Alternatifim Cafe

Rabbime Sordum "düm tek tek" dedi

Discussion started on Sizden Gelenler

Sene 2001, o zamanlar daha yeni kazanmışız üniversiteyi. Kampüse gittik tabi ortam güzel, kampüs bizim Malkara kadar. "Malkara neresi diye" soracaksınız hemen tabi... Efendim, Malkara zamanında bölgenin yerlisi tarafından Trakya Bölgesi'nde aranıp bulunmuş, oralardaki tek tepeye itinayla kurulmuş gereksiz bir yer. Çok da önemli değil hani nerde olduğu canım! Abuk sabuk sorular sormayın mesele anlatırken. Sonra birden farkettik ki bizim bölüm üniversitenin üvey evladı. Ali Osman Sönmez Kampüsü'ndeymiş. Neyse küfrede küfrede biniyoruz otobüse "nerden düştük buraya" nidalarıyla beraber. Tabi yeni olduğumuz için nerede inmemiz gerektiğini bilmiyoruz. Ordaki Şöför amcaya güvercin adımlarla yaklaşıp:

-Meleba abi!
+Buyur yiğenim
-Abi ben, Ali Osman Sönmez Kampüsü'nde ineceğim ama nerde bilmiyorum. Beni indirir misin orda?
+Tabi sen merak etme. Otur arka koltuğa hemen ben sana söyleyeceğim.
-Sağol abi!

Neyse... Git git bitmiyor yol. Gittikçe ayar oluyoruz. "Lan bu kadar yolu şehirlerarası yol diye gidiyorduk biz" diye içimizden geçirirken, yanımdaki amca dürttü bizi birden.

-Alis Osman Sönmez Kampüsü'nü geçtik.

Tabi bizim şarteller atıyor. "Şaka mısın lan sen" edasıyla şöföre bakarak:

-Abi hani beni indirecektin kampüste.
+Kardeşim düğmeye basmadın ki!
-Abi senin düğmene mi basmak lazım anlaman için.

Şöför otobüsü durdurmasıyla levyeyi kapması bir oldu.

-Ya abi sen beni yanlış anladın! Dilim sürçtü dilim!
+Parçalarım ulan senin o dilini. (...) Efendim parantez içindeki üç noktalar küfrün içeriğini tam olarak size de yansıtmak istemememden dolayı. Malumunuz çocuk çoluk var. Aile var. Ha! Meraklısı varsa bir mesaj atsın ben birebir ne söylediğini yazarım kendisine.

Her neyse otobüstekilerin yoğun ısrarları sonucu (Garibandır yapma birader, öğrenci!) otobüs şöförü amca beni azad etti.

Neyse ilk gün ders yapmazlar diye kitap, kalem, defter almadık. İlk derse girdik. Ders Osmanlıca. Hoca tahtının başına geçti. Tahtaya bir adet çizik attı. Dedim "noluyo lan", hoca dedi "elif".

Akşam oldu tabi, çıktık dersten, yine otobüs bekliyoruz. Otobüsler de öyle bir külüstür ki anlatamam. Bizim Malkara Belediyesi'nin emektar M.A.N.'ını aratır yani. O derece... Bindim otobüse. Otobüse iki durak sonra biri bindi. Biri dediğim benim için o zamanlar tanımlanamayan bir cisim yani. Dayının biri giyimiş üstüne transparan bir bulüz altınada pembe renkli bir pantalon... "Bu ne lan" dedim tabi. Hayatımda böyle bir şey görmemişim. Bakıp güldüm tabi adama, dedim "modaya ayak uyduruyor herhalde". O derece saftık yani. Üçüncü seçeneğin varlığını biliyorduk ama bize denk geleceğini hiç düşünmemiştik. Neyse bu adam bana bakıp güldükten sonra geldi yanıma oturdu.

Efendim aile terbiyemizinde üzerimizdeki baskısından dolayı, yanımızdaki varlığın sorularına haliyle cevap verdik. Adam nerede oturduğumdan tutun, muhterem pederimin ne iş yaptığını bile sordu. Ben de tabi saflık. cevap verdim. Otobüs mesafenin yarısına gelmişti ki yanımdaki birader bana yaklaşmaya başladı daha fısıltılı konuşmaya başladı.

+Seks hayatın nasıl Bursa'da?
-Abi yok daha yeni geldik yaaa...
+Aaaaaa! Olur mu öyle şey? Allah cezalarını versin o kızların! Senin gibi cilli gibi bir adam kaçırılır mı hiç?
-Abi sağol...
+Bak bu akşam benimle gel istersen çok güzel eğleniriz. Ev arkadaşımda dağa gitti hem.
-Abi enişteye ayıp olmasın...
+Yok bişey olmaaazz!
-Abi elimle mutluyum ben sağol...

dedikten sonra bi kahkahadır koptu, efendim. "..... ...uğu, çık lan iniyom ben" deyip adamın kafasına vurmamla inmem bir oldu. Bu olaydan sonra bir hafta "ben nereye geldim böyle" diye bir bunalım geçirdim tabi.

bunu daha önce eklemiştim sanırım... o yüzden ikincisini de ekleyeceğim.
#1 - Temmuz 13 2010, 08:07:05

Bursa'ya gittiğimin ikinci günü, Bursa'da oturan akrabaların ziyaretine gitmeye karar verdim. Elde bir adres, düştüm yola... Metroya bindim, indim Santral Garaj'da... Bilmem sizde var mıdır böyle huy? Ama ilk kez gittiğim yerlerde kendime hep bir merkez seçerim ben. Benim merkezim de Santral Garaj'dı. Başka bir yer de bilmiyordum hani...

Elimdeki kağıtta "İnegöl Çarşısı, Heykel" ve bir de dükkan ismi yazıyordu. Heykel'i de, İnegöl Çarşısı'nı da bilmiyordum. Santral Garaj'da dolmuşçuların birine sordum. "Abi, bu Heykel'e nasıl gidilir" diye. O da bana uçsuz bucaksız bir yokuş gösterip "Burdan yukarı çıkacaksın" dedi.

Sonbahar aylarıydı ama hava gerçekten çok sıcaktı, hele benim gibi tembel biri için o sıcakta o yokuşu çıkmak tam bir eziyetti. Nazlana nazlana çıktım yokuşu. Tabi arada da kendime söyleniyorum yine "ne işin vardı da geldin buralara, rahat mı battı" diye... Neyse yarım saat sonra falan bir heykel çıktı karşıma. O kadar büyük heykel de hiç görmemişim daha. "Aha işte heykel" dedim ben de... Heykel daha ne kadar uzakta olabilirdi ki zaten. Efendim bende bir sevinç, bir heyecan... Anlatamam... Neredeyse gidip heykele sarılacağım. O derece yorulmuşum, bezmişim yani. "Soğuk bir şey ikram ederler, ben de ne güzel içerim onu" diye düşünerekten başladım İnegöl Çarşısı'nı aramaya. Bilmiyorum, rahmetli Kemal Sunal beni görseydi ne derdi halime?

Gittiğim yerdeki heykel dört yolun tam ortasında bulunuyordu. Hemen hemen bütün yollardan girip İnegöl Çarşısı'nı aradım ama yok! Bulamadım... Bende bir umutsuzluk belirdi tabi... "Herhalde adresi yanlış aldım" dedim kendi kendime. Sonra başladım millete sormaya. Abartmıyorum 15-20 kişiye sordum "Bilmiyorum" dedi hepsi. Oradaki esnafa sordum "Burda öyle bir yer yok dedi" Ben onları bilemiyorum ne yapayım yani. Sonra gözüme çakmak satan Tarkan bıyıklı bir dayı ilişti. Dayının "buraları benden sorulur" havasından mıdır, nedir? Dedim "lan bu biliyordur". Gittim yanına:

+Selamun aleyküm, dayı...
-Aleykümselam yiğenim, buyur.
+Abi burası heykel mi?
Karşıdaki heykeli kafasıyla göstererek:
-Heeee! Heykel burdadır...
+Abi ben İnegöl Çarşısı'nı arıyorum. Burdaymış sanırım. Yabancısıyım buranın. Biliyor musun nerde olduğunu?
-İnegöl Çarşısı'nın burda ne işi var, yiğenim? Sen İnegöl'e gitçen... Oranın çarşısına bak.
+Tamamdır, abi sağolasın.
-Eyvallah.

"Ya muhakkak burda, aralarda bir yerdedir" diyerek son bir umut etrafa bakındım. Yok anasını satayım! Akşam oldu artık umudumu kaybettim. Sonra "ya ne kadar safım İnegöl Çarşısı'nı Bursa'da arıyorum. ulan olsa olsa İnegöl Çarşısı İnegöl'dedir" dedim.

Hafta sonu oldu gittim İnegöl'e, çıktım merkeze... Dedim "al sana İnegöl Çarşısı". Başladım akrabanın dükkanını aramaya. Hay anasını satayım! Kime sorsam yine yok diyor.

Bir saat sonra avare avare dolaştıktan sonra karnımın acıktığını hissettim. Girdim bir lokantaya. Köfte, cacık derken, dur dedim lokantanın sahibine de bir sorayım:

-Ya abi ben heykel'de İnegöl Çarşısı diye bir yer arıyorum.

Lokantanın sahibi bir süre yüzümden aşağı dumur olmuş bir insan edasıyla baktı. Şaka gibi geldi herhalde adama. Sokaktaki amcaya çıkıp "ben Arizona'yı arıyorum" deseniz, daha az tepki verir yani, o derece...

+Anlamadım kardeşim...
-Abi ben İnegöl Çarşısı'nda xxx Bilgisayar diye bir yer arıyorum ama bulamadım.
+O elindeki kağıtta heykel mi yazıyor?
-Evet abi...
+Alkollü müsün?
-Yok abi ben içmiyorum. Heykel'in orada çok aradım zaten. İnegöl'e git dediler. Bursa'dan geliyorum ben.
+Sen nereye gittin Heykel diye?
-Abi, Santral Garaj'da yukarı doğru çıkınca Osman Gazi'nin heykelinin orası işte!
+Alkollü müsün?
-Hayır abi...
+Kardeşim senin gittiğin yerin adı Fomara'dır. Heykel'de onun daha yukarısında bir yer adıdır. Senin ne işin var İnegöl'de?
-Ya abi ben aslında hani biraz gezi amaçlı...

Ne kadar durumu toparlamaya çalışsam da olmadı. Yine hunharca güldüler.
#2 - Temmuz 13 2010, 08:07:46

Eskiden ben kaleciydim. Bir tane kel hocamız vardı bizim. Birbirimizi hiç sevmezdik. Bunun asıl nedeni beni daha ufakken yedek bırakmasıdır. Benim hocayı babama şikayet etmemle futbol talihim değişmiştir, o başka. Babam artık bizim hocayı ne hale getirmişse, o günden sonra hiç yedek kalmadım. Hoca hep bana sevgi dolu yaklaşmaya çalışmış ama nefret dolu gözleri de dikkatimden kaçmamıştır.

Defans oynuyordum küçük yaşlarda tabi… Hatta bir lakabım bile vardı. İrlanda fırtınası… Hoca bilmem, neden? Sanırım yüksek başarılarımdan olsa gerek bir gün “geç lan kaleye” dedi. O günden sonra kaleci oldum. Alpay’ın defansa geçmesi misali…

Yıllar geçtikçe profesyonelleştim tabi. Ama genelde bir maç yapar, 2-3 maç sahaya çıkamazdım. Ya kendimi sakatlardım, ya birini sakatlardım ya da birini döver kırmızı kart görürdüm. Her ne kadar inkar etsem de asabi bir insanım, evet…

Tekirdağ’ın Tekelspor diye bir takımı vardı o zamanlar. Her sene onlarla bir hazırlık maçı yapardık. Ben bu takıma karşı hiç forma giyemedim.

İlk defa Tekelspor ile bir maç yapacağız. Kale arkasında bizim takımla ısınma hareketleri yapıyoruz. Bizim bir Osman vardı. “Burhan, geç kaleye bir şut çekeyim” dedi. Ben de olumlu yanıt verdim tabi. Öyle bir şut çekti ki anlatamam. Osman mı vurdu topa yoksa Prekazi mi? Anlamadım. Top tam köşeye gitti, ben de atladım balık gibi, kurtardım. Kurtarırken de “vışşş” diye bir ses çıkardım tabi. Kurtardım… Kurtardım kurtarmasına da yerden kalkamadım. O derece zorlamışım kendimi. Sağolsun adamların malzemecileri, doktorları koştular yardımcı oldular.

Aradan bir sene geçti. Yine Tekelspor ile oynayacağız. Yine maç öncesi antreman… Önüme toplanmışlar 17 kişi bir sağdan, bir soldan şut çekiyorlar. Kalkamadan daha kaleye şut geliyor. Ben de nedense kuş gibi çırpınıyorum hepsini tutacağım diye. “Gevura mı vuruyonuz lan ibneler” diye söylendim bunlara. Bu son söylenişim oldu. İki kişi aynı anda şut çektiler kaleye, aynı köşeye. Bizim kuş şahin mahin değil, bildiğiniz keklik. İlk vuranın topuna atladı, ikinci vuranın topu da bizim kekliğin yüzüne çarptı. Ben yine iptal oldum. Malzemeci, doktor koştu yine sahaya:
-Ah be evladım. Yine mi sen?

Aradan yine bir sene geçti… Yine Tekelspor, yine antreman… Yine ben kaledeyim. Bak şu Allah’ın işine… Bu sefer kaleye hunharca şut çekmiyorlar ama. Organize ataklarla geliyorlar. Önümde de birkaç defans adamı var onları geçip gol atmaya çalışıyorlar. Efendim bir ara ne olduysa artık, ben yavaşça gelen topu ıskaladım. Top kaleye doğru hız almaya başladı. Ben de başladım topun arkasından koşmaya. O sırada tabi yer çekimi diye bir şeyin varlığından haberdar değilim. O topu tutacağım yani, çıkarı yok. Maalesef gol oldu. Ama bizim Burhan durmadı. O hızla, kaleye doğru koşup üst direğe tutunmaya çalıştı… Öyle hızlı koşuyordum ki, Usain Bolt bile dehşete düşer. Deliler gibi koşuyorum. O hızla üst direğe tutunup durabileceğini düşünmek hangi mantığa sığar bilmiyorum? “Hiç mi fizik, kimya, biyoloji, hayat bilgisi görmedin” derler adama. O gün ilk kez kıçımı semaya yükselirken gördüm. Aya çıkmaya yeltenen ilk Malkaralı diye adımı tarihe kazıdım. Tabi uçuş zevkliydi ama konmasını da bilmek lazım. Gelelim konma kısmına… Efendim, yere düşerken belimden bir “çatırt” sesi çıktı, Elazığ’daki akrabalardan telefon geldi “Malkara’dan deprem haberi mi var” diye. O derece yani. Belimi, kıçımı, ayak bileğimi incitmişim. Doktor da dumur oldu. Bir ay penguen gibi dolaştım etrafta, Allah sizi inandırsın. Tabi bizim unutulmaz ikili doktor ve malzemeci geldi yine…
-Hamza saha müdürüne söylede bir baktırsın buraya muska mı koymuşlar?


Futbolu bırakışım çok görkemli oldu…

Jübile maçımı yapıyoruz. Tabi ben jübile maçım olduğunu bilmiyorum. İşin enteresan yanı da bu… Maç oynanıyor, her şey iyi, her şey çok güzel… Bir ara bir şut geldi, kurtardım korner oldu. Rakip takımın adamı gitti korner atışını yapmaya. Millete arka-ön direği tutmasını söyledim. “Adam paylaşımına dikkat” derken… Ne göreyim? Anam! Rakip takımın oyuncusu katmış bizim defans oyuncusunu önüne, çok afedersiniz, atmış parmağı bırkalıyor da bırkalıyor! Resmen herkesin önünde karıştırıyor yahu! Bizimkinin de sesi çıkmıyor! Ben kitlendim kaldım. Şok olduğum zaman, tepkisiz bir noktaya bakma gibi bir adetim var benim. Aha öyle ben de heykel gibi kaldım! Ben öyle bakarken, yaptılar ortayı attılar golü, benim haberim bile olmadı.

Neyse… Zaman geçti biraz hatırlayamadığım bir nedenden dolayı maçta bir penaltı oldu. Rakip takımdaki o ırz düşmanı topun başına geçti. Dedim “lan ben sana gösteririm”. Penaltı için hazırlık yapıldı… Hakem tam düdüğü ağzına götürecek, “hoop hocam top ilerde ya” diyerekten fırladım kaleden. Penaltı noktasına hızla yaklaşıp topu tepikledim çok az ileri. Hakem sarı kart göstermedi. Yine herkes hazırlandı… Benim gözüm hakemde… Tam düdüğü eliyle kaldırdı, ben yine “hoooop olmadı hocam, top ilerde yaaa” deyip, yine koştum topun yanına ve topu ceza sahasının uzak köşesine vurdum. O ırz düşmanı topun peşinden koşarken ben de yanına gittim, biraz kısık bir sesle “kaleyi göremezsen ananınkini gör” dedim. Ortalık karıştı tabi. Hakem geldi bana bir sarı kart gösterdi, penaltıyı çeken adamda o hırla vurdu topu auta.

Penaltıyı kaçırsa da ona karşı hissettiklerimde bir değişme olmamıştı. Gözünün ortasına bir yumruk atmam lazımdı, rahatlamam için. Şüphesiz ki o ırz düşmanı da artık bana karşı boş değildi. Benim için artık maç bir daha ki kornerde bitecekti. Dövecektim adamı, çıkarı yoktu yani. Ve beklenen oldu… Korner oldu… Bizim keklik artık şahin bakışlı bir doğan gibiydi. Irz düşmanı geldi, tam önümde durdu. Yüzü bana dönüktü. Göz göze geldik… Ve bana küfretti. İşte benim istediğimde buydu. Artık fiili olarak beni tahrik etmiş, feci bir yumruğu hakketmişti. Bunun o güne kadar sadece filmlerde olduğunu sanırdım ama adam saatte 120 km ile gelen yumruğumu fark edip çekildi ve ben de korner esnasında onu tutan ve hiçbir günahı olmayan kendi takım arkadaşıma vurdum. Sonra ufak bir arbede yaşandı, hemen herkes araya girdi ayırmak için. Beni tutan da ırz düşmanının ilk kornerde yokladığı takım arkadaşımdı.

-Ahmet bırak! Bırak diyorum oğlum!
+Abi yapma! Kırmızı kart görcen!
-Ahmet onu koruma! Abi onu koruyosun sen ya! Bırak dövcem onu!
+Abi dur! Rahat dur bir ya!
-Dövcem diyorum Ahmet! Allah’ın emri oldu artık!
+Abi, kırmızı kart görcen.
-Olum sen kimden yanasın lan! Ne çabuk karı koca oldunuz?! Bırak namusunu temizlicem!

Futbol hayatım maalesef bir kırmızı kartla bitti. O gün biteceğini bilsem bu şekilde mi olurdu bilemiyorum. Ancak diyalogda geçen son sözler ahmet'in(ahmet temsili isimdir) hayatında unutulmazlar arasına girmiştir.
#3 - Temmuz 13 2010, 08:09:22

Murat diye bir arkadaşım vardı benim. Hala daha var kendisi. Sanırım kendisi benim ezelden beridir arkadaşım. Ezel diyorum çünkü ben kendimi ilk bildiğim zaman Annem vardı, babam vardı, abim, ablam vardı, aha bir de bu Murat vardı.

Efendim kendisiyle daha ilkokul zamanlarında yemediğimiz halt kalmamıştı. O zamanlar tabi çok zikzaklı bir ilişkimiz vardı. İkimizin arasındaki barışı tek sağlayan etken ise abimdi. Barış olduğu zamanlarda çok ilginç olaylara imza atardık beraber. O zamanlar ona Murti derdik. Onu çocukluk yıllarımda ne kadar kavga etsek bile çok severdim ve sanırım sevdiğimden dolayı olsa gerek herkese çekinmeden kaldırdığım elimi bir tek ona kaldıramazdım.

Biz Murat’la beraber daha ilkokul üçteyken bir Karabela Çetesi kurduk. Aslında kuran Murat’tı. Aslında kuran Murat’tı. Biz sadece olayın içinde figüranlardık. Tabi grupta mahalleden bir sürü eleman da vardı. Efendim, hazır çeteyi kurmuşuz, mafya da olmuşuz… Sigara içmeyen mafya olur mu? Olmaz… Birleştirdik paraları, gittik Cemil abi’nin markete, aldık Maltepe, Bafra, Birinci, bir de kibrit… Gizlice pofur pofur sigara içiyoruz. Tabi o zamanlar ana-baba korkusu mafya olmanın verdiği sorumluluklardan çok daha baskın geliyor. Hayır… Bir de çeteyi neden kurduk?! Onu anlayamıyorum ben. Ne yan kesicilik yaptık, ne banka soyduk, ne de haraç aldık. Sadece sigara içiyoruz. Tekel kazanıyor. Neyse… Bizim bir üssümüz vardı. Orası da Malkara’nın merkezinde tek ağaçlık olan Abide Parkı’ydı. Orada toplanırdık mahallenin bütün veletleri sigara içerdik.

Bir gün gitmişiz yine sigara içiyoruz. Burnuma çok kesif bir koku geldi benim. Bildiğiniz *** kokusu. Bir de ne göreyim! *** üstüne oturmuşum. Amcanın biri gelmiş bizim üssün ortasına ***. Ben de üstüne oturmuşum. Uğraştık bayağı *** çıkarmaya ama yok, olmuyor. Tabi çetenin lideri olarak bizim Murat hemen olaya el attı. “O *** ancak toprak çıkarır” dedi. Ben de başladım tabi toprak üstünde debelenmeye. Efendim oraya hangi dengesiz sıçmışsa ishal miymiş neymiş? Çok geniş alana ***. Benim pantolon komple *** oldu…

Çete kurulduktan birkaç gün sonra annemin beni görmesi ve feci şekilde cezalandırılma korkusundan dolayı çeteyi terk etmek zorunda kaldım. Ama kalbimin her zaman bir köşesinde “Karabela Çetesi” kaldı.

Tabi bu Murat ile olan ilk vukuatimiz değildi. Benim ilk aşk anımın ana kaynağı yine bizim Murti’dir. Karabela Çetesi’nin kuruluşunun bir sene sonrasında artık yetişkin birer birey olmuştuk. Zira artık ilkokul dörde gidiyorduk. O yaşta sigara içilmeyeceğini biliyorduk. Artık kız peşine düşmüştük. Başarılı ve yetişkin bireyin ardında birkaç tane kız olmalıydı. Tabi bütün bunları fark etmeme Murat yardımcı olmuştu.


-Murti, bana da bir kız ayarlasana be…
+Dersanede bakarız. Uygun biri varsa ayarlarız.

Efendim o uygun biri bulundu işte. Murat hafta sonu kızı görmeye gideceğimizi söyledi. Hafta sonu çabuk geldi. Murat geldi beni çağırmaya. Gidip kızı göreceğiz. Çıktım dışarı. Bizim Murat dedi “oğlum bu ne, böyle mi çıkacaksın kızın karşısına”. Ne oldu ki diye sordum. Ya bir çiçek, bir hediye al. Tabi hemen babamın yanına gidip harçlık istedim. Ondan sonra Murat ile birlikte çiçekçiye gittik. Babamın verdiği para ya iki güle ya da 10 tane karanfile yetiyordu. İki tane gül gözüme çok az gözüktüğü için ben karanfilleri tercih ettim tabi. Karanfilleri alana kadar her şey güzeldi. Sonra beni bastı bir sıkıntı… Utanmaya başladım, terlemeye başladım, nefes alış-verişim değişti.

Yavaş yavaş buluşma noktasına doğru geldik. Yukarıdan aşağıya doğru inen iki tane kız belirdi birden. Kızlardan birinin yanakları kıpkırmızıydı. Murat “geliyorlar” dedi. Benim elim, kolum, bacaklarım her yanım başladı titremeye. Belli ki yanakları kırmızı olan benimkiydi. Kafamı zorla kaldırıp, yine zorla “merhaba” diyebildim. O sırada kıza bakabildim. Bu ona son bakışım olacaktı. Heyecandan sımsıkı tuttuğum çiçekleri yere bakarak kıza doğru uzattım. O da yere doğru bakıyordu ve teşekkür etti. Nefesimi öyle bir tutmuşum ki hiçbir şey diyemedim. Bu onu son görüşüm olacaktı. Ne kadar 1-2 yıl devam etmiş olsa da birbirimizi hiç göremedik.

İlkokul beşte de başka bir kız girmeye çalıştı hayatıma. Bu sefer Murat, Erol Taş rolündeydi. Bu kız beni sevdiğini söylemiş ben de bunu herkese anlatmıştım. Sanırım herkes aramızda bir ilişki olduğunu düşünüyordu ancak benim aklım çiçek verdiğim kızdaydı. Efendim bir kış günü o kara haber bizim 5/B sınıfına bomba gibi düştü. Beni sevdiğini söyleyen kızın burnundan yeşil sümük düşmüştü.

Murat:
-Burhan oğlum senin kızın burnundan yeşil sümük düştü. Vuhahahahhuha

Ben öyle bir hunharca gülüş duymadım daha hayatımda. Sonra hocamız derse girdi. Ders esnasında kız bana suçlu suçlu bakıyordu, zira burnundan yeşil sümük akmıştı. Bu kabul edilemez bir şeydi tabi. Tenefüs zili çaldığında ben hızla kantine doğru koştum simitlerden bitmeden alabilmek için. Bir süre sonra kız da arkamdan geldi.

-Nasılsın Burhan?
+…
+Nasılsın Burhan?
+…
+Artık benimle konuşmayacak mısın?
-Mümkünse görüşmesek iyi olur.
+Neden?
-Nedenini biliyorsun. Burnundan yeşil sümük akmış. Herkes bunu konuşuyor.

Efendim kız öyle bir ağladı ki şimdi düşünüyorum da kıyamıyorum. Ama o zamanların insanlık suçunu işlemişti garibim.
#4 - Temmuz 13 2010, 08:10:01

Küçük yerleşim birimlerinin otobüs firmaları felaket olur, otobüsleri de aynı derece... Bir kere firma size bilet kesmemek için elinden geleni yapar:

-Abi ben bir bilet alacaktım, Malkara'ya...
+Otobüs hazır, hemen kalkacak. Git bin! Şimdi kalkıyo, şimdi...

Aradan 5 dakika geçer, 10 dakika geçer... Otobüs kalkmaz. Otobüs firmasının tongasına düşmüşsünüzdür. İşte ben de o gün otobüs şirketinin şirketine geldim. Allem ettiler, kallem ettiler bana bilet kesmediler. Dedim;

"Bir şey olmaz, hani. Kaç kişi gider ki Malkara'ya?"

Biraz zaman geçti. Otobüs neredeyse dolacak. Muavin de: "git arkaya otur" dedi bana. Şehirler arası veya uzun yolda yolculuk yapanlar bilmezler. Böyle ilçe firmalarının muavinleri çok artist olur. Bir ara hanginizin muavin, hanginizin yolcu olduğunu bile şaşırabilirsiniz yani. Bir su istersiniz, döveceklermiş gibi bakarlar, oflarlar, puflarlar. Bir daha da bir şey isteyemezsiniz zaten. Tolculuk sırasında yaşlı kadınlara anne, yaşlı adamlara dayı, diğerlerine de birader der bunlar. Ha! Genç kızlara da bir şey demezler tabi. Sınırsız yardım ve bisküvi ikramı yaparlar bunlara. Boşuna dememişler "dünya kadar malın olacağına" diye...

Her neyse gittim oturdum en arka koltuğa. Aslında oturamadım. Oturduğum koltuk arızalıymış. Ben de kalktım başka bir koltuğa oturdum. O sırada da otobüs iyice doldu. Zira otobüs Keşan otobüsüydü. Otobüs sadece Malkara'ya gitmeyecekti. Otobüsün koridoru sırat köprüsü gibi. 21. yüzyıldayız firma hala 303 otobüslerden kaldırıyor. Yoklculuğun seyri gözümde şekillendi zaten. Aradan biraz zaman geçti, otobüs tam kalkacak... Durdular otobüsü, yazıhaneden... İki amca bindi otobüse, geldiler başıma... Oturduğum koltuğun biletli yolcuları olduklarını söylediler. Muavin hemen geldi tabi;"sen şurdaki koltuğa geç" dedi bana. Arızalı koltuğu gösteriyordu bana. Başka koltuk da kalmamıştı yani. Kaderime razı geldim, gittim oraya oturdum.

Koltuğa oturdum, oturmasına da, koltuk yerinde durmuyor efendim. Bir öne gidiyor, bir arkaya. 303 sağolsun zaten her daim titretiyor bizi. Başladım ben öyle sallana sallana gitmeye. Silivriye kadar geldik, otobüs durdu. Otobüste oturacak yer yok! Hala yolcu alıyorlar. Bildiğiniz İETT otobüsü mübarek. Yaşlı dede de binmiş otobüse... Muavin geldi yanıma:

-Birader seni hostes koltuğuna alalım, dayı da oraya otursun.
+Vallahi bana göre hava hoş da dede burda kalp krizi geçirir.

Muavin dediğimden bir şey anlamadı herhalde. Baktı yüzümden aşağı. Gittim oturdum en öne, bu sefer... Aradan 20 dakika geçmedi, bizim dedenin başı mı döndü? Bilmiyorum, nedir? Başladı istifra etmeye. Otobüsü aldı bir kusmuk kokusu.. İçerde 100 kişiyiz zaten. Hava sıcak! Kokunun kendini buram buram belli ettiği aylar yani. Ter kokusu, ayak kokusu zaten otobüslerin vazgeçilmezi. Havalandırmaları açmıştılar ama yetmedi. Otobüsün klimasını açın dedik ama o da bozukmuş...

"Allah'ım gücüne gitmesin. Bu da yapılacak sınav mı? diye söylenirken, tam benim arkamda horlayarak uyuyan adam oldukça gürültülü bir şekilde gaz çıkarmasın mı? Sinirlerim o kadar bozulmuş ki o an, hem gülüyorum, hem gözlerimden yaşlar geliyor. Suratım bir gevşiyor bir kasılıyor.Muavin hemen adamı uyandırdı tabi:

-Birader sen ne yapıyorsun ya?!
+Uyuyorum yasak mı?
-Abicim millet kokudan nefes alamıyor, sen esans sıkıyorsun!
+Ne esansı?
-Yellendin birader yellendin!

Adama o an bakmadım ama diaylog sanırım el-kol hareketleriyle bitti. Adam temiz gaz çıkarmıştı, kokutmadı allah razı olsun.

Biz 303'ümüzle tam gaz yolumuza devam ederken, yoılda tatilden dönen iki genç kız el-kol işareti yaparak bizim otobüsü durdurdu. O sırada da içimden:
"Bana kalk demezler artık. Yani o kadar da değil. Artık utanırlar yahu" diyorum. Kızlar otobüse bindi içlerinden biri:
"Yaaa! Ayaktamı gideceeeez yaaaa!" dedi. Bizim muavin dile geldi hemen:
"Yok hanımefendi olur mu? Ben ayarlarım hemen yer" dedi, ışık hızıyla kayboldu Bir kaç saniye sonra elinde minderle geri döndü. Minderi eliyle iyice yumuşatarak koridorun hemen başına koydu. Sonra şoföre dönerek:

"Suyu ısıttım abi" dedi ve sonra da bana dönerek pişkin pişkin:
"Birader biz seni bizim uyuduğumuz yatağa alalım. Çok rahattır bak, memnun kalırsın vallahi" dedi.

Kendi kendime:

"Ulan! Ne Oluyo!" dedim. Otobüs şirketi tarafından feci şekilde şirkete getirildiğimi düşündüm. Adamlar işi büyütmüşlerdi artık. Hem su ısıtıyorlar, hem de "biz seni yatağa alalım" diyorlar. Benim nevrim döndü tabi. İki dakika durdurun otobüsü inecem diye bağırındıktan sonra. Kordidorda ayakta gitmeye razı geldim. Kızlardan birini kıçı rahat etsin diye yumuşatılmış mindere, diğerini de benim oturduğum koltuğa oturttular. Ayakta beklerken farkına vardım ki bizim muavin özellik Malkaralılar'ı çok kızdırmış. Muavin yanlarından geçiyor, bir ton küfür yiyor. Açıkçası hepsine ne yaptığını bilmiyorum ama tek tanık olduğum benim yerime oturmuş olan dedeyi feci şekilde 2-3 kez azarlamasıydı.

Bilirisiniz, otoüslerin ayakta yolcu alması yasaktır. Ancak bizim ilçe firmaları ellerinden gelse bagaja bile insan alıyorlardı. Duydum ki son dönemlerde bu kalmamış artık. Ben Malkara'ya gitmeden bir gün önce bir otobüse bomba konulmuştu. Bu tarz olaylar benim aklımı çok meşgul eder. "Yani otobüsün içinde bomba var mıdır" diye düşündüm otobüse bindiğimde. Yıllar önce de Kardak Krizi çıktığı gün Malkara'da bir şimşek çakması sonucu yatağımdan "savaş çıktı" diye fırlamışlığım bile vardır. Neyse dönelim konuya... Öyle ayakta giderken 7-8 kişi, muavin birden bağırdı:

"Eğiliiiiiiiin!!" diye.Muavin öyle deyince bağırınca ben de dedim tamam bomba var. Başımı aldım kollarımın arasına, kapadım gözlerimi... Big bangi bekliyorum. Sonra muavin tamam geçtik dedi. Herkes kalktı. Yolculardan birine sordum noldu diye, sadece trafik kontrolüymüş.


Güç bela vardık Malkara'ya. Malkaralılar indi arabadan muavini bekliyorlar.Dede de var aralarında. Dede, bastonlu, zar zor yürüyen biriydi. Daha sonra konuştuğumuzda ise İstanbul'a torunlarını görmeye gittiğini anlattı.Muavinin otobüsten inmesiyle bizim dede muavinin burnunun üstüne vurmasın mı? Başladı herkes vurmaya. Göz gözü görmüyor çıkan tozdan dumandan. Muavin kapaklandı yere, hala vuruyorlar. Ben de kararsızım "bir tane de ben mi vursam" diye. Bu traz durumlarda aşırı merhametliyimdir ama otobüste çektiğim onca eziyet beni taş kalpli bir insan yapmıştı. Adamlar resmen bizi yavaş yavaş öldürmeye çalışmalardı. Neyse ben güvercin adamlarla olay yerine yaklaştım. Ellerim ceplerimde, başka yere doğru bakıyorum.Olayla alakam olmadığı imajını vermeye çalışıyorum o an. Başka yere doğru bakarken bir tepik de ben salladım muavine utana sıkıla... Sonra birden dedenin sesi dikkatimi çekti.
Bastırmış bastonu muavinin ense kökünehem hem kaçmasına engel oluyor hem de bağırıyor:

-Yapmayın! Daha çocuktur! Vurmayın!
#5 - Temmuz 13 2010, 08:10:31

Ben üniversitede okurken Görükle’de kısaca Çağdaş diye adlandırılan bir yurtta kalıyordum. İlk gittiğim gün Melih diye bir arkadaş edinmiştim. Bizim Melih’in dini bir inancı yoktu, sosyalist bir düşünceye sahipti kendisi. Benim hemen yan odamda kalıyordu. Oda arkadaşım ise bir Oflu’ydu. Adı da Yasin’di. Sonradan Melih sağolsun adı *** Yasin oldu. *** Yasin ünvanına yakışacak her şeyi yapmış, hakkıyla bu ünvanı kazanmıştı.

Bizim *** Yasin daha ilk günden ortamlara akmış, yurtta tanışmadığı kız kalmamıştı. Melih ve ben ise her gün periyodik olarak CM oynuyorduk. Melih’in bir bilgisayarı vardı. Adını Cafer koymuştuk. Pentium’un ilk modeli. Bugün antika değeri taşır, o derece yani. CM’de bir gün geçmesi için başında bayağı bir bekler, hatta birer tane sigara bile yakardık.Gece uyurken debizim Yasin gelirdi, başlardı anlatmaya… “Şu karıyı şöyle yaptım, şu kızı şöyle ettim”. Benim uykum gelirdi ama ayıp olmasın diye uyuyamazdım. Dinlerdim Yasin’in fantezilerini… Sonra uykum kaçardı benim. Ben Yasin’e bir şeyler anlatmaya başlardım…Bir bakardım ki bizim Yasin devirmiş kıçını uyumuş. Saat akşam beşteki derse Yasin yüzünden geç kalırdım. Bu iki üç hafta istisnasız şekilde böyle devam etmiştir.

Biz yine Melih’le bir gün otururken bizim Yasin geldi:

Yasin: Beyler, kaç haftadır cumaya gitmiyoruz. Sonumuz çok kötü olacak.
Burhan: Vallahi ben de gitmiyorum.
Melih: Ben bir kez gitmiştim. Onda da arkadaşım secdeye giderken paçasından çekmiştim, yüzükoyun yere kapaklanmıştı. Haahah!
Yasin: Offf! Of! Dinden çıktık! Dinden! Üç hafta cumaya gitmeyen dinden çıkar, cehennemin en alt katında cayır cayır yanar!
Burhan: Abi gitmek lazım o zaman.
Melih: Hehe. Ben gelir sizi taklit ederim.
Yasin: Tamamdır, yarın gideriz, o zaman. Allah’ın huzuruna çıkıp beni affetmesi için yalvaracağım.
Burhan: Ben de, ben de…

Bizim Melih tabi bütün bu diyalogları gülerek izledi. Ertesi gün oldu. Bizim Yasin yok ortalıkta.
Burhan: Aga bugün cumaya gidecektik, Yasin yok!
Melih: Aga o karılara, kızlara gitmiştir. Ne cuması ya!

Bu diyaloglar geçerken bizim Yasin çıktı ortaya birden.

Yasin: Hazır mısınız? Abdest aldınız mı? Gidiyor muyuz?
Burhan: Birazdan hazır olurum ben. Bak adamın günahını aldık.

Banyoya girdim. Abdest aldım, çıktım. Yasin yok!Namaza kalmış on beş dakika… Bekledim, bekledim… Yok Yasin… En sonunda dedim bir arayım şunu.

Burhan: Alo! Yasin nerdesin abi geç kaldık?
Yasin: Ha! Biz cumaya gidecektik değil mi? Ya kusura bakma Burhan ya! Bizim kız hastalanmış, tedaviye gittim.
Burhan: Yanacaksın oğlum cayır cayır!Öteki tarafta cehennemin en alt katında benim odunum sen olacaksın. Odun diye yakacaklar seni…

O gün Melih ile Bursa’nın merkezini gezmeye karar verdik. Gittik dolaştık. İyice yorulduk, karnımız da çok acıktı…

Burhan: Melih, aga karnım çok acıktı benim, senin?
Melih: Benim de aga…

Tam bu diyaloglar geçerken önümüzdeki McDonalds’ı kestirdim ben gözüme.

Burhan: Aga sen McDonalds’ta bir şey yedin mi hiç?
Melih: Yok aga ben hiç girmedim, McDonalds’ta.
Burhan: Ben de girmedim lan. Gidip birer hamburger yiyelim mi? Kerameti ne ki? Bizim lisenin kantininde bir milyondu… “Koskoca şehre gitmişler McDonalds’a girmemişler” demesinler.
Melih: Tamam, girelim…

Girdik Melih’le McDonalds’a… Self servismiş. Aldık hamburgerleri, birincisini bitirdik.

Burhan: Aga senin karnın doydu mu?
Melih: Yok aga… Bunla karın doyar mı?

Ben bir süre bakındım etrafa, “acaba fiyatlar bir yerde yazıyor mu” diye, ama göremedim.

Burhan: Gel birer tane daha yiyelim. Kerameti ne ki? Bir hamburger aga…
Melih: Yiyelim aga…

Gittik birer tane daha aldık. Oturup onları da yedik. Saf gibi hamburgerleri aldığımız yere de fiyat sormuyoruz. Zira kerameti ne ki?

Burhan: Aga ben doymadım, sen doydun mu?
Melih: Doymadım. Birer tane daha alalım mı?
Burhan: Alalım aga…

Üçüncü hamburgerleri de yedik.

Burhan: Aga ben yine doymadım…
Melih: Abi buraya doymak için girilmez ki. ***üze çok fena kaçacak vallahi.
Burhan: Bir hamburger aga! Kerameti ne olabilir ki?

Gittik bir hamburger daha aldık ve karnımızın doyduğuna artık kanaat getirdik. Artık mutluydukç Kolalarımızı da içtik. Kasaya kadar güle eğlene indik. O zamanlar McDonalds ödemeleri peşin almıyordu veya alıyordu. Bilmiyorum ama tek bildiğim ödemeyi çıkarken yaptığımızdı.

Burhan: Aga sende para kaldı mı?
Melih: Kalmadı amına koyayım!
Burhan: Vay amına koyayım ya! Neden böyle oldu ki?! Eve dönecek para bile kalmadı lan!
Melih: Bir hamburger aga! Kerameti ne olabilir ki?!

Melih’in yastık altındaki paraları sağolsun, yurda dönebildik. O gün McDonalds’a ilk ve son girişim oldu. Bir hamburgerin kerameti eve dönememe ihtimali kadar benim düşünce sınırlarımı zorluyormuş meğer.
#6 - Temmuz 13 2010, 08:10:58

Hacı çok uzun bunlar ya bi özet geçsene (?) .. ^^
#7 - Temmuz 13 2010, 12:00:22
" Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: 
' Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık '
dediklerini bir görsen..! "

ahah genelleme yok. hepsi talihsizlikten ibaret
#8 - Temmuz 16 2010, 17:32:32

PosiTive

Yeşil sümüklü kızın kaderine terk edilişi.
p.s Okumak iyidir efendim. Algıda sürekliliği sağlar, nöronları uyarır. Namaste.
#9 - Temmuz 22 2010, 10:47:12

Üniversitede 3. senem. Bizim o zamanlar bir Osmanlıca hocamız vardı, akıllara zarar… Bir not tutturuyordu, dediğinden kimse bir şey anlamıyordu ki not tutabilelim. Ya! Not tutuyorum tutmasına da yazdığım nottan da bir şey anlayamıyorum yani. Can sıkıntısından bir süre sonra “Şampiyon Galatasaray” yazıyorum deftere, süslü süslü … Birkaç hafta böyle geçti tabi…

Sınıfta o zamanlar pek fazla insanla muhatap olmazdım. Birkaç tane arkadaşım vardı. Bunlardan biri de Güler’di. Güler okuldan çıktığımız bir akşam yanıma geldi ve eve kadar benimle yürümek istedi. Evlerimiz birbirine çok yakındı. Geçmiş gün… Muhabbetin tam olarak ne olduğunu hatırlamıyorum. Konuşarak güle oynaya gidiyoruz eve… Yolda bir böcek gördük. Böcek değil aslında efendim… Bildiğiniz hayvan. Hani Amerikan filmlerinde olur ya mutantlaşmış akrepler, örümcekler… Aha bu da kara fatmanın mutantlaşmışı. Anca bizim Türkler’de de kara fatma mutantlaşır zaten. Öyle böyle bir şey değil ama canavar gibi… Biz eğilmiş canavara bakarken, birden bir Toros yaklaştı. İçinden kalın çerçeveli gözlüğü olan bir amca indi. Takım elbiseli falan…

Amca: Kardeşim, böcek mi o?
Güler: Evet, kaybetmiş miydiniz?
Amca: Yok ya! Böcekse alayım!
Güler: Evde hayvan mı besleyeceksin. Böcek falan değil bu!
Amca: Ya alabilir miyim? İnceleyeceğim de…
Güler: Önce biz bulduk! Ben alacağım onu… Öldüreceksin değil mi? Burhan tutar mısın bunu?
Burhan: Bunu? Senin bu dediğin ne farkında mısın?
Güler: Korkuyor musun yoksa?
Burhan: Hayır ama sempati beslemiyorum.
Güler: Ya! Off! Evde bakarım ben ona!
Burhan: Manyak mısın? Marulla mı bakacaksın hayvana? Ya kardeş al sen şunu git. Bizi yiyeceğine seni yesin…
Amca: Sağol kardeşim…

Adam bizim canavarı sardı peçeteye aldı gitti. Sonra yolumuza devam ederken, Güler sınıftan bir kızın benden hoşlandığını söyledi. O zaman hassas dönemlerimdi… Gülere kızın duygularına saygı duyduğumu ama o konu hakkında onunla konuşamayacağımı söyledim. Bu sözlerimle o kızla ilgili olan her şeyin bittiğini sanıyordum ama öyle olmamıştı.

Osmanlıca sınavı yaklaşıyordu. Elde doğru düzgün not yoktu. Kaynaklar da yetersizdi. Mutlaka notu birinden bulmam gerekiyordu. Gülerin kızın benden hoşlandığını söylediği gün üzerinden 1 ay falan geçmişti. Aldığım havadislere göre kızın artık yeni bir erkek arkadaşı vardı. Hey neyse… Ben sadece notlara odaklanmıştım ve onları bulmalıydım. Güler’in yanına gittim…

Burhan: Ya! Güler… Bana Osmanlıca notları lazım. Kalırım bu dersten yoksa.
Güler: Seninkinde var o notlar git ondan iste…
Burhan: Ne seninkisi ya! Erkek arkadaşı var onun… Bur gidip isteyim bari. Yapacak bir şey yok!

Gittim kızın yanına. Kızın adını hatırlamıyorum şu an. Çok da önemli değil zaten… Kızın çevresinde bir sürü insan var. Toplanmış konuşuyorlar. Ders arası zaten… Herkes de sınıfta. Kız arkası bana dönük orda millete bir şeyler anlatıyor. Ben de bekledim tabi. Sözünü kesmeyeyim diye. Bir ara bu sözünü bitirdi, başkaları konuşmaya başladı. Ben de bunu fırsat bilip hemen kıza yaklaştım.

Burhan: Ya kusura bakma… Bir şey sorabilir miyim sana?

Kız bana baktı, biraz düşündü ve oldukça yüksek bir sesle konuştu.

Şukufe (temsili isimdir): Üzgünüm, Burhan. Benim bir erkek arkadaşım var ve seninle konuşmamız imkansız.

Efendim sınıfta bir sessizlik oldu… Herkes bana bakıyor… Ben hayatımda bir o gün o kadar kızardığımı bilirim. O kadar yerin dibine geçmemiştim yani. Artık milletin gözünde sevgilisi olan kızlara sarkan, aşağılık bir ırz düşmanı gibi olmuştum. Kendimden ben de şüphe ettim! Hani insanın başına kötü bir şey gelir, çaresizlikten kıvranır ya. Aha ben de o çaresizlik yüzünden pencereden aşağı atlamayı bile düşündüm! Ben ki bırakın sevgilisi olan kızlara sarkmayı, yanımda kızlara sarkıntılık yapıp laf atan insanlarla bile arkadaşlığımı kesmişliğim var, onların durumuna düşürülmüştüm. “Vay be! Nerden, nereye” dedim kendi kendime. Sonra millet konuşmaya başladı yine. Gülüyorlar… Kahkahalar atıyorlar falan. Beni anlatıyorlar. Ben de toparladım biraz kendimi… Herkes duysun diye yüksek sesle konuştum.

Burhan: Yaaa! Ben not isteyecektim. Yanlış anlaşıldım galiba…
Şukufe: Haaaa! Sen başka bir şey soracaksın sandım ben!

Ama millet bunu duymadı, dinlemedi.. Öküzlerin ağzına ot olmuştum, “Burhan” diye geviş getiriyorlardı namussuzlar.

Notları aldım, eve döndüm. Aşırı derecede üzülmüştüm. Bütün gece uyuyamadım. Kalbim “intikam” diye atıyordu artık. Burhan eski burhan değildi. Bir kaşar tarafından eski burhan hunharca katledilmişti. Yanlış anlaşılmasın kız öyle biri değildi de benim sinir halinde olmamdan dolayı öyle düşünüyordum. Gururum aşırı derecede incinmişti. Bütün gece intikam planları yaptım. Hiç uyumadım. Aklımda milyonlarca tilki vardı. Tilkilerin sayısını artırmak için Savaş Sanatı kitabını bile okudum. Hangi tilkinin daha işlevsel olacağını düşünüyordum. Karar verebildiğimde ise saat akşam dörttü. Giyidim batman kostümümü gittim okula.


Okulda kızın yanına notları geri vermek için hiç uğramadım. Bu tamamen taktik ve strateji gereğiydi. Kız yanıma gelmeli ve defteri geri istemeliydi. Hani bu böcek yiyen bitkiler olur. Avını çekebilmek için güzel kokular salar falan. Aha ben de onlar gibiyim… Böceğimi bekliyorum, ezeceğim… Kabuğunun çatırtısı mühendislikten duyulacak…

Aradan birkaç ders arası geçti, artık kız yanıma geliyordu. Ben de pis ve sinsi bir gülüşle avımı bekliyordum. Yapacağım şeyi düşününce de kahkaha atmamak için dudaklarımı kenetlemişim birbirine yani, o derece… Kız yanıma geldi ve defteri istedi. Ben de kendimi plana uygun bir şekilde olaya inandırarak bir Kadir İnanır bakışı yaptım. Sınıfı ayağa kaldıracak bir ses tonuyla söylenmeye başladım.

Burhan: Yaaaa! Bıktım senden artık yaaa! Bir aydır peşimdesin! Düş yakamdan artık! Lanet olsun yaaa! Sevgilim var benim kızım! Kendine başka bir erkek bul!

İntikamın tadı o kadar tatlıydı ki kızın bana hafifçe attığı tokat baklava, “hayvan” deyişi ise meyveli pasta gibiydi. Ağlayarak hıçkırıklarla gitmesi de kazandibi... Sınıftan yükselen kahkahaların değeri ise bugün bile benim için paha biçilmez… Aldığım hazzı tasvir etmem mümkün değil. Kendimi UEFA Kupası kaldırmış, zafer sarhoşu bir Hakan Şükür gibi hissediyorum yani, öyle diyeyim…

Ertesi gün pişman oldum ama. Kızın erkek arkadaşı, kızın daha önce benden hoşlandığını duymuş ve son olay patlak verince ondan ayrılmıştı. Buna sebep olacağımı bilsem yapar mıydım? Bilmiyorum…
#10 - Temmuz 22 2010, 10:56:13

Teşekkür ederim. (:
#11 - Temmuz 22 2010, 16:26:22

Bir gün kadim dostlarımdan biriyle beraber ege kıyılarının fotoğraflarına bakıyorduk. “Vay be, ne güzel yerlermiş” derken, aklımıza normal bir insanın düşüneceği ama asla yapmayacağı bir fikir geldi.

Haydar: Oğlum gel buraları dolaşalım. Bir hafta tatilimiz var zaten. Eğleniriz biraz.
Burhan: Dolaşalım abi… Bana uyar, maceraya hasret kaldım zaten.
Haydar: Tamam! Yalnız karardan dönmek yok…
Burhan Dönersen sen dönersin…

Bunları konuştuğumuzda şubat aylarıydı. “Dolaşmak” diyorum ama öyle vasıtayla değil, yürüyerek dolaşacağız bütün Ege kıyılarını. Zaten manyaklık da bu ya! Aradan aylar geçti bu proje unutuldu tabi…En azından sadece unutan benmişim onu anladım. Tatile girmeye az bir zaman kalmıştı. Planı projeyi yaptığımız arkadaş geldi. Adı da Haydar’dır kendisinin. Haydar falan değil de işte bu yazıyı okuması ihtimalini verdiğimden ona Haydar diyeceğim.

Haydar: Hadi kalk! Alış verişe gidiyoruz.
Burhan: Ne alış verişi?
Haydar: Oğlum iki hafta sonra gideceğiz ya?
Burhan: Nereye?
Haydar: Hani yürüyecektik ya Ege sahilini?
Burhan Şaka değil miydi ulan o?
Haydar: Oğlum ben bütün organizasyonu yaptım. Bize liderlik vasfı taşıyan bir kılavuz lazım. Sen iyi anlarsın o işlerden.

Tabi “kılavuzluk, iyi anlamak, liderlik” gibi kelimeleri benim için telaffuz edildikten sonra, gazı sonuna kadar verilmiş bir jet ski edasıyla ben başladım hazırlanmaya. Yardıma muhtaç olanları yalnız bırakamazdım, ben ne bileyim en çok benim yardıma ihtiyacım olacak?

Bindik otobüse gittik Ezine’ye. Başladık yürümeye… Sırtımda nerden baksanız 40 kg’lik bir çanta var. Çadır, eşyalar falan derken bayağı bir yüklendim tabi… Lider de zaten benim ya eşek gibi verdiler yükü sırtıma. Şu fedakarlık huyumdan her zaman nefret etmişimdir zaten. Arada bir çantayı almak istiyorlar ama ben gücümden ve fedakarlığımdan taviz verir miyim hiç? “Yok kardeşim, ben taşırım” diyorum, erkekliğime toz kondurmuyorum.

Bayağı bir yürüdük… Ellerde sular, sırtlarda çantalar. Benim yük öyle bir ağırlaştı ki artık, yürürken sekiz çiziyorum. Öğlen saat bir, bir de… Güneş tepemizde, bezginlik gelmiş hepimize. Durup, birkaç dakika dinlenelim dedik. Elimde dürbün ufka bakarken ne göreyim? Gideceğimiz yol üstünde dere var ve dere üzerinden geçen köprü bayağı bir uzakta kalıyor. “Ulan şimdi *** yedik” dedim o an içimden ama cidden yiyeceğimiz aklıma gelmezdi. İlerledik biraz derenin yanına yaklaştık. Ha! Unutmadan ekleyeyim, biz sadece deniz kıyısından yol alıyorduk. Asfalt bir yolda falan yürümüyoruz yani. Neyse… Geldik dere kenarına, karşıda da bir dayı var. Kafasında eski bir cim bom şapkası, ağzında bir sigara ve elinde de bir olta var. Derenin dibi simsiyahtı ve hiç gözükmüyordu. Derinliğini tahmin edemedik. “Bu dayı biliyordur” dedim, ben de…

Burhan: Abiiiii! Bu derenin derinliği nedir?
Dayı: Derin değil!
Burhan: Geçebiliriz değil mi buradan?
Ben bu soruyu sorduktan sonra dayının yüzünde çok şeytani bir gülümseme oluştu.

Dayı: Geç! Geç! Bir şeycik olmaz!

Benim bilinmeyen şeylere karşı acayip merakım vardır. Derenin dibinde ne olduğu bizim için tam bir bilinmeyendi ve ben de o bilinmeyeni keşfetmek istiyordum. Baktım zaten dereye giren de yok. Bir dengesiz denemek zorun yani…Attım ayağımı derenin içine… Atmaz olaydım, zaten arkadan bir bağırtıdır koptu “ayyyy gitti çocuk” diye. Sağ ayağımın yarısı derenin dibindeki toprağın içine girmişti. .diğer yarısı da suyun içindeydi. Tabi ben ayağımın girdiği yeri toprak sanıyorum. Hemen yardım ettiler tabi, çıkardık ayağı… Efendim meğer dayı beni *** dereye sokmuş. Ayağımın üstünde bir sürü kefal var. Kefal derken denizden çıkan değil yani, götten çıkanlardan.

Akşam oldu, o sırada bir yerleşim birimine denk geldiğimiz için çadır kurmadık. Gittik pansiyonda kaldık. Sabah da başladık yürümeye. Bir günde Ayvacık’ı geçmiştik. Millet plajlarda uzanmış yatıyor, biz de bedevi gibi yürüyoruz. Yürürken beni gören 100 tatilci bireyin 10’u bana bir “hello” demiştir. Tabi bir olur, iki olur. Zaman geçtikçe kendimi İrlandalı gibi hissetmeye başladım. Ben de millete “hello, hello” deyip, el sallıyorum. Bir tatil köyünün kıyısına girdik. Plajı falan yok. Zemine falan beton atılmış, üstüne şezlonglar kurulmuş, millet güneşleniyor. Tam şezlongları geçeceğiz iki tane kız bana yine “hello” dedi. Kızın biri dönüp yanındakine “ acaba bunlar nereli” diye sordu. El sallayıp gülümsüyor, misafirperver Türk milleti imajının nasıl kazandığımızı işte o an anladım.Ben yine İrlandalı moduna girdim tabi. Bunlara el sallayıp, “hello, hello” dedim. Dememle ayağımın bir çukura takılması ve benim yere kapaklanmam bir oldu. Düşerken de “ha ***” demekten kendimi alamadım. Kızların Türk olduğumu anlamasıyla yüzleri değişti. Artık o sempatik gözükmeye çalışan misafirperver Türk insanı yoktu karşımda. Birisinin “ayyyy Türk’müş bu” derken oluşan yüz ifadesini ve tiksinti dolu bakışını hiç unutmam. Karar verdim bundan sonra “hello” diyene “selamun aleyküm “diyecektim.

Devamı yarın... :b
#12 - Temmuz 27 2010, 12:36:10

Hello muhabbeti beni derinden sarsmıştı. Artık Türk olmanın ağır sorumluluğunu taşıyordum. Plajda yürürken iki tane çocuk yine bize “hello” dedi. Ben de elimi göğsüme vurup “eyvallah” dedim. O sırada aklıma çok felsefi sorular takıldı tabi. “Her yürüyen insan turist miydi? Yoksa ben turist gibi mi gözüküyordum? Yoksa bana hello diyen insanlar geri zekalı mıydı? Kaşım kara… Gözüm kara… Ulan saçlarım da kara! Bu insanlar mal mıydı? Yoksa o mallık bana mı aitti?”

Bunları düşünürken plajın sonuna geldik. Artık dev kayalıklardan oluşan bir sahil vardı önümüzde. Ancak kayalar yer yer olduğundan dolayı yürüyüşümüze engel teşkil etmiyorlardı.

Bir elimde harita, bir elimde dürbün yürüyeceğimiz yola bakıyordum. Sanırım saat öğlen ikiydi. Haritada bir burun ve burundan sonra bir yerleşim yeri varmış gibi gözüküyordu. Arkadaşlara dönüp bu yerleşim biriminde kalacağımızı söyledim. Tahmini 15-20 dakikada o burnu geçmemiz gerekiyordu. Bir saat oldu, iki saat oldu, üç saat oldu… Bir burunu geçemedik!

Artık sinirler gerilmeye başlamıştı. Suyumuz azalmıştı… Artık herkes Robinson Crusoe moduna girmişti. Yine ben dürbünle etrafı keserken tarlasıyla meşgul olan bir amca gördüm. Hızla onun yanına gittik. Sağolsun amca bana hello dedikten sonra suyumuzu doldurdu, sınırsız domates ve hıyar verdi. Sonra amcaya yolu sordum tabi.

Burhan : Ya abi şu haritadaki burunu ne zaman geçeriz?
Amca: O burunlardan burada 10 tane var, hangisi ki bu?

Sabahtan beri burunları geçip durmuşuz, biz yine hep aynı burunu geçmeye çalıştığımızı düşünüyorduk.

Akşam oldu bir yerleşim birimine varamadık. Biz de bir yerde durup çadırları kurmaya karar verdik.

Madem kamp yapıyoruz, ateş yakmadan olmaz! “Sen lidersin” dediler, “ateşi de sen yak” dediler. Zar zor yaktım ateşi yakmasına da… Başladı sahildeki kuru yosunlar yanmaya… Yosun yosun değil, kağıt mübarek. 30 santimetreküp beyninle koskoca devletin sahilini yak sen! Ne yaptık ettik, söndürdük tabi.

Gece oldu, uyumaya karar verdik. Haydar’la girdik bizim çadıra… Çektik battaniyeleri üzerimize…

Haydar: Agaa!
Burhan: Efendim?
Haydar: Ya domuz inerse buraya?
Burhan: Oğlum denize kaçarız. Domuzlar yüzemez….
Haydar: Tamam aga…

Aradan bir süre geçer… Artık beni iyice uyku basmıştır.

Haydar: Agaaa!
Burhan: Aga uyusana…
Haydar: Ya yılan çıkarsa?
Burhan: Ben öldürürüm, merak etme sen.
Haydar: (ağlamaklı bir sesle) Aga bizim ne işimiz var buralarda?

Aradan 15 saniye geçti…

Haydar: Agaa! Burada kesin akrep vardır!
Burhan: Ever, vardır…
Haydar: Ya sokarsa?
Burhan: (alaycı bir sesle) 15 saniye içinde öldürüyormuş buradaki akreplerin zehri. Ben araştırdım gelmeden önce…
Haydar: yaaaa…
Ondan sonra bir hışırtı sesi geldi kulağıma, bir hareketlenme oldu da, hiç bakmadım. Sonra da uyuyakalmışım zaten. Sonra gece birden bir çırpınma sesiyle karışık hışırtı sesine uyandım. Bizim Haydar akrep sokmasın diye, ayaklarından ve kafasından geçirmiş birer tane battal boy çöp poşeti, içinde çırpınıyor. O an sandım poşetlerin içinde yılan akrep falan girdi. Bir yandan da haydar çöp poşetlerinin içinden bağırıyor tabi…

Haydar: Aguoaaa! Çıkaouaar poaaşetlerriii!

Çıkardım poşetleri hemen Haydar’ın üstünden…

Haydar: Aga havalandırma deliklerinin yerini kaybettim. Boğuluyordum az kaldı içerde…
Burhan: Abi Allah seni top etsin. Başka bir şey demiyorum sana.

Baştan yaşanan korku yerini gülmeye bıraktı. Haydar’ın sırt üstü yere düşmüş hamam böcekleri gibi çırpınışı bütün gece aklımdan çıkmadı. Yaklaşık bir saat, birkaç dakika aralıklarla kahkahalara boğuldum. Aklıma geldikçe hala daha gülerim.

Sabah uyandığımızda bizi bekleyen dik kayalıklarla dolu bir sahil vardı. Artık yaptığımız şey yürüyüşten çıkmış, dağcılığa dönmüştü. Deniz kıyısı dikti ve yükseltilerin üzerine çıkmamız için geriye doğru önemli bir mesafe kat etmemiz gerekiyordu. Geri dönmeyi göze alamadık. Deniz de çok derindi ve içinden yürümemiz imkansızdı. Dik kıyılara tutuna tutuna ilerlemeye başladık… Bir saat bu şekilde devam etmişizdir. Artık çok zorlanmaya başlamıştı kollarım. Dinlenmeye ihtiyacım vardı ama öyle bir yer yoktu. Üstelik sırtımdaki çanta da çekilmez hale gelmişti. Tam inlenecek bir yer bulmuştuk… Benim tutunduğum bir kaya parçası elimde kaldı. O an elimde kalan kaya parçasına öyle bir baktım tabi. Ona bakarken ilkokuldayken Anadolu lisesini kazandığım için sevinçten bisikletimi bayır aşağı ve bayır yukarı nasıl hızla sürdüğüm, ilk aşkıma çiçek verişim, son aşkımda kafayı yiyişim, ortaokulda matematikten 1 aldığım için okuldan kaçışım gözlerimden bir film şeridi gibi geçti. Suyun derinliklerine düşerken de kendimi “haydaaaaar!” diye bağırmaktan da alı koyamadım.

Haydar sağolsun ben düştükten sonra aklına beni kurtarmak gelmemiş, ben öldükten sonra anneme ne diyeceğini düşünmüş, hasta herif. Suyun içinde zor da olsa çantadan kurtulup yine bir kayanın yardımıyla suyun üstüne çıkabildim. En azından kafam suyun üstündeydi yani.

Burhan: Aga ne yapacağız şimdi?
Haydar:…
Burhan: Aga ne yapacağız şimdi?
Haydar:…

Bilmem bilir misiniz? Baykuşların yavruları olur. Böyle gözleri patlak patlak bakarlar. Kukumav kuşu derler onlara. İşte bizim Haydar da kukumav kuşları gibi bakıyordu bana. Ona hayatta olduğumu ikna etmem 3 dakikamı almıştır. Yoksa adam cenaze işlemlerini başlatacaktı yani…
#13 - Ağustos 03 2010, 00:11:26

ben o adamın ismi burhan diye izlemiyordum (: kendisinden diskeleniyorum sırf adı burhan diye. :D
#14 - Ağustos 03 2010, 00:35:43

Hehe. O kadarını bilemiyorum. Ama sanırım bu geziye çıkmadan önce burda bir ilan vermiştim zamanında (: hikaye de kod adı ahydar olan arkadaş kuzenimdir. (:
#15 - Ağustos 03 2010, 00:39:36

Üniversitede okurken benim bir Selahattin abim vardı. Çok severdim kendisini… Hala daha çok severim. Ama o beni sever mi? Cidden bilmiyorum. Selahattin Abinin hemen bizim yurdun karşısında tekel bayii vardı. O zamanlar işler pekiyi değildi. Yan odadan arkadaşım melih ile gider arada sırada onunla muhabbet ederdik. Tezgahın arkasında içki içer memleketi, devleti kurtarırdık. Hatta diyebilirim ki onun sayesinde çok şey öğrenmiştim. Eğer gün olur da bu yazımı okursa ona minnettar olduğumu söylemek isterim. Sanırım şu an farkında olmadan yaptığım bir nankörlük nedeniyle beni artık pek sevmiyor.

Bir gün Görükle sokaklarında dolaşırken, Selahattin abinin astığı “eleman aranıyor” ilanı dikkatimi çekti. Aslında işe girme gibi bir merakım yoktu ama Selahattin abiye yardımcı olabilirdim. Zaten yeterince eğlenceli bir insandı. Anlattıkları, konuştukları dinleniyordu. Benim de arada paraya ihtiyacım oluyordu. “Neden olmasın” dedim kendi kendime. Gittim, konuştum Selahattin abiyle ve işe başladım.

Adamın biri vardı, süper bir arabaya sahipti bu. Arada bir dükkana gelir, bira alır giderdi. Bayağı garip bir tipti bu… Öğrenci de değildi… Gözlerinin artı hafiften morarmış vetorba torba olmuş; rengarenk kıyafetler giyen bir tipti.

Bir gün bu adam geldi bana dedi ki:
“Ben abiye parasını verdim. 15 bira alabilir miyim?”. Ben de onaylayıp verdim biraları.

Birkaç gün sonra aynı adam bu sefer Selahattin Abi’ye gitmiş ben yokken:

“Abi ben buradaki arkadaşıma karttan çektirdim. 10 tane bira alacaktım ama… Kendisi de gitmiş galiba?”

Selahattin Abi benim onun arkadaşım olduğunu sanmış ve biraları vermiş. Dolandırıyor bizi lavuk… Adam dükkana bir kez daha geldi. Bu sefer ikimiz de dükkandayız. Adam doldurdu biraları torbalara, “iyi akşamlar” deyip gitti. Selahattin abi bana baktı, ben Selahattin abiye baktım. İkimiz de aynı anda “bu senin arkadaşın mı” dedik. Bir anlık bir sessizlik oldu…

Selahattin abi: Vallahi helal olsun!
Burhan: Dolandırıldık abi!
Selahattin abi: Vallahi çok dolandırıldım. Böylesini görmedim…

Adam sonra 35 boş şişeyi Selahattin abiye getirmiş. Şişeler karşılığında biralarını da almış, üstüne bol bol küfür yemiş… Ama adam hala gelip bizden alış-veriş yapıyordu.

Günler geçti Selahattin abi iki tane fotokopi makinesi aldı. Yavaş olanı bana verirdi. Hızlı makineyi de kendi alırdı. Yarışırdık biz bununla. Hep o kazanırdı tabi.

Burhan: Bir gün seni bu makineyle geçeceğim.
Selahattin abi: O biraz yetenek ister.
Burhan: Ben zaten yeteneğin ta kendisiyim.
Selahattin abi: Sem ömrün boyunca bir yetenek olarak kalacaksın, Burhan…

Hayatımda yediğim en müthiş ayardır bu, nutkum tutuldu, cevap veremedim.

O günlerden bir gün Selahattin abi dükkanı sabah açmamı istedi. Ben de tamam dedim tabi. O gece hiç uyuyamadım, nedense... Sabah dükkanı açtığımda sarhoş gibiydim. Aldım paspası elime, dükkanı paspaslıyorum… Paspası bir sağa bir sola sürerken bira dolabına bir omuz attım. Devasa boyuttaki üç yeni rakı yere düşüp kırıldı. İçeri bir alkol kokusu sardı, anlatamam. Zaten uykusuzluktan sarhoş gibiyim, bir de kokudan sarhoş oldum. Paspas ve temizlik işleri bittikten sonra biraları dolaba dizmeye başladım. Elimden bir bira kaymasın mı? Dükkanın içine bir kutu oda parfümü sıktım, iflah olmadı. Hatta daha kötü oldu. Dükkana giren müşteri kafası güzel çıkıyor. Ben de dayanamadım çıktım dükkandan dışarı. Akabinde hemen bir müşteri girdi. Fotokopi çektirecekti. O sırada makinenin çok tozlu kopyaladığının farkına vardım. Dramın yanındaki parçayı temizlemem gerekiyordu. Temizledim ancak yerleştirirken ters yerleştirip dramı çizdim. Ya dedim 15-20 milyondur en fazla…

Selahattin abi akşam geldi tabi. İlk önce sigara raflarına baktı.

Selahattin abi: Tekel gelmedi mi Burhan?
Burhan: Gelmedi abi…
Tezgahın altında uyuduğumu söyleyemedim tabi. Sonra dolabın üstüne baktı.

Selahattin abi: Rakıları sattın mı?
Burhan: Hayır abi..
Selahattin abi: İçtin mi?
Burhan: Hayır abi.
Selahattin abi: Ne yaptın oğlum rakılara?
Burhan: Düştüler abi..
Selahattin abi: düştüler?
Burhan: Evet abi.
Selahattin abi: Sen düşürmedin yani?
Burhan: Katkım oldu abi…

O sırada bir müşteri içeri girdi.

Müşteri: Fotokopi var mı?
Burhan: Yok
Selahattin abi: Var
Müşteri: Var mı, yok mu?
Selahattin abi: Var.

Selahattin abinin fotokopiyi çekmesiyle gözlerinden ateşler püskürtmesi bir oldu. Yazıların çıkması gereken kopyada dünya siyasi harita vardı.

Selahattin abi: Bu ne Burhan?
Burhan: Kağıt abi.
Selahattin abi: Kağıdın üstünde ne var, Burhan?
Burhan: Abi az bir şey dramı çizdim ben sanırım…
Selahattin abi: Sanırsın?
Burhan Çizdim abi…

Selahattin abi bir servis çağırdı, dramı ve bazı parçaları değiştirmek zorunda kaldı. Yaklaşık yedi yüz milyon para ödedi servise. Bu kadar paranın ödenmesiyle kendimi kötü hissettim tabi. Selahattin abinin “yok Burhan, hiç önemli değil. Sen iyi bir adamsın” demesini umarak yanına duygu sömürüsü yapmak için yaklaştım…

Burhan: Abi istersen ben işi bırakayım?
Selahattin abi elini cebine attı, elime biraz para sıkıştırdı.

Selahattin abi: Vallahi iyi olur, Burhan.
Burhan: Ama abi?!
Kendisine borcum da vardı onları da sildi.
Selahattin abi: Burhan bir süre gelme istersen…
Burhan: Peki abi…

Selahattin abiyle bu yüzden aramız bozulmadı tabi. Bir tartışma oldu maalesef. Ondan sonra da pek konuşamadık.
#16 - Ağustos 03 2010, 02:36:12

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.