Alternatifim Cafe

Derinleşme Duygusu

Discussion started on Psikoloji

...LaL...

Derinleşme duygusu ve derinlemesine kavrayış; yaşam, üretim, sorun çözme ve çalışma yönteminde araştırma, öğrenme, çözümleme, dikkat, algı, sezgi, bütünlüklü ve bağıntılandırılmış bir ilişki kuruşla gelişir. Onu klasik anlamda bir duygu olarak tanımlamaktan çok, duyum-duygu-zihin kolektifinin üst bir ürünü olarak şeylerle ve yaşamla ilişki kuruş yöntemimiz, zihinsel süreçlerimiz ve üretim ilişkileri çerçevesinde ele alacağız. Derinleşme duygusu üzerinden şeylerle ilişki kuruş ve araştırmada, gerçekliği algılama ve kavramlaştırabilme modelleri oluşturabilmek için; konunun -sorunun, bütünlüklü ele alınış ve kavrayış derinliği kadar; sezgi ve bağıntılandırılmış bir düşünce sistematiği de önemlidir. Araştırmada -ilişki kuruşta, sonuç, çıkarsama, yorumlama, yargılama, değerlendirme ve düzlem yükselmesi bu sistematik içerisinde gelişir.

Bağıntılandırmada, (referans, şeyler arası benzerlik ilişkisi) bir durumun diğeri üzerinde modellendirilmesinde, aralarındaki iç ilişki üzerinden ilgili benzerliklerin algı, sezgi, kavrayış ve buluşla çıkarsanması söz konusudur. Bağıntılandırma, sorun üzerine yoğunlaşan kişinin, kendinden önceki kuşaklar boyu üretim ve yaşama koşulları ile oluşturulagelmiş toplumsal bilginin (sosyal bilinç) kişide o ana dek birikmiş toplamıyla (bireysel bilinç), o an üzerinde yoğunlaştığı bilgi arasında bir iç ilişki kuruş ve ilgili benzerlikler ile yeni bir düzlem oluşturmasıdır.

“Fiziksel bilimlerin kavramlarının paradigmalar ve belli uygulamalar yoluyla doğaya akort olmaları gerektiği bir kez kabul edildi mi, eğitim ve araştırma arasındaki bir açıklayıcı eşdeğerlik hemen aşikar hale gelir. Bilim adamı eğitimle, terimlerin ardarda gelen belli örneklerine veya uygulamalarına maruz kalarak kabul edilmiş benzerlik ilişkilerini anlar. Benzerlik ilişkileriyle ilgili müteakip gelişimi, topluluğunda kabul edilen yol boyunca ilerlerken, onun yeterliliği yargılanır; bu, öğretmenlerinin aşina olduğu ancak onun tam anlamıyla aşina olmadığı rutin problemleri çözdüğü sırada gösterilir. Bilim adamı, problemleri araştırma içinde, çözülmüş mevcut problemler ya da paradigmalar üzerinde ve onları model alarak çözer; ve o böylece, daha ileri derecede problemleri ihtiva eden benzerlik ilişkilerini yeniden geliştirir. Farklılık, bu sefer, problemlerin kendisi için olduğu kadar topluluğu için de bildik problemler olmamasıdır.” (Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, Barry Barnes, sf. 137)

Bilim insanlarının bilgiye ulaşmada kullandığı bağıntılandırma ve derinlikli çalışma yönteminin materyalist diyalektikle dolayımsız ilişkisi, bu yöntemi sınıf mücadelesinin dinamikleri olarak bizlerin de içselleştirip yaşama uyarlamamıza işaret eder. Duyum-duygu-zihin donanımımızın üst bir ürünü olan derinleşme duygusu, bağıntılandırmanın katkılarıyla yaşamla kurduğumuz ilişkide nitelik yükselmesinin yanı sıra, bireysel bilinç ve duygu toplamımızda da uyumlu bir yetkinleşmenin zeminini oluşturur. Bu zemin üzerinden toplumsal bilince katkıda bulunur.

“Bilimsel teorik bir çalışmada, çeşitli yönleriyle ele alınan bir konu, birçok yönden başka konularla -farklı dallarla- bağıntılandırmayı, içsel ve dışsal bağıntıların karşılıklı etkileşimleriyle ve bütünsel bir kuruluşunu, dolayısıyla diyalektiğin uygulanmasını gerektirir. Bir bilim yöntemi olarak da, materyalist diyalektiğin uygulanması, eskisine, bilimsel çalışmanın daha genel bağıntılar içerisinde kaldığı ve çeşitli bilim dalları arasındaki bağıntıların bugünkü kadar bilinip kurulamadığı önceki dönemlere göre, önem ve gerekliliği kat be kat artan bir zorunluluk olmuştur.” (Devrimci Proletarya, sayı 1, Nisan 2001, “Kuantum Fiziği, Görelilik, Biyogenetik ve Doğanın Diyalektik Anlayışı, sf. 14)

Derinleşme duygusuna temel yaratmada nesnel bağıntılandırma kadar sezginin de payı vardır. Sezginin anlaşılır kılınması açısından hepimizin bildiği Newton ve elma örneğini ele alalım. Elma ağacının altında oturan Newton, hiçbir şey düşünmeksizin dinlenmektedir. Madde ve hareket konusunda uzun zamandır yürütmekte olduğu çalışmaların toplamına olduğu kadar, hiçbir kesitine de yer yoktur bu dinlenme anında. Zihinsel olarak bu konulara doygunluk halindedir ve dinlencesinin bu anında onlardan tümüyle uzaktadır. Bu esnada başına ağaçtan bir elma düşer. Madde, kütle, hareket… Zihninde uyuyan dev (konuya dair toplam bilgisi -bireysel ve toplumsal bilinç toplamı-) uyanmıştır bir anda. Üzerinde çalıştığı ancak henüz bir buluşla sonuçlandıramadığı tüm bilgileri, yeniden bağlantılandırma çabasıyla birlikte, bir ve aynı anda, sezgi aracılığıyla, maddenin hareket yasaları ve yerçekimine dair buluşunu formüle etmesini sağlar. Üzerinde hummalı bir çalışma yürüttüğü sorunun çözümü, konudan tamamen uzaklaştığı bir anda bir buluşla gerçekleşmiştir.

Sezgi, nesnelerin ve olayların özünün doğrudan kavranılmasıdır. Bu yaklaşımda deneyin ya da düşüncenin açıktan bir dolayımı yoktur. Yine de onlarla doğrudan bir bağlaşıklık içindedir. Sezginin imgelerle olan bağı insanal duygular alanı, bunda genelde yaratı yetisinin, özelde sanatsal yaratı yetisinin çok önemli bir ögesini görmeye işaret eder. İdealist felsefe, sezgiyle bilgi ve bilinç arasına kalın ayrım çizgileri çeker ve onları sezgiden dışlayarak onun bilimsel soyutlama yönünü reddeder. Sezgiyi bireyin kendinde, bilgiden yalıtık ilahi, evrimsel bir güç olarak kutsar. Metafizikle örtüşür.

Sezginin tanımına dair, metafizik yaklaşımından idealizme, altyapısını oluşturan bilginin reddi üzerinden kendiliğindenciliğe dek farklı yaklaşımlar vardır. Oysa gerçekte sezgisel buluş, karakteristik olarak iki referans sistemini, bir biçimde onları birleştirerek harekete geçirir. Newton’un maddenin hareketi ve yerçekimi yasasıyla, ağaçtan elma düşmesi arasında tüm bilgilerinin toplamı üzerinden, ani bir bağıntılandırma kurmasıyla yeni bir kavrayışa sıçraması, Archimet’in hacmin ölçüm bağlamıyla su ve banyo bağlamını, şeyler arası iç ilişkilerin verili bilgi üzerinden görülüp bağıntılandırılmasının yol açtığı sezgisel sıçrayışla yeni bir kavrayışa yükselip, buluşunu gerçekleştirmesi örneklerinde olduğu gibi.

Sezgi, düşünen -bir soruna, konuya yoğunlaşan- kişinin belleğinde bulunan eski bilgileri (toplumsal bilinç üzerinden biçimlenen bireysel bilinç toplamı) ile üzerinde çalıştığı yeni bilgi arasında pek açık olmayan bir ilişki bulduğunda gerçekleşir. Burada düşünen kişi, benzeşenler (şeyler arası ilişki), metaforlar ve problem çözme modelleri kullanabilir. Düşünen kişinin, bilginin henüz belirli olmayan parçalarını bulduğu ve onları konuyla ilişkiyi bütünler şekilde birleştirdiğinde de (diyalektik materyalizme içerili olan şeyler arası ilişkiye bağıntılandırılmış bütünlüklü yaklaşım) sezginin de katkısıyla çözüme ulaşması söz konusudur. Sezginin ortaya çıkışı zeka, bilinç, bağıntılandırma ve bütünlüklü düşünüş ve maddi pratik üzerinden gerçekleşir. Planlama, hedef koyma, soyutlama ve genelleme kompleksi içerisinde ilerleyen, çalışmadan “uzak kalış” sürecini; problemi, çalışmayı; sorunu rafa kaldırma, uyutma, kuluçka dönemi vb. şeklinde tanımlayabiliriz. Bu dönemde gezen, eğlenen, doğayla veya başka şeylerle ilgilenen kişiye rağmen, beynin bir bölümü çalışmasını sürdürmede, iradi ve programlı olmasa da nöronlar arası ilişki sürmekte, zihinsel süreç bir başka düzlemde devam etmektedir.

Büyük düşünsel hamlelerin, projelerin, uzun zamandır üzerinde çalışılan bir konunun içinden çıkılamayan yönlerinin böylesi durumlarda çözüme ulaşma olasılığının büyük olduğu (aksi durumlar da söz konusudur) biliniyor. Sanat ve bilim insanlarının tasarım, yaratım, proje oluşturma, bir konuda arayış ve derinleşme ve formülasyonlara, çıkarsamalara ulaşmada doğallığında uyguladıkları bu düşünüş, problem çözme ve çalışma yöntemleri insanlığın ilgisini çekegelmiştir. Bu ilgi, nesnel dünyanın bütünlüklü, somuttan bilinmesi, düşünüş, sorun çözümü, tasarım ve yaratım süreçlerinin gelişim sistematiğinin kavranarak, toplumsal bilincin daha gelişkin bir düzleme ulaşmasıyla yaşamla daha derinlemesine bir ilişki kuruş arzusundan beslenir. Archimet’in “Evreka” sözcüğünde billurlaşan, hah buldum işte’nin gizini merak eden insanlık, sorunun doğru tanımlanışı, kökenleri de dahil, tüm yönlerinin kavranışını izleyen süreçte, insan beyni ve duygularının nasıl ve hangi süreçleri takip ederek, böylesi, “bir anda”, “bir hamlede” sonuçlara ulaşabildiğini anlamaya, çözmeye çalışmıştır. Bir an ve bir hamlenin arka planı; ne bir “esin”, ne kendinden menkul bir vahiy, ne de çalışmanın düz bir hat izleyen sonal çizgisidir. O, araştırma, yoğunlaşma, tanımlayış, sorunun özünü kavrayış ve derinleşmeyle içiçe, inişli çıkışlı, duraksamalar ve sıçramalarla ivmelenen muazzam bir emek-çalışma sürecidir.

Bilinç, tıpkı yerçekiminin kütleyle bağlantısında olduğu gibi, belirli beyin olaylarına bağlıdır. Ve beyin kabuğundaki etkinlikle, insanlarda, biyolojik süreçleri de içerir. Yaşam bilinçce belirlenmez, bilinç toplumsal yaşamca belirlenir der Marx. Ve vurguyu insana, insanın üretim faaliyetine, insanların maddi yaşamlarını yeniden üretirken birbirleriyle girdikleri ilişkilere yapar. Tarihsel akış içerisinde gözlemlenebilen insana ve onun gelişim sürecine. İnsanı ve onun bilincini, genelde verili üretim ilişkileri belirler diyen Marx, onun pratik faaliyetleri ve bunun gelişim süreçleri içerisinden ve yaşadıkları dönemin özgün koşulları bütünselliğinde ele alır konuyu. Bilinç, tarihsel ve toplumsal bir üründür. Bilinçle paralel gelişen dil, onun kadar eskidir. Kişinin kendisi ve başkaları için varolan ve gelişen dil, pratik bilincin kendisidir. Aynı durum bilinç için de geçerlidir. Bilinç, yalnız başkalarıyla ilişkinin pratik bir ürünüdür. “Nerde bir ilişki varsa” der Marx, “Benim için vardır o ilişki; hayvanın herhangi bir şeyle ‘ilişkisi’ olamaz; hiç ilişki kuramaz hayvan. Hayvanın başkalarıyla ilişkisi onun için bir ilişki değildir. O halde bilinç ilk baştan beri sosyal bir üründür. İnsanlar varoldukları sürece de sosyal bir ürün olarak kalacaktır” der, Feurbach Üzerine Tezler’inde. İlk insanların doğayla ilişkilerinde hayvansılık belirleyendir. O dönem doğa karşısında bağımlıdır insan. Doğayla arasındaki bu hayvansılık döneminde, insanda gelişen pratik doğa bilincidir. Giderek doğayı dönüştürürken kendini de (insanlar arası ilişkiler) dönüştürmeye başlar. En yakın çevreden karmaşıklaşan topluma doğru gelişen ilişkiler bilincin ufkunu da genişletir. Üretim süreci ve ilişkilerindeki yeri, temel sınıfsal konumlanışını verdiği gibi, bu doğrultudaki öznel bilinç potansiyelini oluşturur.

Bireylerin bilinci, tarihsel, maddi-kültürel birikimin yanı sıra, verili üretim ilişkileri temelindeki karşılıklı etkileşimle gelişir.

Derinleşme duygusu, kendini tanıma ve tanımlamadan, sorunu tanıma ve tanımlamaya, onun tüm yönlerine vakıf olmayla belirimlenen onun özünün farkına varış ve kavranışına, bünyesinde barındırdığı iç ilişki ve çelişkilerine, nihayet çözümlemeye doğru yol alışta bağıntılandırma ve bütünsel yaklaşım toplamı üzerinden şekillenir. Yetinmezlik duygusuyla açımlanan derinlemesine ve yoğunluklu duygu-duyum-akıl birlikteliğinin şeyler arasında ilişki kuruşta komplike bir tezahürü. Adına yaşam denilen varoluş süreci boyunca insan, bir yandan kendini geliştirirken, aynı zamanda, süregiden sosyal sürecin bir parçası olarak da gelişir. İnsanın bireysel bilincinin arka planı olmayan sosyal süreçler, onunla birlikte işler ve onun oluşumuna katkı sağlar. Adına yaşam denilen sosyal sürece diyalektik bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, aynı zamanda onun, eski ile yeni arasındaki savaşımın gelişim süreçleriyle, niceliksel değişimlerin niteliksel değişimlere dönüşmesinin süreci de olduğunu görürüz.

Yaşamın algılanış, kavranış ve yorumlanışı üzerinden ona etkide bulunmada diyalektik materyalizm, şeyler arası ilişkilerin özündeki çelişkinin ortaya çıkarılması ve çözümünde olduğu kadar; onun, bireyin yaşamla ilişki kuruş biçimlerinden, şeyler ve toplumla ilişkilerine; toplumsal ilişki kuruş biçimlerinden, sınıf mücadelesinin her kesitine ve toplamına uyarlanabilecek bir eylem kılavuzudur. Diyalektik materyalizmi istiflenmiş ve işlevsiz bir bilgi silsilesi olarak beynimzin dehlizlerine hapsedebiliriz, ya da bu bilgiyi mücadele içinde sınıf bilincimizin mücadele rehberine dönüştürebiliriz. Tercih, bizim onun özünü ve gereklerini kavrayışımızla, tercih sınıf bilincimizin çapıyla doğru orantılıdır. Bilgi edinmek, edinilen bilgiyi doğanın, yaşamın ve mücadelenin tüm kesit ve görüngülerine uyarlamak; onlarla öğrenilen bilgiyi diyalektik materyalizmin öğrenme, yaklaşım ve mücadele yöntemleriyle bağıntılandırabilmek. Yeni bilgiler, yeni deneyim, ders ve hedef koymalar üzerinden geliştireceğimiz yeni, ileri ve yetkin düzlemlerden, yeni ilişki kuruş, düşünüş davranış, hedef koyma ve mücadele biçimlerine doğru ilerlemek… Sığlık ya da derinleşme duygusu… Düzlemsel ya da sarmal bir yaşam tercihi…

Kendimizden toplumsal yaşamın tüm görüngülerine, doğa olaylarından, sınıf mücadelesinin dönemsel durgunluk ya da sıçramalı özelliklerine… onlarla nasıl ilişki kuruyor, değişim ve dönüşümümüzden değiştirme ve dönüştürmeye nasıl bir pratik sergiliyoruz? Sınıf mücadelesi içerisinde yetkinleşme ve üretken faaliyetimiz, sınıf bilincimizi geliştirmede düşünce ve davranış sistematiğimiz nasıl işliyor? Eksik ve yetersizliklerimiz, gelişim potansiyellerimiz, hedef koymada belirleyenlerimiz nelerdir?

Dünyayı yorumlamak ya da değiştirmek
Sudaki halkalanma olayını hepimiz biliriz. Suyun en durgun, hareketsiz olduğu bir anda (bizim suyun o anki durumunu hareketsiz olarak gözlemliyor ve tanımlıyor oluşumuz, onun hareket içermediği anlamına gelmez) içine bırakılan maddenin, madde merkezli, yarattığı dairesel dalgaları en basit bir gözlemle bile fark etmek mümkündür. Bu durumu salt, suda halkalanma olmuştur şeklinde sonucu üzerinden tanımlayıp geçmek; ya da bir kavrayış ve çözümleme derinliği içerisinden bu basit doğa olayıyla diyalektik bakış açısı ve kavrayış arasındaki ilişkiyi özümsemek. Sudaki halkalanmayı -moleküller arası etkileme ve etkileme ilişkisi, aralarındaki iç bağlantıların özellikleri, kütlesel çekim ve akışkanların dinamiği vb. yönleriyle- bilimsel ya da sanatsal bir araştırmanın, bilginin bir başlangıcı haline getirebilmek…
Sığ bir yaklaşım ya da derinleşme duygusu.

Dünyayı yorumlamak ya da değiştirmek. Sudaki halkalanma olayı, salt tanımlanıp geçilebileceği gibi, bu örnekten yola çıkarak derinleşme duygusuyla onu, yaşamdaki pek çok sorunla paralellik içerisinde ele alabiliriz. Dönemsel bir durgunluk sürecinin, bünyesinde barındırdığı dinamik potansiyellerle ilişkisi içinde uzun bir uğraş ve çalışmayla nasıl adım adım gelişim, değişim ve patlama süreçlerinde doğru bir seyir izlediğini, bunda hedef koyma, isteklilik, emek ve iradenin rolünü irdeleyebiliriz. Aslolanın dünyayı yorumlamak değil, değiştirmek olduğuna yapar Marx vurguyu. Sudaki halkalanma olayını salt gözlemleyip geçebiliriz ya da salt bu örnekten bile yola çıkarak; kendimizle, doğa yasaları, üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi ve sistemle olan ilişkilerimize… toplamı üzerindeki belirleyicilik ve dönüştürücülüğümüze tutabiliriz ışığı.

Acıktığınızda ne yersiniz? Herkes pek çok şeyi söyler. Ne ki her cevapta kesişen, ekmek kelimesidir. Nedir ekmek? Her acıktığımızda yediğimiz bu gıdayı herkes farklı tanımlayabilir. Nasıl oluşur, nasıl üretilir? Nerede, kimler, hangi koşullarda üretir onu? İnsanlık hangi tarihsel ve toplumsal gelişim kesitinde tahılla tanışmıştır? Tahılın insanlığın toplumsal ve tarihsel gelişim seyrine katkısı nasıl olmuştur? Tahıl üretiminin ilk aşamasından tüketimine, üretim ilişkilerinde hangi ana halka ve sektörler, hangi yan dallar gelişmiştir vb. Salt ekmekten hareketle bile pek çok soru, konuyla ilintili sorun çıkarabiliriz ortaya.

Ona diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığında, emeğin toplumsallaşması açısından yaklaşmak mümkündür. Oysa bizim ekmekle olan ilişkimiz üretim değil, (dünyayı değiştirme ve dönüştürme projesi ışığında, insanlığın ekmekle olan ilişkisinin ele alınması; çağlar boyu insanlığın özgürleşme mücadelesini olduğu kadar, sınıflı toplumun ortaya çıkışıyla ekmeğin bu durumdan ne şekilde etkilendiği ve üretim ilişkilerindeki değişim ve gelişimin ekmek üzerindeki yansısı vb. Uzayıp giden sorular üzerinden geliştireceğimiz bir değerlendirmeden, kolaylıkla kendi düşünsel-eylemsel koordinatlarımızın yeniden gözden geçirilmesi, yeni hedefler koyma, gelişkinliğimizi yeni donatılarla yetkinleştirmeyi isteme gibi bir yolculuğa çıkabiliriz… Derinleşme duygusu) tüketim esaslıdır onunla ilişkimiz. Derinleşme duygusundan start alan ve sudaki halkalanma örneğinde olduğu gibi adım adım halkalanarak, konuyla örtüşen yan dalları da içine alıp kendi iç bütünlüğünü sağlamak odaklı nesnelerle ilişki yöntemini reflekse dönüştüren bir yaklaşım yerine onunla ilişkimizi salt tüketim üzerinden gerçekleştiririz. Elinize bir dilim ekmek alın. Onunla ilk kez tanışıyormuşçasına dikkatle inceleyin onu ve ekmekle birlikte, derinleşme duygusunun içinde yolculuğunuza başlayın. Göreceksiniz ki, onun size anlatacağı hayli uzun, kapsamlı bir öyküsü var. Bu öyküyü dinlerken, ben ne yapıyorum, eksiklerim neler, bu öykünün, insanlığın mutluluk öyküsüne dönüşebilmesi için nerelere bükmeli çubuğu, hangi eksiklerimi tamamlamalıyım, bugünden yarına-geleceğe ne tür hedefler koymalıyım kendime şeklinde giderek açımlanan sorular sorduğunuzu, değerlendirmeler ve hedef koymalarla içiçe geçen bir hat izlediğinizi farkedeceksiniz.

Ekmeğin bir öyküsü var, ve suyun, toprağın, bulutların, yağmurun… doğanın bir öyküsü var. Ve toplumların, tıpkı üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin, sınıfların bir öyküsü olduğu gibi. Herbirinin ve her anının öyküsü az önceki durumdan farklı özellik ve argümanları, bilgiyi taşır bünyesinde. Ve bizler yaşadığımız sürece durmaksızın ilişki içerisindeyiz doğayla ve yaşamla. Önemli olan bu ilişkinin niteliği, hangi bakış açısı ve dünya görüşünden beslendiğidir. Nesneler dünyası ve toplumsal süreçlerle düzlemsel ya da derinlemesine ilişki kuruş biçimimizdir bizim yaşamla ilişkimizin kalite ve düzeyinin barometresi.

“Diyalektik bize toplumsal gelişim süreçlerine tarihselliği içerisinden bakabilme, maddenin olduğu gibi toplumsal süreçlerin de en karmaşık durumlarını açıklayabilme, hareketin en yüksek ve en alt düzeylerini ve hareketin bütün şekilleri arasındaki bağıntıları kurabilme olanağı sağlar. Sağlam bir materyalist temele dayandığı için henüz gerçekleşmemiş olanaklı durumları, olasılıkları ve bunların gerçekleşebilirlik durumlarını, maddenin içsel özellikleri, birbirleriyle olan etkileşimleri ve dışsal etkileşimleriyle birlikte değerlendirebilme ve gelişme yönünü belirleyebilme olanağını verir.” (DP, Nisan 2001, “Kuantum Fiziği, Görelilik, Biyogenetik ve Doğanın Diyalektik Anlayışı”, sf. 33)

Sistem içine yuvarlandığı devasa kriz koşullarında kendi ikamesi açısından toplum üzerinde sistemli bir manipülasyon bombardımanı gerçekleştirir. Düşünsel parametrelerden, gündelik, sıradan tüm davranış, duyumsayış ve devinimlerin yeniden formatlanması üzerinden kendi felsefesini, toplumun tüm atomlarına içselleştirerek dayatma çabasıdır bu. Bu çaba kendi karşıtını dünyayı değiştirme çabasında bulur. Sistemin üretim ilişkilerinin toplamı üzerinden toplum üzerindeki manipülasyonunun yoğunluk ve yaygınlık kazanması, aynı zamanda, üretim ilişkilerindeki ve üretim ilişkileriyle üretken güçler arasındaki çelişkinin de yoğunluk ve yaygınlık kazanmasına yol açar. Sistemin ve üretim ilişkilerinin doğru kavranış ve çözümündeki derinleşme, onu değiştirebilme iradesindeki derinlik, yoğunluk ve yaygınlaşmayı da beraberinde getirir. İçinde yaşadığımız emperyalist kapitalizm koşullarında onun, derinleşen tepki ve hoşnutsuzlukları düzen içileştirilmesine yönelik her türlü girişimini, sorunun-sistemin derinliğine materyalist bir tanımlayış üzerinden geliştirilecek onu değiştirme projesiyle alt edebiliriz? Bu noktada diyalektik ve tarihsel materyalizm bir güce dönüşebilir. Sudaki halkalanmadan yediğimiz ekmeğe, oradan toplumsal mücadeleler tarihinin çeşitli süreçlerine, basitten karmaşığa doğanın, yaşamın ve mücadelenin her an ve kesitine bu güçten beslenen bir derinleşme duygusu ve sınıf bilincinin gerekleriyle yaklaştığımızda sistemin ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel tüm salvolarının doğru tanımlanış ve kavranışının yanı sıra onun çözümlenme ve değiştirilmesinin sağlam dayanaklarını da bugünden adım adım örmeye başlarız.

Bugün işçi sınıfının sendikal mücadelesi ağır bir kriz yaşamaktadır. Krizle aramızdaki ilişki salt bu tanımlamadan ibaret, sıkışıp kalmış bir pusula ibresi gibi, ileri ya da geri kıpırdayamıyor, bu tanımdan öte, bilinçli bir pratik sergileyemiyorsak; daha da vahimi, bu durumun değişmesi gerekliliği ve değişebileceğine dair en ufak bir umut taşımıyorsak, olguculuğun sığ sularında yüzüyoruz demektir. Bizim kriz tanımlaması yapmamızın nedenleri nelerdir? Tanımımızla sendikal hareketin içinde bulunduğu durum uygunluk halinde midir? Sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu durumla onun -sendikanın- politik yönelimleri arasında ne tür bağıntı vardır? Sendikal hareketin pratiği, üye işçilerin yükseliş trendi içinde olan hareketi bugün kriz koşullarına nasıl bir pratik, anlayış ve uygulama taşımıştır? İçinde bulunduğu kriz koşullarını atlatabilmesinin görüngüleri nelerdir? Düzen içileştirilmiş bir sendikal hareketten sınıf sendikacılığına giden yol bugünden döşenebilir mi ve bu geleceğe dönük hangi stratejiler ve geçmişin hangi olumlu miras ve deneyimleri üzerinden şekillenmeye başlamalıdır?.. Sorular uzatılabilir.

Derinleşme duygusuyla diyalektik ve tarihsel bakış açısı arasında dolayımsız bir ilişki vardır. Bilinen, verili olan, görülenle sınırlı bir yaklaşım bizi yetinme duygusu ve sığlığa, olsa olsa salt sorunun tek yanlı tanımına götürür. İdealist felsefenin yansılarını taşıyan bu yaklaşım, sorunla ilişki kuruşta neden-sonuç ilişkilerini içermediği gibi; bunun üzerinden gelişecek derinlemesine bir kavrayış, hareket ve gelişim yasaları üzerinden çelişki, çatışkı ve gelişim noktalarının tespitini de içermez. Dahası, bunun üzerinden şekillenecek çözüm, değiştirme, dönüştürme potansiyel ve hedeflerini de. Yenilgi, kendiliğindenlik ve sonuç (küçük bir kesitiyle) ilgilendirir onu. Marx’ın Sanat Felsefesi adlı kitabında M. Lifşits, bu durumu,

“İdealist diyalektiğin formülü, hareketle durgunluğun, dengeyle örgütsüzlüğün, genel görecelikle sağduyunun uzlaşmasından meydana gelir. Karşıtların birliğini çelişkilerin sonraki gelişmesinde değil, yenilgilerde bulur -devrimci süreç pıhtılaşmasında. Hegel’in inancına göre, ‘kızgın bilinçlilik’, devrim ve terörün egemenliği arkasından ‘ahlak’ egemenliği kurulacak ve bu dönemde ‘kendi bilincinde olan Ruh’, ‘aydınlanma’ çağının çelişkilerini çözüme ulaştıracaktır.” (age, sf. 75)

sözleriyle açıklar.

Marx’ın ortaya koyduğu maddeci diyalektik anlayışıysa çelişki ve karşıtlıkları, tarihi gerçekliği içinde temellendirerek tanımlar. Çelişkilerin çözümünü, Hegelvari, “kendi bilincinde olan Ruh” ya da “ahlak” formülasyonları içinden ele almaz. Toplumsal gerçekliğin tüm görünümlerinin gelişmesinin sonunda maddi üretim ve yeniden üretimin çelişik süreçleri tarafından belirlenmesinin altını çizer o. İnsanın dünyayı yalnız akla vurma yetileriyle değil, bütün güçlerini kullanarak kendisine mal etme ve değiştirmesinden sözeder.

Sürekli bir uğraşma, diyor Marx. İç ve dış pek çok karşılıklı etkileşimin ve bundan doğan, temeldeki zorunluluğu oluşturan özsel nedenlerin de ayırdında olarak, bunların birbirini bütünlediği diyalektik kategoriler içerisinden zorunluluk ilişkisinin bağıntılandırılabilmesiyle derinleşme duygusu arasındaki ilişki de dolayımsızdır. Bu özelliğiyle o, diyalektikle olduğu kadar, tarihsel materyalizmle de örtüşen bir özellik sergiler. Görünür ve yüzeysele değil; ilk anda farkedilemeyen, derinlerdeki köklere (sorunun çözümle ilişkilendirilecek özü) yöneltebilmek ilgiyi, gelişim dinamiklerine, ilerlemeye yoğunlaştırabilmek dikkati. Toplumsal üretim biçimleri bünyelerinde taşıdıkları çelişki ve karşıtları yoluyla çatışkı içinde, atomlarına ayrışma yoluyla gelişirler. Her zaman aynı olmaması ve düz bir hat izlememesi gerçeğinden hareketle, tarihsel süreçlerin içindeki çelişkileri ve bu çelişkilerin ilerleyiş üzerindeki etkisini gözönüne alan bir ufuk genişliğiyle ilişkilendirebilmek kendimizi sınıf mücadelesiyle.
Sığ bir yaklaşımla ele aldığımızda ortaçağın karanlık ve barbarlık tanımlarıyla örtüşür bilgi dağarcığımız. Ortaçağın bilim ve teknolojiyi engelleyici kilise ve yönetsel erk mekanizmalarının, sosyal yaşam üzerindeki barbarlığının yanı sıra başka özellikleri de yok mudur onun? Salt karanlık ve barbarlıkla ifadelendirmek, onu, tanımlamada yeterli midir? Onun karanlık ve barbarlığının yanı sıra, çelişkili ve çatışkılı bir ilerleyişin nüvelerini de bağrında taşıdığı; ortaçağ Avrupasını adım adım rönesansa taşıyacak olan renksel pigmentleri de barındırdığını görebilmeliyiz. Kaldı ki, Batı’nın bilim ve teknolojiden sosyal yaşama insanlığın gelişim ve ilerleyişini ketleyen uygulamaları içinde çalkalanan ortaçağ Avrupasına karşılık, aynı dönem Doğu’da; arayış, yenilenme, bilim ve teknolojide ilerleme şeklinde bir seyir izlemiştir. Antik Yunan kültürünün izlerini hala üzerinde taşıyan Doğu, Avrupa’yla aynı özellikleri göstermemenin yanı sıra, ona etkide de bulunmaktadır. Ortaçağ Avrupasında antikçağın bilimi doğmalaşmış, tartışılmayan, geliştirici özelliklerinden yalıtık dinsel kalıplara dönüşmüştü. Orada bilimsel konularda tartışmak yerine dinsel kalıplara kafa yorulurken, Doğu’da Harun Reşid’in oğlu Halife Memun, Bizans imparatoruna karşı kazandığı bir zaferden sonra Avrupa’yı şaşırtan bir teklifte bulunmuştu: Esirlere karşı kitaplar! 1000 Bizanslı esire karşılık Konstantinapolis’ten çok değerli 10 kitap Bağdat’a getirilmişti bu pazarlık sonucu. Mekaniğin gelişimi ve ilk robot imalinin bu dönem gerçekleşmesi vb.

Doğu ile Batı arasında bu çağdaki ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle bilim-sanat-teknoloji-sosyal yaşam, her alanda etkilerini sürdürdü. Avrupa’da da bu dönemde bilgi merkezlerinin kilise ve sarayın bünyesinden çıkıp Yunan tarzı akademi anlayışıyla günümüz üniversitelerinin öncellerinin kurulmaya başlamasına tanık oluyoruz. Özerk olan bu bilgi merkezleri bilimin yönetsel erkin çelik parmakları arasından topluma doğru -yavaş ve sancılı da olsa- yaygınlaşmasının altyapısını hazırlayacak; rönesansın ayak seslerinin Avrupa’da duyulmasının nesnel koşullarının oluşmasına kendi cephesinden katkı sunacaktır. Bu dönem yeni dünyanın maddi temelinin yaratılması sürecini de etkiler. Tarihsel-toplumsal ilişki ve çelişkiler ortaçağın bünyesinde sancılı, çalkantılı, sıçrayış ve atılımlarla ivmelenen bir dönemin; rönesansın gelişip serpileceği sürecin koşullarını da hazırlamaktadır. Sürece tarihsel bütünsellik içerisinde yaklaşmadığımız koşullarda, ortaçağın çok yönlü ve derinlemesine kavranışıyla örtüşük bir bilinçlilik gerçekleşemeyeceği gibi, rönesansı ondan ayıran ve onu hazırlayan koşulları da atlamış oluruz. Ortaçağdan geriye, bizde salt karanlık tanımı kalır. Gerçeğin sadece bir bölümüyle örtüşen bu tanım olsa olsa bizim bireysel bilincimizin renksel karşılığını oluşturur. Geçmişi sağlıklı değerlendiremeyen, geleceğin hazırlanmasında olması gereken katkıyı sunamaz.

Sayısız renksel değerle kuşatıldığımız doğada renk algısının siyah ve beyazdan ibaret olduğunu düşünmek. Ya da kişinin toplumsal yaşam ve mücadeleyle kendi arasındaki ilişkiyi bu dar açıdan bağıntılandırması… “Her şey için artık çok geç, yapabileceğim ve yapılabilecek hiçbir şey yok” fikrinden, “ben yapıyorsam doğrudur” fikrine, bir uçtan diğer uca savruluşları kaçınılmazlaştırır. Kendiliğindencilikten sekterizme. Bu ilişki kuruş yöntemi, şeyler arası ilişkide, halkalarının koparılması üzerinden gelişir. Bağlantıya içerili olan özsel yönelim, nedensellik, karşıtların birliği ve çatışkısındaki faktörlerin hiçbirinin farkedilemeyiş (stratejik bakış bulanıklığı) ya da yadsınması üzerinden biçimlenen bir pratik. Bu durum kişide hedef ve stratejinin belirlenmesini bulanıklaştıracağı gibi, dönemsel gelişimlere denk düşen taktiklerin oluşturulmasını da engeller. Unutmamak gerekir ki, kendiliğindencilik ve sekterizm materyalist mücadele anlayışından birer sapmadır. Siyah ve beyaz da renk değildir.

Derinleşme duygusundan yeni insana
Çalışma yaşamına dair sonu mukadderat, elimden ne gelirdi ki vb. tevekkül ve kadercilik içeren pek çok örneğe tanık olmuşuzdur. İşçi işe alınır. Gösterilen işi yapmaya başlar. Karınca sadeliği ve üretkenliğiyle çalışır. Yaşama dair hiçbir beklentisi yoktur. Hiçbir şeyi kendine hak görmediği gibi hiçbir talepte de bulunmaz. Çalışma koşullarının kötülüğü, iş güvencesinin, sigortasının olmayışı, ücret düşüklüğü… hiçbir şey yakınmasına yol açmaz. En çok kullandığı sözcük, “bu günümüzde de şükür”dür. Bu, yetinme duygusunun halk dilindeki karşılığıdır. Çalışıyor olmak yeter ona. İş arkadaşları sendikalaşıyordur, ilgilenmez. Ekonomik, sosyal hakları için eylem hazırlığındadırlar, umursamaz. Yaşam olanca tek düzeliğiyle yanı başından akıp gitmektedir adeta. Gün gelir işten atılır. Aynı tepkisizlik, aynı yetinme duygusuyla bu durumu “mukedderat” ya da “elimden ne gelebilir ki” sözleriyle tanımlar!

Bu örneğimizin devrimci yapılanmadaki karşılığını memur zihniyetiyle örtüştürebiliriz. Merak etmeyen, yaşama, doğaya, bilime, sanata… mücadeleye dair soruları olmayan sonsuz kış uykusunun bir “öznesi”. Yaşamın, her şeye ve herkese rengini veren çelişkilerinin, gelişim ve değişiminin farkında olmayan bir portre. Anlatılanı “dinleyen”, söylenileni “yapan”, uysal, sessiz, bulunduğu noktaya perçinlenmiş bitimsiz bir yetinirlik duygusu. Sınırsız bir “kendindelik” hali. Onun gündemi ancak, sınıf mücadelesi, devrimci değerler, toplumsal mücadelenin gelişim seyrinin, postmodern içeriksizleştirilmeyle nitel özelliklerinden ayrıştırılarak, salt nicel özellikleri üzerinden oluşur. “Filan siyasi hareket şöyle yapmış”, “şu mitinge katılım şu kadarmış”, “Şu kişi şu hareketten ayrılmış” vb. ilgisi olgularadır ve olgularla konuşur. Devrimciliğe başladığında kulaktan dolma edindiği politik terminolojiye, geçen yıllara karşın tek bir kelime eklenmemiştir. Kendine ve çevresine bir şey katmayan gereksiz, sığ, soyut bilgilerle doldurur zihnini. Hedefsizlik ve tuhaf bir huzur halesiyle çevrelenmiş sürdürür yaşamını. Devrimcilik de, sınıf mücadelesi de kelimenin tam anlamıyla bir dogma ve donmadır onun için. Ama dogmanın kötü bir şey olduğunu duymuştur ve karşıyım der. İşin kötüsü, bu tipolojinin en uç örnekleri bu durumun farkında bile değildir. Aslında devrimci değildir ve sınıf mücadelesine en ufak bir katkısı yoktur. Farkında değildir.

Algı ve sezgileri de mücadeleye dair, sınıf bilinciyle birlikte çoktan körelmiştir. Salt bir şey söylendiğinde yapıyor oluşu hedefsizliğinin göstergesidir. Verilen işi yapar. Kendini işe katmadığı gibi, işten de kendine deneyim çıkarsamalarında bulunmaz. Toplumsal yaşama ve sınıf mücadelesine katkı sunacak en ufak bir önerisi ya da projesi yoktur. Sınıf mücadelesinin kıyıcığında, Gogol’un Ölü Canlar adlı romanından kahramanlarla örtüşük, yaşamını sürdürür.

İçinde bulunduğu durumun farkında olanlarda (ki bu geçmişte mücadeleye göreli de olsa emek ve değer katmış olanlardır) hoşnutluk duygusunun yerini yakınma alır. Gerek bireysel gerek sınıf bilinci günün ve mücadelenin gereklerine ihtiyaçlarına ayak uyduramaz ve gerileme profili çizer. Taşıdığı fikrin (devrimcilik) altında ezilmektedir. Elinden başka türlü gelmiyor, ne yapsa olmuyordur (edimleriyle iş-mücadele arasındaki ilişkiye de biçimsel yaklaşır). Teorik yayınlar çok kapsamlı ve ağırdır, aklı almıyordur (aynı biçimsel yaklaşım) vb. Mücadeleye dair harcadığı, hiçbir amaç, gelişim ve hedef içermeyen emeğini, başarısızlığının savunusunda dayanak olarak kullanır.

Oysa insanı insan yapan yalnızca emek harcaması değil, bunların sonuçlarını kafasında tasarlayabilmesi ve bunun üzerinden içeriklendirdiği hedefleri doğrultusunda, belli bir plan ve program dahilinde onları yaşama geçirebilmesidir. Bulunduğu eylem ve harcadığı emeğin bu yoldan gerçekleşmesidir. Böylesi bir emek ve eylem, kişiyi, insanlaşma çabasında bulunduğu noktadan daha ileri taşır. Kendini siyasal ve sınıfsal gelişimin organik bir parçası kılar.

“Dünyayı istiyoruz, kırıntı değil” şiarını konumuza uyarlayabiliriz. Kırıntı, Fraser Sarmalı’nda düşlemdeki dairesel şekillere, siyasi körlük ya da yetmezlik içinde yaşamı iyiler-kötüler, siyah-beyaz vb. kalıpsal formülasyonlara sıkıştırmış, kendiliğindenci, sığ “devrimci” prototipine ve idealizme denk düşer. Kırıntının karşısında yer alan “dünyayı istiyoruz” talebi, bu istemden, iddiadan çıkışını alan, oylumlanarak ve burgulanarak (toplumsal mücadele tarihi ve sınıf mücadelesi düz bir hat izlemez) hız ve ivme kazanarak açımlanan sarmala karşılık gelir. Renk skalasındaki sayısız renksel değere. Ve derinleşme duygusuna. Ve günümüzde giderek yakıcılaşan bir ihtiyaca dönüşen, çok yönlü; ekonomiden politikaya, bilimden sanata, yaşama dair her şeyi bilme ve öğrenme isteğiyle dolu, gelişirken çevresini de geliştiren, tüm bilgi ve enerjisini sınıf mücadelesinin gelişim ve güçlenmesine hasreden yeni kadro tipolojisine. Ki geleceğin yeni insanı bu tipolojinin üzerinden şekillenmesini adım adım sürdürmekte ve sürdürecektir.

Sloganlarla ilişki kuruş biçimimiz, sınıf bilincimizin izdüşümüdür. Onların toplumsal gösteri ve eylemlerde, akustiği güçlü noktalarda, hançeremizin tüm gücüyle haykırılması, onların işlevlerini yerine getirdiğimiz anlamına gelmez. Kuşkusuz sloganlar eylemlerde atılmalıdır. Ama onlar, stratejiye giden yolda taktik politikaların özsel yönünün altının çizilmesi anlamında pratikte hedef koyucu, iş ve mücadelenin gündemiyle örtüşen bir hattı işaret eder. Bu özelliğiyle o, sınıf bilincimizin kolektif bilinçle birlikte yürümesi gereken yolu gösteren bir pusula olarak değerlendirilmelidir. Komünist kadroya giden yolda çaba harcayan kişi, sloganla ilişkisini, kendini sloganın işaret ettiği politik eksen doğrultusunda gözden geçirme, siyasi bilinç yetersizliklerinin farkına varış ve tanımlanışı, günün ihtiyaç ve görevlerinin formüle edildiği eksenle bilinci arasındaki açıyı kapatmada hedefler koyarak bir çalışma gelişim ve mücadele programı olarak görür.

Dönem devrimciliği ve güne tanıklık. Ya da bugüne ve geleceğe etkide bulunabilme ve onu değiştirebilme arzu ve gücünü kendinde bulmak. Tercih bizimdir. Yaşamlarımız düş, özlem, hedef ve bunlara ulaşmadaki çabalarımızla dolayımsız bir ilişki içindedir. Bir su değirmenini döndüren mekanizmanın kanatlarından biri olmaktan ötesini düşlememek, ya da suyu enerjiye dönüştüren dinamo olmayı hedeflemek. Akan suyu, zamanı izlemek ya da onu yönlendirme ve dönüştürme arzusunun gereklerini yerine getirmek için gelişkin bir üretkenlik ve mücadele örneğini ilmek ilmek örmede harekete geçmek. Derinleşme duygusunu yaşamımızın tüm yönlerine uyarlayabilmek. Çalışma alanımızın gereklerini derinleşme duygusu doğrultusunda yeniden gözden geçirmek. Alana dair neler yapıyoruz? Onun hangi ihtiyaçlarına, nasıl, hangi yöntem ve argümanlarla cevap veriyoruz? Sahip olduğumuz bilinç düzlemiyle alanın ihtiyaçları arasındaki açığı nasıl, hangi yöntemlerle kapatabiliriz? Yoğunlaştığımız koşullarda, ilk elde ve uzun soluklu hangi potansiyellerimizle açılım sağlayabiliriz vb. uzayıp giden bir liste hazırlayabiliriz kendimize. Oluşturduğumuz sorular üzerinden alanımızda uzmanlaşma, yetkinleşme hedefli yeni koordinatlar, yeni hedefler belirlemek ve çok yönlü, gelişmiş insana doğru olan yolculuğumuzu daha ileri motivasyonla sürdürebilmek.

Bir konuda uzmanlaşmayı hedefliyor oluşumuz çok yönlüleşme isteğine engel değildir. Sistemin çok yönlü, girift, karmaşık ilişkiler saldırı yöntemlerini, her alanda, çok yönlü ve alanın bilgi ve becerisine sahip karşı saldırılarla yok edebilmek kadar, onun -sistemin- alternatifinin yaratılması projesinde de yaşamın çok yönlülüğünü yakalayabilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bunun gereklerini şimdiden örnekler yaratarak gerçekleştirmeye başlayabiliriz. Sistemin, kendini yeniden yapılandırdığı günümüz koşullarında yeni kadro şekillenmesi, uzmanlaşma adına, “adım Hıdır, elimden gelen budur” örneği, yaşamın çalışmanın ve mücadelenin diğer talep, ihtiyaç ve sorunlarından yalıtık, tek bir alana saplanmış bir çalışma yürütemez. Bunun en uç örnekleri “kargadan başka kuş tanımam” sözlerinde olduğu gibi, mücadelenin toplamını çalışma yürüttüğü alanla sınırlı görme anlayışıdır. Ki bunu alan fetişizmi olarak tanımlamak mümkündür. Yaşamla olan tüm bağlantısı kendi alanıyla sınırlı olan, mücadelenin tüm kesitlerine, günün tüm ihtiyaçlarına kendi alanının penceresinden bakmak, tüm olanakların alanına doğru yönlendirilmesini istemek. Bu bakış açısı ve devrimci tipolojisi belki dünün ihtiyaçlarında bir parça karşılığını bulur, ama bugün asla. Günümüzde mücadele, sınıf devrimcilerinden, alan içi bir bakış yerine, uzmanlaşma, ama alanın, devrimci yapılanmanın ve sınıf mücadelesinin tüm yönlerinin bilgisine sahip bir çok yönlülükle onların üstünden bir başka boyut ve bir başka ufuk çizgisinden; mücadelenin toplamından, alanının ihtiyaçlarına cevap verebilen bir pratik bekliyor. Alanlar toplamının ortak yönelim ve hedefleri çerçevesinde, devrimci hareketle mücadelenin toplamı arasındaki ilişkiye, ikisi arasında bir içsel bağıntılandırmayla bakabilmek. Benim ilgi, benim çalışma, benim mücadele alanımdan; BİZ’e bir açılım yapabilmek. Bizim çalışma alanımız sistemin tüm zorbalığını konuşturduğu üretim ilişkilerinden, en ince kültürel manipülasyonlarla sızdığı toplumun değer yargılarına dek her yerdir. Böylesi bir uzmanlaşma, böylesi bir çok yönlüleşme. Yer yer yataylık ve alan ihlallerini içermeyen, sınırları ve hedefi belirlenmiş alanlar arası eşgüdüm ve koordineli çalışma örnekleri… Kolektif çalışmanın yetkin örneklerinin gerçekleştirilebileceği yeni ve ilerden çalışma ve mücadele örneklerinin kapılarını aralayan ortak projeler. Bu tür projeler ve koordineli çalışma örnekleri sınıf mücadelesinin ve devrimci hareketin ihtiyaçlarının karşılanması ve yeni ihtiyaçlar yaratılması noktasında onu zenginleştiren ve katkı sunan bir yaklaşıma denk düşer. Alanlar arası koordineli çalışma örnekleri farklı alanların yaklaşım, bilgi, deneyim ve enerjilerinin kullanım ve paylaşımı üzerinden yeni bağıntılandırmalar, alanlar arası beslenme, yeni sinerji alanları üzerinden kolektif bilinçte bir yoğunlaşmaya denk düşer. Dahası içinde bulunduğumuz sürecin görev ve ihtiyaçlarının çokluğuyla devrimci hareketlerdeki nicel ve nitel yetersizlikler arasındaki insan unsuru açığını bir parça hafifletir.

Çok yönlüleşmenin kolektif çalışma içinde gerçekleşmesi kadar birey bilgi ve becerilerin çok yönlüleşmesi de kişiye olduğu kadar, mücadelenin toplamına muazzam bir katkı sağlar. Şöyle bir düşünelim, çalışma alanımız dışında mücadeleye hasredebileceğimiz hangi donatılara sahibiz? Sınıf devrimcileri, üzerinde çalıştıkları, yoğunlaştıkları alan dışında başka alanlara da ilgi duymalı, donatılarını bu doğrultuda çeşitlendirmelidirler. Dünün ihtiyaçları iyi bir devrimciyi; iyi bir propagandist, ajitatör, örgütçü, asker olarak tanımlıyordu. Günümüzde bunların yanı sıra, yazı yazma, yabancı dil ve bilgisayar bilme, hatta araba kullanma gibi becerilere sahip olmak gerekiyor. Dahası, bilim ve sanatın en az bir dalıyla ilgilenmek. İlgi alanlarımızın yoğunlaşması ve çeşitlenmesi, çok yönlüleşmenin getirileri, bireyden kolektife, kolektiften bireye karşılıklı etkileme ve etkilenmenin yeni boyutlarının, yeni ufuk çizgilerinin oluşturulmasını sağlayacaktır. Kolektif içinde yeni insanın gelişimine uzmanlaşmış, derinlemesine ve çok yönlüleşmiş donatılarla sistemli katkılarda bulunabiliriz. Sosyalizme giden yolun yapıtaşları sınıf mücadelesinde günün ihtiyaçlarına cevap verebilen ve sınıfsız topluma, günün ihtiyaçlarından çıkışını alıp geleceğin taleplerine doğru da uzanan çalışmalarla kendini hazırlayan yeni kadro tipolojisi bugünden sisteme olduğu kadar, yeni insana dönüşmede kendine karşı da mücadele veren sınıf devrimcileridir. Onlar diyalektik materyalizmin rehberliğinde derinleşme duygusunu bir tramplen olarak kullanırlar. Unutulmamalıdır ki, doruklar ona tırmanma emek, çaba ve bilgisine sahip olanlara açar kollarını.

Bugün derinleşme duygusu devrimci hareketin kadrosal şekillenişinin yakıcı ihtiyaçlarından biridir. Toprağın baharda kar sularıyla kabarmasından, bulutlarla rüzgar arasındaki ilişkiye, kapitalist emperyalizmin içine yuvarlandığı ekonomik, politik… çok yönlü krizden, mücadele dinamiklerinin işçi ve emekçiler nezdindeki görüngülerine her hareketliliği, çok yönlü, derinlemesine incelemek, diyalektik ve tarihsel materyalizmin imbiğinden geçirerek bilinç ve irade faktörüyle sınıf mücadelesinin yeni yeni sayısız kaldıraçlarını yaratabilmek. Nesnel koşullarla sınırlı devrimcilik anlayışını, onun dar pratikçi, sığ ve olgucu yaklaşımlarıyla birlikte yere çalmak. Nihai hedefle aramızdaki mesafeyi kısaltacak yeni araç, çalışma yöntemi ve bunlarla örtüşen taktikler geliştirmede beyin fırtınaları ve sinerji yaratacak yaşamsal alanlara yönelik uzmanlaşma donatılarını gün günden geliştiren çok yönlü kadrolara ihtiyaç vardır. Bunun kolektif yaşam, davranış ve mücadeledeki karşılığıyla bir alam kazanacağını, sistem açısından kendi karşıtını yaratacak alternatifine dönüşebileceğini bilmektir.

Yeni dünyaların keşfi
Bilim ve sanatın tarihi, aynı zamanda toplumsal bilincin tarihinin izdüşümlerini de içerir. O sosyal gelişim yasalarına uygun, çalkantılı, sancılı, inişli-çıkışlı, sosyal gelişim yasalarını statükocu, egemen bir zihniyetle engellemek isteyen yönetsel erklere bilimsel ve sanatsal alandan verilen mücadelelerin de tarihidir.

Karşılaşılan tüm engellere karşın her ikisi için de derinlemesine ve yoğunluklu bir çalışmayla, aranan ya da hedeflenen sonuca ulaşmak için korkunç bedeller pahasına (bilim ve sanatın tarihi, yakılan, katledilen, öldürülen, baskı ve zor mekanizmasına maruz kalmış, çıldırmış, intihar etmiş bilim ve sanat insanlarının da tarihidir) yolunda ilerlemiş, insanlığın gelişimine muazzam katkılar sunmuştur.

Merak, soru sorma, atılımcı düşünüş, sosyal bilincin ötesinde ve ilerisinde sıradışı ve şaşırtıcı mantık yürütme, gerçeği ve güzeli arayış tutkusu, sıradışı ilgi yönelimleri… Her türlü zorluğu göze alarak yeni dünyaları keşfe çıkmak, ya da boğulmak. Statüko, alışkanlık, toplumun gerici değer yargılarına karşı koyabilmek.

Bilim ve sanat insanlarının yürüttüğü çalışmalarla toplumun ilişki kuruş biçimini, insanlık tarihinin o döneme damgasını vuran üretim ilişkileri, dönemin ekonomik, politik, sosyal, kültürel özellikleri belirler. Tüm yönleriyle ortaçağ bunun karşıt yönlerden tipik örneklerini içerir. O bünyesinde bir nüve halinde de olsa gelişmekte olan pozitif bilimlere olan ilgi, deney ve gözleme yönelim, bilgi ve bilimselliği arayış tutkusuyla barbarlık ve dini dogmaların çatışkılarını içerir. Doğanın Diyalektiği’nde Engels, “Ortaçağların karanlık gecesi bittikten sonra bilimler ansızın yeni ve beklenmedik bir güçle dirildiyse ve mucizevi bir hızla gelişmeye başladıysa, bu mucizeyi yine üretime borçluyuz. Birincisi, haçlı seferlerinin ardından sanayi çok gelişmiş, birçok yeni mekanik (dokumacılık, saatçilik, değirmencilik), kimyasal (boyacılık, metalurji, alkol) ve fiziksel (gözlük) olguları gün ışığına çıkarmıştı. Bunlar sayısız materyali gözlem alanına getirmekle kalmamış, aynı zamanda, eskisinden çok daha değişik deney araçları olarak ortaya çıkmışlar, bunlarla yeni araçların yapımına olanak sağlamışlardı. Denebilir ki, gerçekten sistematik deneysel bilin ancak şimdi mümkün hale gelmişti” der rönesansı ortaçağdan ayıran özelliklerden bahsederken.
Ortaçağa, toplumların kilise ve yönetici sınıflarca barbarlık ve tahakküm altında yönetilmek istememesinin yarattığı hoşnutsuzluk, isyan ve ayaklanmalar döneminin içinden bakmak. Onun içinde gelişmekte olan yeniyi, o dönemin kendi özellikleri içerisinden görebilmek. Hızla gelişmekte olan pozitif bilimlere, deney ve gözleme yönelim… Ve kan! Bilgi ve bilimselliğin tüm engellemelere karşın buluşlara doğru aldığı yol… Aforoz ve engizisyon! Ruhban ve yönetici sınıfının dogmatik kalıplara, boş inanç, baskı ve şiddet mekanizmalarına, toplumsal her atılıma, çok daha sistemli başvurmalarını koşulluyordu. Bunun tipik örneği ortaçağ Avrupasının yönetsel erkiyle “cadı”lar arasındaki ilişkidir. Kilisenin, çağın bilimini büyü olarak tanımlamasının ardında, bilimin gelişmesinin, onun sahip olduğu statüyü sarsacağını öngörüyor oluşundan söz edilebilir. Bu anlamda doğadaki fizik yasalarından tıbba, bilime dair ne varsa araştırılması engizisyon mahkemesince yasaklanıyordu. Cadılar. Dönemin meslekten yetişme tıp insanlarını kilise böyle tanımlıyor. Tıp bilgisi, hastalık tanısı ve tedavisi, uygulayıcısı kadın olduğunda büyücülükle eş anlama bürünüyordu. Feodal zihniyet dönemin üniversitelerini kadınlara tamamen kapatmıştı. Üniversiteler kiliseyle uyumlu bir çalışma içindeydi. Dönemin Oxford Üniversitesi’nden tıp doktorası ve teoloji bakaloryasıyla(!) mezun bir doktorun, diş ağrısına karşı bir hastasının çenesine “baba, oğul ve kutsal ruh adına amin!” yazdığından çarpıcı bir örnek olarak söz edilir. Bu zihniyet sınıflı toplumlarda tüm meslek dallarında olduğu gibi, bilim ve sanatta da kadına en hafifinden mesafeli tavrını sürdürmüştür. Ortaçağdan asırlar sonra, Madam Curie’nin, doğada, döneminin biliminin bildiğinden daha fazla element bulunduğu iddiası ve bu doğrultudaki çalışmaları bilim kurulu tarafından kuşkulu bir mesafelikle karşılanmış, yıllar sonra, radyumu bulup tezini ispatladığında fikri kabul edilmiştir.

Cadı avcılığından genom projesine uzanan süreç, direnç ve karşı direnç, statüko ve ilerlemenin mücadele sürecidir aynı zamanda. Direnç, karşı direnci oluşturur. Karşı direnç, derinleşme duygusu eksenli bir çalışma yürüten kişi de, genelin sorunu ele alan mantalitesinden farklı bir yol izler. Tüm toplumun dünyanın düz olduğuna inandığı bir ortamda onun yuvarlak olduğunu savunmak deney, gözlem ve duygudan çıkışını alan uzun bir çalışmanın ardından gerçekleşir. Onu diğer insanların genel düşüncesinden ayıran farklı bir düşünsel koordinattan hareket etmesi, “ya düz değilse” sorusuyla start alan bir çalışma sürecine dalmasıdır. Genelin soruna yönelik düşünceleri ilgilendirmez onu. Sorunun içsel dinamikleri, özü, bünyesinde barındırdığı nedensellik ve onu çözüme götürecek potansiyellerin varlığı aracılığıyla geliştirdiği, sorunun tanımlanış ve çözümü doğrultusundaki öznel hedeflerinin iç tutarlılığıyla ilgilenmektedir. Leonardo da Vinci’nin uçma isteğiyle örtüşen çalışmalarını (aslında tüm deneysel çalışmalarını) yönetici kesimden gizli yürüttüğü, çalışmaktan vazgeçmektense gelecek kuşakların çözebileceği umuduyla özel bir yazı dili ürettiği bilinir.

Onun pervaneli bir helikopter icat etmeye yönelik çalışması sayısız deney ve çizim içeren olağanüstü bir hacme sahiptir. Onun konuya yönelik defterlerinden alıntılandıracağımız tek bir cümle bile, onun çalışmasının kapsamının ipuçlarını verir bize. “İyi yapılmış, yani gözenekleri nişasta ile sıvanmış ketenden yapılma bir pervane ile donatılırsa ve sözü edilen pervane hızla dönüyorsa, bu aracın havada spiraller çizeceğini ve yukarılara yükseleceğini buldum.” O bu çalışmasını sonuçlandıramasa da (uçmak) kanatla pervane arasında bağıntılandırma üzerinden kurduğu ilişki, toplumsal bilginin-bilincin; iletimi ve ortaklaştırılması aracılığıyla, 20. yüzyılda, Wright kardeşler tarafından, insanoğlunun uçma düşünün gerçekliğe dönüşmesinin zeminini yaratmıştır.

Yukarıdaki örnekte de olduğu gibi, bilimin ilerleyişinde de, diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasalarını gözlemlemek mümkündür. Bilim tarihinin gelişiminde ve bilimin üretilmesi sürecinde; bilim insanları arasında olduğu kadar, bilimin, toplum içerisinde işlerlik kazanması sürecinde de, karşılıklı ilişki ve etkileşimin varlığı söz konusudur. Aynı durum sanata da içerilidir.

“Üretimde insanlar sadece doğayı değil, birbirlerini de etkilerler” der Marx.

“Belirli bir biçimde ortaklaşa çalışarak (bilimde bir bilim adamı tarafından başlatılmış bir çalışmanın uzun yıllar sonra bir başka bilim insanı tarafından sonuçlandırılmış olması, o çalışmanın içerdiği ortaklaşalığı perdelemez -nba) ve çalışmalarını değiş-tokuş ederek üretim yaparlar. Üretim yapmak için karşılıklı belirli ilişkilere girerler ve ancak bu toplumsal ilişkiler çerçevesinde doğayı etkilerler ve üretim yaparlar.” (Marx, Seçme Eserler, Cilt I)

Bilim ve sanat insanlarının herbirinin kendisinden önceki kuşaklardaki meslektaşlarının buluş ve bilgilerini kendi çalışmalarına dayanak yaptıkları; bilim ve sanattaki akademik ve disipliner normların bunlar üzerinde yükseldiğini biliriz. Kuşaklar boyu bilim ve sanatta bilginin ortaklaştırılması üzerinden, bu alanların sosyal bilince etkisi ve sosyal bilinçten etkilenmesinin ifadesidir bu.

62 sayısının kağıda yazılması üzerinden tavşan resmi çizmeyi çocukluğumuzdan biliriz. Eski çağlarda herhangi bir şeyin resminin yapılabilmesi için, konuya uyarlanabilecek bir kalıbına gereksinim duyuluyordu. Kanon adı verilen bu kalıplar, o şeyin geometrik ilişkileri üzerinden biçimlendiriliyor; çizilecek resim, bu kanonun kağıda geçirilmesi ve kalıbın içermediği detayların eklenmesiyle son halini alıyordu. Bildiğimimiz örneğimizle ifade edersek, 62 sayısının oluşturduğu biçimi, tavşan çiziminin kanonu olarak niteleyebiliriz. Kanon çiziminde uzmanlaşmış sanatçılar, ağaçtan kuşa, insandan kaplumbağaya doğada varolan her şeyin kanonlarını çiziyor; bu kitaplar elden ele dolaşıp kopya edilerek ustalar çıraklarını bu doğrultuda çalıştırarak çizim yapmada yetkinleştiriyorlardı. Ortaçağı da içeren sanat tarihinin resimleri neredeyse bu kanonlar üzerinden vücut bulmuştur. Üretimde ortaklaşma ve çizim bilgisinin kuşaktan kuşağa aktarımında önemli bir rol oynayan şemasal kalıplarla çizim yöntemi, aynı zamanda gerçeğin gözlenmesi ve araştırılmasını devre dışı bırakmasıyla giderek gerçekten, somuttan uzaklaşan, imgelem ve doğallığı yadsıyan mekanik, resimi bir kalıplar ve kuru kurallar manzumesine indirgeyen özelliğiyle, kendi içinde çatışkısını da barındırmaktaydı. 3. yüzyıldan 13. yüzyıla değin, sanat ile doğa arasındaki ilişki, klasik sanatın geliştirdiği kalıp duvarlarını aşamamıştır. Bu anlamda ortaçağ sanatına “geleneksel resim dizilerini az çok bireysel denilebilecek deyişlere dönüştüren kopyacıların sanatıydı” der, Sanat ve Yanılsama adlı kitabında E. H. Gombrich.

Ortaçağ, toplumsal yaşamın tüm görüngülerinde olduğu gibi, sanat açısından da yeni bir çağın, Rönesans’ın filizlenmelerini kendi bağrında doğurmaktaydı. Ortaçağ sanatında giderek sanatçılar alışılagelmiş betimlemelerle yetinmemeye ve gözlerini gerçekte ağaçla ilişkisi bulunmayan ağaç kalıplarından, ağacın kendisine çevirmeye başladılar. Yeni beklenti ve ihtiyaçlar başgösterirken insanlığın önünde deney ve gözlemden beslenen pozitivizmin kapıları açılmaktaydı.

“Tıpkı antikçağda olduğu gibi, resmin içeriğinin izleyiciye, sanki izleyicinin kendisi betimlenen olayın bir görgü tanığıymışçasına sunulması öngörülmüştür. Bu yeniden geçerlik kazanan istemden mantıksal sonuç çıkaran Alberti, resmin çerçevesini, izleyicinin resmin dünyasına baktığı bir pencereyle karşılaştırmıştır. Sanatçı, bu dünyayı yeterince betimleyebilmek için, örneğin çeşitli bakış açılarından geçirdiği değişiklikleri bilmek zorundadır. Başka deyişle, tasarı geometrinin bizim ‘perspektif’ diye adlandırdığımız dalını bilmelidir.” (age, sf. 158)

Rönesans döneminde yaşayan, sanatın kaynağına dair yazıları ve kitapları bulunan L. Battista Alberti, yukarıdaki alıntıda gördüğümüz mantık silsilesi üzerinden perspektif fikrine öncülük etmiştir. İlk kez onun ele alıp tanımlamaya çalıştığı bu yönelim, Leonardo’nun katkılarıyla gerçek niteliğini kazanmıştır. “Perspektif” der O, “saydam bir camdan izlenen bir uzamın görünüşünden başka bir şey değildir; camın arkasındaki nesnelerin kontürleri camın yüzeyine çizilir.”

İnsanlık yüzyıllar boyu kendi yarattığı, giderek fetişleştirdiği tapınma nesnelerinin ağırlığı ve dinin kural koyucu baskısı altında ezilmiş, bu çemberin kırılmaya başlamasıyla, sanatta doğaya, yaşama ve bilgiye yönelim birbirini koşullayan bir ilişki içerisinde rönesans tanımlamasıyla tarih sahnesine çıkmıştır. Rönesansla birlikte ortaçağın despotizmi ve dini baskılanmasından kurtulan birey soru sorma, gözlem, araştırma, hayal gücü, üretim ve yaratımındaki hamlelerle, kendinde ve toplumdaki değişimin farkına varmıştır. Doğumunu tamamlamakta olan burjuvazinin ilerici, atak, yenilikçi ve dünyayı değiştirmek için tarih sahnesine çıkış sürecidir bu. Aristokrasi ve dini gericiliğin kendi karşıtını doğuruş ve ona yenilişinin öyküsüdür aynı zamanda.
İnsanın yalnız düşünsel değil, tüm duyularıyla da madde dünyasına girmesinden söz eder Marx. Öğrenme, etkide bulunma, üretim ve değiştirme yöntemiyle insan kendini doğa içinde tam tanımlarken, kendisini ve doğayı değiştirir.

“Marx bu dünyanın, düşünme yeteneği sayesinde değil, sürekli bir uğraşma sonucunda insanın ‘kendi malı’ olduğunu çok iyi biliyordu. Gerçekliğin ‘nesneleştirilmesi’ kaba değil doğal şeklinin düzeltilmesi de kendi başına maddi bir süreçtir, insanın öznel güç ve yeteneklerinin ‘dışa uzaması’ sürecidir. ‘Endüstri tarihi, endüstrinin somut varoluşu, temel insan güçlerinin duyusal şekliyle insan psikolojisinin sayfaları açık kitabıdır.’” (Marx’ın Sanat Felsefesi, sf. 80, alıntılar Marx)

Bu dönemin sanatçıları doğayı, doğanın kendi yasalarıyla yeniden gözlemleme, tanıma, değiştirme ve yaratmayı kendilerine görev edinmişlerdir. Sanat ile bilgi arasında o güne değin hiç olmadığı kadar güçlü köprüler kurulmuş, her iki alandaki gelişim birbirini destekler ve geliştirir bir seyir izlemiştir. Bilim ve sanattaki gelişme rönesansın gelişip yaygınlaşmasına katkı sağlarken, onun özgürlükleri geliştirici özellikleri bilim ve sanatı etkilemiştir. Bilim-sanat kesişmesinin en çarpıcı örneğini insanlık Leonardo şahsında tanımıştır. Astronomiden anatomiye, pek çok bilim dalına katkısını biliriz. Derinlik duygusu, kendinden önceki bilim-sanat insanlarının çalışmalarına ilgi, döneminin özellik ve ihtiyaçlarının kapsamlı kavranışı, gözlem, deney… tüm bunlar onun üretim ilişkilerinin belirleyenleri arasındaydı. Verili bilgiyle yetinmemek ve daha’yı aramakta katı bir eleştirellikte yaklaşmadı yoğunlaştığı işlere. Pozitif, verili durumu aşan, döneminin olduğu kadar sonraki yüzyılların insanlarının düş, özlem ve ihtiyaçlarına da yanıt arayan bir yetinmemezlik duygusu. Çok yönlülüğün şekillendirdiği yeni insan tipolojisi. Pek çok konuda olduğu gibi, ağaç çizimi konusunda da, sanatçıların o güne dek yapageldikleri resimler onu tatmin etmiyordu. Marx’ın deyimiyle, öznel güç ve yeteneklerini dışa uzatarak, doğaya yöneltti. Kendi ağaç bilgisini ve çizimini yetkinleştirdi. Onun kişiliği ve çalışma yöntemi bu konuya sayısız örnek oluşturabilecek özelliktedir. Ağaçlarda organik biçimin gizini çözmeye yönelik uzun zamana yayılan çalışmasına ilişkin, defterinden bir not:

“Unutma ki, her dal çıkma noktasında, ağaç gövdesi, bununla orantılı olarak kalınlığından yitirir; böylece ağacın tepesi boyunca bir çember çizdiğinde, bu çemberle kesişen tüm dalların kalınlıklarının toplamı ana gövdenin kalınlığını vermektedir.”

Onun salt bu notunda bile sanatın esin ve ilham perisinin işi olmadığı gibi, sadece yetenekle de gerçekleştirilemeyeceği; bir dizi içiçe geçmiş edim, irade, hedefli çalışma ve çabanın da katkısıyla şekillenen bir yaratma (nesneleştirme) süreci olduğunu görürüz. Ağaçlara yönelik çalışmanın, ağaçlarda büyüme yasalarına dair doğa bilimlerine katkısının ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak, sanatçıların ağaç çizimi tasarlamaları ya da sanatta doğayla ilişki kuruş ve çalışma yöntemi örneksemesi etkileyicidir. Salt bu yönleriyle bile sanatsal üretimde bilgi ve emeğin öneminin billurlaşmasını görebiliriz örneğimizde. Leonardo, düşünsel, duyusal tüm güçlerini, doğayı derinlemesine inceleyerek, bilim ile sanat arasında içsel bir köprü kurarak, ağaçların büyümesine ilişkin yasayı bularak -ya da sağlayarak; ulaştığı çok yönlü ağaç bilgisi üzerinden kendi ağaç resmini (doğadaki Leonardo’nun incelediği özne ağaç, tuvalde nesneleşmiştir) gerçekleştirmiştir. Bu çalışmasıyla o, kendi dışındaki dünyaya etkide bulunmuş ve onu değiştirmiştir. Aynı zamanda kendine de etkide bulunmuş, değişmiş, insanileşme sürecinde bir atak daha yapmıştır. Değişirken, toplumsal bilgide (ağacın büyüme yasalarına ve sanatsal yaratım yöntemlerine katkı vb.) katkılarıyla, toplumsal değişimdeki etkisinden söz edebiliriz. Bir başka örneği Constable’dan verebiliriz. Kendinden önceki ressamların bulut resmi çizmede ulaştıkları toplam bilgi ve düzeyin, onu tatmin etmeyişi, konuyu yeniden ele almasını sağlamıştır. Farklı mevsim ve iklim koşullarında, uzun soluklu onların gözlenmesi; her gözlem ve değişikliğin sayısız eskiz ve yanına düşülen tanımlama notlarıyla çizime dönüşmesi, insanlığın bulutlara ilişkin bilgisinin daha yetkinleşmesine giden kapıyı aralamıştır. Çağdaşı bir bilim insanı, günümüzde de geçerli; bulut çeşitleri ve hava koşullarıyla bulutlar arasındaki ilişkiyi, Constable’ın bu çalışmaları üzerinden bilimsel çerçeveye oturtmuştur. Bunlar dönemin, bilim, sanat ve düşün insanlarının çoğunda gözlemlenen çok yönlü ilgi ve derinlikli çalışma prensiplerinin yaşamdaki yansıma örnekleridir. Bilginin ortaklaştırılmasına, sosyal bilince katkı. Farkına varmadıkları güçlerinin farkındalığı, olanların keskinleşmesi ve toplamının, amaca ulaşmada iradenin hizmetine girmesine yaptıkları katkılar. Onların gündemine aldığı amaç, Marx’ın deyişiyle “çalışma tarzının yasasını yaratır”.

Büyük amaçlar, büyük eylemler
Derinleşme duygusunun doruktaki karşılıklarını ML’in ustalarında görürüz. Onlar dünyayı anlama, yorumlama ve değiştirme hedefli, uzun soluklu yolculuklarıyla alabildiğine kapsamlı, yadsınamaz, alternatifsiz, kendi içinde bütünlüklü bir sistematiği barındıran ML ideolojiyi yaratarak insanlığa olağanüstü bir gelecek projesi oluşturmuşlardır.

Marx’ın Kapital’de, kapitalist toplumun ekonomik yapısı ve onun hareket yasalarını, içsel gelecek eğilimlerini temel yönleriyle ele alıp tahlil edişinden, onun kendi karşıtı tarafından yıkılışının kaçınılmazlığını ortaya koyuşu. Engels’in 13 yıl içinde tamamladığı Doğanın Diyalektiği’nde; bilimin ve hareketin temel yasalarını tartışmasız bir nesnellik ve bilimsellikle her yönüyle ele alışı… 1917 Şubat Devrimi’nden sonra her şeyin hızla değiştiği, yaşamın altüst oluşlarla sarsıldığı o çalkantı günlerinde Lenin’in, uyguladığı taktiklerle stratejisi arasındaki bağıntı ve rotayı büyük bir uzak görüşlülük ve soğukkanlılıkla hakimiyet ve yönetimi. 3-4 Temmuz gösterileri ardından Bolşeviklere yönelik büyük bir saldırı kampanyasıyla devrimin yenildiği düşüncesinin yaygınlık kazanmaya başladığı süreçte, O’nun bulunduğu kulübeden, devrimin gerçekleşmesinin nesnel koşullarının varlığı ve onun yaklaşmakta olduğu tezini olgunlaştırarak, RSDİP’in ve devrimin nabız atışlarını avuçlarında tutuyor oluşu… Dünyanın tüm emperyalist güçlerinin, SB’nin, Hitler’in orduları karşısında yenilmesinin kaçınılmazlığını düşündüğü anlarda bile; sürecin, koşulların çok yönlü, derinlemesine değerlendirilişi üzerinden geliştirilen hedef belirlenimiyle Stalin’in zaferi kazanmasının mümkün olduğu düşüncesine ulaşması. Askeri dehasıyla süreci tersine çevirip Stalingrad önlerinde, Kızılordu’yla birlikte Nazi imparatorluğunun ölüm çanlarını çalması…

Bu örnekler bile onların bu konudaki çaplarının olağanüstülüğünü açıklamaya yeter. Onlara bu vasfı kazandıran, içinde yaşadıkları dönemin nesnel koşulları, sosyal bilinci ulaştığı düzey, tüm sürecin koşul, olanak ve ilişkilerinin derinlemesine incelenmesi üzerinden, özünü oluşturan norm ve yasaların ortaya çıkarılmasıyla insanlığa yeni bir düşünüş, ilişki kuruş ve davranış pratiği (sınıf bilinci-ML ideoloji) kazandıracakları bir yöntem biliminin yapı taşlarını armağan etmeleridir. Onlar önlerine ulaşabilecekleri hedefleri, çözebilecekleri sorunları koymuşlardı.
#1 - Ocak 06 2007, 14:11:49

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.