Alternatifim Cafe

Nazım Hikmet

Discussion started on Yazarlar

KARIMA MEKTUP

                                                                   33 - 11 - 11
                                                                       Bursa 
                                                                     Hapisane

Bir tanem!
Son mektubunda :
"Başım sızlıyor
               yüreğim sersem!"
                                   diyorsun.
"Seni asarlarsa
               seni kaybedersem;"
                                   diyorsun;
                                         "yaşıyamam!"
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
                      yirminci asırlılarda
                                        ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
                      razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
                 kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
                                            geçirecekse eğer
                                                 ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
                                    boşuna bakacaklar
                                                        Nâzıma!

Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
                                 toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
                        istendiğini idamımın,
daha dâva ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
                                 kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
            bana fanile bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
                        bir mahpusun karısı.
#1 - Haziran 02 2006, 09:26:30
« Son Düzenleme: Ekim 24 2006, 19:02:24 Gönderen: dArK »
İmzanız Kural Dışı

dark

Nazım Hikmet'in Hayatı ve Sanatı

Nazım Hikmet Ran (1902-1963)

Selanik'de doğmuştur (1902). İlköğrenimini İstanbul'da Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Numune Mektebi'nde tamamlamış, orta öğrenimi ise, daha 12 yaşında iken yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" adlı bir şiirini dinleyip çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın öğüdü üzerine geçtiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nda yapmıştır (1918). Nazım Hikmet Bahriye'yi bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü'ne stajyer güverte subayı olarak verilmiş, bir gece nöbetinde üşütüp zatülcemp olmuş (1919), sağlığını kazanamayınca askerlikten çürüğe çıkarılmıştır (1920).

Askerlikten ayrıldıktan sonra, İstanbul'un işgaline çok üzülen Nâzım Hikmet Millî Mücadele'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçmiş, Bolu Lisesi'nde kısa bir süre öğretmenlik yapmıştır (1921). Rus devrimiyle ilgilenen şair, bir süre sonra Batum'dan Moskova'ya gitmiş ve Doğu Üniversitesi'nde ekonomi ve toplumbilim okumuştur (1922-1924). Yurda dönüşünden sonra Aydınlık dergisine katılmış, burada çıkan şiirlerinden ötürü hakkında "gıyaben" mahkumiyet kararı verildiğine öğrenince yeniden Rusya'ya geçmiş, af çıkması üzerine Türkiye'ye dönmüş ve bir süre Hopa cezaevinde tutuklu kalmıştır (1928).

Nâzım Hikmet daha sonra İstanbul'a yerleşmiş, çeşitli gazete ve dergilerle film stüdyolarında çalışmış, ilk şiir kitaplarını çıkarmış ve oyunlarını yazmıştır (1928-1932). Bir ara yine tutuklanmış, Cumhuriyet'in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan af yasası ile özgürlüğüne kavuşmuştur. Akşam Son Posta, Tan gazetelerinde Orhan Selim takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapmıştır (1933).

Kara Harp Okulu öğrencileri arasında propaganda yaptığı iddiasıyla yargılanmış, Harp Okulu Askeri Mahkemesi'nce 15 yıl, ardından Donanma içinde faaliyette bulunduğu iddiasıyla da Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl olmak üzere toplam 35 yıl hapis cezasına çarptırılmış, cezası Türk Ceza Kanunu'nun 68 ve 77 maddeleri uyarınca 28 yıl dört aya indirilmiştir (1938). Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra çıkarılan af yasası (1950) kapsamına alınması için aydınlar tarafından açılan büyük bir kampanyanın ardından, hukukçular yasal yollara başvurmuş, bu arada Nâzım Hikmet'de hapishanede açlık grevine başlamıştır. Sonunda Nâzım Hikmet'in geri kalan cezası affedilmiş ve şair 13 yıl hapislikten sonra özgürlüğüne kavuşmuştur.

Serbest bırakıldıktan sonra iş bulamayan, kitap çıkaramayan şair için bu kez askerlik kararı alınmış, 50 yaşında ve hasta olan Nâzım Hikmet çok zor durumda kalmıştır. Öldürülmekten korkan şair, kendisine hayran olan Refik Erduran (sonranın ünlü oyun yazarı ve gazetecisi)'ın önerisini kabul etmiş, onun yardımıyla bir motorla Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye'den ayrılmıştır.

Nâzım Hikmet, Moskova'da ölmüştür. (3 Haziran 1963).

YAZIN YAŞAMI

Nâzım Hikmet, hece vezniyle yazdığı ilk şiirlerini Yeni Mecmua, İnci, Ümit ve Celal Sahir (Erozan)'ın çıkardığı Birinci Kitap, İkinci Kitap vb. dergilerinde yayımlamıştır. "Bir Dakika" adlı şiiriyle Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik kazanmıştır (1920). Daha sonra Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay gibi dergilerde yazan Nâzım Hikmet cezaevine girdikten sonra yıllarca yayın yapamamıştır. Ancak, 1940'lı yıllarda, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi toplumcu dergilerde İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi takma adlarıyla ya da
imzasız olarak bazı şiirleri çıkmıştır. Kuvâyı Milliye Destanı İzmir'de Havadis gazetesinde tefrika edilmiştir (1949). Destanı Yön dergisi yayınlayarak (1965) Nâzım Hikmet'i yeniden okurlara ulaştırmış, şairin yapıtına konan çemberi kırmıştır.

YAPITLARI

ŞİİR:
835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930-Nail V. ile), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu'ya Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Saat 21-22 Şiirleri (1965-Bas. Haz. M.Fuat), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967-Bas. Haz. M.Fuat, 5 Cilt), Rubailer (1966-Bas. Haz. M. Fuat), Dört Hapishaneden (1966-Bas. Haz. M.Fuat), Yeni Şiirler (1966-Bas. Haz. Dost Yayınevi), Son Şiirleri (Bas. Haz. Habora Kitabevi), Tüm Eserleri (1980-Bas. Haz. A. Bezirci, 8 Cilt).

OYUN:
Kafatası (1943), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1935), İnek (1965), Ferhat ile Şirin (1965), Enayi (1965), Sabahat (1966), Yusuf ile Menofis (1967), İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu (1985).

ROMAN:
Kan Konuşmaz (1965), Yeşil Elmalar (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1966).

YAZILAR:
İt Ürür Kervan Yürür (1936-Orhan Selim takma adıyla), Alman Faşizmi ve Irkçılığı (1936), Milli Gurur (1936), Sovyet Demokrasisi (1936).

MEKTUPLAR:
Kemal Tahir'e Hapishaneden Mektuplar (1968), Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar (1968), Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar (1970), Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (1986-Adalet Cimcoz'la Mektuplar, Haz. Ş. Kurdakul), Piraye'ye Mektuplar (1988).

MASAL:
La Fontaine'den Masallar (1949-Ahmet Oğuz Saruhan adıyla), Sevdalı Bulut (1967).

Eserlerinden Örnekler

SANATI

Şiire çok küçükken başlayan Nâzım Hikmet, ilk şiirini 3 Temmuz 1913 tarihinde, henüz 11 yaşında iken yazmıştır: "Feryâd-ı Vatan". Bu şiir, Balkan Savaşı yengisini ve düşmanın Çatalca'ya kadar ilerlemesini konu edinen bir şiirdir. Nâzım Hikmet'in 1913-1920 yılları arasında yazdığı şiirlerde çoğunlukla bireysel konuların işlendiğini belirten Asım Bezirci, özellikle aşk teminin ağır bastığını ve "melankolik hava" taşıdıklarını yazmaktadır.

Şairin ilk gençlik şiirlerinden bazılarını Bahriye Mektebi'nde öğretmeni olan ve annesi Celile Hanım'a yakınlık duyan Yahya Kemal'in düzelttiğini Vâ-Nû belirtmektedir. Şairin yayımlanan ilk şiiri 3 Teşrinievvel 1918 tarihli Yeni Mecmua'da Mehmet Nâzım imzasıyla çıkan "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?"dır. Bu şiir, aynı ad ve imza ile sonradan Ümid dergisinde de yayımlanmıştır. Yahya Kemal tarafından düzeltilen bu şiir şöyledir: "Bir inilti duydum serviliklerde/Dedim ki: Burada da ağlayan var mı?/Yoksa tek başına bu kuytu yerde/Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?"/ "Hayat inerken siyah örtüler/Umardım ki artık ölenler güler/Yoksa hayatında sevmiş ölüler/Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?"

Bir nokta belirtilmelidir: Nâzım Hikmet'in ilk şiirlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden, uğradığı savaş yenilgilerinden kaynaklandığı açık olan ulusal duygular da önemli yer tutmaktadır. "Kırk Haramilerin Esiri" ile "Yaralı Hayalet" bunların en güçlü örnekleridir. Teşrinievvel 1336 (1920) tarihli Yedinci Kitap'ta yayımlanan "Yaralı Hayalet" şu dizelerle başlamaktadır: "Bir gece bir odada dört arkadaş toplandık/bir uzak rüya olan geçmiş günleri andık/Gözlerimiz yaşlıydı, gönüllerimiz mahzun/Hepimiz memleketten konuştuk uzun uzun". Daha aşağıda şu iki dize gelmektedir: "Çaldı, tanburasından tarihin sesi geldi/Dağlara yaslanarak sanki Zeybek yükseldi".

Yurt sevgisinin, tarihsel geçmişe bağlılığın yanısıra bu şiirlerde şairin ustalaşmaya başladığı, vezni kullanmada zorlanmadığı ve daha arı bir Türkçe'ye yöneldiği de görülmektedir.

YENİ BİR ŞİİRE DOĞRU

Nâzım Hikmet, Anadolu'ya geçtikten, bir yandan savaşın bir yandan da halkın sorunlarıyla, o güne kadar yeterince farkına varamadığı gerçeklerle karşılaştıktan sonra, hece ve aruz vezni ile yetinemeyeceğini, yeni bir şiire, başka bir şiire gitmesi gerektiğini anlamıştır: "Anadolu'ya geçtim. Millet sıska, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. İşe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim."

Nâzım Hikmet, Rusya'da yeni bir dünya görüşü edinmiş, olaylara, insan ilişkilerine bakışı kökten değişmiştir. Şair artık, marksizme bağlanmış, diyalektik ve tarihsel materyalizmi benimsemiştir. Ancak, henüz eski kalıplardan da tümüyle kurtulabilmiş değildir. Örneğin, 1922 yılında Yeni Hayat dergisinde yayımlanan "Kitâb- Mukkades" adlı şiiri, dinleri eleştirmekte, bu yanıyla da içerik dönüşümünü sezdirmektedir. Bu şiirde hece vezninin aşılmasına yönelik bir çaba da görülmektedir. Nâzım Hikmet şiiri 7 ve 14 heceli dizelerle yazdığını söylemektedir: "Yaldızlı meşin kabı/Parçalanmış kitabı/Ay altında dün gece/Deli bir derviş gibi/mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi/Okudum
saatlerce."

MAYAKOVSKİ'NİN ŞİİRİYLE TANIŞMA

Yeni bir şiir kurmayı isteyen Nâzım Hikmet, Batum'da bir gazetede Mayakovski'nin bir şiirini görmüş ve Rusça bilmediği için içeriğini anlayamadığı bu şiirin biçimine çarpılmıştır. İlk serbest nazımla yazılmış şiiri olan "Açların Gözbebekleri"nin öyküsünü şöyle anlatmaktadır. Nâzım Hikmet: "Batum'dan Moskova'ya gelişte açlık mıntıkasından geçtik. Gördüklerim üzerimde çok tesir etti. Fakat böyle bir açlığın dahi inkılâbı yıkamayacağını haykırmak istedim. Moskova'da hece vezniyle ve bu veznin çeşitli hece kombinezonlarıyla açlığa dair bir şiir yazmak istedim, olmadı. O zaman Batum'daki şiirin şekli geldi gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız serbest vezni olamayacağına kanaat getirdim, bunun yepyeni bir şey olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve 'Açların Gözbebekleri'ni yazdım". Bu şiir değişik hurufat kullanımı, kırılmış mısra düzeni ile çok farklı bir şiirdir.

Nâzım Hikmet'in doğrudan doğruya Mayakovski'nin şiirini taklit ettiği yolundaki görüşler ortaya atılmışsa da bunların ciddiyeti tartışmalıdır. Gerçi, bizzat Nâzım Hikmet Mayakovski'nin şiirini gördüğünü bildirmektedir ama bu sadece görmek'ten ibarettir o yıllarda. Şunları söylemektedir: "Başlangıçta hiçbir şey anlamıyordum ondan, çünkü Rusçam kötüydü. Şimdi de tümüyle anladığımı söyleyemem. Fakat basamak biçimindeki dizelerini taklit ediyordum. Mayakovski'nin şiiriyle benimki arasında ortak yanlar: İlkin, şiir ve düzyazı; ikincisi, çeşitli türler (lirik, yergisel vb) arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasal dilin sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla. Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben".

Kemal Tahir'e gönderdiği bir mektubunda ise daha da ilginç şeyler yazmaktadır: "Mayakovski'nin 940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. Sanat meseleleri hakkındaki görüşleri ise, seni maalesef temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor. Fakat, aynı şartların aynı düşünceleri yaratması kaidesi kaba hattında burada da tahakkuk etti. Mayakovski ile aynı işi yapmışız. Tabii o bir çok hususlarda bu işi benden iyi yapmış, fakat tevazua lüzum yok, bazı hususlarda da, yani işin ben daha iyisini yapmışım. Bu böyle".

ÜÇ TELLİ SAZ'DAN ORKESTRAYA

Nâzım Hikmet, Rusya'dan Türkiye'ye döndükten sonra yayımladığı ilk kitabı 835 Satır'la (1929) gerçekten de modernist bir şiir kurduğunu kanıtlar. Bu kitaptaki şiirlerde Rus fütüristlerinin, konsrüktivistlerinin etkileri bulunduğu açıktır. "San'at Telakkisi" şiirinde bu etki hemen görülmektedir: "benim/şiirime ilham veren perimin/omuzlarında açılan kanat/asma köpürlerimin/demir putrellerindendir" /-"Dinlenir/dinlenmez değil/bülbülün güle feryatları/Fakat asıl/benim anladığım dil/Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan/Bethoven'in sonatları"/-"Ben değişmem/en halusüddem/arap atına/saatte 110 kilometrelik sür'atini/demir raylarda koşan/demir beygirimin".

Teknoloji ve hız hayranlığı, duyarlığın dışlanması, kentin karmaşasının ve kalabalığın övülmesi gibi fütürist sanatın temel özellikleri "Orkestra" şiirinde de savunulmaktadır: "Bana bak/Hey!/Avanak/Üç telinde üç sıska bülbül öten/Üç telli saz/Dağlarla dalgalarla kütleleri/ileri/atlamaz"/-"Üç telli saz/yatağını değiştirmek isteyen/nehirlerden/köylerden, şehirlerden/aldığı hızla/milyonlarla ağzı/bir
tek/ağızla/güldüremez/Ağlatamaz"/-"Hey!/Hey!/Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi/dağ-lar-la/başladı orkestram!/Hey!/Hey!/Ağır sesli çekiçler/sağır/örslerin kulağına/Hay-kır-dı/Sabanlar güleşiyor tarlalarla/tarlalarla/Coştu çalgıcı başı/esiyor orkestram/dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi/ dağ-lar-la".

Makine, daha kuşatıcı bir sözcükle söylersem teknoloji hayranlığı "Makinalaşmak" şiirinde belirtilmektedir: "trrrrrum/trrrrrrum/trrrrrum!/trak tiki tak!/Makinalaşmak/istiyorum"/-"Mutlak buna bir çare bulacağım/ve ben ancak bahtiyar olacağım/karnıma bir türbin oturtup/kuyruğuma çift uskuru taktığım gün".

Nâzım Hikmet'in bu dönem şiirlerinin biçimsel özellikleri birkaç alt başlık altında toplanabilir:

1- Görsel Özellikler: Nâzım geleneksel dize yapısını kökünden yıkmıştır. Şiirler basamaklandırılmış bir düzen gösterirler. Sözcükler ortalarından kesilmekte, kimi zaman tek heceye indirgenmektedir.

Şair, şiirlerin kimi bölümlerini büyük harf yazmakta, değişik hurufat ve punto kullanmaktadır. Bu yüzden sayfa düzeni kendi başına bir yapı olarak belirlemektedir. Sözcükler, harfler, satırlarla neredeyse bağımsız bir varlık kazanmıştır sayfa. Şiirin anlamından çok görüşü/biçimi öne çıkarılmaktadır.

Ancak bir nokta özellikle vurgulanmalıdır: Nâzım Hikmet görsel öğeleri, salt oyun olsun diye kullanmamaktadır. Şiirin kurgusu her zaman öze göre ayarlanmıştır: Çünkü Nâzım'ın yazın anlayışı en yalın ifadesini "öz biçimi belirler" ilkesinde bulmaktadır. Bu yüzden örneğin "Makinalaşmak" şiirinin biçimi de seçilen sözcükler de hep içeriğe göre seçilmişlerdir. Trrrum, trak, tiki tak sözcükleri mekanik sesi yakalamaya yöneliktir. Aynı yöntemleri belli ölçüde kullanmış olan Ercümend Behzad'la arasındaki en büyük fark bu noktada gözlenebilir. Çünkü Ercümend Behzad, biçim/içerik birlikteliğini yeterince sağlayamadığından şiiri ya içerik ya da biçim düzeyinde açık düşer hep. Ayrıca daha sonra değineceğim gibi, Nâzım Hikmet şiirine bir doğrultu vermeyi başarır, oysa Ercümend Behzad'ın şiirinin
bir doğrultusu yoktur. Şair deneyinin sonunda hiçbir şey bulmaz; herşey hep Gizil güç halindedir o şiirde.

2- Sessel Özellikler: Nâzım Hikmet'in 1929-1932 dönemi şiirleri, kendisinin de vurguladığı üzere, büyük ölçüde sözcüğün gerçek anlamında orkestrasyona dayanan ürünlerdir. Dizelerin uzunluğu/kısalığı, sözcüklerin kırılma biçimleri, kafiyelerin seçimi, yinelemeler aruz ve hece ölçülerinin kullanımı tümüyle çok sesli bir müzik parçasının melodik yapısını yansıtmaktadır. "Salkım söğüt" şiiri şu dizelerle başlamaktadır: "Akıyordu su/gösterip aynasında söğüt ağaçların/Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını/Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere/koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere/Birden/bire kuş gibi/vurulmuş gibi/kanadından/yaralı bir atlı yuvarlandı atından". Düşen atlı ile uzaklaşıp giden atlılar arasındaki karşıtlığı vurgulamak için Nâzım Hikmet, bu kez şöyle bir yapı kurmaktadır: "Nal sesleri sönüyor perde perde/atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde"/-"Atlılar atlılar kızıl atlılar/atları rüzgâr kanatlılar/Atları rüzgâr kanat/Atları rüzgâr/Atları/At..."/-"Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat". Ölümü somutlayan "at" sözcüğü ile ardından gelen dize, hem sessel hem içeriksel açıdan tam birlik kurmaktadır bu bölümde.

Ayrıca hemen anımsatılmalıdır ki, Nâzım Hikmet'te görsel öğelerle sessel öğeler Hep bir arada, bütünü, yapıyı belirginleştirmek amacıyla kullanılmakta, aralarında denge kurulmaktadır. "Bahri Hazer" şiirini ele alalım: Burada, batmak üzere olan bir kayık ve dalgalarla savaşan kayıkçı betimlenmektedir. Bu şiir, ayrıca Nâzım Hikmet'in, Memleketimden İnsan Manzaraları adlı başyapıtında da kullandığı sinematografik yöntemin yetkin bir ilk örneğini de oluşturmaktadır. Üstelik sesli sinemanın. Çünkü burada görüntü sesle tam bir bütünlük göstermektedir. Nâzım Hikmet'in serbest nazmı ve görsel ve sessel etkileri ve olanakları açısından götürdüğü yerle Ercümend Behzad'ın
götürdüğü yer arasındaki uzaklık, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde görülmektedir. Bu konuda Ercümend Behzad'ın iddiaları ne olursa olsun.

3- Karışık Teknikler: Nâzım Hikmet'ten bir alıntı: "Şiir, roman hikâye vesaire gibi edebiyat şubelerini
yekdiğerinden, nisbî olarak ayıran şey, şekliden ziyade muhteva, hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl/fikir ve his sahasında gördükleri iştir.(...) Şehrin şiiri olan yeni şiirin terkibi ve tekniği daha mürekkep olmuştur". Aynı içeriği, olayı şiirin de romanın da ele alabileceğini belirten ve şiirin kuruluşunun daha karmaşık duruma geldiğini belirten Nâzım Hikmet, kendi şiirinin yapısı konusunda da şunları söylemektedir: "Hem melodi hem armoni. Hem kafiye hem kafiyesizlik, hem 'mısraı berceste' hem 'kül'. Hem solo keman hem orkestra. Yani bütün mürekkepliği ve hareketi ile, mazisi, hali ve istikbali ile realiteyi ve o realite içindeki faal insanı 'iç' ve 'dış' aleminde aksettirmesi lâzım gelen şiire uygun dinamik şekil ve ölçüler".

Görüldüğü gibi gerçekliği geçmiş, şimdi ve gelecek boyutunda vermeyi öngören Nâzım Hikmet, daha ilk yapıtlarından itibaren karışık tekniklerden yararlanmıştır: Yani şiir ve düzyazıdan, oyun ve senaryo biçiminden, roman kurgusundan. Örneğin Jokond ile Si-Ya-U'da şair, "Paris Telsizinin Haberleri", "Muharririn Not Defterinden", Jokond'un Not Defterinden gibi bölüm başlıkları kullanmış, Benerci Kendini Niçin Öldürdü'de karşılıklı konuşmalara, düzyazı bölümlerine yer vermiştir.

Bunlar, o tarihe kadar Türk şiirinde ne görülmüş ne düşünülmüş uygulamalardır. Ahmet Haşim, şöyle demektedir 835 Satır dolayısıyla: "Şair, müheykel bir şekil halinde semanın maviliğine karşı durmuş, cidden tuhaf, fakat âhengi cidden emsalsiz bir garip âletin tellerini söyletiyor. Nâzım Hikmet Bey tarzını kendisi icad etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir". Yakup Kadri ise şunları yazmaktadır: "835 Satır, Türk şiirindeki, hattâ Türk dilindeki inkılâbın ilk satırıdır. Nâzım Hikmet tâ Aşık Paşa'dan beri alıştığımız bütün nazım kaidelerin, vezin sistemlerini altüst ederek ve Türk kamusunun hudutlarını kırıp geçerek yeleleri dimdik olmuş şahlanan bir (Demir Beygir) üstünde sıcak ve acaip naralar atarak koşuyor. O, yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılâpçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız bir şair tipidir".

Mayakovski ve Klebnikov gibi Rus fütüristlerinin, "şiiri; 1-metafizik soyutlamalardan kurtararak çağdaş hayatın sınai ve politik gerçeklerini dile getirecek hale sokmak, 2-genel olarak 'güzel' diye kabul edilmiş köhne çağrışımları, imajları, duyguları, düşünceleri ve biçimleri terketmek, 3-kabuk bağlamış çağrışımlardan sıyrılmış yepyeni bir dil yaratmak" gibi üç ana amacı olduğunu belirten Selâhattin Hilâv, şunları yazmaktadır: "Nâzım Hikmet, çıkış noktası bakımından, yirminci yüzyılın öncü sanat ve şiir akımları içinde dolaylı olarak yer almaktadır. Sınırsız bir zenginlik taşıyan eserinde, yüzyılımızın öncü şiir anlayışlarının belli bir yöne açılmış ve aşılmış halde kaynaştığı görülür".

Anıt - Yapıt: Memleketimden İnsan Manzaraları

Nâzım Hikmet'in beş cilt halinde yayımlanan bu yapıtı, şiirinin doruğunu oluşturmaktadır. Eski sekter tutumundan kopmakta olan Nâzım, bu yapıtta Şeyh Bedreddin'in yayımlanmasından sonra kendisiyle yapılan bir konuşmada açıkladığı hedefleri hemen hemen gerçekleştirmiştir denebilir: "Ben şiirde realiteyi bütün mürekkebliği, mazi, hal ve istikbal unsurları ile ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Bir çok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir 'propaganda' edası taşıyorlar. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışını sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değil".

Türkiye'nin belli bir tarih dönemindeki insansal/ toplumsal görünümü ile bu özgül coğrafyayı da sarmalayan uluslar arası oluşumu ilişkilendirerek vermeyi amaçlayan Nâzım, Manzaralar'ı haklı olarak "kitap bir şiir kitabı değil" diye sunmakta ve "ben artık şiir yazmayacağım" diyerek, bulduğu yeni yolun kendisini ne kadar etkilediğini göstermektedir. Daha önceki çalışmalarında, Jokond, Benerci, Taranta Babu ve Bedreddin'de gözlenen "şiir/nesir ikiliğini" aştığını söyleyen Nâzım, kitabın şiir, düzyazı, tiyatro ve senaryo öğelerinin "bu çok zıtlı unsurların vahdeti olduğunu" belirtmektedir.

O yıllarda, Aragon'un Paris Köylüsü gibi gerçeküstücü yazın içinde gerçekten bir devrim yapmış sayılan kitabının düşümsel, kurgusal, anlatısal sınırlarını bile aşan bu çokbiçimli, çok amaçlı ve çok anlamlı yapıtıyla ilgili ön tasarısını şöyle açıklamaktadır Nâzım Hikmet: "1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, 3) İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durum muayyen bir devrede- anlaşılsın, 4) İstiyorum ki -nereden gelip, nerede olduğunu, nereye gidildiği? Sualine, Sahamın içinde azamî imkanlarla cevap verilsin"

Böylesine bir tasarının şiir aracılığıyla ya da salt şiirsel söylem düzeyinde gerçekleştirilemeyeceği bellidir. Ama bu tasarının, çokbiçimli bir teknik kullanması halinde bile şematizm tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini de belirten Nâzım Hikmet, bu kuşatıcı plân çerçevesinde, öngördüğü gibi 300'e yakın birincil ve ikincil düzeyde kişiyi, "bazıları sona kadar" olmak üzere "perdeye çıkarmayı" öngörmüştür.
#2 - Haziran 02 2006, 13:08:07

dark

 Nazım Hikmet'in Eserleri

Nâzım Hikmet'in ilk şiir kitabı Bakû'de yayımlanmıştır :
Güneşi İçenlerin Türküsü (1928)
(Bu kitaptaki şiirler daha sonra Türkiye'de basılan kitaplarında şairin yasaları
gözeterek yaptığı bir iki değişiklikle yer aldı.)

Türkiye'de 1929-1938 arası yayımlanan şiir kitapları :
835 Satır (1929)
Jokond ile Sİ-YA-U (1929)
Varan 3 (1930)
1+1=1 (1930)
Sesini Kaybeden şehir (1931)
Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)
Gece Gelen Telgraf (1932)
Portreler (1935)
Taranta-Babu'ya Mektuplar (1935)
Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)

Oyunları :
Kafatası (1932)
Bir Ölü Evi (1932)
Unutulan Adam (1935)

Çeşitli :
Şeyh Bedreddin Destanına Zeyl, Millî Gurur (1936)
İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla fıkralar, 1936)
Alman Faşizmi ve Irkçılığı (inceleme, 1936)
Sovyet Demokrasisi (inceleme, 1936)

1949'da, Nâzım Hikmet cezaevindeyken, Ahmet Halit Kitabevi, Ahmet Oğuz
Saruhan takma adıyla La Fontaine'den Masallar'ı yayımladı.
Bu çeviri yapıt dışında, tam 29 yıl Nâzım Hikmet'in kitapları Türkiye'de basılmadı.

Ölümünden iki yıl sonra, 1965'te, "Yön" dergisinin Kurtuluş Savaşı Destanı'nı
yayımlaması gözü pek bir davranış olarak değerlendirildi.
Arkasından, başta İzlem ile Dost Yayınevleri olmak üzere, ilerici yayınevleri, önce şairin sağlığında Türkiye'de basılmış kitaplarını, sonra dış ülkelerde Türkçe olarak yayımlanmış kitaplarını yayımlamaya başladılar. Bu yayınlar sürekli olarak kovuşturmalara uğradı. Bazıları toplatıldı, davalar açıldı.

Piraye ile Nâzım Hikmet'in üvey kardeşi Metin Yasavul'un sahibi oldukları, Memet Fuat'ın yönetimindeki De Yayınevi ise, şairin Bursa Cezaevi'ndeyken basıma hazırlayıp Piraye'ye bırakmış olduğu kitapların yayımına başladı. Bunlar içerde dışarda daha önce basılmamış kitaplardı. şair ölmeden önce yaptığı konuşmalarda bu kitaplardan bazılarının
kaybolmuş olduğunu söylemişti.

De Yayınevi'nde birinci basımı yapılan kitaplar :
Saat 21-22 şiirleri (1965)
Dört Hapisaneden (1966)
Rubailer (1966)
Ferhad ile şirin (1965)
Sabahat (1965)
Memleketimden İnsan Manzaraları (5 cilt, 1966-1967)

Bütün bu kitapları basıma Memet Fuat hazırlamıştı. Saat 21-22 şiirleri ile Dört
Hapisaneden için iki kez mahkemeye verildiyse de sonuçta beraat etti.
Ferhad ile Şirin'in daha önce dışarda yapılmış olan, yarıdan sonrası kaybolduğu
için yeniden yazılmış bir basımı vardı. De Yayınevi'nin bastığı şairin Bursa Cezaevi'nde yazdığı asıl metindi.
Bulgaristan'da yayımlanan Memleketimden İnsan Manzaraları ise De Yayınevi
basımının tekrarıydı.

Bilgi Yayınevi, 1968'de, Cevdet Kudret'in basıma hazırladığı Kuvâyi Milliye'yi
yayımladı. Bu Nâzım Hikmet'in cezaevinden çıktıktan sonra İnkılap Kitabevi için hazırladığı Kurtuluş Savaşı Destanı'nın yeni bir düzenlemesiydi. şair gerçi bu destanı Memleketimden İnsan Manzaraları'nın içine yerleştirmişti, oradan çıkarılıp ayrı olarak yayımlanmasını istemiyordu. Ama cezaevinden çıktıktan sonra gerçek bir özgürlük ortamında olmadığını gördü. Kimse onun yapıtlarını yayımlamayı göze alamıyordu. İnkılap Yayınevi'nin yaptığı öneriyi çok parasız kaldığı bir dönemde kabul ederek Kuvâyi Milliye'yi düzenledi. Ama İnkılap Yayınevi parasını peşin ödediği bu kitabı bile yayımlamaktan çekindi, on yedi yıl
sonra, Cevdet Kudret aracılığıyla Bilgi Yayınevi'ne devretti.

Gene 1968'de Bilgi Yayınevi Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar'ı; De
Yayınevi Cezaevi'nden Memet Fuat'a Mektuplar'ı yayımladılar. İki yıl sonra da Cem Yayınevi Bursa Cezaevi'nden Vâ-Nû'lara Mektuplar'ı yayımladı.  1975'te De Yayınları arasında Memet Fuat'ın Nâzım ile Piraye'si çıktı. Bu kitap
Nâzım Hikmet'in Piraye'ye yazdığı mektuplardan bölümler seçerek şairin yaşamıyla şiirleri arasındaki iç içeliği gösteren duyarlı bir çalışmaydı. Mektupların tümü değildi, ama öyle sanıldı.
(Yirmi üç yıl sonra, 1998'de, Adam Yayınevi Piraye'ye Mektuplar adıyla Nâzım
Hikmet'in cezaevi yılları boyunca Piraye'ye yazdığı mektupların tümünü iki cilt olarak yayımladı.)

1975-1980 arasında Cem Yayınevi Nâzım Hikmet'in Tüm Eserleri dizisini yayımladı.Şerif Hulusi ile birlikte notlar yazarak başladıkları 9 kitaplık bu diziyi, çalışma arkadaşının ölümü üzerine Asım Bezirci yalnız tamamladı.

1980'de Kemal Sülker Yazko Yayınları'nda Nâzım Hikmet'in Bilinmeyen İki şiir
Defteri'ni yayımladı.

1988-1990 arasında Adam Yayınevi Nâzım Hikmet'in bütün yapıtlarını 28 kitaplık bir dizide topladı. Dizinin editörlüğünü Memet Fuat, araştırmacılığını Asım Bezirci yaptılar.
Bugün satışta bulunan bu dizideki kitapların dökümü şöyledir :
Şiir :
1. 835 Satır (835 Satır; Jokond ile Sİ-YA-U; Varan 3; 1+1=1; Sesini Kaybeden
şehir)
2. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (Benerci Kendini Niçin Öldürdü; Gece Gelen
Telgraf; Portreler; Taranta-Babu'ya Mektuplar; Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin
Destanı; şeyh Bedreddin Destanı'na Zeyl)
3. Kuvâyi Milliye (Kuvayi Milliye; Saat 21-22 şiirleri; Dört Hapisaneden;
Rubailer)
4. Yatar Bursa Kalesinde
5. Memleketimden İnsan Manzaraları
6. Yeni şiirler
7. Son şiirleri
8. İlk şiirler
9. La Fontaine'den Masallar
(Sekizinci kitap Nâzım Hikmet'in çocukluk şiirleriyle hece şiirlerini içeriyor. şair bunların büyük bir bölümünün toplu şiirleri arasına alınmasını herhalde istemezdi.
Dokuzuncu kitap takma adla yayımlanan La Fontaine çevirileridir.)

Oyun :
10. Kafatası (Ocak Başında; Kafatası; Bir Ölü Evi; Unutulan Adam; Bu Bir
Rüyadır)
11. Ferhad ile şirin (Yolcu; Ferhad ile şirin; Sabahat; Enayi)
12. Yusuf ile Menofis (Allah Rahatlık Versin; Evler Yıkılınca; Yusuf ile Menofis; İnsanlık Ölmedi Ya; İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?)
13. Demokles'in Kılıcı (İstasyon; İnek; Demokles'in Kılıcı; Tartüf - 59)
14. Kadınların İsyanı (Kadınların İsyan??; Yalancı Tanık; Kör Padişah; Her şeye
Rağmen)  (On ikinci kitapta yer alan Evler Yıkılınca Nâzım Hikmet'in kaybolduğunu söylediği oyunlarından biridir. Piraye'nin sakladığı yapıtlar arasında şairin el yazısıyla temize çekilmiş olarak bulunmuş, ilk olarak bu dizide yayımlanmıştır.)

Roman, Öykü, Masal :
15. Kan Konuşmaz
16. Yeşil Elmalar
17. Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim
18. Hikâyeler
19. Çeviri Hikâyeler
20. Masallar
(Nâzım Hikmet yalnızca Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim adlı romanıyla Sevdalı
Bulut adlı masallar kitabını kendi adıyla yayımlamıştı. Ötekiler para kazanmak için acele yazılıp gazetelerde takma adlarla yayımlanmış ürünlerdir.)

Yazılar :
21. Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil
22. Yazılar (1924-1934)
23. Yazılar (1935)
24. Yazılar (1936)
25. Yazılar (1937-1962)
26. Konuşmalar
(Nâzım Hikmet'in bu kitaplarda yer alan yazılarının büyük çoğunluğu çeşitli takma adlarla gazetelere yazdığı köşe yazılarıdır.)

Mektuplar :
27. Nâzım ile Piraye
28. Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar
(1998'de Adam Yayınevi'nin Piraye'ye Mektuplar adıyla iki cilt olarak yayımladığı yapıt da bu bölüme eklenmelidir.) Ayrıca gene Adam Yayınları arasında Memet Fuat'ın hazırladığı Nâzım Hikmet'in Seçme Şiirler kitabı da yer almaktadır.

#3 - Haziran 02 2006, 13:11:44

dark

Nazım Hikmet'in Şiirleri

1-AÇLIK ORDUSU YÜRÜYOR

2-ASYA-AFRİKA YAZARLARINA

3-BAHRİ HAZER

4-BAYRAMOĞLU

5-BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM

6-BENERCİ KENDİNİ NİÇİN ÖLDÜRDÜ?

7-BENİM OĞLAN FOTOĞRAFLARDA BÜYÜYOR

8-BERKLEY

9-BEŞ SATIRLA

10-BEYAZIT MEYDANI'NDAKİ ÖLÜ

11-BİR ACAYİP DUYGU

12-BİR AYRILIŞ HİKAYESİ

13-BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI

14-BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ

15-BİR HAZİN HÜRRİYET

16-BİR KIZ VARDI JAPONYADA

17-BİR KÜVET HİKÂYESİ

18-BU VATANA NASIL KIYDILAR

19-BULUT MU OLSAM

20-BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN

21-BÜYÜK İNSANLIK

22-ÇANKIRI HAPİSANESİNDEN MEKTUPLAR

23-ÇARLIK RUSYASININ ÖLÜMÜ

24-CEVAP NUMARA DÖRT

25-CEVİZ AĞACI

26-ÇINARI YIKMAK İÇİN BALTAYI KÖKÜNE VURURLAR

27-ÇOCUKLAR ÖLEBİLİR YARIN

28-ÇOCUKLARIMIZA NASİHAT

29-DAVET

30-DOĞUM

31-DON KİŞOT

32-DÖRTLÜK

33-DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

34-DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA

35-FAKİR BİR ŞİMAL KİLİSESİNDE ŞEYTAN İLE RAHİBİN MACERASI

36-GAZETE FOTOĞRAFLARI ÜSTÜNE

37-GECE GELEN TELGRAF

38-GELMİŞ DÜNYANIN DÖRT BİR UCUNDAN

39-GERİLEYEN TÜRKİYE YAHUT ADNAN MENDERES'E ÖĞÜTLER

40-GİDEN

41-GİDERAYAK

42-GÖMLEK, PANTOLON, KASKET VE FÖTRE DAİR

43-GÖVDEMDEKİ KURT

44-GÖZLERİN

45-GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ

46-GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ

47-GÜZ

48-HABER

49-HASRET

50-HASRET

51-HERKES GİBİ

52-HİÇBİR AĞAÇ BÖYLE HARİKULADE BİR YEMİŞ VERMEMİŞTİR

53-HİCİV VADİSİNDE BİR TECRÜBEİ KALEMİYE

54-HOŞ GELDİN

55-HÜRRİYET KAVGASI

56-İSİMSİZ ŞİİRLER

57-İSTANBUL'DA, TEVKİFHANE AVLUSUNDA

58-İYİMSER ADAM

59-İYİMSERLİK

60-JAPON BALIKÇISI

61-KADINLARIMIZIN YÜZLERİ

62-KALBİM

63-KANTER İÇİNDE

64-KARIMA MEKTUP

65-KARLI KAYIN ORMANINDA

66-KEMAL TAHİR'E MEKTUP

67-KEREM GİBİ

68-KIRKINCI YILIMIZ

69-KIŞLIK SARAY

70-KIYAMET SURELERİ

71-KIZ ÇOCUĞU

72-KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ (DİYET)

73-KUVÂYİ MİLLİYE

74-LODOS

75-MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ

76-MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI'NDAN

77-MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI İKİNCİ BÖLÜM

78-MERHABA ÇOCUKLAR

79-MOR MENEKŞE, AÇ DOSTLAR VE ALTIN GÖZLÜ ÇOCUK

80-MUKADDES KARIN

81-MÜNEVVER'İN DOĞUM GÜNÜ

82-NERDEN GELİP NEREYE GİDİYORUZ?

83-NEYİ BİLDİRİR SAYILAR

84-NİKBİNLİK

85-NİYAZALANT SÖMÜRGESİ

86-O VE AKSAKALLILAR

87-ONUN DOĞUŞU VE DEMİRHANE BACASI

88-ORADA TANIDIKLARIM

89-ORADA TANIDIKLARIM II

90-ORKESTRA

91-OTOBİYOGRAFİ

92-ÖLÇÜ

93-ÖLÜME DAİR

94-PİRAYE İÇİN YAZILMIŞ : SAAT 21-22 ŞİİRLERİ

95-PORTATİF KARYOLA

96-POSTACI

97-RADYOAKTİVİTELİ YAĞMURLAR ÜSTÜNE

98-RUBAİLER

99-SALKIMSÖĞÜT

100-SAMAN SARISI

101-STRONSİUM 90

102-ŞAİR

103-ŞARKILARIMIZ

104-ŞEHİTLER

105-SEN

106-SES

107-SESLER GELİYOR

108-SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI

109-SİLÂHSIZ İNSANLAR

110-21-1-924

111-TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ

112-TARANTA - BABU'YA MEKTUPLAR

113-TEFTİŞ

114-TRAFİK MEMURLARI

115-TÜRK KÖYLÜSÜ

116-TÜRKİYE İŞÇİ SINIFINA SELÂM

117-ÜÇ SELVİ

118-VASİYET

119-VATAN HAİNİ

120-VEDA

121-YALNAYAK

122-YAPIYLA YAPICILAR

123-YAŞAMAYA DAİR

124-YATAR BURSA KALESİNDE

125-YİNE İYİMSERLİK ÜSTÜNE

126-YİNE MEMLEKETİM ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR

127-YİNE ÖLÜME DAİR

128-YİNE YAĞMUR ÜSTÜNE

129-YİRMİNCİ ASRA DAİR

130-YOLCULUK

131-YÜRÜMEK

132-ZAFERE DAİR

#4 - Haziran 02 2006, 13:14:23

dark

Nazım Hikmet'in Şiir Üstüne Düşünceleri

Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde
halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak
zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman
gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır. (Babayef, Nâzım Hikmet, ss. 140-141)
*
Yeni şair, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar tanımıyor... O,
bir tek lisanla yazıyor : Uydurma, sahte, sun'i olmayan; canlı, geniş, renkli, derin ve sade
lisanla. Bu lisanın içinde, hayatın bütün unsurları vardır. Şair, şiir yazarken başka şahsiyet,
konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir! Şair, bulutlarda uçtuğunu
vehmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilâtlandıran bir vatandaştır! (Babayef,
Nâzım Hikmet, s. 141)
*
Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün bizim
şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok,
tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını, tıknefesliklerini örtbas için, sözde kendi iç âlemlerine
kulak verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa bile, gerçekte iç
âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi gerçekte dış âlemin bir inikâsından
[yansımasından] başka bir şey değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç
dünyası da daracık olur. (Memet Fuat'a Mektuplar, s.70)

*
Sanatkâr, ressam, şair, romancı, mimar, aktör vesaire, her şeyden önce insandır.
İnsan her şeyden önce mücerret bir varlık değil, konkre [somut] bir varlıktır. Yani her insan
muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetede [toplumda], belli bir sınıfın
insanı olarak vardır. Yoksa umumiyetle, mücerret [soyut] olarak insan denilen bir şey, bir
anlam mevcut değildir. Birçok mektubumda bu meselenin üzerinde durdum sanıyorum,
fakat bunu çok iyi anlamanı isterim. şimdi, bundan dolayı, sanatkâr da konkre bir insandır.
Muayyen bir fizyolojisi, belli bir maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir
tarih devrinde, belli bir sosyetenin içinde yaşar, o belli sosyetede çeşitli sınıflar ve
tabakalar vardır. Sanatkâr insan bütün bu şartlar içinde eserini verir. Onun üzerinde
doğumundan başlayarak bütün bu sayıp döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi-şahsi
yapısı konkre muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bağlı olduğu sosyeteye
ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva esas olmakla beraber,
kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın filan teknik imkânlarıyla da sınırlanmıştır. Bu
suretle muhteva [içerik] ile şekil [biçim] arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir
tesir vardır. (...) Şairle çevresi arasındaki münasebet pasif bir münasebet değildir. Yani şair
sadece tespit etmekle kalmaz, onun tespit ettiği şey sosyal çevresine tesir eder, onun
değişmesinde derece derece amil de olur. (Memet Fuat'a Mektuplar, ss. 61-62)

*
Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda
raslanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici
sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış,
hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir
yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını
bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur.
(Babayef, Nâzım Hikmet, s. 140)

*
Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya
değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl
olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille
muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda
tayin edici unsur muhtevadır. (...) Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir
kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı
bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek
de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle
konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve
inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul
etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez,
konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen
külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en
uygun olanıdır. Lakin bazı muhtevalar vardır ki, kafiye ister - kafiye de çeşit çeşit olabilir,
kafiye imkânları da hudutsuzdur - ve bazı muhtevalar vardır ki, konuşma dili yetmez, daha
geniş, daha mücerret, belki bundan dolayı daha renksiz bir dil ister. Hasılı bu getirdiğim
misalleri istediğin kadar çoğaltabilirsin. Yalnız, bir şey yapma, dogmatizme saplanma,
gençlikte dogmatizme, değişmeyen, ebedi hakikatlere saplanmak ve bunları kabul etmek
ileri bir işmiş gibi gelir insana. Bak ben, yıllardır, hiç kafiyesi olmayan şiirler yazdım,
konuşma dillerinin çeşidiyle şiirler yazdım, içinde bol resim olan, yahut hiç resim olmayan
şiirler yazdım, kitap diliyle şiirler yazdım, çeşitli kafiye telakkileriyle yazdım, hasılı,
muhtevama, o şiirdeki, o muayyen, müşahhas yazıdaki muhtevaya uygun şekli bulmaya
çalıştım. Yanlış bir iş yaptığıma da kani değilim. şiirimizin genel olarak - bazen çok güzel
şeylere de rastlanıyor - bugünkü sefaleti şairlerimizin bir dönüm noktasında iki çeşit,
birbirine zıt iki yobazlığa, yani hareketsizliğe, yani ölülüğe saplanmış olmaları, şekil
meselesini, kendilerinin kabul ettiği bir tek şekli esas olarak almalarıdır. (Memet Fuat'a
Mektuplar, ss. 52-53)

*

Artık şiirlerimi tiyatro sahnesinden işçilere yüksek sesle okumam imkânı yoktu. (...)
Bu durum şiirimin hem muhtevasına, hem de şekline tesir etti. "Kerem" gibi bazı şiirlerde,
hele hicviyelerde kesin kafiye ve sürprizli hayal imkânlarını kullanmakla beraber, ana
hattında, şiirlerimde lirik eleman, bundan sevda elemanını anlamıyorum, gitgide
kuvvetlendi, kafiyeler yumuşadı, dil şairin bir kişiyle, yahut birkaç kişiyle konuşması oldu.
(...)
Beynelmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o
günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle
bunları bastırabilirdim. (...)
Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı'dır. Burada şekil bakımından,
halk vezni unsurları, Divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer
taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil
imkãnlarının bir muhasebesiydi. (...)
Bu kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda bir kat daha
berraklaştı sanıyorum. Evvela, hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. (...) şekli
öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekil
belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat kendisi belli olmayan
ince bir çorap gibi. Bu bugün tercih ettiğim şekildir, ama elbette ki, yarın rengârenk şekilleri
de tercih edebilirim. (...)
Sanat bahsinde sekterlik [yobazlık] en büyük düşmanımızdır. Sekterlik nihilistliğin
[yadsımacılık] bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi zevkinden başka her şeyi, bütün
görüşleri inkâr eder. Hele şekil meselesinde sekterliğin kötülükleri sayılamayacak kadar
çoktur. Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler
kadar dar kafalıdır. şiir öyle de yazılır, böyle de. Edebiyat dili, hele şiir dili hayallerle,
teşbihlerle falanla ortaya çıkar, ancak böyle bir dil şiir dilidir demek ne kadar yanlışsa,
tersini kabul etmek de o kadar yanlıştır. Gençliğimde, ben de az sekter değildim. Klasik halk
vezinleri ve kafiyeleriyle şiir yazdıktan sonra, şekilde yenilikler aramaya başladım, kendime
göre bir çeşit serbest vezinle yazmaya başladım. Bunun temelinde yine de halk şiirinin
ölçüleri, hatta bazen aruz vardı, kafiye ve dil bahsinde de öyle, ama şiirin yalnız böyle
yazılacağını, bunun biricik şiir şekli olduğunu iddiaya kalkıştım. Uzun zaman sevda şiiri
yazmadım. Hatta şiirlerimde "yürek" kelimesini kullanmadım, yürek şuurun değil, duygunun
sembolüdür diye. Zaman oldu en renkli, en ahenkli şekillerin peşinde koştum. Halka
söylemek istediklerimi bu şekillerle söylersem daha hoşa gider, daha kolay dinlenir, daha
dokunaklı olur diye düşündüm. Zaman oldu, büsbütün tersine, en sade, en göze görünmez
şekillerle halka türkümü dinletmek istedim. Bence öylesi de lazım, böylesi de, daha nice
nicesi de. Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden,
ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca süren bir baş
ağrısından, sinir bozukluğundan başka sonuç vermez. Olsun. (...)
Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum,
kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz
de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de,
sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan
her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün
duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı'na dair şiir okumak istediği zaman da bizi
okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın.
(Babayef, "Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor", Konuşmalar, ss. 180-186)

#5 - Haziran 02 2006, 13:15:00


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE NAZIM HİKMET RAN


20. YÜZYILIN EN ÇOK KONUŞULAN ADAMI

Nâzım Hikmet, 20.Yüzyıl'ın en çok konuşulan kimliklerinden biri oldu. İdeolojisi, şiiri, yaşam serüveni, aşkları, özlemleriyle dilimizden düşmedi. Yalnızca Türkiye'de değil, dünya edebiyat çevrelerinin de ilgi odağı oldu NÂzım.İşte onun için söylenenlerden bir derleme:



NURULLAH ATAÇ
"Bir manzume, bilhassa bir bestedir; manası, yani güfte, o besteyi bulmamıza yardım eden vasıtadan başka bir şey değildir. Nâzım Hikmet'in şiirini o manada 'okumak' ise, itiraf edelim ki pek kolay değildir. Şeyh Bedrettin Destanı'nı okuyun, bestesini keşfe çalışın. Bulursanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk gerçekten asil bir ahenktir."

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
"Sana kökü dışarda diyenlerin kökleri kurusun / Kurusun murdar ilikleri dilleri çürüsün / Şiirin gökyüzü gibi herkesin / Sen Kızılırmak'casına bizimsin / En büyük demircisi dilimizin / Canımız ciğerimizsin"

ATTİLA İLHAN
"Gördün sessizce buluştuğunu Nâzım'la nedim'in / lacivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin / birinin elinde vâ ridat'ı simavnalı Bedreddin'in / birinin ağzında gül elinde mey kâsesi vardı."

AZİZ NESİN
"Ne yazık, Türkiye'de ulusallığı aşıp evrenselleşmiş değerlerimizin sayısı çok azdır. Lütfen sayar mısınız? Nedenleri ne olursa olsun, büyük Yunus bile dünyada yeterince tanınmış bir şairimiz değildir... Her yerde söylediğim şu;' Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türkiye denilince şu üç adı bilirler: Nasreddin Hoca, Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet..."

LOIS ARAGON
"Hayır, yazamam, şimdi olmazirica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiği bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra. Söz veriyorum size, yazacağım, hatta bu dergide, daha başka bir konu üzerine: Ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim."

PABLO NERUDA
"Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlanır / senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya. / Nasıl dövüşülür, senden örnek almaksızın, / senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun? / Teşekkürler,böyle olduğun için! / Teşekkürler o ateş için / Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca."


JEAN-PAUL SARTRE
"Vefalı dost,y iğit militani insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbirşeyi görmezden gelmek istemiyorum. Biliyordu ki, insan yapılacak birşeydir ve hiçbir yerde yapılmamıştır. Gerekli olan, durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratmıştır: Sözün kısası, Pascal'ın Hristiyan için dediği ve bugün militan için , Nâzım Hikmet dolayısıyla aydın militan için, denilebileceği gibi, 'asla uyumamak' gerekliydi. O asla uyumadı. Harikulade olan şudur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.

Hürriyet,16 Ocak 2001

CHP'li vekilden Nazım Hikmet'e vefa
CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce, ''Eğer bugün siyasetçiysem, burada konuşuyorsam; bunda Nazım Hikmet'in payı büyüktür'' dedi.



Başkanvekili Ali Dinçer başkanlığında toplanan TBMM Genel
Kurulunda, 3 milletvekili gündemdışı söz aldı.

CHP'li İnce, Nazım Hikmet 'in 43. ölüm yıldönümü nedeniyle yaptığı
gündemdışı konuşmada, Necip Fazıl Kısakürek 'i de 25 Mayıstaki ölüm
yıldönümü nedeniyle andı. İnce, her iki şairin de zindandan,
yakınlarına mektuplar yazdığını ifade etti.

Nazım Hikmet hakkında konuşmanın zor olduğunu belirten İnce,
''Eğer bugün siyasetçiysem, burada konuşuyorsam; bunda Nazım Hikmet'in payı büyüktür'' diye konuştu.

Muharrem İnce, Nazım Hikmet'in, ''bu ülkenin insanlarının okur
yazar olmasını ve ülkenin pazarlanmamasını'' istediğini kaydederek,
''Onun yolunda yürümesem de hak bildiği şeyleri kabul ediyorum'' dedi.
İnce, Nazım Hikmet'in savunmaya ihtiyacı olmadığını, onun
eserlerinin bu ülkeyi yeterince savunduğunu söyledi.
''Onun vatandaşlıktan atılması ve vatan haini ilan edilmesi beni
ilgilendirmiyor'' diyen İnce, Nazım Hikmet'in, şiirleriyle halkla ülke
arasında bağ kurduğunu kaydetti.

-''NAZIM HİKMET'TEN NEDEN KORKULUYOR?''-

CHP'li İnce, ''Neden Nazım Hikmet düşmanlığı yapılıyor ve ondan
korkuluyor? Çünkü onun yazdıkları, eserleri, karşı bir iddianame
gibidir ve o iddianameler ona saldıranların suçlarını içerir. Bir de
nevrotik takıntılardan ötürü düşmanlık vardır ona karşı...'' diye
konuştu.

30 Mayıs 2006
#7 - Haziran 02 2006, 13:47:33
İmzanız Kural Dışı

Vatan Haini / Nazım Hikmet
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
           hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                            ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

MEMLEKETİMİ SEVİYORUM

Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.

Memleketim :
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
                                                   utanıyorum.

Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
       söğüt
              ve kırmızı toprak.

Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven
                                                               alabalık
              ve onun yarım kiloluğu
                          pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
                                           Bolu'nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
        incir
             kavun
ve renk renk
                 salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
                             her şeyi
            hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
                                yarı aç, yarı tok
                                                 yarı esir...

 

TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip
                  kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
                  Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dır
             Kerem'dir
                         ve Keloğlan'dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
                el alır,
kanadı kırılır
                çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, "Yunusu biçâredir
     baştan ayağa yâredir",
ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine
ve bir kerre vakterişip
                           "- Gayrık yeter!.."
                                             demesinler.
Bunu bir dediler mi,
"İsrâfil surunu urur,
         mahlukat yerinden durur",
toprağın nabzı başlar
                       onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
                       ne düşmanı kayırır,
"Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa..."

                                                            (Kuvâyi Milliye'den)
 
#8 - Haziran 02 2006, 13:50:26
« Son Düzenleme: Haziran 02 2006, 14:00:07 Gönderen: ChAtLaK_GiRL »
İmzanız Kural Dışı

NÂZIM'IN RESSAMLIĞI


Nâzım resim yapmaya annesine özenerek başlamış olmalı.

Celile Hanımın ressamlığı varlıklı bir kadının oyalanmak için seçtiği bir hobi değil, bir tutkuydu. Ressam olmak için evini barkını dağıtıp Paris'e gittiği söylenirdi.

Kadıköy'de oturduğumuz yıllarda, Nâzım, annem, ben, arada bir ona giderdik. Odaları yaptığı tablolarla doluydu. Evi tam anlamıyla bir ressamın eviydi. Resimden başka bir şey düşünmediği açıktı. 

Yalnız yaşıyordu, ama her zaman çok süslüydü. Güzelliğe vurgun bir insan olarak anılırdı.

Yüzünü aşırı boyadığı için Nâzım kızar, söylenir,

"Şimdi hepsini silmezsen, çıkıp gidiyorum," diye kapıya yönelirdi.

Celile Hanım boyalarını silmeye yanımızdan ayrılınca, annem, "Nâzım, niye böyle yapıyorsun, o bir ressam, yüzünü de bir tablo gibi boyuyor, niye anlamıyorsun!" diye fısıldardı.

Ben de merakla bakınırdım iş nereye varacak diye...

Nâzım'ın resim yaptığını ilk Mithat Paşa köşkünde
oturduğumuz yıllarda görmüştüm. Ama bunlar yağlıboya ya da pastel resimler değildi. Karakalemle mi, ya da yumuşak bir kurşunkalemle mi, bilmiyorum, evdeki herkesin yandan kafalarını çizmişti.


Hani eğlence yerlerinde ressamlar vardır, belli bir para karşılığı resminizi çiziverirler, onlar gibi...

O gün salondaki şöminenin önüne Adnan Ağabeyin çizim tahtasını yerleştirerek kendine bir yer yapmış, biz de sırayla gidip karşısına oturmuştuk. Bayağı da benzetiyordu.

Vedat Başar, her zaman olduğu gibi işin gırgırındaydı.

"Nâzım, sen aç kalmazsın," diye takılıyor, bir panayırda tezgâh açsa günde kaç para kazanacağını hesaplıyordu.

O çizimlerin yok olup gittiğini sanıyordum.

Yıllar sonra bir gün Maslak'ta Adam Yayınları'nda otururken, Rasih Nuri İleri'nin üst katımızda, AnaBritannica'da çalışan oğlu Suphi Nuri İleri elinde onlardan ikisiyle geldi :

"Bunları babam bir sahafta bulup almış, size göstermek istedim..."

Vedat Başar ile Leman Teyzemin resimleriydi.

Çok şaşırmıştım... Nasıl olmuş da bir sahafın eline geçmişlerdi?

Vedat Başar, Fahamet Teyzemin, Fifi'nin kocası. Leman Teyze ise Fifi'nin çok sevdiği bir arkadaşı, ona da "teyze" derdim. Kadıköy'deki apartmandayken bizimle otururdu, Mithat Paşa köşküne de sık sık gelip gece yatısına kalırdı.

Öteki resimler kim bilir nerede, kimlerdeydi? Nenem, Fifi, annem, Selma Teyzem, Adnan Ağabey, ben, evde kim varsa, hepimiz sırayla oturmuştuk Nâzım'ın karşısına.


O günün dışında Nâzım'ı resim yaparken gördüğümü anımsamıyorum.

Bir de işte kitap okurken kurşunkalemle kapaklara, kapak içlerine, kenar boşluklara çizimler yapardı. Genellikle gemi, yelkenli, çiçek, el, göz çizimleri, korkunç suratlar...

Resim yapmaya düşkünlüğü İstanbul Tevkifhanesi'nde başlayıp çankırı Cezaevi'nde tam anlamıyla patlak verdi.

Yağlıboya, guvaş, pastel, karakalem...

Cezaevinin içinden görünümler, mahkûmların, Piraye'nin, kendisinin portreleri...

Sonra Bursa Cezaevi'nde de arada bir yoğunlaşarak sürdü.

Sanırım bu onun için dinlendirici, oyalayıcı bir uğraştı.

"Bugünlerde kendimi bütünüyle resme verdim," deyip başka her şeyi bıraktığı olurdu.

Balaban'ın yeteneğini sezip gereçlerini ona armağan ettikten sonra resim yapmadığı söylenir, ama açlık grevi sırasında üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nde kendisini görmeye gittiğim bir gün, bana akrabası olan Mehmet Ali Aybar'ı tanımaktan duyduğu mutluluğu aktarmış,

"Birlikte resim yapıyoruz, o benden daha iyi ressam," demişti.

Cezaevinden çıktıktan sonra, Türkiye'de ya da Sovyetler Birliği'nde resim yapıp yapmadığını bilmiyorum.


 

 Avlunun işliklere doğru görünümü. Bu işliklerde marangoz, aynacı, kalaycı, terzi, boncuk işlemeci gibi değişik uğraşlardan ustalar çalışırlardı.


Çankırı Cezaevi avlusunun işliklerden kapıya doğru görünümü. Nâzım’ın ünlü kedili fotoğrafı bu kapının önünde çekilmiştir. Biz görüşmeci gittiğimizde, sağda, adamın olduğu yerde oturup konuşurduk


Kalaycı Dükkânı, Çankırı, 1940, Kâğıt üzerine pastel, 35 x 25 cm


Bursa, 1941, Tuval üzerine yağlıboya, 28 x 25 cm


Sıra bekleyen hastalar, Bursa, Tuval üzerine yağlıboya, 46 x 25 cm

Nazım'ın resimlerinde toplumsal bir bildiri yoktu
Yalnızca, Bursa Cezaevi'nde yaptığı iki resimde bunu
denemiş, doktor kapısında sıra bekleyen hastalar ile savaşa
giden askerleri renkleri ile etkili kılmaya çalışmıştır.


Savaşa giden askerler, Bursa, Tuval üzerine yağlıboya,46 x 25 cm
#9 - Haziran 02 2006, 14:11:27
İmzanız Kural Dışı

KIZÇOCUĞU

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler

                                                         21 Mayıs 962, Moskova

KEREM GİBİ

Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
     bağır
          bağır
                bağırıyorum.
Koşun
      kurşun
            erit-
               -meğe
                      çağırıyorum...

O diyor ki bana :
- Sen kendi sesinle kül olursun ey!
                                   Kerem
                                      gibi
                                         yana
                                              yana...
"Deeeert
         çok,
            hemdert
                   yok"
Yürek-
       -lerin
kulak-
       -ları
           sağır...
Hava kurşun gibi ağır...

Ben diyorum ki ona :
- Kül olayım
             Kerem
                 gibi
                    yana
                         yana.
Ben yanmasam
              sen yanmasan
                       biz yanmasak,
                       nasıl
                           çıkar
                                karan-
                                       -lıklar
                                          aydın-
                                               -lığa...

Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
      bağır
           bağır
                 bağırıyorum.
Koşun
      kurşun
            erit-
               -meğe
                        çağırıyorum.....

KADINIM BREST'E KADAR

Kadınım Brest'e kadar benimle geldi,
indi tirenden peronda kaldı,
ufaldı, ufaldı, ufaldı,
uçsuz bucaksız mavilikte buğday tanesi oldu,
sonra raylardan başka şey göremedim.

Sonra, Leh toprağından seslendi karşılık veremedim.
"Nerdesin gülüm, nerdesin?" diye soramadım,
"Yanıma gel!" dedi, yanına varamadım,
hiç durmayacakmış gibi gidiyordu tiren,
boğuluyordum kederden.

Sonra, kumlu toprakta kar parçaları çürüyordu,
sonra, birden anladım ki, kadınım beni görüyordu,
"Beni unuttun mu, beni unuttun mu?" diye soruyordu,
baharsa çamurlu çıplak ayaklarıyla gökyüzünde yürüyordu.

Sonra, yıldızlar inip kondu telgıraf tellerine,
karanlıksa yağmur gibi çarpıyordu tirene,
kadınım telgıraf direklerinin altında duruyordu,
koynumdaymış gibi de yüreği küt küt vuruyordu,
direkler gelip geçiyordu o kımıldanmıyordu yerinden,
hiç durmayacakmış gibi gidiyordu tiren
boğuluyordum kederden.

Sonra birden anladım ki, yıllardır, ama uzun yıllardır bu tirende yaşıyorum.
- ama, bunu nasıl, neden anladığıma hâlâ şaşıyorum -
ve hep aynı büyük, aynı umutlu türküyü söyleyerek
sevdiğim şehirlerle sevdiğim kadınlardan boyuna uzaklaşıyorum
ve hasretlerini etimin içinde işleyen bir yara gibi taşıyorum
ve bir yerlere yaklaşıyorum, bir yerlere yaklaşıyorum.

                                                                Mart 1960, Akdeniz

#10 - Haziran 02 2006, 14:25:17
İmzanız Kural Dışı

KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ
DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
          ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                  bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
             okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
                     dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
       iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
               halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                    Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
               vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
            çığlığımı duymamanız için
                      kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
         kopuk ellerim,
                    kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.


                      (25 Haziran 1959)




MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ

O mavi gözlü bir devdi,
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
              bahçesinde ebruliii
                      hanımeli
                                    açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev,
Ve elleri öyle büyük işler için
                     hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
                       çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
                      hanımeli
                              açan evin.

O mavi gözlü bir devdi,
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
           yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
          bahçesinde ebruliiii
                  hanımeli
                      açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliii
                             hanımeli
                                       açan ev...






NİKBİNLİK

Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
                   göre-
                       -ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı maviliklere
                          süre-     
                              -ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
                           son vitesi,
adedi devir.
          Motorun sesi.
Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir
                                   ne harikuladedir
             160 kilometre giderken öpüşmesi...


Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
               yalnız cumaları
                          yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
                    ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
      Cevap:
           açılır kara kaplı kitap:
                                             zindan...
Kayış kapar kolumuzu
                            kırılan kemik
                                               kan.
Hani şimdi bizim soframıza
                                 haftada bir et gelir
Ve
çocuklarımız işten eve
                          sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz...

İnanın :
   güzel günler göreceğiz çocuklar
   güneşli günler
                         göre-
                             -ceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
                                        ışıklı maviliklere
                           süre-
                                 -ceğiz.





Bursa Cezaevi'nde Nâzım Hikmet, daha yazar olarak ünlenmemiş Orhan Kemal ile görüşmecisi İsmail Hakkı Balamir'in arasında




Annesi Celile Hanım tarafından yapılan tablosu




Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi'nde



Nâzım Hikmet Moskova'da




Doğu Almanya gezisinde Berlin'de karşılanırken


Nâzım'ın Mezarı


bu değere önem vermeliyiz devamı gelecek...



#11 - Haziran 02 2006, 17:03:19

 :agla çok güzel biliyordum bu ülkenin gençlerinin değerlere sahip çıkcağını ozzy ve samet  :))  :cicek :cicek
#12 - Haziran 02 2006, 17:20:01
İmzanız Kural Dışı

NÂZIM’IN KİTAP OKUYUŞU

    Nâzım her kitabı baştan sona okumazdı. Önce kitapla bir tanışma dönemi geçirirdi adeta. Karıştırır, orasından burasından okur, beğenmezse bir yana bırakırdı.

     Annem onun eline aldığı kitabın başından, sonundan, ortasından birer bölümünü okuduğunu, beğenirse baştan başladığını söylerdi. “Sonunu bildiği kitabı nasıl okur insan!” diye de şaşardı.

     Ama Nâzım öyle okuyordu. Kitabı beğendi mi sanki daha önce orasını burasını karıştırmamış gibi baştan sona okuyordu. Hoşuna giden yerleri anneme de okurdu. Beğenmekte uyuşamazlarsa biraz çekişirlerdi. Düşüncenin ağır bastığı konularda annem Nâzım’a pek karşı çıkmaz, bir öğretmene öğrencisinin davrandığı gibi davranırdı, ama beğeniye, özellikle de duygulara yönelik konularda, tartışmalar hep annemin duyarlığına, sezgisine övgülerle son bulurdu.

     Nâzım,

     “Canım karıcığım, bir şiiri, bir romanı hiç kimse senin gibi anlayıp değerlendiremez,” diye onu göklere çıkarırdı.

     Bu işi benim pek aklım almazdı. Karısına yağcılık ediyor gibi gelirdi. Örnekse okudukları bir romanı annemin Nâzım’dan daha iyi değerlendirebileceğine inanamazdım.

     Gene de içime bir kuşku düşerdi. Çünkü bir gün bir yerde söylenip geçilen bir söz değildi bu. Hep yinelenirdi.

     Şiir, öykü yazmaya başladığımda, yazdığım her şeyi  mutlaka anneme göstermem için bana da bayağı baskı yapmıştı.

     Nâzım annemin okuduğu kitaplarla ilgili mektuplarından esinlenerek şiirler de yazardı. Örnekse “Don Kişot” şiiri öyledir.

     Nâzım kitap okurken eli hiç durmazdı. Kitapların kapaklarına, kapak içlerine, boş sayfalara, kurşunkalemle çizimler yapardı. Bu herhalde bir tür düşünme yoluydu. Bana öyle gelirdi. Dalardı o çizimleri yaparken.


 
#13 - Haziran 02 2006, 17:29:14
İmzanız Kural Dışı

cezaebru

çok saolun emeğinize sağlık  :cicek :cicek :cicek
#14 - Haziran 02 2006, 17:30:49

Arkadaşlar çalışmalarınızı gönülden tebrik ediyorum keşke herkes sizin gibi olsa. değerlere önem verse ama bu yok denecek kadar az.. Tekrra tebrik ediyorum..
#15 - Haziran 03 2006, 03:23:39

çok saolun emeğinize sağlık  :cicek :cicek :cicek

Arkadaşlar çalışmalarınızı gönülden tebrik ediyorum keşke herkes sizin gibi olsa. değerlere önem verse ama bu yok denecek kadar az.. Tekrra tebrik ediyorum..

Çok tşk sizin de ilginize sağlık.Bu arada bugün 3 Haziran 2006 Nazım Hikmet Ran'ın 43. ölüm yıldönümü Saygıyla anıyor vatan haini olmadığının ve biz gençlerin O ve onun gibi şair ve yazaların yolunda ilerliyeceğimizi belirtmek istiyorum çünkü O ülkesini milletini seven biriyidi hep insanlık adına eserler yapmıştı anlamayıp vatan haini denildi fakat yine de yılmadı!Rahat uyu Nazım Hikmet rahat uyu  :cicek
#16 - Haziran 03 2006, 17:00:26
« Son Düzenleme: Haziran 03 2006, 17:01:13 Gönderen: ChAtLaK_GiRL »
İmzanız Kural Dışı

Harika bir insandı ... Her şeyiyle ..
#17 - Haziran 13 2006, 13:45:57
>>ATATÜRK BİRLİĞİ>>

<<TIKLA<<

ooooo nazım hikmet sevilmez mi yaaaa?

bu adamı ben çok severim....
#18 - Temmuz 10 2006, 19:53:57

erkek kadına dedı kı
seni sewıyorum ama nasıl
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,çıldırasıya..
erkek kadına dedı kı
seni sewıyorum ama nasıl
kilometrelerce derin
kılometrelerce dümdüz
yüzde yüz yüzde bin beş yüz
yüzde hudutsuz kere yüz..
kadın erkeğe dedı kı
baktım,dudağımla,yüreğimle,kafamla
sewerek,korkarak,eğilerek
dudağına yüreğine kafana..
şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi
sen öğrettın bana..
ve artık biliyorum
toprağın
yüzü güneşlı bır ana gıbı en son,en guzel çocugunu emzırdıgını..
fakat neyleyim
saçlarım dolanmiş
ölmekte olanın parmaklarına
başımı kurtarmam kabil deil...
sen yürümelisin,yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak..
sen yürümelisin beni bırakarak...
kadın sustu
sarıldılar
bir kitap düştü yere
kapandı bir pencere
AYRILDILAR..
                              BÜYÜK USTA NAZIM HİKMET RAN 
                                                -aşığınım ustam-
#19 - Temmuz 28 2006, 20:40:39

Nazım Hikmet'i, şiirlerini ve düşüncelerini severim.. çok etkilendiğim şiirleri vardır mesela Kız Çocuğu, Karlı Kayın Ormanı, Yaşamak gibi... (şiirlerin isimlerini yanlış hatırlıyor olabilirim ama..)
#20 - Ağustos 07 2006, 22:21:21
imza kural dışı





YİRMİNCİ ASRA DAİR

- Uyumak şimdi,
  uyanmak yüzyıl sonra, sevgilim...

- Hayır,
   kendi asrım beni korkutmuyor
   ben kaçak değilim.
Asrım sefil,
   asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
    büyük
     ve kahraman.
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum,
Bana yeter
yirminci asırda olduğum safta olmak
  bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için...

- Yüz yıl sonra, sevgilim...

- Hayır, her şeye rağmen daha evvel.
Ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem)
senin gözlerin gibi, Hatçem,
                          güneşli olacaktır.
                                                             12. 11. 1941
#21 - Ağustos 09 2006, 21:32:41

Beni bütünde aramayın artık ...
Satırların sözcüklerin arasına sakladım kendimi ...
Kimse bulamasın, daha fazla silemesin diye çabalarım ...

Buket''im :bite

YAŞAMAYA DAİR

1

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                           bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                           yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
                     beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                       insanlar için ölebileceksin,
                     hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                     hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                     hem de en güzel, en gerçek şeyin
                                            yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                               yaşamak, yani ağır bastığından.

                                                             1947

YAŞAMAYA DAİR

2

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
                   bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
                                       en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
                                    diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                            yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
                                       yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
             hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

                                                             1948

YAŞAMAYA DAİR

3

Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
                        hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
                        yani, bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hattâ bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
                            zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
                            "Yaşadım" diyebilmen için...

                                                            Şubat 1948
#22 - Ağustos 09 2006, 21:33:40

Beni bütünde aramayın artık ...
Satırların sözcüklerin arasına sakladım kendimi ...
Kimse bulamasın, daha fazla silemesin diye çabalarım ...

Buket''im :bite

tuhaf ya...Nazım Hikmet'e duyuLan saygı bu kadarLa sınırLı :alala sitede şu an 10926 üye var ve sadece bir kaç kişi Nazım Hikmet'e bu kadar çok tuhaf :yanlis
#23 - Ağustos 09 2006, 21:36:35

Beni bütünde aramayın artık ...
Satırların sözcüklerin arasına sakladım kendimi ...
Kimse bulamasın, daha fazla silemesin diye çabalarım ...

Buket''im :bite

Ms.ExtacY

Çok büyük bir adam..




Ben, bir insan,
ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...

Muhteşem bi adam..Komünizmin en güzel örneği ya..
#24 - Ağustos 14 2006, 11:01:50

Ms.ExtacY

VASİYET

Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu
         ırgat Osman yatsın yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
           çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben
                    daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşularıma gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...   


BU VATANA NASIL KIYDILAR?

İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğin yediniz,
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler,
götürüp kâfire: "Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Eli kolu zincirlere vuruluş,
vatan çırıl çıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Gün gelir çark düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Şu son şiiri e-mail le başbaknımıza yollamıştım..Tabi onun okudupunu hiç sanmıyorum ama olsn..İçimde kalmadı..
#25 - Ağustos 14 2006, 11:05:49

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.