Alternatifim Cafe

Türk Milliyetçilerinin Devletçilik Anlayışı

Discussion started on Devletçilik

C_R_A_Z_Y

  Türk Milliyetçilerinin “devletçilik” anlayışı ve “devlet” ten ne anladığı konusu artık ciddi olarak tartışılması gereken bir konu haline gelmiştir. Türk Milliyetçileri, ne kadar “devletçi” dir ve hangi devletin “devletçisi” dir ?

Esasen devletçilik olgusu, milliyetçiliğin zorunlu bir sonucudur. Milleti ve onun çıkarlarını en üstün ve öncelikli tutan bir görüşün, millete ait bir devleti savunmaması düşünülemez. Bu aşamada sorun, milletin devleti, milletin devleti olmaktan çıktığında veya milletin devleti, milletin savunucularını kendisine hasım edindiğinde ne yapılacağı, ne kadar ve hangi devletin devletçisi olunacağı sorunudur. Milliyetçi doktrin, böyle bir ihtimali öngörmemiş ve buna cevap hazırlamamıştır.

Devlet, 3 Mayıs 1944 olaylarında takındığı tavra benzer biçimde, 1980 yılında ihtilal ile demokrasi ve siyasal yaşama ara verdiğinde, kendi savunucularını da işkence ve eziyet sürecinden mahrum bırakmamış, Türk Milliyetçilerine en büyük darbeyi vurmuştur. Devlet, bu hareketi sırasında milletin kutsallarını, askeri kullanmış ve kutsala karşı çıkmayı tabu olarak gören Türk Milliyetçilerini hazırlıksız ve çaresiz yakalamıştır. Türk Milliyetçilerini, terörist olarak yargılamıştır. Sonradan ortaya çıkmıştır ki, ülkede terör ortamının gelişmesinde en büyük katkıyı yine aynı devletin bazı uzantıları yapmış, milletin kutsalı da bu terör ortamının kendisine darbe yapma ortamını oluşturacak seviyeye yükselmesine bilerek ve isteyerek seyirci kalmıştır. 1980 öncesinde, hükümetler, bazı illerde sıkıyönetim ilan edilmesini istediğinde asker, mevcut birlik dağılımı sebebiyle gücünün buna yetişmeyeceği gerekçesi ile talepleri reddetmiş ama aynı asker, 1980 de tüm yurtta, bir günde sıkıyönetim ilan edip olayları bıçakla keser gibi kesip atmıştır. Dönemin ABD yetkililerinin, “galiba bizim çocuklar işi başardı” diye tarif ettiği ABD çocukları, aynı gün ve sonrasında Türk Milliyetçilerine yönelmiştir.

Türk Milliyetçilerinin önderi Alparslan Türkeş, çok sonra anılarında bu hadiseyi anlatırken, ihtilal öncesinde Ankara’nın bir merkez köyünde saklandığını, ihtilal olduktan sonra etrafındakilere “teslim olmayalım” dediğini fakat yanındakilerde buna ilişkin bir cesaret ve irade göremediğini açıklamaktadır. Milletin kutsalı darbe yaptığında ve teslim ol dediğinde teslim olmamayı düşünüp teklif eden irade, Türk Milliyetçilerinin genelinde var olan devletçilik anlayışı ile ne kadar bağdaşmaktadır ve hangi düşünce gerçekten devletçidir ?

Konunun bu güne yansıyan ve güncel olan yönü şudur: Bu gün ülkede bir terör ortamı vardır. PKK terörü bastırılamamakta ve ülke git gide bir iç savaşın eşiğine getirilmektedir. Milletin, hadiselere kendi adına çözüm bulması için yetkilendirdiği “devlet” sorunu çözememektedir. Terör meselesi incelendiğinde, terörün gelişiminde devletin büyük ihmalinin olduğu hemen görülebilmekte, bu gerçeklik milletin sosyal aklında ve vicdanında bu şekilde algılanmaktadır. Bu gün, sokağa çıkıp terör neden bu kadar yayıldı diye soracak olsanız, alacağınız cevapların hemen hemen tamamı doğrudan veya dolaylı olarak devlete dayanacaktır. Ülkedeki gelişmişlik seviyesini ve gelir dağılımını adaletli olarak dengeleyemeyen, yabancı güçlerin ülkede cirit atıp fitne fücur yaymasına izin veren, terörle doğru araçlarla mücadele etmeyen, gayrı nizami harp yöntemi ile savaşan düşmana nizami ordularla cevap vererek binlerce mehmetçiğimizin şehit düşmesine yok yere göz yuman, terörle mücadele yönteminde düşülen yanılgı sebebiyle 10 – 15 yılda 100 milyar doların üzerinde parayı yanlış yönde harcayıp heba eden, bu meselerin çözümünde harcanabilecek diğer mal varlığımızı da banka patronlarına, vurgunculara hortumculara peşkeş çeken, yer altı dünyasında terör örgütünün yer edinmesine sebebiyet veren, Avrupa birliğine girmek amacıyla yapılan yasal düzenlemelerle doğu ve güney doğu ahalisini neredeyse azınlık ve milletten başka bir topluluk gibi değerlendiren, , aynı başka yerlerde de yaptığı gibi zaman zaman bölge halkına da kötü muamele eden, daha çok eylem yapsınlar diye terörist cenazelerini terör yanlılarına teslim eden, terörün kendisine kaynak bulduğu ülkelere rest çekemeyen, Irak’ın kuzeyi ile ilgili meselelerde kırmızı çizgileri pembeleşen, tükürdüğünü yalayan ve milletimizi rezil eden aynı devlet değil midir ?

Peki, bu ihmaller böyle sürüp gidecek olursa ve hadiseler Türk Milliyetçilerini sokağa dökerse, Türk Milliyetçilerini “nümayiş” çıkarmaktan yargılayacak, işkence ve eziyet edecek olan devlet hangi devlettir ? Aynı devlet !

Görülen o ki; “baba” olarak bildiğimiz devlet, babalık yapamamakta, ana vatanı ve içerisindekileri yok olma sürecine götürmektedir.

Bu aşamada, “devlet” ten ne anladığımız ve devletin ne olduğu doğru tespit edilmelidir. Devlet, hangi organı veya görevlisi ile olursa olsun, ferdin üstünde otorite sahibi olan büyük bir örgüttür, büyük bir güçtür. Gücünü, kendisine boyun eğen ve gücünü kendisine teslim eden milletten alır. Bu gözle bakıldığında, hükümet, meclis, asker, belediye ve diğer tüm kurumlar, hatta ücra bir yerdeki sağlık ocağı, okul ve muhtarlık da devlettir. Yasal devletin oluşturduğu, yasa dışı gizli güçler ve karar vericiler de devlettir. Çünkü varlık sebebi yasal devlettir. Devlet, bir kurum, bir örgüt olmakla beraber insan unsuru ile yönetildiğinden, onun karar ve emir vericileri devleti temsil eder. Dolayısı ile, devletçi olunduğunda bu yöneticileri devlet olgusundan ayrık tutmak mümkün değildir. Devletin görevlisine karşı işlenen suç, devlete karşı işlenmiş kabul edilir, devleti idare edenin kanaati ve kararı, devletin kanaati ve kararıdır. Devlet, örgütü ve insan unsuru ile bir bütündür. Devlet karşıtlığı da böyledir. Devlete değil, yöneticilerine karşıyım gibi bir mantık gerçekçi değildir. İşte bu nokta, devletçilik meselesinin ana noktasıdır ve Türk Milliyetçilerini yanılgıya düşüren temel meseledir.

Neden yöneticileri ayrık tutularak devlete yandaş veya karşıt olunamaz ? Veya neden, devlet ayrık tutularak yöneticilerine yandaş veya karşıt olunamaz?

Devletin ve milletin yetki sınırlarını, kimin kimi ne şekilde yöneteceğini anayasa ve yasalar belirler. Bir an için, Türk Milliyetçilerinin genel eğilimine uygun olarak, devletin taraftarı ama yöneticilerinin karşıtı olalım. Amaç, yasal çerçevede devlette “yönetici” sıfatını kazanarak, yanlış bulduğumuz yönleri değiştirmek olacaktır. Yanlış yönler düzelip, yöneticiler de milletin çıkarlarına uygun hareket ettiğinde, yöneticisi ve örgütü ile tam bir devlet yandaşı olunabilir.

İşte bu noktada bunun mümkün olup olmadığı sorgulanmalıdır. Yani, mevcut oyunun kuralları içerisinde oynayıp, oyunda öne geçtiğimizde, oyunun beğenmediğimiz kural ve koşullarını değiştirebilecek miyiz ? Yani mesela Atatürk, mili mücadeleye girişmek ve Osmanlı “devleti” ne karşı olmak yerine, o oyunun kuralları içerisinde “hükümet” olmak yoluyla vatanı kurtarabilir miydi ? Gerek tarihi olan bu örnekte gerekse bu gün önümüzde bulunan örnekte “fiili imkansızlık” bulunmaktadır. Teoride doğrudur ama, reel olarak bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.

Bu; üç sebepten böyledir. Birinci sebep; milletin gerçek iradesinin devletin tepesine çıkarılması olanaklı değildir. Bu ülkede millet, sadece noter görevi yapabilir ve asla gücünü halktan alan ve devletin başına geldiğinde oyunun kurallarını değiştirecek bir lider yetişemez. Çünkü bu hazır tutulan düzen için bir tehdittir ve hazırdaki düzen buna asla müsaade etmez. Milli irade devlet katına ancak siyasi partiler yoluyla çıkabilir. Siyasi partiler ise, siyasi partiler kanunu ve ilgili mevzuat ile idare edilir. Siyasi partiler, anti demokratik yasa ve uygulamalarla daima kontrol altında tutulurlar ve bunun delinme ihtimaline karşı egemen güçler medya vs. kuvvetleri ile hazır ve nazır beklemektedir. Millet, mevcut yasa ve uygulama teamülleri karşısında siyasetçi denen illete bir defa elini vermiş, kolunu kaptırmış ve kurtulamaz duruma sokulmuştur. İster seçmen olsun, ister delege olsun, ister il, ilçe başkanı olsun milli irade asla kendisini amacına uygun olarak temsil ettiremez. Bu bütün siyasi partilerde böyledir ve bu uygulama egemen güçlerin milleti kontrol altında tutma amacına matuf olarak istikrarlı olarak sürdürülmektedir. Millet, siyasi partilerin kendisine dikte ettiği temsilcileri onamaktan başka bir şey yapamaz. Aynı senaryo bütün siyasi partilerde geçerli olduğuna göre milletin bu lider sultasını yıkarak, gerçek liderini ve iradesini devlet katına çıkarması teorik olarak mümkün görülse de fiili olarak mümkün değildir.

İkinci sebep; millet gerçek iradesini devlet katına yansıtsa bile, devlet milletin temsilcisinin emrinde değildir. Yetki, çeşitli erkler arasında paylaştırılmıştır. Meclis ve hükümet, bu erklerden sadece ikisidir. Anayasa’ya göre “yasama”, “yürütme” , “yargı” olarak üçe ayrılması gereken yönetsel paylaşım, yönetsel görev dağılımı, bugün egemenlik paylaşımına dönüştürülmüş ve üç kurumun yanına asker, Cumhur Başkanı, bürokrasi, YÖK, BDDK, ÖİB, TCMB ve benzeri özerk kurumlar eklenerek, milletin gerçek temsilcisi ile milleti ve devleti yönetme olanağı kaldırılmıştır. Bunların yanına bir de dış etkileri mesela AB, IMF, BM vs. baskı unsurlarını eklediğinizde, bu devletin sevk ve idaresinde millet iradesine ne kadar yer kalmıştır ?

Üçüncü sebep; şu anda ve uzun zamandan beri millette, ilk iki sebebi ortadan kaldırabilecek bir milli birlik ve irade bulunmamaktadır.

Tüm bu ortamı hazırlayan ve sürdürülmesine gayret eden kimdir ? Devlet ve içerisine şu veya bu şekilde çöreklenmiş kişiler değil midir ? Bakın bu devlet daha başka neler yapıyor:

Bu devlet, milletimizin süngüsü ile kazandığını, milletin mağlup ettiklerine, alın teri ile kazanıp hayırlı işlerde kullansın diye ödediğini de aç gözlü patronlara peşkeş çekmekten çekinmemektedir. Bu devlet, milletimizi açlığa, işsizliğe mecbur bırakmıştır. Bu devlet, yıllardan beri başta kolluk kuvvetleriyle olmak üzere en yetkisiz kapıcısına varıncaya kadar pek çok görevlisi ile milletime kötü davranmıştır, onu hor görmüş, aşağılamıştır. Bu devlet, yüksek vergiler, gereksiz bürokrasi ve rüşvet getirerek girişimcileri yok etmiş, pazarı üç beş patronun eline bırakacak tedbirleri almıştır. Bu devlet, yüksek prim vs. sebeplerle insanımızın sağlık güvencesi olmaksızın çalışmasına yol açmıştır. Daha pek çoğu da sosyal güvencesiz bile olsa işsiz olarak beklemektedir. Bu devlet, kepaze bir sağlık sistemi ile milletimizin pek çok ferdinin yok yere ölüm ve ızdırabına sebebiyet vermiştir. Bu devlet, milletimizi eğitimsiz bırakmıştır. Bu devlet, milletimizi savunmak için gereken silah ve savunma sistemleri konularında, milletimizi dışa bağımlı bırakmıştır. Bu devlet milletimizin adalet ihtiyacını karşılayamamıştır. Bu devlet ormanlarımızı, toprağımızı, çiftçimizi, doğal güzelliklerimizi, geçmişimizi, geleceğimizi vs. vs. yok etmiştir. Bu paragraf o kadar uzatılabilir ki…. Netice olarak devlet, yönetim işini doğru yapamamış, milletimizin mili mücadele yıllarında kazandığı avantajlı durumunu kaybetmesine sebebiyet vermiştir. Şimdi, devlet ve yöneticisinin birbirinden ayrılamayacağını yukarıda izah ettiğimize göre, biz bu devletin yandaşı, devletçisi olacak mıyız ? Hem Türk Milliyetçisi olup, hem de yöneticisi ve onu var kılan örgütü, yasasıyla devletin, millete ihanetine seyirci kalacak mıyız ? Yoksa, seyirci kalmak bir tarafa, destekçisi mi olacağız ?

Türk Milliyetçilerinin bunu doktriner anlamda kabullenmesi mümkün değildir. Aksi görüşler, cahillik ve tutarsızlıktan başka bir şey değildir. Türk Milliyetçiliği görüş ve hareketinin varlık sebebine aykırıdır. Türk Milliyetçilerinin bu devletçilik anlayışı sebebiyle, devlet tarafından çok zaman kullanıldığı, görev tamamlandıktan sonra da çöpe atıldığı pek çok bilinen örnekle ortadadır. Aynı bir çete liderinin, izlediği filmlerin etkisi ile karanlık işlere özenmiş yahut ihtiyaç içinde kalmış kişileri kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp feda etmesi gibi, devlet de amacını aşmış bir devletçilik anlayışı ile yetişmiş ve içinde bulunduğu siyasal organizasyon tarafından bu devletçilik anlayışı pekiştirilmiş insanımızı çok zaman kullanmıştır. Pek çoğumuz, bilerek veya bilmeyerek, belki hiç bilmediğimiz ortamlarda, pek çok yönden milletimize eziyet ve ihanet eden devletin yüksek çıkarları için figüran olmuşuzdur.

Hal bu ise, Türk Milliyetçiği doktrini bu meseleye nasıl yaklaşmalıdır ?

Birincisi; Millet devlet için değil, devlet millet için vardır. Devlet, her işinde milletine hizmet etmek, milleti yüceltmek, onu her ortamda somut başarılarla onure etmek zorundadır. Milletin devleti oluşturması ve yetkilendirmesi rızaya dayanır. Devlet denen olgu, rızaya dayanan bu yetkiyi, yetkilendirme amacına uygun olarak kullanmaz ve yetkinin sahibine geri dönüşüne engel olursa, ortaya milletin üzerinde, milletten başka ve üstün olan bir ucube çıkmış olur. Bu öyle bir ucubedir ki; hem milletimin kaynaklarını zorla kullanarak beslenmekte, hem de milletin aleyhine çalışmaktadır. Bu ucube, millet buna karşı çıktığında, milletten aldığı zor kullanma yetkisini millete karşı kullanmaktadır. Bunun tanımı, sömürgecilikten başka bir şey değildir. Türk Milliyetçiliği doktrini şunu kabul etmelidir: Millet, rıza ile verdiği yetkiyi tadil etmek yahut geri almak istediğinde, kendisine zor koşulursa, millet de zora başvurmalıdır. Çünkü aslolan, milletin yetkilendirdiği ucubenin varlığının devamı değil, milletin varlığının devamıdır. Burada, milletin zor kullanmasını örgütlemek de Türk Milliyetçilerinin işidir. Mevcut düzeni, siyaset yerine milletin zoruyla değiştirmek milletin mahvına yol açabilecekse; milliyetçiler bu koşula özgü olarak bunu düşünmeyeceklerdir. Bu aşamada, Türk Milliyetçiliği doktrini ve Türk Milliyetçileri; devletin kendi zaafıyla kendi kendisini zora soktuğu, olağan kuvvetleriyle işin içinden çıkamadığı, milletten yardım istediği bir anda, milletin devlete yardımıyla birlikte; hazır düzenin milletin zoruyla değiştirilmesi gereğini kabul etmelidir. Aynı Atatürk’ün yaptığı gibi…. Atatürk; bu söylediğimiz hadiseyi bizzat örgütleyip başaran gerçekten çok büyük bir lider ve Türk Milliyetçisidir. Kendisi, hazır düzeni yıkıp, millet iradesini hakim kıldığı ve sürecin nasıl işlediğini çok iyi bildiği için adeta bu günü görmüş gibi gençliğe hitabesinde, böyle giderse 10 – 15 sene sonra belki daha da yakında karşı karşıya kalacağımız bir senaryoyu anlatmıştır. Bu senaryonun öncelikli kısmı, millet ve devletin dışındaki düşman güçlerin mutlak galibiyeti ihtimalini anlatmakta, “bundan daha acı ve korkunç olmak üzere…” dedikten sonra yöneticilerin millete ihaneti ihtimalini öngörmektedir. Bu halde dahi, Türk Gençliği’nin ödevi bağımsızlığı ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Kurtarmaktır çünkü, cumhuriyet artık Türk’ün cumhuriyeti değildir. Bu kurtarma işi, satılmış yöneticilerin emrine itaat, yahut emrindekilere boyun eğmek değildir. Kendisinin yaptığı gibi, milleti örgütleyip, ihanet güruhuna karşı, daha büyük bir güçle mücadele yürütmektir. Gerektiğinde, teslim ol emrine riayet etmeyip, üniformayı çıkarıp atmaktır.

İkincisi; Türk Milliyetçileri; devletin millete karşı ihanetine ve eziyetine dur diyebilmek için, Türk Milliyetçilerinin potansiyel gücü ile hareket ve etki kabiliyetini arttırmalıdır. Bunu yapabilmek için de önce kendi organizasyonlarında millete güvenmeli, onun iradesini ortaya çıkarabilmelidir. Bu, öncelikle Türk Milliyetçilerinin kendi kendilerini başarılı bir şekilde yönetimi ve devlet içerisinde devlet oluşturan lider sultası ile önce kendi içlerinde mücadele etmesiyle olur. Bu mücadelede asıl önemli olan, önce Türk Milliyetçilerinin bu durumun farkındalığıdır. Ne yaparsa yapsın, ne ederse etsin, dövse de sövse de devlet benim devletimdir mantığı ile, liderimin yanlışı benim doğrumdan doğrudur, lider – teşkilat – doktrin tartışılmaz, emir demiri keser gibi klasik ve Türk Milliyetçilerini bağnaz, dogmacı ve serseri kalabalıklar haline getiren yaklaşımlar arasında ne fark vardır ? Hepsi aynı mantık ve aynı kaynaktan beslenmektedir. Ne tesadüftür ki, millet ve Türk Milliyetçileri düzeyinde ortaya çıkan sonuçları da aynıdır.

Üçüncüsü; Türk Milliyetçileri, kendi içlerindeki birlik ve düzeni sağladıktan sonra, meşru zeminde devlete karşı durabilmelidir. Meşru zeminde devlete karşı duruş, öncelikli olarak doktrin ve eğitiminde hangi devletin devletçisi olunacağı hususunu belirlemek bunu açık yüreklilik ve yüksek sesle ifade etmektir. Türk Milliyetçileri; meşru zeminin, devletin yanlış işlemlerine karşı geliştirilmiş olanaklarının kullanılmasında millete öncülük etmelidir. Bu; medenilik, medeni cesaret olarak adlandırdığımız, bir toplum içerisinde yaşayanların, başkalarına ve devlete karşı hak ve yükümlülüklerini bilmesi ile olur. İdare mahkemeleri, anayasa mahkemeleri, ceza mahkemeleri bunun için vardır. Milliyetçilik, milletin hakkını hukukunu gözetip savunmak olduğuna göre, Türk Milliyetçilerinin oluşturduğu organizasyonların görevlerinden biri bu olmalıdır. Bu, bir görev tanımı olarak, organizasyonlarımız için kabul edilmelidir. Milliyetçi güç, hukuki ve siyasal gücünü eş güdümlü olarak bu yöne kanalize etmelidir. Bu duruş sadece bireysel hak ihlallerinde değil, toplumsal hak ihlallerinde de meşru zeminin tüm olanakları içerisinde, hatta bu olanaklar biraz da zorlanarak kullanılmalıdır. Türk Milliyetçileri, haklı mücadelelerinde mesela gösteri ve basın açıklaması yapmalarına izin vermeyen otoriteye direniş göstermeli, bunu hukuki ve siyasi takiple pekiştirmelidir. Bunlar, Türk Milliyetçilerinin toplumsal hareketlerinde alışılagelmiş şeyler değildir. Türk Milliyetçilerinin geleneğinde, toplumsal meselelerde eylemli tepki pek görülmez. Bu açıdan, mesela doğaya zehir saçarak milletimizi zehirleyen bir fabrikanın girişine kendilerini zincirleyip toplumun dikkatini bu yöne çekmeye çalışan Greenpeace gibi örgütler, Türk Milliyetçilerinden daha başarılı ve tecrübelidir. Türk Milliyetçiliğinin siyasal temsilcileri; sadece yanlışı eleştiren bir grup olmaktan çıkıp, yanlış hususunda millet adına mevcut tüm olanaklardan istifade etmek bir tarafa, bunları biraz da zorlayarak “hesap soran” bir güç olmalıdır. Doktrinimizde ve doktrin eğitimimizde devletçilik meselesi amacını aştığı için şöyle bir tezatla da karşı karşıyayız: Milletimize en küçük hareketlerle bile olsa kötü davranan, zulmeden pek çok kamu görevlisi, kendisini Türk Milliyetçisi olarak tanımlamaktadır. Sözde devletçi yaklaşımla, sözde bir milliyetçilik iddiasında bulunan bu kimseler, devletten daha devletçi ve sadist, hasta ruhlu kimselerdir. Üzücü olan şudur ki, milliyetçi siyasal kuvvet, bu gibi kimseleri reddetmek ve dışlamak yerine, o kişinin devletteki mevkiine göre, devlet içinde bir bağlantı, bir devlet büyüğü olarak kabul etmekte, var olan güç ve imkanlarını, bu gibi kimselerin devlet içerisinde varlığını koruyup daha da güçlendirmelerine kullanmaktadır. Pek çok yerde bu hasta ruhlu kimselerin, milliyetçi güç ile bir yerlere gelip, sonradan gerçekten milliyetçi insanlara bile zorluk çıkarıp kötü muamele ettiği görülmüştür. Milletimizin, kendisine hizmet etmeyen hatta ihanet eden devlete karşı duruşu ancak, milliyetçilerin devletçilik anlayışını tekrar gözden geçirmesi ve amacına uygun tanımlama yaparak bunu tatbiki ile mümkün olabilir.

Şimdi ortada, milletimizi iç savaşa doğru sürükleyen, buna olabildiğince göz yumarak zemin hazırlayan bir devletle karşı karşıyayız. Ve bu devletin kirli uzantıları, amaçlarına hizmet etmesi için Türk Milliyetçilerini sokağa davet ediyor. Bir yerde bayrak yakıldığında, Türk Milliyetçileri sokağa dökülüp tepki göstermeliymiş… Niçin ? Devletin bu işe göstermesi gereken yasal ve meşru tepki nerede ? Devlet, kendi organ ve görevlileri eliyle görevini yaparken, fiili bir müdahale ile karşılaşsa, zora karşı zor kullanabilir. Üstelik bu sebeple suçlanmaz da… Devletin, beline silah, üstüne üniforma, cebine kimlik, cüzdanına para konan polisi, jandarması yetişmedi mi? Türk Milliyetçileri, bedava jandarmalık yaparak, bu ülkede bayrak yakılmasına müsaade eden, ortam hazırlayan devleti korumaya o kadar meraklılar ki, siyasal organizasyonunun lideri, hadiselere tepki gösteremediği iddiasıyla olabildiğince suçlanıyor.

Aslında, gerçek Türk Milliyetçileri bu durumlarda belki de gerçekten sokağa inmelidir. İnmeli ve kendisine yakışır bir devlet aramalıdır.

Bu söylenenler, bu yaklaşım; kendisini Türk Milliyetçisi olarak adlandıran pek çok kişiye itici gelebilir. Onlar, çoğunluk teşkil ediyor da olabilir…

Sonuç ve etkisi her ne olursa olsun şahsen ben, umutsuz ve sorunun parçası olan serseri kalabalıklar içinde olmak yerine, Türk’ün devletine bu şekilde bakan, birbirine tam olarak sadık, acısını – sevincini paylaşsan, doğru sözlü bir azınlığın parçası olmayı yeğlerim ve milletime eziyet ve ihanet eden bir devletin devletçisi değilim.
#1 - Temmuz 14 2007, 20:34:24

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.