Alternatifim Cafe

Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)

Discussion started on Tarih

Kuzey Afrika Fatihi Ukbe bin Nafi


Ukbe bin Nafi, Hazret-i Muaviye (radıyallahü anh) zamanında İfrîkıyye (Kuzey Afrika) Valisi idi.
Tunus’ta Kayrevan şehrini inşa eden meşhur mücahittir. Yezid’in halifeliğinin ilk yıllarında ikinci defa Kuzey Afrika Valiliğine tayin edilmişti.
Ukbe, Kayrevan’a varır varmaz ordusunu toparlayıp Müslümanlarla sürekli savaş halinde olan Bizanslılarla şiddetli çarpışmalara girişti...


KARANIN BİTTİĞİ YER!..

Cihad harekâtını kesintisiz sürdüren Ukbe bin Nafi, batıya doğru ilerleyerek Tanca civarında Atlas Okyanusu’na dayandı.
İşte o zaman şu tarihî sözünü söyledi:
“Ya Rabbi! Eğer önüme çıkan şu deniz olmasaydı, senin yolunda cihad ederek daha ileri giderdim!”
Ukbe bin Nafi, karanın bittiği yerden geri döndü. Bizanslılar ve yardımcıları olan Berberîler, ondan korkarak yolundan kaçtılar.
Dönüş sırasında Maü’l-Feres diye anılan yerde konaklama yapıldı. Meğer bu bölge susuz bir yermiş.
Herkes susuzluktan neredeyse ölecek duruma gelmiş. Ukbe bin Nafi iki rekat namaz kıldı, suya kavuşmak için Allah’a dua etti.
O sırada Ukbe’nin atı ön ayaklarıyla yeri eşelemeye başladı. Ortaya çıkan bir kaya parçasının yanında sular fışkırıverdi...
Ukbe herkesi suya çağırdı. Durumu görenler çevredeki kumlukları kazarak birçok su kaynağı buldu.
Kana kana su içtiler. Buraya “Atın Suyu” anlamında “Maü’l-Feres” denildi...
Ukbe hazretleri, bu dönüş yolunda Tunus’un merkezi Kayrevan’a yaklaşmış, sekiz günlük bir mesafe kalmıştı.
Ortada kendisine karşı koyacak bir düşman gücü kalmadığını zannederek, ordusunun büyük kısmını serbest bırakıp ileri taraflara gönderdi.
Kendisi de az bir askerle Tehuze şehrine gitti. Bizanslılar da yanındaki askerlerin azlığını görünce, ona karşı savaşa başladılar.


BERBERÎLER ŞEHİT ETTİ
Berberîler içinde Müslüman olmuş, çevresinde sözü dinlenen ve çok saygı gösterilen Küseyle isminde bir adam vardı.
Ukbe Vali olarak gelince o adamın muhtemelen aşırı hırslı olduğunu düşünerek, yapılan uyarıları dinlemeden onu koyun kesip yüzmeye mecbur bırakmıştı.
Maksadı, adamın halk nazarındaki itibarını düşürmekti. O zaman eline bulaşan kanı sakalına süren Küseyle, ilk fırsatta isyan etmeye karar vermişti.
Bu adam nihayet sayıca hayli çok olan adamlarını toparlayıp Bizanslıların da desteğiyle ayaklandı.
Kahraman Ukbe ve arkadaşları şehit edildi. Ukbe’nin son arzusu da zaten şehit olmaktı...
#126 - Eylül 18 2008, 11:12:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Gazze’den doğan güneş İmâm-ı Şâfiî


Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden Şâfiî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin anne ve baba tarafından soyu Peygamber efendimizle birleşmektedir.
Dördüncü dedesi Şâfiî’nin ismine nisbetle ona da “Şâfiî” denilmiştir...
767 (H.150) senesinde Kudüs civârında Gazze’de doğdu. 820 (H.204) senesinde Mısır’da vefât etti...


YEMEN’DE KADILIK YAPTI

Bu mübarek zat daha beşikteyken, babasının vefât etmesi üzerine annesi onu Mekke’ye götürmüştür.
Dokuz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.
Sonra ilim tahsiline başlayıp, Mekke’de bulunan büyük hadis âlimlerinden yazmak ve ezberlemek suretiyle hadis öğrendi...

İmâm-ı Şâfiî yirmi yaşlarındayken, İmâm-ı Mâlik hazretleri onu himâyesine alıp dokuz yıl müddetle ilim öğretti.
İlimde yüksek bir seviyeye ulaşan Şâfiî, Mekke’ye dönünce Mekke’ye gelen Yemen vâlisi onu Yemen’e götürüp kâdılık vazifesi verdi.
Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra tekrar Bağdat’a giderek ilmini ilerletmek için İmâm-ı Azam’ın talebesi olan İmâm-ı Muhammed’den ders almaya başladı.
İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak’ta tedvin edilen (düzenlenen) fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhur olan rivâyetleri öğretti.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri, dîn-i İslâma hizmet uğrunda tükettiği hayâtının son anlarını, Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir.


GÜNDE BİR HATİM OKURDU

Ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu.
Ramazân-ı şerîfte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu.
Mısır’da bir cumâ gecesi vefâtının yaklaştığı sırada tâkatsiz kalmıştı. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus bin Abdüla’lâ yanına girmişti. Ona;
“Ey Ebû Mûsâ, bana Kur’ân-ı kerîmden Âl-i İmrân sûresinin yüz yirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku!” buyurdu.
O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin mânâlarına dalmış, derin bir huşû içinde dinliyordu.
Son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular. “Dünyâdan göçüyorum... Artık ondan ayrılıyorum... Ümit şerbetini içiyorum... Kerîm olan Rabbime gidiyorum” dedi ve bir müddet sonra da vefat etti.
Kahire’de el-Mukattam Dağının eteğindeki Kurâfe Kabristanına defnedildi.
#127 - Eylül 18 2008, 11:13:00
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Onun başını bana verin!”


Kerametler menbaı Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
“Gavs-ül-a’zam”, “Kutb-i Rabbânî”, “Sultân-ül-evliyâ” ve “Kutb-i a’zam” gibi lakabları vardır.
İran’ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)’de doğdu. 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefât etti.
Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır.
Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîftir.
Vefatından sonra da çok kerameti görüldü...
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur.
Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:


“YAZIKLAR OLSUN SANA!”

“Yazıklar olsun sana! Cehennemlik işler yapıyor, cenneti umuyorsun.
Geçici şeylerle avunuyor onları seviyor ve kendinin sanıyorsun. Ama yakında elinden alacaklar...
Yaratan şu ömrü sana emanet olarak verdi, O’nun rızası yolunda yaşamanı emretti. Sen ise kendi isteğinin, heveslerinin peşinde ömrünü tükettin.
Sana verilen zenginlik, makam, sıhhat birer emanettir. Bütün bunları Yaradanın rızasına uygun yolda kullan...”

Bu mübarek zatın vefatından senelerce sonra, bir gün günahkâr adamın biri, sarhoş bir vaziyette Dergahının yanından geçerken, içeriden gelen seslere kulak kabartır.
Sonra burada ne oluyor diye dayanamayıp dergahın penceresinden kafasını içeriye uzatır.
Bakar ki dervişler ilimle meşguller. Bir müddet sevgiyle onları seyrettikten sonra yoluna devam eder...


“BEDENİ DE SİZİN OLSUN!”

Fakat yolda ecel gelip ruhunu teslim eder. Adamı defnederler. Azap melekleri gelip adamı alırlar.
Tam cehenneme atacaklarken bir ses “Durun, onun başı benimdir” der. Melekler bakarlar ki, sesin sahibi Abdülkadir-i Geylani hazretleri. Mübarek buyurur ki:
“Onun başı benim dergahımdan içeri girdi. Bizim dergahımıza giren, ateşte yanmaz. Başını bana verin gerisini ne yaparsanız yapın!..”
Bunun üzerine melekler, “Başını alırsanız, bedeni de sizin olsun” derler.
Adamcağız böylece, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin dergâhındaki talebelere kısa bir müddet sevgiyle bakmasının mükafatını görür..
#128 - Eylül 18 2008, 11:13:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Osmanlı devlet adamı Râmî Mehmed Paşa


Râmî Mehmed Paşa, Osmanlı sadrâzamlarındandır. 1654’te İstanbul Eyüp’te doğdu.
Terâzici Hasan Ağa adında birinin oğludur. İlk tahsilini Eyüp’te yaptıktan sonra Reîs-ül-Küttaplık Kalemine kâtip olarak girdi.
Bu sırada şiire istidadı sebebiyle Nâbî ve Sâmî gibi devrinin büyük şâirlerinin meclisine devam ederek yükseldi.
İtaatkâr manasına gelen “Râmî” mahlasını aldı. 1686’da Dîvân-ı Hümâyûn Kalemine girdi.
Divan işlerindeki geniş bilgisi ve mahâreti göz önünde bulundurularak, 1690 yılında Beylikçiliğe tâyin olundu.
Yıllarca bu vazîfede bulunduktan sonra, 1696’da Acem Bekr Efendinin yerine Reis-ül-Küttab oldu...


PADİŞAHIN İLTİFATINI KAZANDI

Karlofça Antlaşması için yapılan görüşmelere murahhas olarak katılan Râmî Mehmed Paşa, bu müzâkerelerde gösterdiği başarılarından dolayı, pâdişâhın iltifâtını kazandı.
1703’te Daltaban Mustafa Paşanın yerine sadrâzam oldu. Yedi ay kadar sadârette kalan Râmî Mehmed Paşa, pek çok ıslahat hareketlerinde bulundu.

Harpler dolayısıyla bozulmuş olan mâlî durumu düzeltti, ancak 1703’te İkinci Mustafa Hanın tahttan indirilmesiyle sonuçlanan “Edirne Vakası” ile görevinden alındı.
Önce Kıbrıs (1703) ve arkasından Mısır Vâliliğine getirildi. Bu görevdeyken halkın hoşnutsuzluğu sebebiyle azlolunarak Rodos’a, sürgüne gönderildi...

Râmî Mehmed Paşa, çalışkan, geniş mâlumat sâhibi, mâlî işlerde ehliyetli ve gayretli bir devlet adamıydı.
Arapça ve Farsça bilir, divan edebiyatında seçkin bir üslûp üstâdı olarak tanınırdı.
Bursalı Mehmed Tâhir onun için; “Şiirde Nef’î ve Nâbî derecesinde, en büyük simâlardan olmasına rağmen, lâyık olduğu şöhreti bulamamıştır” demektedir...


PEK ÇOK ESERİ VARDIR

Râmî Mehmed Paşanın başarılı gazellerinin yer aldığı bir Dîvân’ı, Karlofça Sulh Müzâkerelerini bütün teferruâtı ile anlatan “Karlofça Sulhnâmesi” ve 1400 kadar resmî yazının toplandığı Münşeât’ı başlıca eserleridir.

Rodos’ta iken, 1704’te vefatından dört gün evvel şu gazeli söylemiştir:

“Mahv olmadayız za’f ile pirâhenimizden
Çekmez mi dahi destini gam pirâhenimizden
Lâyık mıdır ey gonce-i gülzâr-ı letâfet
Lebrîz-i tebessüm olasın şîvenemizden?
Biz mûrçe-i harmen-i sahrây-ı gilâlız
Pâymal oluruz dürr olıcak meskenimizden
Ârâyiş-i çün verd-i tahammül ola Râmî
Gitmezse ne gam mürg-i elem gülşenimizden...”
#129 - Eylül 18 2008, 11:13:47
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kaptan-ı derya Hayreddin Paşa


Barbaros Hayreddin Paşa, büyük Osmanlı Kaptan-ı deryasıdır.
1466’da bir rivayette de 1483 yılında doğdu. Asıl adı Hızır’dı.
Din ve devlet yolunda yaptığı büyük işlerden dolayı Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından, dine hayrı dokunan manasına gelen “Hayreddin” ismi verildi.
Doğu Akdeniz kıyılarındaki kavimler tarafından “Kızıl sakallı” manasına gelmek üzere “Barbarossa” diye tanınmaktadır...
Hayreddin Paşanın kardeşleri Oruç ve İlyas da denizci idi. Venediklilerin korkulu rüyasıydı.
Preveze’de Haçlıların büyük amirali Andrea Dorya’yı kesin bir yenilgiye uğrattı. Kuzey Afrika’yı fethetti ve Osmanlı Devleti’ne kattı.
Endülüs Müslümanlarının imdadına koştu.


“DENİZİN REİSİ VEFAT ETTİ”

Osmanlı Kaptan-ı Deryalığı’na tayini için Halep’teki Sadrazam ile buluşmaya gitti.
Makbul İbrahim Paşa’ya “Amerika’ya gitmeyi teklif etti”. Fakat kabul ettiremedi. 1544’te İstanbul’a döndü.
İstanbul’da iki sene yaşadıktan sonra 4 Temmuz 1546’da Beşiktaş’taki sahil sarayında vefat etti.
Ölümüne ebced hesabı ile “Mate reis-ül-bahr” (Denizin Reisi vefat etti. H. 953) tarihi düşürülmüştür...
Hayatı denizlerde geçen Barbaros Hayreddin Paşa, dinine bağlı, kâmil bir Müslümandı.
Rumca, İtalyanca, Arapça, Rusça, İspanyolca gibi dilleri çok iyi konuşurdu. Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi.
Serveti ile, İstanbul’un muhtelif semtlerinde hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırarak, gelirlerini hayır kurumlarına ve kurduğu medresede kalan öğrenci ve muallimlerin masraflarına tahsis etti.
Vasiyetine göre 30 büyük harp gemisini ve en seçkin 800 esirini Kanuni Sultan Süleyman’a, servetinin bir kısmını Beşiktaş’taki cami, türbe ve başka hayrâtının bakım ve vakıflarına ayırmış, bir kısmını akrabalarına paylaştırmıştır...



“BEN DENİZDE OLSAM...”
Son anlarında, ölüm döşeğinde bile gözü denizlerde idi.
Havayı kontrol ediyor, “Ben denizde olsam yelkenleri indirirdim” gibi şeyler söylüyordu. Nihayet, vasiyet etti:
“Öldüğüm zaman beni deniz sesi işitecek bir yere defnediniz...”
Nitekim öyle oldu, Beşiktaş’taki türbesinde sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir...
#130 - Eylül 18 2008, 11:14:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bahri Dede ve Zigetvar’ın fethi


Avusturya arşidükü Maksimilyan, İstanbul Antlaşması’nı bozmuş, vergisini ödememiş üstelik de Erdel’e girmişti.
Bunun üzerine, Kanuni Sultan Süleyman Han hasta olmasına rağmen savaşa karar vermişti...
Hedef Viyana idi ancak önce Zigetvar fethedilmeliydi...
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Zigetvar Seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer için duâ etti...
Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede’den de duâ istemişti.
Ayrıca kendisine, fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin altın gönderdi...


“SAVAŞA BEN DE KATILACAĞIM”
Bahri Dede Kânûnî Sultan Süleymân Hanın gönderdiği hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katılacağını haber verdi...

Nihayet ordunun hareket günü gelmişti. Bahri Dede de “Ordu-yi hümayun”la yola çıktı.
Böyle evliyâ bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu...
Zigetvar Kalesi kuşatılıp peş peşe iki taarruz yapılmasına rağmen kale fethedilemedi.
Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti...
Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı.
Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu sebeple büyük bir azim içinde idiler...


KALE FETHEDİLMİŞTİ; ANCAK!..

Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara yerleştirip fitilini ateşledi.
O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükbaşısı şehit düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir gedik açtı.
Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı...
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu seferde hastalanıp vefât etmişti. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, askerin moralinin bozulmaması için padişahın ölümünü askerden gizledi.
Ordu Bursa’ya döndükten sonra, Bahri Dede, sultanın kendine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp iâde etti. Kısa bir müddet sonra da vefât etti.
#131 - Eylül 18 2008, 11:14:28
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sultan Alâ’eddin Keykubad’ın rüyası


Bağdad halifesi, Şeyh Şehabeddin Sühreverdi hazretlerini elçilikle Selçuklu Sultanı Alâ’eddin Keykubad’a göndermişti.
Konya’ya ulaştığı sırada Sultan, Gavale kalesine gitmişti. Sultan’ül-Ulema Bahâeddin Veled hazretlerini de birlikte götürmüştü.
Sultan, Sühreverdi’yi de kaleye getirmelerini emretti.
Halifenin elçiliğini ifa ettikten sonra şeyhe, Bahâeddin Veled hazretleri son derece izaz ve ikramda bulundu. Ç
ünkü Sühreverdi de Bağdat’ta Bahâeddin Veled hazretlerine hadsiz hesapsız hizmetlerde bulunmuştu. Bahâeddin Veled hazretleri:
“Sühreverdiler hem Ebubekir’e mensuplar, hem de bizim yakın akrabalarımızdandılar” buyurdu...


ŞAŞKIN BİR HÂLDE UYANDI!..
O gece Sultan Alâ’eddin acayip bir rüya gördü. Şaşkın bir vaziyette uyandı.
Rüyasını Bahâeddin Veled hazretlerine ve Şeyh Sühreverdi’ye anlattı:
“Rüyamda başımın altından, göğsümün ham gümüşten, göbeğimden aşağısının tamamiyle tunçtan, her iki kalçamın kurşun, iki ayağımın da kalaydan olduğunu gördüm...”
Bütün rüya tabircileri, bu rüyanın yüceliğinden hayrette kaldılar.
Şeyh Şehabeddin hazretleri, derhal bu rüyanın tâbirini Bahâeddin Veled hazretlerine havale etti ve hiçbir şey söylemedi. Sultan-ül-Ulemâ, rüyayı şöyle yorumladı:
“Sultanım, sen dünyada oldukça insanlar rahat, temiz yaşayacaklar ve altın gibi kıymetli olacaklar.
Oğlunun zamanı, senin zamanına nispetle gümüş derecesine, oğlunun oğlu zamanında ise tunç mertebesine düşecekler, alçak ve haris insanlar başa geçecekler.
Saltanat üçüncü batna (nesle) geldiği vakit, her taraf karışacak, halk arasında dürüstlük, vefa ve şefkat kalmayacak.
Dördüncü ve beşinci batna eriştiği vakit, Diyâr-ı rûm (Anadolu) tamamiyle harap olacak.
Selçuk ailesi zevale uğrayacak, Moğol istilâsı bütün dünyayı harabeye çevirecek...”


SULTAN DA AĞLIYORDU...
Bunun üzerine Selçuklu Sultanı ve orada bulunanlar ağlayıp sızlamaya başladılar.
O gün Selçuklu Sultanı, Bahâeddin Veled ve şeyh Sühreverdi hazretlerine kıymetli hediyeler verdi.
Diğer âlimler ve fakihlere de bahşişlerde bulundu ve onların da dua etmelerini istedi.
Hakikaten bu rüya, tabir ettikleri gibi çıktı. Sultanı Alâ’eddin Keykubad kısa bir zaman sonra vefat etti ve memleket karışıklıklar içinde kaldı.
Sonra da Moğollar Anadolu’yu istila ederek büyük bir kaos başladı..
#132 - Eylül 18 2008, 11:14:49
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hazreti Davud’un cennet arkadaşı


Davud aleyhisselam bir gün, Allahü tealadan Cennet arkadaşının kim olduğunu sual etti.
Allahü teala da ona Yunus aleyhisselamın babası Metta’nın kendisine Cennette arkadaş olacağını bildirdi.
Hazreti Davud, bunu öğrenince hemen oğlu Süleyman’la (aleyhimesselam) birlikte Metta’nın yaşadığı bölgeye gittiler.


ONLARI EVİNE GÖTÜRDÜ...
Oradakilere “Metta nerededir?” diye sorunca onun odun pazarında olduğunu öğrendiler. Oraya gidip biraz beklediler.
Çok geçmeden Metta, başı üzerinde bir miktar odunla geldi. Allah’a hamd ettikten sonra şöyle dedi:
-Kim helal parayla helal odun almak ister?
Orada bulunanlardan biri onun odunlarını aldı. Bu sırada Hazreti Davud ve oğlu Süleyman selam verip, hal ve hatırını sordular.
Metta, onları evine götürdü. Odun parasıyla bir miktar buğday aldı.
Sonra onu un yapıp hamur etti ve pişirmek için bir ateş yaktı ve hamuru ateşin üzerine bıraktı. Ekmek pişinceye kadar onlarla konuşmaya başladı.
Sonra pişen ekmekten bir miktarını bir tahta tabağa bırakarak üzerine biraz tuz serpti ve bir kap içine de su doldurarak misafirlerine ikram etti.
Kendisi de diz çökerek getirilen ekmeği yemekle meşgul oldular...
Metta “Bismillah” diyerek ağzına bir lokma aldı; onu yuttuktan sonra “elhamdülillah” dedi. Sonraki lokmalarda da bu zikirleri tekrarladı. Sonra yine “Bismillah” diyerek biraz su içti; suyu yere bırakmak istediğinde ise Allah’a hamd etti. Daha sonra şöyle dedi:

ŞÜKREDEN BİR KUL...
“İlahî! Bana bağış ve ihsanda bulunduğun kadar kime bağış ve ihsanda bulunmuşsun?
Bana gören göz, duyan kulak ve sağlam bir beden vermişsin ve beni güçlü kılmışsın; öyle ki hiç dikmediğim ve korumasında hiçbir zahmet çekmediğim bir ağacın yanına gidebildim.
O ağacı benim için bir rızık vesilesi kılmışsın ve bir kimseyi gönderdin de onu benden aldı ve onun parasıyla ekmediğim bir buğdayı aldım ve ateşi bana ram ettin,
onunla ekmek pişirdim, ibadet ve itaatinde güçlü olmam için rağbetle onu yedim. Allah’ım, sana hamd olsun...”
Metta, bu sözleri söyledikten sonra ağladı. Bu esnada Davud aleyhisselam, oğlu hazreti Süleyman’a;
-Oğlum! Kalk gidelim. Ben kesinlikle bu zat gibi Allah’a şükreden bir kul görmedim, dedi. Metta bu ziyaretten kısa bir zaman sonra vefat etti...
#133 - Eylül 18 2008, 11:15:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Ali bin Heytî’ye cevap veren ölü


Ali bin Heytî hazretleri, Irak evliyâsındandır. Doğum târihi belli değildir.
Irak’ın Heyt beldesinde doğdu. 1168 (H.564) senesinde Rezirân’da vefât ettiğinde yüz yaşını geçmişti...
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Ali bin Heytî, Allahü teâlânın ihsânlarına kavuştu.
Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebesidir. Abdülkâdir-i Geylânî’ye çok hürmet ve saygı gösterirdi...
Ali bin Heytî bir gün, Irak’ın Nehr-ül-mülk beldesinin bir köyüne gidip sâhibini hiç tanımadığı bir evin kapısını çaldı.
Misâfir kabûl edilmesini ricâ etti. Ev sâhibi de tanımadığı bu yabancıyı kabûl etti...
Ali bin Heytî hazretleri, misafir olduğu ev sâhibine kapının önünde dolaşmakta olan tavuğu işâret ederek;


“BU TAVUĞU KESİN!“
Bu tavuğu tutun ve benim yanımda kesin!” buyurdu. Ev sâhibi îtirâz etmeyip, tavuğu kesti. Bu sefer misâfir;
“Tavuğun karnını yarınız!” deyince, ev sâhibi yine;
“Peki” deyip karnını yardı. Bir de ne görsün! Altın boncuklardan yapılmış bir gerdanlık...
Meğer, ev sâhibi, kız kardeşine altın boncuklardan bir gerdanlık hediye etmiş, kız kardeşi de gerdanlığı iki gün önce kaybetmiş.
Kızın beyi de;
“Bu gerdanlığı bul, yoksa seni öldürürüm!” demiş.
Gerdanlık bulunmayınca, o gece öldürmek üzere kararını verdiğinden, herkes üzüntü içinde bekliyorlarmış.
Gerdanlık bulununca, kadının suçsuz olduğu anlaşıldı. Ali bin Heytî hazretleri, Rezîrân’dan kalkıp buraya kadar gelmesinin sebebini izâh edip;
“Kız kardeşinin temizliği, beyinin kötü niyetini ve Rabbimden, bu durumu açıklamak ve sizi helâk olmaktan kurtarmak için izin isteyerek geldim” buyurdu...


“SENİ KİM ÖLDÜRDÜ?”

Bir başka gün, Ali bin Heytî hazretleri bir yere gidiyordu. Yol üzerinde ellerinde kılıç olan iki topluluk gördü.
Ortada bir ölü vardı. Her iki grup da birbirlerini, bu kimseyi öldürmekle suçluyorlardı.
Ali bin Heytî hâdise yerine gelip, öldürülen şahsın yanına oturdu. Elini alnına koyup;
“Ey Allahü teâlânın kulu! Seni kim öldürdü?” diye sordu.
Bu söz üzerine ölü, Allahü teâlânın izni ile gözlerini açıp, Ali bin Heytî’yi başucunda görünce kalkıp dizüstü oturdu.
Gözlerini kavga yapanların üzerinde gezdirip;
“Beni öldüren kimse filancadır” diyerek ismini ve babasının ismini söyledi, tekrar yere uzandı.
Böylece büyük bir hadise önlenmiş oldu...
#134 - Eylül 18 2008, 11:15:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hayber şehidi Amr bin Ekvâ


Amr bin Ekvâ (radıyallahü anh) Eshab-ı kiramdandır. Kardeşi Seleme bin Ekvâ (radıyallahü anh) Biat-ı Rıdvan’a katılanlardandı.
Hatta o mübarek sahabe, biat etmeden önce; Kelime-i şehadeti getirmesinden itibaren o biatı hakkıyla yerine getirmiştir. Kendisi şöyle der:
“Resulullah’la (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte yedi, Zeyd İbni Harise’yle birlikte dokuz savaşa katıldım...”


TEK BAŞINA BİR ORDU!..
Seleme (radıyallahü anh) kendisi piyade, ok ve mızrak atarak savaşanların en ustalarındandı.
Onun usûlü, bugün izlenen “gerilla” savaşlarından bazılarının usûlüne benzerdi. Düşmanı kendisine saldırdığında onun önünde geri çekilirdi.
Düşman geri çekildiğinde veya dinlenmek üzere durduğunda süratle ona saldırırdı!
O bu usulle, Zukared Savaşı diye bilinen savaşta, Uyeyne İbni Hısn el Fizari komutasında Medine tepelerine baskında bulunan kuvvetleri tek başına püskürtmeyi başarmıştı.
Tek başına onların peşine düşüp devamlı dövüşerek onları oyaladı. Nihayet Resulullah efendimiz sahabelerden müteşekkil bir güçle ona yetişmişti.
O gün Resulullah efendimiz eshabına şöyle buyurmuştu:
“Piyadelerimizin en hayırlısı Seleme ibni Ekvâ’dır!”
Hazreti Seleme üzüntü ve kaygıyı ancak kardeşi Amr ibni Ekvâ’nın Hayber Savaşında vefatında tanımıştı.
Amr, Müslüman ordusunun önünde şu şiiri söylüyordu:
“Allah’ım sen olmasan hidâyet yolunu bulamaz,
Sadaka vermez, namaz kılmazdık,
Üzerimize bir huzur indir.
Karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sabit kıl.”


“ONUN İÇİN İKİ ECİR VARDIR”
Bu savaşta Amr, kılıcıyla müşriklerden birine vurmaya gitti. Kılıcı elinde bükülüp ucu kendi ölümüne sebep oldu. Eshab-ı kiramdan bir zat şöyle dedi:
- Zavallı Amr şehitlikten mahrum oldu...
O anda hazreti Seleme çok üzüldü. Çünkü o da kendisini hata ile öldürmüş olan kardeşinin cihad ecrinden ve şehitlik sevabından mahrum olduğunu zannetti. Peygamber efendimiz hızla işleri yoluna koyunca, hazreti Seleme Resulullah efendimize gitti ve şöyle sordu:
- Ey Allah’ın Resulü! Amr’ın amelinin boşa gittiği doğru mu?
Resulullah efendimiz şöyle cevap buyurdular:
- O, cihad ederken öldürülmüştür. Onun için iki ecir vardır. Şu anda o, Cennet’in nehirlerinde yüzüyor!
#135 - Eylül 18 2008, 11:16:01
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bizans imparatorunu hayran bırakan iman

Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî ve seksen kadar arkadaşı Bizanslılara esir düşmüştür... Onlara bizzat imparator tarafından dinlerinden dönmesi için çok baskı yapılır. Bilhassa Abdullah bin Huzâfe’ye... Ancak o, böyle bir dönekliği kesinlikle reddeder. Tâgiye (imparator), İslâm dininden dönüp Hıristiyanlığı kabul etmezse kazanda yakacağını söyler. O yine dönmeye yanaşmaz...

KIZGIN YAĞ DOLU KAZAN!..
İmparator emreder. Bir kazanın içine zeytinyağı doldurulur. Altı yakılır ve diğer esir Müslümanlardan birisi getirilir. Dönme teklifi yapılır. O mücahid onlara gülerek;
“Şimdi, şehidlere vaat edilen Cennet köşklerini görüyorum. Keşke daha çok canım olsaydı da, daha çok köşklere kavuşsaydım” der ve hemen kaynayan kazana atılır.
Hazreti Abdullah’a da aynı teklif yapılır. O da “Hayır” deyince kazana atılması emredilir. Götürülürken hıçkırıklarını tutamaz, ağlar. İmparator onun böyle ağladığını görünce; “Onu getirin” der. Hazreti Abdullah imparatorun önüne getirilince, tarihe geçen şu sözleri söyler:
“Zannetme ki bana revâ gördüğüne ağlıyorum. Hayır. Lâkin şu anda benim Allah yolunda feda olacak ancak bir tek canım var. Ne kadar isterdim saçlarımın sayısınca ruhum olsaydı da hepsine musallat olsaydın ve ben de hepsini seve seve Allah için feda etseydim!..”
İmparator; bu iman karşısında âdeta küçük dilini yutar. Görüp duyduklarından çok etkilenir ve bir bahaneyle onu hürriyetine kavuşturmak ister:
“-Benim başımı öp. Seni serbest bırakacağım.”
“-Hayır”
“-Dininden dön. Seni kızımla evlendirip mülkümde ortak yapacağım.”
“-Hayır... Hayır...”
“-Başımı öp, seninle beraber seksen esir Müslümanı serbest bırakayım.”
“-İşte şimdi oldu” diyerek imparatorun başını öper ve seksen arkadaşıyla beraber Medine’ye dönerler...

“HEPİMİZ BU BAŞI ÖPELİM!”
Halife Hazreti Ömer, Abdullah bin Huzâfe’nin seksen Müslümanın hürriyeti için katlandığı fedakârlığı duymuştur. Onlar Medine’ye ayak basar basmaz hemen Eshab-ı kiramın ileri gelenlerini toplar. Gelen nurlu ve çilekeş kafileyi karşılayıp, bağırlarına basarlar. Hazreti Ömer, arkadaşlarına şöyle der:
“-Herkes Abdullah’ın başını öpsün!”
Başta kendisi olmak üzere, bütün Müslümanlar o mübarek başı tek tek öperler...
Abdullah bin Huzafe, Hazreti Osman devrinde Mısır’da vefat etti..
#136 - Eylül 18 2008, 11:17:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Budin Beylerbeyi İbrâhîm Paşa

Avusturya İmparatorluğu hakimiyetinde bulunan Macar beylerinden Tökeli İmre 1673 yılında ayaklandı, sonra Osmanlı Cihan Devleti’ne sığındı. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Budin Beylerbeyi Uzun İbrâhîm Paşa’yı, Serdar (başkomutan) atayarak, Tökeli İmre’yi Orta Macaristan’ın başına geçirmekle görevlendirdi...

PADİŞAHIN RIZASI YOKTU!..
İbrahim Paşa, Orta Macaristan’ın başkenti Kaşav’ı alarak, 1682’de Tökeli İmre’yi başa geçirdi. Bu durum İmparator Leopold’u telâşa düşürdü, barışı yenilemek için elçi gönderdi. Fakat Kara Mustafa Paşa, Avusturya’ya karşı açacağı seferle, sadâretini Fâzıl Ahmed Paşa’dan üstün bir zaferle süslemek istiyordu. lV. Mehmed Hanı, Avusturya ile harbe teşvik ve râzı etti. Padişah, Sancak-ı Şerifi vererek onu, Yanıkkale’yi (Raab) zaptetmek için Serdar tâyin etmişti.
27 Haziranda (1683) Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Dîvân-ı Harbi topladı. Viyana’yı alıp orada Almanya’ya sulh şartlarını dikte edeceğini bildirdi. Vezirler şaşırdılar. Vezir İbrahim Paşa, Pâdişâh irâdesinin bu yıl Yanıkkale ve Komaran’ın alınması ve akıncılarla Orta Avrupa’ya gözdağı verilmesi olduğunu, belki gelecek yıl Viyana’ya gidilebileceğini söyledi. Fakat, Kara Mustafa Paşa, Viyana üzerine yürüyüp 14 Temmuz 1683’te kuşattı.
Bunu öğrenen Pâdişâh “Kasdımız Yanık ve Komaran kaleleri idi; Beç (Viyana) kalesi dilde yoktu; paşa ne acîb saygısızlık edib bu sevdaya düşmüş. Hoş imdi Hak teâlâ asan (kolay) getüre; lâkin mukaddem (önceden) bildireydi rıza vermezdim” demişti.

“DEVLETİN SELAMETİ İÇİN...”
İkinci Viyana Muhasarası başlamak üzere... Harp divanında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın fikrine yalnız bir tek vezir itiraz etti. Bu vezir, İbrahim Paşa idi. Muhasara bozgun ile neticelenince Merzifonlu mağlubiyetten onu mes’ul tutarak idam ettirdi. Cellada teslim edilen Uzun İbrâhîm Paşanın son sözleri şunlar oldu:
“Padişah-ı cihandan rica ederim. Kara Mustafa Paşa sözü dinlenir ve müdebbir bir vezirdir. Vakıa o bana garez ediyor ve canıma kıyıyor, lakin devletin selameti için, padişah-ı cihan ne olur ona kıymasın. Bunu böylece bildirin, bildirmezseniz mahşerde iki elim on parmağım yakanızdadır...”
#137 - Eylül 18 2008, 11:17:47
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hadîs ve fıkıh âlimi Meymûn bin Mihrân

Meymûn bin Mihrân hazretleri, Tâbiînin büyüklerindendir. Hadîs ve fıkıh ilminde büyük âlim idi. Kûfe’de yetişti. Sonra Rakka’ya yerleşti. 657 (H.37)’de doğdu. 734 (H. 116)’de Cezire’de vefât etti. Halife Ömer bin Abdülaziz tarafından kâdı ve vâli olarak Cezire’ye tâyin edildi. Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki:
“Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân ve onun emsâli olan büyük âlimler, aradan gider (vefât ederlerse), halk kumandandan mahrum kalan askere döner.”
Bu mübarek zat, Hasan-ı Basrî hazretlerinin dostlarından idi. İlerlemiş yaşlarında bir gün, oğlu Amr ile Basra sokaklarında dolaşmaya çıktı. Baba oğul dolaşırken, yüksekçe bir yere gelirler ki, Meymun bin Mihran burayı aşacak gibi değildir. Amr babasını sırtına alarak, bu engeli aşarlar...

“KİM BU İHTİYAR?”
Derken Hasan-ı Basrî’nin evine vardılar. Amr kapıyı çaldı, kapıyı bir cariye açtı ve Amr’a hitaben:
“Kim bu ihtiyar” dedi.
“Bu ihtiyar benim babamdır.”
Bu sefer cariye Meymun’a dönerek şöyle sordu:
“Seni bu kötü zamana bırakan sebep nedir?”
Cariyeden bu sözleri işiten Meymun ağlamaya başlar. Ağlama sesini içeriden duyan Hasan-ı Basrî kapıya çıkar. Karşısında Meymun bin Mihran’ı görünce sevinir ve hasretle kucaklaşırlar. Sonra hep birlikte evin içine girerler. Meymun bin Mihran;
“Ey Hasan! Kalbimde katılık hissediyorum, bana yardım et de kalbim yumuşasın” der.
Hasan-ı Basrî hazretleri bunun üzerine şu âyet-i kerimeleri okur:
“Gördün mü? Onları senelerce faidelendirmiş olsak... Sonra onlara tehdit edilmiş oldukları şey gelecek olsa... O faidelenmiş oldukları şey, onları neden kurtarabilir?” (26/205, 206, 207)
Ayet-i kerimeyi dinleyen Meymun bin Mihran bayılıp düştü. Ayılınca cariye odaya girdi ve orada bulunanlara şöyle dedi:
“İhtiyar çok yoruldu, artık dağılsanız iyi olur.”

“BENİ İYİ DİNLE OĞLUM!”
Ev sahibinden izin alarak Meymun oğlu ile birlikte evden ayrılır. Amr babasına der ki:
“Ey babacığım! Ben Hasan-ı Basrî’yi gördüğümden daha büyük bir zat olarak biliyordum.”
Meymun oğlunun göğsüne bir yumruk vurarak şöyle dedi:
“Beni iyi dinle oğlum! Hasan-ı Basrî bize öyle bir âyet okudu ki; eğer o âyet-i kerimeleri kalbinle dinlemiş olsaydın, kalbinde hiçbir hastalık kalmazdı.”
Meğer bunlar onun son sözleriymiş. Bunları söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti...
#138 - Eylül 18 2008, 11:18:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tövbeye sebep olan Basra güzeli


Yakışıklı bir yiğit olan Hasan-ı Basrî, bir gün sokakta giderken çok güzel bir kadına rastlar. Onu rahatsız edecek şekilde bakınca kadın şöyle der:
- Utanmaz mısın ey delikanlı?
- Kimden utanayım?
- Şol Zât-ı Ecelli Âlâ’dan ki, gözlerin habasetini ve sadırda olan ahvali bilicidir.


KADINI TAKİP EDER...
Bunu duyunca Hasan-ı Basrî’nin kalbine bir miktar korku ve pişmanlık gelerek durur ise de, yine de gayrî ihtiyarî, kadını takib eder ve;
- Ey Basra’nın en güzel kadını!.. Senin o ahu gözlerin benim kalbimi yağmalayıp aşk deryasına garketti. Eğer bana vaslın şifası ile derman eylemezsen helakim yakındır, der.
Kadın da;
-Ey yiğit, öyle ise biraz sabret. Senin nefsinin nevasına şifa olacak bir ilaç yapayım, diyerek evine girer. Fakat kadın da Hasan-ı Basrî’ye sevdalanmıştır...
Bir müddet sonra kapı açılır ve bir cariye elinde, üzeri örtülü bir tabak getirip, Hasan-i Basrî’ye verir ve;
- Ey yiğit! Hanımım, “Bir genci, fitne ve dalalete düçar eden gözler bana lâzım değildir” diyerek size gönderdi, der.
Hasan-ı Basrî bakar ki, hakikaten kadın gözlerini çıkarıp göndermiş. Bu hali görünce o derece pişman olur ki tarifi mümkün değil. Hemen oradan kalkıp evine gider. Sabaha kadar ağlayıp tövbe istiğfar eder.
Sabahleyin, kadından özür dilemek üzere, evine gitmeyi düşünür. Kapısına yaklaştığı zaman, birçok kimse, kadının kapısı önünde toplanmış, içeriden de feryad-u figan sesleri geliyor. Sebebini sorunca “Saliha bir kadındı, bu gece vefat etti” cevabını alır ve ağlayarak geri döner. Üç gün üç gece yiyip içmeden devamlı olarak ağlar. Tövbe ve istiğfar ederek yalvarır. Ama ne tövbe!.. Onu “Hasan-ı Basrî hazretleri” yapan bir tövbe...


“EY HASAN! SENİ AFFETTİM!”
O gece rüyasında o kadını görür ki, cennette yüksek bir köşkte oturmaktadır. Hemen kadından af ve özür diler. Kadın;
- Ey Hasan! Seni affettim, bana o keremi ve lütfu çok olan padişah, senin yüzünden, o kadar ihsan ve rahmet eyledi ki, anlatmak mümkün değildir, der. Hasan-ı Basrî Hazretleri de çok sevinerek;
- Ey hatun! Bana bir nasihat eyle de istifade edeyim, deyince kadın;
- Ya Hasan, tenha olduğun zamanda boş durma ve daima Cenab-ı Hakkı zikreyle, der.
Hasan-ı Basrî hazretleri uyanınca çok sevinir ve “ömrümün sonuna kadar, o kadının nasihatini terk etmedim” buyurur...
#139 - Eylül 18 2008, 11:18:30
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hz. Ebu Ma’lek’in kabul olan duası


Eshab-ı kiramın büyüklerinden Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) anlatıyor: Ebu Ma’lek (radıyallahü anh) diye bir zat vardı. Tüccarlık yapar; ticaret için uzak bölgelere giderdi.
Yine bir gün ticaret için yola çıkmıştı. Önüne, tepeden tırnağa kadar silahlı bir eşkıya çıktı ve;
“Mallarını alıp seni de öldüreceğim” dedi. Ebu Ma’lek de;
“İşte malım, al senin olsun, beni bırak” dedi. Eşkıya;
“Benim âdetim bu. Hem mal hem can” dedi. Ebu Ma’lek;
“Madem öyle, müsaade et de namaz kılayım” dedi. Eşkıya;
“İstediğin kadar kıl” dedi...

MEÇHUL BİR ATLI BELİRDİ!
Ebu Ma’lek, abdest aldı, sonra namaz kıldı; namazdan sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti:
“Yâ Vedûd! Yâ Vedûd! Yâ Ze’l-arşi’l-mecîd! Yâ Mübdî, Yâ Mu’îd! Yâ Fe’âlün limâ yürîd! Eselüke bi-nûri vechike’llezî mele’e erkâne arşike ve es’elüke bi-kudretike’lletî kadderte bihâ halkake ve bi rahmetike’lletî vesiat külle şeyin. Lâ ilâhe illa ente. Ya Muğîs, eğisnî! Ya muğîs, eğisnî! Ya muğîs, eğisnî!..”
Bu duasını üç defa tekrarladı. O esnada bir atlı belirdi. Elindeki mızrağı atının iki kulağı arasına yerleştirmiş bir şekilde süratle eşkıyaya doğru yöneldi. Atlı, elindeki mızrağı eşkıyaya öyle bir vurdu ki, anında can verdi. Atlı Ebu Ma’lek’e dönerek;
“Kalk” dedi. Ebu Ma’lek;
“Anam babam sana feda olsun, sen kimsin?” diye sordu. Atlı;
“Ben dördüncü kat gökte bulunan bir meleğim. Sen ilk dua ettiğin zaman göğün kapılarının gıcırdayıp ses verdiğini işittim. İkinci defa dua yapınca gökte bulunan meleklerin feryadını işittim. Sonra üçüncü defa dua edince, bana ‘Bu, sıkıntı içindeki bir kulun duasıdır’ dendi. Ben Allahü tealadan, dua edene yardım ve zalimi öldürmek için izin istedim. İzin verildi ve sana yardıma geldim” dedi.


DOĞRUCA RESULULLAHA GİTTİ
Bu hadiseden sonra Ebu Ma’lek (radıyallahü anh) Medine’ye döndü. Doğruca Kâinatın Efendisinin huzuruna geldi ve başından geçen hadiseyi anlattı. Resulullah efendimiz şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki, Allahü teala sana esma-i hüsnayı ilham etmiş. O isimlerle Allahü tealaya dua edilirse, istenen verilir.”
Enes bin Malik buyurdu ki: “Kim bir abdest alır, dört rekat namaz kılar ve bu dua ile Allahü tealadan bir şey isterse, sıkıntı içinde olsun olmasın, duası kabul edilir.”
#140 - Eylül 18 2008, 11:18:53
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Ali Müzeyyen’i kurtaran yılan!..


Ali Müzeyyen, meşhûr velîlerdendir. Bağdât’ta doğdu. Sonra Mekke-i mükerremeye yerleşti ve 939 (H.328)’de orada vefât etti.
Zamanında yaşayan evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî, Sehl bin Abdullah ve diğer tasavvuf ehli büyük âlimlerle görüşüp sohbet etti.
Tasavvufta yüksek haller sâhibi idi. Bu mübarek zat, bizzat kendi başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:


ANİDEN KUYUYA DÜŞTÜ!..

“Tebük Çölünde idim. Su almak için bir kuyuya gittim. Kuyunun başında iken ayağım kayıp içine düştüm.
Kuyunun içinde geniş bir yer gördüm. Orada bir yeri düzeltip oturdum. Kendi kendime şöyle düşündüm:
‘Eğer Allah indinde makbûl bir kul isem, bende bir şey varsa, burada, ölüp kalmam. Suyun bozulup, insanlar için faydasız hâle gelmesine sebeb olmam...’
Bu düşüncelerden sonra heyecânım gitti, sâkinleştim, kalbim rahatladı. Tefekkür ederek otururken birdenbire bir hışırtı işittim. Merak edip etrafıma bakınırken kocaman bir yılanın yukarıdan aşağıya doğru indiğini gördüm.
Hâlime bakıp, kendimi kontrol ettim sâkindim, telâşım yoktu. Yılan kuyuya indi ve etrâfımda dolaştıktan sonra kuyruğunu sıkıca vücûduma sardı.
Sonra beni çekerek kuyudan çıkardı ve birdenbire gözden kayboldu. Nereye gittiğini göremedim.
Sanki yer yarıldı yere girdi veya gökyüzüne uçup gitti!”
Câfer Huldî şöyle anlatmıştır:
“Ali Müzeyyen’i dâvet ettim. Sohbet sırasında bana faydalanacağım bir şey söyle dedim. Buyurdu ki:
Bir şeyin kaybolduğu zaman yâhut da bir kimseyle buluşmak istediğin zaman şu duâyı oku: (Yâ câmiannâsî liyevmin lâ raybe fîhi. İnnellahe lâ yuhlif-ül-mîâd. İcmâ’ beynî ve beyne .....)
Duânın sonuna istediğin şeyin adını ilâve et. Allahü teâlâ aradığın şeyi veya insanı bulmanı nasîb eder.
Ben bu duâyı okuyup ne istedimse duâm kabûl olundu.”


“BULURSA CAN AZIĞI...”
Kendisi şöyle anlatmıştır:
“Mekke’de idim. İçime bir yolculuğa çıkmak arzusu düştü. Yola çıktım. Birr-i Meymun denilen yere vardığımda, ölmek üzere olan birini gördüm.
Yaklaşıp; “Lâ ilâhe illallah de!” dedim. Gözünü açıp şu beyti okudu:
“Bulursa cân azığı gönlüm muhabbet gibi doludur
Âşıkların ölümü muhabbet borcunun üzerine olur...”
Sonra vefât etti. Lâzım olan hazırlıkları yapıp namazını kıldırıp defnettim.
Bu hâdiseden sonra içimden yolculuk arzusu çıktı; Mekke’ye geri döndüm.”
#141 - Eylül 18 2008, 11:19:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bir Hak âşığı Semnun Muhib


Semnun Muhib hazretleri aslen Basralı olduğu için Basrî, Bağdât’a yerleştiği için Bağdâdî nisbet edildi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin devrinde yaşadı. Ondan sonra 932 (H.320) yılında vefât etti...
Semnun Muhib rahmetullahi aleyh, yaşı ilerlemiş, ömür merdiveninin son basamağına yaklaşmıştı. Bu yaşına kadar başından hiç evlilik geçmemişti. Ömrünün bu son anlarında, sadece sünnete tâbi olmak ve efendimizin sünnetini yerine getirmek için evlenmek istedi. Bu talep üzerine yakınları ona saliha bir hanım bulup evlendirdiler...
Evlendikten sonra her geçen gün Semnun Muhib hazretlerinin, hanımına olan sevgisi çok ziyade artıyordu. Sanki “kara sevda”ya tutulmuştu...


RÜYASINDA KIYAMET KOPMUŞTU!..
Bir gece rüyasında kıyamet kopmuştu. Mahşer halkı toplanıyor, her bir kavme ait olmak üzere sancaklar dikiliyordu. Bir sancak gördü ki, büyüklüğü, güzelliği, nuru anlatılamayacak kadar muhteşemdi. Sordu:
-Bu sancak hangi kavim için dikildi?
-”Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever...” (Maide, 54) âyet-i kerimesine muhatap olanlar için dikildi.
Semnun Muhib bu kavmin arasına girdi. Orada bulunan görevlilerden biri Semnun Muhib’in yanına gelerek, bu topluluğun arasından çıkmasını söyledi ve Semnun Muhib’i oradan çıkardı. Semnun feryadı bastı:
-Beni bu topluluğun dışına niçin çıkardın?
-Bu sancak muhiblerin (âşıkların) sancağıdır, sen onlardan olmadığın için çıkarıldın.
-Ben Mevlâ’ya olan aşkımdan dolayı dünya hayatında “Muhib” diye çağrılırdım. Hak teâlâ hazretleri benim kalbimi biliyor...


“MUHİBLER DEFTERİNDEN SİLDİK!”
Bu konuşmanın ardından gaipten bir nida işitilir:
“Ey Semnun! Sen muhiblerden idin; ancak gönlün bizden başkasına meyledince, ismini muhibler defterinden sildik!”
Semnun Muhib, büyük sıkıntıya düçar olmuştu, kan ter içinde uyandı. Uyanır uyanmaz şöyle dua etti:
“Ya Rabbi! Beni sana ulaştıracak yolun önünde ne gibi bir engel varsa, onu yolumun üzerinden kaldır!”
Bir zaman sonra dışarıda bir bağırtı, bir gürültü duyuldu. Semnun Muhib hazretlerinin hanımı, damdan düşmüş ve vefat etmişti. Yani şehid olmuştu...
#142 - Eylül 18 2008, 11:19:47
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.



Yedi ciltlik kitap ve Hindistan hükümdarı


Sa’dî Şirâzî hazretleri, Bostan kitabında buyuruyor ki:
Hindistan hükümdarlarından biri, okumaya merak saldı. O devrin âlimlerinden birini sarayına davet etti ve;
“Öğrenmem icabeden ilimleri kitab halinde yaz, onu okuyayım” dedi.
O âlim de yedi cild tutan kitap yazdı. Fakat bu sırada hükümdar harbe gitmek için hazırlık yapıyordu. Dedi ki:
“Benim cildler dolusu kitap okuyacak zamanım yok. Bütün lüzumlu bilgileri küçük bir kitapta topla!”
Âlim zat, bu bilgileri tek kitapta topladı. Bu kitapta lüzumlu ilmihal bilgileri ve nasihatler vardı. Mesela:


“HEP GAFLETTE BULUNANLAR”

“Allahü teâlânın azâbına müstahak olanlar, her an gaflette bulunanlardır.
Bunlar, başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler.
Her zaman uyanık olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar.
Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar. Dolayısı ile bu kimseler cezâya müstahak değildir.”
“İnsana, âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır:
Birinci olarak, îtikâd ve amel. Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip tatbik etmek lâzımdır. Bu ilim yolcuya yön verir, idâre eder.
İkinci olarak, bir zikir lâzımdır. Bu, yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve zikir yardımı ile yalnızlık çekmez.
Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve şüphelilerden sakınması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu uygun olmayan düşünce ve başka şeylerin kendisini meşgûl etmemesine sebeb olur.
Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu gideceği yere kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur...”


“ARTIK VAKİT ÇOK GEÇTİR!”
Hindistan hükümdarı o harbi kazandı, fakat başka bir harbe gitti. Hasılı, işlerinin çokluğundan, o kitabı bile okumaya vakti olmadı.
Nihayet hastalanıp yatağa düştü. Artık son nefesini vermek üzereydi. O âlim zat hükümdarı ziyarete gitti. Dedi ki:
“Efendim, isteğiniz üzerine cildler dolusu kitap yazdım. Sonra onları hülasa edip bir kitap haline getirdim. Onu da okuyacak zamanınız olmadı. Size bunun da özetini söyleyeyim:
“İnsanoğlu, şu çok kısa hayat içinde, ihtiyacı olan bir şeye ulaşmaya gayret eder ve ona ulaştığında başka bir şeye daha ihtiyacı olduğunu zanneder.
Bunların ise sonu gelmez. Böylece ebedi olan ahiret hayatı için hazırlık yapmaya vakit bulamaz. Bunu anladığı zaman ise artık vakit çok geçtir...”

#143 - Eylül 18 2008, 11:20:37
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Ebü’l-Hasen’e rüyada verilen “İhya” cezası!


Fas’ta zamanın itibârlı âlimlerinden olan Ebü’l-Hasen Mağribî; İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca “Sünnete muhâlif” diye beğenmemiş ve Müslümanların elindeki İhyâ kitaplarının toplanıp yakılmasını emretmişti. Cumâ günü yakılmasını kararlaştırmışlardı...


CAMİDE PARLAYAN NUR!
Ebü’l-Hasan cumâ gecesi rüyâsında ders okuttuğu câmiye girdi. Baktı ki câminin köşesinde parlayan bir nûr; Resûlullâh Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer (radıyallahü anhümâ) ile oturuyorlar. Bu arada İmâm-ı Gazâlî de elinde İhyâ-i Ulûmiddîn, kitabı ile huzura gelerek:
“Yâ Resûlallâh! Şu kimse benim hasmımdır” dedi ve İhyâ kitabını Resûlullâh Efendimize verip;
“Yâ Resûlallâh, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete muhâlif bir şey varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer dîne muvâfıksa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin” dedi.
Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz İhyâ-i Ulûmiddîn kitabını baştan sona göz gezdirdi ve;
“Vallâhi bu çok güzel bir şeydir” buyurduktan sonra Hazreti Ebû Bekir’e verdi. O da baktıktan sonra;
“Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bu kitap güzeldir” buyurdu. Hazreti Ömer’e de verdiler. O da inceleyerek, aynı cevabı verdi. Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz;
“Ebü’l-Hasan’ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun” buyurdu.


HZ. EBU BEKİR’İN ŞEFAATİ...
Beşinci sopadan sonra Hazreti Ebû Bekir şefâat ederek;
“Yâ Resûlallâh böyle yapması yine senin sünnetini tâzîm içindi, af buyur” dedi. Ebü’l-Hasan da hatasını anlayıp tövbe edince; İmâm-ı Gazâlî hazretleri de affetti...
Ebü’l-Hasan uyanınca gördüklerini halka anlatıp tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların vurulduğu yerler sızladı. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi... Vefat edeceği zaman bu hadiseyi yanında bulunanlara anlattı ve o yara izlerini gösterdi. Vefat edince baktıklarında, sırtında hâlâ sopanın izleri vardı...
#144 - Eylül 18 2008, 11:20:59
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hadis İmâmı İbn-i Asâkir


İbn-i Asâkir hazretleri, on ikinci yüzyılda Şam’da yetişen hadis ve fıkıh âlimidir.
1105 (H. 499) senesinde Şam’da doğdu. 1175 (H.571) yılının receb ayında Şam’da vefât etti.
Zamânın sultânı Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin de hazır bulunduğu cenâze namazından sonra Bâbüssagîr Kabristânında defnedildi.


ÜÇ YÜZ ÂLİMDEN DERS ALDI

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan İbn-i Asâkir, üç yüz kadar âlimden ilim tahsil etti.
İlim için seyâhatlere çıktı ve zamânın meşhur âlimlerinden ilim öğrendi...
1138-1175 seneleri arasında aralıksız ders verip, talebe yetiştirdi. Bu sırada eserlerini tasnîf ve telif etti.
Ders okutması o kadar meşhur oldu ki, ondan ilim öğrenmek için pekçok kimse uzak yerlerden geldiler. Sultanlar dahi ilim meclisine gelerek, sohbetlerini dinlediler.
Yetiştirdiği talebelerden bâzıları şunlardır: Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, Ebû Sa’d Sem’ânî, oğlu Kâsım Nâsırüssünne, Ebû Câfer Kurtûbî, Zeynülemnâ Ebü’l-Berekât...
İbn-i Asâkir hazretleri, fıkıh, hadis, kırâat, hilaf ve nahiv gibi birçok ilimde söz sâhibiydi. Fakat hadis ilmindeki üstünlüğü diğer ilimlere göre daha fazla idi. Hadîs ilminde “İmâm” idi.
İbn-i Asâkir hazretleri, Şam’daki Tekviyye Medresesine Hadis Müderrisi olarak tayin edilmişti Derslerini bitirdikten sonra medresenin bitişiğindeki Dımeşk Camiindeki küçük bir odaya girer, orada yalnız başına ibadet eder ve kitap telif ederdi.
Sadece abdest almak için dışarı çıkardı. Halim selim olduğu için, onun derslerine devam edenler hiç usanmaz, ondan çok istifade ederlerdi...


“GENÇLİĞİME MERHAMET EYLESİN!”

İbn-i Asâkir hazretleri, bir gün öğle namazını kıldıktan sonra ikindi vaktini sordu. Kendisine, ikindi namazına daha çok vakit var, denildi.
O zaman su istedi ve abdest aldı. Namazdaki gibi oturup;
“Rab olarak Allahü teâlâdan, din olarak İslam’dan, Peygamber olarak da Muhammed’den (sallallahü aleyhi ve sellem) razıyım. Allahü teâlâ bana hüccetini telkin etsin. Sürçmemi gidersin. Gençliğime merhamet eylesin” dedikten sonra “Ve aleyküm selam” dedi.
Yanında bulunanlar, bundan, meleklerin geldiğini anladılar. Dikkat ettiklerinde, ruhunu teslim etmiş olduğunu gördüler...
#145 - Eylül 18 2008, 11:21:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Şâfiî fıkıh âlimi Hüseyin bin Ahmed


Haleb’de dünyâya gelen Hüseyin bin Ahmed el-Musulî hazretleri, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîl etti.
Zamânındaki âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Musul’a gelip orada yerleşti.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek bir âlim ve tasavvuf yolunda olgun bir velî oldu.
Bilhassa Şâfiî fıkhında âlim idi. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
Onların dünyâ ve âhirette saâdet ve mutluluğa kavuşmaları için gayret etti...
Bu mübarek zatın, pek çok kerâmeti görüldü.
Ömrünün sonuna doğru hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti ve 1506 (H.912) senesinde orada vefât etti...


“ÖMRÜMÜN SONUNA GELDİM!”

İbn-i Hanbelî onun vefâtından sonra gördüğü bir kerâmetini şöyle anlattı:
“Ben, Hüseyin bin Ahmed ile birlikte hacca gitmiştim. Mekke-i mükerremeye vardıktan sonra, Arafat’ta vakfeye durmuştuk. Beni yanına çağırıp; ‘Ben ömrümün sonuna geldim. Bu mübârek topraklardan gitmek istemiyorum. Sana vasiyetlerimi bildireyim’ buyurdu. Az zaman sonra da vefât etti. Lâkin o sene Mekke-i mükerremede çok su sıkıntısı vardı. Onun cenâzesini yıkamak için suyu nereden bulurum diye düşünürken, yanıma yüksek sesle konuşan birisi geldi ve; ‘Hüseyin bin Ahmed vefât mı etti?’ dedi. Ben; ‘Evet’ deyince; ‘Neden bu kadar düşünceli duruyorsun?’ diye sordu. Ben; ‘Yalnızım ve su sıkıntısı da var. Onun techîz ve tekfînini yalnız nasıl yaparım ve gasli için suyu nereden bulurum?’ dedim. O zaman bana; ‘Sen burada bekle ve ayrılma’ deyip gitti...


RÜYASINA GİRİP TEŞEKKÜR ETTİ!

Aradan biraz zaman geçince, bir de baktım, o kimse, ellerinde birer testi su ve kefen bulunan bir toplulukla berâber geldi.
Yanıma gelir gelmez hazretin cenâzesini yıkamaya başladılar. Yakın bir kabristana kabrini kazıp, berâberce defnettik.
Bana hepsi tâziyede bulunup yanımdan ayrıldılar.
Onların kim olduklarını ve nereden geldiklerini bilmiyordum...
Birkaç gece sonra, Hüseyin bin Ahmed hazretlerini rüyâmda beyaz elbiseler içinde, bağ ve bahçeler arasında sevinçli bir şekilde gördüm.
Bana; ‘Allahü teâlânın rahmeti senin üzerine olsun. Sen beni sâlih kimselerle birlikte çok güzel techîz ve tekfîn ettin’ buyurdu...”
#146 - Eylül 18 2008, 11:22:08
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Nişâbur’dan doğan güneş Ebû Amr bin Nüceyd



Ebû Amr bin Nüceyd, onuncu yüzyılda yaşamış büyük velîlerdendir. Nişâburludur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti... Küçük yaştan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetleriyle yüksek haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu...



“İLİMLE MEŞGUL OL!”

Bu mübarek zat buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtlara hizmet etmeyi, onların istedikleri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi nasîb eder.”

“Bana nasîhat et!” diyen birisine; “İlim ile meşgûl ol. Bütün Müslümanlara hürmet et. Günlerini boş geçirme. İnsanların arasında garib ol!”

Yine buyurdu ki:

“Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri gelir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanırsa, emirlerini hafif görmez.”

Bu mübarek zat, Allahü teâlâdan, O’nun rızâsından başka bir şey istemeyeceğim diye söz vermiş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı... Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Doktorlar tedâvisinden âciz kalmışlardı. Bir gece dâmâdı hanımına; “Sendeki bu derdin devâsı babandadır” dedi. Hanımı; “Nasıl yani?” diye sordu. “Baban kırk yıldır Allahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz vermiştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek olursa, Hak teâlâ sana şifâ verir” dedi.



“EY, BABASININ CİĞERPARESİ!”

Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu... İbn-i Nüceyd hazretleri gece vakti kızını görünce; “Yavrum! Bu vakitte senin buraya gelmene sebep nedir?” dedi. Kızı; “Senin gibi bir babam var. Allah’ın dînindeki hüznün fazîletini senden dinleyeyim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyorum. Hak teâlânın hastalığıma şifâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum” dedi.

İbn-i Nüceyd hazretleri; “Ahdi bozmak câiz değildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yarın öleceksin. Ey babasının ciğerpâresi! Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd olmazsın” dedi. Kızı; “O halde vedâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım” dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: “Hayır, sizler cenâze namazımı kılarsınız!..”

Bunu söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti..
#147 - Eylül 18 2008, 11:22:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî


Kerîmüddîn Bâbâ Ebdâl, Hindistan’ın büyük velîlerindendir. Doğum târihi belli değildir. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetlerine kavuştu. Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında, kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine vesîle olması için icâzet verdi...


“HERKESİN YANINDA OLMAZ!”
İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasan, vazifeye başladı. O memleketin halkından nice kimse onun sâyesinde bu şerefli yolun hakîkatine kavuştu. Feyz ve bereketlere mazhar oldular.
Kerîmüddîn hazretlerinin bulunduğu beldede meşhûr, herkesin kendisine müracaat ettiği, ilim sâhibi Abdünnebî isminde biri vardı. Bu zât bir gün, Kerîmüddîn hazretlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra, istek ve arzusu ile; “Bana büyükler yolunu tâlim eyleyin” dedi. Kerîmüddîn hazretleri de; “Evin dışındaki mescide gel! Orada sana arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım” buyurdu.
Abdünnebî; “Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnızken söyleyiniz” dedi. Kerîmüddîn hazretleri, onun zâten meşhûr olduğu için, insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu işte esâsın nefse muhâlefet etmek olduğunu bildirmek için; “Yalnız yerde olmaz!” buyurdu. Bunun üzerine o zât edebe riâyeti terk ederek; “Ben meşhûr bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu tâlim etmezseniz insanlara sizin bid’at sâhibi olduğunuzu söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum. Böylece kimse size gelmez” gibi şeyler söyleyerek, kendine göre, güyâ Kerîmüddîn hazretlerini tehdid eder bir ifâde kullandı.


O ALLAH ADAMINI ÜZDÜ!..

Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî o münâsebetsiz kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. “Elinden gelen her şeyi yap! Halka istediğini söyle!” buyurdu...
O kimse de, hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftirâlara, bozuk sözler sarf etmeye başladı. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine karşı gelmenin cezâsı gecikmedi. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da kendisi ve oğlu öldü.
#148 - Eylül 18 2008, 11:23:05
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


“Sen ölüm meleğisin!”


Büyük velî Abdullah el-Müzeni hazretleri şöyle bir hadise nakleder: “İsrailoğullarından bir kişi mal topladı. Ölüme yaklaşınca çocuklarına “bana mallarımı gösterin” dedi. Kendisine birçok at deve köle ve başka mallar getirildi. Mallara baktığında üzüntüsünden ağladı. Ağlarken ölüm meleği onu gördü ve kendisine şöyle sordu:
- Seni ağlatan nedir? Sana bu serveti bahşedenin hakkı için ruhunu bedeninden ayırmadıkça evinden çıkmayacağım!
- Bana mühlet ver ki bu malı dağıtayım!
- Heyhat! Artık sana mühlet verilecek zaman sona ermiştir. Ecelin gelip çatmadan önce neden dağıtmıyordun?
Azrail aleyhisselam bunları söyledikten sonra adamın ruhunu kabzetti.


“HİÇBİR KİBİRLİ KURTULAMAZ!”
Yezid er-Rakkaşi de şöyle anlatmıştır:
“İsrailoğullarından, zulmüyle meşhur bir zorba, evde hanımıyla baş başa idi. Birisinin evin kapısından içeri girdiğini gördü. Giren şahsı hiddet ve öfke ile karşılamak üzere yerinden fırladı ve; ‘Sen kimsin? Seni evime sokan kimdir?’ dedi. O gelen zat: ‘Beni eve sokan evin sahibidir. Ben ise öyle bir kimseyim ki, kapılar, perdeler bana mani olmaz. Padişahların bile yanlarına izinsiz girerim. Saltanat sahiplerinin hücumundan korkmam. Hiçbir kibirli ve zorba elimden kurtulamaz. Hilebaz bir şeytan bile pençemden yakasını kurtaramaz’ dedi.
Zorbanın yakası onun eline geçti. Düşecek derecede titremeye başladı. Sonra yalvararak ve zillet göstererek yüzüne baktı ve dedi ki:
- O halde sen ölüm meleğisin!
- Evet! Ben oyum!


“ARTIK NEFESLERİN TÜKENDİ!”
Bu cevabı alınca, Azrail aleyhisselama yalvarmaya başladı:
- Tövbe edip hâlimi düzeltinceye kadar bana mühlet verir misin?
- Artık müddetin bitmiş nefeslerin tükenmiş saatlerin sona ermiştir. Bu bakımdan gecikmesine hiçbir yol yoktur.
- Beni nereye götüreceksin?
- Daha önce göndermiş olduğun ameline ve yapmış olduğun evine götüreceğim!
- Ben daha önce salih bir amel göndermedim, güzel bir ev yapmadım!
- O zaman seni alev alev yanan ve yakan bir ateşe götüreceğim...
Sonra onun ruhunu kabzetti. Cansız bedeni aile efradının arasına düştü... Kimi feryat etti, kimi ağladı...”
#149 - Eylül 18 2008, 11:23:28
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Beylikten üç kıtaya... Osman Gazi


Dört yüz çadırlık bir beylikten devlet kuran Osman Gazi’nin sayılamayacak kadar güzel hasletleri vardı, ancak onun en güzel hasleti, cömertliğiydi.
Sofrasına hiç ayırım yapmadan, çevresindeki herkesi davet ederdi. Açık sözlü ve ikna edici konuşurdu. Koyu ela gözIeri vardı. Koç burunlu, yuvarlak yüzü ve seyrek bir sakalı vardı. Sesi arslanı andırırdı. Resulullahın ve eshab-ı kiramınki gibi beyaz çatma kumaştan burma sarık takardı. Kaftanının yakası boldu. Kıyafetlerini, giydiğinin ertesi günü fakirlere verirdi...


ŞEYH EDEBÂLİ’YE DAMAT OLDU

Bir Ahi Şeyhi ve aynı zamanda hocası olan Edebâlî hazretlerinin kızı ile evlendi. Babası Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra; Iiderlik vasfına sahip olduğundan, beyliğin başına getirildi. İnegöl’ü, Karacahisâr’ı Rumlardan aldı. 699 [m. 1299]’da Konya’daki Selçuklu Sultânı Alâüddîn Keykûbâd, Gazân Hâna esîr olunca, Yenişehir’de Osmanlı devletini kurdu... Ömrü, Rumlarla savaşmakla ve İslâmiyeti yaymakla geçti...
Osman Gazi, devIet işlerini daima dikkatle planlar ve hiçbir şeyi tesadüfe bırakmazdı. Bu da onun daima başarılı olmasını sağlamıştır...
Vefât edeceği zaman, oğlu Orhân Beye yaptığı vasiyeti; İslâmiyete olan sevgi ve saygısını ve Türk milletinin rahat ve huzûrunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmekdedir.
Vasiyetnâmenin özü şöyledir:


“ÂLEMİ ADALETLE ŞENLENDİR”

“Ey oğul! Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini İslâm ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, ahkâm-ı islâmiyye işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, İslâmiyet ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allahın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksânsız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum...”
Osmânlı sultânları, bu vasiyetnâmeye cândan sarılmış; üç kıtaya yayılan devletin altı asır hiç değişmeyen anayasası olmuştur..
#150 - Eylül 18 2008, 11:23:50
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.