri gözet. Vefatlarından sonra da çoluk cocuklarını himaye et, mallarını koru. Askere ve askerde olanların ailelerine yardımı eksik etme. Böyle yaparsan gönüllerini kazanmış olursun.7-Alimlere ve faziletlilere iyilik ve ikrâmı ziyâde eyle. Bir yerde âlim, sanatkar veya kemâl ehli birini işitirsen onu davet et, iyiliklerde bulun. Böylece saltanatın müddetince âlimler çoğalıp islâm hakiki temsilcileri vasıtasıyla nizam bulursun. Sakın mal ve asker çokluğuna mağrur olma. Islâm âlimlerine uzak kalma. Benden ibret al ki, bu diyâra zayıf birisi olarak gelmişken, haddimiz olmayarak, Allah’ın sayısız nimetlerine nâil oldum. Sende benim yolumda gidip islâma ve idarende bulunanlara mürüvvet eyle (iyilikte bulun.)
#741 - Haziran 21 2009, 15:35:26
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


ÇEŞME FACİASI 

Pazartesi, 19 Eylül 2005
1768’de Başlayan Osmanlı-Rus Savaşında Rusların Baltık donanması İngiltere’ye uğrayıp, İngiliz Amirali Elfinston ile bir miktar kuvvet alarak Akdeniz’e gelmiş ve Ege Denizinde harekâta girişmişti. Kapdân-ı deryâ Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması,
Çeşme’den Çanakkale’ye dönmek için Koyun Adaları civârından geçerken kalyonlardan birinin direği kırıldı. Bunun üzerine bütün donanma bu direğin tâmiri için Toprak Adası önünde durdu (4 Temmuz 1770). Ertesi gün sabahın erken saatlerinde 18 parçadan meydana gelen Rus Donanması Koyun Adaları önünde görüldü. Otuz parçadan ibâret Osmanlı Donanması Çeşme
’nin kuzeyindeki Kayalık Burun ile Toprak Adası civârında demirlemişti. Üç fırka Osmanlı Donanmasının sağ kanadına hücûm etti. Amiral Spiridov ve Orlov’un bindikleri kalyon ile Cezâyirli Hasan Beyin kalyonu arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Ağır yara alan Rus gemisi, kendini idâre edemeyerek Osmanlı kalyonunun üzerine düştü. İki taraf askerleri arasında şiddetli bir vuruşma başladı. Ruslar, Osmanlı gemisini ateşe verdiler. Fakat kendi gemileri de ateş almıştı. Biraz sonra iki gemi birbirinden ayrılmış Rus kalyonu havaya uçmuş ve Türk gemisi de alevler içinde Osmanlı gemilerine doğru, gitmeye başlamıştı. Bunun üzerine Osmanlı donanması
Çeşme limanı yönüne çekildiği gibi, Elfinstan’ın gemileri de açılmaya mecbur kaldı. Cafer Bey filosunun Çeşme limanına girdiğini gören bütün Osmanlı gemileri onu tâkib ederek, limana girip birbirlerine yakın demir attılar. Hüsâmeddîn Paşa bâzı tedbirlerle emniyet altına aldığı donanmaya, düşmanın artık taarruz edemeyeceğini zannediyordu. Cezâyirli Hasan Bey donanmanın tehlikede olduğunu Kapdân-ı deryâya söylemiş, fakat onu iknâ edememiştir. İşte yandan Rus donanması komutanı Orlov, İngilizlerin derhal Osmanlı donanmasına hücum edilmesi teklifini kabul etti. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması Çeşme limanı gönüne gelerek, Osmanlı gemilerini topa tuttular, İngiliz subaylarından Greig’in hazırladığı ateş gemileri limana girdi. Greig filosundan atılan bir humbaradan Osmanlı gemileri tutuştu. Bu sûretle başlayan yangın gemilerin birbirinin üstüne düşmesinden dolayı, süratle ilerlediğinden, birkaç saat içinde hemen bütün donanma mahv oldu. 7 Temmuz sabahı ateşten kurtulan bir kalyon ile birkaç küçük gemi, limandan çıkarken, Rusların eline geçti. Kaptân-ı Deryâ Hüsâmeddîn Paşa, gemisiyle Sakız Adasına sığındı. Çok geçmeden de görevinden azledildi. Cezâyirli Hasan Paşa gemisinin havaya uçmasına rağmen kurtulmayı başardı. Çeşme Savaşının ardından Limni Adasını kuşatan Orlov, Cezâyirli Hasan Paşaya yenilerek çekilmek zorunda kaldı
#742 - Haziran 21 2009, 15:35:40
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


DÜNYANIN EN DÜRÜST VE EN MEDENÎ MİLLETİ

Salı, 20 Eylül 2005
Ecdâdımız Osmanlılar her sâhada olduğu gibi, ahlâken de bütün milletlerden medenî idiler. Bu, Avrupalı yazarlar tarafından da kabul edilmektedir. Meselâ A. L. Castella’nın Osmanlı ahlâkı hususunda enteresan tesbitleri vardır. Yazarın arkadaşlarından biri, içinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul yakasından Beyoğlu’na gidiyordu. Tophane iskelesine çıkarken torbanın ağzı çözülüp paralar rıhtıma dağıldı. Bazıları da denize yuvarlandı. Çevreden bunu görenler, adamın yardımına koştular. Herkes bulabildiği kadarını topladı ve adamın torbasına doldurdu. Paranın sahibi şaşkınlık içindeydi. Hatta endişeliydi. Paralarının bir kısmının çalınabileceğinden korkmaktaydı. Fakat, denize düşen paraların bile çıkartılıp kendisine teslim edilmekte olduğunu görünce, içi ferahladı. Nihayet bütün paralar toplandığında adam,— Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum! Bana büyük bir iyilikte bulundunuz. Bu soğukta denize dalıp paralarımı çıkardınız. Bir sürü zahmete katlandınız. Bu iyilikleriniz karşılıksız kalmamalı. Size borcumu ödemem lâzım, dedi ve elini torbasına attı.Ancak orada bulunanlar, buna itiraz ettiler. İçlerinden biri,— Bize hiçbir borcun yoktur, dedi, biz sadece vazifemizi yaptık. Bu durumda kim olsa, aynı şeyi yapardı.Adam hayretler içindeydi.— Ama nasıl olur? dedi, bunca iyilik karşılıksız yapılır mı?Yardımseverlerden bir diğeri,— Neden olmasın? İnsanlık yardımlaşmayı gerektirir. Hem ne yaptık ki?.. dedi. Adam defalarca teşekkür ederek oradan ayrıldı ve evine döndü. İçinde hâlâ bir şüphe vardı. Aceleyle torbasını boşalttı. İçindeki paraları teker teker saydı. Paraları tamamdı. Bir kuruş bile eksik değildi. Bu asîl davranış karşısında şunları düşünmekten kendini alamadı: “Acaba, diyordu, halkın en fakir tabakasında bile incelik ve zarafetin bu derecesi yalnız Türkler’e mi mahsustu? Hakikaten bütün bu ulvî karakterler onlara ancak şeref verirdi. Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyâsetiyle medenî hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyetteydi.”
#743 - Haziran 21 2009, 15:36:35
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


HACI BAYRAM-I VELİ�NİN SULTAN MURAD�A NASİHATİ

Çarşamba, 21 Eylül 2005
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler."Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimesye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."
#744 - Haziran 21 2009, 15:36:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


FİLAN GÜN SALTANAT TAHTINA OTURACAKTIR

Perşembe, 22 Eylül 2005
 Sultan İkinci Selîm’ın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anlamak üzere, bir mektupla hizmetçisini Uşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî' ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haberci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi. Haberci, hemen Manisa'ya dönerek müjdeyi Şehzâde'ye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul'a hareket etti. Balıkesir'e geldiğinde, Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, Sadrâzamın mektubunu Şehzâde'ye verdiler. Mektubu okuyan Şehzâde, bu mektuptan babası Sultan İkinci Selîm'in vefât ettiğini, Sadrâzamın ölüm haberini halktan sakladığını ve kendisini tahta çıkarmak üzere dâvet ettiğini öğrendi. İstanbul'a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin haber verdiği zamanda, Sultan Üçüncü Murâd Hân nâmıyla tahta geçti. Bu hâdiseden sonra, Sultan Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve kendisini İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak'tan ayrılıp, İstanbul'a geldiğin de; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı. Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak'a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul'da kalması için ricâda bulundu. Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul'da kalmağa karar verdi. Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin adına bir dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine, halka doğru yolu göstermeleri için gönderdi.
#745 - Haziran 21 2009, 15:37:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


SELİM DAHİ EVLİYANIN DIŞINDA DEĞİLDİR

Cuma, 23 Eylül 2005
Yavuz Sultan Selîm Han pâdişâh olmadan önce, Trabzon'da vâliyken Halîmî Çelebi'yi kendine hoca edinip, talebe oldu ve ondan feyz aldı. Gece-gündüz onun huzûrundan ayrılmazdı ve devamlı sohbetinde bulunurdu. Abdülhalîm Efendiye pekçok iltifât ve ihsânlarda bulundu. Allahü teâlânın inâyet ve ihsâniyle Osmanlı tahtına geçip pâdişâh olunca, onu yine yanından ayırmadı. Devamlı birlikte olmak ister ve kendisiyle ilmî sohbetlerde bulunurdu. Halîmî Çelebi, Yavuz Sultan Selîm Han ile birlikte Mısır Seferine katıldı. Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın." Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi'nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi'yi ziyârete gelenlerden bâzıları Molla Şemseddîn'le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalışmasına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp, dizine yapıştı ve; "Korkma, biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik." dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp, sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: "Arap diyârının tamâmı fethedilip Osmanlı topraklarına katılacak mı? Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek?" O zât dedi ki: "Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendirildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne'nin hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm pâdişâhları arasında makbûl olan Âl-i Osman'dır. Selîm Hân dahî evliyânın dışında değildir." dedi.Molla Şemseddîn dedi ki: Sultan Selîm'in saltanat süresi uzun sürer mi?" O kimse; "Üç yıl vakti vardır." dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: "Konağında oturduğum Halîmî Efendinin sonu nicedir? Yâni ne zaman vefât eder?" O zât dedi ki: Şam'ı öteye geçemez, orada kalır." Şemseddîn Efendi dedi ki: "Ya benim ölümüm ne zaman olur?" O zât; "Kişiye kendi ölüm zamânını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefs nerede öleceğini bilemez." dedi. Şemseddîn Efendi; "Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarınız." dedi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile aynı günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Yavuz Sultan Selîm Hân, üçünüzün de cenâze namazında hazır bulunur." dedi. Koynundan bir arâkiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp, Şemseddîn Efendiye; "Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin." buyurdu. Bir daha çıkarıp; "Bunu da Halîmî Çelebi'ye veresin" dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; "Bana bir hâtıranız olmaz mı." dedi. "Sana bir şey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen, başımdaki arâkiyyeyi vereyim." dedi. Şemseddîn Efendinin istek göstermesi üzerine başındaki arâkiyyeyi ona verip; "Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim." dedi. Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.Bu durumları Hasan Can'a anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaştırması için verdi. HasanCan da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanın huzûruna vardı. Olanları anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alıp, kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.Pâdişâh Mısır'dan Şam'a doğru yola çıkınca, Halîmî Efendi hastalandı. Hekimlerin ilaçları fayda etmedi. Yavuz Sultan Selîm Han onu zaman zaman ziyâret edip kalbini hoş tutmaya çalıştı. Üçüncü günde, Halîmî Çelebi vefât etti. Aynı gün, Molla Şemseddîn ve Pâdişâhın sarayından bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâze namazı aynı yerde kılınıp, Yavuz Sultan Selîm Han hazır bulundu.Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Hân Anadolu topraklarına ayak basınca, sık sık hocasını hatırlar; "Mevlanâ Abdülhalîm ile sefere çıktık, şimdi ise, sâdece onun hâtıralarıyla dönüyoruz." diyerek, saygı ve sevgisini dile getirdi.
#746 - Haziran 21 2009, 15:37:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


SAVAŞIN ZORLUKLARINA KATLANMADAN ZAFERE ULAŞILAMAZ

Cumartesi, 24 Eylül 2005
Şehzâde Murâd tahta çıkmak üzere Manisa'dan İstanbul'a gelirken, Sâdeddîn Efendi de berâberinde idi. O zaman Sultan Murâd'ın özengi ağası olan Tiryâkî Gâzi Hasan Paşanın naklettiğine göre, şehzâde yolculuk sırasında yanında göremediği Hoca Efendiyi sordu. Yanındakiler onun bindiği atın ham olması dolayısıyla biraz geride kaldığını söylediler. Bunun üzerine Sultan Murâd derhal kendi yedek atlarından birini altın işlemeli eğer ve süslü takımlarla donatarak ona gönderdi ve yetişinceye kadar bekledi." Sâdeddîn Efendiye bundan sonra Hâce-i sultânî (sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi. Devletin iç ve dış siyâsetine yardımcı oldu. Üçüncü Mehmed Han tahta çıktığı zaman (1595) kendi hocası olan Nevâlî Efendi, vefât etmiş bulunuyordu. Böylece pâdişâh hocalığı makâmı yine Sâdeddîn Efendide kaldı. İki sultâna hocalık yaptığı için kendisine Câmiü'r-riyâseteyn denildi. Aynı ünvânı şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.Bu sırada Osmanlı Devleti Avusturya ile harp hâlinde bulunuyordu. 1595 senesinde başlayan savaşlarda iki taraf da ağır kayıplar vermişti. Estergon, İbrail ve Kili kaleleri düşman eline düşmüştü. Bu sebeple Sultan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin tavsiyesi ile bizzât Avusturya seferine çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vefâtından 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzât başkomutanlık etmemişti. 21 Haziran 1596 târihinde yanında Hoca Sâdeddîn Efendi de olduğu hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'dan hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed, Ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ile, Kırım kuvvetleri de Ösek kalesi önünde, Sultan ile birleştiler. Ösek'de bir dîvân toplandı. Dîvânda bâzı vezirler, Tuna vâdisinden ilerleyip Viyana'yı muhâsara etme teklifinde bulundular. Hoca Sâdeddîn Efendi; "Bu doğru bir düşünce değildir. Viyana merhum Kânûnî zamânında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya içlerine çekilip gitti. Bizimle karşılaşmadı. Viyana'yı almak da mümkün olmadı. Şimdi Viyana'ya gittiğinizde düşman yine memleketin içine çekilerek, bizimle karşılaşmayacaktır. Biz Viyana'yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamızdan çevirerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müşkül durumlara düşmemiz mümkündür. Bu yüzden ben, Viyana'yı değil, Tisa Nehrinden Eğri kalesine gidilmesini ve buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alınırsa Avusturya ile Romanya'nın yardım yolları elimize geçecek, birbirinden ayrılan ve yardım alamayan düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün olacaktır." dedi.Hoca Sâdeddîn Efendinin fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri derhal kabûl etti. Eğri kalesi, 20 gün süren muhâsaradan sonra zabt edildi. Kale muhâfazasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı Ordusu Haçova'ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan'ın kuvvetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı.Ordu, Haçova'ya vardığı zaman, düşmana karşı nasıl hareket edileceğini görüşmek maksadı ile bir dîvân toplandı. Hocasının isteğiyle savaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan toplanan dîvânda resmen, sadrâzamı bırakıp, İstanbul'a dönmek istediğini açıkladı. Bâzı vezirler de Sultânı desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sâdeddîn Efendi; "Şevketlü sultânımızın savaş zorlukların dan rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki, savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahat sızdır. Savaşın meşakkatlerine katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezirlerin işi değildir. Bir kale fethetmekle dâvâya halledilmiş nazarı ile bakmak, kalenin imdâdına gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yılanın kuyruğuna basıp önünden kaçmak demektir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Düşmanlarınız aman dileyip silahlarını terkedinceye kadar onlarla savaşınız. Düşmana sırtınızı çevirmeyiniz." buyrulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etmemiştir. Düşmanla karşılaşmadan ona sırtımızı çevirirsek yarın hesâp gününde Allahü teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebeb olmadan ve düşmanı imhâ etmeden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir. Ecdâdımızın ruhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâzımdır. Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Bu uğurda can verinceye kadar hepimizin savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler." diyerek Sultânın dönmesine mâni oldu.Ertesi sabah iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanıyordu. Sultânın sağında vezirler, solunda kadıaskerler ile Hoca Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beylerbeyleri, sağ kolda Rumeli ve Temeşvâr beylerbeylerinin kuvvetleri vardı.Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulunduğu merkez kısma saldırdılar. Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Peygamber efendimizin hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi HasanPaşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı.Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca Sâdeddîn Efendiye; "Efendi şimdiden sonra ne yapmamız gerek?" diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi; "Sultânım lâzım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamânında olan muhârebeler çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Resûlullah efendimizin mûcizeleri ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun." dedi.Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, kara kollukçu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, "Düşman kaçıyor." diye bağırarak, asker leri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusu dan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, bataklıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı büyük bir zaferle netîcelendi. On bin duka altın ile berâber, Alman toplarının büyük bir çoğunluğu ele geçti.Târihçi Hammer bu savaş için; "Hoca Sâdeddîn'in cesâret ve tesiriyle kazanılan Haçova savaşı, Mohaç ve Çaldıran savaşı ile mukâyese edilen parlak zaferdir." demektedir.Hoca Sâdeddîn Efendi, Eğri seferinden dönüşünden sonra kendisini daha çok ilme ve eğitim işlerine verdi. Devrinde bütün ulemânın âdetâ "Kutbu" hâline geldi. Onun talebeleri de meşhûr oldular. Bütün talebeleri onun irfân halkasından olmakla övünüyorlardı. Mevlânâ Ali Nakîb, Molla Ali, Seyyid Kâsım Gubârî ve Azmizâde, Hoca Sâdeddîn Efendinin yetiştirdiği talebelerin meşhûrlarındandır.Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendinin vefâtı üzerine 1598 senesinde, Sâdeddîn Efendiyi şeyhülislâmlık makâmına getirdi. HocaSâdeddîn Efendi bir yıl sekiz ay şeyhülislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi ve hakkıyla yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük mahâret gösterdi. Her Cumâ müslümanların dertlerini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe, Farsça ve Arabça verdiği cevaplarla halkı memnûn ederdi. Bu çalışma ve hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü'ûd Efendiyi hatırlattığı söylenirdi. Devrin şâirlerinden Lâmi Çelebi onu şöyle medheder:Bu yakınlarda cihâna, iki müftî geldi,
Tuttu âlemi, her birisinin fazlü edebi.
"Kimdir?" diye suâl eylersen onları sen,
Birisi "Hoca Çelebi", biri "Hoca Efendi".Devrin ârifleri, hocası Ebüssü'ûd Efendi ile Hoca Sâdeddîn Efendiyi bir ayar tutarlardı. Ebüssü'ûd hazretleri de gençliğinde "Hoca Çelebi" namıyla meşhûrdu.Hoca Sâdeddîn Efendinin diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendinin vâlidesine; "Senin çocukların bu şerefe ne ile kavuştu?" diye sorulduğunda vâlidesi: "Ben hiç birisini abdestsiz emzirmedim. Hepsinin akîkasını kestim. Ayrıca her Cumâ günü, her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka dağıtırdım." demiştir.1599 senesinde merhum Üçüncü Murâd Hanın vefâtının dördüncü yılı dolayısıyla Ayasofya Câmii şerîfinde hatim ve mevlid duâsı okunacaktı. Hoca Sâdeddîn Efendi câmiye gitmek üzere evinde abdest tazelerken fenâlaştı. Öyle olduğu halde câmiye gitti. Duâ biterken rûhunu teslim etti. Tâbutu sonradan şeyhülislâm ve kazaskerliğe yükselecek olan dört âlim oğlu taşıdı. Fâtih Câmiinde kılınan cenâze namazından sonra Eyyûb Sultan'da yaptırmış olduğu Dârü'l-kurrâ bahçesine defnedildi. 12 Rebiülevvel 1599 senesinde vefât ettiğinde 63 yaşında idi. Sevgili Peygamberimizin vefât gün ve yaşlarında, o da Hakk'ın rahmetine kavuştu.
#747 - Haziran 21 2009, 15:37:47
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


FATİH VE HOCAZADE

Pazar, 25 Eylül 2005
Sultan Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve lütf-u ihsânı ün salınca ve çevresine zamânının meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde de onun yanında olmak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflarını karşılayacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bulamıyordu. Bu sırada derslerine katılan bir talebenin sekiz yüz akçesi olduğunu öğrenince, bu parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle bir zamanda vardı ki, pâdişâhın otağı İstanbul'dan Edirne'ye gidiyordu. Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, diğer yanında Molla Zeyrek olduğu halde ilmî konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'yi görünce; "Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâha anlatmıştım. Gel hemen onunla görüş." diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Hocazâde hükümdârı selâmlayıp elini öptü. Mahmûd Paşa onun Hocazâde olduğunu bildirerek ilmini övdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali'nin yanında at sürerek sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde görüşlerini açıklayıp ilimdeki üstünlüğünü ortaya koydu. Bir müddet sonra Seyyid Ali ve Molla Zeyrek Pâdişâhın yanından ayrıldılar. Hocazâde ise uzun bir süre Pâdişâhla yan yana sohbete devâm etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek'e Pâdişâhın ihsânları geldiği halde Hocazâde'ye bir pul bile verilmedi. Bu bakımdan Hocazâde gönlü kırık olarak üzüntü içerisine düştü. Onun hâline vâkıf olan talebesi, hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde dinlenmekteydi. O sırada dergâh-ı âlî kapıcılarından üç kapıcının, Hocazâde' nin çadırı nerededir? diye sorarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı işâret ediyorlardı. Ancak kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişi yi bizimle alay etme, aradığımız kimseyi âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladı lar. Ancak her kime sordularsa, hep orası gösterilince, mecburen Molla'nın yanına gelip selâm verdiler. "Hocazâde siz misiniz?" diye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler. Hocazâde onların sözlerini, davranışlarını alaya yorarak önce inanmadı. Fakat o sırada Pâdişâh konakçılarının hızla gelip büyük bir çadır kurduklarını gördü. Ayrıca birkaç at ve katır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para da getirdiklerini öğrenince şüphesi kalmadı. Onlar cins atlardan birini hemen koşumlarla donatıp yanına getirdiler ve buyurun yüce Pâdişâh sizi bekler dediler.İş böyle gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca davranan uykucu talebenin yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat o eski huysuzluğu ile sözünü sakınmayıp; "Bir parça istirahata bırakmaz mısın?" diye bağırdı. Talebe, bin bir ısrardan sonra gözünü açtı ve büyük bir devlete erişmiş olan Molla'nın hemen ayaklarına kapanıp özürler dilemeye başladı. Hocazâde onu teselli ederek Pâdişâhın ihsânından ona olan borcunu fazlasıyla ödedi ve gönül rahatlığı ile pâdişâhın mutlu katına varıp elini öptü. Pâdişâh, Hocazâde'den sarfla ilgili İzzî adlı eseri okudu. Zaman geçtikçe Hocazâde'nin Pâdişah katında değeri gittikçe arttı. Bu durum bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ Fâtih Sultan MehmedHan Edirne'de bulunduğu sırada, Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'nin kazasker olmak istediğini Sultana bildirdi. Sultan da; "Bizi sohbetinden mahrûm etmek mi istiyor?" diyerek üzüldü. Ancak, daha sonra onu Edirne'ye kazasker tâyin etti.Hocazâde'nin babasına, oğlunun kazasker olduğu haberi ulaşınca önce inanmadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı. Diğer oğullarıyla birlikte oğlunu ziyâret etmek için, Bursa' dan Edirne'ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte olduğu haberini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir toplulukla karşıladı. Baba-oğul kucaklaştılar. Baba sı Hocazâde'den özür dileyip eski kusurlarının affını isteyince; "Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle olmazdık." diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir ziyâfet hazırladı. Ziyâfet sofrasına babasıyla berâber oturdu. Diğer ileri gelenler ve âlimler rütbelerine göre oturunca, kardeşlerine sofrada yer kalmayıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde olma dıkları halde, hizmetçilerle birlikte ayakta kaldılar. Bu vesîleyle, ilim ehline verilen önem orta ya çıktı. Molla bu hâli görünce, Velî Şemseddîn'in sözlerini hatırladı.Cenâb-ı Hakk'a şükretti.Hocazâde bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından Bursa Sultaniye Medrese sine, daha sonra da İstanbul'daki Sahn-ı Semân Medresesine müderris tâyin edildi. İstanbul' da Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eseri yazdı. Sonra Edirne kâdılığı ve İstanbul müftîliği yaptı. İznik müftîliğine ve müderrisliğine tâyin edildi. Fâtih SultanMehmed vefât edinceye kadar İznik'te kaldı. Sultan İkinci Bâyezîd tahta geçince, İstanbul'a geldi. Bursa Sultâniye Medresesine müderris tâyin edildi. Orada iki ayağı ve sağ eli felç oldu. Sol eliyle yazı yazabiliyordu. Bu halde, Sultan İkinci Bâyezîd'in emriyle Şerh-i Mevâkıf adlı esere bir hâşiye yazdı. 1488 (H.893) senesinde vefât eden Hocazâde, Bursa'da Emir Sultan medreseleri karşısına defnedildi.
 
#748 - Haziran 21 2009, 15:38:04
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


YAVUZ SULTAN SELİM VE İBRAHİM GÜLŞENİ

Pazartesi, 26 Eylül 2005
 Memlûklerin Safevîleri desteklemesi yüzünden Osmanlılarla arası açılmıştı. Sultan Gavri, İbrâhim Gülşenî hazrelerinin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlarının ısrarı üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını kaybetti. Onun yerine tahta çıkan Tomanbay, İbrâhim Gülşenî'ye gelip duâ istirhâm eyledi. Şeyh dedi ki: "Siz duâya kâbiliyet ve istidâd hâsıl eyleyin ki duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın kitâbı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü teâlânın emri üzere hüküm etmez ise zâlim dir. Sultanım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm'e tâbi olasın." Bu nasîhatlere rağmen Tomanbay Ridâniye'de Yavuz'un karşısına çıktı. Bozguna uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi. Sultan Selîm Han böylece Mısır'ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu:Azîzim hayr-ı makdem ömrümün vârı safâ geldin.
Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin. diyerek karşıladı.Yavuz Sultan Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştılar.Mısır'da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamânın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Hana erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul'a dâvet eyledi. İstanbul'a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlarda bulun du. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyor du. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi.Sultan da Kehhâlbaşı'na (Sürmeci başına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini emretti. Kehhâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde halka vâz ve nasîhat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî'ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir ettiler. Bir müddet İstanbul'da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan izin alarak tekrar Mısır'a döndü.
#749 - Haziran 21 2009, 15:38:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


SÖNDÜRÜLEN FİTNE ATEŞİ

Salı, 27 Eylül 2005
Kânûnî Sultan Süleymân'ın vezîr-i âzamı olan Rüstem Paşanın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tırhala'dan getirilerek amcasının yanında yetiştirildi. Rüstem Paşa, 1548'de İran Seferinden dönerken Ankara yakınlarına gelince, Bayramiyye yolu büyüklerin den Hüsâm Efendiyi berâberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bulunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu. Terzilik mesleğiyle uğraştığı söylenince, terzilerin pîri olarak kabûl edilen İdris aleyhisselâma nisbetle ona İdris lakabını verdi. Ali Efendiyi hizmetine ve talebeliğe kabûl etti. Bir müddet Hüsâm Efendinin hizmetinde ve sohbetinde bulunan Ali Efendi, tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra İstanbul'a gelen Ali Efendi, ticâretle meşgûl oldu. İlk zamanlar ticâret sebebiyle Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu gibi memleketlere gitti. Gittiği yerler deki âlim ve evliyâ zâtların sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda yükseldi. Defâlarca hac vazîfesini yapmak için Hicaz'a gitti. Oradan Yemen'e gitti. Son zamanlarında ticâreti bırakıp İstanbul Fâtih Çarşamba'da Mehmed Ağa Câmii yakınındaki evinde ikâmet etti. Ticâreti, emrinde bulunan kimseler yürüttüler. Çevresinde Hacı Ali Bey diye meşhûr olan bu zât, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok halleri ve kerâmetleri görüldüğü halde bunları insanlardan gizledi. Bu sebeple gizleyen mânâsına "Muhtefî" lakabıyla anılmaya başlandı. Sözleri, halleri ve yaşayışıyla İslâmiyetin emrettiği gibi olmasına rağmen onu çekemeyen bâzı kimseler aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Onu küfürle ve sapıklıkla ithâm edenler oldu. Hattâ hakkındaki ileri geri konuşmalar zamânın pâdişâhına kadar ulaştı. Pâdişâh, hakkında araştırma yapılıp, söylenilenler doğru ise cezâlandırılmasını emretti. Fakat halk arasında Hacı Ali Bey diye meşhûr olduğu için "İdris-i Muhtefî" isminde kimseyi bulamıyor lardı. Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen tercüman Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; "Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu?" dedi.Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; "Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı?" diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara "Hayır" diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; "O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir? İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris'tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır?" deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; "Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm." dedi. Hacı Ali Bey; "O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin." dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.
#750 - Haziran 21 2009, 15:38:34
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.