Alternatifim Cafe

Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)

Discussion started on Tarih

“Haccac-ı zalim” Yusuf es-Sekafi


Haccac bin Yusuf es-Sekafi, meşhur adıyla “Haccac-ı zalim” Emevilerin meşhur valilerindendir. (661-714) Taif’te doğdu. Hem anne hem baba tarafından Sakif kabilesinin Ahlaf koluna mensuptur. Hazreti Muaviye’nin halifeliği sırasında doğdu. Sakif Kabilesi ile Emeviler arasında mevcut olan sıkı bağlılık ve ilişkiler bu dönemde de devam etti...


YİRMİ SENE VALİLİK YAPTI

Halifeliğini ilân ettikten sonra Hicaz bölgesinde bunu devam ettiren Abdullah ibni Zübeyr’in üzerine gönderilen iki bin kişilik ordunun başına kumandan olarak Haccac tayin edildi. Karargâhını Taif’te kurdu ve ilk etapta Mekke’ye giden yolları keserek şehri dolaylı yoldan abluka altına aldı. Şehre gıda sevkiyatının yapılmasını önledi. Bir süre sonra beklediği beş bin kişilik destek ordusunun gelmesinden sonra Mekke’yi kuşattı. Kuşatma devam ederken Abdullah İbni Zübeyr bir huruç hareketi neticesinde şehit oldu. Bu olay neticesinde dokuz yıldır sürdürmüş olduğu halifeliği de son bulmuş, diğer taraftan Emeviler, Hicaz bölgesinde de hakimiyetlerini sağlamış oldular. Akabinde Haccac, Hicaz, Yemen ve Yemame’ye vali olarak atandı...

Haccac, burada üç yıl valilik yaptıktan sonra Irak’a tayin edildi. Daha önce bu bölgede Hazret-i Ali taraftarları ve Hariciler sık sık Emevîler’e karşı isyan ediyorlardı. Emevîler bu isyanlardan ötürü büyük sıkıntılar çekmekte olup, orduları da mağlup olmaktaydı. Haccac, çok sert tedbirlere başvurarak kontrolü sağlamaya çalıştı. Muhaliflere destek çıkan Hicaz Valisi Ömer bin Abdülaziz’in görevden alınmasını sağladı. Daha sonra yetkileri ve valilik yaptığı alan genişletildi. Yirmi yıl boyunca Irak ve doğu illerinin valiliğini yaptı.


HİZMETLERİ DE DOKUNMUŞTUR...

Bu sert idaresinin yanında Haccâc’ın çok büyük hizmetleri de vardır. Kur’ân-ı kerim, harekesiz ve noktasızdı. Harekesini ve noktasını koydurtan odur...
Her fani gibi Haccac da artık bu dünyadan göçüyordu. Ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki; ‘Allah Haccac’ı mağfiret etmez.’ Sen beni mağfiret eyle” dedi.
Bu söz, Ömer bin Abdülaziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit; “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi.
#76 - Eylül 18 2008, 10:41:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Namaz kılarken atılan tokat!..


Seyyid Taha hazretleri Hakkari’nin Nehri adındaki bir köyünde yaşardı. Bir gün bu Allah dostuna 6-7 saatlik yoldan bir zengin adam gelir ve intisap eder. Seyyid Taha hazretleri de bu adama bir tesbih hediye eder ve adam köyüne döner... Günler birbirini kovalarken bu adamın koyun sürüleri eksilmeye başlar. Dağa otlamaya giden koyunları ya kurt kapar ya da hastalanarak ölür. Adamın hanımı der ki: “Seyyid Taha hazretlerinin hediye ettiği tesbih bize uğursuz geldi galiba! En kısa zamanda tesbihi iade et!” Adam da hanımının bu sözü üzerine tesbihi Nehri’ye giden bir kafile ile gönderir...


“SİZİN NAMAZINIZ BOZULMUŞTUR!..”
Aradan yıllar geçer... Bir gün Seyyid Taha hazretlerini imtihan etmek için uzak bir yerden bir grup insan gelir. İkindi namazı vakti girer kamet getirilir ve bu grubun da içinde olduğu cemaate namaz kıldırmaya başlar mübarek... Seyyid Taha hazretleri namaz esnasında boşluğa doğru bir tokat atar. Onu imtihana gelenler şaşırır ve namaza devam ederler. Mübarak, namaz sonunda öfkeli bir ifade ile yine boşluğa doğru bir tekme savurur ve yüz ifadesini bir tebessüm kaplar. Bu duruma şaşıran gruptakilerden birisi;
-Sizin namazınız bozulmuştur, namazda anlaşılmaz hareketlerde bulundunuz, der.
Seyyid Taha hazretleri de der ki:
-Bizim bir talebemiz vardı, yıllar önce bize intisap etmişti. Bugün ikindi namazı vakti hastalanıp sekerâta girdi, fakat şeytan-ı lain bir türlü Kelime-i şehadet getirtmiyor boğazını sıkıyordu. Biz de bu duruma müdahale ettik ve şeytana sertçe bir tekme atarak talebemizin yanından uzaklaştırdık. Elhamdülillah Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti.


“ALLAH DOSTLARI KEFİLDİR!”

Bu grup, nasıl olsa denemeye, ilmini tartmaya geldik, bahse konu yere gidip bu olayı araştıralım, derler ve adresi öğrenip adamın köyüne giderler. Rahmetlinin hanımından olayı detaylı bir şekilde öğrenirler.
Gruptaki şahıslar hayret içinde kalarak hiç vakit kaybetmeden Nehri’ye dönerek Seyyid Taha hazretlerinin elini öperek talebesi olurlar.
Seyyid Taha hazretleri bu şahıslara der ki:
-Allahın dostlarına gelerek günahları için tevbe edenin imanına, malına ve namusuna Allahın dostları kefil olmuşlardır; yeter ki tevbe edenin niyeti Allah rızası olsun...
#77 - Eylül 18 2008, 10:42:17
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Resûlullah’la alay edenlerin sonu!..


İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma davet etti. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar...


ÇOK İLERİ GİDİYORLARDI!..

Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı. Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve şiddet gösterme devresi başladı...
Müşriklerden Esved bin Abdülmuttâlib, Âs bin Vâil, Velid bin Mugîre ve İbni Talâtıla adındaki kimseler, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile alay etmekte çok ileri gitmişlerdi...


HAZRETİ CEBRAİL GELDİ VE...

Bir gün Cebrâîl “aleyhisselâm” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında durdu. O kimseler Kâbe’yi tavâf ediyorlardı. Velid bin Mugîre’nin eline ok değmiş ve şişmişti. Cebrâîl aleyhisselâm yanından geçerken onun elindeki şişliğe nazar kıldı. O ânda elindeki şişlikten kan boşanmaya başladı ve öldü. Sonra Âs bin Vâil geldi. Ayağına diken batıp yaralanmıştı. Cebrâîl aleyhisselâm o yaraya işâret eyledi, yarası tâzelenip, o ânda öldü. Sonra Esved bin Abdülmuttâlib geldi. Bir yeşil yaprakla gözüne vurarak, gözünü kör etti. Onun peşinden İbni Talâtıla geldi. Cebrâîl aleyhisselâm onun da başına bir işâret koydu. Başından irinler akmağa başladı ve o ânda öldü. Allahü teâlâ onlar hakkında [Hicr sûresi 95’inci âyetinde meâlen] (Biz seninle alay edenlere kifâyet ederiz) buyurdu...
#78 - Eylül 18 2008, 10:42:43
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Edirne’nin ilk müderrisi Mevlânâ Behâeddîn


Mevlânâ Behâeddîn hazretlerinin babası Şeyh Lütfullah, Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden idi. Bu sebeple, daha küçük yaşta iken o yüce velînin elini öpmek ve duâsına kavuşmak şerefine nâil oldu. Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretleri tâcını Mevlânâ Behâeddîn’e hediye etti. O da bu tâcı ömrünün sonuna kadar başından çıkarmadı ve eriştiği derecelere hep Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin tasarrufu bereketiyle kavuştuğunu bildi.
Zamânındaki büyük âlimlerden ilim öğrenerek yetişen Mevlânâ Behâeddîn, daha sonra Hâcezâde Muslihuddîn Mustafa bin Yûsuf’un hizmetine girdi. Kısa zamanda yükselerek, Hâcezâde’nin ders vekîli oldu. Önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin yaptıkları gibi edebe riâyet ile ilmini artırdı ve büyük âlimlerden oldu.


KISA ZAMANDA YÜKSELDİ...

Bu mübarek zat, ilminin çokluğu ile berâber, fazîlet ve güzel hâllerde de çok üstün idi. Vakitlerinin çoğunu ilim ve ibâdete ayırdı.
İlimde çok yükselip, insanlara faydalı olacak, ders verecek hâle gelince, Balıkesir Medresesine müderris oldu. Sonra Bursa’da Yıldırım Bâyezîd Han Medresesinde görevli iken, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’da yaptırılan Sahn-ı Semân medreselerinden birine tâyin edildi.


“YOLCULUK ZAMANI YAKLAŞTI!”

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Edirne’de büyük ve mükemmel bir medrese yaptırınca, buraya, ilk müderris olarak bizzât Mevlânâ Behâeddîn’i tâyin etti. Böylece bu kıymetli vazîfeye tekrar başladı. Mevlânâ Behâeddîn hazretleri 1490 (H.895) senesinde vefâtına kadar bu görevde kaldı.
Rivâyet olunur ki, Mevlânâ Behâeddîn hazretleri, bir gün Edirne’de velîlerden birine rastladı. O zât Mevlânâ’ya; “Yolculuk zamânı yaklaştı. Âhirete göç etmek zamânı geldi. Devamlı âhiret hazırlığında bulunmalı değil mi?” diye hitâb etti. Mevlânâ Behâeddîn tebessüm ederek; “Evet!” mânâsına başını salladı.
Bu konuşmadan sonra evine gelen Mevlânâ, vasiyetini yaptı. Yedi gün hasta yattıktan sonra vefât etti...
#79 - Eylül 18 2008, 10:43:14
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bir gönül sultanı Mevlânâ Tâceddîn


Mevlânâ Tâceddîn İbrahim, Allah dostlarından bir büyük velîdir. İznik’te medfundur. Bir gün, dergahına bir delikanlı girip diz çöktü mübareğin önünde.
-Hocam, nasihat almaya geldim.
Büyük velî sevgiyle baktı gence:
-Evladım, âzâlarını günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlarsa o yolda kullan sadece.
-İnşallah hocam. Dua edin, başarayım.
-Kalbini de dünyaya bağlama sakın.
-Dünyadan maksat nedir hocam?
-Dünya, haram ve günahlardır oğlum. Allahü tealanın beğenmediği şeyler yani.


“NAMAZLARINI KILIYOR MUSUN?”

Sonra sordu gence:
-Namazlarını kılıyor musun oğlum?
-Beş vakit kılamıyorum hocam.
Acı acı gülümseyip sordu gence:
-Sen hiç temelsiz bina gördün mü?
-Hayır hocam, görmedim.
-Niye görmedin?
-Temelsiz bina olmaz ki hocam.
-Doğru dersin. Temelsiz bina olmaz. İşte “İslam” binasının temeli de “Namaz”dır evladım. Namaz yoksa, İslamiyet de yoktur, anladın mı?
-Anladım hocam.


***
Mevlânâ Tâceddîn hazretleri bir gün yakınlarını çağırıp vasiyyetini bildirdi:
-Beni falan yere defnediniz!
Çocukları “Peki” dedilerse de, kabir yeri için başka yer düşünüyorlardı. Sordular:
-Babacığım, biz falan caminin avlusunu düşünüyorduk. Ne dersiniz?


“GÜCÜNÜZ YETERSE!..”

Cevap iki kelimeydi:
-Gücünüz yeterse!..
Biraz sonra ağırlaştı ve vefat etti. Son sözü “Namaz” olmuştu. Cenaze hizmetini görüp tabuta koydular. Düşündükleri caminin avlusuna götürmeyi denediler önce. Ama ne mümkün! Tabut havada bir ağırlaştı ki, bir milim götüremediler. Kendi istediği yere doğru çevirdiler, kuş gibi hafifledi. Mecburen o yere defnettiler mübareği...
#80 - Eylül 18 2008, 10:43:46
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Türkistan evliyâsından Hakîm Süleymân Atâ


Hakîm Atâ, Türkistan evliyâsının büyüklerindendir. Asıl adı Süleymân’dır. Yerleştiği yere nisbetle “Bağırgânî” de denilmektedir. Yazmış olduğu manzumelerde kendisi Süleymân, Kul-Süleymân, Süleymân Bağırgânî, Hakîm, Hakîm Süleymân, Hakîm Hâce ve Hakîm Hâce Süleymân isimlerini kullanmıştır. Hoca Ahmed Yesevî’nin talebesi olup, aynı zamanda onun üçüncü ve Türkler arasında en tanınmış halîfesidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1186 (H.582) senesinde vefât etti.


BUĞRA HAN KIZINI VERDİ

O devrin hükümdarı Buğra Han, velîleri seven sâlih bir kimseydi. Bu mübarek zata kızını verdi. Kızının adı Anber olup, çok güzeldi. Çeyiz olarak da birçok deve, koyun ve at verdi. Hakîm Ata kabûl etti. Buğra Han ve yardımcıları ona talebe oldular. O da Bağırgan’a yerleşti. Çok meşhûr olup, o beldeleri yıllarca nûruyla aydınlattı. Hak yolu, Resûlullah efendimizin sünnetine tam tâbi olarak, sâde bir şekilde insanlara aktarması, örnek ahlâkı ve yüksek hâlleri ile meşhûr oldu...
Hakîm Süleymân Atâ’nın zaman zaman talebelerine söylediği şu iki sözü de söylene söylene günümüze kadar gelmiştir:

“Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil.”

“Herkes yahşî (güzel, iyi) biz yaman, herkes buğday biz saman.”



ÜZÜLMÜŞTÜ BİR KERE!..

Hakîm Atâ hazretleri biraz esmerceydi. Bir gün Anber Hatun’un kalbinden; “Keşke kocam kara olmasaydı” şeklinde bir düşünce geçti. Hakîm Atâ, onun bu düşüncesini Allah’ın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Hatun, bu düşüncesine çok ağlayıp tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın o sevgili kulu üzülmüştü bir kere!..

Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara;

“Vefatımdan sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddeti bitince, ananızı onunla evlendirirsiniz” dedi. Ertesi gün vefat etti.
#81 - Eylül 18 2008, 10:44:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sünbül Efendi’nin gülü Ya’kûb Germiyânî


Ya’kûb Germiyânî, büyük velîlerdendir. Kütahya civârında Şeyhli köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1571 (H.979) târihinde İstanbul’da vefât etti. Kocamustafapaşa’da bulunan Sünbül Efendi Câmii civârında medfûndur...
Ya’kûb Germiyânî, Sünbül Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Sünbül Sinân Efendi, Ya’kûb Germiyânî’yi çok sever; “Talebe olunca, Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak lâzımdır” buyururdu.
Sünbül Sinân Efendi vefât edince, Merkez Efendinin sohbetlerine devâm eden Ya’kûb Germiyânî, onun vefâtından sonra, Kocamustafapaşa dergâhında talebeleri yetiştirmeye başladı...

YÜKSEK HÂLLER SAHİBİYDİ...

Ya’kûb Germiyânî hazretleri herkesin anlayamayacağı, ehline mâlûm olan, yüksek hâller ve üstün dereceler sâhibiydi. Buyurdu ki: “Dünyâda hiç kimseye hased etmedim. Ancak dünyâya gelmeyenlere gıbta ettim. Şu üç şeyden dolayı onların hâllerine imrendim. Birincisi, bu âlem ayrılık ateşiyle yanma yeridir. Dünyâya gelmeyenlerde böyle bir firâk hâli yoktur. İkincisi, bize verilen vücûd nîmetinin ve sayısız diğer nîmetlerin şükrünü edâ etmekten âciziz. Bizde, bu acziyetten dolayı mahcûbiyet vardır. Dünyâya gelmeyenlerde ise, böyle bir mahcûbiyet yoktur. Üçüncüsü ise, bizler, kemâl mertebesinde istidâda sâhib olmadığımızdan, hep derd-i hüsrân içinde bulunuruz. Bu dert, dünyâ lezzetlerini ve yüzdeki neşe ve sürûru alıp götürür. Dünyâya gelmeyenlerin ise, bu lezzet ve neşeden mahrûm olmaları gibi bir durumları yoktur...”


FEYİZ VE BEREKET KAYNAĞI

Bu mübarek zatın sohbet meclisleri; feyiz, bereket ve nûr kaynağı idi. Vefât edinceye kadar buradaki vazîfesine devâm etti.

Ya’kûb Germiyânî hazretlerinin ölüm hastalığı sırasında, hastalığın elem ve şiddetinin fazlalığı sebebiyle, gözleri kapalı ve lisânı söylemez oldu. İhtiyaç gidermek için kaldırdıklarında, mecbûriyet karşısında, kıbleye karşı durdurdular. O, hastalığın şiddetiyle kendisinde değildi. Fakat o hâldeyken bile; “Helâda, kırda abdest bozarken, kıbleyi öne ve arkaya getirmemelidir” hükmü icâbı kıbleye karşı abdest bozmadı...

Ya’kûb Germiyânî hazretleri 1571 senesi Cemâziyelevvel ayında bir akşam üzeri rûhunu teslim etti. Vefâtından sonra yerine, oğlu Sinânüddîn Yûsuf geçti. Talebelerin yetiştirilmesi, mânevî olarak terbiye edilmesi vazîfesini üzerine aldı..
#82 - Eylül 18 2008, 10:45:12
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Genç bir sahabenin Resûlullâh sevgisi


Medineli bir genç, Resûlullâh efendimizin (sallâllâhu aleyhi ve sellem) yanına yaklaşmaktaydı. Bu, Talha adında bir yiğitti. Talha, kararlı bir tavırla Resûlullâh efendimizin huzuruna geldi ve hiç beklemeden;
-Ben de size tabi olmak istiyorum, yâ Resûlallâh, dedi...


HASTALANIP YATAKLARA DÜŞTÜ

Kim bilir günlerdir gönlünde ne fırtınalar kopmuştu. İşte, en sonunda kararını vermişti. Oracıkta Kelime-i şehadeti söyleyerek Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuştu...
Talha radıyallâhü anh, kısa bir zaman sonra ölümcül bir hastalığa yakalandı ve yatağa düştü. Etrafındakilere; Resûlullâh Efendimizi görmek istediğini belirtti. Peygamber efendimiz, bir müddet sonra ziyaretine geldi. Hazreti Talha’nın durumunu görünce, ölümünün yakın olduğunu anlamış olacak ki dışarı çıktılar ve “Talha gidiyor” buyurdular...
Bu genç sahabeyi sevenlerin yüreğine derin bir ayrılık sızısı düşmüştü... Resûlullâh efendimiz, artık her gün namazdan sonra hazreti Talha’nın yanına uğruyor, hatırını sorup gönlünü alıyorlardı. Vefat edeceği gün de yanındakilere;
“Bir şey olursa çağırın, namazında bulunayım” buyurdular.
Talha radıyallâhü anh, ölümün geldiğini anladığı bir anda;
- Bizim mahallemiz uzaktır. Ben vefat edersem Resul-i Ekrem’i cenazeme çağırmayın. Korkarım ki, Yahudiler bir fenalık yaparlar, yılan, akrep, çıyan gibi haşereler zarar verirler. Resulullah efendimize bir fenalık gelmesin. Beni defnettikten sonra haber verirsiniz, diye vasiyet etti.


NE BÜYÜK SAADET...

Bu ne büyük bir sevgiydi böyle... Ölüm anında bile Sevgililer Sevgilisi’ni düşünüyordu...
Talha radıyallâhü anhın kısa sürede aldığı bu mesafe herkesi duygulandırmıştı. Daha çocuk sayılabilecek bir yaştaki birinin, böyle samimi ve olgun davranması muhteşem bir hasletti...
Evet, hazreti Talha bir gece vefat etmişti. Vasiyetini yerine getirdiler ve gece vakti, namazını kılıp defnettiler. Sabah namazında, Resûlullâh efendimiz camidekilere Talha’yı sordu. Cemaat;
-Ya Resulullah, Talha vefat etti ve defnettik, dediklerinde, üzüldüler ve hemen, mezarının başına gittiler. Ellerini açıp ona dua ettiler. Ne büyük saadet...
#83 - Eylül 18 2008, 10:46:46
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Eğirdirli velî Berdeî Sultan


Berdeî Sultan, Anadolu’yu aydınlatan meşhûr velîlerdendir. On dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında Hamid ili (Isparta) vâlisi Hızır Beyin dâveti ile Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş Eğirdir Gölünün kenarında Mezâr-ı Şerîf denilen yerde yerleşmiştir. Kabri oradadır. “Şeyhülislâm Berdeî” diye de tanınır...


VAAZLARI ÇOK TESİRLİYDİ...


Şeyhülislâm Berdeî hazretleri Eğirdir’e geldikten sonra tesirli sohbetleriyle, ders ve vaazlarıyla halka doğru yolu anlattı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasını ve insanların İslâmiyet’i öğrenmelerini ve öğrendikleri doğru din bilgilerine göre yaşamalarını sağladı...
Bu mübarek zat, câmiye giderken pekçok kimseyle karşılaştığı halde, birkaç kişi dışında kimseye selâm vermezdi. Talebelerinden biri “Hocamız acaba neden birkaç kişiden başka kimseye selâm vermiyor” diye merak edip kendisine sorunca Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin gözlerini sıvazladı. Sonra da dergâhdan dışarıya gönderdi. Talebe çarşıya çıkınca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hınzır, kimini tilki, kimini çakal, kimini kurt, bir kısmını da köpek sûretinde gördü. Hocasının selâm verdiği kimselerden başkasının her birini çeşitli hayvan sûretinde gördü. Sonra hocasının yanına dönüp; “Efendim bu işin hikmetini anladım” dedi. Hocası yine gözlerini sıvazlayarak eski hâline çevirdi...


“ÇEKTİĞİN SIKINTI YETER!”



Şeyhülislâm Berdeî hazretleri bir gün talebelerini toplayıp;
“Bu gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm! Bana; (Oğul bu dünyânın sıkıntısını çektiğin yeter. Artık bana gel) buyurdular. Ben de, “Yâ Resûlallah! Sana ne ile geleyim! Sana lâyık armağanım yok” deyince; (Oğullarından birkaçıyla gel. Armağan olarak bu yeter) buyurdular. Böyle söyler söylemez talebeleri feryâd edip ağlaşmaya başladı. Oğullarına; “Benimle hanginiz gider?” diye sordu. Hepsi cân-u gönülden âhiret yolculuğunu istediler. O gün hepsinin tabutlarını hazırlattı. Akşama doğru kendisi ve bütün oğulları vefât etti...
Kendisinden sonra meşhûr talebesi, halîfesi ve dâmâdı Pîrî Halîfe Muhammed insanlara rehberlik edip, çok kıymetli hizmetler yaptı. Bu zâtın oğlu olan Muhammed Çelebi Sultan ve bunun torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri de orada yetişen meşhûr velîlerdendir...
#84 - Eylül 18 2008, 10:48:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yalancı peygamber Esved-i Ansî’nin katli


San’a’da Feyrûz bin Deylemî adında bir zat bulunuyordu.
Aslen Fârisî olup, Kisrâ’nın, Habeşlileri Yemen’den çıkarmaları için, Seyf bin Zî Yazen’le beraber Yemen’e gönderdiği İranlıların çocuklarındandır.
Resûlullahın Peygamberliği haberi oraya ulaşınca Müslüman oldu ve hicretin onuncu yılında Medîne’ye geldi.
Resûlullahın huzûruna girip, bî’at etti...



O YALANCI ÖLDÜRÜLECEKTİ!..


Feyrûz bin Deylemî’nin Müslüman olduğu yıl, Resûlullah efendimiz Vedâ Haccını yaptıktan sonra hastalanmışlardı.
O sırada Araplar arasında bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı.
Bunların ilki, Benî Ans kabîlesinden Esved-i Ansî idi. O, kâhin, hafifmeşrep bir adamdı.
Halka, onları hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle, dinleyenlerin dikkatini çekerdi.
Esved-i Ansî, meleklerin kendisine vahiy getirdiğini söyleyerek, Peygamberlik iddiasında bulunmaya başladı...
Bu haber, Peygamber efendimize ulaştı. Resûlullah efendimiz Yemen’deki Müslümanlara haber gönderdi.
Mutlaka Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması gerektiğini emir buyurdular.
Resûlullah efendimiz bu mes’ele için, Müslüman olmayanlarla da irtibat kurdu.
Netîcede Esved-i Ansî öldürülecekti. Karısı Âzad ile de anlaşmaya varılmıştı...
Feyrûz bin Deylemî, iki arkadaşı ile anlaştı ve bir gece, Esved’in yattığı evin duvarını deldiler.
Feyrûz içeri girdi. Esved derin bir uykuya dalmıştı.
Feyrûz daha önce anlaştıkları gibi, karısı Âzad’a, başının nerede olduğunu sordu.
Âzad da, işaretle gösterdi. Esved, sarhoş olarak uykuya dalmıştı.
Feyrûz, Esved’in boynunu kırdı ve sonra da boğazını keserek arkadaşları ile oradan ayrıldılar.



VAHİYLE VERİLEN MÜJDE

Ertesi gün Feyrûz ve arkadaşları, kabîlelerini toplayarak Esved’in öldürüldüğünü ve Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu ilân ettiler.
Bundan sonra Müslüman vâliler, işlerinin başına döndüler ve zekâtı toplamaya başladılar...
O gece yalancı Esved-i Ansî’nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize vahiyle bildirilmişti. Ertesi gün, bu hâdiseyi Eshâbına müjdeledi:

-Dün gece, yalancı Esved-i Ansî, kardeşlerimizden biri tarafından öldürüldü.
Eshâb-ı kirâm;
-Yâ Resûlallah, onu öldüren kim? diye sordular. Resûlullah efendimiz de buyurdular ki:
- Onu sâlih, mübârek bir ev halkından, mübârek kişi olan Feyrûz bin Deylemî öldürdü.”
#85 - Eylül 18 2008, 10:48:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hayırsever Sultan Gevher Nesibe


Gevher Nesibe Sultan, Selçuklu Hükümdarlarından II. Kılıçarslan’ın kızıdır. Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in de kız kardeşidir.
Gevher Nesibe Hatun, bir sultan kızıydı ama, o, asıl sultanlığın, “gönül sultanlığı” olduğunu bilir, seven ve sevilen gönüllerde taht kurmanın gerçek sultanlık olduğuna inanırdı...



KARA SEVDAYA TUTULMUŞTU!..

O da sevmişti bir gün... Sarayın panjurları arasında gördüğü yağız benizli, kara kaşlı, genç bir sipahiye gönlünü kaptırıvermişti. Ancak, saray törelerine göre, evlenecek erkeği, kız değil sultan seçerdi. Üstelik, genç sipahinin de gönülcüğü Sultan kızı Gevher Nesibe’ye kaymış, bu sevda, alev alev sürüp giderken, sipahi, bir sefere yolcu oluvermişti...
Bu gidişin dönüşü olmamış, sipahi sınır boylarında aşkla dolu yüreğini, bedeniyle birlikte kara toprağın kara bağrına gömmüş, “kara sevda”ya tutulan Gevher Nesibe’yi gözyaşları içinde bırakmıştı...
O günden sonra, sımsıkı pancurların gerisine çekilen Sultan kızı, sararıp solmağa başlamış, bu da yetmezmiş gibi, üzüntüsünden ince hastalığa (verem) yakalanmıştı. Kardeşi Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, ülkenin bütün doktorlarını toplamış, ilaçlar yaptırmış; ama nafile!.. Çaresini bulamamışlar bu hastalığın...
Gevher Nesibe Hatun, artık son anlarını yaşamaktadır. Sultan Gıyaseddin son dileğini sorar çok sevdiği kız kardeşine. Gevher Nesibe Hatun da şöyle vasiyet eder:



“ARTIK AHİRET YOLCUSUYUM!..”

“Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkân yok, hiçbir hekim derdime çare bulamadı; ben artık ahiret yolcusuyum, eğer dilersen benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun...”
Evet, bu güzel ve ihlaslı Türk kızının acıklı hikâyesi, muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken, Kayseri de; bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuş olur...
#86 - Eylül 18 2008, 10:49:54
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Zeyd bin Harise’ye kurulan tuzak!..

Bir gün bir münafık Zeyd bin Harise radıyallahü anha gelerek, “Gel seninle ortak ticaret yapalım. Senin paran yok, tabii ki sermaye benden” dedi. O mübarek de bir art niyeti olmadığı için bu teklifi hemen kabul etti. Taif’e gidip mal getirmek üzere yola çıktılar. Yolda münafık, hazreti Zeyd’e;
- Yorulduk. Şu mağaraya girelim de bir müddet istirahat edelim, dedi ve mağaraya girdiler.

MAĞARADA SUİKAST YAPACAKTI!
Münafık, hazreti Zeyd’e suikast hazırlamıştı. Orada uyutup, elini ayağını bağladıktan sonra öldürecekti!..
Biraz sonra Zeyd uyuyunca münafık da onun ellerini ve ayaklarını sıkıca bağladı. Zeyd uyandı ki, elleri ve ayakları bağlanmış. Kendisini niçin bağladığını sordu. O;
- Siz Muhammed’le Taif’e gitmiştiniz. Orada O’nu öldürmek istediler. Fakat sen kendini siper yaparak O’nun hayatını kurtardın. Sen Muhammed’i kurtarmasaydın, bugün aramıza bu fitne girmeyecekti!” dedi ve hançerini çekip Zeyd’in üzerine yürüdü.
Hazreti Zeyd canından çok sevdiği Resûlullah’ı bir daha dünya gözüyle göremeyeceğini düşünerek çok üzülüyor ve gözyaşları ile “Ya Rahman!..” diye nida ediyordu. O anda gaipten bir ses duyuldu:
-Dokunma ona!
Bu sesi duyan münafık, mağaradan dışarı çıkıp baktı ki, kimse yok! Tekrar içeri girip Zeyd’in üzerine yürüdüğünde, Zeyd yine; “Ya Rahman!..” diye nida ediyor, o ses bu sefer daha gür bir şekilde; “Dokunma!” diyordu!..

TEPEDEN TIRNAĞA SİLAHLI!
Daha fazla heyecana kapılan münafık, tekrar dışarı çıkıp bakıyor ki, kimse yok!
Üçüncü defa öldürmek için hamle yaptığında bu sefer “Dokunma!” nidası mağaranın ağzında duyuluyor. Heyecanla mağaranın dışına çıkan münafık, tam teçhizatlı bir kimseyle karşılaşıyor. Neye uğradığını şaşıran münafıkın dili boğazına kaçıyor ve silahlı zat, kellesini uçuruyor!..
Silâhlı zat, hazreti Zeyd’in iplerini çözüp bir isteği olup olmadığını soruyor. Zeyd bin Harise, Ona;
- Sen kimsin, nereden geliyorsun? dediğinde, O;
- Ben seni kurtarmak için vazifelendirilmiş bir meleğim. Birinci defa nida ettiğinde, yedinci kat semada idim. İkinci nida ettiğinde ikinci kat semada idim. Üçüncüde ise, mağaranın ağzına gelmiştim. Münafıkın kellesini kesip canını cehenneme yollamakla, benim vazifem bitmiş oldu. Allaha ısmarladık, Muhammed aleyhisselama selâm söyle, deyip ayrılıyor...
#87 - Eylül 18 2008, 10:51:30
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Batman’dan yükselen nur Hasan-el Nurânî


Hasan-el Nurânî hazretleri (H. 1201) Batman’da dünyaya gelmişti. Daha doğmadan babasını kaybetti. Annesi oğlu Hasan’ı abdestsiz emzirmezdi. Çok fakir olduklarından dolayı köyün ağası Hüseyin Efendi bu saliha hanımı yanında çalıştırmaya başladı. O zaman çocuk olan Hasan-el Nurânî de Hüseyin Efendinin yanında hizmetlerine devam etti...


ABDÜLMECİD HAN’IN EMRİYLE...

Altı yaşlarında iken küçük Hasan ağılda karanlık bir yerde oturuyordu. Hüseyin Efendi abdest almak üzere ağıla gittiğinde köşede bir nur olduğunu görüp, ona doğru ilerledi. Nura elini vurduğunda, Hasan’ın başında olduğunu fark etti. Bu olayın zuhur etmesinden sonra tüm ahali küçük Hasan’a “Nurânî” unvanını verdiler...
Hüseyin Efendi bu olaydan sonra Hasan-el Nurânî’yi ilim tahsil etmesi için devrin büyük âlimlerine gönderdi. İlim tahsilini yörece meşhur olan Molla Halil-i Siirtî’nin yanında yaptı. Bu zat meşhur Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin halifesidir. Fıkıh, tahsil ettikten sonra Molla Halil-i Sîirtî’den geometri ve matematik öğrendi. Evliyanın büyüklerinden Şeyh Sâlih-i Sıbkî’nin sohbetlerine katılarak zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip hilâfetle şereflenerek icâzet aldı.

Üstün kabiliyetini iyi bilen hocası, o dönemin kendisi ile arası çok iyi olan Sultan Abdülmecid Han’a yazdığı bir mektupla talebesinden bahseder. Padişah da, Diyarbakır’a bağlı çok eski tarihî bir köy olan Aktepe arazisinden 52 parselin tapusu ve o köyde bir tekke ve medrese kurma emrini gönderir. Bundan sonra Şeyh Hasan Efendi, Şeyh Sâlih Sıbkî’nin vasiyeti üzerine Diyarbakır’ın Bismil ilçesi Aktepe köyüne yerleşerek, insanları irşâd ile meşgul oldu ve çok talebe yetiştirdi.
Şeyh Hasan Efendi 1865 (H.1283) senesinde Aktepe köyünde vefât etti.


“BU, BENİM İŞİM DEĞİL Kİ!..”

Bu mübarek zata vefatına yakın sordular:
“Sizden sonra burada bunca halifeniz ve oğlunuz var, kim postunuza oturacak?”
“Kimin oturacağı bellidir. Molla Kasım” cevabını verir. Bazıları, kendi evladından birini yerine bırakmamasına bir mânâ veremez. Bunu fark eden Şeyh Hasan-i Nurânî “Ben evlatlarıma her şeyimi bıraktım, ancak bu iş, benim işim değil, onun bırakılması manevi bir emirdir” der, bir müddet sonra da vefat eder...
#88 - Eylül 18 2008, 10:52:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Senin yüzünden beni azarladılar!”


Abdullah ibn-i Mübarek hazretleri bir vakit İslam ordusuyla birlikte savaşa katılmıştı. Harp bütün şiddetiyle sürüyordu. Savaşta karşısına çok zorlu bir düşman askeri çıkmıştı. Bu düşman askeri ile uzun bir mücadeleye girişir. Bire bir bu savaş o kadar sürer ki, namaz vakti geçmek üzeredir. İbn-i Mübarek hazretleri düşmanına der ki:
-Şu kadar zamandır çarpışıyoruz, birbirimize üstünlük sağlayamadık, benim namaz vaktim girdi ve de geçmek üzeredir. İzin ver, ben namazımı kılayım, sonra çarpışmaya devam edelim!
Düşman askeri bu teklifi kabul eder ve İbn-i Mübarek hazretleri namaza durur. Namazı bitip çarpışmaya başlayacakları sırada bu sefer de düşman askerinden bir teklif gelir:
-Sen ibadetini yaptın, bana da müsaade et, ben de putlarıma gerekli tazimde bulunayım!


“İŞTE ŞİMDİ TAM ZAMANI!”

Putperest olan adam göğsünde sakladığı küçük bir putu çıkarıp yere koyar ve karşısına geçip kıyam eder. Sonra da oturur. İbn-i Mübarek hazretleri düşmanının puta tapındığını görünce içinden der ki: “İşte tam zamanı! Kılıcımla şu kâfirin başını uçurayım!”
Yerinden kalkar ve düşmanın başına dikilir. Tam kılıcı indireceği zaman:
“Ahdinde dur, şüphe yok ki verilen sözün sorumluluğu vardır” (İsra, 17/34) diye bir ses duyar.


GÖZYAŞLARI SEL OLUR!..

Bu sesi duyması ile birlikte ağlamaya başlar. Gözyaşları sel olmuştur. Düşmanı, başını kaldırıp baktığında, İbn-i Mübarek’in elinde kılıçla ağladığını görüp sorar:
-Ne yapıyorsun? Sana ne oldu?
İbn-i Mübarek düşündüklerini anlattıktan sonra şöyle der:
-Senin yüzünden beni azarladılar!
Düşman bu durumdan çok duygulanmıştır. Der ki:
-Düşmanı için dostunu azarlayan böyle bir Allah’a baş kaldırmak ve karşı gelmek doğru bir hareket değildir!
Abdullah ibn-i Mübarek hazretleri ile çarpışmayı bırakarak hemen Müslüman olur ve müminlerin safına geçer. Büyük bir gayretle, biraz önce beraber çarpıştığı kâfir saflarına saldırır ve orada şehid düşer...
#89 - Eylül 18 2008, 10:53:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Anadolu velîlerinden Şemseddîn Sivâsî


Şemseddîn Ahmed Sivâsî, Anadolu’da yetişen büyük velîlerdendir.
Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur.
Babasının ismi Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. Asıl ismi Ahmed, künyesi Ebü’s-Senâ, lakabı “Şemseddîn”dir.
“Kara Şems” diye şöhret bulmuştur. 1519 (H.926) senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu. 1597 (H.1006) senesinde Sivas’ta vefât etti.
Sivas’ta Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri ziyâret edilmektedir.


ÜÇÜNCÜ MEHMED HAN DÖNEMİ...

Türk-İslâm târihindeki meşhûr üç Şems’ten birisidir.
Bunlardan birincisi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hocası olan Şems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul’un fethinde Fâtih Sultan Mehmed Hanın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems’tir. Üçü de yüksek dereceler sâhibidirler...
Şemseddîn Ahmed Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti.
Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu.
Kara Şems 1590 (H.999) senesinde hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti.
Hac dönüşü İstanbul’a uğradı ve orada kalarak taliblerine feyz vermeye başladı.
Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi...


PADİŞAH ÇOK ISRAR ETTİ, ANCAK...

Bu mübarek zat, hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katıldı.
Padişah ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, onun İstanbul’da devamlı kalması için çok ısrar etmişse de kabul ettiremedi.
Ömrünün sonları olduğundan çocuklarının içinde vefat etmesi temennisiyle müsaade aldı. Binlerce ikbâlciler arasında Sivas’a teşrif etti.
Sefer zahmeti vücudunu fazla yıprattığı için, günden güne zayıf düştü.
Kardeşinin oğlu, aynı zamanda damadı olan Şeyh Recep Efendi’yi vasi tayin etti.
Vefatlarına yakın en son kelâmı “İnnî veccehtü vechiye lillezî fetaras-semâvâti ve’l-erdı” âyet-i kerîmesi olup, ruhunu teslim etti...
#90 - Eylül 18 2008, 10:54:21
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük mutasavvıf Abdullah Ayderûs


Abdullah Ayderûs hazretleri evliyânın büyüklerindendir.
Tam ismi, Abdullah bin Ebû Bekr bin Abdürrahmân es-Sekâfî el-Ayderûs’tur.
Künyesi “Ebû Muhammed”dir. 1408 (H.811) senesinde doğdu.

Abdullah Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma ile açtı ve başka bir şey yemedi.
Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da muhâlefet edemezdi.
Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp uyumadı.
Dört bir taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu öğrendiler...


ÇOK CÖMERT BİR ZAT İDİ

Abdullah Ayderûs, cömert, ikrâm sâhibi bir zat idi. Bütün malını, mülkünü Müslümanlara tahsis ederdi.
Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi.
Konuştuğu kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu.

Bu mübarek zat, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu.
Neredeyse ezberlemişti. Bunu talebelerine de tavsiye ederek; “Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur.
Bu yolu da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır.
Bu eser, Kitab (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), tarîkat ve hakîkatin açıklamasından ibârettir” buyururdu...


“ARTIK BU DİYÂRA DÖNMEYİZ!”

Abdullah Ayderûs hazretleri, vefâtı yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatte bulundu.
Oğlu Ebû Bekr’i yerine vekil tâyin etti. Diğer çocuklarına; “Artık bu diyâra dönemeyiz” dedi.
Hazırlık yaparak yolculuğa çıktı. Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek için bir müddet kalırdı.
Şuhr denen şehre vardığında bütün halk onu karşılamak üzere yola çıktı. Burada bir ay kadar kaldı.
Pazartesi ve perşembe günleri vaaz ve nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda rahatsızlandı.
Yanındakilere, dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde okumalarını emretti.
Yemen’in Terim şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460 (H.865) yılında vefât etti. Zembîl Kabristanına defnedildi...
#91 - Eylül 18 2008, 10:55:58
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır!”



İsa aleyhisselam bir ağacın altında ibadet eden birini gördü.

Dikkatlice baktığında adamın ayakları felçli olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu.

Vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu.

Ama adam bütün bunlara rağmen, mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:

“Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!..”

İsa aleyhisselam kötürüm adama yaklaştı:

- Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor?

Peki hangi nimettir, nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?

Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:

- Allahü teâlâ bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de O’na şükrediyorum.

Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur.

Ama Rabbim bana bu sevgiyi ihsan eylemiş.



GÖZLERİ ANINDA AÇILIR!

İsa aleyhisselam; “Ver şu elini öyle ise!” diyerek elinden tutar, gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:

- Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygambersin, der. Sonra da ayakları üzerine kalkabildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:

- Yâ Nebiyyallah! Sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki:



“ŞİMDİ NASIL ŞÜKREDECEĞİM?!.”

“Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak lütfettin.

Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?”

Adam bunları söyledikten kısa bir zaman sonra ruhunu teslim eder.

Hadiseye şahit olanlar İsa aleyhisselama derler ki:

- Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.

İsa aleyhisselam da onlara şöyle buyurur:

- Öyle ise, tefekkür edin, siz de düşünün! Düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!
#92 - Eylül 18 2008, 10:56:32
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kelime-i şehâdeti söyleyemeyen adam


Abdülazîz Revvâd hazretleri meşhûr hadîs âlimlerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir.
775 (H.159) târihinde vefât etti. Aslen Horasanlıdır.
Sonra Mekke-i mükerremeye yerleşmiş, burada vefât etmiştir. Mugîre bin Mühelleb bin Ebî Sufre’nin âzâdlısıdır...


GÖZLERİ HİÇ GÖRMÜYORDU...

Şakîk-i Belhî hazretleri şöyle anlatır:
Abdülazîz Revvâd’ın, yirmi sene gözleri görmemişti. Onun için, bu kadar sene çoluk çocuğunu göremedi.
Bir gün oğlu kendi kendine düşünüp, bu duruma içerleyerek; “Babacığım! Senin gözlerinin görmemesine çok üzülüyorum” deyince,
Abdülazîz hazretleri; “Oğlum! Ben Allahü teâlâdan gelene râzıyım” cevabını vermiştir.

Yine birisine şöyle buyurdu: “İslâmdan, Kur’ân-ı kerîmden ve saçının beyazlığından öğüt almayan, nasîhat kabûl etmez.”

Abdülazîz bin Ebû Revvâd hazretlerine “Nasıl sabahladın?” diye sorulunca, ağladı. “Niçin ağladın?” dendi. Bunun üzerine;
“Ölümü unutmuş, üstelik günahları da çok olan kimsenin hâli nasıl olur. Ecel, süratle geliyor, ömür her gün eksiliyor.
Akıbetin Cennet mi, Cehennem mi, ne olacağı bilinmiyor. Ya Cehennem olursa, hâlimiz ne olur?” buyurdu.
Abdülazîz Revvâd hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Medîne-i münevverede idim. Bir gece Mescid-i Nebî’ye gidiyordum. Bir kadın telaşla yaklaşıp;
“Ey efendi! Eğer sevab kazanmak istiyorsan yardıma gel! Şurada bir hasta var can çekişiyor, ölmek üzere.
Yanındakiler hep kadın. Bir erkek yok ki, ona Kelime-i şehâdeti telkin etsin, söyletsin!” dedi.


“BU ADAM FASIKTIR!..”
Hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adam, Kelime-i şehâdeti söyletmek için ne kadar uğraştıysam bir türlü söyleyemedi!
Bir ara gözlerini açıp; “Kaç defâdır bunu söyle diyorsun. Fakat ben söyleyemiyorum. Ben bu Kelime-i şehâdetten ve İslâm dîninden yüzümü çevirmişim” dedi ve sonra öldü.
Adamın kim olduğunu ve hâlini sorduğumda “Bu adam fasıktır, açıktan günah işler, devamlı şarap içerdi!” dediler.
Kendi kendime, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın; “Şarap içmeyi âdet edinen, puta tapan gibidir” buyurması elbette doğrudur, dedim...
#93 - Eylül 18 2008, 10:57:04
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.



“Bu âsilerin şefaatçisi ol!”


Bir cuma günü, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahaeddin Veled hazretleri Bağdad’da vaaz ediyordu.
Mübarek zat, o kadar güzel şeyler söyledi ki, mecliste bulunanlar sohbetin tesiriyle kendilerinden geçtiler. Halife anlatılamayacak derecede ağladı.
Vaaz sonunda Bahaeddin Veled hazretleri mübarek sarığını kaldırdı ve yüzünü halifeye çevirerek:


“MOĞOL ASKERLERİ GELİYOR!”

“Ey Abbas oğullarınının halefi! Şimdi sana bir haber veriyorum! Küçük gözlü olan ve etrafa ateş saçanlar (Moğol askerleri) geliyor.
Allahü teâlânın takdirine göre, onlar seni şehit edecekler.
Vaktine hazır ol, gaflet perdesini gönül gözünden kaldır, akıl kulağını aç, günahlarını bırakarak, Allahü teâlâya dönmeye çalış ve ondan mağfiret dilemekle meşgul ol!”
Bahaeddin Veled hazretleri daha Bağdad’dan hareket etmemişti ki, Cengiz’in beş yüz bine yakın askeriyle Belh’i muhasara ettiği ve Horasan’ın bu kadar şehrini yağmaladığı, sayısız esir aldığı haberi geldi.
Cengiz Han, Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belhliler büyük bir direnişle karşı koydular.
Cengiz’in Tulihan’dan olan Çağatay adındaki oğlu bu savaşta öldürüldü. Bu, Cengiz Han’ın çok ağırına gitti.
Büyük ve küçüklerden ele geçirdiklerini öldürmelerini, hâmile kadınların karınlarını yarmalarını, şehrin bütün hayvanlarını kesmelerini ve Belh’i yerle bir etmelerini emretti...
Bunun üzerine Moğollar on iki bin mescidi ateşe verdiler. Mescidlerde bulunan on dört bin Mushâf-ı şerifi yaktılar. Elli bine yakın âlim, talebe ve hafızı katlettiler. İki yüz bin insanı diri diri toprağa gömdüler. Yağma ettiklerinin ve götürdüklerinin haddi hesabı yoktu.



“BU FÂCİRLERİ ÖLDÜRÜNÜZ!”

Moğol askerinin yağma ve öldürmekle meşgul olduğu sırada, Bahaeddin Veled hazretlerinin talebelerinden bir derviş de orada idi.
Belh’in bütün büyükleri feryad ederek onun yanına geldiler ve “Bizlerin affını Allahü teâlâdan dile! Zevk ve sefahata dalan bu âsilerin şefaatçisi ol da bu kaza belâ zulmetleri kaybolsun” dediler...
Derviş o gece seher vaktine kadar uyumayarak Allahü teâlâya yalvarıp yakardı. Sabahleyin gaibden “Ey kâfirler! Hak yoldan sapan, günahlara dalmış olan bu fâcirleri öldürünüz” diye bir ses duyuldu. Derviş o zaman bunun umumi bir bela olduğunu anladı. Üç gün sonra o cemaati, içindeki iyilerle birlikte katlettiler...
Hak teâlâ intikamın, kul eli ile alır/İlm-i hâli bilmeyenler, onu kul yaptı sanır!
#94 - Eylül 18 2008, 10:57:32
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük devlet adamı Köprülü Mehmed Paşa


Köprülü Mehmed Paşa (1575-1661) on yedinci yüzyıl Osmanlı Sadrâzamlarındandır.
Osmanlı tarihinin en sarsıntılı döneminde iş başına geçip, 35 yıl devleti başarıyla yöneten “Köprülüler” soyundan gelmiş, büyük sadrazamlardan ilkidir.

Köprülü Mehmed Paşa, Vezirköprü’de doğmuştur.
İktidarının ilk yıllarında çok fazla kan dökmüş olmakla beraber, memleketin içinde bulunduğu karışık durum, yaptıklarına hak verilmesini sağlamıştı.

Padişahla anlaşarak yaptığı akit sonrası 75 yaşında sadrazam oldu...
İstanbul’daki karışıklıklarda; yeniçeri kıyafetine soktuğu Hristiyanlar vasıtası ile Müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum Patriğini idam ettirdi...
İstanbul’daki ulemâ sınıf?? arasındaki kargaşayı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmelerini sağladı...


VENEDİKLİLERİ DENİZE DÖKTÜ!..

Devlet bünyesinde asayişi muhafaza edip, huzur ve intizamı ikame ettikten sonra orduyu toplayarak sefere çıktı.
Çanakkale Boğazını kapatmış olan Venediklilerin üzerine yürüdü.
Venediklilerin deniz kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Boğazı açan bu dâhi devlet adamı, Bozcaada ve Limni’yi de kurtardı.
İsyan eden Erdel Beyini yola getirdi.
Anadolu’daki ayaklanmaları bastırıp, vilayetleri gözü dönmüş zorbalardan temizleyip iç düzen ve güvenliği sağladı.
Bütçe meselelerini ele alıp, bu konuda yolsuzluğu görülen kişileri ortadan kaldırdı.
Avrupa devletleriyle yeni bir savaşa hazırlandığı sırada, 1661’de Edirne’de öldü. Vasiyeti gereği yerine oğlu Fazıl Ahmet Paşa getirildi.


“KADINLARIN TESİRİNDEN SAKININ!...

Köprülü Mehmed Paşa ölüm döşeğinde iken etrafında bulunan saray erkânına şöyle nasihat etti:
“Kadınların tesirinden sakının! sarayın dört duvarları içinde kalmayıp, orduyu daimî surette seferber halinde tutun ve nihayet, seçilecek vezirin çok zengin bir kimse olmamasına dikkat edin.
Halefim olarak yerimi alabilecek olan bir tek kimse, yalnız oğlum Ahmed’dir..”
Bu sözleri söyledikten biraz sonra da vefat etti.
Kabri, İstanbul Çemberlitaş yakınında yaptırdığı kütüphânesinin bahçesindedir...
#95 - Eylül 18 2008, 10:57:56
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Genç kadının gerçek tövbesi


Yaşlı bir zat kendisine bir ibadethane yaptırmış, halktan uzak olan bu yerde ibâdetle meşgul oluyordu. Bir gün, ağaçlar arasında gezinirken bir delikanlı ile genç bir kadın gördü. Delikanlı kadına şöyle diyordu:
“Benimle gelirsen sana şu kadar para veririm...”


“BEN DAHA ÇOK VERİRİM!..”

Kadın, gencin teklifini kabul edip peşinden gitmeye başladı. Yaşlı zat kadına yaklaşıp;
“Onunla değil de benimle gelirsen sana şu kadar para veririm!” diyerek, o gencin söylediğinden daha fazla para teklif etti.
Bunun üzerine kadın o genci bırakıp adamın peşinden geldi, içeri girdiler. Yaşlı zat kadına;
“Bir insan bir suç işlerse, bunu da iki şahit görse, o adamın hâli ne olur?” dedi.
Kadın, düşündü ve;
“Mutlaka cezalandırılır” cevabını verdi. Adam, bu sefer;
“Ya iki değil de dört şahit olursa ne olur” diye sordu. Kadın;
“O zaman ceza alması daha kesinleşir” dedi.
Bunun üzerine adam asıl söyleyeceklerini söyledi:
“Ey kadın! Biz şimdi buradayız. Bizim yapacağımız işe şahit olan dört kişi var!”
Kadın, odada dört kişi olduğunu zannederek, birden fırladı ve bir yandan da adama soruyordu:
“Hani, neredeler?”
Yaşlı zat onun sorusuna şöyle cevap verdi:


“SUÇLU, CEZASINI ÇEKER!..”

“O dört kişi; ikisi senin omuzlarında, ikisi de benim omuzlarımdaki meleklerdir.
Bu mahkemeyi yapacak olan da Allahü tealadır. Bu durumda suçlular ceza almazlar mı?
Bu durumda biz bu menhiyatı, haram olan bir fiili niçin işleyelim?
Resulullah efendimiz (Ey gençler, namusunuzu koruyun, zina etmeyin!), (Kötülükten korunmak için, nikâhlı yaşayın ve iffetli olun!), (İyi bilin ki, namusunu koruyana Cennet vardır.) (Bir kadın, beş vakit namazını kılar, namusunu korur, kocası ile iyi geçinirse, dilediği kapıdan Cennete girer) buyuruyor” dedi.
Bu sözler kadına çok tesir etmişti.
Son derece üzülen ve tövbe eden kadın, bir kere “Allah!” dedi ve yere yığılıp kaldı.
Bir daha da kalkamadı. Çünkü, çoktan ruhunu teslim etmişti.
Samimi olarak pişman olan kadına Allahü teala “tövbe-i nasuh”u, yani gerçek tövbeyi nasip etmişti...
#96 - Eylül 18 2008, 10:58:35
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üsküdarlı şair Mustafa Sâfî


Üsküdarlı Sâfî, 1862-1901 yılları arasında yaşamış bir şairdir. Üç şiir kitabı bulunmaktadır.
Bunlardan biri de “Şi’r-i Sâfî”dir. Bu eser 1899 yılında İstanbul’da basılmıştır ve içerisinde 29 gazel bulunmaktadır.


YANYA’DAN İSTANBUL’A...

Üsküdarlı Sâfî olarak tanınan şairin asıl adı Mustafa Sâfî’dir.
Nükteci bir zat olan divân-ı muhâsebât başkatibi şair Tosyalı Reşidefendizâde Mehmet Emin Nüzhet Beyin oğludur.
1862 yılında babasının defterdar olarak çalıştığı Yanya’da doğdu.
Bir süre sonra babasıyla birlikte İstanbul’a döndü ve Üsküdar İhsaniye Mahallesinde yaşamaya başladı.


HALEP’E SÜRGÜN EDİLDİ...

İlk tahsilini Üsküdar Fındıklı Mektebi’nde tamamladıktan sonra Paşakapısı Rüştiyesine giren Mustafa Sâfî, Rüştiye tahsilinden sonra bir süre Selimiye Camiinde Abdurrahman Efendi’nin derslerine devam etti.
Farsça, Arapça ve edebiyat dersleri aldı. 1880’de Üsküdar Bidayet Mahkemesi Katipliğine tayin edildi.
Daha sonra Fırka-i Askeriyye Mühimme Katibliği göreviyle Trablusgarp’a gönderildi.
Bir müddet sonra görevinden istifa ile tekrar İstanbul’a dönen Mustafa Sâfî, Damat Mahmut Celalettin Paşanın meclislerine devam etti.
Paşanın oğlu “Prens Sabahattin”in özel hocalığını yaptı. Bir ara Üsküdar’da attar dükkanı çalıştırdı.
Paşanın Avrupa’ya kaçmasından sonra, onunla olan münasebetinden dolayı yapılan bir ihbar üzerine Halep’e sürüldü.
Halep mektupçu muavinliği görevinde iken 1901 senesinde vefat etti.
Mezarı Halep’te hükümet konağı civarındaki Cebîle Kabristanındır.


“ÖLÜRÜM TERK EDEMEM...”

Mustafa Sâfî, mütedeyyin bir insandı. Yakınlarına her zaman şöyle derdi:
“Dünya bir imtihan yeridir. İnsan dünyada yaşadığı müddetçe birçok zorlukla karşılaşacak, başına türlü belalar gelecektir.
İnsan, vefasız dünyada imtihan içinde olduğunu bilerek, bu durumdan şikayette bulunmamalıdır...”
Mustafa Sâfî Efendi, vefatına yakın, çok sevdiği Peygamber Efendimiz için yazdığı şu beyiti okudu:
“Ölürüm terk edemem hâl-i hayâtımda seni/Yine rûhum sever esnâ-yı vefâtımda seni...”
#97 - Eylül 18 2008, 10:59:04
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.



Büyük mutasavvıf Abdülkerîm Cîlî


Abdülkerîm Cîlî hazretleri 1365 (H.767) senesinde Bağdad’da doğdu. 1428 (H.832) senesinde vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Çok zekî ve kavrayışı yüksekti.
Onu Zebid bölgesindeki büyük evliyâ Şerefüddîn İsmâil bin İbrâhim el-Cebertî’ye gönderdiler.
Kısa zamanda o büyük zatın teveccühlerini kazandı.
Bilhassa hadîs, fıkıh ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı...
Abdülkerîm Cîlî hazretleri, talebelerini, bilhassa nefsin ve şeytanın aldatmalarına karşı çok uyarır,
dikkatli olmalarını öğütler ve hocalarının sözünden hiç çıkmamalarını sıkı sıkıya tembih ederdi.
İblisin şöyle dediğini bildirirdi: “Vallahi, bana göre bin âlimi aldatmak, îmânı kavi bir ümmiyi aldatmaktan daha kolaydır.”


ŞEYTAN NASIL ALDATIR?

O insanlar üzerinde şeytanın hîle ve aldatmalarını şu şekilde özetler ve Müslümanların uyanık bulunmalarını isterdi:

Şeytan avam tabakasına yâni ilmi olmayan Müslümanlara önce şehvete dâir işlerin sevgisini aşılamaya çalışır.
Böylece kalp duygularını öldürür. Sonra dünyâ sevgisini vererek dünyâlık kazanmaya sevkeder.
Böylece bu insanların bütün gâyeleri dünyâ talebi olur. Çünkü cehâletle dünyâ sevgisi bir araya gelmiştir.

Sâlih kimseler iyi ameller işlediklerinde şeytan harekete geçer. Onlara işledikleri ameli güzel gösterir.
Böylece onları ucba ve kendini beğenmişliğe sürükler.
sonunda hiçbir âlimin öğüt ve nasîhatini dinlemezler. İblis onları bu hâle getirdikten sonra şöyle der:
“Başkaları sizin ibâdetinizin binde birini yapsa kurtulur!..”
Bu telkinlere kananlar amellerini azaltırlar. İstirâhat yolunu tutarlar.
Kendilerini yüceltirler, başkalarını hafife alırlar. Artık bu hâlleri onları peş peşe günâha sürükler.


“SENİN GİBİSİ YOK!..”
Şeytân âlimi aldatmak için ise onun ilmi ile devreye girer. Söylediği her sözün hak olduğunu anlatır.
Senin gibisi yok diye telkin eder. Şeytan bu yoldan gitmekle çok muvaffak olur.
Büyük İslâm âlimlerine tâbi olmayıp ilimlerine güvenenlerden pek azı bu hîleden kurtulabilir.
Bu mübarek zat, vefat etmeden evvel talebelerine şöyle buyurdu:
“İnsanın kemâl derecesine ulaşıp, tasavvuf makamlarında ilerlemesi, Allahü teâlâyı bilmesine bağlıdır.
Bu ise ancak seçilmişlere veya bir mürşidin, yol gösterici rehberin huzurunda yetişenlere nasîb olur.”
#98 - Eylül 18 2008, 10:59:30
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.



Hz. Azrail’den izin isteyen hükümdar!


Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velîlerden Vehb bin Münebbih hazretleri, şöyle ibretli bir hadise anlatır:
- Kibirli hükümdarlardan biri, seyahate çıkacaktı. Giymek için bir kat elbise istedi.
Birkaç elbise değiştirdikten sonra biri hoşuna gitti. Sonra bir binek istedi.
Kendisine getirilen binek hoşuna gitmedi. Birkaç at getirildi ve en güzelini seçip bindi...


“ATIMIN DİZGİNİNİ BIRAK!..”

Yolda giderken, pejmürde kıyafetler içinde bir zat selam verdi. Selamı almadı. O zat bineğinin dizgininden tuttu.
Sultan; “Dizgini bırak!” diye haykırdı. O da “senden bir dileğim var!” dedi.
Sultan “Atımın dizginini bırak da ineyim. İhtiyacını o zaman arz et!” dedi.
Adam, “Hayır, şimdi!” diye ısrar etti ve böylece atının dizginini bırakmadı. N
açar kalan hükümdar “ihtiyacını söyle!” dedi. Adam da “Benim ihtiyacım sırdır” dedi.
Bunun üzerine sultan kulağına fısıldaması için başını eğdi. Atın dizginini tutan zat sultanın kulağına “ben ölüm meleği Azrail’im!” dedi.
Bunun üzerine sultanın beti benzi attı. Dili peltekleşti! Sonra dedi ki:
- Aileme dönüp ihtiyacımı yerine getirinceye ve onlarla helalleşinceye kadar bana mühlet ver!
- Hayır! Allah’a yemin ederim ki, sen ne aile efradını ve ne de geride bıraktıklarını artık bir daha göremeyeceksin!
Böylece onun ruhunu kabzetti...

***

Melek-ül-mevt, oradan ayrılıp salih bir kulun yanına gitti. Hasta olup, ölüme hazırlanan mümine selam verdi ve dedi ki:
-Senin katında bir ihtiyacım vardır. Kulağına onu fısıldayayım!
“Buyurun!” deyince kulağına “ben ölüm meleğiyim!” diye fısıldadı. Bunun üzerine o salih kul dedi ki:
- Gelmesi geciken bir kimseye merhaba! Yemin ederim ki, şu an yeryüzünde senden daha fazla kavuşmak istediğim bir kimse yoktur!


“BUNA YETKİN VAR MI?”

Bunun üzerine Azrail aleyhisselam “yapmak istediğin ihtiyacını gör!” deyince o mümin kul “Allah ile mülaki olmaktan daha sevimli ve ondan daha büyük bir ihtiyacım yoktur” dedi. Hazreti Azrail o zaman dedi ki:
- O halde hangi hâl üzerine ruhunu kabzetmemi istiyorsan o hâli seç!
- Senin buna yetkin var mı?
- Bana bu emir verilmiştir.
- O halde abdest alıp namaz kılayım, secdede olduğum halde ruhumu kabzet!..
Daha sonra abdest aldı ve namaza durdu. Bu sırada ruhu kabzedildi...
İşte biri dünya sultanı bir âhiret sultanı... Mühim olan netice değil mi?..
#99 - Eylül 18 2008, 10:59:51
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.



“Ebü’l Ferec” Yusuf Tarsusî


Evliyanın büyüklerinden olan “Ebü’l Ferec” Yusuf et-Tarsusî, Abdülaziz Temimi hazretlerinin talebesidir.
İntisabından kısa bir zaman sonra mürşidinin himmetine nail oldu. Mânâ yolunda pek üstün derecelere kavuştu...
Bu mübarek zat, karşılaştığı kimselere çok mütevâzı davranırdı.
Arkadaşlarından veya dervişlerinden birinde uygun olmayan bir davranış görse tatlı bir şekilde onu îkaz eder ve bu işi yapmasına mâni olurdu.
İyiliksever, güzel huylu ve güzel görünüşlü bir zat idi.
Ebü’l Ferec hazretlerinin ilminden zahiren ve bâtınen birçok kimseler istifâde etti ve nice yolda kalmışlara mânâ yolunda ışık tuttu...


BAĞDAD’DA VEFÂT ETTİ...

İnsanlara dâima doğru yolu gösteren dinin emir ve yasaklarını anlatan büyük bir âlim olan Ebül Ferec hazretleri dalâlette kalmış insanları yaklaşık ellibeş sene Hakk’a dâvet edip hizmet etti.
Nihâyet şu köhne dünyadaki imtihanını en güzel şekilde verip gayeyi de yerine getirmenin bahtiyarlığı ile fâni âleme vedâ ederek Tevhid ve Kelime-i şehâdet ile tebessüm ederek Bağdat’ta vefât etti. Çevresindekilere son nasihati şöyle olmuştur:
“Ey Kardeşim! Himmetini kendini yakmak için harcamaktan, hevâ ve hevesinin dalgaları arasında kalarak kendini boğmaktan çok sakın. Nefsine karşı Allahü teâlâdan kork. Nefsine karşı hazırlıklı ol. Daima nefsinin yenilmesi için çalış. Böyle yaparsan sonunda zelîl olmaktan, hesap verme korkusundan dostlarla alâkayı kesmekten kurtulur, seçilmişlerden olursun...


“NEFSİ, KİŞİNİN KİMLİĞİDİR!”

Nefsi, kişinin kimliğidir. Tevâzu ettiği zaman yükselir, kendini büyük gördüğü zaman alçalır.
İlmin ve yakînin zirvesine ancak tevâzu ile erilir. Nefsine muhalefet hususunda çok sağlam ol. Günaha asla meyletme.
Günahın sonu ateştir. Geceni Allahü teâlâya ibadet etmek ve taatle geçir. Gâfil kimseler geceyi uyku ile geçirir.
Câhil ve gâfil oyun ve eğlence ile oyalanır. Halbuki Ehlullâh uyanıktır.
Bir işi yapmak istediğin zaman, o işte insaflı ve adaletli ol ki hakkı olmayan birine o işi teslim etmeyesin.
Allahü teâlâyı çok zikret.
Kızdığın zaman affa sarıl, çünkü affetmek suretiyle yapacağın hata, ceza vermek suretiyle yapacağın hatadan daha iyidir.
İşlerinde, hikmet ehli din gayreti bulunan kimseleri seç!”
#100 - Eylül 18 2008, 11:00:17
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.