Alternatifim Cafe

Dünya Dönüyor => Tarih => Konuyu başlatan: Mercey - Eylül 17 2008, 21:04:33

Başlık: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:04:33
Bir “nebbaş”ın başına gelenler

Bağdat’ta, bir âmâ ile karşılaşan evliya bir zat ona gözlerinin nasıl kör olduğunu sorunca adam, yaşadığı enteresan hadiseyi şöyle anlatır:

“Ben vaktiyle nebbaş (mezar soyguncusu) idim. Bir gün bana adaletiyle meşhur, yaşlı bir hakimden bahsettiler. Çok hasta imiş ve son anlarını yaşıyormuş. Onu ziyarete gidenlerle birlikte ben de gittim. Bana;

- Bak, ben artık bu dünyadan göçüyorum. Öldüğüm zaman benim kefenimi çalma! dedi ve kefenin değerinden fazla miktarda bir parayı da elime tutuşturdu...

“Hakimin mezarını açtım!”
Kısa bir zaman sonra o âdil hakim dünyadan göçüp gitti. Fakat benim içimi bir fitne aldı. İlla da gidip kefenini soymak istiyordum. Adam bana parasını vermişti ama, “olsun” dedim. “Bu daha iyi, kâr üstüne kâr yapmış oluruz. Adam nasıl olsa öldü. Kalkıp da bana bir şey söyleyeceği yok ya!” dedim ve gidip hakimin mezarını açtım. Kefeni almak için kabre girdiğimde, karşıdan öyle heybetli iki kimse geldi ki, ben şaşkına dönmüştüm. Hiçbir şey yapamadan kabrin içine çömelip kaldım. Ben kefen soymak şurada dursun tir tir titriyordum korkumdan.

Gelenler, hakimin etrafında dolaşıp bir yerinde sakatlık olup olmadığını kontrol ediyorlardı. Her tarafını muayene ettiler. Hiçbir noksanlığı yoktu. “Ne mübarek bir zatmış, hiçbir isyanı yok” diyorlardı. Her tarafını iyice muayene ettikten sonra sağ kulağında bir miktar akıntı gördüler. Acaba bu akıntı neden olmuştur diye biri diğerine sordu. Öbürü şöyle söyledi:

“Zalim olduğuna hükmettiler!”
- “Bu çok adaletli bir hakimdi. Bir davada, bir tanıdığı ile tanımadığı, yabancı bir adamın muhakemesi vardı. Hakim her ikisini de dinledikten sonra tanıdığı zatı haksız gördü ve adaletle hükmetti. Lâkin tanıdığı zat konuşurken, ona daha fazla kulak verip onun söylediklerine daha çok dikkat etmişti, işte bu kulağındaki akıntı bundandır” dedi.

Bu heybetli zatlar aralarında konuşmaya devam ediyorlardı. Hakimin bu hareketinden dolayı zalim olduğuna hükmettiler ve azap edilmesine karar verdiler. Birisi;

- Buna şimdi ne ceza vereceğiz? dedi. Ötekisi;
- Bunun kabrini ateşle doldurmamız gerekiyor, dedi ve orası öyle şiddetli bir ateş yığını içinde kaldı ki, gözlerim hiçbir şeyi görmez oldu. İşte benim kör olmama sebep budur...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:05:07
Allah adamına itirazın sonu!..

Birçok evliyanın hayatını kaleme alan Reşâhat kitabının müellifi Ali bin Hüseyin el-Vaiz enteresan bir hadiseyi şöyle hikâye ediyor: Bir gün Şeyh Abdülkebir hazretlerinin meclislerine girdim. Harem seyyidleri, şeyhleri, âlimleri ve fakihlerinden, meclislerinde pek çok kişi vardı. Şeyh hazretleri ilâhî marifetten söz ediyorlardı. Fakih geçinen ve Allah ehli ile olanların kelâmlarını inkâriyle tanınan kaba bir adam şeyh hazretlerine itiraz etmeğe yeltendi...

Susturmak istediler, fakat...
Mecliste bulunanlardan biri onu dürterek “sus!” diye ihtar etti. Adam mukabele etti:
“Eğer akıl dışı konuşursam bana mâni olunuz! Fakat sözlerim meşru ve makul ise mâni olmayınız!”
O zaman Şeyh hazretleri bana döndüler ve;
“Ey yabancı, beni bu adamdan kurtar!” buyurdular.
Yüzsüz adam ağzını açtı ve şeyhe şöyle hitap etti:
“Ben size zulüm ve sitem mi ediyorum ki, kurtulmak istiyorsunuz?”
Şeyh hazretleri adama hışımla bakarken o devam etti:
“Söylediğiniz bir sözden bana şüphe düştü. Cevap istiyorum! Bu derecede mübalağanın ne manası vardır?”
Şeyh hazretleri aynı hışım ve gazap içinde “Şüphen neymiş? Söyle!” buyurdular.
Fakat o anda olanlar oldu! Adam ağzını açamadan yüzüstü düştü. Bir kilim getirip kaba, patavatsız adamı içine koydular ve dışarı çıkardılar. Şeyh hazretleri geçtikleri hususî dairelerinden henüz dönmemişlerdi ki, adam, kilimin üzerinde can verdi...

“Affetseler olmaz mıydı?”
Bir başka gün Şeyh hazretlerini ziyarete gitmiştim. O âlim geçinen ve aniden ölen adam hakkında, hatırımdan şunlar geçti:
“Ehlullah, kerem ve mürüvvet sahipleridir. O adam ise bunların bâtınlarından gafil, kaba bir kimse idi... Affetseler olmaz mıydı?”
Şeyh hazretleri bu düşüncemi anladılar ve şöyle buyurdular:
“İki tarafı da keskin bir kılıcı kabzasından duvara sağlam şekilde tuttursalar; birden çıplak ve gafil biri gelip bütün kuvvetiyle o kılıca çarpsa, kılıcın bunda ne günahı olur?”
Evet, kafamdaki sorular cevabını bulmuştu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:06:02
Şair Nef’î’yi idama götüren hicivleri!..

Şair Nef’î Efendi, Saraydakilerle alay eden şiirler söyler, yazdığı hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çekerdi... İşte bunlardan biri de Vezir Tahir Efendi idi. Ona da hakaret ettiğinden, Tahir Efendi Nef’î’ye “Kelb” demişti. Nef’î de hemen bir şiirle ona cevab verdi:
“Bize kelb demiş Tahir Efendi/İltifatı bu sözüyle zahirdir/Maliki’dir benim mezhebim zira/İtikadımca kelb, tahirdir...”

Şeyhülislam ikaz etti!
Zamanın Şeyhülislamı onu ikaz etmiş, bir Müslümanı kötülerken aşırı gidilirse küfre düşülebileceğini söylemişti. Nef’i de buna karşılık olarak;
“Müftü efendi bize kâfir demiş/Tutalım ben O’na diyem Müslüman/Lâkin varıldıkta ruz-ı mahşere/İkimiz de çıkarız orada yalan...” diyerek cevap vermişti...
Daha sonra tahta çıkan Sultan 4. Murad Han onu Başkatipliğe tayin etti, fakat kimseye ilişmemesini söyledi. Her ne kadar Nef’î, Padişaha bu konuda söz verse de, yaradılışı icabı, kalemini durduramayıp Sadrazam Bayram Paşa hakkında bir hicviye yazdı:
“Gürcü hınzırı, a samsun-ı muazzam, a köpek/Nerde sen, nerde sadrazamlık, a köpek/Vay ol devlete kim ola mürebbisi anun/Bir senin gibi deni cehl-i mücessem, a köpek...”

“Mübarek teriniz damladı!”
Sadrazam bundan son derece incindi. Fakat saray terbiyesi icabı, kimse bunları Padişaha bildirmiyordu. Padişah hasbelkader bunun farkına varınca, onu son defa ikaz etti. Fakat tıyneti icabı, işi daha da ileri götürdü. Halife-i Müslimin olan Padişaha, her zaman yüzüne karşı methiyeler düzdüğü halde, günün birinde onu tenkid eden, alaycı bir şekilde hicveden “Sihâm-ı Kazâ” isimli şiiri yazdı. Padişah bunu öğrenince, onun cezalandırılmasını istedi. Fakat kurnaz Nef’î, hemen saraydaki zenci ağalardan birine giderek Padişahın kendisini affetmesi için bir dilekçe yazması için yalvardı. Saray ağası dayanamayıp bir dilekçe yazdı. Tam imzalarken, kalemden bir damla siyah mürekkep kağıda damladı. O anda şairin hiciv damarı kabardı ve o zor anında bile zenci saray ağasını renginden dolayı kötülemek için “Mübarek teriniz damladı efendim” deyiverdi. Bu onun son sözleri oldu ve zenci saray ağası Nef’î’yi hemen cellada teslim etti. (26 Ocak 1635) yılında idam edildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:06:47
“İbn-i Hüvârâ” Ebû Bekr el-Betâihî


Ebû Bekr el-Betâihî (İbn-i Hüvârâ) Irak’ta yetişen evliyânın büyüklerindendir. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. O zamanda Irak’ta bulunan evliyâ arasında şânı yüce, kadri yüksek bir zât idi. Evliyâdan birçoğu kendisine talebe olup ilim öğrenmiş, istifâde etmiştir...
Önceleri, Betâih beldesinde yol kesicilik yapardı. Bu yolda berâber oldukları arkadaşları vardı. Bu da onların reîsi idi. Bir gece tenhâda, bir kadının, kocasına; “Çabuk buraya gel! Nerede ise İbn-i Hüvârâ ve arkadaşları gelip bizi bulurlar, yakalarlar” dediğini duydu.

“İnsanlar benden korkuyorlar”
O anda gizliden de bir ses; “Allahü teâlâdan korkma zamânın gelmedi mi?” diyordu. Bu sözler çok tesir etti. Ağlamaya başladı. “İnsanlar benden korkuyorlar, ben ise Allahü teâlâdan korkmuyorum. Olacak iş değil” dedi. Tövbe edip Allahü teâlâya yöneldi. Arkadaşları da tövbe edip, haydutluktan vazgeçtiler. İbn-i Hüvârâ, bundan sonra tam bir dönüşle Allahü teâlâya yöneldi. Tam bir sıdk, ihlâs ve kuvvetli bir irâde ile Allahü teâlâya giden yolda ilerlemeye, yükselmeye başladı. Allahü teâlânın lütfu, inâyeti ve tevfîki ile kısa zamanda velîlerden oldu ve şânı yüceldi.
Ebû Bekr el-Betâihî, hazret-i Ebû Bekir’in rüyâda kendisine hırka ve takke giydirdiği ilk zâttır. Ebû Muhammed Şenbekî ve başka birçok velî, kendisinden ilim ve feyz aldı...

“Rabbimden ahid, söz aldım”
İnsanlar akın akın gelip, bu mübarek zatın bereketli sohbetlerinden istifâde ederlerdi. O zamandaki evliyâ ve âlimler, ona; saygı, hürmet ve tâzimde ve sözlerine îtibâr etmekte ittifak hâlinde idiler. Bir ihtilâf meydana gelirse, son söz onun olurdu. Hal ve hareketleri, sûreti, ahlâkı çok güzel idi. Tam bir edep ve tevâzu sâhibi idi. Dînin hükümlerine uymakta çok sabırlı ve gayretliydi. Bunda gevşeklik göstermezdi. Dîne bağlı ve Ehl-i sünnet îtikadında olanlara çok ikrâmda bulunurdu.
Bu mübarek zat vefat ederken buyurdu ki:
“Kırk çarşamba kabrimi ziyâret edene, sonunda kendisine Cehennemden kurtulduğuna dâir berât verilir.”
“Benim türbeme giren bir cesedi ateşin yakmaması için Rabbimden ahid, söz aldım.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:07:37
Seyyid Zeyd bin Zeynel’âbidîn

Zeyd bin Zeynel’âbidîn, Tâbiînden ve fıkıh âlimidir. Hazreti Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Zeynel’âbidîn’in oğludur. İlk önce babasından ders almaya başladı. Daha sonra ağabeyi Muhammed Bâkır, Ebân bin Osman, Urve bin Zübeyr, Abdullah bin Hasan, Abdullah bin Ebî Râfi’ gibi âlimlerden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti. Medine’den başka diğer İslâm memleketlerini de dolaşarak oralarda ilim tahsil etti. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından bazılarını gördü.

Zamanının bir tanesi idi...
Zeyd bin Zeynel’âbidîn, fıkıhta ve kırâat ilminde zamanının bir tanesi idi. Hitâbette eşi yoktu. Güzel konuşmaları ile etrafındakilerin dikkatini çeker, dinleyenlere sözleri tesîr ederdi.
Âlimler onun için şunları söylemiştir: “Zeyd’i her gördüğümüzde, yüzü daima aydınlık ve nurluydu.”
Zamanındaki bölücüler, Zeyd hazretlerinin değişik memleketlere ilim için yaptığı seyahatleri bahane ederek Halife’yi aleyhine kışkırttılar. Onun ilim için dolaşmayıp, hilâfete geçmek için çevresine adam topladığını söylediler. Halife de O’nun Medine dışına çıkışını yasakladı. Fakat o mübarek bir fırsatını bularak Kûfe’ye gitti. Orada Ehl-i beyt taraftan gözüken bölücülerin kışkırtması ve Halife’nin yakalattıracağı endişesiyle savaş için hazırlanmaya başladı. Kendisine binlerce kişi bîat etti. Başka şehirlerden de yardım vaat ettiler...

“Sen de düşman olmalısın!..”
Halife’nin askerleri Kûfe’ye yaklaştıkları sırada taraftarları gözüken münafıklar Zeyd hazretlerine “Biz Ebû Bekir ve Ömer’e düşmanız, sen de düşman olmalısın” dediler. O da, “Büyük dedem olan Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem” dedi. Bunun üzerine dört yüz kişi hariç, diğerleri onu savaş alanında terk ettiler. Zeyd hazretleri, bunlara “ve kad rafadûnî” dedi. (Beni terk ettiler) mânâsına gelen bu sözden dolayı, hıyânet edenlere “Râfızî” denildi. Bu sözler, Zeyd hazretlerinin son sözleri oldu. 122 (m. 740) senesinde yapılan savaşta şehîd edildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:08:20
Medine yollarında... Cündeb bin Damre

Cündeb bin Damre, çok zengin ve çok yaşlı ve dört erkek evlâd sahibi Mekkeli bir Müslümandı. Hicret edememeşti. Birçok Müslüman Mekke’den Medine’ye; Resulullah’ın yanına göçmüşken O’nun hâlâ Mekke’de durup kalması yüreğini yakıyordu. Nisâ sure-i şerifesi, bu yangını harlandırdı; ihtiyar çınar tutuştu. Sure-i şerifede mealen “Mü’minlerden mazereti olmadan yerlerinde oturup kalanlar; elbette mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar!..” diye buyuruluyordu... Cündeb radıyallahü anh, Rabbine yalvarmaya başladı:

“Bu şehirden rızkımı kaldır!”
“Allahım! Hicret etmemek için benim hiçbir mazeretim yok! Buna rağmen hâlâ buradayım! Halbuki Habibin Medine’de. Ey Allahım! Benim bu şehirden rızkımı kaldır. Beni müşriklerin yanından ayırarak hicret yurduna gönder. Oraya gitmek, Resulünle olmak; O’nun hizmetinde bulunmak istiyorum...”
İhtiyar Müslüman, çok geçmeden hastalandı. Evlâdları yatağının önüne diz çöktüler; onlara buyurdu ki:
- Beni Mekke’den çıkarın!
- Nereye çıkaralım babacığım, nereye gitmek istiyorsun?
- Hasretinde olduğum yere; hicret yurduna... Resul aleyhisselamın yanına.
Evlatları “Peki babacığım” dediler ve hemen, hiç vakit kaybetmeden mübarek sahabiyi bir deveye bindirerek yola koyuldular...

Hicret sevabına kavuştu...
Hayvanın üzerinde hasta ve yaşlı bir insan; önde uzayıp giden sapsarı çöl, tepede yakıcı güneş var ama elde özlenilen Medine’ye kavuşacak kadar ömür var mı? Hayır... Ne yazık ki Cündeb hazretlerinin ömrü Medine yakınlarına varıldığında bitti...
Şimdi Eshab-ı kiramda bir merak:
- Acaba, diyorlar. Cündeb bin Damre muhacir mi; hicret sevabına kavuştu mu?
Nisa suresinin yüzüncü ayet-i kerimesi geldi... Evet; Cündeb radıyallahü anh Medine’ye varamamış olsa da; hicret etmiş ve hicret sevabına da kavuşmuştu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:09:01
“Önümde ateşten bir dağ var!..”

Mâlik bin Dînâr hazretleri, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Büyük velî Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. Ömrünün büyük bir kısmını Basra’da geçirdi. İyi halleri ve çok kerâmetleri görüldü. Güzel ahlâkı dillere destan oldu...
Bu mübarek zat buyurdu ki: “Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi, vaaz ve nasîhati gönüllerden silinir gider.”

Yahudi bir komşusu vardı...
Kira ile bir ev tutmuştu. Komşusu ise bir Yahudi idi. Bu evin bir duvarı Yahudinin duvarıyla bitişikti. Yahudi yaptığı pisliği bu duvara atarak devamlı kirletmeyi âdet haline getirmişti. Uzun bir zaman geçmesine rağmen bir şikâyet gelmediğine hayret eden Yahudi, Mâlik bin Dinar’a gelerek, heladan, pis kokudan rahatsız olup olmadığını sordu. Mâlik bin Dînâr hazretleri ise rahatsız olduğunu, fakat yıkayıp temizlediğini bildirdi. Yahudi hayret içinde bu sıkıntıya niçin katlandığını sorduğunda, cevaben;
“Allahü teâlânın rızâsı için.” Çünkü o buyurdu ki: “...Ve öfkelerini yutup insanları affedenler...” (Âl-i İmrân 134)
Yahudi bunun üzerine “Ne iyi bir din ki, Allah’ın dostu, Allah’ın düşmanının verdiği eziyetlere katlanmakta, asla feryâd etmemekte, kimseye söyleyip şikâyet etmemektedir” diyerek Müslüman oldu...

Bir hasta ziyaretine gitmişti!..
Bir gün hasta ziyâretine giden Mâlik bin Dînâr hazretleri durumu şöyle anlatıyor:
“Hastanın hâlinden, ölüm durumunun yakın olduğu anlaşılıyordu. Kendisine Kelime-i şehâdeti telkin etmek (söyletmek) için uğraştım. Fakat ne kadar uğraştımsa da söylettiremedim. O durmadan ‘on, on bir’ diyordu. Sonra kendisine gelip bana;
-Ey Üstadım! Önümde ateşten bir dağ var! Ne zaman şehâdet kelimesini söylemeye çalışsam, bu ateş bana hücum ediyor, dedi.
Bunun üzerine mesleğini sorduğumda; malını ribâya veren, faiz yiyen, ölçü ve tartıda hile yapan biri olduğunu anladım...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:10:00
Kırâat âlimi ve hattat Müştâk Efendi


Müştâk Efendi Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Muhammed Mustafa Müştak’tır. Anne tarafından soyu Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerine ulaşır...

Müştâk Efendi, 1758 (H.1172) senesinde Bitlis’te doğdu. 1831 (H.1247) senesinde bozuk itikatlı kişiler tarafından şehîd edilen Müştâk Efendi, Muş Kabristanında medfundur.
Bu mübarek zat, Hakkârî beylerinden olduğu halde dünyâ malı ve rütbelerinden yüz çevirmişti. Babalarından kendilerinin idâresine giren yirmi yedi köydeki ne kadar mal varlığı ve geliri varsa, hepsini terk etmişti. Mânevî saltanat ona, dünyânın yanında üstün ve kıymetli olmuştu...



Mânevî iltifâtlara kavuştu...
Müştâk Efendi, tahsîlini Bitlis ve civârında yaptı. Amcası Hacı Mahmûd Hocadan okudu. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Kırâat ilminde üstün bir dereceye yükseldi. Hattat olup, çok güzel yazı yazardı.
Amcası Hasan Şirvânî’nin sohbetlerinde kalb gözü açıldı ve tasavvuf yolunun basamaklarından seyr ve sülûku tamamlayınca Bağdât’a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bu ziyârette mânevî iltifâtlara kavuştu.
Müştâk Efendi 1790-1814 senelerinde İstanbul’a geldi. Konya’ya hazret-i Mevlânâ’yı ziyârete gitti. Orada bereketlenmek için Mesne-
vî-i Şerîf okuttu. Konya eşrâfından çok yakınlık ve sevgi gördü.
Her İslâm âlimi gibi bu mübarek zat da hocasını çok sever ve;
“Pîrimiz, sultânımız Hâcı Hasan Şirvânî’dir.
Ahseni takvîme hayrân olmuşuz, hayrânıyız” beytini çok okurdu...

“Şehîdlik rütbesini ihsân et!”
Müştâk Efendi, İstanbul’a oradan da Muş’a giderek insanlara ilim öğretmeye devâm etti. Muş’ta iken bozuk îtikâd sâhibi kimselerin hücûmuna uğradı. Dergâhında el açıp;

“Yâ Rabbî! Bu âciz kuluna şehîdlik rütbesini ihsân et. Ancak o zaman sevgili kulun Hasan’ına (amcası ve aynı zamanda hocası olan Hasan Şirvânî’yi kasdediyor) kavuşurum” diye duâ ve niyâzda bulundu. Duâsı kabûl edildi. Evinde seccâdesi üzerinde iken boğularak şehîd edildi. Seccâdesinin altından bir kâğıda yazılı şu na’t-ı şerîf çıktı:

“Yâ Resûlallah! Ulüvv ü şân senin,
Server-i kevneynsin, fermân senin,
Dest-i hükmünde şehâ çevgân senin
Top senin, cevlân senin, meydân senin,
Söz senin, sohbet senin, devrân senin.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:11:45
Bir şefkat timsali Pertevniyal Sultan

Pertevniyal Sultan (1812-1883) Osmanlı Padişahı Abdülaziz Hanın annesi ve II. Mahmud Hanın hanımıdır. 1829 yılında II. Mahmud Hanın hanımı oldu. 10 yıllık bir evlilikten sonra Padişah vefat etti. 25 Haziran 1861 tarihinde Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine oğlu Abdülaziz Han tahta geçince Pertevniyal Sultan da “Valide Sultan” unvanını aldı. Oğlunun bütün saltanatı boyunca Valide Sultan kaldı.

İstanbul’u çeşmelerle donattı
Bu mübarek kadın, hayır hasenat işlerine çok önem verirdi. Pertevniyal Lisesi’ni ve Pertevniyal Valide Sultan Camii’ni yaptırdı. İstanbul’un çeşitli yerlerini çeşmelerle donattı. Bunlardan bazıları, Karagümrük’te Pazar Meydanı arkasında, Defterdar’da ve Şehremini’dedir. Aksaray’daki kendi ismini taşıyan caminin avlu kapısındaki çeşme ise en güzel mimari eserlerdendir.
Oğlu vefat edince “Valide Sultan”lık dönemi bitti ama 7 yıl daha yaşadı. 5 Şubat 1883 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etti. İstanbul’un Aksaray semtinde bulunan kendisinin yaptırmış olduğu Valide Sultan Camii’ndeki Pertevniyal Sultan Türbesine defnedildi.
Pertevniyâl Vâlide Sultan vefat ettiğinde, kendisini sâlih bir kimse rüyâs??nda güzel bir makâmda gördü ve sordu:
- Yaptırdığın cami dolayısıyla mı bu makama yükseldin?”
Pertevniyâl Vâlide Sultan;
- Hayır, dedi.
O sâlih zât şaşırarak;
- O hâlde hangi amelinle bu mertebeye ulaştın? diye sordu.

“Merhametimden dolayı kavuştum”
Vâlide Sultân şu ibretli cevabı verdi:
- Çok yağmurlu bir havaydı. Eyüp Sultan hazretlerini ziyârete gidiyorduk. Yol üzerinde kaldırım kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki hizmetçiye “Git, şu kediciği al, yoksa zavallı boğulacak!..” dedim. Hizmetçi ise; “Aman Sultânım! Üstümüz kirlenir” deyip getirmek istemedi.
Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım, doyurdum. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi. Allahü teâlâ bu yüce makamı, işte o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana ihsân eyledi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:13:13
Bir gönül sultanı Abdülehad Nuri

İstanbul’da yetişen evliyanın büyüklerinden olan Abdülehad Nuri hazretleri, Miladi 1594 yılında Sivas’ta doğmuştur. Sultanahmed, Ayasofya ve Bâyezıd camilerinde yıllarca “Cuma Vaizliği” yaparak insanlara her konuda rehber olmuştur... Resulullah efendimizin işaretleri ile tüm tarikatların manevi terbiye ve taçları Abdülehad Nuri hazretlerine verilmiştir. Tarihe büyük bir olay olarak geçen, Kadızade’nin cehli zikir ehline karşı almış olduğu tavır ve birtakım isnadları çürüten risaleleri meşhurdur. Yirmi iki de Türkçe kitabı mevcuttur...

“Size âlemin kutbu diyorlar!”

Çok kerameti görülen Abdülehad Nuri hazretleri bir gün Süleymaniye Camii’nde vaaz ederken kürsüye küçük bir kâğıt konulur. Âdeti olduğu üzere vaazdan sonra okurlar. Kâğıtta “Size âlemin kutbu Gavs-ı Azam diyorlar. Eğer kutub iseniz beni burada hemen helak edin” diye yazmaktadır.

Bunun üzerine Abdülehad Nuri hazretleri “Taassup kişiyi ne makama götürürmüş. Sübhanallah! Biz bir aciz hakiriz. Halk bizi kutub olarak biliyor. Hak teala onları tasdik etsin. Lakin kutub olanlar ‘ya, tabii’ deyip kadir olduğu şeyi yapar mı sanırsınız? Kutublara cefa edildikçe onlar af ile muamele ederler. O mertebelere de bu vesile ile erişirler. Lakin evliyaullah kabzası yerde kılıç gibidir. Bir adam o kılıca vurursa kabahat kılıcın mıdır, vuranın mıdır?” der.

Abdülehad Nuri hazretleri dışarı çıkarken biri ağlayarak yanına gelir ve “Aman sultanım, hatamı anladım affımı rica ederim” derse de, Abdülehad Nuri hazretleri “Cenab-ı Hak, kurtulmuşların imanı ile ruhu teslim ettirsin” der ve adam o anda vefat eder...

“Bizim halimizi sen bilirsin!”

Bu mübarek zat, 1651 yılı Muharremi’nin sonlarına doğru hastalanır... Valide Sultan, IV. Mehmed, Vezir-i azam ve Şeyhülislamın gönderdikleri hekimleri kabul etmeyen bu gönül sultanı, “Lokman-ı Zaman” olarak bilinen Kazganizade Süleyman Ağa’nın ısrarını kıramayarak kabul eder ve der ki:

“Süleyman Ağa, bizim halimizi sen bilirsin, biz davet olunduk bizi bekliyorlar, Rabbil âlemini tercih ettik...”

Hastalığının yedinci günü abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra, cuma günü ikindi vakti sonrası ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:14:31
Kûfe Kadısı İyas el-Müzenî


İyas bin Muaviye el-Müzenî, Hicri 46. yılda Arabistan’da doğdu. Müzeyne kabilesine mensup çocukta, çocukluğundan itibaren asalet ve zekâ işaretleri belirdi. Ailesiyle birlikte Basra’ya gitti, orada yetişti ve tahsilini orada yaptı. Halife Ömer bin Abdülaziz onu Kûfe’ye kadı olarak tayin etti. Vefatına kadar da bu vazifede kaldı...

Çetrefil bir dava gelir!..
Kadı İyas, içinden çıkılmaz zannedilen pek çok davayı çözüme kavuşturmuştur. Bunlardan birisi şöyledir:
İki arkadaş ona birbirlerini şikâyet ettiler. Birisi, diğerine parasını emanet olarak verdiğini, isteyince de öbürünün inkâr ettiğini iddia etti. Kadı İyas, dava edilen adama verilen emanetin durumunu sordu. Adam onu inkâr etti ve şöyle dedi:
-Arkadaşım, delili varsa, getirsin. Değilse, benim yemin etmem gerekir.
Kadı İyas, parasını emanet olarak veren adama dönüp;
-Malı ona nerede verdin? dedi. Adam;
-Şöyle bir yerde, dedi. Kadı İyas;
-Orada ne vardı? dedi. Adam;
-Büyük bir ağaç vardı. Birlikte ağacın altında oturup gölgesinde yemek yedik. Ayrılmaya niyet edince, ona paramı emanet olarak verdim, dedi. Kadı İyas ona şöyle dedi:
-Ağacın bulunduğu yere git, belki oraya vardığında, paranı nereye koyduğunu ve ne yaptığını sana hatırlatır. Sonra da gördüklerini bana bildirmek için yanıma gel.
Adam gitti. Kadı İyas, davalıya;
-Arkadaşın gelinceye kadar otur, dedi ve o da oturdu. İyas hazretleri, oradaki diğer davacı ve davalılara dönüp onların davalarını incelemeye başladı. Bir taraftan da öbür dâvâlıyı gizli gizli gözetliyordu.
-Arkadaşın parayı sana verdiği yere ulaştı mı acaba? dedi. Adam boş bulunarak;
-Hayır, orası buraya uzaktır, dedi. Kadı İyas ona;
-Ey yalancı! Parayı aldığın yeri bildiğin halde onu inkâr ediyorsun ha! dedi. Adam şaşkınlıktan donakaldı ve emanete hıyanetini ikrar etti...

Rüyasında babasını görür...
İyas bin Muaviye 76 yaşına ulaşınca, rüyasında kendini ve babasını iki ata binmiş olarak gördü. İkisi birlikte koştular, ne o babasını ne de babası onu geçebildi. Onun babası 76 yaşında ölmüştü.
Kadı İyas bir gece yatağına çekildi ve ailesine şöyle dedi:
-Bu gecenin hangi gece olduğunu biliyor musunuz? Onlar;
-Hayır, diye cevap verdiler. O;
-Bu gece babam ömrünü tamamlamıştı, dedi. Sabah olunca onu ölü buldular...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:15:17
“O’na gidiyorum gelen var mı?..”


Ebû Abdullah Muhammed bin Yahya, Yemen’de yaşamış olan fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir.

Ebû Abdullah hazretleri Aden şehrindeki âlimlerden fıkıh ilmini öğrendi ve Hanbeli mezhebinde söz sahibi oldu. Uzun seneler Aden şehrindeki Mescid-i Tevbe adı ile meşhur olan camide ders verdi. İnsanlardan başka cinlere de fetva verirdi.

Fıkıh ilminden başka tasavvufta da yüksek derecelere kavuşmuşan bu mübarek zatın kerametleri Yemen halkı arasında yayılmıştı. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:


Dostluğun anahtarı...
“Minnet sâhibinin ihtiyâcını görmek, dostluğun anahtarıdır.”
“Kişinin aklı, hilmi ve yumuşaklığı, cömertliği, ayıplarını örter. Her hâlinde doğru olması, onu kuvvetli kılar.”
“Allahü teâlânın emrettiği şeylere uy! Kim Allahü teâlânın emirlerine uyarsa, sağlam bir kale içinde hıfz olunmuş korunmuş olur.”
“Allahü teâlâ bir kimseye iyilik ile muâmele ederse, ondan kerâmetler zuhûr eder.”
“Kalpten riyâ hastalığı, ihlâs ile, yalan hastalığı ise, doğruluk nûru ile giderilip tedâvî olunur. Kim nefsinin arzu ve isteklerine muhâlefet eder karşı çıkarsa, Allahü teâlâ onu, ünsiyet, dostluk ve muhabbet makâmına kavuşturur.”
“Dâima şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arz etmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.”


“Ölüm tatlı bir bahardır”
Ebû Abdullah Muhammed bin Yahya hazretleri 1277 (H.676) senesinde Yemen’in Aden şehrinde vefat etti. Son nefesinde buyurdu ki:

“Ölümü hatırlayan, uzun emeli unutur. Allah ve Resulünü seven, onlara kavuşmak ister. Dünyasını mamur, ahiretini viran eden, ölümü istemez. Bize ölüm tatlı bir bahardır. Allah birdir. Muhammed aleyhisselam onun kulu ve Resulüdür. O Resul ki aşkın, sevginin, şefkatin, merhametin kaynağıdır. Bütün hayırların neşredildiği ışıktır, nurdur. Gelen var mı, ben O’na gidiyorum...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:16:11
Yalancı şahitliğin sonu böyle rezil olmaktır!..


Vaktiyle Durmuş adında bir şaklaban vardı. Bu adam hem kervanbaşıydı hem de kervanda bulunanları eğlendiriyordu. Bir gün kervan bir şehrin kenarında konakladı. Durmuş, ihtiyaç için çarşıya gitti, dükkanlara bakarken yanına birisi sokuldu ve Durmuş’a şöyle bir teklifte bulundu:

-Merhaba ahbap! Sen burada ne yapıyorsun? Benim tam senin gibi bir adama ihtiyacım vardı. Mahkemede bana yalancı şahitlik yaparsan sana bir kese altın vereceğim!..

Teklifi hemen kabul etti!..
Durmuş teklife balıklama atladı ve hemen kabul etti. Beraber mahkemeye gittiler...

Davacının öğrettiği şekilde hakimin huzurunda, Durmuş yalancı şahitliğini yaptı...

Hakim adil ve zeki bir insandı. Onun arkasından iki adam gönderdi. Gözcüler Durmuş’u davacıdan altınları alırken gördüler ve hakime haber verdiler. Meğer ki, bu şehirde yalancı şahitlik yapanların yüzü gözü siyahla boyanır ve başına da sivri bir külah geçirilirdi. Sonra da arkasına ve önüne “Yalancı şahitliğin sonu böyle rezil olmaktır” diye yafta yapıştırılır, eşeğe ters bindirilir, çarşı pazar dolaştırılırdı. Daha sonra da tabii ki hapse atılırdı. İşte Durmuş da bu cezayı çoktan hak etmişti...


Bir de ne görsünler!

Bu arada kervanın gitme vakti gelmişti. Fakat Durmuş ortalıkta yoktu. Durmuş’u aramaya başladılar. Bir de ne görsünler! Kervancıbaşının yüzü boyalı, başı külahlı, üzerinde ilan yapışmış, eşeğe ters bindirilmiş dolaşırken buldular. Yolcular, bunu yine Durmuş’un bir oyunu diye düşündüler. Halkı güldürmek için yaptığını zannettiler. Onun yanına geldiler ve;

- Yahu Durmuş Ağa! Sen ne yapıyorsun? Yeter artık bırak şu soytarılığı, kervan gidecek seni bekliyoruz, şimdi oyun yapmanın zamanı mıdır? dediler.

Durmuş onları görünce kendi halinden çok utandı. Düştüğü çirkinliğin fark edildiğini zannetti ve üzüldü. Bu arada kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Arkadaşlarına baktı ve;

- Bu sefer oyunu ben çıkarmadım. Hakim Bey oynadı, dedi. Kalbi heyecandan durdu ve o anda son nefesini verdi. Oradakiler olanlara bir anlam veremediler ve şaşırıp kaldılar. Durmuş’un boynundaki yaftayı okuyunca işin aslını anladılar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:16:56
Resûlullahın Bayraktarı Mus’ab bin Umeyr

Mus’ab bin Umeyr, Eshab-ı kirâmın ileri gelenlerindendir. Mekke’de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Muhammed aleyhisselâmın insanları İslâm’a davet ettiğini öğrendi. Vakit kaybetmeden hemen Peygamber efendimize giderek iman etti. Müslüman olduğunu ailesi duyunca kendisine çok eziyet ettiler...

Habeşistan’a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar ailesi tarafından hapiste tutulan Hazreti Mus’ab, hicret imkânı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için hicret etti. Bir süre orada kaldıktan sonra Resûlullah efendimizin yanına döndü...

Medine’nin ilk muhaciri...

Bu sırada Birinci Akabe Biatı olmuş ve Medinelilerden bir grup, İslâm’ı kabullenmişti. Kendilerine İslâm’ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Resulullah efendimizden bir öğretmen istediler. Peygamber efendimiz de bu önemli görev için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirdi. Mus’ab hazretleri onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur’an-ı kerîmi öğretecek, hem de diğer insanlara İslâm’ı anlatarak, onları İslâm’a davet edecekti. Böylece Medine’ye ilk hicret eden sahabi Mus’ab bin Umeyr oluyordu...

Bedir Savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. “Resûlullahın Bayraktarı” olarak ün yapmıştı. Uhud Savaşında da sancak yine onun elindeydi. Savaş esnasında Müslümanların gerilediğini gören Mus’ab bin Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu âyet-i kerîmeyi okuyordu:

İki kolunu da kaybetti!..

(Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir.) (Âl-i İmrân, 3/144). Bu âyeti okuduktan sonra şiddetle müşriklere saldıran Mus’ab bin Umeyr’in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol kolu da kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki âyeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu...

Bu mübarek sahabinin üzerindeki elbiseden başka hiçbir şeyinin olmadığı görüldü. Elbisesi, kefen olarak vücudunu örtmeye yetmemişti. Ayak örtülse baş açık kalıyor, baş örtülse ayaklar örtülmüyordu. Durum Resulullah efendimize arz edilince “Başını örtün, ayaklarını da otlarla kapatın” buyurdular...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:18:30
Zünnun-ı Mısri ve konuşmayan genç


Zünnun-ı Mısri hazretleri, Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi Sevbân bin İbrâhim, künyesi “Ebü’l-Feyz”, lakabı “Zünnûn”, nisbesi “el-Mısrî”dir. Güney Mısır’ın Sudan’a yakın sınır bölgesinde yaşayan Nûbe kabîlesindendir. Bu sebeple babası “en-Nûbî” nisbesiyle anılır. Mâlikî mezhebinin imâmı, Mâlik bin Enes hazretlerinin talebesidir.
Zünnun-ı Mısri hazretleri 772 (H.155) târihinde doğdu. 859 (H.245) târihinde Mısır’da vefât etti.

“Dil, konuşmaktan men olundu!”
Bu mübarek zat, cenâb-ı Hakk’ın âşığıydı. O’nun sevgisi ile deli divâne olurdu. Darda kalanların dostu, dehşet içinde olanların tesellisi ve hasrette kalanların arzuladığı bir kimse idi...
Zünnun-ı Mısri hazretleri, bizzat kendisinin yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır:
İçi yemyeşil bir bağa uğradım, bir de baktım ki bir genç, elma ağacının altında namaz kılıyor. Kendisinin namaz kıldığının farkına varmadan selam verdim. Selamımı almadı. Tekrar selam verdim. Yine selamımı almadı. Sonra namazını uzatmadı. Namazını bitirdikten sonra parmağı ile toprak üzerine şu şiiri yazdı:
“Dil, konuşmaktan men olundu.
Çünkü o düşmanlığa sebeptir, belki afetleri celbedendir.
Konuştuğun vakit, Rabbini zikret.
O’nu unutma ve her halinde O’na hamdet.”
Bunu okuduğum vakit uzun uzun ağladım. Sonra ben de parmağımla yere şu şiiri yazdım:
“Hiçbir yazan yoktur ki, yerde çürümesin,
Fakat zaman, ellerin yazdığını, devamlı saklar.
Elinde kıyamet günü gördüğün vakit,
Seni sevindirecek olandan başka bir şey yazma.”
O genç, bunu okuduğu vakit, şiddetle haykırdı, sonra vefat etti. Onu kefenleyip defnetmek istedim, fakat; “Onun cenazesini melekler kaldıracaktır” diye bir ses işittim. Bunun üzerine çekilip ağaca doğru yürüdüm ve ağacın altında iki rekat namaz kıldım. Sonra cenazenin bulunduğu yere baktım. Cenazeden ne bir eser gördüm ve ne de bir haber alabildim. Kullarına istediği gibi ihsan eden Allahü tealayı tesbih ederim...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:19:59
Onları Allahü teâlâ övdü...


Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Huzeyfe radıyallahü anh anlatıyor: “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlu Hâris’i aramaya başladım. Yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Bir kan seli içinde yatan amcamın oğluna su kırbasını göstererek dedim ki:
-Su istiyor musun?

“Ne olur, bir damla su!..”
Dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında hazreti İkrime’nin sesi duyuldu:
-Su! Su! Ne olur, bir damla olsun, su!..
Amcamın oğlu, bu feryâdı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu ona götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan hazreti İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. Tam elini kırbaya uzatırken, hazreti Iyaş’ın iniltisi duyuldu:
-Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!..
Bu feryâdı duyan hazreti İkrime, elini hemen geri çekerek suyu ona götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, hazreti Iyaş’a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i şehâdet getirerek tamamladı...

(Onlar birbirlerinin dostlarıdır)
Derhal geri döndüm, koşa koşa hazreti İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken onun da şehit olduğunu müşâhede ettim. Bâri dedim, amcamın oğluna yetişeyim, diyerek koşa koşa ona geldim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde ciğerleri kavrula kavrula rûhunu teslim eylemişti...
Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile baktığım en büyük îman kuvveti tezâhürü olarak hâfızama âdeta nakşoldu!”
Evet, Allahü teâlâ Eshab-ı kiramı çeşitli vesilelerle övmektedir. Bir âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:21:33
Tâbiînin büyüklerinden Muhammed bin Vasi


Muhammed bin Vasi, muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil, Tâbiînin büyük âlimlerindendir. Basralı’dır. Doğum târihi ve âilesi hakkında bilgi yoktur. 740 (H.123) senesinde vefât etti. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin sohbetinde yetişti. Devrin eşsiz âlim ve mârifetler kaynağı Hasan-ı Basrî, Süfyân-ı Sevrî, Mâlik bin Dinâr’ın arkadaşıydı. Berâber bulunup, sohbet ederlerdi. Zamanının bir tanesiydi...

Çok az konuşurdu...
Bu mübarek zat her zaman, “Allah’ım, bizi senden uzaklaştıracak rızıktan sana sığınırım” diye dua ederdi.
Riyâzet sâhibiydi. Kuru ekmeği suya batırır yerdi ve; “Buna kanâat eden, insanlara muhtâc olmaz” derdi. Çok şükür ederdi. Bacağında yara çıkmıştı. Biri görüp, “Sana acıyorum” deyince, “Ben de bu yaranın gözümde veya dilimde çıkmadığına şükrediyorum” buyurdu.
Ölümden çok korkup, âhiret hayatına hazırlanırdı. İbret almak niyetiyle her cuma kabirleri ziyâret ederdi. “Pazartesi günleri ziyâret etsen daha iyi olmaz mı?” dediklerinde, “Meyyitler cuma, perşembe ve cumartesi günleri kendilerini ziyâret edenleri tanır” buyurdu.
Çok az konuşur, konuşunca da hikmetli söz söylerdi. Bir gün Mâlik bin Dinâr’a buyurdu ki: “İnsanlara karşı dili korumak, gümüş ve altını korumaktan zordur.”
Bir kimse Muhammed bin Vâsi’den nasîhat istedi. “Dünyâ ve âhiret sultanı olmanı tavsiye ederim” buyurdu. Adam “Bu nasıl olur?” diye sorunca “Dünyâda zâhid ol, yani kimseye tamah etme, herkesi muhtâc gör. İşte o zaman sen dünyâyı istemediğin için, zengin, ihtiyaçsız ve padişahsın. Böyle olan dünyâ ve âhiret sultanı olur” buyurdu.

“Ecelim yakın, amelim kötü!”
Basra kadısı ve vâlisi olan Bilâl bin Ebû Bürde’nin “Kader hakkında görüşün nedir?” suâline “Etrafındaki mezarlıklara bak, onlar kader ile meşgûl değiller” cevâbını verdi.
Nasılsınız?” dediler, “Ecelim yakın, emelim sonsuz, amelim kötü” cevâbını verdi.
Bu mübarek zat, ölümü ânında; “Ey kardeşler, size selâm olsun! Allahü teâlânın affına mazhar olmazsam, varacağım yer Cehennemdir” dedi ve Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:23:03
Balkan şehidi Kâmil Bey

Kâmil Efendi, Balkan Harbi fedâi ve şehitlerindendir. Yaptığı hizmetle târihe geçen, şehit düştüğü tepeye adını vererek unutulmazlar arasına giren Kâmil Efendi, aslen Bulgaristan’ın Lofça kasabasındandır. Doğumu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dînine bağlı bir âileye mensup olan Kâmil Efendi, “93 Harbi” diye târihlere geçen 1876-1877 Rus Harbi sonrasında Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir...

Düşman Çatalca’ya dayanmıştı!
Çocukluğunda iyi bir terbiye alan Kâmil Efendi, askerî okulları bitirerek subay oldu. Osmanlı Devletini idâre edenlerin akıl almaz gafletleri sonucunda girilen Balkan Harbine iştirak etti. Edirne’nin düşmesi, Çatalca’ya kadar Bulgarların gelmesi sonucunda birliklerin geri çekilmesi esnâsında genç bir subay olarak büyük hizmetleri görüldü.
İstanbul işgal tehlikesiyle karşı karşıyaydı... Çatalca yakınlarındaki köprü düşünce, düşman birliklerinin harekâtı kolaylaşacaktı. Bu sebepten o bölgeyi müdâfaa eden komutan, bu köprünün tahrip edilmesi için gönüllü subay aradı...
Vatan sevgisi ve şehit olma arzusuyla yanan Kâmil Efendi, bir arkadaşıyla berâber bu kutsal vazifeye tâlip oldu. Kumandanına çıkarak;
“Efendim, bu vazifeyi bendenize verirseniz hakkıyla ifa edeceğime inanıyorum. Eğer şehid düşersem, bu mektubumu da aileme vermenizi istirham ediyorum” dedi. Bu onun son sözleri oldu...

Köprü havaya uçtu, ancak!..
Tahrip kalıpları ve fedakâr bir arkadaşıyla hemen vazifeye koşan Kâmil Efendi, köprüyü havaya uçurdu. Bu esnâda, arkadaşıyla birlikte çok arzu ettikleri şehitliğe de ulaştılar.
Kâmil Efendi şehit olduktan sonra, Hadımköy-Yassıören yolunun Akpınar mevkiinde, yolun sol tarafındaki bir tepe üzerine defnedildi. Bu tepe haritalarda da “Şehit Kâmil Tepesi” olarak geçmektedir...
Balkan Savaşları Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası oldu. Asırlardır Rumeli’de yaşayan binlerce Müslüman nüfus katliama mâruz kaldı. Pek çoğu hunharca şehid edildi. Büyük bir kısmı malını mülkünü terk ederek Anadolu’ya sığındı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:24:24
Yemame şehidi Ebu Huzeyfe

Ebu Huzeyfe radıyallahü anh, Eshab-ı kiramdandır. Kureyş liderlerinden kâfir olarak ölen Utbe’nin oğluydu. Ebu Huzeyfe hazretleri, zengin, asil, bolluk içinde yaşayan bir zattı. Babasından sonra Kureyş liderliği kendisini bekliyordu. O bütün servet, itibar ve rahatlığı terk ederek, İslam’ı ve birlikte çileyi ve fakirliği seçti. Bütün gazalarda bulundu. Bedir Harbi bunların ilkiydi.

Baba-oğul karşı karşıya!..
17 Ramazan 624 Cuma sabahı bir avuç sahabi, müşrik ordusu ile Bedir’de karşılaştı. Araplar öteden beri hep kabîlecilik gayretiyle savaşmışlardı. Bu savaşta ise din uğrunda aynı kabîlenin insanları birbirleriyle çarpışacak, kardeş, amca, yeğen, hatta, baba-oğul birbirlerini öldüreceklerdi. Müslümanların sancaktarı Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Azîz, Kureyş’in bayraktarıydı. Utbe bin Rabîa’nın oğullarından Velîd kendi yanında, ikinci oğlu Ebû Huzeyfe mü’minlerin arasındaydı. Hazreti Ebû Bekir’in bir oğlu Abdullah kendisiyle beraber, diğer oğlu Abdurrahman ise müşrik saflarındaydı...
Müşrikler saldırıya geçtiler, mü’minler kahramanca karşı koydular, Allah’ın yardımı ile müşrik ordusunu bozguna uğrattılar... Bedir Zaferi Medine’de bayram sevinci meydana getirdi. Mekke ise mâteme büründü...

Mücahidler geri çekiliyordu ki!..
Ebu Huzeyfe, Peygamber Efendimizden sonra çıkan irtidad harplerinde de büyük kahramanlıklar gösterdi... İslam askeri, Yemame’de peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme’t-ül Kezzab ile savaşıyordu. Bir ara Müseyleme’nin kuvvetleri şiddetli hücum etti. Mücahidler geri çekiliyordu ki, Ebu Huzeyfe ileri atıldı. Haykırdı:
“Ey Ehl-i Kur’ân! Kur’ân-ı Kerimi en güzide hareketlerle süsleyiniz!”
Onun bu hareketi Müslümanların cesaretini artırdı ve hep birlikte tekrar hücuma geçtiler. Hemen akabinde Ebu Huzeyfe (radıyallahü anh) şehid oldu. Onun ardından azadlısı ve evlatlığı Salim Mevla Ebu Huzeyfe de şehid düştü. Sonra ikisini bir kabre defnettiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:25:28
Şehit gencin hûrisi “Aynâ-yı merdiyye”

Büyük velî Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri anlatıyor: Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; “Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı” (Tevbe sûresi: 111) buyurulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine on beş yaşlarında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Büyük bir azim ve kararlılıkla orada bulunanlara şunları söyledi:

-Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım!..

“Bizimle sefere çıktı...”
Sonra bu genç, bütün malını sadaka olarak dağıttı ve bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette; “Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum” deyip duruyordu. “Bu söylediğin sözün mânası nedir?” diye sordum. Şöyle anlattı:

-Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; “Aynâ-yı merdiyyeye git!” diyordu. Sonra birdenbire karşıma bir bahçe çıktı. İçinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da güzelliği gözler kamaştıran hûriler vardı. Beni görünce birbirlerine “Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci” dediler. Onlara selâm verip; “Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?” diye sordum. “Bizim aramızda değildir, biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git” demeleri üzerine ilerledim...

“İşter sana eş olacak kimse!”
Bu şekilde cevaplar alarak birkaç cennet bahçesi geçtim ve en sonunda inciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; “Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi” dedi. Çadıra girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana “Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen şimdi dünyâdasın, yarın gece bizim yanımızda olacaksın” dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı ve çarpışmada yaralanıp, yere düştü. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:27:25
Bedir kahramanlarından Âsım bin Sâbit


Bedir Harbi başlamak üzereydi... Peygamber efendimiz, Eshâb-ı kirâma harpte hangi usûlü takip edeceklerini sordu. Âsım bin Sâbit hazretleri eline yayı ve oku alarak şöyle dedi:
-Yâ Resûlallah! Kureyş kavmi yaklaştıkları zaman okları kullanırız. Daha yakınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz. Daha da yakınımıza geldikleri zaman, mızrakla mücâdele ederiz. En sonunda da kılıçla çarpışmaya tutuşuruz...

“Harbin îcâbı budur...”
Peygamber efendimiz bunu beğendiler ve buyurdular ki:
-Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır...
Ve, öyle savaşıldı... Âsım bin Sâbit hazretleri bu gazâda Ukbe bin Ebi Muayt’i öldürdü. Bu Ukbe ki, Mekke’de Resulullah efendimizi boğmaya çalışmış azılı müşriklerden idi. Peygamberimizin hicreti üzerine “Ey Kusvâ adındaki devenin binicisi! Hicret edip bizden uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin. Mızrağımı size saplayıp, onu kanınızla sulayacağım. Kılıçla hiç örtülü yerinizi bırakmayacağım...” manasına gelen beyitler söyledi. Resulullah efendimiz onun bu sözlerini işitince şöyle dua ettiler:
“Allahım! Onu yüzükoyun, burnunun üzerine düşür!”
Ukbe bin Ebi Muayt, yenildiklerini anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu yere vurmuştu. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti. Peygamber efendimiz, Âsım bin Sâbit’e, Ukbe’nin cezâlandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki:
-Şunlar arasında neden bir tek ben cezâlandırılıyorum?

“Onun cezâsını ver!..”
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-Allah ve Resûlüne olan düşmanlığından dolayı cezâlandırılıyorsun!
-Yâ Muhammed! Kavminden herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, benden de al!
Resulullah efendimiz Âsım bin Sâbit’e döndüler ve;
-Ey Âsım onun cezâsını ver! buyurdular.
Ukbe’nin cezâsı hemen verildi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-Vallahi; Allahı, Resûlünü ve Kitâbını inkâr eden, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:28:15
“Gidecek başka kapı mı var ki?..”


Bir tasavvuf talebesi vardır ki, hocasından çok istifade eder. Derecesi o kadar yükselir ki, “Levh-i mahvuz”u (olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu ilâhî muhafaza levhası) dahi keşfedecek hale gelir. Bir bakar ki hocasının ismi şakiler arasında yazılıdır. Yani cehennemlikler listesindedir hocası!.. “Beni bu duruma getiren hocam ne hikmettir ki cehennemlikler arasında oluyor?” diye, üzüntüden deli divane olur, yataklara düşer...

“İsminiz şakiler defterinde!”
Talebe çok üzüntülüdür fakat hocasına da bu konudan hiç bahsedememektedir. Ancak daha fazla tahammül edemez ve bir gün durumu hocasına anlatmaya karar verir. Huzuruna varır ve yutkunarak şöyle der:
-Efendim, maalesef durumunuza vâkıf oldum. İsminiz şakiler defterinde yazılı!
Hocası acı bir tebessümle cevap verir:
-Oğlum, senin gördüğünü, ben tam kırk yıldır görüyorum.
Talebe bu sefer daha büyük bir hayretle sorar:
-O halde nasıl ümitsizliğe düşmüyor da yine tam bir sebatla devam ediyorsunuz efendim?
Hocasının cevabı bir ibret vesikasıdır:
-Ne yapayım evladım, gidecek başka kapı mı var ki?
Ve şöyle devam eder sözlerine:
-Biliyorum ki O, yanlış yazı yazmaz. Bir insan neye layıksa onu yazar! Demek ki benim layığım şimdilik budur. Ben hâlimi değiştirir de iyiye layık olursam yazı da hâlime göre değişir, iyi yazılabilir. Onun için iyiye layık hâle gelmeyi bekliyor, ümidimi kaybetmiyorum.

“Saidler listesine kaydettik”
O sırada gözyaşları içinde hocasını dinleyen talebe “Levh-i mahvuz”a bakar ki yazı değişmiş! Cehennemlikler listesinden çıkarılan hocası cennetlikler listesine yazılmış. Şöyle deniyor yazıda:
“Bu sebatı hürmetine onu artık şakiler listesinden çıkarıp saidler listesine kaydettik. Sebatıyla buraya layık olduğunu gösterdi, biz de adaletimizle onu layık olduğu yere yazdık!”
Talebesinin gördüğü yazıyı zaten o anda hocası da görmüş ve şükür secdesine kapanmıştır. Ama ne kapanış!.. Bir daha doğrulamaz. Orada ruhunu teslim eder...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:29:22
“Hindistan’ın aynası” Ahî Sirâc


Ahî Sirâc hazretleri, Sultan-ül-ulemâ Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın yetiştirdiği Hindistan evliyâsının büyüklerindendir. Doğumu, vefâtı ve hâl tercümesi hakkında kitaplarda fazla mâlûmat bulunmayan Ahî Sirâc hazretlerinin sekizinci asrın ortalarında 1357 (H.759) yılında vefât ettiği bilinmektedir...
Bu mübarek zat, daha gençlik yıllarında, Hâce Nizamüddîn hazretlerinin sohbetlerinde bulunarak yetişti. Ayrıca Mevlânâ Fahreddîn-i Zerrâdî’den sarf öğrendi...

Tasavvufta kemâle geldi...
Ahî Sirâc, bundan sonra Mevlânâ Rükneddîn’in huzûrunda; Kâfiye, Mufassal, Kudûrî ve Mecma’ul-Bahreyn adlı eserleri okudu. Bunları da bitirdikten sonra, tekrar Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın huzûruna gelerek, üç sene daha kalıp, tasavvuf yolunda kemâle geldi. Hâce hazretlerinin sohbetleri bereketiyle, tam bir olgunluğa kavuşup, icâzet ve hilâfet almakla şereflendi...
Hocası, Ahî Sirâc’a kitaplarından ve elbiselerinden bâzılarını yâdigâr verip, onu insanları irşâd etmek, onlara doğru yolu göstermek üzere, memleketi olan Lüknov’a gönderdi. Gittiği yeri, evliyâlık güzelliği ile süsleyip aydınlattı. Hâce Nizâmüddîn onun için; “O, Hindistan’ın aynasıdır” buyurmuştur...
Ahî Sirâc, irşâd ile insanlara rehberlik edip İslâmiyeti anlatmak ve yaşatmakla vazîfelendirilip Lüknov’a gelince, ilme susamış olanlar etrafında toplanmaya başladı. Hocası hazret-i Hace’ye lâyık bir talebe idi. Ondan aldığı yüksek ilimleri, feyz ve bereketleri etrâfına yaymaya başladı. Çok talebe yetiştirdi. Binlerce kişi ondan istifâde edip, ilim öğrendiler...

Kabir gibi bir yer kazdı!
Rivâyet edildiğine göre, Ahî Sirâc hazretleri, vefatına yakın zamanda kabir gibi bir yer kazıp, hocasının huzûrundan ayrılırken kendisine verdiği elbiselerini oraya koydu. Üzerini de aynen kabir gibi yaptı ve buna da “Elbiseler mezarı” denildi.
Ahî Sirâc vefât ederken “Cenazemi ‘elbiseler mezarı’nın ayak ucuna gelecek şekilde defnedin” buyurdu ve bir müddet sonra da vefât etti. Talebeleri vasiyeti yerine getirip, hocalarını elbiseler mezarının ayak ucu tarafında hazırladıkları bir kabre defnettiler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:29:56
Büyük mutasavvıf Senâullah-i Pânî-pütî


Büyük velî Senâullah-i Pânî-pütî (Dehlevî) hazretleri 1730 (H.1143) senesinde Hindistan’ın Pâni-püt şehrinde doğdu. 1810 (H.1225) senesinde aynı yerde vefât etti. Vefat etmeden evvel şöyle vasiyet etmiştir:
“Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâm olsun... Bu fakîr Senâullah-i Pânî-pütî derim ki: Seksen yaşıma geldim. Kur’ân-ı kerîmde yakîn diye bildirilen ölüm, baş ucuma kadar geldi. Başka bir şey yapmaya fırsat bırakmadı. Artık evlâdıma ve sevdiklerime birkaç vasiyetimi yazmak istiyorum. Bâzısını yerine getirmek bu fakir için, bir kısmı ise çocuklarım ve dostlarım için faydalı, hattâ zarûrîdir...

“Şahsıma âit vasiyetim...”
Şahsıma âit vasiyetim şudur ki: Techîz, tekfîn, gasil ve definde sünnet-i seniyyeye uyulacak. Hocam Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın lütfedip verdikleri iki bez ile kefenlesinler. Cenâze namazımı kalabalık bir cemâat ile Hâfız Muhammed Ali veya Hâkim Sekhâ veya Hâfız Pîr Muhammed gibi sâlih bir imâm ile kılsınlar. Kelime-i tevhîd, salevât-ı şerîfe, Kur’ân-ı kerîm hatmi, istigfâr ve fakirlere gizli olarak helal maldan sadaka vermek sûretiyle bu fakire imdâd ve yardım ediniz...
Vefâtımdan sonra borçlarımı ödemekte çok gayret gösteriniz...
Geride kalanların faydası için olan vasiyetim de şudur ki: Dünyâya fazla kıymet vermeyiniz. İnsanlar çoğunlukla çocukluğunda ve gençliğinde ölmektedirler. Yaşlanan pek azdır. Hepsinin ömrü kısa süren bir sabah rüzgârı gibi geçmektedir. Nereye gittiğini bilmezler. Kalan ise bitmeyecek olan âhiret işleridir. Bu dünyâ lezzetleri sıkıntı çekmeden ele geçmiyor. O da az bir şeydir. Bu geçici ve az bir şey olan lezzetlere dalıp, ebedî lezzeti, âhiret saâdetini, Allah korusun elden kaçırmak ve ebedî felâkete düşmek ahmaklıktır...

“Maksadı âhiret olanın...”
Din ve dünyâ faydası bir araya geldiği zaman, tercihini din menfaatini öne almakta kullan. Dünyâda zâten takdir edilen şey insana ulaşır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; (Bütün maksatlarını tek bir maksad edinenin, yâni; maksad ve düşüncesi âhiret olanın dünyâsına Allahü teâlâ kefildir) buyurdu... Dünyâyı tercih eden, önde tutanın eline bâzan dünyâ da geçmez. Nitekim zamânımızdaki insanlarda bu hal çok görülmektedir...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:30:53
Edirne’den doğan güneş Cemâleddîn-i Uşşâkî

Cemâleddîn-i Uşşâkî, büyük velîlerdendir. İsmi Muhammed olup, künyesi Ebû Nizâmeddîn’dir. Bu mübarek zat, “Uşşâkî Seyyid Muhammed Efendi” diye de bilinir. Doğum târihi belli değildir. Edirne’de doğdu. Halvetiyye yolu büyüklerinden olup, Uşşâkîlik tarîkatında pîr-i sânî sayılır. 1751 (H. 1164) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eğrikapı’da bulunan dergâhının avlusuna defnedildi...

İlk hocası Hamdi Bağdâdî
Cemâleddîn-i Uşşâkî, ilim ve edebi ilk olarak Edirne’de medfûn bulunan Hamdi Bağdâdî’den öğrendi. Bu hocasının vefâtından sonra Şeyh Sezâî ismindeki mânevî ilimlere sâhib olan zâta talebe oldu. Çok yüksek mânevî mertebelere kavuştu. Şeyh Sezâî’de bulunan mânevî sırları elde etti. İlk hocası Hamdi Bağdâdî’nin vefâtlarından on dokuz; Şeyh Sezâi’nin vefâtından dört sene sonra, mânevî bir işâretle, 1742 (H.1155) senesinde İstanbul’a gitti. Eğrikapı dışındaki Savaklar mevkiinde bulunan Hırâmî Ahmed Paşa Dergâhına, vefât eden Muhammed Efendinin yerine tâyin edildi...
Cemâleddîn-i Uşşâkî, vefâtına kadar bu dergâhta isteyen herkese ilim ve tasavvuf yolunun edebini öğretti. Zamânında kaybolmaya yüz tutan Uşşâkiyye tarîkatını ihyâ ederek, bu yolda çok talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en büyüğü Selâhaddîn-i Uşşâkî’dir...

Gayr-i müslimler îmân etti!..
Vefâtından sonra, türbesinin yanında bulunan mescid ve iki katlı ev, bir gece yandı. Bu yangın sırasında türbenin çatısı da tutuştu. Tahtalar parçalar hâlinde kabrinin etrâfına düştü. Hikmet-i ilâhî o kor parçalarından bir tânesi bile kabrin üzerine düşmedi. Sandukanın üzerinde bulunan örtüye ve baş tarafındaki beyaz sarığa hiçbir şey olmadı. Hattâ beyaz sarığın dumandan ve isten rengi bile değişmedi. Cemâleddîn-i Uşşâkî’nin vefâtından sonraki bu kerâmetini gören gayr-i müslimlerden îmân edenler olurken; Müslümanlardan onun büyüklüğünü anlayamayanlar da bu hâdiseden ibret alıp tövbe ettiler.
Cemâleddîn-i Uşşâkî, vefatından evvel buyurdu ki: “Selef âlimlerinden bazıları şöyle buyurmuşlardır: Bir kimse ilmiyle kibirlenir, üstünlük taslarsa, Allahü teâlâ onu ilmiyle alçaltır. İlmiyle tevazu göstereni de ilmiyle yükseltir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:32:53
Şehid Peygamber Yahyâ aleyhisselâm

Zekeriyyâ aleyhisselâm yüz yirmi yaşına geldiği hâlde neslini devam ettirecek bir evladı yoktu. Hanımı da doksan sekiz yaşındaydı. İçine evlâd sevgisi düşüp kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsı kabul oldu ve Yahyâ aleyhisselam dünyaya geldi. Rivâyete göre Yahyâ aleyhisselâmın doğumu ile İsâ aleyhisselâmın doğumu aynı seneye rastlamaktadır...

Küçük yaşta Tevrât’ı okudu
Yahyâ aleyhisselâm, babası Zekeriyyâ aleyhisselâmın nezâretinde yetişti. Küçük yaşta Tevrât’ı okumaya ve hükümlerini anlamaya başladı. Rüşd (olgunluk) çağına ulaştığı zaman, kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik emri bildirildi...
İlk önce Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği dinin esaslarına uyması ve Tevrât’ın hükümlerini insanlara tebliğ etmesi emredildi. İsâ aleyhisselâma İncil nâzil olup, Tevrât’ın hükmü kaldırılınca İsrâiloğularını İncil’in emir ve yasaklarına uymaya çağırdı... Birçok peygamberi şehid eden İsrâiloğulları; İsâ aleyhisselâma karşı çıkıp onu da şehid etmek istediler. Allahü teâlâ İsâ aleyhisselâmı diri olarak göğe kaldırdıktan sonra Yahyâ aleyhisselâm İncil’in hükümlerini insanlara anlatmaya devâm etti...

Zâlim hükümdâr Herod!..
Zâlim Yahûdi hükümdârı Herod’un torunu Birinci Herod, hazret-i Yahyâ’ya iyi muâmelede bulunurdu. Kendi kardeşinin kızı veya hanımının önceki kocasından bir kızı vardı. Birinci Herod bu kızla evlenmeyi ve nikâhlarını Yahyâ aleyhisselâmın yapmasını istedi. Yahyâ aleyhisselâm böyle bir nikâhın hazret-i İsâ’nın tebliğ ettiği İncil kitabında yasaklandığını bildirdi. Bu duruma içerleyen kızın annesi, Yahyâ aleyhisselâmın öldürülmesini istedi.
Yahyâ aleyhisselâma karşı iyi niyet sâhibi olan Birinci Herod da kadının ısrârı üzerine Yahyâ aleyhisselâmın yakalanıp getirilmesi veya öldürülüp, başının getirilmesini adamlarına emretti. Herod’un adamları Yahyâ aleyhisselâmı yakalayıp, başını kesmek sûretiyle şehit ettiler. Kesilmiş olmasına rağmen Yahyâ aleyhisselâmın başı mûcize olarak “Bu kızı almak sana helâl değildir” diye defâlarca söyledi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:37:39
Hindistanlı velî Abdülvâhid-i Lâhorî

Abdülvâhid-i Lâhorî, Hindistan’daki evliyânın büyüklerindendir. İsmi Abdülvâhid’dir. Lahor şehrinden olduğu için Lâhorî nisbet edildi. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Evliyânın göz bebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerindendir.

“Namazsız yaşanır mı?”
Abdülvâhid-i Lâhorî önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebesi idi. Bâkî-billah hazretleri onun terbiye ve yetişmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle ettiler. Abdülvâhid Lâhorî bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Çok ibâdet ederdi. Bir gün, ibâdetten aldığı zevk ve neşe sebebiyle ders arkadaşı Muhammed Hâşim-i Kişmî’ye; “Cennette namaz var mıdır?” diye sordu. “Yoktur. Çünkü orası, dünyâda yapılan amellerin karşılıklarının verildiği yer olup, amel yeri değildir” cevâbını alınca bir “âh” çekti, ağladı ve; “Yazıklar olsun namaz kılmayana. Allahü teâlâya kul olup da namaz kılmadan nasıl yaşanır?..” dedi...
Abdülvâhid-i Lâhorî bir gün hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektup gönderdi. Mektubunda; “Ara sıra secdede öyle hâller oluyor ki, başımı secdeden kaldırmak istemiyorum” diye yazmıştı.
Abdülvâhid-i Lâhorî hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hikmetli söz ve hâllerini öğrenmeye can atar, öğrendiklerini naklederdi. Kendisi anlatır:

“O kimse ebdâllardandı”
Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, Lahor’a teşrif ettiği günler idi. Huzurlarına sebze satıcılığı yapan yaşlı bir kimse gelip, ziyaret etti. Hocam o ihtiyâra, çok iltifâtta bulunup yakınlık gösterdi. Bunu gören bizler hayretler içinde kaldık. Hocamın sevdiklerinden biri, yalnız oldukları bir gün; “Efendim! Hâli belli olmayan o ihtiyâra bu kadar tevâzu göstermenizin hikmeti neydi?” diye sormuş. Hocam da; “O kimse ebdâl ismi verilen evliyâdandı” buyurmuşlar.
Abdülvâhid-i Lâhorî hazretleri vefat ederken; “Allahım! Üzerine kendinden bir sevgi koyduğun, ondan razı olduğun ve onu senden razı kıldığın kimseyi, (Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım) buyurduğun kimseyi çok seviyorum. Beni bu sevgime bağışla!” dedi ve Kelime-i şehâdeti söyleyerek ruhunu teslim eyledi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:38:10
Fıkıh ve hadîs âlimi Abdülvâris bin Saîd


Ebu Ubeyde Abdülvâris bin Saîd, büyük fıkıh ve hadîs âlimidir. Künyesi, Ebû Ubeyde el-Anbârî et-Tenurî el-Basrî’dir. Hicrî 120 yılında (m. 737) doğdu. 180 (m. 796) yılında Basra’da vefât etti...
Zamanının meşhûr âlimlerinden ilim öğrenen Ebu Ubeyde Abdülvâris bin Saîd’in hadîs-i şerîf aldığı zatlar arasında, Abdülazîz bin Suheyb, Yahyâ bin İshâk el-Hadremi, Eyyûb es-Sahtiyânî, Hâlid el Hızaî gibi meşhûrlar vardır.

“Muhaddislerin en iyisi”
Abdülvâris bin Saîd, aynı zamanda hitâbet, güzel konuşma gibi sanatları iyi öğrendi. Kendisi hakkında “Basra’da muhaddislerin en iyisi, fıkıh ilmini ise Hammâd bin Seleme’den sonra en iyi bilendi” denilmiştir.
Ebu Ubeyde Abdülvâris bin Saîd’in “Kaderiyye”den olduğu söylenmi?? ise de bunun aslı yoktur. Kendisinden yüzlerce âlim hadîs-i şerîf alıp nakletmiştir. Bunlar arasında; Süfyân-ı Sevrî, oğlu Abdüssamed, Affan bin Müslim, Abdurrahman İbn-i Mübârek, Hibbân bin Hilâl, Ezher bin Mervan vb. âlimler vardı. Hammâd bin Zeyd’e “Eyyûb’u mu çok seversin, Abdülvâris’i mi?” diye sorulunca “Abdülvâris’i” buyurdu. Abdülvâris hazretlerinin sika (güvenilir) olduğunu İmâm-ı Buhârî, Müslim, İbn-i Hibbân, İbn-i Sa’d bildirmektedir.
Abdülvâris bin Saîd hazretleri, Resûlullah’ın sünnetine son derece uyardı. Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) yaşayışına uymaya çok çalışır, Onun ahlâkı ile ahlâklanmaya gayret ederdi. Dünya malına rağbet etmezdi. Çünkü, Ebû Hureyre’nin, Resûlullah’tan rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte (Allahü teâlâ, paraya kul, köle olanlara la’net etsin) buyuruluyordu...
Yine Enes bin Mâlik’ten rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte (Peygamber efendimiz helaya girecekleri zaman “Eûzu-billahi minel hubüsi ve’l-habâis” duâsını okurdu.)

(İmân etmiş sayılmaz)
Rivâyet ettiği başka bir hadîs-i şerîfte de Peygamber efendimiz buyurdular ki:
(Hiçbir kimse; ben kendisine, ehlinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (kamil) îmân etmiş sayılmaz.)
Bu mübarek zatın son sözleri şunlar oldu:
“Ey Ebu Ubeyde! İşte ölüm, sen ve günahların... Hamd olsun ki, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ Gafur ve Rahimdir, o yegane hak ma’buddur. Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve Resulüdür.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:39:07
Tefsir âlimlerinden Abdüsselâm bin Abdullah


Abdüsselâm bin Abdullah, tefsir âlimlerinin büyüklerindendir. 1254 (H. 652) senesinde vefat etti. Talebelerine kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:
“İnsan, Allahü teâlâya ibâdet etmediği müddetçe halîm, yumuşak olamaz.”
“Her şey, önce küçük olarak ortaya çıkar, fakat sonra büyür. Musîbet ise, insana önce büyük ve ağır gelir, sonra küçülür, hafifler.”
“Çok gıybet edip, buğz edenlerin nasîhatine güvenilmez.”
“Kendini olduğundan fazla gösteren kimse, kendi durumunu inkâr etmiş olur.”


“Kendi ayıplarını gör!”
“Başkasınınkinden önce kendi ayıbına bakanlara, gerçekten tevâzu gösterenlere ne mutlu! Helâl olan malından fakirlere sadaka ver. İlim, hilm, yumuşaklık ve hikmet ehli ile otur ve sohbet et.”
“İnsanların en cömerdi; Allahü teâlânın hukûkuna riâyet edip, emirlerini ve yasaklarını yerine getirendir. En cimrisi de, bunlara riâyet etmeyendir. Etrafına çok para pul dağıtsa bile.”
“Hasedcinin yâni başkalarını çekememenin alâmeti üçtür. Hased ettiği kimse, yanında yoksa, gıybetini eder. Yanında bulunduğu zaman dalkavukluk yapar. Onun başına bir belâ geldiği zaman sevinir.”


“Nîmetin başı üçtür...”
“Nîmetin başı üçtür: Birincisi, İslâm nîmeti. Bütün nîmetler, bununla tamam olur. Müslüman olmadıktan sonra, hiçbir nîmet insana fayda vermez. İnsan, ebedî saâdetten mahrum kalır. İkincisi, sıhhattir. Bu nîmet olmadan hayâtın kıymeti kalmaz. Dünyâ, insana, zindan gibi olur. Üçüncüsü, zenginliktir. Hayır yolda kullanılırsa, insanın çok ecir ve sevâba kavuşmasına vesîle olur.”
“Müminin, insanların arasına karışması, onlardan öğrenebileceği faydalı şeyleri alabilmek için susması, boş ve faydasız sözden sakınmak için, konuşması da, başkalarına iyi ve güzel şeyleri anlatmak içindir.”
“Mümin, günahlarını düşünür, onlar için üzülür. Amellerini küçük görür, yaptıklarından dolayı gururlanmaz.”
Bir gün geldi, her fâni gibi bu mübarek zat da vefat etti. Cenazesine katılanlar çok kalabalıktı. Son sözü şunlar oldu:
“İşte dünya, vefasız, beni terk ediyor... İşte Rabbim; ve ben O’na kavuşuyorum.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:39:39
İhbân bin Üveys (radıyallahü anh)

İhbân bin Üveys hazretleri Eshab-ı kiramdandır. Hüza’a kabîlesinin koyunlarını otlatırdı. Onun Resulullaha iman etmesine çok enteresan bir hadise sebep olmuştur. Şöyle anlatılır:
İhbân bin Üveys hazretleri yine bir gün koyunları otlatıyordu. Bir kurt âniden sürüden bir koyunu kaptığı gibi kaçmaya başladı. İhbân;
-Vallahi ben hiç böyle korkunç ve zâlim bir kurt görmedim, diyerek, koyunu kurttan almak için peşinden koştu. Kurt dile gelip;
-Ey İhbân! Allahü teâlânın verdiği nasîbimden beni mahrûm mu etmek istiyorsun? dedi.

“Kurt benimle konuşuyor!”
İhbân hayretler içinde kaldı;
-Acâib bir iş! Kurt benimle konuşuyor! dedi. Kurt, onun şaşkın bakışları arasında konuşmasına devam ediyordu;
-Bundan daha şaşılacak şey, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’de sizi Allahü teâlânın dinine davet ediyor, siz ondan gâfilsiniz! dedi.
İhbân ilk şaşkınlığı üzerinden atmıştı. O da kurda şöyle sordu:
-Ben Muhammed’in “aleyhisselâm” huzûruna gitsem, koyunlarıma kim bakar? Kurt şöyle dedi:
-Bana yetecek kadar koyun ayırır isen, koyunlara bakarım. Ayırdığından fazlasına da dokunmam!
İhbân, kurda inandı ve birkaç koyun ayırıp, sürüyü ona bırakarak, bir grup çobanla Medîne’ye gitti...
Medîne’ye vardıklarında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâm ile oturuyordu. İhbân’ı görünce buyurdu ki:
-Ey İhbân! Kurt sözünde durdu!
Bu mucizeye şahit olan İhbân, yanındaki çobanlarla birlikte Resulullah efendimizin önünde Kelime-i şehâdeti getirerek Müslümân oldu...

“Bu gömlek onun mu?”
İhbân bin Üveys hazretleri vefât edeceği sırada;
“Beni iki parça elbise ile kefenleyin” diye vasiyet etti.
Vefât edince iki elbise ve bir de gömlek ile kefenleyip defnettiler. Sabâhleyin, o gömleği elbiselerin üzerine bırakıldığı bir ağaç üzerinde gördüler. Bu gömlek onun mu, yoksa başkasının mı diye tereddüt ettiler. O gömleği diken terziyi buldular ve sordular. Terzi yemîn ederek;
-Bu gömlek, İhbân radıyallahü anh defnedildiği zamân üzerinde olan gömlektir, dedi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:40:04
İhbân bin Üveys (radıyallahü anh)

İhbân bin Üveys hazretleri Eshab-ı kiramdandır. Hüza’a kabîlesinin koyunlarını otlatırdı. Onun Resulullaha iman etmesine çok enteresan bir hadise sebep olmuştur. Şöyle anlatılır:
İhbân bin Üveys hazretleri yine bir gün koyunları otlatıyordu. Bir kurt âniden sürüden bir koyunu kaptığı gibi kaçmaya başladı. İhbân;
-Vallahi ben hiç böyle korkunç ve zâlim bir kurt görmedim, diyerek, koyunu kurttan almak için peşinden koştu. Kurt dile gelip;
-Ey İhbân! Allahü teâlânın verdiği nasîbimden beni mahrûm mu etmek istiyorsun? dedi.

“Kurt benimle konuşuyor!”
İhbân hayretler içinde kaldı;
-Acâib bir iş! Kurt benimle konuşuyor! dedi. Kurt, onun şaşkın bakışları arasında konuşmasına devam ediyordu;
-Bundan daha şaşılacak şey, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’de sizi Allahü teâlânın dinine davet ediyor, siz ondan gâfilsiniz! dedi.
İhbân ilk şaşkınlığı üzerinden atmıştı. O da kurda şöyle sordu:
-Ben Muhammed’in “aleyhisselâm” huzûruna gitsem, koyunlarıma kim bakar? Kurt şöyle dedi:
-Bana yetecek kadar koyun ayırır isen, koyunlara bakarım. Ayırdığından fazlasına da dokunmam!
İhbân, kurda inandı ve birkaç koyun ayırıp, sürüyü ona bırakarak, bir grup çobanla Medîne’ye gitti...
Medîne’ye vardıklarında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâm ile oturuyordu. İhbân’ı görünce buyurdu ki:
-Ey İhbân! Kurt sözünde durdu!
Bu mucizeye şahit olan İhbân, yanındaki çobanlarla birlikte Resulullah efendimizin önünde Kelime-i şehâdeti getirerek Müslümân oldu...

“Bu gömlek onun mu?”
İhbân bin Üveys hazretleri vefât edeceği sırada;
“Beni iki parça elbise ile kefenleyin” diye vasiyet etti.
Vefât edince iki elbise ve bir de gömlek ile kefenleyip defnettiler. Sabâhleyin, o gömleği elbiselerin üzerine bırakıldığı bir ağaç üzerinde gördüler. Bu gömlek onun mu, yoksa başkasının mı diye tereddüt ettiler. O gömleği diken terziyi buldular ve sordular. Terzi yemîn ederek;
-Bu gömlek, İhbân radıyallahü anh defnedildiği zamân üzerinde olan gömlektir, dedi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:41:04
Bir gönül sultanı Abbas bin Ahmed


Abbas bin Ahmed el-Ezdî, Hicaz’da yaşamış olan evliyanın büyüklerindendir. Kıymetli nasihatleri vardır. Kendisinden kötü âlimler sorulduğunda buyurdu ki:
“Ümmetlerin her biri, Rahmânın yolu üzerine oturmuş kötü âlimler yüzünden helâk olurlar. Onlar habis amelleri ile Allahü teâlânın yolunu kesmiş, insanlara engel olmuş olurlar.”

ŞEYTANIN ÜÇ TUZAĞI!
Bir gün kendisine “Şeytan insanı ne ile tuzağa düşürür?” diye soruldu. Buyurdu ki: “İblis, üç şeyden biri ile âdemoğlunu tuzağına düşürür: Birincisi, kendini beğenmesi, ikincisi, amelini gözünde büyütmesi, üçüncüsü günahlarını unutmasıdır.”
Abbas bin Ahmed hazretleri, ilim öğrenmeye teşvik eder, niyetin hâlis olmasının önemini belirtir ve “İlim tahsîli doğru bir niyet ve temiz bir gâye ile olursa, bundan daha yüksek amel olmaz. Fakat çokları ilmi, gereğini yapmak için tahsîl etmiyor. Bilakis ilmi dünyâlık elde etmek için bir ağ gibi kullanıyor” buyururdu.
Abbas bin Ahmed el-Ezdî hazretleri her zaman, ibâdetlerin, farzlarına, vâciplerine ve sünnetlerine uygun olarak yerine getirilmesini söylerdi. Bu hususta; “Kulun amelini güzelce edâ etmesi kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur. Zîrâ Allahü teâlâ meâlen; (Hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, mutlak güçlüdür; çok bağışlayıcıdır) (Mülk sûresi: 2) buyurdu. Kul, kırk yaşına bastığı zaman bütün isyân ve günahlardan tövbe etmezse, şeytan onun alnını sığar durur ve; “Felah ve kurtuluştan uzak kalan bir yüze feda olayım” der” buyurdu.

“O NASIL İSTERSE...”
Şeyh Ebû Said Malini, Abbas bin Ahmed el-Ezdî hazretlerinin vefat hadisesini şöyle anlatır:
Son nefesini vermeden önce baş ucundaydım. Halini sordum. Cevap olarak dedi ki:
-Tereddüd içindeyim. Gitmeyi istesem küstahlık olur diye korkarım. Bu halde kalmak istesem, yanlış bir arzu beslemiş olmaktan çekinirim. Çünkü böylece onu görmekten kaçmış olurum. Bunun için her şeyi ona bıraktım. O ne ister, ne yapar, onu bekliyorum...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:42:09
Tabiinin büyüklerinden Herem bin Hayyân


Herem bin Hayyân, Tabiinin büyüklerindendir. Veysel Karânî hazretlerini gördü. Ondan çok nasîhat aldı. Zühd ve takvada, zamanının önde gelenlerindendi. “Hayret ederim, Cennete talip olanlarla, Cehennemden korku duyanlara! Bunlar hem Cennete talip, hem de Cehennemden korkarlar; ama yine de uyumaya devam eder, bu kat’i gerçeğin heyecanıyla bir miktar olsun uykularını terk etme fedakârlığında bulunmazlar” derdi...

“TEK GAYEM RIZA-İ İLAHİDİR”
Bir gün de şöyle buyurdu: “Bütün mâneviyat büyükleri, benim Cehennemlik olduğumu söyleseler, ben yine ibadetimden, hayır ve hasenatımdan gerilemem. Dini vazifelerimi bütünüyle yerine getirme gayretimi devam ettiririm. Zira ben Cennet ve Cehennem için yapmıyorum bu vazifeleri. Belki Cennet ve Cehennem emri altında olan Zâtı Ulûhiyyet’in emri olduğu için yapıyor, O’nun rızasını kazanmak için ifa ediyorum. O dilerse Cennetine, dilerse Cehennemine koyar. Benim vazifem, O’nun emirlerini yerine getirmek, rızasını kazanmaktır. Kaldı ki O, razı olduğu kulunu da Cehennemine atmaz.”
Bir zaman mücâhidler savaşa gitmek istediklerinde Herem bin Hayyân hazretlerine uğrayıp duâ istediler. O da şöyle dua etti:
“Ey Allah yolunda cihâda çıkanlar! Günahlarınızdan tövbe ediniz. Çünkü bu elinizdeki kılıçlardan daha çok size siper olur.”

“BORCUMU ÖDEYİN”
Bu mübarek zat da bütün Allah adamları gibi dünyâdan ve dünyâ malından nefret ederdi. Bu sebeple; “Dünyâ bütün her şeyiyle bana arz olunsa, hiç düşünmeden rahat ve kolay bir şekilde dünyânın murdarlığına hükmederim” buyururdu.
Bir gün de “Kim, din kardeşi için diliyle sevgi ve hulûs gösterir de içinden ona düşmanlık ve kin beslerse, Allah ona lânet eder, dilsiz yapar ve kalp gözünü köreltir” buyurdu.
Herem bin Hayyân hazretleri vefatı anında çevresindekilere;
“Zırhımı satın, borcumu ödeyin. O da yetmezse kölemi satın. Size Nahl suresinin son (128’inci) ayet-i kerimesini (Şüphesiz Allah korkup-sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir) okumanızı vasiyet ederim” buyurdu ve son nefesini verdi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:42:52
Şem’un bin Yuhennâ nasıl iman etti?..


Habbe-i Urnî “radıyallahü anh” Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alînin “radıyallahü anh” eshâbından idi. O şöyle anlatmıştır:
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, ordusuyla bir kilisenin yanında konakladı. Bir kişi gelip;
-Esselâmü aleyke yâ Emîr-el mü’minîn, dedi. Hazret-i Alî;
-Ve aleykesselâm dedi. O kimse;
-Ben Şem’un bin Yuhennâ’yım. Bu kilisenin sâhibiyim. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Îsâ aleyhisselâmdan beri, mîrâs olarak bize intikâl etmiştir. İsterseniz okuyayım, dedi.
Hazret-i Alî;
-Oku, buyurdu. O kişi okumağa başladı...

“O PEYGAMBERE ÎMÂN ETTİM”
Kitâbda Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve ümmetinin vasıfları belirtiliyordu. Sonunda da şunlar yazılıydı:
“Bu kilisenin yanında Peygambere en yakın olan maşrık ahâlisini dîne, îmâna getiren ve garb ahâlisiyle harb eden birisi konaklar. Ona göre dünyâ, şiddetli fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu kumdan dahâ hafîftir. Ona göre, Allah yolunda ve Onun muhabbetiyle ölmek, susamış kimsenin su içmesinden dahâ kolaydır. Ona yardım eden, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur ve onun yanında savaşırken ölen şehîd olur...”
Sonra o kimse dedi ki:
-O Peygamber gönderildi. Ben o Peygambere îmân ettim. Sen gelip buraya konaklayınca huzûruna geldim ki, artık diri veyâ ölü hep seninle berâber olacağım.

“EHL-İ BEYTİ SEVEN BİR KİŞİDİR”
Onun bu sözleri üzerine hazret-i Alî ve yanında bulunanlar ağlaştılar. Sonra hazret-i Alî:
-Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni unutulanlardan eylemedi. Kitâbında zikr etti, dedi.
Habbe-i Urnî sözlerine devâmla şöyle anlatmıştır:
Hazret-i Alî bana, “Bu kimse seninle birlikte kalsın” dedi. Kuşluk ve akşam yemeklerinde onu yanına çağırırdı. Leyle-tül-Harîr’de, harbin şiddetli bir zamânında o kimse şehîd oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” namâzını kıldırdı, kabre kendisi indirdi ve “Bu kimse Ehl-i Beyti seven bir kişidir” buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:44:05
“Ben muradıma nail oldum...”

Eshab-ı kiramın büyüklerinden Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh anlatıyor: Basra şehrinde bir zengin aile vardı. Allahü teala bunlara öyle güzel bir erkek evlat verdi ki, sanki gökten ay inmiş hanelerine girmişti. Delikanlı olduğunda Basralılar, kızlarını bu gence vermek için yarış ediyorlardı. Fakat gencin annesi, bunların hiçbirini oğluna layık görmüyordu.
Bir gün, bu genci benim vaaz ettiğim camiye getirdiler. O günkü sohbette şunları anlattım:
“... Allahü teala Cennet’te köşkler yarattı. Her bir köşkte bir taht kurulmuş, her bir tahtın üzerinde bir huri oturur ki, bir tanesi dünyaya yüzlerini gösterselerdi, iki yanaklarının nuru ayı karartır, güneşi mat ederdi... Bu makamlar ve bu güzel hurileri Rabbimiz günah işlemeyen, Allah yolunda canını feda edenlere ihsan edecektir?..”

“HARP ÖYLE YAPILMAZ!”
Genç, bu dinlediklerini annesine anlatınca; “İşte sana bu hurilerden başkası eş olamaz” demiş. Bir gün bana kırk bin altın göndermiş ve “Bu altınlar oğluma alacağım hurilerin mehridir. Bunları fukaraya dağıtsın” demiş.
O günlerde, cihad ilan olunmuştu. Mücahidler harbe hazırlanıyordu. O zengin kadın oğlunu bana getirdi ve;
-Oğlumu sana getirdim senin ile gazaya gitsin, diye ricada bulundu...
Nihayet kafirler ile Müslümanlar karşılıklı saf bağladı. Bizim genç, güzel gazimiz gözlerini semaya dikiyor, bakıyor. Tekrar saldırıyor, şehit olmak istiyordu. Koşarak yanına vardım ve dedim ki:
-Yiğidim, harp öyle yapılmaz! Cihad, düşmanı saf dışı bırakmaktır. Sen kendini feda etmeye uğraşıyorsun.
-Efendim, benim gördüğümü gören, bin canı olsa fedaya hazırdır.
-Ne görüyorsun?


“HURİLER BENİ ÇAĞIRIYOR...”
-O gün camide vaaz ettiğin zaman, bize müjdelediğin şeyleri işitmiş fakat görmemiştim. Şimdi o söylediğin makamları görüyorum. Resul aleyhisselam bana kucak açtı. Yetmiş kadar huri beni çağırıyor...
Bunları söyledikten sonra tekrar düşmana hamle etti ve arzu ettiği şehadete kavuştu...
Düşman bozulmuş, kaçıyordu. Cesetler ve yaralılar arasında o yiğidi buldum. Bir mübarek koku dimağımı doldurdu. İki gül yanağı henüz solmamıştı. Dudakları oynuyordu. Dinledim “La ilahe illallah” diyordu. Tebessüm ederek eliyle semayı gösterdi. Sanki bana “Ben muradıma nail oldum” diyordu ve öylece kaldı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:44:43
Resulullah efendimize hediye edilen elbise


Eshab-ı Kiramın büyüklerinden olan Sehl bin Sa’d (radıyallahü anh), Peygamberimizin bir emir ve isteği olduğu zaman hemen yerine getirir, hiçbir zaman geciktirmezdi. O’nun bu durumunu oğlu Abbâs şöyle anlatmaktadır:
“Peygamberimiz hutbe okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe yaslanır öyle okurlarmış. Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz buyurur ki: (Artık cemâat çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine otursam...) Bunu duyan babam hemen, okun yaydan fırladığı gibi kalkıp gitmiş ve kısa bir zaman sonra minberin direklerini getirmiş. Yalnız babamın getirdiği bu direklerin kendisinin veya bir başkasının hazırladığı hakkında bilgim yoktur.”

“NE OLUR KABUL EDİNİZ”
Daha sonra Sehl bin Sa’d hazretlerine, Peygamberimizin minberi hakkında suâl sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Ben minberin hangi ağaçtan, hangi tarihte, hangi gün yapıldığını bilirim...”
Sehl bin Sa’d, Peygamber efendimizin cömertliğini, kendi ihtiyacı olan bir malı isteyen herkese verdiğini şöyle anlatmaktadır:
Kadıncağızın birisi Peygamber efendimize gelir ve kendi eli ile dokumuş olduğu güzel bir elbiseyi uzatarak der ki:
-Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bunu sizin için bizzat kendim dokudum, ne olur kabûl ediniz!
Resulullah efendimizin de gerçekten böyle bir elbiseye ihtiyacı vardı. Bu hediyeyi kabûl ederek içeri girdi ve hemen giydi. Daha sonra dışarı çıktı. Bu sırada ziyârete gelenlerden birisi, bu elbiseyi görerek;
-Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bu ne kadar güzel bir elbise, bunu bana verseniz! dedi.

“DOĞRU BİR HAREKET DEĞİL!”
Peygamber efendimiz hemen içeri girerek elbiseyi çıkardı ve isteyen sahâbeye verdi. Diğer ziyâretçiler, elbiseyi isteyen zata sitem ederek;
-Peygamberimizin bu elbiseye çok ihtiyâcı vardı. Sen onu istemekle doğru bir hareket yapmadın, dediler. Elbiseyi isteyen kişi ise şöyle cevap verdi:
-Ben bu elbiseyi giymek için istemedim. Aksine, o benim öldüğüm zaman kefenim olacaktır!..
Aradan zaman geçti, bu zat ölüm hastalığında yanındakilere, bu hadiseyi anlattı ve;
-Peygamber Efendimizin elbisesini bunun için saklıyordum. Beni onunla kefenleyiniz! dedi ve sonra da vefat etti. Kendisini bu elbiseyle kefenleyip defnettiler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:45:38
Nesibe Hâtûn ve Habib bin Zeyd


Habib bin Zeyd hazretleri,
Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Babası Zeyd bin Asım el-Ensari, Resulullaha Akabe’de biat eden ilk yetişkinler arasında idi. Annesi Nesibe binti Ka’b (Ümmü Ümâre) müşriklere karşı silah kullanan ilk hanımdı. İşte, Habib bin Zeyd böyle bir evde, böyle bir annenin terbiyesi ile yetişti. Çok küçük olması sebebiyle katılamadığı Bedir ve Uhud savaşları dışındaki savaşlara iştirak etti. Onun dinindeki, davasındaki metanet ve sebatı dillere destandı...
Annesi Ümmü Ümâre (radıyallahü anhâ) Uhud, Hudeybiye, Hayber Umret-ül-kaza, Huneyn ve Yemâme gazâlarına katıldı. Biatü’r-rıdvân’da hazır bulunmakla şereflendiler. Oğulları Habîb ve Abdullah da Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün gazâlarına iştirak ettiler...

Uhud Savaşı sırasında İbni Kamia isminde bir müşrik Peygamberimize saldırdı ve mübârek başından yaraladı. Ümmü Ümâre de İbni Kâmia’ya saldırdı ve o müşriki ağır yaraladı. Kendisi de on üç yerinden yaralanmıştı. Bunlardan en ağırı, İbn-i Kâmia’nın boynunda açtığı yaraydı. Resûlullah efendimiz, oğlu Abdullah’a bu yarayı sarmasını emredip “Ev halkınızı Allah mübârek kılsın; senin annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkınıza rahmet etsin!” buyurdular. Bu mübarek kadının yaraları, bir sene tedavi gördükten sonra iyileşti...
Nesibe Hâtûn, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yâ Resûlallah Allahü teâlâya duâ edin de Cennette size komşu olayım!” dedi. Peygamber efendimiz “Allahım! Bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et” diye duâ ettiler. Bunun üzerine Ümmü Ümâre: “Bu bana kâfidir. Artık dünyâda ne musîbet gelirse gelsin! dedi...


MÜSEYLEME’YE ESİR DÜŞTÜ!..
Müseylemet-ül Kezzab, yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkınca, Ümm-i Ümare’nin oğlu Habib, Amman’dan Medine’ye gelirken esir düştü. Müseyleme;
“Benim peygamberliğimi kabul et, seni serbest bırakayım” dedi. Habib onunla alay etmek için; “Ben sağırım, ne söylediğini işitmiyorum” dedi halbuki biraz önce aralarında konuşma geçmişti. Müseyleme onun bu hareketine çok kızarak, tek tek uzuvlarını kestirerek şehit etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:46:17
Buhara Kadısı Ebu Abdullah Halimi


Ebu Abdullah Halimi, Maveraünnehir’de yaşamış olan hadis ve Şafii fıkıh âlimlerindendir. 949 (H.338) senesinde Buhara’da dünyaya geldi. Orada birçok âlimden ders alarak hadis ve fıkıh tahsilini tamamladı. Buhara’da uzun seneler kadılık yaptı. Kendisinden ise birçok âlim istifade etti. Bilhassa rivayet ettiği hadis-i şerifler güvenilir kabul ediliyordu.


PİŞMAN OLMAMAK İÇİN!..
Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“İnsanın şerefi ve mertliği kimseyi hoşlanmadığı bir şeyle karşılamaması; ahlâkının güzelliği başkasına eziyet veren şeyi terk etmesi; cömertliği, üzerinde hakkı olan kimselere iyilik etmesi, insaflı olması; hak ortaya çıktığı zaman hakkı kabul etmesidir.”


ÜÇ ŞEY VARDIR Kİ...
“Üç şey vardır ki, kimde bulunursa Allahü teâlâ ondan râzı olur. Çok istigfâr etmek, yumuşaklık ve sadâkat çokluğu.”
“Üç şey kimde bulunursa, pişman olmaz. Bunlar acele etmemek, meşveret ve tevekküldür.”
“Eğer câhiller susup, konuşmasalardı, insanlar arasında ihtilâf olmazdı.”
“Kim Allahü teâlâya güvenir ve sığınırsa, insanlar kendisine muhtac olur. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınan kimseyi Allahü teâlâ insanlara sevdirir.”
“Dilde güzellik, tatlılık ve akılda olgunluk olmalıdır.”
“İffetli olmak fakirliğin, şükür belânın, tevâzû üstünlüğün, fesâhat sözün, hıfz rivâyetin, tevâzu ilmin, edep ve mâlâyânîyi terk etmek verânın, güler yüzlülük de kanâatin zîneti, süsüdür.”


NE MUTLU ONLARA Kİ...
Ebu Abdullah Halimi hazretleri, 1012 (H.403) senesi Rebiülevvel ayında Buhara’da vefat etti. Son söz olarak şunları söyledi:
“Rabbimin rahmeti Cehennemden daha büyük. Resulullah’a tabi olana ne mutlu. Gönül bahçesinden Muhammed aleyhisselam aşkıyla kâm (lezzet) alanlara ne mutlu. Onlar için çok ümidliyiz. Muhakkak ki Allah’tan başka ilah yoktur. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam O’nun kulu ve Resulüdür.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:47:22
Resûlullahın havarisi Zübeyr bin Avvam


Zübeyr bin Avvam radıyallahü anh, Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hazreti Ömer’in vefatından sonra, halife seçimini gerçekleştirmeleri için tayin ettiği altı kişilik “Eshabü’ş-şûrâ” (danışma kurulu) üyelerindendir...


İLK KILIÇ ÇEKEN!..
Zübeyr hazretleri, Hazreti Ebu Bekir’in İslâm’a girmesinden kısa bir müddet sonra Müslüman olmuştur. 615 yılında Mekkeli Müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret etmiştir...
Zübeyr radıyallahü anh, cesur ve gözüpek bir Müslümandı. Mekke’de, Allah için ilk defa kılıç çeken odur. Medine’ye hicret ettikten sonra da yapılan tüm savaşlara katılmış, bütün sıkıntılı zamanlarda daima Resul-i Ekrem’in yanında bulunmuştur. Savaşta gösterdiği üstün başarıdan ve çok iyi ok attığından Resûlullah efendimiz onun, “Hadi at! Anam babam sana feda olsun” diyerek memnuniyetini ifade etmiştir. Yine onun hakkında; “Her peygamberin bir havarisi vardır, benimki de Zübeyr’dir” buyurmuşlardır.
Bedir günü Müslümanların sayılı birkaç atı vardı. Bunlardan biri de hazreti Zübeyr’in Ya’sub adlı atı idi. O gün birçok müşriki öldürmüştür ki, bunlardan biri “Kureyş Aslanı, Muttaliboğulları Aslanı” diye bilinen amcası Nevfel idi.
Zübeyr radıyallahü anh, Mısır fethinde de önemli bir rol oynamıştır. Nitekim halife Hazreti Ömer, 642’de Mısır’ın Babilin kalesini kuşatan Amr İbni Âs’a yardım için onu on bin kişilik bir kuvvetle göndermiştir...


ONU TAKİP ETTİLER VE...
Hazreti Ali Sıffin Savaşında Zübeyr hazretlerini karşısında görünce onu ikna etmenin yollarını aradı. Bir ara onunla karşılaşınca; “Ey Zübeyr! Resûlullah’ın sana; (Sen haksız olduğun halde Ali ile savaşacaksın) dediğini hatırlıyor musun?” dedi. Bunu duyan Zübeyr hazretleri; “Allah şahidimdir ki bu doğrudur” dedi. Hazreti Ali; “Öyleyse benimle ne diye savaşıyorsun?” diye sorunca Zübeyr hazretleri “Vallahi bunu unutmuştum, şayet hatırlasaydım sana karşı çıkmazdım” dedi. Bu konuşmadan sonra Zübeyr bin Avvam radıyallahü anh, savaştan çekilerek geri döndü. Medine yolunda Temîm kabilesine ait bir su başına vardığında orada bulunan Amr bin Cürmüz, onu takibe başladı. Vâdi’s-Sibâ’ denilen mevkide bir fırsatını bularak Zübeyr radıyallahü anhı şehid etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:48:52
Benî Kureyzalı Zebir bin Bata


Hicretin 5. senesi... Benî Kureyza Yahudilerinin; Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesinde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslümanlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat, bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar üzerine sefere çıktı ve Benî Kureyza Yahudileri ile harb ederek onları mağlub etti.
Bütün Yahudiler esir alınarak bir yere toplandılar. Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize, kadın ve çocukların esir edilip, erkeklerin öldürülmesini emretti.
Esirler arasında, Zebir bin Bata adında biri vardı. Ensardan Sabit bin Kays’a (radıyallahü anh) bir iyiliği dokunmuştu. Şöyle ki; cahiliye devrinde, “Buas günü”, Sabit bin Kays, esir düştüğünde, Zebir bin Bata onu serbest bıraktırmıştı...
Sabit bin Kays, onu hemen tanıdı ve yanına vararak;
“Beni tanıdın mı?” diye sordu. Zebir bin Bata:
“Tanımaz olur muyum? Sen Sabit’sin!” dedi. Sabit bin Kays:
“Vaktiyle bana uzatmış olduğun yardım eline şimdi mukabele etmek istiyorum” dedi. Bunun üzerine, Sabit bin Kays Peygamber efendimizin yanına geldi ve;
“Yâ Rasûlallah! Zebir bin Bata’nın bana iyiliği dokunmuştur. Buas günü esir olunca, beni kurtarmıştı. Ben onun iyiliğine mukabele etmek istiyorum. Onun kanını bana bağışlayıver?” dedi. Peygamber efendimiz;

“O, SANA BAĞIŞLANMIŞTIR!”
“O, sana bağışlanmıştır!” buyurdu. Sabit bin Kays, Zebir bin Bata’nın yanına geldi ve;
“Resûl aleyhisselam, senin kanını bana bağışladı!” dedi.
Zebir bin Bata:
“Ey Sabit! diğerlerine ne yapıldı?” diye sordu. Sabit bin Kays:
“Onlar öldürüldüler!” dedi.
Zebir bin Bata:
“Ey Sabit! Bunlardan sonra, yaşamakta hayır yoktur! Senin üzerinde bulunan iyiliğim hakkı için, beni o kavme hemen kavuşturmanı dilerim!” dedi.
Bu sözler üzerine, Sabit bin Kays Zebir bin Bata’yı Zübeyr bin Avvam’ın yanına götürdü. Zübeyr hazretleri de, onun boynunu vurdurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:50:01
Liman Von Sanders Çanakkale’yi anlatıyor


Çanakkale yine en zorlu günlerinden birini geçiriyordu o gün..
Düşman ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basar ve ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı’nın müttefiki olan Alman ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır.
Şimdi bu subaylardan birine, yani Çanakkale’yi savunan komutana kulak verelim. Türk Kuvvetleri Komutanı Mareşal Liman Von Sanders hatıratında şöyle anlatıyor:

MERMİ SAĞANAĞI ALTINDA...
“Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk...

KORKUNÇ BİR NARA YÜKSELDİ!
Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir nara yükseldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:
-Şu koşan asker ne diyor?
-Komutanım! “İmdat ya Resulallah! Kitab (din) elden gidiyor!” diye bağırıyor.

SANKİ ÜZÜM TOPLAR GİBİ!
Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Fakat bu kahraman asker alnına isabet eden bir kurşunla vuruldu...
Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:51:36
17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey


Yine Çanakkale’deyiz... 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle Kilitbahir’e doğru ilerliyorlardı. Meydandaki çeşmenin önündeki bir şey, Hasan Beyin dikkatini çekmişti. Üzeri yara bere içerisinde bir köpek çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, bu perişan hâlini görenler taş atarak onu çeşmeden uzaklaştırmak istiyorlardı...


KÖPEĞİ KUCAĞINA ALDI!..


Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi köpeğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü... Hayvana su içirdi, yaralarını temizledi. Ardından karnını doyurdu ve köpeği alarak yoluna devam etti. İşte Hasan Bey böylesine şefkatli biriydi... O günden sonra köpeği yanından ayırmadı Hasan Bey! Bu zavallı köpek, kısa zamanda Mehmetçiklerin dostu olmuştu. Türk askerleriyle siperden sipere atlıyordu!..
Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. Yine siper savaşlarının birinde tarih 11 Temmuz’u gösteriyordu ve Mehmetçikler, Fransızları püskürtmüşlerdi! Savaş alanı Fransız askerlerinin cesetleriyle doluydu... Ama biz de zayiat vermiştik...
Hasan Yarbay da olayın tam ortasında askerlerine direktifler veriyordu. O sırada bir Fransız askerinin yerde kıpırdadığını gördü! Askerin yaralı olduğunu düşündü. Yardım etmek için Fransız askerin üzerine eğildi ki, ölü taklidi yapan asker, sakladığı hançeri Hasan Bey’in göğsüne saplayıverdi. Hasan Bey bir anda sarsıldı ve yere yığıldı. Yarasından oluk gibi kan akıyordu. Her şey aniden olup bitmişti...


ZAHMET BUYURDUNUZ EFENDİM!


O an acı bir havlama sesi duyuldu. Hasan Beyin köpeği olanca hızıyla koşup geldi ve velinimetinin yanına çöktü. Sahibinin ellerini yalıyor, âdeta kalkması için yalvarıyordu...
Derken, “Alay İmamı” da geldi Hasan Bey’in yanına! İmam dua okurken Yarbay Hasan Bey’in gözleri buğulanmış, çehresi solmaya başlamıştı.. Birden, silkinir gibi oldu ve yanındakilere; “beni ayağa kaldırınız” dedi. Askerleri onu yavaşça ayağa kaldırdılar. Üstü başı kan içinde olan ve son anlarını yaşayan Yarbay Hasan Bey; “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah” dedi. Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuştu... Ve ardından edepli bir hâlde şu son sözünü söyledi:
“Zahmet buyurdunuz ya Resulallah!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:54:35
Büyük cihangir Timur Han

Büyük Türk hükümdarı Timur Han, 1336’da Türkistan’daki Keş’te doğdu. 1370 yılında hükümdar olan Timur Han, askerî ve idarî düzenlemeler yaptı. Daha sonra seferlere çıkarak kısa zamanda bütün Orta Asya ve İran’ı ele geçirdi...


YILDIRIM BAYEZİD’E SIĞINDILAR...

1395 yılında Derbendi ele geçirerek kuzeye yönelen Timur Han, Ukrayna ve Kiev üzerine yürüdü. Özi Irmağı kıyısında bulunan Kırım ve Azak çevresindeki Ceneviz kolonilerini ele geçirdi ve Moskova’ya dayandı. 1398’de de Hindistan’a girdi...
Delhi’yi ele geçiren Timur Han, 1400’de toplanan kurultaydan sonra Gürcistan Seferine çıkma kararı aldı. Ardahan ve Kars üzerinden Bingöl’e geldi. Ahmed Celayir ve Kara Yusuf, Timur Han’dan kurtulmak için Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid Han’a sığındılar. Bayezid Han da, Timur Han’a bağlı olan Erzincan’ı ele geçirdi. Timur Han ise 1400 yılında Erzincan’a tekrar hakim oldu ve Sivas, Malatya ve Behisni şehirlerini ele geçirdi. Suriye üzerine yürüyen Timur Han, Halep’i ve Şam’ı aldı. 1402 yılında Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara’ya doğru hareket etti...


Ankara’da Çubuk ovasında yapılan savaşta Osmanlı kuvvetlerini büyük bir bozguna uğratan Timur Han, Yıldırım Bayezid’i esir aldı...


Bir yıl Anadolu’da kalan büyük cihangir, bütün Anadolu illerini ele geçirdi. 1403’te Gürcistan, 1405’te Çin seferine çıktı. Pir Muhammed’i yerine veliaht bırakan Timur Han, Otrar’da vefat etti. Ancak, sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı Semerkant’taki türbeye götürülerek defnedildi.


“VASİYETİMİ ASLA UNUTMAYIN!”

Timur Han, ölüm döşeğinde şunları söyledi:
“Oğullarım! Milletin refahını, saadetini sağlamak için sizlere bıraktığım vasiyeti ve tüzükleri iyi okuyun, asla unutmayın ve tatbik edin. Milletin dertlerine derman bulmak vazifenizdir... Zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin zulmüne bırakmayın... Adalet ve iyilik etmek, düsturunuz, rehberiniz olsun...”
Sonra oğlu Pir Muhammed Mirza’yı yanına çağırdı ve onu kendi yerine bıraktığını söyledi. Gözlerini yumdu ve; “Tek üzüldüğüm şey, oğlum Şahruh’u göremeden ölmemdir. Fakat ne yapayım, Allahü teâlâ böyle murad etmiş” dedi. Sonra da Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:56:33
Tahsin Kaptan ve Mülazım Yusuf...



Bugün de, Çanakkale Savaşında gemi kaptanlığı yapmış olan “Tahsin Kaptan”ın hatıraları arasında geziniyoruz:
Çanakkale ve İstanbul arasında erzak ve icabında asker, dönüşte hasta ve yaralı taşıyordum. Bir gün, Akbaş’tan İstanbul’a dönüyoruz. Gemiye yaralı ve hasta yükledik. Bir aralık geminin makinisti Hamza yanıma geldi “Kaptan baba! Alt katta bir mülazım seni istedi” dedi...



“BİRAZ SONRA ÖLECEĞİM!..”

Derhal yanına gittim. Genç bir zabit, ağır yaralı. İsmi Yusuf Efendi idi. Kendisiyle kısa bir konuşma yaptım. Bana “Biraz sonra ruhumu teslim edeceğim, cenazemi almaya hocam gelecek, ona teslim edin” dedi. Sadece dudakları tesbih ediyordu...
Yusuf Efendi sessizlik içinde uçup gitmişti... Canı teninden ayrılmış, nefes yok, nabız yoktu. Sadece uyuyor gibiydi. Onu kamarama taşıtıp kapıyı kapattım...
İstanbul’a geldik... Sirkeci Rıhtımı’na yanaşacağım. Hadi dedim. Yusuf Efendi’yi son bir kez daha göreyim. Kapıyı açtım, kamara gül kokusu içinde. Bir de ne göreyim, her yanı nurla kaplı, sanki tebessüm ediyor gibiydi. Sağında ve solunda güzellikleri dille ifade edilemeyecek iki zat oturmuş, Kur’ân-ı kerim okuyorlardı. Beni görünce kayboldular. Bu gördüklerim akıl ölçülerine uymuyordu. İhsan deryası içinde yüzüyoruz da bu yüzden suyun başını hiç düşünmüyorduk...



ÇEVRE YOLU YAPILIRKEN...


Ve yıl 1971... Karayolları İstanbul’da Çevre yolları inşasına başlamış. Planlanan güzergâha göre Edirnekapı Şehitliği’nin bir kısmından da yol geçecektir. Fakat burada Çanakkale Savaşlarının aziz ve ulvi bazı şehitleri de yatmaktadır.
O tarihte Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü 1. Grup Şefliği’nde inşaat sürveyanı olarak görev yapan Ahmet Yenel’i dinleyelim:
“Çevreyolu ve tünelinin geçiş yapacağı istikamette, Edirnekapı Mezarlığı bulunmakta. Ne aksi tesadüf ki Çanakkale Şehitleri’nin gömülü kısmı da tam yolumuzun üzerinde, mecburen mezarları açıp şimdiki şehitliğe nakledeceğiz.
Bir kabirden; elbise ve vücudu nokta kadar bozulmamış bir subay çıktı karşımıza. Tam uykuya dalmış bir kişi, pantolonunun iki yanında kırmızı dikişi vardı. Gözleri yumuk sanki bize gülümsüyordu... Mezar taşında ismi yazılmamıştı ancak, inceleme sırasında isminin Mülazım Yusuf olduğu tespit edilmişti.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:57:58
“Baban gelirse, beni çağır oğul!”


Köyün yağız delikanlısı Ali, hâfız olmuştu... Ağzı dualı anası; “Bir de oğlumun mürüvvetini görsem!” diye geçirdi içinden... Ve köyün, güzel olduğu kadar terbiyeli kızı Adeviye’yi istedi Ali’sine... Çok geçmeden de sâde bir düğünle evlendirdi...
Ancak vatan toprakları tehlikedeydi o günlerde. Adeviye, Ali’yi kendi elleriyle hazırladı cepheye. “Git Ali’m!.. Vatan için, doğacak evlâdımız için git” dedi...


“ALİ’MDEN HABER VAR MI?”

Ali gitmişti bir kış soğuğunda. Cepheden şehitlerin haberi tez ulaşıyordu köye. “Ali’mden bir haber var mı?” diyordu Adeviye kalbi yerinden fırlarcasına. Bir haber yoktu Ali’den. Sağ mıydı, yaralı mıydı, adı sanı bilinmez bir yerde şehitlerin arasına mı karışmıştı, bilen yoktu... Adeviye günlerce, mevsimlerce bekledi, bekledi...
Günler yokluk, kıtlık ve sıkıntıyla geçiyordu. Asker Ali’den iyi veya kötü, bir haber gelmiyordu. Adeviye’nin tesellisi minik yavrusu Cevdet’i olmuştu. Çalan her kapı, duyulan her ayak sesi, Adeviye’nin yüreğini hoplatıyordu. Ya gelen Ali ise! Rüyalarına sık sık giren Ali, evine gelmiyordu bir türlü...

...Ve, babasının bir fotoğrafını göremeden büyüyen Cevdet, yürümeye başlamıştı... Cevdet, Çanakkale’yi anlatan ninnilerle büyümüş; masal yerine, destanlar dinlemişti anasından.
Ülke düşmandan temizleneli yıllar olmuştu. Ali’nin âkıbetinden haber yoktu. Köylü; “Kocan şehit olmuştur, bekleme artık Ali’yi” diyemedi...
Yaslı anacığına acısını unutturmaya çalışan Cevdet büyümüş, iş güç sahibi olmuştu. Adeviye ne vakit bir yere gidecek olsa, “Baban gelirse, çağır beni oğul!” derdi...


CEVDET’İNE DİYECEKLERİ VARDI!..


Günler yerinde durmadı. Zaman çark misali döndü. Alınlarda çizgiler derinleşti, saçlara beyazlıklar aktı. Adeviye, Ali’nin geleceği ümidiyle yaşadı durdu...
Savaş yıllarının taze gelini, şimdilerin nurlu ninesi Adeviye, güçten takatten kesilmişti artık. Geri dönülmez hastalığın pençesine düşmüştü. İyice ağırlaşmıştı... Cevdet’ini yanına çağırdı, yavaşça “Oğlum!” dedi. “Bana iyi baktınız. Hakkınızı helâl edin. Baban bir gün gelirse ona; annem seni hep bekledi, de...”
Cevdet’in ve oradakilerin gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülürken, Adeviye aniden irkilerek doğruldu, kapıya doğru gülümseyerek “Hoş geldin Ali, hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 21:59:55
“Ayaklı Kütüphane” İsmail Sâib Sencer


İsmail Sâib Sencer, Beyazıt Kütüphanesi’nin ilk müdürlerindendir. İsmail Hoca bir deryadır ama kitap yazmaz. Ona ait eserlerin var olduğu söylense de, o hiçbir esere imza koymaz.


ÖYLE BİR HAFIZASI VARDIR Kİ!..

O devirde mühendislik fakültesi dört, tıp fakültesi altı yıl diye bir kural yoktur. Eğer derslerini alır ve imtihanları verebilirseniz bir yılda bile mezun olabilirsiniz. İşte Hocaefendi de bir ara tıbba merak salar, bütün imtihanları verir ama “gel diplomanı al” dediklerinde omzunu silker, “ben fakülteyi merakımdan bitirdim” der, “hekimlik yapacak değilim ya!..”

İsmail Sâib Sencer, Darulfünun’da (İstanbul Üniversitesi) Arap Edebiyatı okutur daha sonra da kürsüyü terk edip Beyazıt Kütüphanesi’nde görev alır, ilim adamlarına yol göstermeye başlar. “Ayaklı Kütüphane”lerimiz; on binlerce cilt eserin konusunu, müellifini, tarihini (ve şaşacaksınız ama içindekileri de) ezbere bilir ilim adamlarına yol gösterirler. Ki İsmail Sâib Sencer Hocaefendi de onlardan biridir işte...

Mübareğin hafızası, müdürlüğünü yaptığı Beyazıt Kütüphanesi’ne bile fark atar, yerli ve yabancı araştırmacılar etrafında pervane olurlar. Hocaefendi, diğer İstanbul kütüphanelerindeki eserlerden de haberdardır. Konularını, baskı tarihlerini, hatta sayfa sayılarını bilir, kaynak arayanlara tabela olmaya bakar.
İsmail Saib Sencer’in 80 civarında kedisi vardır! Niçin derseniz; kitapları farelerden korumak için!.. Çok cüzi maaşının bir kısmıyla kedilere yiyecek alır, bir kısmını da fakirlere verir...


KARDEŞİNİN EVİNE SIĞINMIŞTI!

İbnülemin Mahmut Kemal İnal anlatıyor:
“Hastalandığını ve kardeşinin evine sığındığını işittim. Derhal koştum, zor nefes alıyordu, hafif bir sesle selam verdim. Gözlerini araladı, beni tanıdı. İnşallah sağlığınıza kavuşursunuz, dedim.
“Allahü tealadan afiyet, Resulullah efendimizden şefâat dileyiniz. Bak, Resûl-i Ekrem Efendimiz burada” diyerek karşı duvarı gösterdi. Öyle yürekten bir ‘Allah’ dedi ki bana ağlama hissi geldi. Gözyaşlarımı saklamak için odadan çıktım. O arada ruhunu teslim etmiş.”
1940 senesinin 22 Martında 75 yaşında vefat eden İsmail Sâib Sencer’in cenazesi büyük bir cemaat tarafından Merkez Efendi’nin yanı başına defnedilir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:01:30
Bir hikmet ehli Cimmeni


Cimmeni hazretleri, Maliki mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Nesebi eshab-ı kiramdan Mikdad bin Esved’e kadar uzanır. 1628 (H.1037) senesinde Tunus’ta Cimmane kasabasında dünyaya geldi. İlim tahsil etmek için Cezayir’e gitti. Orada birçok âlimden Maliki fıkhını öğrendikten sonra ilmini artırmak için Mısır’a gitti...


KİTAPLARINI KURTARAMADI!..

Kahire’de dokuz sene kalan Cimmeni hazretleri, burada el-Ezher’de büyük âlimlerin derslerine devam etti. Her birinden icazet alarak memleketine dönmek üzere İskenderiye’den gemiye bindi. Ancak gemi yolda battı. Kendisi kurtuldu, fakat kitapları denizde kayboldu. Bunun üzerine tekrar Kahire’ye döndü ve kitapları yeniden temin etti. Tekrar memleketine gitmek üzere yola çıktı ve Tunus’a salimen ulaştı. Buradan Cerbe adasına giderek insanlara ilim öğretmeye başladı...
Bu mübarek zatın, kıymetli nasihatleri vardır. Sevdiklerine buyurdu ki:

“İnsanlar Allahü teâlâdan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalblerinden gitti mi, yollarını kaybederler.”

“Bir kula bak; vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor.”

“Açlık nûrdur. Tokluk ateştir. Şehvet odundur. Şehvet ve tokluk bir araya gelince, ateş yanmaya başlar. Sâhibini yakıp bitirir.”

“Herkesin kalbinde, cömertlere karşı muhabbet, cimrilere karşı nefret vardır.”


SABIR NEDİR?..“

Sabır; Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”

“İlim tahsil ettiği hâlde, bununla amel etmeyene âlim denilemez.”

“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O’nun sevgili peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”


Cimmeni hazretleri 1722 (H.1134) senesi Rebiul-evvel ayının onbeşinde cuma gecesi Cerbe’de vefat etti. Ders verdiği medresenin bahçesine defnedildi. Talebelerine son nasihat olarak şunları söyledi:


“Sizden yüz çevirenin peşine düşmeyin!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:03:01
Çanakkale kahramanı Binbaşı Bedri Bey


Çanakkale muharebelerinde destan yazan vatan evlatlarının kahramanlık menkıbeleri, yeni nesillere ışık tutmaktadır. Bu kahramanlardan biri de Binbaşı Bedri Bey’dir...


“HER ŞEYİMİ SANA BORÇLUYUM”

Allah yolunda vatan ve millet için canını seve seve fedâ eden Binbaşı Bedri Bey’in rûhî derinliğini ifâde eden, annesine, hanımına ve bir arkadaşına yazmış olduğu mektuplar, bir Müslümanın mânevî ufkunu teşhîs etmeye ve onun mânevî mertebesini ve ölümündeki asâleti ifâdeye kâfîdir.
Binbaşı Bedri Bey, şehâdetinden kısa bir müddet evvel annesine yazdığı mektubunda diyor ki:


“Vâsıyyetimdir.

Canım anneciğim,

Her şeyimi, ama her şeyimi sana borçluyum. Hep sana hizmet etmeyi, yanında kalmayı, sana hürmet etmeyi, güzel kokunu koklamayı arzuladım. Çok az kısmet oldu. Bu dünyâda sana doyamadım.
Anneciğim, dünyâyı sevemedim, tat da alamadım. Allah’ın emir ve rızâsına aykırı her şey beni rahatsız etti. Velhâsıl dünyâ bana küstü, ben de ona. Eğer sen veya ben önce gidersek, önce giden kucağını açıp beklesin! Elbette kavuşacağız. Saçından bende bir tutam var. Onu yanımda taşıyorum. Ölürsem, Allah’ın izniyle bu, kahramanca bir ölüm olacaktır. Saçının telleri, yanımda kalsın. Sakın ağlama! Bil ki, göğsümde Kur’ân var! Kalbimde îmân ve dudaklarımda da son olarak Allah’ın zikri olacak. Gönlün müsterih olsun!
İbâdetlerimin, zikirlerimin hepsini bağışladım. Elimde bir şey kalmadı. Rabbimin huzûruna bomboş gidiyorum. Fakat O’nun gufrânının beni sımsıkı kuşatacağını umuyorum. Sana başka ne yazayım, evvel gidene selâm olsun!..
Oğlun Bedri”


HERKESİ İMRENDİRECEK TEVAZU...
Binbaşı Bedri Bey, bu mektubunda yalnız zâhirî hayâtından, benliğinden değil, Allah yolunda kazandıklarından bile, onları başkalarına bağışlayarak vazgeçtiğini ve Rabbine “hiç”leşmiş bir hâlde teveccüh ettiğini, herkesi imrendirecek bir tevâzû ve asâletle ne güzel ifâde ediyor!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:04:08
Gülen şehid Ebu Akil


Yemame Harbi, Hazret-i Ebubekir (radıyallahü anh) devrinde, 633’te, yalancı peygamber Müseyleme’tül-Kezzab ordusuna karşı yapılmıştır...


MÜSEYLEME ÖLDÜRÜLDÜ...

Müseyleme’tül-Kezzâb, peygamber olduğunu ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusu bu alçak fitnecinin üzerine sevk edilmişti. Harbin başında İslâm ordusu daha önce gönderilen İkrime ve Şurahbil ordusu gibi geriledi. Hatta Benî Hanîfe kabilesinin mürtedleri, Hâlid bin Velîd’in çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı.
Bu sırada İslâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseyleme’tül-Kezzâb’ın ordusunu bozdu. Yine bu sırada Hazreti Vahşi; Hazreti Hamza’yı şehîd ettiği mızrak ile Müseyleme’tül-Kezzâb’ı öldürdü.
Bu cengde Müseyleme’tül-Kezzâb’ın kırk bin kişilik ordusundan yirmi bini öldürülmüş, fakat Müslümanlardan da iki binden ziyade şehîd verilmişti. Bunun üç yüz altmışı muhacirden, kırk kadarı da ensârdan ve kalanı da tâbiînden idi. Şehîd olanların içerisinde yetmişten ziyade hafız vardı.
Yemame Savaşı bütün şiddeti ile devam ediyordu... Yalancı peygamber olan Müseyleme için Müslüman sahabiler şanlı hücumlarını başlatmışlardı. Onların içinde ensardan bir genç vardı, daha taze idi, çiçeği burnunda olan bir gençti. Adı Ebu Akil idi.


“ZAFER HANGİ TARAFIN?”

Abdullah ibn-i Ömer (radıyallahü anh) anlatıyor:
Ebu Akil’i devamlı kontrol ediyordum, bir ara kâfir darbesi ile yere yıkıldı. Kan kaybediyordu. Çadırıma götürdüm, kanını sildim. Sanki ölmüş gibiydi. Bu ara tekrar hücuma geçildi. “Ey ensar gösterin yiğitliğinizi” nidası Ebu Akil’in kulağına gelince hemen yerinden fırladı ve gözden kayboldu. Onu araya araya buldum gördüm ki kollarını bile kaybetmiş ve yere yuvarlanmıştı. Ölmek üzere idi. Fakat dudakları ile bir şeyler söylemek istiyordu. Kulağımı ağzına iyice dayadım ve:
- “Ey Ebu Akil ne diyorsun?” dedim. Ebu Akil kendisini topladı ve şöyle dedi:
- “Zafer hangi tarafın?” Ben; “Müjde, Müslümanlar kazandı” dedim. Baktım ki Ebu Akil gülüyor. Güldü ve bu tebessüm ile ruhunu teslim ederek şahadet şerbetini içti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:05:48
“Anamın elini benim için öp!”


Çanakkale muharebelerinin kahraman gazilerinden Mehmet Çavuş (Aşkın) hatıralarında diyor ki: “İngiliz donanması Saroz’dan top atışları ile bize son derece ağır kayıplar verdiriyordu. Her taraf toz duman içindeydi. Top mermilerinin düştüğü yerler alev alev yanıyordu. Düşman gemilerinin her ateşinden sonra ortalıkta kopmuş kol ve bacaklar, feryad edip inleyen yaralılar, dehşet verici bir manzara arz ediyordu. Buna rağmen askerimizin gayret ve cesaretinden hiçbir şey eksilmiyordu.
Böyle bir atıştan sonra, aynı birlikte silah arkadaşım Recep Eniştemi, iki ayağı kopmuş çalıların üzerinde gördüm, henüz sağ idi. Yanına kadar gidebildim. Onu o vaziyette görünce ağlamaya başladım. Henüz ruhunu teslim etmeyen eniştem:


“O SAADET BANA YETER”
“Kardeşim niçin böyle ah edip ağlarsın, benim ciğerimi dağlarsın! Allah’ın verdiğine merhaba! Takdir-i ilâhi böyle imiş! Onun kazası geri çevrilmez ve hükmüne mani yoktur. Elimizden ne gelir. Arzuladığım şehadet, cihad yolunda oldu. O saadet bana yeter! Sen sağ kalırsan, anamın elini benim için de öp! Hakkını helal etsin!” dedikten sonra “Başımı kıbleye doğru çevir!” diyebildi... Ruhu çoktan uçmuştu...


“ÜZERİMDE HARB EDİNİZ!”
Daha sonra birliklerimiz, İngilizlerin yeni getirdikleri takviye birliklerinin sahilden içerilere ilerlemesini engellemekle görevlendirildi. Alayımız yürüyüşe geçti. Karayürek Deresi’ne doğru iniyorduk... Bir akşam beni keşif kolu çıkardılar bu derenin yatağında geziniyordum. Çok susamış idim. Dere şırıldıyordu, mataramı doldurdum. Birkaç yudum içtiğimde, içtiğim suyun tadı çok başka idi. Avucuma mataradan su aldığımda, matarama su yerine kan doldurduğumu anladım.
Hemen sonra alayımız geldi ve birden kendimizi düşman ateşi içinde bulduk. Pusuya düşmüştük. Birçok arkadaşımız gafil avlandı. Bunlardan, köylümüz olan Halil, bölükle birlikte süngü hücumuna kalkmıştı, ağır bir yara alarak yanıma yıkıldı. Bir müddet sessiz kaldı ve sonra: “Ahretlik, ölümüm yaklaştı, öldükten sonra cesedimi geriye götürtme, buraya ellerinle göm! Üzerimde harb ediniz! Ta ki gazilerin ayak seslerini Allah! Allah! nidalarını rahatlıkla duyayım!” dedi ve gülerek ruhunu teslim etmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:08:08
Dünyaya verilen insanlık dersi!..


Tarihin şeref levhasıdır Çanakkale... Kolay kolay ne anlatılır orada yaşananlar ne de aklı alır insanın orada yaşananları...
Hangi akıl kabul eder, et ve kemikten bir ordunun zırhlıları püskürteceğini?.. Gül bahçesine koşarcasına ölüme atılan babayiğitlere kim inanır? Topun tüfeğin, uçağın karşısına süngüsüyle çıkan birine kim “akıllı” der... İşte onlar bütün bunları yaptılar ve göğüslerindeki sarsılmaz imanla cennete uçtular... Geride ise akıllara durgunluk veren hatıralar bıraktılar...
Evet, bugün de; bir kolu ile bir ayağını kaybeden işgalci güçlerin komutanı olarak görev yapmış olan Fransız generali Bridges’in hatıralarından uzanıyoruz Çanakkale’ye... Yurduna döndükten sonra anlattığı bir hatırasında şöyle diyor Bridges:


“NİÇİN YARDIM EDİYORSUN?”

“Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için daima iftihar edebilirsiniz... Hiç unutmam. Savaş alanında çarpışma bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız yatıyor, bir Türk de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

“Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün...”


GENERALİN AĞLADIĞI AN!..

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım...
Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzara karşısında âdeta kanımın donduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Tabii, az sonra ikisi de öldü...”

***
Savaş hatıraları bitmez... Bu vesileyle, Çanakkale Savaşını kazanarak; vatanı, bayrağı ve milleti için hayatının baharında şehit düşen (adı bilinen ve bilinmeyen) bütün kahramanlarımızı minnet, şükran ve rahmetle anıyor, ruhlarına Fatihalar gönderiyoruz...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:13:33
Bir şeref tablosu Galiçya


Galiçya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kuruluşundan, İttifak Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerine kadar, Avusturya tacına bağlı olup, bu imparatorluğun bir eyaletiydi. Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, Galiçya’ya göz koymuş bulunan ve uzun zamandır gizli ajanları vasıtasıyla hazırlık yapmış olan Rusya, 1914 Eylülünde Doğu Galiçya’yı işgal etmiş, 1915 Mayısında ise Alman ve Avusturya hücumu karşısında çekilmek zorunda kalmıştı...


15 BİN ŞEHİT VERİLDİ!..

Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklerimize yardım için asker gönderdiğimiz Galiçya cephesinde, 33 bin asker ve subaydan meydana gelen 15. Kolordumuz 15 bin şehit ve yaralı vermişti. Ruslara karşı savaşan ordumuz, her türlü imkansızlığa rağmen kahramanca çarpışmış ve üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmişti.

Şair Süleyman Nazif’in Galiçya adlı eserinde, 15. Kolordu Komutanı Yakup Şevki Paşa tarafından bizzat onaylanmış olan Galiçya kahramanlarının hikâyeleri anlatır. İşte onlardan biri:

“62. Alay, 3. Tabur, 10. Bölük... Çineli Ali oğlu Mehmed... Bölük Komutanı Mustafa Efendi’ye, 421 rakımlı tepenin doğusundaki ve orman içindeki siperleri ele geçiren düşmana karşı saldırması emredilmişti. Mustafa Efendi bölüğü ile düşman üzerine atıldı. Osmanlı askerlerinin saldırı silahı daima süngüdür. Süngü şakırtısına karışan “Allah Allah” sesleri düşmanı pek şaşırtmış, darmadağın etmişti. Yakayı kurtarabilen Moskoflar kaçmaya başlamışlardı. Bu elli kişilik ateş parçası Müslüman evladı, bütün siperleri Ruslardan temizleyerek geri almayı başarmışlardı.


“YAŞASIN 10’UNCU BÖLÜK!”

Tam bu sırada, bir düşman şarapneli Mehmed’i göğsünden yaralamış, takatsiz düşürmüştü. Sırtını ara siperine dayayarak arkadaşlarına bakan yiğit Mehmed, ‘Bu siperleri biz yaptık, hepimiz ölürüz, yine düşmana vermeyiz!’ diye haykırıyordu...
Fakat Mehmed’in yarası hafif değildi. O vaziyette bile aralıksız, yağmur gibi yağan düşman şarapnelleriyle âdeta alay ediyordu.
Aslan Mehmed’in son sözü ‘Yaşasın 10. Bölük!’ oldu ve Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti...”

Çanakkale’de, Sina’da, Yemen’de, Kafkasya’da bizlerden fatiha bekleyen şehitlerimiz kadar şerefle ve rahmetle anılmayı hak eden, Galiçya kahramanlarını da unutmayalım...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:19:43
Tufeyl bin Amr (radıyallahü anh)


Tufeyl bin Amr Dûsî radıyallahü anh, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu.


ZİLKEFEYN PUTUNU YIKTI!..

Peygamber efendimiz, Mekke’de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekkeli müşrikler ise, Resûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.
Tufeyl bin Amr Dûsî radıyallahü anh kendisi bizzat şöyle anlatır:

“Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’ye hicret edince, Bedir, Uhud ve Hendek gazâları yapıldı. Müslümân olanlardan bir cemâat ile birlikte, Hayber Gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gittik. Mekke fethedilinceye kadar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulundum. Mekke’nin fethinden sonra, beni Zilkefeyn adında bir putu yıkmak için gönderdi. Gidip o putu yıktım, geldim. Ondan sonra, vefâtına kadar Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile berâber oldum...”

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra Araplardan dinden dönenler oldu. Tufeyl bin Âmr “radıyallahü anh” bir grup Müslümânla Yemâme tarafına cihâda giderken yolda bir rüyâ gördü. Çok etkilenmişti. Rüyâsını arkadaşlarına şöyle anlattı:
“Başımı tıraş ettiler, ağzımdan bir kuş çıkıp uçtu. Bir kadın beni gördü, alıp karnının içine koydu. Oğlum beni çok aradı, bulamadı...”


RÜYASINI KENDİ TABİR ETTİ

Arkadaşları bu rüyâsını hayra yordular. Kendisi, “Ben bu rüyâmı şöyle tabîr ettim, dedi: Başımı tıraş etmeleri, bu gazâda başımı vereceğimi, şehîd olacağımı gösterir. Ağzımdan çıkan kuş rûhumdur. Beni karnına koyan kadın yeryüzüdür. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması ise, onun bu gazâda şehîd olmayı çok isteyip, şehîd olamamasını gösterir.”

Tufeyl bin Âmr “radıyallahü anh” bunları söyledikten sonra muharebe meydanına atıldı ve şehîd oldu. Oğlu Amr ise çok yara aldı. Fakat sonra sıhhâte kavuştu. Hazret-i Ömer’in “radıyallahü anh” halîfeliği zamânında Yermük senesinde o da şehîd oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:22:21
Abbasi halifesi Me’mûn


Me’mun, Abbasi halifelerindendir. Halife Hârun’ür-Reşid’in oğludur... Hârun’ür-Reşid’in ölümünden sonra oğlu Emin tahta geçti. Hârun’ür-Reşid, Emin’i velîahd yapmış, ondan sonra da kardeşi Me’mûn’un, hükümdar olmasını kararlaştırmıştı. Emin, hükümdar olunca kardeşi Me’mûn’u velîahdlıktan azletti. Çünkü saltanatı oğlu Abdullah’a bırakmak istiyordu...


İMAM ALİ RIZA’YI ÇOK SEVERDİ

Emin bu konuda kendisine engel olmak isteyen kimseyi dinlemedi ve kardeşi Me’mûn’u ortadan kaldırmak için, ordusunu üzerine gönderdi, fakat ordusu bozuldu ve kendisi Hicri 198. yılında öldürüldü.

Me’mûn, kardeşi Emin’le savaşırken ona galip gelirse, halîfeliği İmâm Ali Rızâ hazretlerine vereceğini ilan etti. Çünkü onu çok severdi. Halîfe Me’mûn kardeşi ile olan savaşı kazandıktan sonra, İmâm Ali Rızâ’ya bir mektup göndererek, hilâfeti kendilerine terk edeceğini bildirdi. İmâm Ali Rızâ birçok sebepler ileri sürerek bu teklifi kabul etmedi...


Bir gün Halîfe Me’mûn ava çıkarken, çocukların oynadığı sokaktan geçti. O esnada, bütün çocuklar sokaktan kaçtı. Muhammed Cevâd da orada çocukların yanında duruyordu. Yalnız o olduğu yerden ayrılmadı. Bunun üzerine Halîfe Me’mûn ona yaklaşarak: “Ey çocuk! Sen neden kaçmadın?” diye sorunca, İmâm-ı Takî “Ey Emîr-ül-Müminîn, yol dar değil ki, kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki, senden korkup kaçayım. Senin suçsuz kişileri incitmeyeceğine inanıyorum” diye cevap verdi.


SEN KİMİN OĞLUSUN?

Bu güzel yüzün ve tatlı sözlerin sâhibi olan çocuk halifenin hoşuna gitti. Ona; “Sen kimin oğlusun?” diye sorunca, “İmâm Ali Rızâ’nın oğluyum” cevâbını verdi. Halîfe, İmâm Ali Rızâ’yı rahmetle andı. Daha sonra Me’mûn, kızı Ümmü Fadl’ı Muhammed Cevâd’a nikâh etti...
Ümmü Fadl, bir gün babası halife Me’mûn’a bir mektup yazarak, İmâm-ı Takî’nin kendisinin üzerine başka bir hanım almak istediğini şikâyet etti. Halife Me’mûn cevap yazarak; “Seni İmâm-ı Takî’ye verirken, Cenâb-ı Hakk’ın ona helâl ettiğini haram etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikâyet mektubu yazma” dedi.

Halife Me’mun 833 senesinde vefat etti. Ölümü esnâsında, “Ey mülkü dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:23:48
Yemame şehidi Sabit bin Kays


Sabit bin Kays radıyallahü anh, Muhacirîn’in en meşhurlarından ve Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve selem) hatiplerindendir.
Peygamber efendimiz, Medîne-i münevvereye teşrif ettikten sonra Medîneli Müslümanlardan söz aldı. Bu söz alma esnâsında hatîpliği ile meşhûr olan Sâbit bin Kays hazretleri, son derece, fasih ve beliğ olarak dedi ki:


NEYİ VAAD EDİYORSUNUZ?

“Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi vaad ediyorsunuz?”
Peygamber efendimiz, bu samîmî karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevap verdiler: “Cenneti!”


İKİ BİN ŞEHİD VERİLDİ

Orada olan herkes bu cevaptan çok memnun olup, hepsi de, “Razıyız” dediler. Böylece kadın erkek bütün Medîneliler, Resûlullah efendimize bî’at ettiler, söz verdiler.
632 senesinde Tuleyha isminde birisi, Peygamber olduğunu iddia etti. Halîfe Hazreti Ebû Bekir, Hâlid bin Velid hazretlerinin komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid’i yola getirmek üzere gönderdi. Bu ordunun bir kanadına Sâbit bin Kays kumandanlık yaptı...
Tuleyha yola getirildikten sonra Hâlid bin Velid kumandasında, İslam ordusu Müseylemet-ül Kezzâb ile Yemame’de çarpıştı. Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü. Buna karşı iki bin İslâm askeri şehîd oldu...
Sâbit bin Kays ve Ebû Dücâne’nin de aralarında bulunduğu üç yüz altmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu.


KUL HAKKINDAN KURTULAYIM!

Yaralılar arasında bulunan Sabit bin Kays, şehid olmadan önce yanındaki sahabiye şöyle dedi:
“Ben sana şimdi vasiyet ediyorum. Sen benim arkadaşımsın. Benim atım filan çadırın yanında bağlıdır. Atımın gümüş işlemeli eyeri de hemen oradadır. Sen yarın sabah erkenden git, o çadırın yanındaki atımın eyerini atımın üzerine vur, atımın yularından tut, ordu kumandanı Halid bin Velid’e götür. Bu atımı satsın, onun parasını al, üzerimde hakkı olan insanlara, falanlara benim borcumu öde. Öde ki, ben kul haklarından kurtulmuş olarak şehitlik makamına yükseleyim.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:26:57
Fıkıh âlimi Ahmed Zâhid


Ahmed Zâhid, evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1416 (H.819) senesi Rebî’ul-evvel ayının yirmi dördünde, Kâhire’de vefât etti. Maksem’de kendi yaptırdığı câminin yanına defnedildi. Kabri ziyâret yeridir.


İLMİ İLE ÂMİL BİR ZAT
Ahmed Zâhid küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Şeyh Hasan Şüsteri ve zamânında bulunan büyük velîler ile görüşüp onların sohbetlerinde yetişti. Ahmed Zâhid, kâbiliyeti ve üstün gayretleri ile kısa zamanda yetişerek kemâle geldi. İlmi ile âmil olan âlimlerin büyüklerinden, tasavvuf yolunda bulunan yüksek derece sahiplerinin üstünlerinden oldu. Tasavvuf ehli arasında kendisi için, zamânında bulunan evliyânın Cüneyd-i Bağdâdî’si denirdi.
Bu mübarek zat, birçok yerde hayır ve hasenât olarak ilim yuvaları, câmiler yaptırdı. El-Maksem’deki câmisi en meşhûr olanıdır. Burada vaaz edip ders verirdi.

Ahmed Zâhid, vefâtına yakın bir kâğıda şunları yazdı:

“Ben, fakîr Ahmed Zâhid derim ki! Kelime-i şehâdetin mânâsına kalbiyle inanıp ve diliyle de söyleyen bir kimseyim. İslâm dîni dışındaki her din ve inanıştan ve Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası dışındaki her fırkadan uzağım. Allahü teâlâya ve Allahü teâlâdan gelen şeylerin hepsine, O’nun murâdına uygun îmân ettim. Resûlü Muhammed aleyhisselâma ve getirdiklerine O’nun bildirdiği şekilde îmân ettim. Aklıma, hatırıma gelen şeylerin hiçbirisine Allahü teâlâ benzemez. Bu şehâdetimi Allahü teâlâya emânet bırakıyorum. Allahü teâlâ, kendisine emânet bıraktığım bu güzel inanışım ile, muhtaç olduğum son nefeste yardım eder ve îmân ile gitmemi nasîb eder inşâallah...


BU MEYYİTE AZAP YAPMA!..

Ey kardeşlerim, size Allahü teâlâdan korkmayı, O’nun emirlerini öğrenmeyi ve öğrendiklerinizle amel etmenizi tavsiye ediyorum. Beni defnettiğinizde, başucumda Fâtiha ve Bekara sûresini okuyunuz. Yâsîn ve Tebâreke sûrelerini de okuyup, hâsıl olan sevâbı bana hediye ediniz ve üç defâ şöyle deyiniz: “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun Ehl-i beytinin ve Eshâb-ı kirâmının hürmetine bu meyyite azap yapma!..”
Arkamdan hayır ve hasenâtta bulununuz. Talebelerim ve çocuklarım benim vârisimdir...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:34:15
Osmanlı ulemâsından Yayabaşızâde Efendi



Yayabaşızâde Efendi, Osmanlılar zamânında yetişen hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Hızır bin İlyâs bin Abdülvehhâb’dır. “Yayabaşızâde” ismiyle tanınır. İstanbul’da Eyüb Sultan semtinde doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir...

İLME OLAN İSTİDÂDI YÜKSEKTİ...

Yayabaşızâde, çocukluğunda Yeniçeri Ocağına kayıtlı iken orada verilen ders esnâsında ilim öğrenme istidâdının fazla olması dikkatleri çekti. Bunun üzerine ilmiye sınıfına geçti. Mâlülzâde Nakîb Efendiden ders almağa başladı. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini bu zâtın huzûrunda tamamladıktan sonra, o zamanda bulunan Halvetiyye büyüklerinden Vişne Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu...

Yayabaşızâde Efendi, Osmanlı ordusunda bulunup, Allah yolunda gazâ etmenin fazîletine dâir vaaz ederdi. Sultan Üçüncü Mehmed Hân ile gittiği Eğri Seferinde, Tabur Cenginde, 1596 (H.1005) senesi Rebî’ul-evvel ayının yirmi sekizinci günü şehîd oldu. Cenâzesini İstanbul’a getirmek istedilerse de, gördükleri bir rüyâ üzerine, Tatar Pazarcığı beldesinde, Dülbendzâde Câmii avlusunda defnettiler...
Bu mübarek zatın Eğri seferine gitmesi şöyle anlatılır:
Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıkarken, Orduyu vaaz ve nasîhat ile takviye etmesi için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber götürmek istedi. O da Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle sefere katılmayı kabûl etti.


ASKERİ MUHAREBEYE HAZIRLADI

Sefere çıkmadan evvel, elindeki Beydâvî Tefsîri’ni, talebelerinin büyüklerinden Bosnalı Hüseyin Efendiye gönderip; “Mütâlaa ettikçe bize duâ etmeyi unutmasın” dedi. Bundan sonra pâdişâh ile birlikte sefere çıktı... Yol boyunca askeri çok güzel bir şekilde muhârebeye hazırladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup, firâr kaçınılmaz bir hâl almışken, Yayabaşızâde Efendi, Pâdişâhın huzûruna çıkıp;

“Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül ediniz. Neticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda şehîd olacağımı ümid ediyorum” dedi ve toplanan askerle düşman üzerine at sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi, nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:35:34
“Silsile-i aliyye”den Ubeydullah-ı Ahrâr


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Türkistan’ın büyük velîlerindendir. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti...


İSTANBUL’UN MANEVİ FATİHİ

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u muhasara altına alınca bu mübarek ona görünür ve; “Askerlerine cenk etmelerini emreyle!” buyurur. Kendisi de küffar üzerine at koşturur. Malum olduğu üzere İstanbul’un fethi müyesser olur. Bu sebeple ona “İstanbul’un manevî fâtihi” denilir...
Hikmetli sözleri pek çoktur.
Buyurdu ki:
“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri hastalanmıştı... Seksen dokuz gün yattı. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsam, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir” buyurdu.

Mübareğin, 1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir cumâ günü hastalığı ağırlaştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu...


BİR NUR GÖRÜLDÜ VE...

Talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:
“Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:36:57
O bir alperen Şeyh Edebâlî


Şeyh Edebâlî hazretleri, Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocasıdır. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik’te vefât etti...


OĞUZ BOYLARI ANADOLU’DA...

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına giden Edebâlî hazretleri, hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Anadolu’yu aydınlatan alperenlerden; derviş mücahidlerden oldu... O yıllarda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu’da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu’ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu...

Şeyh Edebâlî hazretleri, damadı Osman Gâzi’ye buyurdu ki:

“Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz... Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin!.. Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve irâdene sahip olasın...
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul! Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmaktan kaçmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır...
Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!..”


İLİM SÂHİPLERİNİ KORUYUNUZ

Şeyh Edebâlî hazretleri, vefâtlarına yakın talebelerine şöyle vasiyet etti:
“Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.”
“Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz!”
“Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:39:19
Büyük müderris Pîr Fethullah


Pîr Fethullah hazretleri, velîlerin önde gelenlerindendir. Kastamonu’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1456 (H.861) târihinde Erzincan’da vefât etti. Hocası Pîr Muhammed hazretlerinin Câmi-i Kebîr yakınındaki kabri yanına defnedilmiştir...


MOLLA CÂMÎ’NİN TALEBESİ

Pîr Fethullah hazretleri, gençliğinde ilim tahsîli için Tebriz ve Horasan’a gitti. Orada Molla Câmî hazretlerinden okudu. Sonra Uzun Hasan onu müderris olarak, Erzincan’daki bir medreseye tâyin etti. Pîr Fethullah, Erzincan’da Halvetî yolunun büyüklerinden Şeyh Muhammed Erzincânî hazretlerine talebe oldu. Onun bereketli sohbetlerinde mânevî ilimlerde yetişip kemâle geldi. Çok kerâmetleri görüldü...
Pîr Fethullah hazretlerine vefâtından az önce talebeleri;
-Efendim, sizden sonra yerinize kimi bırakıyorsunuz? diye sormuşlardı. Bunun üzerine Pîr Fethullah hazretleri;
-Vefâtımdan sonra cenâzemi musallâya koyduğunuzda karşı dağ tarafından biri gelir. Cenâze namazımı kıldırır. O kimse bizim vekîlimizdir. Ona tâbi olun! buyurdular.


HACI HALÎFE OLDUĞU ANLAŞILDI

Hakîkaten Pîr hazretleri vefât ettiklerinde cenâzesini musallâya koydular. Dağ tarafından bir kimse çıkıp oraya geldi ve cenâze namazını kıldırdı. Oradakilere duâlarda bulundu ve;
-O kişi inşâallah biz âcizizdir. Birkaç gün sonra tekrar görüşmek nasîb olur, diyerek oradan ayrılıp, dağ tarafına gitti. Talebeler, sonra bu zâtın Hacı Halîfe olduğunu anladılar. O sırada Hacı Halîfe de Antep’teydi. Oralarda bulunanları irşâdla uğraşırdı...


ONU ERZİNCAN’A GETİRDİ...

Pîr Fethullah hazretlerinin talebelerinden biri hemen Antep’e gitti. Hacı Halîfe’nin dergâhına varıp onu sordu. Oradakiler erbaînde, kırk gündür ibâdettedir. Çıkmasına iki gün kaldı dediler. Hacı Halîfe halvetten çıktığında, Pîr Fethullah hazretlerinin talebesi, olanları anlatıp onu Erzincan’a götürdü.
Pîr Fethullah hazretlerinin yolunu Erzincan’da Hacı Halîfe devâm ettirdi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:40:37
“Şeyh-ül-allâme” Muhammed Senûsî


Muhammed Senûsî hazretleri, Cezâyir’de Tilemsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerindendir. Hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimidir. Şerîf olup, soyu hazret-i Hasan’a dayanmaktadır. Bunun için “Hasenî” diye nisbet edilmiştir. Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye mensûb olup, buna nisbetle de “Senûsî” denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur...


ÇOK MERHAMETLİYDİ...

Hayırlı, mübârek, fâdıl ve sâlih bir zât olarak yetişen Senûsî hazretleri, ilk olarak babasından ders aldı. Sonra zamanının büyük âlimlerinden istifâde etti. Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever, hürmet ve hizmette kusûr etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret ve edebi sebebiyle, kısa zamanda yükselerek, zamânında bulunan âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine “Şeyh-ül-allâme” denildi. Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât oldu...

Muhammed Senûsî, yumuşak huylu ve çok sabırlı bir zât idi. Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir söz duysa, buna kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm ederek, güzel konuşmaya devâm ederdi.
Mahlûklara karşı da çok merhametli idi. Buyurdu ki:

“İnsanın, yürürken bile yumuşak ve mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi, karınca gibi, yerde bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için dikkatli olması gerekir.”

Muhammed Senûsî hazretleri, 1428 (H.832) senesinde doğdu. 1490 (H.895) senesinde bir pazar günü Tilemsân’da vefât etti. Vefâtında 55 yaşlarında olduğuna dâir kayıtlara da rastlanmıştır.


BU NASIL HÂLDİR?..

Senûsî hazretlerinin hanımı anlatır:
Gecenin ilk kısmında bir miktar uyuyup, sonra kalkar, kendi kendine sitem eder ve; “Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennet’e gideceği kendisine haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir?” derdi. Sonra da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamayacak durumda olduğu zaman bile namazını terk etmedi. On gün hasta kaldı. Vefât ederken buyurdu ki:

“Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere, vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. Ondan bunu dileriz.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:42:08
“Kıraat İmâmı” Esved bin Yezîd


Esved bin Yezîd bin Kays en-Nehâî hazretleri, Tâbiinin meşhur kıraat imamlarındandır. Eshab-ı kiramdan birçoklarıyla görüşerek onlardan kıraat ilmini öğrendi. Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) hilafeti zamanında daha çok genç iken hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye geldi ve burada Hazret-i Ömer’in sohbetinde bulundu...


BEŞ BELDENİN MEŞHURLARI...

Eshâb-ı kirâmın, kırâati ile meşhur olanlarından, Kur’ân-ı kerîmi okuyan ve ezberleyen ve kırâat ilminde “İmâm”lık derecesine yükselen Tâbiîn-i izâm, beş ayrı beldede meşhur olmuşlardır. Bunlardan; Saîd bin Müseyyib, Sâlim bin Utbe, Ömer bin Abdülazîz, Atâ bin Yesâr, Muâz bin Hâris, Abdurrahmân bin Hürmüz el-A’rec, Muhammed bin Müslim, Müslim bin Cündeb ve Zeyd bin Eslem, Medîne-i münevverede; Ubey bin Umeyr, Atâ bin Ebi Rebâh, Tâvus bin Keysân, İkrime, Mücâhid bin Cebr Mekke’de; Alkame bin Kays, Esved bin Yezîd, Abîde bin Amr, Amr bin Şurahbil, Hâris bin Kays, Said bin Cübeyr, Rebî bin Heysem, Amr bin Meymûn, Ebû Abdurrahmân Sülemî, İbrâhim Nehâî, Zirr bin Hubeyş Kûfe’de; Muâz, Câbir bin Zeyd Ebü’l-Âliyye, Nasr bin Âsım-ı Leysi, Yahyâ bin Ya’mer, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve Katâde bin Diâme Basra’da; Mugîre bin Ebû Şihâb, Huleyd bin Sa’d Şam’da meşhurdular...

Aişe-i Sıddıka vâlidemiz Esved bin Yezîd için “Irak’ta benim nezdimde Esved’den daha kerem sahibi kimse yoktur” buyurmuştur.
Esved bin Yezîd’in namaza karşı gösterdiği hassasiyet tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Haris en-Nehaî anlatıyor:
“Esved’le beraber Mekke’ye yolculuk yaptık. Namaz vakti olunca ne halde olursa olsun, isterse sarp ve haşin bir yerde, isterse devesinin ayağının birisi yüksekte birisi alçakta olsun, hiç beklemeden hemen devesini çöktürür ve namazını kılardı!”


İBRETLER VE NASİHATLER...
Bu büyük “İmam”ın vefatında da çok büyük ibret ve nasihatler vardır... Hayatı boyunca günaha kapı aralamamış olan bu mübarek zat, vefat ederken ağlayıp sızlamaya başlıyor. Kendisine bu ağlamasının gereksiz olduğunu söyleyenlere karşı o şöyle buyuruyor:
“Ağlamaya benden daha lâyık kim var? Ben ağlayıp sızlamayayım da kim ağlasın sızlasın! Allah’a yemin ederim ki, O, beni mağfiret etse de, istediğim şeylerden dolayı Allah’a karşı duyduğum utanç benim için çok büyüktür!..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:43:08
Bir gönül sultanının babası Mevlânâ Hamidüddin


Hace Ubeydullah-i Ahrar hazretleri; Mevlânâ Hamidüddin Şâşî ve onun mübarek oğlu Mevlana Hüsameddin Buhari hazretleriyle yaşadıklarını bizzat kendisi şöyle anlatıyor:
“Hâlimin başlangıcında Buhara’ya gittim. Mübarekşah Medresesine indim. Mevlânâ Hamidüddin Şâşî oğlu Mevlânâ Hüsameddin bizim kim olduğumuzu öğrendikten sonra pek çok iltifat edip kitap okumakla meşgul olmamı tavsiye ettiler. Dedemin, kendi aile yakınlarına gösterdiği alâka ve yardım kalmadığını söyleyerek sanki onların mükâfatını vermek istediler. Medresede bana fevkalâde güzel bir hücre verdiler...”


“GAFLETE DÜŞTÜĞÜNÜ GÖRMEDİM!”

Yine Hace Ubeydullah hazretleri şöyle anlatır:
“Mevlânâ hazretlerinin bâtınlarındaki topluluk ve istiğrak hali çok büyüktü. En zevksiz ve cansız bir insan bile bir görüşte kendisine tutulurdu. Cezbesi onu sardığı zaman vücudunu öyle bir hararet kaplardı ki, kış günü ayaklarını buzlu suya sokarlardı. Mirza Uluğ Bey kendilerine Buhara kadılığını teklif edip zorla o makamı vermişlerdi. Mahkemede oturup dâvâlara bakarken bir bölük tarikat isteklisi de yer alır ve Mevlânâ’ya yönelip bâtın feyzini aktarmaya bakarlardı. Ben de o mahkemede hazır bulunurdum, öyle bir yerde otururdum ki, kendileri beni görmez, ben kendilerini görürdüm. Bunca çetin mesele ve dış dünya derdi arasında, bâtınlarının ‘Hâcegân’ yolunu bir an için bile unuttuğunu, gaflete düştüğünü görmedim. Kendi nisbet ve hâllerini gizlemekte ve dışlarını halka verirken içlerini Hakka inhisar ettirmekte müstesna bir kuvvet sahibiydiler...”


“BENDEN SELİM KALB İSTİYORLAR”

Yine Hace Ubeydullah Hazretleri anlatıyor:
“Mevlânâ Hüsameddin, babası Mevlânâ Hamidüddin’in ölüm döşeğinde ter döktüğü an, yanı başında idi. Son derece perişan haldeydi. Ona sordu: ‘Sana ne oldu baba?’ Cevap aldı: ‘Benden selim kalb istiyorlar. O bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum!’ Oğlu devam etti: ‘Bütün kuvvetinizi sarf edip bir lâhza bana yönelin! Selim kalbi anlarsınız!’ Bir saat kadar geçti. Gözleri kapalı, yatan hastada büyük bir değişiklik görüldü. Baba, gözlerini açıp dedi ki: ‘Oğlum, Allah sana mükâfatını versin. Meğer topyekûn ömrümüzü bu tarikate sarf etmeliymişiz. Yazık ki, onu kaybetmişiz!’... Ve iyi evlâd sayesinde, bu dünyadan huzur içinde göçtü...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:44:11
Azılı müşrik Âsım bin Ebî Avf’ın sonu


Uhud Harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler... Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki:
“Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister?”
Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Ebû Dücâne hazretleri, heyecandan yerinde duramıyordu. Edeple sordu:


“BU KILICIN HAKKI NEDİR?”

“Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?”
“O’nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır... Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır...”
“Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah...”
Peygamber Efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyit yazılıydı:
“Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz.”
Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu. Aslında Eshâb-ı kirâm, mütevâzı, alçak gönüllü insanlardı. Halbuki şimdi Ebû Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Eshab-ı kiram, onun bu yürüyüşünden hoşlanmamıştı. Fakat Resulullah efendimiz o anda buyurdular ki:
“Bu bir yürüyüştür ki; harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir...”
Ebû Dücâne hazretleri, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için, canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan müşrikleri kılıçladı, kılıçladı... Kimini öldürdü, kimini yaraladı...


KUDURMUŞ BİR CANAVAR GİBİ!

Müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da; “Ey Kureyş cemâati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım” diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu.
Ebû Dücâne hazretleri bu azılı müşrikin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşmıştı. Nihayet bir fırsatını buldu ve bu İslâm düşmanını; Resulullahın verdiği kılıçla cehenneme yolladı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:44:53
“Kayyûm-i Zaman” Muhammed Sıbgatullah


Muhammed Sıbgatullah hazretleri, yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî’nin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. “Kayyûm-i Zaman” ismiyle meşhûrdur... Zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, kendisi de çok talebe yetiştirdi... Hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi.


“BABAM BÖYLE OKURDU!..”

Bu mübarek zat, ömrünün sonlarına doğru Kur’ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Kendisine çok bağlı talebelerinden biri;
“Böyle sessiz okumanızın hikmeti nedir efendim?” diye arz etti. Bir müddet sustu ve sonra;
“Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu” buyurdu...
O senelerde, Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler. Ancak, mübarek, bir gece merak edip durumu öğrenmek için muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarasına benzer bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harb eden Müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı. Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, Müslümanların imdâdına yetişmişti...


ONUN VEFÂTINDAN SONRA....

Kayyûm-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ile Allahü teâlâya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Yâni o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebî’ul-âhir ayının dokuzunda bir cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti. Vefâtında seksen dokuz yaşındaydı.
Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah Efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:47:19
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî


Semerkand’da doğan Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Anadolu’ya hicret etti. Lârende’ye (Karaman’a) geldi. 1456 (H.860) târihinde yüz elli yaşlarında iken vefât etti. Kabri, İçel’e bağlı Gülnar ilçesinin Zeyne kasabasındadır...


“MÜRŞİD KİME DENİR?”

Bir gün talebeleri; “Hocam, mürşid kime denir?” diye sordular. Bunun üzerine; “Kitâbullaha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir” buyurdu.
Bir gün de şöyle sordular:
“Kimlerin sohbetinden kaçınalım hocam?”
Buyurdu ki: “Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever... Bunlar âlim için rüsvâylıktır. Böyle olanlardan kaçın!”
Bu mübarek zatın çok kerameti görülmüştür... Kendisini çok seven talebelerinden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda onu bir eşkıyâ öldürmek istedi. Tam o sırada eşkıyâya;
“Bütün eşyâm param, neyim varsa senin olsun. Beni serbest bırak, öldürme” dedi. Eşkıya;
“Onlar nasıl olsa benim olacak benim maksadım seni öldürmektir” dedi. O zât o anda hocasını hatırladı ve şöyle yakardı:
“Yâ Rabbî! Kudretinle hocam Seyyid Alâaddîn hazretlerinden bana yardım ulaştır!”
Dua bittikten sonra, eşkıyâ o zâta üç kere bıçağı çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâeddîn Ali Semerkandî’nin himmeti bereketiyle bıçak kesmedi. Bunun üzerine eşkıyâ bıçağın keskin olup olmadığını denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı. Tekrar o zâtı kesmek istedi, fakat bıçak yine kesmedi. Eşkıyaya;


“BU SIRRI KİMSEYE SÖYLEME”

“Ey kişi! Benim bir azîz hocam var. Onun bereketiyle beni öldüremezsin” dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz kızıp;
“Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi?” dedi ve elindeki bıçakla tekrar saldırdı. Fakat o anda, âniden uzaktan elinde mızrağı olduğu halde beyaz bir ata binmiş, yeşiller giymiş bir zât yıldırım gibi geldi ve eşkıyâya öyle vurdu ki, mızrağın ucundan kıvılcımlar çıktı. Eşkıyâ o anda can verdi.
Atlının mübarek hocası olduğunu anlayan talebe, Zeyne’ye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki, Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri ona;
“Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla!” buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:48:31
“Senin sonun da böyle olacak!..”


Bir zamanlar çok zengin ve yaşlı bir adam varmış. Artık son günlerini yaşıyormuş. Ölümünün yaklaştığını anlayınca dünyadaki tek vârisi olan oğlunu yanına çağırmış ve şu vasiyette bulunmuş:
-Oğlum! Şu altın dolu iki çuvalı görüyorsun. Ben öldükten sonra bu iki çuvaldan biri senin olsun, diğerini ise dünyanın en ahmak adamını bulup ona ver!..


HEMEN YOLA KOYULUR...

Adam bu vasiyeti yaptıktan kısa bir süre sonra ölmüş. Oğlu babasının ölümünden sonra ilk olarak hemen vasiyeti yerine getirmek istemiş. Sarı lira dolu çuvalı yanına alarak çıkmış yollara... Başlamış dünyanın en ahmak adamını aramaya. Rastladığı kişilere soruyormuş:
-Sen ahmak mısın, değil misin? diye. Böyle bir soruyla karşılaşan kimselerin hemen hepsi diklenerek;
-Ne demek istiyorsun sen? Ben aklı başında bir adamım, diyorlarmış... Tabii adam da altınları vereceği kimseyi bir türlü bulamıyormuş...
Adam, vasiyeti yerine getirebilmek için bu hâlde dolaşırken yolu bir düzlüğe çıkmış. Bakmış ortada kocaman bir darağacı. Üstünde ise resmi elbisesiyle beraber bir devlet adamı asılı duruyor. Orada bulunan birine sorduğunda idam edilen kimsenin hükümdarın veziri olduğunu öğrenmiş.
O arada adam, meydanın öbür tarafından büyük bir merasimle ve pürneşe gelmekte olan bir adamı görmüş. Bir de bakmış ki onun sırtındaki resmi elbise ile idam edilenin elbisesi aynı. Yanındakilere sormuş:
-Peki bu gelen adam kim? Karşısındaki adam cevap vermiş:
-Bu da yeni vezir.


“LÜTFEN ŞU ALTINLARI ALIN”

Adam bu cevabı alır almaz hemen yeni vezirin yanına yaklaşmış ve;
-Babamın bir vasiyeti var. Bana dedi ki; altın ile dolu olan bu çuvalı dünyanın en ahmak adamını bulup ona ver! Ben de şu anda bu çuvalı size vermeyi çok uygun buldum. Lütfen şunları alın, demiş...
Bunları dinleyen yeni vezirin neşeli yüzü birden gerilmiş ve hayretler içinde sormuş:
-Peki ama, dünyanın en ahmak adamı niçin ben oluyorum?
Adam, hemen cevabı yapıştırmış:
-Efendi! Senden önce, oturacağın makamdaki kişiyi kaldırıp darağacına çekmişler, sen ise kurbanlık koyun gibi aynı makama gidip oturacaksın. Büyük bir ihtimalle senin sonun da böyle olacak. Ben senin kadar bu akıbeti göremeyecek ahmak adamı nerede bulabilirim?
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:53:51
Yakub aleyhisselamın Hz. Azrail’den ricası!


Yakub aleyhisselamın, Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamberdir. İsmi Yakub olup İbrânice’de “Saffetullah”, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı “İsrail” olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrahim aleyhisselamın küçük oğlu olan İshak aleyhisselamın oğludur.


ON İKİ OĞLU VARDI...

Yakub aleyhisselamın on iki oğlu vardı. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına “Benî İsrail”, yâni “İsrailoğulları” denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine “Sıbt”, hepsine birden torunlar mânâsına gelen “Esbât” denir. Sonradan “Yahudi” adı verilmiştir. En çok sevdiği oğlu Yusuf aleyhisselam da İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiştir...


HAZRETİ AZRAİL İLE DOSTTU...

Zehril-Riyazda rivayet edildiğine göre, Yakub aleyhisselam ölüm meleği Azrail aleyhisselam ile dosttu. Bir gün hazreti Azrail, Yakub aleyhisselamı ziyarete gider. Hazreti Yakub ona;

“Ya Azrail, görüşmeye mi geldin, yoksa canımı almaya mı?” diye sorar. Hazreti Azrail;
“Gelişim ziyaret içindir” cevabını verir.
Yakub aleyhisselam;
“Senden bir ricam var” der. Azrail aleyhisselam “nedir” der. Yakub aleyhisselam;

“Ölümümün yaklaştığını, canımı almaya hazırlandığını bana önceden bildirmeni istiyorum” der. Hazreti Azrail;
“Hay hay, sana iki veya üç haberci gönderirim” karşılığını verir.


“ÜÇ HABERCİ GÖNDERDİM!”

Yakub aleyhisselamın dünyadaki ömrü dolunca bir gün yine ölüm meleği, karşısına dikilir. Yakub aleyhisselam yine sorar;
“Ziyaretçi misin, yoksa canımı almaya mı geldin” Azrail aleyhisselam;
“Canını almaya geldim” cevabını verir.
Yakub aleyhisselam;
“Sen bana daha önce iki veya üç haberci göndereceğini söylemedin mi?” diye sorunca, Azrail aleyhisselam şu cevabı verir:
“Söylediğimi yaparak sana üç haberci gönderdim: Önce, siyah iken sonra ağaran saçın, güçlü iken halsizleşen vücudun ve dimdik iken kamburlaşan belin... Ey Yakub, işte bunlar benim âdemoğullarına gönderdiğim ön habercilerdir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:55:03
“Ben Allah’ın affını umarım”


Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine’ye geldikten sonra bütün ensâr kendisine hizmet etmek hususunda yarışıyorlardı. Enes bin Mâlik’in annesinin, hizmet yarışında yapabilecek veya verebilecek hiçbir şeyi yoktu. Bundan dolayı hemen Enes bin Mâlik’i çağırıp elinden tutarak Resul-i Ekrem’in huzuruna çıktı ve;

“Ya Resulallah, ben fakir bir kimseyim. Sizlere yardım edecek bir şeyimiz yok. Bu oğlumdur, yardım etmek ve hizmetinizde bulunmak üzere sizlere bırakıyorum. Onu kabul ediniz” dedi.
Resûl-i Ekrem efendimiz, bu içten gelen arzuyu kırmadı. Enes bin Mâlik’i yanına aldı. Bütün zamanlarında onu yanında bulundurdu.


ANNESİNDEN BİLE SAKLARDI!..

Enes bin Mâlik, Resulullah’ın hizmetine girdikten sonra O’nun bütün emirlerini büyük bir dikkat ve itina ile yerine getirmeye çalıştı. Resul-i Ekrem ile aralarında sır olarak kalmasını arzu ettikleri şeyleri büyük bir dikkatle muhâfaza eder ve onları annesine bile söylemezdi.
Enes bin Mâlik hazretleri, Resul-i Ekrem’e o kadar sokulurdu ki, âdeta ikisinin dizleri birbirine değerdi. Nitekim Hayber gazvesinde, Resul-i Ekrem, Enes bin Mâlik ile birlikte giderken dizleri birbirlerine dokunuyordu. Uhud ve Hendek gazvelerinde yine Resulullah Efendimiz ile beraberdi. Hudeybiye Barışı sırasında henüz delikanlılık çağına gelmek üzere idi. Umretü’l-Kaza’da ise Resul-i Ekrem efendimize refâkat ederek Mekke’ye gitti. Daha sonra Hayber Gazvesinde, Mekke’nin Fethinde ve Huneyn Gazvesinde de bulundu. Ayrıca Resul-i Ekrem ile birlikte Tâif muhâsarasına katıldı. Veda Haccı’nda da bulunan Enes bin Mâlik, Resul-i Ekrem’in irtihalinde Medine’de idi.
Enes bin Mâlik hazretleri, Peygamber Efendimize bu yakınlığından dolayı en fazla hadis-i şerif rivayet eden sahabilerdendi.


“KENDİNİ NASIL HİSSEDİYORSUN?”

Kendisinden rivayet olunur ki:
“Peygamber efendimiz, ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona;
-Kendini nasıl hissediyorsun? diye sordu. Genç cevaben;
-Ben Allah’ın affını umarım ve günahlarımdan korkarım, dedi.
Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdular ki:
-Bu vakitte mü’min bir kulun kalbinde bağışlanma ümidi ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allahü teala o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğundan emin kılar.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 17 2008, 22:56:02
“Delâil-ül-Hayrât” ve Muhammed Cezûlî


Büyük âlim ve velî Muhammed Cezûlî hazretlerinin, salevât-ı şerîfeleri topladığı meşhur kitabı “Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr”ı niçin yazdığı şöyle anlatılır:


SALİHA BİR HANIMI VARDI

Muhammed Cezûlî hazretlerinin saliha bir hanımı vardı. Bir gece yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından o da çıktı. Onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında bir arslan mübarek hanıma bekçilik ediyordu. Kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Aslanlar denizin kıyısında yattılar. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Üç gece gözetledi ve hanımının her gece böyle yaptığını gördü. Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu sordu. Hanımı;
“Siz, bu durumuma şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun zamandır ben böyle yapıyorum” dedi.
Bunun üzerine Muhammed Cezûlî;
“Acabâ, bu kerâmete nasıl kavuştunuz?” diye sorunca, hanımı;
“Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum” dedi.
Muhammed Cezûlî;
“Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?” diye sorunca, hanımı cevap vermedi. Isrâr edince;
“Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm” dedi.
Sabahleyin hanımı; “Açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, ‘vardır’ diye işaret ederim” dedi.


ZEHİRLENEREK ŞEHÎD EDİLDİ
Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı;
“İçinde birkaç yerde vardır. Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur” dedi.
Muhammed Cezûlî bu eserine; hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen “Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr” ismini verdi.
Muhammed Cezûlî hazretleri, 1465 (H.870) senesinde zehirlenerek şehîd edildi. Vefat ederken, hayatında devamlı yaptığı gibi Peygamber Efendimize Salevat-ı şerife söyleyerek ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:39:19
Hadis âlimi bir seyyah Ebu Yusuf el-Fârisî


Ebu Yusuf el-Fârisî (191-277 hicrî, 808-890 milâdî) İrân’ın Fesâ şehrinde doğduğu için “Fesevî” nisbetini almıştır. Hâfız, İmâm, Hüccet, Muhaddis, Müverrih ve Rahhâl (seyyâh) vasıflarıyla muttasıftır. İlim talebi yolunda şarka ve garba seyahatler yapmış, 30 yıl kadar gurbette kalmıştır. Bu uzun seyahatler kendisine çok sayıda âlimle karşılaşıp onlardan ilim alma imkânı tanımıştır.


BİN ÂLİMLE GÖRÜŞTÜ!..

Bizzat kendisi “Hepsi sika (güvenilir) olan 1000 kadar şeyhin meclisinde hazır bulundum ve rivâyetlerini dinledim” demiştir.
Hadîs ilminin ana direklerinden (erkân) biri sayılmış olan Fesevî, verâ ve takvâsıyla da ün yapmıştır. Sünnete son derece bağlı kalmıştır.

Kendisinden hadîs alanlar meyanında Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme, Ebu Avâne, İbnu Ebî Hâtim, Muhammed İbnu İshâk es-Sağânî gibi meşhurlar da vardır. Kendisinden yapılan rivâyetlerden, seyahatleri sırasında pek çok sıkıntılarla karşılaştığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde, gündüzleri ders halkalarına giderek notlar aldığını, geceleri de bunları temize çekip istinsah (çoğalttığını) ettiğini belirtir. Nafaka yönünden sıkıntıya düştüğü bir kış gecesinde, mum ışığında istinsah yaparken gözüne su iner ve artık göremez olur. Hem maddî sıkıntı, hem gurbet firkati, hem de artık uğruna hayatını adadığı ilmî meşguliyetten ebediyyen mahrûm kalma düşüncesinin verdiği elem ve ızdırapla ağlar, ağlar... Bu halde uyuyakalır. Rüyasında Resûlullah efendimizi görür. Kendisine “Niye ağladın, söyle bakalım!” buyurur.
“Yâ Resulallah, gözlerimi kaybettim, artık ilimle meşgul olamayacağım, bunun için ağladım” cevâbını verir. “Bana yaklaş” buyuran Resûlullah efendimiz, Fesevî’nin gözlerini şefkat ve şifa dolu elleriyle sıvazlar.
Uyanınca gözlerine tekrar kavuştuğunu gören Fesevî, oturup yazma ve istinsah işlerine ara vermeden devam eder...


ONA RÜYADA SORDULAR!..

Kendisini, böylesine ilme vermiş olan Fesevî’yi ölümden sonra rüyasında gören Abdân İbni Muhammed el-Mervezî: “Allahü teala sana nasıl muâmele etti?” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “Günahlarımı affetti ve aynen yeryüzünde rivâyet ettiğim gibi semâda da rivâyet etmemi emretti...”
Fesevî’nin, “et-Târîhu’l-Kebîr ve el-Meşyehât” adlı kitabı çok meşhurdur...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:39:52
“Hayrın anahtarı” Sâbit el-Benânî


Sâbit bin Eslem el-Benânî, Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velîlerindendir. Hadîs ilminde sika, emîn, güvenilir ve îtimâd edilir bir âlimdir. Basra’nın en büyük âlim ve râvilerindendir. Sâbit el-Benânî, birçok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Enes bin Mâlik, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr, Şeddâd (radıyallahü anhüm) bunlardandır. Hadîsleri Kütüb-i Sitte diye meşhûr olan altı hadîs kitabının hepsinde vardır...


ÇOK ORUÇ TUTARDI...

Enes bin Mâlik onun için der ki: “Her şeyin bir anahtarı vardır. Hayrın anahtarı da Sâbit’tir.” Bekr bin Abdullah: “Zamânının en âbid olanına bakmak isteyen Sâbit el-Benânî’ye baksın.” Şu’be: “Sâbit el-Benânî, Kur’ân-ı kerîmi bir gün ve gecede okuyup bitirir, çok oruç tutardı.” Humeyd: “Biz, yanımızda Sâbit el-Benânî de olduğu halde, Enes bin Mâlik’e giderdik. Fakat Sâbit, rastladığı bir mescitte namaz kılarken geride kalırdı. Biz hazret-i Enes’in yanına vardığımızda onu göremeyince, ‘Sâbit nerede, Sâbit nerede? Çünkü ben onu çok seviyorum’ buyururdu.” Ahmed bin Hanbel; “Enes bin Mâlik, Sâbit el-Benânî’ye, ‘senin gözlerin, Resûlullah’ın gözlerine ne kadar da çok benziyor’ der ve Resûlullah’ı hatırlayarak ağlamaya başlar, gözlerinden yaşlar akardı...”
Sâbit bin Eslem hazretleri gözlerinden rahatsızdı. Bunun için tabibe gitti. Tabib; “Bir husûsa dikkat edersen, gözlerin iyi olur” dedi. Sâbit; “O nedir?” diye sorunca tabib; “Ağlama!” dedi. Bunun üzerine Sâbit; “Ağlamayan gözde hayır yoktur” buyurdu...


“ÜÇ ŞEYİ YAPAMAZSAM!..”

Ölüm hastalığında, Sâbit bin Eslem hazretlerinin ziyâretine gittiler. Yanındakilere bir şeyler anlatıyordu. Ziyâretçiler, huzûruna girip oturunca;
“Sevgili kardeşlerim! Önceki gibi, namazlarımı kılamıyor, oruçlarımı tutamıyor, Allahü teâlâyı zikredemiyor, sizlerin yanına inemiyorum” dedi ve şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Bu üç şeyi istediğim gibi yapamadığım zaman, beni bu dünyâda bir saat bile bırakma!”
Bunları söyledikten hemen sonra vefat etti. Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ kitabının sâhibi, Sâbit el-Benânî hazretleri için şöyle der: “Vefât ettiği zaman kabrini kerpiçle ördüler. Kerpiçlerden birisi kaydı. Kabrin içinde onu namaz kılarken gördüler. Kabrinin civarından geçenler, içeriden Kur’ân-ı kerîm sesi duyardı.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:40:25
“Gönlünü hoş tut yâ Resûlallah!..”


Kitaplarda bildirildiği gibi, Peygamber Efendimiz, ümmetine çok düşkündür. Nitekim, “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlatlarına olan durumu gibiyim” buyurmuştur. Şu hadise, O’nun, ümmetine düşkünlüğünü anlatmaya en güzel bir misaldir...


“O BİR MÜ’MİNDİR...”

Ensar’dan bir zat vefat etmek üzereydi. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu zatın yanında bulunuyor, onunla ilgileniyordu. Resulullah Efendimiz ölüm meleği hazreti Azrail’in geldiğini gördü ve aralarında geçen konuşmayı şöyle haber verdi.
Resûlullah efendimiz ölüm meleğine;
-Ey ölüm meleği! Bu sahabeme yumuşak davran; şüphesiz o bir mü’mindir, buyurdu.
Azrail aleyhisselam da şöyle dedi:

-Gönlün hoş, gözün aydın olsun yâ Resulallah! Bil ki ben her mü’mine yumuşak davranırım. Ben bir insanın ruhunu alınca, onun ailesinden birisi feryat ederse, ben ruh elimde olduğu halde adamın evinin kapısında durur ve; “Bu feryat da ne oluyor? Vallahi biz bu kimseye zulmetmedik, ecelinin önüne geçmedik, kendisi için takdir edilen vakitten önce gelmedik. Onun ruhunu aldığımız için bir günaha da girmedik. Eğer Allahü tealanın yaptığına razı olursanız, sevap alırsınız. Eğer üzülür ve kızarsanız, günaha girersiniz. Sizin bizi ayıplayacak bir durumunuz yok. Hem biz size daha çok geleceğiz. Siz kötü halden sakının, kötü ölümden sakının” derim. Yâ Resulallah! Yer yüzünde köylü-şehirli, iyi-kötü kim varsa, ben her gün onları gözden geçiririm. Ben onların büyüğünü ve küçüğünü kendilerinden daha iyi tanırım. Vallahi Ya Resulallah, Allahü tealanın izni olmadan ben bir sineğin canını almaya güç yetiremem!..


“ŞEYTANI ONDAN UZAKLAŞTIRIR”

Bu hadis-i şerifi nakleden Cafer bin Muhammed hazretleri demiştir ki:

“Bana şu haber ulaştı: Azrail aleyhisselam insanları namaz vakitlerinde gözden geçirir. Ölüm anında ruhunu almak için baktığında, eğer o kimse namazlarını muhafaza eden bir kimse ise, melek ona yakın durur, şeytanı ondan uzaklaştırır. Bu arada melek ona; ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ sözlerini telkin eder. Bu, gerçekten büyük bir hâldir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:40:50
Hocası için ölen talebe Nûreddîn Taşkendî


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ancak Taşkentli bir genç vardı ki o silinmedi. Çünkü diğerlerinin gözü şeyhlikte iken o genç, Ubeydullah-ı Ahrâr’a talebe olmak için can atıyordu. Bir gün o arzusuna da kavuştu. İşte biz bugün, hocaya bağlılığın nasıl olacağını bize yaşayışıyla gösteren o mübarek talebeden yani Nûreddîn Taşkendî’den bahsedeceğiz...
Nûreddîn Taşkendî, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Nisbesinden Taşkentli olduğu anlaşılmaktadır. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Nûreddîn, on beşinci asırda yaşamıştır...


HÂCE UBEYDULLAH HASTALANMIŞTI...

Mevlânâ Nûreddîn, hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr için kendini fedâ edenlerdendir. Bir salgında Hâce Ubeydullah tâûn hastalığına yakalandı. Mevlânâ Nûreddîn, hocasının huzûruna varıp, tam bir yalvarma ve yakarışla;
“Efendim ne olur bana izin verin. Sizin hastalığınız bana geçsin. Sizin hastalığınızı ben taşıyayım. Çünkü benim varlığım olsa da olur, olmasa da olur. Sizin vücûdunuz lâzım. Hak teâlânın sizin yüzünüzden nice nice faydalar yaratması umulur” deyince, Hâce Ubeydullah;
“Sen çok gençsin. Henüz âlemi görmemişsin ve kendin için nice ümitlerin ve gönlünde nice arzuların vardır” buyurdu. Mevlânâ Nûreddîn ağlayarak;
“Efendim! Benim bundan başka bir arzum yoktur. Kendimi size fedâ ettim” dedi.


“SAĞINA YAT VE RAHAT OL!”

Hâce Ubeydullah onun bu isteğini kabûl edip, izin verdi. Mevlânâ Nûreddîn hocasının hastalık yükünü üzerine aldı. Hâce Ubeydullah iyi olup ayağa kalktı ve talebeleri ile meşgûl olmaya devâm etti. Mevlânâ Nûreddîn hastalıktan yatağa düştü ve birkaç gün sonra da vefât etti.
Bir gün Hâce Ubeydullah kabristandan geçerken, Mevlânâ Nûreddîn, mezar içerisinde hocasından tarafa döndü. Hâce Ubeydullah; “Hey Nûreddîn! Dönme, sağına yat ve rahat ol” buyurdu. Bunun üzerine Mevlânâ Nûreddîn kıbleye dönüp yattı. Bu hâdiseyi orada bulunan ve kalp gözü açık talebelerin hepsi de gördü...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:41:15
Avf bin Mâlik ve Sa’d bin Cüsâme


Muteber kitaplarda buyuruluyor ki: Dirilerin ruhları birbiriyle görüştüğü gibi, ölüler ile dirilerin ruhları da birbiriyle görüşür. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: “Allah ölümde canları alır. Ölmeyip rüyasında olan canları da alır. Ölümle ona hükmettiğini tutar, diğerini belli bir zamana kadar bırakır.” [Zümer 42]

Baki bin Muhalled ve ibn-i Mende, “Ruh” kitabında ve Taberâni “Evsat”ta, Said bin Cübeyr tarikiyle ibn-i Abbâs (radıyallahü anh)dan bu âyet-i kerime hakkında şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Bana ulaştı ki, diriler ile ölülerin ruhları rüyada görüşür. Birbirinden durumlarını öğrenirler, Allahü teala ölülerin ruhlarını tutar, diğerlerinin ruhlarını belli bir zamana kadar cesedlerine geri gönderir...”


“HANGİMİZ ÖNCE ÖLÜRSE!..”

İbn-i Ebid’dünya, “Uyun el-Hikâyât” kitabında senediyle Sehr bin Havsep’ten şöyle bir hadise rivayet eder:
Sa’d bin Cüsâme ve Avf bin Mâlik, birbirlerini Allah için dost edinmişlerdi. Sa’d;
-Hangimiz daha önce ölürse öbürüne görünsün, dedi ve Avf da kabul etti.
Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Sa’d vefat etti. Avf bin Mâlik, onu rüyasında gördü.
“Sana ne yapıldı?” diye sordu:
“Sıkıntıdan sonra magfiret edildim” dedi.
“Nedir o sıkıntı?” dedi. Sa’d;
“Bu, filan Yahudi’den borç aldığım on dinardır, onları ok eyerine bırakmıştım. Git onları ona ver ve bil ki, ailemin başına ne gelmişse haberim vardır. Her şeyi bana bildirirler. Kedimiz öldü. Falan kızım da altı gün sonra ölecektir, ona iyi davranın” dedi.


“ONA İYİ DAVRANIN!..”

Sabahleyin, evine gittim. Eyeri aradım, aşağıya indirdim, baktım, kese içinde on dinar var. Bahsettiği Yahudi’yi çağırdım. “Senin Sa’d’da kalan bir şeyin var mı?” dedim, O da;
“O, iyi bir sahabeydi. Benden on dinar borç istedi. Ona verdim” dedi. Sonra on dinarını verdiğimde;
“Vallahi ona borç verdiğim on dinarın aynısıdır” dedi. Ben ailesine;
“Sa’d’ın vefatından sonra sizde bir olay oldu mu?” dedim. Onlar da;
“Evet şöyle şöyle olaylar oldu” dediler. Kedinin ölümünü dahi zikrettiler. Ben;
“Peki onun filanca kızı nerede” diye sordum. “Dışarıda oynuyor” dediler. Beni yanına götürdüler, okşadım. Baktım harareti var, ona iyi davranın dedim. Altı gün sonra kız öldü.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:41:41
“Haccac-ı zalim” Yusuf es-Sekafi


Haccac bin Yusuf es-Sekafi, meşhur adıyla “Haccac-ı zalim” Emevilerin meşhur valilerindendir. (661-714) Taif’te doğdu. Hem anne hem baba tarafından Sakif kabilesinin Ahlaf koluna mensuptur. Hazreti Muaviye’nin halifeliği sırasında doğdu. Sakif Kabilesi ile Emeviler arasında mevcut olan sıkı bağlılık ve ilişkiler bu dönemde de devam etti...


YİRMİ SENE VALİLİK YAPTI

Halifeliğini ilân ettikten sonra Hicaz bölgesinde bunu devam ettiren Abdullah ibni Zübeyr’in üzerine gönderilen iki bin kişilik ordunun başına kumandan olarak Haccac tayin edildi. Karargâhını Taif’te kurdu ve ilk etapta Mekke’ye giden yolları keserek şehri dolaylı yoldan abluka altına aldı. Şehre gıda sevkiyatının yapılmasını önledi. Bir süre sonra beklediği beş bin kişilik destek ordusunun gelmesinden sonra Mekke’yi kuşattı. Kuşatma devam ederken Abdullah İbni Zübeyr bir huruç hareketi neticesinde şehit oldu. Bu olay neticesinde dokuz yıldır sürdürmüş olduğu halifeliği de son bulmuş, diğer taraftan Emeviler, Hicaz bölgesinde de hakimiyetlerini sağlamış oldular. Akabinde Haccac, Hicaz, Yemen ve Yemame’ye vali olarak atandı...

Haccac, burada üç yıl valilik yaptıktan sonra Irak’a tayin edildi. Daha önce bu bölgede Hazret-i Ali taraftarları ve Hariciler sık sık Emevîler’e karşı isyan ediyorlardı. Emevîler bu isyanlardan ötürü büyük sıkıntılar çekmekte olup, orduları da mağlup olmaktaydı. Haccac, çok sert tedbirlere başvurarak kontrolü sağlamaya çalıştı. Muhaliflere destek çıkan Hicaz Valisi Ömer bin Abdülaziz’in görevden alınmasını sağladı. Daha sonra yetkileri ve valilik yaptığı alan genişletildi. Yirmi yıl boyunca Irak ve doğu illerinin valiliğini yaptı.


HİZMETLERİ DE DOKUNMUŞTUR...

Bu sert idaresinin yanında Haccâc’ın çok büyük hizmetleri de vardır. Kur’ân-ı kerim, harekesiz ve noktasızdı. Harekesini ve noktasını koydurtan odur...
Her fani gibi Haccac da artık bu dünyadan göçüyordu. Ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki; ‘Allah Haccac’ı mağfiret etmez.’ Sen beni mağfiret eyle” dedi.
Bu söz, Ömer bin Abdülaziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit; “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:42:17
Namaz kılarken atılan tokat!..


Seyyid Taha hazretleri Hakkari’nin Nehri adındaki bir köyünde yaşardı. Bir gün bu Allah dostuna 6-7 saatlik yoldan bir zengin adam gelir ve intisap eder. Seyyid Taha hazretleri de bu adama bir tesbih hediye eder ve adam köyüne döner... Günler birbirini kovalarken bu adamın koyun sürüleri eksilmeye başlar. Dağa otlamaya giden koyunları ya kurt kapar ya da hastalanarak ölür. Adamın hanımı der ki: “Seyyid Taha hazretlerinin hediye ettiği tesbih bize uğursuz geldi galiba! En kısa zamanda tesbihi iade et!” Adam da hanımının bu sözü üzerine tesbihi Nehri’ye giden bir kafile ile gönderir...


“SİZİN NAMAZINIZ BOZULMUŞTUR!..”
Aradan yıllar geçer... Bir gün Seyyid Taha hazretlerini imtihan etmek için uzak bir yerden bir grup insan gelir. İkindi namazı vakti girer kamet getirilir ve bu grubun da içinde olduğu cemaate namaz kıldırmaya başlar mübarek... Seyyid Taha hazretleri namaz esnasında boşluğa doğru bir tokat atar. Onu imtihana gelenler şaşırır ve namaza devam ederler. Mübarak, namaz sonunda öfkeli bir ifade ile yine boşluğa doğru bir tekme savurur ve yüz ifadesini bir tebessüm kaplar. Bu duruma şaşıran gruptakilerden birisi;
-Sizin namazınız bozulmuştur, namazda anlaşılmaz hareketlerde bulundunuz, der.
Seyyid Taha hazretleri de der ki:
-Bizim bir talebemiz vardı, yıllar önce bize intisap etmişti. Bugün ikindi namazı vakti hastalanıp sekerâta girdi, fakat şeytan-ı lain bir türlü Kelime-i şehadet getirtmiyor boğazını sıkıyordu. Biz de bu duruma müdahale ettik ve şeytana sertçe bir tekme atarak talebemizin yanından uzaklaştırdık. Elhamdülillah Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti.


“ALLAH DOSTLARI KEFİLDİR!”

Bu grup, nasıl olsa denemeye, ilmini tartmaya geldik, bahse konu yere gidip bu olayı araştıralım, derler ve adresi öğrenip adamın köyüne giderler. Rahmetlinin hanımından olayı detaylı bir şekilde öğrenirler.
Gruptaki şahıslar hayret içinde kalarak hiç vakit kaybetmeden Nehri’ye dönerek Seyyid Taha hazretlerinin elini öperek talebesi olurlar.
Seyyid Taha hazretleri bu şahıslara der ki:
-Allahın dostlarına gelerek günahları için tevbe edenin imanına, malına ve namusuna Allahın dostları kefil olmuşlardır; yeter ki tevbe edenin niyeti Allah rızası olsun...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:42:43
Resûlullah’la alay edenlerin sonu!..


İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma davet etti. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar...


ÇOK İLERİ GİDİYORLARDI!..

Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı. Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve şiddet gösterme devresi başladı...
Müşriklerden Esved bin Abdülmuttâlib, Âs bin Vâil, Velid bin Mugîre ve İbni Talâtıla adındaki kimseler, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile alay etmekte çok ileri gitmişlerdi...


HAZRETİ CEBRAİL GELDİ VE...

Bir gün Cebrâîl “aleyhisselâm” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında durdu. O kimseler Kâbe’yi tavâf ediyorlardı. Velid bin Mugîre’nin eline ok değmiş ve şişmişti. Cebrâîl aleyhisselâm yanından geçerken onun elindeki şişliğe nazar kıldı. O ânda elindeki şişlikten kan boşanmaya başladı ve öldü. Sonra Âs bin Vâil geldi. Ayağına diken batıp yaralanmıştı. Cebrâîl aleyhisselâm o yaraya işâret eyledi, yarası tâzelenip, o ânda öldü. Sonra Esved bin Abdülmuttâlib geldi. Bir yeşil yaprakla gözüne vurarak, gözünü kör etti. Onun peşinden İbni Talâtıla geldi. Cebrâîl aleyhisselâm onun da başına bir işâret koydu. Başından irinler akmağa başladı ve o ânda öldü. Allahü teâlâ onlar hakkında [Hicr sûresi 95’inci âyetinde meâlen] (Biz seninle alay edenlere kifâyet ederiz) buyurdu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:43:14
Edirne’nin ilk müderrisi Mevlânâ Behâeddîn


Mevlânâ Behâeddîn hazretlerinin babası Şeyh Lütfullah, Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden idi. Bu sebeple, daha küçük yaşta iken o yüce velînin elini öpmek ve duâsına kavuşmak şerefine nâil oldu. Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretleri tâcını Mevlânâ Behâeddîn’e hediye etti. O da bu tâcı ömrünün sonuna kadar başından çıkarmadı ve eriştiği derecelere hep Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin tasarrufu bereketiyle kavuştuğunu bildi.
Zamânındaki büyük âlimlerden ilim öğrenerek yetişen Mevlânâ Behâeddîn, daha sonra Hâcezâde Muslihuddîn Mustafa bin Yûsuf’un hizmetine girdi. Kısa zamanda yükselerek, Hâcezâde’nin ders vekîli oldu. Önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin yaptıkları gibi edebe riâyet ile ilmini artırdı ve büyük âlimlerden oldu.


KISA ZAMANDA YÜKSELDİ...

Bu mübarek zat, ilminin çokluğu ile berâber, fazîlet ve güzel hâllerde de çok üstün idi. Vakitlerinin çoğunu ilim ve ibâdete ayırdı.
İlimde çok yükselip, insanlara faydalı olacak, ders verecek hâle gelince, Balıkesir Medresesine müderris oldu. Sonra Bursa’da Yıldırım Bâyezîd Han Medresesinde görevli iken, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’da yaptırılan Sahn-ı Semân medreselerinden birine tâyin edildi.


“YOLCULUK ZAMANI YAKLAŞTI!”

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Edirne’de büyük ve mükemmel bir medrese yaptırınca, buraya, ilk müderris olarak bizzât Mevlânâ Behâeddîn’i tâyin etti. Böylece bu kıymetli vazîfeye tekrar başladı. Mevlânâ Behâeddîn hazretleri 1490 (H.895) senesinde vefâtına kadar bu görevde kaldı.
Rivâyet olunur ki, Mevlânâ Behâeddîn hazretleri, bir gün Edirne’de velîlerden birine rastladı. O zât Mevlânâ’ya; “Yolculuk zamânı yaklaştı. Âhirete göç etmek zamânı geldi. Devamlı âhiret hazırlığında bulunmalı değil mi?” diye hitâb etti. Mevlânâ Behâeddîn tebessüm ederek; “Evet!” mânâsına başını salladı.
Bu konuşmadan sonra evine gelen Mevlânâ, vasiyetini yaptı. Yedi gün hasta yattıktan sonra vefât etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:43:46
Bir gönül sultanı Mevlânâ Tâceddîn


Mevlânâ Tâceddîn İbrahim, Allah dostlarından bir büyük velîdir. İznik’te medfundur. Bir gün, dergahına bir delikanlı girip diz çöktü mübareğin önünde.
-Hocam, nasihat almaya geldim.
Büyük velî sevgiyle baktı gence:
-Evladım, âzâlarını günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlarsa o yolda kullan sadece.
-İnşallah hocam. Dua edin, başarayım.
-Kalbini de dünyaya bağlama sakın.
-Dünyadan maksat nedir hocam?
-Dünya, haram ve günahlardır oğlum. Allahü tealanın beğenmediği şeyler yani.


“NAMAZLARINI KILIYOR MUSUN?”

Sonra sordu gence:
-Namazlarını kılıyor musun oğlum?
-Beş vakit kılamıyorum hocam.
Acı acı gülümseyip sordu gence:
-Sen hiç temelsiz bina gördün mü?
-Hayır hocam, görmedim.
-Niye görmedin?
-Temelsiz bina olmaz ki hocam.
-Doğru dersin. Temelsiz bina olmaz. İşte “İslam” binasının temeli de “Namaz”dır evladım. Namaz yoksa, İslamiyet de yoktur, anladın mı?
-Anladım hocam.


***
Mevlânâ Tâceddîn hazretleri bir gün yakınlarını çağırıp vasiyyetini bildirdi:
-Beni falan yere defnediniz!
Çocukları “Peki” dedilerse de, kabir yeri için başka yer düşünüyorlardı. Sordular:
-Babacığım, biz falan caminin avlusunu düşünüyorduk. Ne dersiniz?


“GÜCÜNÜZ YETERSE!..”

Cevap iki kelimeydi:
-Gücünüz yeterse!..
Biraz sonra ağırlaştı ve vefat etti. Son sözü “Namaz” olmuştu. Cenaze hizmetini görüp tabuta koydular. Düşündükleri caminin avlusuna götürmeyi denediler önce. Ama ne mümkün! Tabut havada bir ağırlaştı ki, bir milim götüremediler. Kendi istediği yere doğru çevirdiler, kuş gibi hafifledi. Mecburen o yere defnettiler mübareği...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:44:22
Türkistan evliyâsından Hakîm Süleymân Atâ


Hakîm Atâ, Türkistan evliyâsının büyüklerindendir. Asıl adı Süleymân’dır. Yerleştiği yere nisbetle “Bağırgânî” de denilmektedir. Yazmış olduğu manzumelerde kendisi Süleymân, Kul-Süleymân, Süleymân Bağırgânî, Hakîm, Hakîm Süleymân, Hakîm Hâce ve Hakîm Hâce Süleymân isimlerini kullanmıştır. Hoca Ahmed Yesevî’nin talebesi olup, aynı zamanda onun üçüncü ve Türkler arasında en tanınmış halîfesidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1186 (H.582) senesinde vefât etti.


BUĞRA HAN KIZINI VERDİ

O devrin hükümdarı Buğra Han, velîleri seven sâlih bir kimseydi. Bu mübarek zata kızını verdi. Kızının adı Anber olup, çok güzeldi. Çeyiz olarak da birçok deve, koyun ve at verdi. Hakîm Ata kabûl etti. Buğra Han ve yardımcıları ona talebe oldular. O da Bağırgan’a yerleşti. Çok meşhûr olup, o beldeleri yıllarca nûruyla aydınlattı. Hak yolu, Resûlullah efendimizin sünnetine tam tâbi olarak, sâde bir şekilde insanlara aktarması, örnek ahlâkı ve yüksek hâlleri ile meşhûr oldu...
Hakîm Süleymân Atâ’nın zaman zaman talebelerine söylediği şu iki sözü de söylene söylene günümüze kadar gelmiştir:

“Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil.”

“Herkes yahşî (güzel, iyi) biz yaman, herkes buğday biz saman.”



ÜZÜLMÜŞTÜ BİR KERE!..

Hakîm Atâ hazretleri biraz esmerceydi. Bir gün Anber Hatun’un kalbinden; “Keşke kocam kara olmasaydı” şeklinde bir düşünce geçti. Hakîm Atâ, onun bu düşüncesini Allah’ın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Hatun, bu düşüncesine çok ağlayıp tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın o sevgili kulu üzülmüştü bir kere!..

Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara;

“Vefatımdan sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddeti bitince, ananızı onunla evlendirirsiniz” dedi. Ertesi gün vefat etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:45:12
Sünbül Efendi’nin gülü Ya’kûb Germiyânî


Ya’kûb Germiyânî, büyük velîlerdendir. Kütahya civârında Şeyhli köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1571 (H.979) târihinde İstanbul’da vefât etti. Kocamustafapaşa’da bulunan Sünbül Efendi Câmii civârında medfûndur...
Ya’kûb Germiyânî, Sünbül Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Sünbül Sinân Efendi, Ya’kûb Germiyânî’yi çok sever; “Talebe olunca, Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak lâzımdır” buyururdu.
Sünbül Sinân Efendi vefât edince, Merkez Efendinin sohbetlerine devâm eden Ya’kûb Germiyânî, onun vefâtından sonra, Kocamustafapaşa dergâhında talebeleri yetiştirmeye başladı...

YÜKSEK HÂLLER SAHİBİYDİ...

Ya’kûb Germiyânî hazretleri herkesin anlayamayacağı, ehline mâlûm olan, yüksek hâller ve üstün dereceler sâhibiydi. Buyurdu ki: “Dünyâda hiç kimseye hased etmedim. Ancak dünyâya gelmeyenlere gıbta ettim. Şu üç şeyden dolayı onların hâllerine imrendim. Birincisi, bu âlem ayrılık ateşiyle yanma yeridir. Dünyâya gelmeyenlerde böyle bir firâk hâli yoktur. İkincisi, bize verilen vücûd nîmetinin ve sayısız diğer nîmetlerin şükrünü edâ etmekten âciziz. Bizde, bu acziyetten dolayı mahcûbiyet vardır. Dünyâya gelmeyenlerde ise, böyle bir mahcûbiyet yoktur. Üçüncüsü ise, bizler, kemâl mertebesinde istidâda sâhib olmadığımızdan, hep derd-i hüsrân içinde bulunuruz. Bu dert, dünyâ lezzetlerini ve yüzdeki neşe ve sürûru alıp götürür. Dünyâya gelmeyenlerin ise, bu lezzet ve neşeden mahrûm olmaları gibi bir durumları yoktur...”


FEYİZ VE BEREKET KAYNAĞI

Bu mübarek zatın sohbet meclisleri; feyiz, bereket ve nûr kaynağı idi. Vefât edinceye kadar buradaki vazîfesine devâm etti.

Ya’kûb Germiyânî hazretlerinin ölüm hastalığı sırasında, hastalığın elem ve şiddetinin fazlalığı sebebiyle, gözleri kapalı ve lisânı söylemez oldu. İhtiyaç gidermek için kaldırdıklarında, mecbûriyet karşısında, kıbleye karşı durdurdular. O, hastalığın şiddetiyle kendisinde değildi. Fakat o hâldeyken bile; “Helâda, kırda abdest bozarken, kıbleyi öne ve arkaya getirmemelidir” hükmü icâbı kıbleye karşı abdest bozmadı...

Ya’kûb Germiyânî hazretleri 1571 senesi Cemâziyelevvel ayında bir akşam üzeri rûhunu teslim etti. Vefâtından sonra yerine, oğlu Sinânüddîn Yûsuf geçti. Talebelerin yetiştirilmesi, mânevî olarak terbiye edilmesi vazîfesini üzerine aldı..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:46:46
Genç bir sahabenin Resûlullâh sevgisi


Medineli bir genç, Resûlullâh efendimizin (sallâllâhu aleyhi ve sellem) yanına yaklaşmaktaydı. Bu, Talha adında bir yiğitti. Talha, kararlı bir tavırla Resûlullâh efendimizin huzuruna geldi ve hiç beklemeden;
-Ben de size tabi olmak istiyorum, yâ Resûlallâh, dedi...


HASTALANIP YATAKLARA DÜŞTÜ

Kim bilir günlerdir gönlünde ne fırtınalar kopmuştu. İşte, en sonunda kararını vermişti. Oracıkta Kelime-i şehadeti söyleyerek Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuştu...
Talha radıyallâhü anh, kısa bir zaman sonra ölümcül bir hastalığa yakalandı ve yatağa düştü. Etrafındakilere; Resûlullâh Efendimizi görmek istediğini belirtti. Peygamber efendimiz, bir müddet sonra ziyaretine geldi. Hazreti Talha’nın durumunu görünce, ölümünün yakın olduğunu anlamış olacak ki dışarı çıktılar ve “Talha gidiyor” buyurdular...
Bu genç sahabeyi sevenlerin yüreğine derin bir ayrılık sızısı düşmüştü... Resûlullâh efendimiz, artık her gün namazdan sonra hazreti Talha’nın yanına uğruyor, hatırını sorup gönlünü alıyorlardı. Vefat edeceği gün de yanındakilere;
“Bir şey olursa çağırın, namazında bulunayım” buyurdular.
Talha radıyallâhü anh, ölümün geldiğini anladığı bir anda;
- Bizim mahallemiz uzaktır. Ben vefat edersem Resul-i Ekrem’i cenazeme çağırmayın. Korkarım ki, Yahudiler bir fenalık yaparlar, yılan, akrep, çıyan gibi haşereler zarar verirler. Resulullah efendimize bir fenalık gelmesin. Beni defnettikten sonra haber verirsiniz, diye vasiyet etti.


NE BÜYÜK SAADET...

Bu ne büyük bir sevgiydi böyle... Ölüm anında bile Sevgililer Sevgilisi’ni düşünüyordu...
Talha radıyallâhü anhın kısa sürede aldığı bu mesafe herkesi duygulandırmıştı. Daha çocuk sayılabilecek bir yaştaki birinin, böyle samimi ve olgun davranması muhteşem bir hasletti...
Evet, hazreti Talha bir gece vefat etmişti. Vasiyetini yerine getirdiler ve gece vakti, namazını kılıp defnettiler. Sabah namazında, Resûlullâh efendimiz camidekilere Talha’yı sordu. Cemaat;
-Ya Resulullah, Talha vefat etti ve defnettik, dediklerinde, üzüldüler ve hemen, mezarının başına gittiler. Ellerini açıp ona dua ettiler. Ne büyük saadet...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:48:10
Eğirdirli velî Berdeî Sultan


Berdeî Sultan, Anadolu’yu aydınlatan meşhûr velîlerdendir. On dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında Hamid ili (Isparta) vâlisi Hızır Beyin dâveti ile Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş Eğirdir Gölünün kenarında Mezâr-ı Şerîf denilen yerde yerleşmiştir. Kabri oradadır. “Şeyhülislâm Berdeî” diye de tanınır...


VAAZLARI ÇOK TESİRLİYDİ...


Şeyhülislâm Berdeî hazretleri Eğirdir’e geldikten sonra tesirli sohbetleriyle, ders ve vaazlarıyla halka doğru yolu anlattı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasını ve insanların İslâmiyet’i öğrenmelerini ve öğrendikleri doğru din bilgilerine göre yaşamalarını sağladı...
Bu mübarek zat, câmiye giderken pekçok kimseyle karşılaştığı halde, birkaç kişi dışında kimseye selâm vermezdi. Talebelerinden biri “Hocamız acaba neden birkaç kişiden başka kimseye selâm vermiyor” diye merak edip kendisine sorunca Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin gözlerini sıvazladı. Sonra da dergâhdan dışarıya gönderdi. Talebe çarşıya çıkınca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hınzır, kimini tilki, kimini çakal, kimini kurt, bir kısmını da köpek sûretinde gördü. Hocasının selâm verdiği kimselerden başkasının her birini çeşitli hayvan sûretinde gördü. Sonra hocasının yanına dönüp; “Efendim bu işin hikmetini anladım” dedi. Hocası yine gözlerini sıvazlayarak eski hâline çevirdi...


“ÇEKTİĞİN SIKINTI YETER!”



Şeyhülislâm Berdeî hazretleri bir gün talebelerini toplayıp;
“Bu gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm! Bana; (Oğul bu dünyânın sıkıntısını çektiğin yeter. Artık bana gel) buyurdular. Ben de, “Yâ Resûlallah! Sana ne ile geleyim! Sana lâyık armağanım yok” deyince; (Oğullarından birkaçıyla gel. Armağan olarak bu yeter) buyurdular. Böyle söyler söylemez talebeleri feryâd edip ağlaşmaya başladı. Oğullarına; “Benimle hanginiz gider?” diye sordu. Hepsi cân-u gönülden âhiret yolculuğunu istediler. O gün hepsinin tabutlarını hazırlattı. Akşama doğru kendisi ve bütün oğulları vefât etti...
Kendisinden sonra meşhûr talebesi, halîfesi ve dâmâdı Pîrî Halîfe Muhammed insanlara rehberlik edip, çok kıymetli hizmetler yaptı. Bu zâtın oğlu olan Muhammed Çelebi Sultan ve bunun torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri de orada yetişen meşhûr velîlerdendir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:48:48
Yalancı peygamber Esved-i Ansî’nin katli


San’a’da Feyrûz bin Deylemî adında bir zat bulunuyordu.
Aslen Fârisî olup, Kisrâ’nın, Habeşlileri Yemen’den çıkarmaları için, Seyf bin Zî Yazen’le beraber Yemen’e gönderdiği İranlıların çocuklarındandır.
Resûlullahın Peygamberliği haberi oraya ulaşınca Müslüman oldu ve hicretin onuncu yılında Medîne’ye geldi.
Resûlullahın huzûruna girip, bî’at etti...



O YALANCI ÖLDÜRÜLECEKTİ!..


Feyrûz bin Deylemî’nin Müslüman olduğu yıl, Resûlullah efendimiz Vedâ Haccını yaptıktan sonra hastalanmışlardı.
O sırada Araplar arasında bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı.
Bunların ilki, Benî Ans kabîlesinden Esved-i Ansî idi. O, kâhin, hafifmeşrep bir adamdı.
Halka, onları hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle, dinleyenlerin dikkatini çekerdi.
Esved-i Ansî, meleklerin kendisine vahiy getirdiğini söyleyerek, Peygamberlik iddiasında bulunmaya başladı...
Bu haber, Peygamber efendimize ulaştı. Resûlullah efendimiz Yemen’deki Müslümanlara haber gönderdi.
Mutlaka Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması gerektiğini emir buyurdular.
Resûlullah efendimiz bu mes’ele için, Müslüman olmayanlarla da irtibat kurdu.
Netîcede Esved-i Ansî öldürülecekti. Karısı Âzad ile de anlaşmaya varılmıştı...
Feyrûz bin Deylemî, iki arkadaşı ile anlaştı ve bir gece, Esved’in yattığı evin duvarını deldiler.
Feyrûz içeri girdi. Esved derin bir uykuya dalmıştı.
Feyrûz daha önce anlaştıkları gibi, karısı Âzad’a, başının nerede olduğunu sordu.
Âzad da, işaretle gösterdi. Esved, sarhoş olarak uykuya dalmıştı.
Feyrûz, Esved’in boynunu kırdı ve sonra da boğazını keserek arkadaşları ile oradan ayrıldılar.



VAHİYLE VERİLEN MÜJDE

Ertesi gün Feyrûz ve arkadaşları, kabîlelerini toplayarak Esved’in öldürüldüğünü ve Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu ilân ettiler.
Bundan sonra Müslüman vâliler, işlerinin başına döndüler ve zekâtı toplamaya başladılar...
O gece yalancı Esved-i Ansî’nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize vahiyle bildirilmişti. Ertesi gün, bu hâdiseyi Eshâbına müjdeledi:

-Dün gece, yalancı Esved-i Ansî, kardeşlerimizden biri tarafından öldürüldü.
Eshâb-ı kirâm;
-Yâ Resûlallah, onu öldüren kim? diye sordular. Resûlullah efendimiz de buyurdular ki:
- Onu sâlih, mübârek bir ev halkından, mübârek kişi olan Feyrûz bin Deylemî öldürdü.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:49:54
Hayırsever Sultan Gevher Nesibe


Gevher Nesibe Sultan, Selçuklu Hükümdarlarından II. Kılıçarslan’ın kızıdır. Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in de kız kardeşidir.
Gevher Nesibe Hatun, bir sultan kızıydı ama, o, asıl sultanlığın, “gönül sultanlığı” olduğunu bilir, seven ve sevilen gönüllerde taht kurmanın gerçek sultanlık olduğuna inanırdı...



KARA SEVDAYA TUTULMUŞTU!..

O da sevmişti bir gün... Sarayın panjurları arasında gördüğü yağız benizli, kara kaşlı, genç bir sipahiye gönlünü kaptırıvermişti. Ancak, saray törelerine göre, evlenecek erkeği, kız değil sultan seçerdi. Üstelik, genç sipahinin de gönülcüğü Sultan kızı Gevher Nesibe’ye kaymış, bu sevda, alev alev sürüp giderken, sipahi, bir sefere yolcu oluvermişti...
Bu gidişin dönüşü olmamış, sipahi sınır boylarında aşkla dolu yüreğini, bedeniyle birlikte kara toprağın kara bağrına gömmüş, “kara sevda”ya tutulan Gevher Nesibe’yi gözyaşları içinde bırakmıştı...
O günden sonra, sımsıkı pancurların gerisine çekilen Sultan kızı, sararıp solmağa başlamış, bu da yetmezmiş gibi, üzüntüsünden ince hastalığa (verem) yakalanmıştı. Kardeşi Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, ülkenin bütün doktorlarını toplamış, ilaçlar yaptırmış; ama nafile!.. Çaresini bulamamışlar bu hastalığın...
Gevher Nesibe Hatun, artık son anlarını yaşamaktadır. Sultan Gıyaseddin son dileğini sorar çok sevdiği kız kardeşine. Gevher Nesibe Hatun da şöyle vasiyet eder:



“ARTIK AHİRET YOLCUSUYUM!..”

“Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkân yok, hiçbir hekim derdime çare bulamadı; ben artık ahiret yolcusuyum, eğer dilersen benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun...”
Evet, bu güzel ve ihlaslı Türk kızının acıklı hikâyesi, muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken, Kayseri de; bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuş olur...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:51:30
Zeyd bin Harise’ye kurulan tuzak!..

Bir gün bir münafık Zeyd bin Harise radıyallahü anha gelerek, “Gel seninle ortak ticaret yapalım. Senin paran yok, tabii ki sermaye benden” dedi. O mübarek de bir art niyeti olmadığı için bu teklifi hemen kabul etti. Taif’e gidip mal getirmek üzere yola çıktılar. Yolda münafık, hazreti Zeyd’e;
- Yorulduk. Şu mağaraya girelim de bir müddet istirahat edelim, dedi ve mağaraya girdiler.

MAĞARADA SUİKAST YAPACAKTI!
Münafık, hazreti Zeyd’e suikast hazırlamıştı. Orada uyutup, elini ayağını bağladıktan sonra öldürecekti!..
Biraz sonra Zeyd uyuyunca münafık da onun ellerini ve ayaklarını sıkıca bağladı. Zeyd uyandı ki, elleri ve ayakları bağlanmış. Kendisini niçin bağladığını sordu. O;
- Siz Muhammed’le Taif’e gitmiştiniz. Orada O’nu öldürmek istediler. Fakat sen kendini siper yaparak O’nun hayatını kurtardın. Sen Muhammed’i kurtarmasaydın, bugün aramıza bu fitne girmeyecekti!” dedi ve hançerini çekip Zeyd’in üzerine yürüdü.
Hazreti Zeyd canından çok sevdiği Resûlullah’ı bir daha dünya gözüyle göremeyeceğini düşünerek çok üzülüyor ve gözyaşları ile “Ya Rahman!..” diye nida ediyordu. O anda gaipten bir ses duyuldu:
-Dokunma ona!
Bu sesi duyan münafık, mağaradan dışarı çıkıp baktı ki, kimse yok! Tekrar içeri girip Zeyd’in üzerine yürüdüğünde, Zeyd yine; “Ya Rahman!..” diye nida ediyor, o ses bu sefer daha gür bir şekilde; “Dokunma!” diyordu!..

TEPEDEN TIRNAĞA SİLAHLI!
Daha fazla heyecana kapılan münafık, tekrar dışarı çıkıp bakıyor ki, kimse yok!
Üçüncü defa öldürmek için hamle yaptığında bu sefer “Dokunma!” nidası mağaranın ağzında duyuluyor. Heyecanla mağaranın dışına çıkan münafık, tam teçhizatlı bir kimseyle karşılaşıyor. Neye uğradığını şaşıran münafıkın dili boğazına kaçıyor ve silahlı zat, kellesini uçuruyor!..
Silâhlı zat, hazreti Zeyd’in iplerini çözüp bir isteği olup olmadığını soruyor. Zeyd bin Harise, Ona;
- Sen kimsin, nereden geliyorsun? dediğinde, O;
- Ben seni kurtarmak için vazifelendirilmiş bir meleğim. Birinci defa nida ettiğinde, yedinci kat semada idim. İkinci nida ettiğinde ikinci kat semada idim. Üçüncüde ise, mağaranın ağzına gelmiştim. Münafıkın kellesini kesip canını cehenneme yollamakla, benim vazifem bitmiş oldu. Allaha ısmarladık, Muhammed aleyhisselama selâm söyle, deyip ayrılıyor...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:52:02
Batman’dan yükselen nur Hasan-el Nurânî


Hasan-el Nurânî hazretleri (H. 1201) Batman’da dünyaya gelmişti. Daha doğmadan babasını kaybetti. Annesi oğlu Hasan’ı abdestsiz emzirmezdi. Çok fakir olduklarından dolayı köyün ağası Hüseyin Efendi bu saliha hanımı yanında çalıştırmaya başladı. O zaman çocuk olan Hasan-el Nurânî de Hüseyin Efendinin yanında hizmetlerine devam etti...


ABDÜLMECİD HAN’IN EMRİYLE...

Altı yaşlarında iken küçük Hasan ağılda karanlık bir yerde oturuyordu. Hüseyin Efendi abdest almak üzere ağıla gittiğinde köşede bir nur olduğunu görüp, ona doğru ilerledi. Nura elini vurduğunda, Hasan’ın başında olduğunu fark etti. Bu olayın zuhur etmesinden sonra tüm ahali küçük Hasan’a “Nurânî” unvanını verdiler...
Hüseyin Efendi bu olaydan sonra Hasan-el Nurânî’yi ilim tahsil etmesi için devrin büyük âlimlerine gönderdi. İlim tahsilini yörece meşhur olan Molla Halil-i Siirtî’nin yanında yaptı. Bu zat meşhur Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin halifesidir. Fıkıh, tahsil ettikten sonra Molla Halil-i Sîirtî’den geometri ve matematik öğrendi. Evliyanın büyüklerinden Şeyh Sâlih-i Sıbkî’nin sohbetlerine katılarak zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip hilâfetle şereflenerek icâzet aldı.

Üstün kabiliyetini iyi bilen hocası, o dönemin kendisi ile arası çok iyi olan Sultan Abdülmecid Han’a yazdığı bir mektupla talebesinden bahseder. Padişah da, Diyarbakır’a bağlı çok eski tarihî bir köy olan Aktepe arazisinden 52 parselin tapusu ve o köyde bir tekke ve medrese kurma emrini gönderir. Bundan sonra Şeyh Hasan Efendi, Şeyh Sâlih Sıbkî’nin vasiyeti üzerine Diyarbakır’ın Bismil ilçesi Aktepe köyüne yerleşerek, insanları irşâd ile meşgul oldu ve çok talebe yetiştirdi.
Şeyh Hasan Efendi 1865 (H.1283) senesinde Aktepe köyünde vefât etti.


“BU, BENİM İŞİM DEĞİL Kİ!..”

Bu mübarek zata vefatına yakın sordular:
“Sizden sonra burada bunca halifeniz ve oğlunuz var, kim postunuza oturacak?”
“Kimin oturacağı bellidir. Molla Kasım” cevabını verir. Bazıları, kendi evladından birini yerine bırakmamasına bir mânâ veremez. Bunu fark eden Şeyh Hasan-i Nurânî “Ben evlatlarıma her şeyimi bıraktım, ancak bu iş, benim işim değil, onun bırakılması manevi bir emirdir” der, bir müddet sonra da vefat eder...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:53:19
“Senin yüzünden beni azarladılar!”


Abdullah ibn-i Mübarek hazretleri bir vakit İslam ordusuyla birlikte savaşa katılmıştı. Harp bütün şiddetiyle sürüyordu. Savaşta karşısına çok zorlu bir düşman askeri çıkmıştı. Bu düşman askeri ile uzun bir mücadeleye girişir. Bire bir bu savaş o kadar sürer ki, namaz vakti geçmek üzeredir. İbn-i Mübarek hazretleri düşmanına der ki:
-Şu kadar zamandır çarpışıyoruz, birbirimize üstünlük sağlayamadık, benim namaz vaktim girdi ve de geçmek üzeredir. İzin ver, ben namazımı kılayım, sonra çarpışmaya devam edelim!
Düşman askeri bu teklifi kabul eder ve İbn-i Mübarek hazretleri namaza durur. Namazı bitip çarpışmaya başlayacakları sırada bu sefer de düşman askerinden bir teklif gelir:
-Sen ibadetini yaptın, bana da müsaade et, ben de putlarıma gerekli tazimde bulunayım!


“İŞTE ŞİMDİ TAM ZAMANI!”

Putperest olan adam göğsünde sakladığı küçük bir putu çıkarıp yere koyar ve karşısına geçip kıyam eder. Sonra da oturur. İbn-i Mübarek hazretleri düşmanının puta tapındığını görünce içinden der ki: “İşte tam zamanı! Kılıcımla şu kâfirin başını uçurayım!”
Yerinden kalkar ve düşmanın başına dikilir. Tam kılıcı indireceği zaman:
“Ahdinde dur, şüphe yok ki verilen sözün sorumluluğu vardır” (İsra, 17/34) diye bir ses duyar.


GÖZYAŞLARI SEL OLUR!..

Bu sesi duyması ile birlikte ağlamaya başlar. Gözyaşları sel olmuştur. Düşmanı, başını kaldırıp baktığında, İbn-i Mübarek’in elinde kılıçla ağladığını görüp sorar:
-Ne yapıyorsun? Sana ne oldu?
İbn-i Mübarek düşündüklerini anlattıktan sonra şöyle der:
-Senin yüzünden beni azarladılar!
Düşman bu durumdan çok duygulanmıştır. Der ki:
-Düşmanı için dostunu azarlayan böyle bir Allah’a baş kaldırmak ve karşı gelmek doğru bir hareket değildir!
Abdullah ibn-i Mübarek hazretleri ile çarpışmayı bırakarak hemen Müslüman olur ve müminlerin safına geçer. Büyük bir gayretle, biraz önce beraber çarpıştığı kâfir saflarına saldırır ve orada şehid düşer...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:54:21
Anadolu velîlerinden Şemseddîn Sivâsî


Şemseddîn Ahmed Sivâsî, Anadolu’da yetişen büyük velîlerdendir.
Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur.
Babasının ismi Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. Asıl ismi Ahmed, künyesi Ebü’s-Senâ, lakabı “Şemseddîn”dir.
“Kara Şems” diye şöhret bulmuştur. 1519 (H.926) senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu. 1597 (H.1006) senesinde Sivas’ta vefât etti.
Sivas’ta Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri ziyâret edilmektedir.


ÜÇÜNCÜ MEHMED HAN DÖNEMİ...

Türk-İslâm târihindeki meşhûr üç Şems’ten birisidir.
Bunlardan birincisi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hocası olan Şems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul’un fethinde Fâtih Sultan Mehmed Hanın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems’tir. Üçü de yüksek dereceler sâhibidirler...
Şemseddîn Ahmed Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti.
Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu.
Kara Şems 1590 (H.999) senesinde hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti.
Hac dönüşü İstanbul’a uğradı ve orada kalarak taliblerine feyz vermeye başladı.
Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi...


PADİŞAH ÇOK ISRAR ETTİ, ANCAK...

Bu mübarek zat, hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katıldı.
Padişah ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, onun İstanbul’da devamlı kalması için çok ısrar etmişse de kabul ettiremedi.
Ömrünün sonları olduğundan çocuklarının içinde vefat etmesi temennisiyle müsaade aldı. Binlerce ikbâlciler arasında Sivas’a teşrif etti.
Sefer zahmeti vücudunu fazla yıprattığı için, günden güne zayıf düştü.
Kardeşinin oğlu, aynı zamanda damadı olan Şeyh Recep Efendi’yi vasi tayin etti.
Vefatlarına yakın en son kelâmı “İnnî veccehtü vechiye lillezî fetaras-semâvâti ve’l-erdı” âyet-i kerîmesi olup, ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:55:58
Büyük mutasavvıf Abdullah Ayderûs


Abdullah Ayderûs hazretleri evliyânın büyüklerindendir.
Tam ismi, Abdullah bin Ebû Bekr bin Abdürrahmân es-Sekâfî el-Ayderûs’tur.
Künyesi “Ebû Muhammed”dir. 1408 (H.811) senesinde doğdu.

Abdullah Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma ile açtı ve başka bir şey yemedi.
Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da muhâlefet edemezdi.
Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp uyumadı.
Dört bir taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu öğrendiler...


ÇOK CÖMERT BİR ZAT İDİ

Abdullah Ayderûs, cömert, ikrâm sâhibi bir zat idi. Bütün malını, mülkünü Müslümanlara tahsis ederdi.
Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi.
Konuştuğu kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu.

Bu mübarek zat, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu.
Neredeyse ezberlemişti. Bunu talebelerine de tavsiye ederek; “Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur.
Bu yolu da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır.
Bu eser, Kitab (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), tarîkat ve hakîkatin açıklamasından ibârettir” buyururdu...


“ARTIK BU DİYÂRA DÖNMEYİZ!”

Abdullah Ayderûs hazretleri, vefâtı yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatte bulundu.
Oğlu Ebû Bekr’i yerine vekil tâyin etti. Diğer çocuklarına; “Artık bu diyâra dönemeyiz” dedi.
Hazırlık yaparak yolculuğa çıktı. Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek için bir müddet kalırdı.
Şuhr denen şehre vardığında bütün halk onu karşılamak üzere yola çıktı. Burada bir ay kadar kaldı.
Pazartesi ve perşembe günleri vaaz ve nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda rahatsızlandı.
Yanındakilere, dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde okumalarını emretti.
Yemen’in Terim şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460 (H.865) yılında vefât etti. Zembîl Kabristanına defnedildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:56:32
“Düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır!”



İsa aleyhisselam bir ağacın altında ibadet eden birini gördü.

Dikkatlice baktığında adamın ayakları felçli olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu.

Vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu.

Ama adam bütün bunlara rağmen, mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:

“Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!..”

İsa aleyhisselam kötürüm adama yaklaştı:

- Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor?

Peki hangi nimettir, nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?

Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:

- Allahü teâlâ bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de O’na şükrediyorum.

Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur.

Ama Rabbim bana bu sevgiyi ihsan eylemiş.



GÖZLERİ ANINDA AÇILIR!

İsa aleyhisselam; “Ver şu elini öyle ise!” diyerek elinden tutar, gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:

- Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygambersin, der. Sonra da ayakları üzerine kalkabildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:

- Yâ Nebiyyallah! Sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki:



“ŞİMDİ NASIL ŞÜKREDECEĞİM?!.”

“Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak lütfettin.

Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?”

Adam bunları söyledikten kısa bir zaman sonra ruhunu teslim eder.

Hadiseye şahit olanlar İsa aleyhisselama derler ki:

- Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.

İsa aleyhisselam da onlara şöyle buyurur:

- Öyle ise, tefekkür edin, siz de düşünün! Düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:57:04
Kelime-i şehâdeti söyleyemeyen adam


Abdülazîz Revvâd hazretleri meşhûr hadîs âlimlerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir.
775 (H.159) târihinde vefât etti. Aslen Horasanlıdır.
Sonra Mekke-i mükerremeye yerleşmiş, burada vefât etmiştir. Mugîre bin Mühelleb bin Ebî Sufre’nin âzâdlısıdır...


GÖZLERİ HİÇ GÖRMÜYORDU...

Şakîk-i Belhî hazretleri şöyle anlatır:
Abdülazîz Revvâd’ın, yirmi sene gözleri görmemişti. Onun için, bu kadar sene çoluk çocuğunu göremedi.
Bir gün oğlu kendi kendine düşünüp, bu duruma içerleyerek; “Babacığım! Senin gözlerinin görmemesine çok üzülüyorum” deyince,
Abdülazîz hazretleri; “Oğlum! Ben Allahü teâlâdan gelene râzıyım” cevabını vermiştir.

Yine birisine şöyle buyurdu: “İslâmdan, Kur’ân-ı kerîmden ve saçının beyazlığından öğüt almayan, nasîhat kabûl etmez.”

Abdülazîz bin Ebû Revvâd hazretlerine “Nasıl sabahladın?” diye sorulunca, ağladı. “Niçin ağladın?” dendi. Bunun üzerine;
“Ölümü unutmuş, üstelik günahları da çok olan kimsenin hâli nasıl olur. Ecel, süratle geliyor, ömür her gün eksiliyor.
Akıbetin Cennet mi, Cehennem mi, ne olacağı bilinmiyor. Ya Cehennem olursa, hâlimiz ne olur?” buyurdu.
Abdülazîz Revvâd hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Medîne-i münevverede idim. Bir gece Mescid-i Nebî’ye gidiyordum. Bir kadın telaşla yaklaşıp;
“Ey efendi! Eğer sevab kazanmak istiyorsan yardıma gel! Şurada bir hasta var can çekişiyor, ölmek üzere.
Yanındakiler hep kadın. Bir erkek yok ki, ona Kelime-i şehâdeti telkin etsin, söyletsin!” dedi.


“BU ADAM FASIKTIR!..”
Hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adam, Kelime-i şehâdeti söyletmek için ne kadar uğraştıysam bir türlü söyleyemedi!
Bir ara gözlerini açıp; “Kaç defâdır bunu söyle diyorsun. Fakat ben söyleyemiyorum. Ben bu Kelime-i şehâdetten ve İslâm dîninden yüzümü çevirmişim” dedi ve sonra öldü.
Adamın kim olduğunu ve hâlini sorduğumda “Bu adam fasıktır, açıktan günah işler, devamlı şarap içerdi!” dediler.
Kendi kendime, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın; “Şarap içmeyi âdet edinen, puta tapan gibidir” buyurması elbette doğrudur, dedim...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:57:32

“Bu âsilerin şefaatçisi ol!”


Bir cuma günü, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahaeddin Veled hazretleri Bağdad’da vaaz ediyordu.
Mübarek zat, o kadar güzel şeyler söyledi ki, mecliste bulunanlar sohbetin tesiriyle kendilerinden geçtiler. Halife anlatılamayacak derecede ağladı.
Vaaz sonunda Bahaeddin Veled hazretleri mübarek sarığını kaldırdı ve yüzünü halifeye çevirerek:


“MOĞOL ASKERLERİ GELİYOR!”

“Ey Abbas oğullarınının halefi! Şimdi sana bir haber veriyorum! Küçük gözlü olan ve etrafa ateş saçanlar (Moğol askerleri) geliyor.
Allahü teâlânın takdirine göre, onlar seni şehit edecekler.
Vaktine hazır ol, gaflet perdesini gönül gözünden kaldır, akıl kulağını aç, günahlarını bırakarak, Allahü teâlâya dönmeye çalış ve ondan mağfiret dilemekle meşgul ol!”
Bahaeddin Veled hazretleri daha Bağdad’dan hareket etmemişti ki, Cengiz’in beş yüz bine yakın askeriyle Belh’i muhasara ettiği ve Horasan’ın bu kadar şehrini yağmaladığı, sayısız esir aldığı haberi geldi.
Cengiz Han, Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belhliler büyük bir direnişle karşı koydular.
Cengiz’in Tulihan’dan olan Çağatay adındaki oğlu bu savaşta öldürüldü. Bu, Cengiz Han’ın çok ağırına gitti.
Büyük ve küçüklerden ele geçirdiklerini öldürmelerini, hâmile kadınların karınlarını yarmalarını, şehrin bütün hayvanlarını kesmelerini ve Belh’i yerle bir etmelerini emretti...
Bunun üzerine Moğollar on iki bin mescidi ateşe verdiler. Mescidlerde bulunan on dört bin Mushâf-ı şerifi yaktılar. Elli bine yakın âlim, talebe ve hafızı katlettiler. İki yüz bin insanı diri diri toprağa gömdüler. Yağma ettiklerinin ve götürdüklerinin haddi hesabı yoktu.



“BU FÂCİRLERİ ÖLDÜRÜNÜZ!”

Moğol askerinin yağma ve öldürmekle meşgul olduğu sırada, Bahaeddin Veled hazretlerinin talebelerinden bir derviş de orada idi.
Belh’in bütün büyükleri feryad ederek onun yanına geldiler ve “Bizlerin affını Allahü teâlâdan dile! Zevk ve sefahata dalan bu âsilerin şefaatçisi ol da bu kaza belâ zulmetleri kaybolsun” dediler...
Derviş o gece seher vaktine kadar uyumayarak Allahü teâlâya yalvarıp yakardı. Sabahleyin gaibden “Ey kâfirler! Hak yoldan sapan, günahlara dalmış olan bu fâcirleri öldürünüz” diye bir ses duyuldu. Derviş o zaman bunun umumi bir bela olduğunu anladı. Üç gün sonra o cemaati, içindeki iyilerle birlikte katlettiler...
Hak teâlâ intikamın, kul eli ile alır/İlm-i hâli bilmeyenler, onu kul yaptı sanır!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:57:56
Büyük devlet adamı Köprülü Mehmed Paşa


Köprülü Mehmed Paşa (1575-1661) on yedinci yüzyıl Osmanlı Sadrâzamlarındandır.
Osmanlı tarihinin en sarsıntılı döneminde iş başına geçip, 35 yıl devleti başarıyla yöneten “Köprülüler” soyundan gelmiş, büyük sadrazamlardan ilkidir.

Köprülü Mehmed Paşa, Vezirköprü’de doğmuştur.
İktidarının ilk yıllarında çok fazla kan dökmüş olmakla beraber, memleketin içinde bulunduğu karışık durum, yaptıklarına hak verilmesini sağlamıştı.

Padişahla anlaşarak yaptığı akit sonrası 75 yaşında sadrazam oldu...
İstanbul’daki karışıklıklarda; yeniçeri kıyafetine soktuğu Hristiyanlar vasıtası ile Müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum Patriğini idam ettirdi...
İstanbul’daki ulemâ sınıfı arasındaki kargaşayı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmelerini sağladı...


VENEDİKLİLERİ DENİZE DÖKTÜ!..

Devlet bünyesinde asayişi muhafaza edip, huzur ve intizamı ikame ettikten sonra orduyu toplayarak sefere çıktı.
Çanakkale Boğazını kapatmış olan Venediklilerin üzerine yürüdü.
Venediklilerin deniz kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Boğazı açan bu dâhi devlet adamı, Bozcaada ve Limni’yi de kurtardı.
İsyan eden Erdel Beyini yola getirdi.
Anadolu’daki ayaklanmaları bastırıp, vilayetleri gözü dönmüş zorbalardan temizleyip iç düzen ve güvenliği sağladı.
Bütçe meselelerini ele alıp, bu konuda yolsuzluğu görülen kişileri ortadan kaldırdı.
Avrupa devletleriyle yeni bir savaşa hazırlandığı sırada, 1661’de Edirne’de öldü. Vasiyeti gereği yerine oğlu Fazıl Ahmet Paşa getirildi.


“KADINLARIN TESİRİNDEN SAKININ!...

Köprülü Mehmed Paşa ölüm döşeğinde iken etrafında bulunan saray erkânına şöyle nasihat etti:
“Kadınların tesirinden sakının! sarayın dört duvarları içinde kalmayıp, orduyu daimî surette seferber halinde tutun ve nihayet, seçilecek vezirin çok zengin bir kimse olmamasına dikkat edin.
Halefim olarak yerimi alabilecek olan bir tek kimse, yalnız oğlum Ahmed’dir..”
Bu sözleri söyledikten biraz sonra da vefat etti.
Kabri, İstanbul Çemberlitaş yakınında yaptırdığı kütüphânesinin bahçesindedir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:58:35
Genç kadının gerçek tövbesi


Yaşlı bir zat kendisine bir ibadethane yaptırmış, halktan uzak olan bu yerde ibâdetle meşgul oluyordu. Bir gün, ağaçlar arasında gezinirken bir delikanlı ile genç bir kadın gördü. Delikanlı kadına şöyle diyordu:
“Benimle gelirsen sana şu kadar para veririm...”


“BEN DAHA ÇOK VERİRİM!..”

Kadın, gencin teklifini kabul edip peşinden gitmeye başladı. Yaşlı zat kadına yaklaşıp;
“Onunla değil de benimle gelirsen sana şu kadar para veririm!” diyerek, o gencin söylediğinden daha fazla para teklif etti.
Bunun üzerine kadın o genci bırakıp adamın peşinden geldi, içeri girdiler. Yaşlı zat kadına;
“Bir insan bir suç işlerse, bunu da iki şahit görse, o adamın hâli ne olur?” dedi.
Kadın, düşündü ve;
“Mutlaka cezalandırılır” cevabını verdi. Adam, bu sefer;
“Ya iki değil de dört şahit olursa ne olur” diye sordu. Kadın;
“O zaman ceza alması daha kesinleşir” dedi.
Bunun üzerine adam asıl söyleyeceklerini söyledi:
“Ey kadın! Biz şimdi buradayız. Bizim yapacağımız işe şahit olan dört kişi var!”
Kadın, odada dört kişi olduğunu zannederek, birden fırladı ve bir yandan da adama soruyordu:
“Hani, neredeler?”
Yaşlı zat onun sorusuna şöyle cevap verdi:


“SUÇLU, CEZASINI ÇEKER!..”

“O dört kişi; ikisi senin omuzlarında, ikisi de benim omuzlarımdaki meleklerdir.
Bu mahkemeyi yapacak olan da Allahü tealadır. Bu durumda suçlular ceza almazlar mı?
Bu durumda biz bu menhiyatı, haram olan bir fiili niçin işleyelim?
Resulullah efendimiz (Ey gençler, namusunuzu koruyun, zina etmeyin!), (Kötülükten korunmak için, nikâhlı yaşayın ve iffetli olun!), (İyi bilin ki, namusunu koruyana Cennet vardır.) (Bir kadın, beş vakit namazını kılar, namusunu korur, kocası ile iyi geçinirse, dilediği kapıdan Cennete girer) buyuruyor” dedi.
Bu sözler kadına çok tesir etmişti.
Son derece üzülen ve tövbe eden kadın, bir kere “Allah!” dedi ve yere yığılıp kaldı.
Bir daha da kalkamadı. Çünkü, çoktan ruhunu teslim etmişti.
Samimi olarak pişman olan kadına Allahü teala “tövbe-i nasuh”u, yani gerçek tövbeyi nasip etmişti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:59:04
Üsküdarlı şair Mustafa Sâfî


Üsküdarlı Sâfî, 1862-1901 yılları arasında yaşamış bir şairdir. Üç şiir kitabı bulunmaktadır.
Bunlardan biri de “Şi’r-i Sâfî”dir. Bu eser 1899 yılında İstanbul’da basılmıştır ve içerisinde 29 gazel bulunmaktadır.


YANYA’DAN İSTANBUL’A...

Üsküdarlı Sâfî olarak tanınan şairin asıl adı Mustafa Sâfî’dir.
Nükteci bir zat olan divân-ı muhâsebât başkatibi şair Tosyalı Reşidefendizâde Mehmet Emin Nüzhet Beyin oğludur.
1862 yılında babasının defterdar olarak çalıştığı Yanya’da doğdu.
Bir süre sonra babasıyla birlikte İstanbul’a döndü ve Üsküdar İhsaniye Mahallesinde yaşamaya başladı.


HALEP’E SÜRGÜN EDİLDİ...

İlk tahsilini Üsküdar Fındıklı Mektebi’nde tamamladıktan sonra Paşakapısı Rüştiyesine giren Mustafa Sâfî, Rüştiye tahsilinden sonra bir süre Selimiye Camiinde Abdurrahman Efendi’nin derslerine devam etti.
Farsça, Arapça ve edebiyat dersleri aldı. 1880’de Üsküdar Bidayet Mahkemesi Katipliğine tayin edildi.
Daha sonra Fırka-i Askeriyye Mühimme Katibliği göreviyle Trablusgarp’a gönderildi.
Bir müddet sonra görevinden istifa ile tekrar İstanbul’a dönen Mustafa Sâfî, Damat Mahmut Celalettin Paşanın meclislerine devam etti.
Paşanın oğlu “Prens Sabahattin”in özel hocalığını yaptı. Bir ara Üsküdar’da attar dükkanı çalıştırdı.
Paşanın Avrupa’ya kaçmasından sonra, onunla olan münasebetinden dolayı yapılan bir ihbar üzerine Halep’e sürüldü.
Halep mektupçu muavinliği görevinde iken 1901 senesinde vefat etti.
Mezarı Halep’te hükümet konağı civarındaki Cebîle Kabristanındır.


“ÖLÜRÜM TERK EDEMEM...”

Mustafa Sâfî, mütedeyyin bir insandı. Yakınlarına her zaman şöyle derdi:
“Dünya bir imtihan yeridir. İnsan dünyada yaşadığı müddetçe birçok zorlukla karşılaşacak, başına türlü belalar gelecektir.
İnsan, vefasız dünyada imtihan içinde olduğunu bilerek, bu durumdan şikayette bulunmamalıdır...”
Mustafa Sâfî Efendi, vefatına yakın, çok sevdiği Peygamber Efendimiz için yazdığı şu beyiti okudu:
“Ölürüm terk edemem hâl-i hayâtımda seni/Yine rûhum sever esnâ-yı vefâtımda seni...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:59:30

Büyük mutasavvıf Abdülkerîm Cîlî


Abdülkerîm Cîlî hazretleri 1365 (H.767) senesinde Bağdad’da doğdu. 1428 (H.832) senesinde vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Çok zekî ve kavrayışı yüksekti.
Onu Zebid bölgesindeki büyük evliyâ Şerefüddîn İsmâil bin İbrâhim el-Cebertî’ye gönderdiler.
Kısa zamanda o büyük zatın teveccühlerini kazandı.
Bilhassa hadîs, fıkıh ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı...
Abdülkerîm Cîlî hazretleri, talebelerini, bilhassa nefsin ve şeytanın aldatmalarına karşı çok uyarır,
dikkatli olmalarını öğütler ve hocalarının sözünden hiç çıkmamalarını sıkı sıkıya tembih ederdi.
İblisin şöyle dediğini bildirirdi: “Vallahi, bana göre bin âlimi aldatmak, îmânı kavi bir ümmiyi aldatmaktan daha kolaydır.”


ŞEYTAN NASIL ALDATIR?

O insanlar üzerinde şeytanın hîle ve aldatmalarını şu şekilde özetler ve Müslümanların uyanık bulunmalarını isterdi:

Şeytan avam tabakasına yâni ilmi olmayan Müslümanlara önce şehvete dâir işlerin sevgisini aşılamaya çalışır.
Böylece kalp duygularını öldürür. Sonra dünyâ sevgisini vererek dünyâlık kazanmaya sevkeder.
Böylece bu insanların bütün gâyeleri dünyâ talebi olur. Çünkü cehâletle dünyâ sevgisi bir araya gelmiştir.

Sâlih kimseler iyi ameller işlediklerinde şeytan harekete geçer. Onlara işledikleri ameli güzel gösterir.
Böylece onları ucba ve kendini beğenmişliğe sürükler.
sonunda hiçbir âlimin öğüt ve nasîhatini dinlemezler. İblis onları bu hâle getirdikten sonra şöyle der:
“Başkaları sizin ibâdetinizin binde birini yapsa kurtulur!..”
Bu telkinlere kananlar amellerini azaltırlar. İstirâhat yolunu tutarlar.
Kendilerini yüceltirler, başkalarını hafife alırlar. Artık bu hâlleri onları peş peşe günâha sürükler.


“SENİN GİBİSİ YOK!..”
Şeytân âlimi aldatmak için ise onun ilmi ile devreye girer. Söylediği her sözün hak olduğunu anlatır.
Senin gibisi yok diye telkin eder. Şeytan bu yoldan gitmekle çok muvaffak olur.
Büyük İslâm âlimlerine tâbi olmayıp ilimlerine güvenenlerden pek azı bu hîleden kurtulabilir.
Bu mübarek zat, vefat etmeden evvel talebelerine şöyle buyurdu:
“İnsanın kemâl derecesine ulaşıp, tasavvuf makamlarında ilerlemesi, Allahü teâlâyı bilmesine bağlıdır.
Bu ise ancak seçilmişlere veya bir mürşidin, yol gösterici rehberin huzurunda yetişenlere nasîb olur.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 10:59:51

Hz. Azrail’den izin isteyen hükümdar!


Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velîlerden Vehb bin Münebbih hazretleri, şöyle ibretli bir hadise anlatır:
- Kibirli hükümdarlardan biri, seyahate çıkacaktı. Giymek için bir kat elbise istedi.
Birkaç elbise değiştirdikten sonra biri hoşuna gitti. Sonra bir binek istedi.
Kendisine getirilen binek hoşuna gitmedi. Birkaç at getirildi ve en güzelini seçip bindi...


“ATIMIN DİZGİNİNİ BIRAK!..”

Yolda giderken, pejmürde kıyafetler içinde bir zat selam verdi. Selamı almadı. O zat bineğinin dizgininden tuttu.
Sultan; “Dizgini bırak!” diye haykırdı. O da “senden bir dileğim var!” dedi.
Sultan “Atımın dizginini bırak da ineyim. İhtiyacını o zaman arz et!” dedi.
Adam, “Hayır, şimdi!” diye ısrar etti ve böylece atının dizginini bırakmadı. N
açar kalan hükümdar “ihtiyacını söyle!” dedi. Adam da “Benim ihtiyacım sırdır” dedi.
Bunun üzerine sultan kulağına fısıldaması için başını eğdi. Atın dizginini tutan zat sultanın kulağına “ben ölüm meleği Azrail’im!” dedi.
Bunun üzerine sultanın beti benzi attı. Dili peltekleşti! Sonra dedi ki:
- Aileme dönüp ihtiyacımı yerine getirinceye ve onlarla helalleşinceye kadar bana mühlet ver!
- Hayır! Allah’a yemin ederim ki, sen ne aile efradını ve ne de geride bıraktıklarını artık bir daha göremeyeceksin!
Böylece onun ruhunu kabzetti...

***

Melek-ül-mevt, oradan ayrılıp salih bir kulun yanına gitti. Hasta olup, ölüme hazırlanan mümine selam verdi ve dedi ki:
-Senin katında bir ihtiyacım vardır. Kulağına onu fısıldayayım!
“Buyurun!” deyince kulağına “ben ölüm meleğiyim!” diye fısıldadı. Bunun üzerine o salih kul dedi ki:
- Gelmesi geciken bir kimseye merhaba! Yemin ederim ki, şu an yeryüzünde senden daha fazla kavuşmak istediğim bir kimse yoktur!


“BUNA YETKİN VAR MI?”

Bunun üzerine Azrail aleyhisselam “yapmak istediğin ihtiyacını gör!” deyince o mümin kul “Allah ile mülaki olmaktan daha sevimli ve ondan daha büyük bir ihtiyacım yoktur” dedi. Hazreti Azrail o zaman dedi ki:
- O halde hangi hâl üzerine ruhunu kabzetmemi istiyorsan o hâli seç!
- Senin buna yetkin var mı?
- Bana bu emir verilmiştir.
- O halde abdest alıp namaz kılayım, secdede olduğum halde ruhumu kabzet!..
Daha sonra abdest aldı ve namaza durdu. Bu sırada ruhu kabzedildi...
İşte biri dünya sultanı bir âhiret sultanı... Mühim olan netice değil mi?..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:00:17

“Ebü’l Ferec” Yusuf Tarsusî


Evliyanın büyüklerinden olan “Ebü’l Ferec” Yusuf et-Tarsusî, Abdülaziz Temimi hazretlerinin talebesidir.
İntisabından kısa bir zaman sonra mürşidinin himmetine nail oldu. Mânâ yolunda pek üstün derecelere kavuştu...
Bu mübarek zat, karşılaştığı kimselere çok mütevâzı davranırdı.
Arkadaşlarından veya dervişlerinden birinde uygun olmayan bir davranış görse tatlı bir şekilde onu îkaz eder ve bu işi yapmasına mâni olurdu.
İyiliksever, güzel huylu ve güzel görünüşlü bir zat idi.
Ebü’l Ferec hazretlerinin ilminden zahiren ve bâtınen birçok kimseler istifâde etti ve nice yolda kalmışlara mânâ yolunda ışık tuttu...


BAĞDAD’DA VEFÂT ETTİ...

İnsanlara dâima doğru yolu gösteren dinin emir ve yasaklarını anlatan büyük bir âlim olan Ebül Ferec hazretleri dalâlette kalmış insanları yaklaşık ellibeş sene Hakk’a dâvet edip hizmet etti.
Nihâyet şu köhne dünyadaki imtihanını en güzel şekilde verip gayeyi de yerine getirmenin bahtiyarlığı ile fâni âleme vedâ ederek Tevhid ve Kelime-i şehâdet ile tebessüm ederek Bağdat’ta vefât etti. Çevresindekilere son nasihati şöyle olmuştur:
“Ey Kardeşim! Himmetini kendini yakmak için harcamaktan, hevâ ve hevesinin dalgaları arasında kalarak kendini boğmaktan çok sakın. Nefsine karşı Allahü teâlâdan kork. Nefsine karşı hazırlıklı ol. Daima nefsinin yenilmesi için çalış. Böyle yaparsan sonunda zelîl olmaktan, hesap verme korkusundan dostlarla alâkayı kesmekten kurtulur, seçilmişlerden olursun...


“NEFSİ, KİŞİNİN KİMLİĞİDİR!”

Nefsi, kişinin kimliğidir. Tevâzu ettiği zaman yükselir, kendini büyük gördüğü zaman alçalır.
İlmin ve yakînin zirvesine ancak tevâzu ile erilir. Nefsine muhalefet hususunda çok sağlam ol. Günaha asla meyletme.
Günahın sonu ateştir. Geceni Allahü teâlâya ibadet etmek ve taatle geçir. Gâfil kimseler geceyi uyku ile geçirir.
Câhil ve gâfil oyun ve eğlence ile oyalanır. Halbuki Ehlullâh uyanıktır.
Bir işi yapmak istediğin zaman, o işte insaflı ve adaletli ol ki hakkı olmayan birine o işi teslim etmeyesin.
Allahü teâlâyı çok zikret.
Kızdığın zaman affa sarıl, çünkü affetmek suretiyle yapacağın hata, ceza vermek suretiyle yapacağın hatadan daha iyidir.
İşlerinde, hikmet ehli din gayreti bulunan kimseleri seç!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:00:40

Verâ ve takvâ denince Ebû Abdullah el-Mukrî


Ebû Abdullah el-Mukrî, evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebû Abdullah, ismi Muhammed bin Ahmed el-Mukrî’dir.
Ebû Abdullah; Yûsuf bin Hüseyin Râzî, Abdullah el-Harrâz, Muzaffer el-Kirmanşâhî, Ruveym bin Ahmed, İbn-i Cerîrî ve İbn-i Atâ gibi büyük zatların sohbetlerinde bulundu, onlardan ilim öğrendi.
Ayrıca Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah’ın talebesidir. Evliyânın meşhurlarından Cüneyd-i Bağdâdî’yi görmüştür.
Evliyânın en çok fetvâ vereni, en cömert, en güzel ahlâklı, himmetçe yüksek olanı, verâ ve takvâ sâhibi, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınan bir âlim idi.
976 (H.366) senesinde Nişâbûr’da vefât etti.


HOCASINDAN ÜÇ NASİHAT...

Hocalarından Abdullah el-Harrâz ona şöyle nasihat etmiştir:
“Sana üç şey tavsiye ederim.
Biri tam bir gayret ve itâatle farzları yerine getir. Bu hususta hırslı ol.
İkincisi, Müslüman cemâatine, topluluğuna hürmet,
üçüncüsü ise kendini ve hatırına gelen dağınık düşüncelerini iyi bilmemektir.”

Bu mübarek zatın da mübarek hocası gibi pek çok hikmetli sözü vardır. Buyurdu ki:
“Fütüvvet; kızdığı kimseye karşı güzel huylu olmak, hoşlanmadığı kimseye ihsân etmek, kalbinin nefret ettiği kimse ile güzel sohbette bulunmaktır.”
“Kişi, din kardeşlerine ve dostlarına hizmetinden dolayı böbürlenirse, Allahü teâlâ ona öyle bir alçaklık verir ki, kat’iyyen ondan kurtulamaz.”


KULLARIN EN AŞAĞISI!..“

Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir.
Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü.
Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır.”
“Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir.”
“Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü hakka dönmüş olmanın alâmetlerindendir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:01:05
Düşmanının bile saygı duyduğu kahramanlar


Estonibelgrad kalesi Avusturya ordusu tarafından kuşatılmıştı.
Buradaki müdafiler, sularını ve yiyeceklerini dışarıdan almak zorundaydılar.
Asıl Osmanlı ordusu her zamanki gibi güneye, kışlağa çekilmişti. Kışı ise pek amansızdı.
Bir müddet sonra açlık ve susuzluk bastırdı. Kuru soğuk vardı. Kar da yağmıyordu ki, eritip içsinler...
Kale kumandanı: “Baharda burasını nasıl olsa tekrar zapt ederiz” diye düşünerek, “vire” işini tatbike koymaya başladı.
Yani anlaşarak kaleyi silahlarıyla beraber terk edeceklerdi. Ancak, kaledeki akıncılardan Yahya Ağa, sekiz arkadaşı ile beraber “vire”yi kabul etmedi.
Bu dokuz kafadar, sabah namazından sonra kaleden çıkan akıncıların, iyice uzaklaşıp uzak ufukta kaybolmalarını beklemişlerdi...


DOKUZ SERDENGEÇTİ...

Sabah kale kapısı açıldı ve dokuz Osmanlı göründü.
O zamana kadar hâlâ inanamayan düşman askerleri şaşkın şaşkın bakakaldılar. Seksen bin askere karşı dokuz kişi!
Serdengeçtiler, efsane kahramanları gibi heybetle yaklaşıp, ansızın yaylarına el attılar.
Kahredici bir ok yağmuru ile düşman safları birbirine karıştı. Düşman askeri, Osmanlıların mesafesine ok düşüremiyorlardı.
Yanaşmak isteseler de vurulup düşüyorlardı...
Sonunda oklar bitti. Bu sefer palalarına sarılıp, kuzuyu gören kurtlar misali düşmana daldılar.
Seksen bin kişilik ordu, ancak onlarla burun buruna geldiği zaman şaşkınlıktan kurtulabildi.
Şimdi Osmanlı serdengeçtilerinin karşısında, toz duman içinde kümeler meydana geliyor, ama bu kümeler, birkaç saniye içinde infilak edercesine dağılıyor ve orta yerden “Allah” sadasıyla bir bahadırın önce palası, sonra kendisinin yükseldiği görülüyordu...


TEK BAŞINA BİR ORDU!
Yahya Ağa, 160 kişiyi yere sermişti. Osmanlılara sokulamayan düşman, sonunda mızraklarını fırlatmaya başlamıştı.
Her yanı kan içinde, bir kolu kopmuş olarak fırtına gibi esen Yahya Ağanın vücuduna bir anda dokuz mızrak birden saplandı ve Kelime-i şehadeti söyleyerek son nefesini verdi...
Diğer akıncılar da birer birer şehid düştüler...
Alman tarihçilerinin kaydettiklerine göre Avusturya ordusunun kumandanı, bu kahramanlara büyük bir cenaze merasimi tertip etti ve bütün düşman askerleri, uzun taburlar ve alaylar halinde bu şehidlerin karşısında şapka ve miğferlerini çıkararak sancakları ile saygı gösterme kadirşinaslığında bulunmuşlardı..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:01:27
Hemedan’dan Sivas’a Muzaffer Burûcerdî

Sivas’ın ileri gelen zenginlerinden ve aynı zamanda bir ilim adamı olan Muzaffer Burûcerdî, 1271 yılında Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde yaşamıştır.
O dönemde kendi adını taşıyan meşhur Burûcerdî Medresesini inşa ettirmiştir...


FİZİK, KİMYA VE ASTRONOMİ...

Hemedan (İran) yakınlarındaki Burucird’den gelen Muzaffer Burûcerdî; fizik, kimya, astronomi alanlarında zamanının en büyük ilim adamlarındandı.
Bunun yanı sıra hadis ilminde de söz sahibi olmuştu. Muzaffer Burûcerdî ve iki çocuğunun türbesi Sivas’ta, kendi ismiyle anılan medresede bulunmaktadır.
Selçuklu sanatının en güzel örnekleri olan çiniler türbesine ayrı bir güzellik vermektedir.
Kare mekandan türbeye geçiş Türk üçgenleri ile sağlanmıştır kapısının sol yanı da mavi ve siyah çinilerle süslüdür.
Muzaffer Burûcerdî vefat etmeden önce vasiyetini talebelerine yazdırdı.
Bu vasiyet, türbenin kubbesinin içerisinde bir şerit halinde mavi ve siyah renkli çinili bir kitabeye nakşedilmiştir.
Şunlar yazmaktadır:

“GARİPLİĞİME MERHAMET ET!”
“Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ım! Beni sana yaklaştıracak bir amelim, onunla sana yol bulacağım bir sevabım yok...
İhtiyacım, yalnızlığım, yokluğum, perişanlığım çok arttı.
Garipliğime merhamet et. Bu çukurumda bana yoldaş ol.
Ancak sana sığındım, sana güvendim. Cömertlerin cömerdi ve merhamet edicilerin en merhametlisi sensin.
Bu zayıf, garip, yalnız kul olan Muzaffer bin Hibetullah el-Mufaddali el-Burûcerdî türbesidir.
Allah onu, anasını, babasını ve bütün Müslümanları bağışlasın.
Allah onu cennette, ahirette mutlulukla rızıklandırsın.
Allah onun yalnızlığına yoldaş olsun, onun garipliğine acısın.
Kim benim bu türbemi değiştirir, mezarımı tebdil ederse onun düşmanı sensin.
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların gazabı onun üzerine olsun.”


MEDRESE, MÜZE OLDU...
Burûcerdî Medresesi, son yıllarda tamir edilerek etrafı yeşil saha haline getirilmiştir.
Eskiden bir ilim yuvası olan Medrese, şimdi müze olarak kullanılmaktadır...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:02:22
“Silsile-i aliyye”den Abdullah-ı Dehlevî


Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, “Silsile-i aliyye” denilen büyüklerden olup, seyyiddir.
1745 (H. 1158)’te Hindistan’ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi’de vefât etti.
Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır...


“MÜBAREK OLSUN!..”
Abdullah-ı Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da

“Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir” buyurdu.
O da; “Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur” dedi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; “Mübârek olsun” buyurup talebeliğe kabûl etti.
Onu Nakşibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini öğretti.
Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi.
Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu...

Bu mübarek zatın, gönülleri ferahlatan, kalplere neşe ve sürur veren sohbetleri ayrı bir nîmet sofrası idi.
Buyurdu ki:
“Hizmet görmek isteyen hocasına hizmet etsin.”
“Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun.”
“Bir defâsında beni Cehennem ateşi korkusu kapladı. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; (Bizi seven, Cehennem’e girmeyecek) buyurdu.”

Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzû ederdi. Lâkin buyururlardı ki:
“Üstâdım Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi.
Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü.
Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar çoktu.
Onun için şehîd olmaktan vazgeçtim.”
Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend;
“Bizim cenâzemizin önünde şu beytlerini okuyun buyurmuşlardı:

“Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.
Şu boş zembilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim...”

Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel sesle okunmasını istiyorum:

“Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,
Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise Kerîm.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:02:49
Abbasi halifesi Harun Reşid


Halife Harun Reşid, 786 yılında Abbasi Devleti’nin başına geçti. Beşinci Halifedir.
Hakkı gözeten adaleti seven bir zat idi. Halk onun zamanında çok rahat etmiştir.
Bu dönem Abbasilerin en parlak dönemi oldu. “Binbir Gece Masalları”nda anlatılanlar, bu mübarek zatın zamanıdır.
Bu masallarda, onun devrinin dillere destan zenginliği anlatılır...


ANADOLU’YA AKINLAR YAPILDI...

Harun Reşid devrinde, Anadolu’ya akınlar yapıldı. Afyon civarına kadar olan bütün Anadolu ele geçirildi.
Hatta İstanbul bile kuşatıldı fakat başarılı olunamadı. Bundan sonra da zaptedilen Anadolu toprakları tekrar Bizanslıların eline geçti.
Yine onun devrinde 787’de Tarsus imâr edildi.
Harun Reşid’in orduları 790’da Antalya’da Bizans donanmasını bozguna uğrattı...
Yapılan fetihlerle ülke öyle genişlemişti ki, o devirde hiçbir hükümdarın Harun Reşid kadar büyük ülkesi yoktu.
Bağdat’a hastaneler, rasathaneler ve medreseler yapıldı.
Bilim, sanat ve edebiyata öyle önem verirdi ki; devrinde teknoloji Avrupa’yı geçmiştir.
Gönderdiği çalar saat, o devirde çok geri olan Avrupa’da korku uyandırdı.
Şahit oldukları teknoloji Batılıların akıllarını başlarından aldı.
Roma-Germen İmparatoru Carolus Magnus (Charles Magnes) ile iyi münasebetler kurdu. Karşılıklı elçiler gönderildi.


KEFENİNİ KENDİSİ HAZIRLADI

Harun Reşid ilme, âlime önem verdiği kadar İslâmiyet’i yaşayan bir halîfeydi.
İmamı Ebû Yûsuf’u sarayında bulundurup onunla istişare etmesi, halifeliğe liyâkatini artırmıştır.
İmam-ı Ebû Yûsuf da devlet adamlarıyla, devlet işleriyle alâkadar olduğundan onun fetvaları iktisatla, içtimaî hayatla meşgul olanlarca daha çok benimsenmiştir.
Bununla beraber Haricîler 787’de isyan etti ve bastırıldı...
Bizans ile yapılan savaşlar neticesi Bizans imparatoru sulh istemiş ve ağır vergiler ödemişti...
Harun Reşid, Maveraünnehir bölgesinde çıkan isyanı bastırmak için ordusuyla yola çıktığında yolda hastalanarak vefat etmiştir.
Halife Hârun Reşîd ölümü esnâsında bizzat kendi eliyle kefenini hâzırladı ve
“Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” (Hâkka: 28, 29) âyet-i celîlesini okuyarak ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:03:11
Armağanî Mehmet Efendi


Osmanlı imparatorluğunun manevî direkleri o büyük imparatorluğu altı asır ayakta tutmuştur...
İşte bunlardan biri de Dördüncü Murad Han devrinde yaşamış olan Armağanî Mehmet Efendi’dir.
Aslen Foçalı olan Mehmet Efendi, herkese bir elma hediye ettiğinden kendisine bu isim verilmiştir...
Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdular ki:

“Beraberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz.
Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez.
Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!”

“Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler.
Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur.”


“MÜMİNLER KURTULUŞA ERDİLER”

Namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:
“Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir.
Nitekim Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresi başında;
“Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir” buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
“Bir Müslüman doğru olarak ve huşû ile iki rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur.”
Yâni, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının hepsini affeder.
Huşûu terk etmek ise, münâfıklık alâmetidir ve kalbin harâb olmasıdır.
Nitekim Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresi 117. âyetinde meâlen;
“Gerçek şudur ki: Allah’tan başkasına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa kavuşamazlar” buyurmaktadır.”


VEBADAN YETMİŞ BİN KİŞİ ÖLDÜ!..
Armağanî Mehmet Efendi, bir gün Padişahtan izin alarak akrabalarını ziyarete gidiyordu.
Üsküdar tarafında Bostancıbaşı Köprüsünden geçerken vebalıların iyi ve kötü ruhları ile bizzat konuşup, kimlerin bu hastalıktan öleceğini ve kimlerin kurtulacağını öğrendi.
Ve bir liste hazırlayarak “Dördüncü Murad Han’a takdim etti.
Bu liste verildikten üç gün sonra İstanbul’da öyle bir veba salgını vuku buldu ki, Armağanî Mehmet Efendi’nin listesine göre tam yedi gün içinde 70 bin insan ruhunu teslim etti.
Bu hadiseden sonra Armağanî Mehmet Efendi hazretleri içindeki sırrı meydana vurduğundan kendisi de memnun olmayarak Foça’ya gitti, ama oraya hemen varır varmaz vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:03:33
“Hatîb-ül-Enbiyâ” Hazret-i Şuayb


Hazret-i Şuayb, Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir.
Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine “Hatîb-ül-Enbiyâ” yani (Peygamberlerin hatîbi) denildi.
İnsanlara İbrâhim aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını tebliğ etti...


PEYGAMBERLE ALAY ETTİLER!
Şuayb aleyhisselam önce Medyenlileri hak yola davet etti. Ancak, onlar kendisiyle alay ederek;
“Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları şeyleri bırakmamızı, yahut mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmeyeceğimizi sana namazın mı emrediyor?
Şüphesiz ki sen çok çok uslu ve akıllısın!” dediler.
Vaktâ ki Allahü teâlânın emrinin tecellî etme zamanı geldi.
Hazret-i Şuayb’e ve onunla beraber imân edenlere Allahü teâlâ tarafından bir rahmet olarak kurtuluş verildi.
O zalimleri ise müthiş bir azâb fırtınası ve sarsıntısı yakaladı da oldukları yerde çökekalmış bir vaziyette sabaha erdiler.
Ve böyle bir azâbla yok edildiler...
Şuayb aleyhisselâmın hak yola davet ettiği bir de Eyke ahalisi vardır.
Eyke, sık ve ağaçları birbirine girift olan ormanlığa denilirdi.
Hazret-i Şuayb’in bu mıntıkadaki ümmeti sık bir ormanlığa sahip bulunduklarından dolayı “Eshâb-ı Eyke” denilmiştir...
Eykeliler de Medyenliler gibi, kendilerine gönderilen Allah’ın Resulü Şuayb aleyhisselâmı yalanladılar ve âsî oldular.
Hazret-i Şuayb onlara;
“Siz Allah’tan korkmaz mısınız? Kileyi tam ölçünüz de hak geçirenlerden olmayınız! Ayarı doğru olan terazi ile tartı yapınız!..” dedi.
Eyke ahâlisi ise;

“HAYDİ BİZİ ÖLDÜR!..”
“Ey Şuayb! Sen de ancak bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin.
Hem biz, muhakkak seni yalancılardan sanıyoruz.
Eğer doğrulardan isen haydi gökten bir tabakayı üzerimize düşürüver de bizi öldür” dediler.
Şuayb aleyhisselâm;
“Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir” dedi. Hülâsa olarak Eykeliler de Hazret-i Şuayb’ı yalanladılar.
Onları da Zulle (gölge) gününün azabı yakaladı. “Zulle” bulutun ve ağacın gölgesine denir ki, Eyke eshâbı, helak edildiği sırada müthiş bir sıcaklık ortalığı kaplamış ve halk oldukça bunalmış idi.
Bu sırada gökyüzünde bir bulut belirmiş ve onun vesilesiyle serin bir rüzgâr esmeğe başladı.
Halk bu bulutun gölgesine sığındığı sırada bulut, bunları ateş halinde bastırarak helak ediverdi..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:04:00
Kundaktaki bebek ve zalim hükümdar!

Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
“Bir kimsenin îmânı son nefeste belli olur. Bir insan, bu saâdete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu anda, elbette sevinir.
Saâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip ‘Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!’ der.


Fâcirin, yanî kâfirin rûhu sert olarak şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehil karpuzu gibi olur.
Melekler ona hitâben, ‘Ey habîs olan rûh! Habîs olan cesetten çık’ der. O da merkep gibi bağırır.
Rûhu çıkınca, Azrâîl aleyhisselâm, onu yüzü gâyet çirkin ve siyâh elbiseli ve fenâ kokulu zebânîlere (yanî azâb yapan meleklere) teslîm eder...”


O, SADECE EMRİ YERİNE GETİRİR
Azrâîl aleyhisselâm, “Melek-ül mevt”tir, yani ölüm meleğidir.
Verilen emri yerine getirir, yani eceli gelenin canını alır. Yorum yapmaz, emre itiraz etmez. Kitaplarda şöyle anlatılır:
Cenab-ı Hak, Azrail aleyhisselâma sorar:
- Ya Azrail! Bir kimsenin ruhunu alırken hiç üzüldüğün oldu mu?
Azrâîl aleyhisselâm şöyle cevap verir:
- Ya Rabbi her şey Sana malûmdur... Bir kulunun ruhunu alırken çok üzüldüm. O da bir gemi dalgalar arasında parçalanıp batmıştı. Fakat o gemide kundakta bir bebek vardı. Anasının ölümü emrolunmuştu. Bebeğin annesinin ruhunu alırken çok üzüldüm.
Sonra o öksüz bebek, bir tahta parçasının üzerinde karaya çıkarak kurtuldu...
Bu sefer Hak teâlâ hazret-i Azrâîl’e şöyle sual eder:
-Peki, sevinerek ruhunu aldığın bir kimse hatırlıyor musun?


“KİM OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUN?”
Azrâîl aleyhisselâm bu suale de şöyle cevap verir:
- Evet ya Rabbi! Zalim bir hükümdar vardı. Halk ondan bîzar kalmıştı, işte o zalimin ruhunu kabzederken çok sevindim.
Allahü teâlâ buyurur ki:
- O zalim hükümdarın kim olduğunu hatırlıyor musun?
Azrâîl aleyhisselâm;
- Hayır hatırlamıyorum ya Rabbi, deyince Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
- Hani o anasının canını üzülerek kabzettiğin bebek vardı ya, işte zalim hükümdar oydu!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:04:23
“Ebû Meysere” Amr bin Şurahbil


Amr bin Şurahbil eş-Şa’bî, Tâbiîn devri âlim ve evliyâsındandır.
İsmi Amr bin Şurahbil, künyesi “Ebû Meysere”dir. Hemedân’da doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. 683 (H.63) senesi Kûfe’de vefât etti...


“ANNEM BENİ DOĞURMASAYDI!..”
Amr bin Şurahbil hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Mes’ûd hazretlerinin önde gelen talebelerinden idi.
Hazret-i Ömer, hazret-i Ali, hazret-i Huzeyfe, hazret-i Selmân ve hazret-i Âişe vâlidemizden ve daha birçok sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu.
Kendisi de Ebû Vâil Şakîk bin Seleme, Ebû İshâk es-Sebîî, Şa’bî ve Mesrûk gibi hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf öğrendi.
Vâdiaoğulları Mescidinde imâmlık yapması sebebiyle “Vâdiî” nisbesiyle de anıldı.
Rivâyetleri İbn-i Mâce’nin Es-Sünen’i dışında Kütüb-i Sitte’de yer aldı. Sıffîn muhârebesinde hazret-i Ali’nin yanında idi...
Amr bin Şurahbil, zamânının âlimleri tarafından medhedildi. Âlimler ondan daha fazîletli kişi görmediklerini söylemişlerdir.
O, Allahü teâlânın korkusundan; “Keşke annem beni doğurmasaydı” der ve çok ağlardı...


“SEN HİÇ KONUŞMAZ MISIN?”
Bu mübarek zat, çok cömert olup, dünyâ malına değer vermezdi. Çok namaz kıldığı için dizleri nasır bağlamıştı.
Câhiliyye âdet ve geleneklerinden uzak durur, bilhassa Eshâb-ı kirâmın yaşayış ve davranışlarına uymaya çalışırdı.
Derecesinin ve makamının üstünlüğüne rağmen en basit insandan ilim ve hikmet almaktan çekinmezdi...
Bir bedevi devamlı onun toplantılarına gelirdi. Ancak daima susardı. Eş-Şa’bî ona “Sen konuşmaz mısın?!.” dedi.

“DİLİME SAHİP OLUYORUM!”
Bedevi şöyle cevap verdi:
“Susuyorum, zarar görmüyorum, dinliyorum, bilgi sahibi oluyorum... Kişinin kulağına ait olan nasibi ona döner... Fakat diline ait olan nasibi başkasına gider...”
Vefâtı, Abdullah bin Ziyâd’ın vâliliği döneminde olan Amr bin Şurahbil, son anlarında şunları söylemiştir:
“İnsanların baktığı bir şeye yerimden kalkıp bakmadım... Şimdiye kadar hiçbir kölemi dövmedim...
Daha, borcunu benim ödediğim hiçbir akrabam ölmedi...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:04:59
Bir ömürde iki şehadet Hazreti Nevfel


Nevfel radıyallahü anh, bir gün Resûlullah Efendimizin huzuruna geldi ve;
-Ya Resûlallah, ben dua edeyim siz de amin deyin, dedi ve şöyle dua etti:
“Ya Rabbi Nevfel kuluna şehidlik ihsan eyle... Bu iki oğlumu yetim, annelerini dul eyle...”
Resûlullah efendimiz bu duaya amin dediler...
Hazreti Nevfel, bundan sonra kılıcını kuşandı ve Resûlullah Efendimiz ile beraber katıldığı ilk gazada şehid oldu...


RESÛLULLAHIN GÖZYAŞLARI...
Harbden sonra, Medine’ye dönüyorlardı.
Şehre yaklaştıklarında kadınlar Resûlullah’ı ve eshabı öven şiirler okuyorlar, bunların içinde Nevfel’in iki oğlu ile hanımı da vardı.
Resûlullah’ın huzuruna varıp hâlini sordular. Peygamberimizin gözleri yaşarmıştı.
Nevfel’in şehid olduğunu hanımına söyleyemedi ve eliyle arka tarafı işaret etti.
Arkada hazreti Ali vardı. O da Resûlullahın söylemediğini görünce eliyle arkayı işaret edip geçti.
Nevfel’in hanımı askerin en arkasından gelmekte olan hazreti Ebu Bekir’in yanına varıp kocası Nevfel’i sordu. Hazreti Ebu Bekir;
“Ya Rabbi! Habibin gönül yıkmaktan sakındı. Ben Nevfel’in şehid olduğunu söylersem Resûlullah’a muhalefet etmiş olurum.
Eğer söylemesem yalan söylemiş olurum. Sen bana yardım et.
Ya bana ilhamla ne diyeceğimi bildir ya bu hatunun kalbine bir sabır ve tahammül gücü ver”
diye dua ettikten sonra “Ya Allah!” diye nida etti. Bir de baktılar ki, hazreti Nevfel atına binmiş elinde kılınç olduğu halde tozu dumana katıp geliyor... Doğruca hazreti Ebu Bekir’in huzuruna gelip;
“Buyurun ya Eba Bekir! Beni mi çağırdınız?” dedi.
Resûlullah Efendimiz;
“Bu Allah’ın bir âyetidir, acaba kimin sebebiyle zuhur etti?” dedikleri sırada, Cebrail aleyhisselam gelerek şu haberi verdi:


“BİR KERE DAHA DESEYDİ!..”

“Ya Resûlallah! Şükür secdesi eyle! Cenab-ı Allah İsa aleyhisselâm gibi senin eshabından birine de ölüleri diriltme salahiyeti verdi.
Eğer hazreti Ebu Bekir bir kere daha ‘Ya Allah’ dese idi, Cenab-ı Allah bütün şehidleri diriltecekti...”
Resûlullah Efendimiz hemen hazreti Ebu Bekir’in sakalından öptü ve;
“Hak teâlâ sana büyük ikramda bulundu. Allah’a hamdolsun ki bana Hazreti İsa gibi ölüleri diriltme izni verilen bir ümmet verdi” buyurdu...
Hazreti Nevfel daha nice seneler yaşadı ve iki oğlu daha oldu.
Bu mübarek sahabe, Yemame Cenginde şehid edildi.
Dolayısıyla bir ömürde iki defa şehadet şerbeti içmiş oldu..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:05:19
Şehit oğlu şehit Binbaşı İzzet Bey


1918 yılında Ermenilerin Anadolu’da yaptıkları “Türk katliamı”nın bir benzeri Azerbaycan’da yaşanmaktadır...
Osmanlı Devleti, bu vahşeti durdurmak için Azerbaycan’a Nuri Paşa komutasında bir birlik göndermek zorunda kalır.
Türk birlikleri Bakü başta olmak üzere çarpıştığı birçok bölgede yüzlerce şehit verir. Bu cephelerden birisi de Şamahı’dır.
Burada Binbaşı İzzet Bey, Aşot adındaki bir düşmanın ateş etmesi sonucunda yere yığılır.
Ağır yaralanan binbaşının yardımına, orada bulunan Gülsabah adında bir kadın yetişir.
Kadıncağız, baş örtüsünden yırttığı parçayla, askerin yarasını sarmak ister. İzzet Bey;
-Bacım kolumu sağlam tut, ben kurşunu çıkarayım, der.


“ARTIK HER ŞEY BİTTİ!..”
Kurşunu çıkaran İzzet Bey, Gülsabah Hanımdan cebinde bulunan mendili çıkarmasını ister.
Mendili alan İzzet Bey içine kurşunu koyduktan sonra;
-Artık tamamdır, her şey bitti, yaramı bağlamaya gerek yok. Kanım bu topraklara aksın, der.
Halsiz şekilde yerde uzanan İzzet Bey, o arada silah sesleri duyar...
Türk ordusu gelmiştir. İzzet Beyin yüzüne bir tebessüm yayılır...
Nuri Paşa, İzzet Bey’in yanına yaklaşır ve başını dizlerine kor.
Artık İzzet Bey son anlarını yaşamaktadır. Nuri Paşa’ya;
-Bir Türk paşasının dizlerinde can vermek benim için büyük bir şereftir, derken, mendili gösterir ve;
- Paşam! Babam, Anadolu’da topraklarımızı korumak için vuruşurken ağır yaralanmış. Vücuduna isabet eden kurşunu çıkardıktan sonra, yanında bulunan silah arkadaşlarına, “Bu kurşunu oğluma verin, ben vatanım için kahramanca savaştım, ülkem için canımı vermek üzereyim. Ona söyleyin beni yaralayan şu kurşunu yanında taşısın, bunu iki etsin” der... Paşam! Babamın vasiyetini yerine getirdim. Onun söylediği gibi kurşunu iki yaptım. Hâlâ kurşunun üzerindeki kanım kurumadı. Siz de bu kurşunu alın oğluma verin, ona babasının da kahramanca savaştıktan sonra şehit düştüğünü anlatın, bu kurşunları üçe çıkarmasını söyleyin, der.


ACIDERE’DEKİ “TÜRK MEZARI”
Halk, yaralı Binbaşıyı Şamahı’ya götürmek ister, fakat o vurulduğu yere defnetmelerini vasiyet eder.
Vasiyeti yerine getirilir ve onu, kendi vatanı olarak gördüğü topraklara, Şamahı yakınlarındaki Acıdere mevkiine defnederler.
O günden bugüne o kabrin adı “Türk Mezarı” olarak anılmaktadır...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:05:44
Bi’r-i Mâûne şehitleri


Arabistan’ın Necd Bölgesinin Reisi Ebu Bera, Resulullah efendimize gelerek, Necd’de İslâm’ın tanıtılması için, öğretmen istedi.
Sevgili Peygamberimiz; “Göndereceğim kimseler hakkında, Necd halkından emin değilim!” buyurdular.
Ebu Bera’nın “Onlara kimse zarar veremez” sözü üzerine, Âlemlerin efendisi, bu kesin taahhüdü kabul buyurup, Eshâb-ı Soffa’dan yetmiş kişilik bir hey’et hazırladı ve Münzir bin Amr hazretlerinin kumandasında yola çıkardı...
(Medîneli Ensârın fakîr olanları ile Muhâcirlerin fakîrleri, “Mescid-i nebî” yanındaki “Soffa” denilen büyük çardak altında yaşarlar, ilm öğrenmek ve öğretmekle uğraşırlar, ömürlerinin çoğu Resûlullah ile birlikte cihâd etmekle geçerdi. Bunlara “Eshâb-ı Soffa” denirdi.)


“ONA SELAMIMIZI BİLDİR!”
Kendisinin ve kabilesinin İslâmiyet’le şereflenmesini isteyen Ebu Bera, Eshâb-ı Soffa’dan önce yola çıkıp, kabilesine gelerek, hey’eti himayesine aldığını, onlara hiç kimsenin dokunmamasını tenbih etti.
Ancak, yeğeni Amir bin Tufeyl kabul etmedi.
Üç kabilenin adamlarını silahlandırarak başlarına geçti ve Bi’r-i Mâûne’ye gelen Eshab-ı kiramı kuşattı.
Sahabiler biri hariç hepsi şehid edildi. Bu mübarek Eshabın son sözleri; “Ya Rabbi! Şu anda Resulullah’a durumumuzu haber verecek senden başkası yoktur. O’na selamımızı bildir!” dediler.
O anda Cebrail aleyhisselam Peygamber efendimize gelip, selamlarını ulaştırdı ve; “Onlar, Allahü teâlâya kavuştular.
Allahü teâlâ onlardan razı oldu, onlar da Allahü teâlâdan razı oldu” dedi.
Sevgili Peygamberimiz de; “Aleyhimüsselam” diye cevap verdikten sonra, çok üzüntülü olarak Eshab-ı kirama döndüler;
“Kardeşleriniz, müşriklerle karşılaştılar. Müşrikler, onları kesip biçtiler, mızraklarla delik deşik ettiler...” buyurarak, durumu haber verdiler.


“VALLAHİ CENNETİ KAZANDIM”
Bu hadisede düşmanla çarpışırken, Amir bin Füheyre hazretlerinin sırtına, Cebbâr bin Sülmâ adlı biri, mızrağını saplamıştı.
O anda hazret-i Amir; “Vallahi, Cennet’i kazandım!” demiş, Cebbar’ın ve diğer müşriklerin gözleri önünde gökyüzüne doğru çekilmişti.
Bu hadise üzerine daha sonra onu şehid eden Cebbar Müslüman olmuştu.
Harâm bin Malik radıyallahü anh da öldürücü darbeyi aldığı zaman, akan kanlarını yüzüne sürüp sonra da; “Kavmimize bildiriniz ki, biz Rabbimize kavuştuk. O bizden hoşnud oldu ve bizi hoşnud etti” diyerek ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:06:07
Ebü’l Hüseyin Haddâd Hirevî



Ebü’l Hüseyin Haddâd Hirevî hazretleri, Maveraünnehir’de, Hire şehrinde yaşamış olan evliyadandır.
İnsanları haram ve şüphelilerden sakındırırdı.
Bu hususta; “Sakın şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulayım demeyiniz.
Biliniz ki haram ve şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sâhibine iâde etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz nâfile hacdan Allah yanında daha kıymetlidir” buyururdu...
Bir gün sevdiklerine şu hikmetli sözleri söyledi:


NANKÖRE İYİLİK EDEN!..
“Azarlaması çok olanın arkadaşı az olur.
Kim fâcir, zâlim kimseye yardım ederse, onu günahlara karşı kamçılamış olur.
Kim alçak kişiden meded umarsa, kendisine ihânet etmiş olur.
Kim ilmiyle âmil olmayandan ilim öğrenmek isterse, câhilliğini arttırmış olur.
Kim ahmak adama ilim öğretmeye çalışırsa, şüphesiz ömrünü faydasız bir şeyle geçirmiş olur.
Kim nanköre iyilik ederse, nîmeti zâyi etmiş olur.”
“Her şeyin bir zekâtı vardır, aklın zekâtı da uzun uzadıya hüzünlenmek ve derin derin düşünmektir.
Bu yüzdendir ki, Resûlullah efendimizin hüznü aralıksız ve kesintisizdi.”
“Her kim dünyâyı dost edinse, iki cihânın şerrini, kötülüğünü başına alır.
Zîrâ iki cihânın saâdeti dünyâyı sevmemekte, felâketi de dünyâyı sevip tapmaktadır.”
“İnsanın, yanında bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel ahlâk ile davranması, geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden hayırlıdır.”
“Bir kimsenin kalbine Allah korkusu yerleşti mi, dilinde işe yaramaz bir söz bulunmaz.
Bu korku dünyâ sevgisini ve arzusunu yakar, dünyâya rağbet etme hâlini gönülden dışarı atar.”


“BENİ HUZURUNA AL YA RABBİ”
Ebü’l Hüseyin Haddâd Hirevî hazretleri, ömrünün sonlarında, sofilerin ve dervişlerin bazı hallerinden incindi ve onları kınamaya başladı.
Fakat bu hâlini fark edince büyük bir pişmanlıkla şöyle dua etti:
“Demek ki bende hazırlık tam değilmiş, onun için bu ayıplama hâli geldi. Yâ Rabbi, beni kendi huzuruna al!”
Bu duayı ettikten sonra çok yaşamadı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:06:42
Eğitimci ve yazar Muallim Cevdet


Âilesi 1877 Harbinden sonra Niş’ten Anadolu’ya göçen Muallim Cevdet 1883’te Bolu’da doğdu.
İlk ve ortaokulu Bolu’da, liseyi Kastamonu’da bitirdi.
Bilâhare İstanbul’a gelerek Dârulmuallimîn-i Âliye Edebiyat Şûbesini birincilikle bitirdi.
Bir müddet İstanbul Hukuk Mektebine gitti;
daha sonra yatılı olarak İstanbul Erkek Muallim Mektebine girdi. Dârüşşafaka, Robert Koleji ve Şemsülmekâtib gibi özel okullarda öğretmenlik yaptı...

Arkadaşlarıyla Bakü’de bulunduğu sırada, bir öğretmen okulu açarak, Türk-İslâm maârifinin gelişmesine hizmet etti (1907).
Burada Rusça ve Latince’yi öğrendi. Türk milliyetçiliği konusunda makaleler yazdı.
Pedagoji ve târih araştırmaları yaptığı sırada, Rus hükümeti tarafından sınır dışı edilince İstanbul’a döndü (1908).


ÇEŞİTLİ OKULLARDA DERS VERDİ
Muallim Cevdet, İkinci Meşrutiyet döneminde çeşitli okullarda ders verdi.
Dârülmuallimîn’de pedagoji hocalığına başladı.
Robert Kolejinde Türk dili ve târihi, İstanbul Erkek Lisesinde din dersleri öğretmenliğine getirildi (1925).
Erenköy Kız Lisesinde Farsça, İstanbul Erkek Muallim Mektebi ve Gelenbevi Ortaokulunda târih ve coğrafya öğretmenliği yaptı...
Sebepsiz sık sık görev değişikliği sağlığının bozulmasına yol açan Muallim Cevdet, üzüntüsünden hastalandı ve iki yıl derslere devam edemedi. Raporunun bitiminde Başbakanlık Târih Evrâkı İnceleme Kurulu ile İstanbul Kütüphâneleri Tasnif Heyeti reisliğinde bulundu.
Üç ay hasta yürüttüğü görevine daha sonra gidemedi.
Maaşı kesildi ve işten çıkarıldı. Hastalığı arttı. 1935 senesinde 52 yaşındayken İstanbul’da vefât etti...


“BEN, ÖLÜME MAHKUMUM!”
Tahir-ül Mevlevi, Muallim Cevdet’in son anlarını şöyle anlatır:
Cevdet Beyi vefatından bir hafta önce ziyarete gittim. Zor konuşuyordu. Bana, şu yalancı dünyada birkaç gün daha misafir olarak kalabileceğini söyledi ve ilave etti:
“Ağabeyim, ben ölüme mahkumum... Bunun için doktor olmak gerekmez. Bir adam ki midesi hiçbir şeyi kabul etmezse, suyu güçlükle içerse nasıl yaşayabilir?”
Bunun üzerine teselli için “Cevdet’im, açıklamaya hacet yoksa da size manevi tıbba tevessül etmeyi tavsiye ederim” dedim.
Cevap olarak şunları söyledi:
“Ağabeyim, ben doğru bir itikat sahibiyim. Allahımı, Peygamberimi severim. Ben bütün İslam büyüklerini severim...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:07:03
Büyük mutasavvıf Hüsâmeddîn-i Uşâkî


Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Osmanlı evliyasındandır. “Uşşaki” tarikatinin kurucusudur.
Sultan III. Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti vardı ve kendisini İstanbul’a dâvet etti.
Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak’tan ayrılıp, İstanbul’a geldiğinde; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı.
Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî’ye bir ev tahsis edildi.
Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak’a dönmeye karar verdi.
Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul’da kalması için ricâda bulundu.
Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul’da kalmağa karar verdi...

ADINA DERGÂH YAPILDI...
Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında adına bir dergâh inşâ edilen Hüsâmeddîn-i Uşâkî, burada çok talebe yetiştirdi.
Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi...
Hüsâmeddîn-i Uşâkî İstanbul’a geldiği zaman, evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinân hazretleriyle görüştü. Ümmî Sinân ona Halvetîlik tarîkatında hilâfet verdi. Şeyh Ahmed-i Semerkandî ise, ona “Kübreviyye” ve “Nûr-i Bahriyye” yolunun hilâfetini vermişti.
Hüsâmeddîn Uşâkî de bu yolları birleştirerek “Uşâkîlik” tarîkatını kurdu.
Şöyle anlatılır:
İnsanların kalabalığından rahatsız olan Hüsâmeddîn Uşâkî, Pâdişâhtan hacca gitmek ve Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için izin istedi.
Pâdişâh kendisine izin verdi. Sefere çıkmadan önce, oğlu Mustafa Efendiye hanımının hâmile olduğunu söyleyerek;
“Bizim bu fânî âlemi terk etmemiz yakındır. O saâdetli oğlumun ismini Abdürrahîm koy ve kendisinin ilim ve terbiyesi ile meşgûl ol!” diye vasiyette bulundu.


KONYA’DAN İSTANBUL’A...
Hüsâmeddîn Uşâkî, hac farîzasını yerine getirip geri dönerken, Konya’da rahatsızlandı ve 1594 (H.1003) senesinde orada vefât etti.
Cenâze namazı Konya’da kılındı. Vasiyeti üzerine İstanbul’a götürülmek üzere yola çıkarıldı.
Konya vâlisi, yola çıkmadan önce Hüsâmeddîn Uşâkî’nin cesedinin kokmaması için ilâçlatmak istedi.
Fakat oğulları ve talebeleri buna karşı çıkarak, Uşâkî hazretlerinin kokmayacağını söylediler ve ilâçlatmadılar.
Gerçekten, hiç kokmadan İstanbul’a getirildi şimdiki kabrinin bulunduğu yere defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:07:31
Müminlerin sığınağı Erkam bin Ebi’l-Erkam

Erkam bin Ebi’l-Erkam (radıyallahü anh) Eshâb-ı kirâmın ilk îmân edenlerindendir.
22 veya 23 yaşlarında iken, yedinci (veya onbirinci) Müslüman olmakla şereflendi...


ZULÜM VE İŞKENCE HAD SAFHADA!
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) insanları İslâmiyyete davet etmeye başladığı zaman müşrikler başta Peygamber efendimize ve ilk Müslümanlara, baskı, işkence ve zulümler yapmaya başladılar.
Bu eziyet ve baskılar artınca Resûlullah efendimiz kendilerine Mekke’de emniyetli bir ev seçip orada ibâdetlerini yapmaya ve İslâmiyyeti yaymaya karar verdi.
Bunun için Safa Tepesinin doğusunda, dar bir sokaktaki Şeybeoğullarının evine bitişik Hazreti Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evini münasip gördü.
Peygamber efendimiz, sayıları 10-15’i geçmeyen mü’minler ile orada rahatça ibâdet etmeye, İslâm için çalışmaya devam ettiler...
İki cihân güneşi ve sevgili arkadaşları üç yıl kadar, bu ilk “İslâm Kalesi”nde bulundular.
Mekke’de nâzil olan âyet-i kerîme ve sûrelerin birçoğu bu mübârek evde geldi.
Eshâb-ı kirâm burada toplanırlar, Peygamber efendimizi görmek ve Müslüman olmak isteyen kimseleri bu “Dâru’l-Erkam” veya “Dâru’l-İslâm” ismini verdikleri Hazreti Erkam’ın evine götürürlerdi.
Erkam bin Ebi’l-Erkam hazretleri, İslâm târihinde büyük ehemmiyeti olan bu evini hiç satılmamak ve mirasçı olunmamak kaydı ile oğluna bıraktı.
Bu evin ayrıca bir vakfiyesi de vardır. Böylece İslâmiyette ilk vakfı yapmış oldu...


“CENAZE NAMAZIMI SA’D KILDIRSIN!”
Hazreti Erkam, geçimini kendi arazilerinden elde ettikleri mahsulden kazandıklarıyla ve ticâret ile temin ederdi.
Ubeydullah, Osman adlı oğulları Meryem, Safiyye ve Umeyye adlı kızları olmak üzere beş evlâdı bilinmektedir.
Bu mübarek sahabe 53 (m. 673)’te 83 yaşlarında iken Medine-i Münevverede vefât etti.
Son nefesini vermeden önce oğlu Ubeydullah’a “Cenâze namazımı Âşere-i mübeşşereden olan Hazreti Sa’d bin Ebî Vakkâs kıldırsın” buyurdu.
Bu sırada Medine Valisi Mervan bin Hakem idi.
Namazını kıldırma vazifesini kendisi yapmak istedi ise de, Hazreti Erkam’ın oğlu bunun mümkün olmadığını çünkü, babasının Sa’d hazretlerini vasiyet ettiğini söyledi.
Baki Kabristanına defnedildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:07:58
Bedir şehitlerinden Umeyr bin Humam


Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk muhârebe olan Bedir’de Müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.
Bedir Harbinde Eshâb-ı kirâm güç durumda kaldıkları sırada sevgili Peygamberimiz;
“Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!” diye duâ ettiğinde, Enfâl sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup, meleklerin Müslümanlara yardım için gönderildikleri şöyle bildirilmiştir:


“ÜMMETİMİN EN HAYIRLILARI”

“O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size;
‘Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile (meleklerle) imdâd ediyorum’ diye duânızı kabûl buyurmuştu. Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip dedi ki:
‘Bedir Gazvesi’nde bulunanları nasıl sayarsınız?’ Ben; ‘Onlar ümmetimin en hayırlıları (üstünleri)’ dedim.
Cebrâil (aleyhisselâm): ‘Meleklerden (o muhârebede) hazır bulunanlar da bizim yanımızda aynen böyle olup, meleklerin en hayırlılarıdır’ dedi.
Bedir Gazvesi’nde her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kâfirin kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk.”
Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) müşrikler yaklaştığı zaman;
- Haydi, genişliği göklerin ve yerin genişliği kadar olan bir Cennet kazanmaya kalkın, buyurdu. Umeyr bin Humam (Radıyallahü anh);
- Ya Resulallah! Genişliği göklerin ve yerin genişliği kadar olan bir Cenneti mi? dedi.
- Evet öyle bir Cenneti, dedi. Umeyr;


“NE GÜZEL... NE GÜZEL...”
- Ne güzel... Ne güzel, dedi. Peygamber efendimiz:
- Niçin ne güzel, ne güzel diyorsun? dedi. Umeyr;
- Ya Resulallah, beni sevindiren, onu kazanacağımı umduğumdan başka bir şey değildir, dedi. Peygamber efendimiz:
- Sen onu kazananlardansın, buyurdular.
Umeyr ok torbasından birkaç hurma çıkarıp yemeye başlamıştı.
Fakat hurmaları daha bitirmeden; “Ben bu hurmaları yiyinceye kadar beklersem uzun bir zaman geçmiş olur” dedi ve hemen hurmaları atıp savaşa başladı.
Şehid düşünceye kadar da savaştı. Son yiyeceği, birkaç hurma oldu..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:08:20
Kibirli hükümdarın hazin sonu!..


Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) halifeliği zamanında birçok memleket zaptedilmiş ve buralarda yaşayanlar, İslam dinini seçmekle, kendi dinleri arasında serbest bırakılmışlardı.
Birçok milletler, kendi istekleri ile Hazret-i Ömer’in idaresine giriyorlardı...
Fethedilen memleketler arasında, Bizans sınırındaki, bugünkü Ürdün civarında bulunan Hristiyan Gassanî devleti de vardı.
Buranın halkı kendi istekleri ile Müslümanların idaresi altına girdiler.
Hükümdarları olan Cabale bin Eyham, gayrimüslimlerden cizye alınacağı ilan edilince, bu vergiyi vermemek için Müslüman olduğunu ilan etti...


BİR GARİBİN BURNUNU KIRDI!

O sene hac zamanı gelince hacca giden Cabale bin Eyham, tavaf sırasında kazara ayağına basan Feraze oğullarından birine şiddetli bir yumruk vurarak burnunu kırdı.
Adam şikâyetçi oldu. Cabale’yi halifenin huzuruna çıkardılar. Hazreti Ömer ona şöyle dedi:

- Davacını memnun edip davasından vazgeçirmezsen kısas uygulanır.
Cabale şaşırmıştı! Şöyle cevap verdi:
- Ben bir hükümdarım, o ise halktan biri, beni onunla nasıl bir tutar, kısas yaparsınız?
Hazreti Ömer Cabale’nin bu cevabına karşılık şöyle dedi:
- İslam dini, hukuk bakımından aranızda fark görmüyor.
Cabale, biraz daha ileri gitti ve;
- Ben Müslüman olunca şerefimin daha da artacağını umuyordum.
Hazreti Ömer;
- Şerefin artmıştır. Fakat hukuk önünde ikiniz aynı hükme tabisiniz, buyurdu.
Cabale bin Eyham, konuştukça batıyordu. Küstahça şu soruyu sordu:
- Peki Hristiyan olursam ne olur?


“O ZAMAN BOYNUN VURULUR!”

Hazreti Ömer, bu durumdaki dinin hükmünü bildirdi:
- O zaman (mürted, yani dinden dönme hükmü olarak) boynun vurulur...
Cabale bin Eyham’a bu hüküm ağır gelmişti.
Ertesi güne kadar izin istedi ve gece adamlarıyla Bizans taraflarına gitti ve Hristiyan dinine girdi...
Evet, Cabale’yi itiraz ettiren, hükmün adaletsizliği değildi; kibri ve fakirlerle aynı hükümlere tabi olma korkusu idi.
Fakat Bizans, ona İslamiyetin gösterdiği müsamaha ve adaleti göstermedi.
Bu, Cabale’nin pişmanlığını dile getiren şiirler söyleyerek ölmesine sebep oldu.
Son pişmanlık fayda vermedi ve Cabale bin Eyham bu dünyadan rezil bir şekilde göçtü gitti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:08:44
“Devecibaşı” Ahmed Sârbân


Ahmed Sârbân hazretleri, Tekirdağ-Hayrabolu’da doğdu. 1545’te yine aynı şehirde vefât etti.
Ahmed Sârbân, küçük yaşta ilim öğenmeye başladı.
Daha sonra Yeniçeri Ocağında “26. Orta”yı meydana getiren “Deveci Ortası”na kaydoldu.
Çalışkanlığı ve zekâsı sâyesinde Devecibaşılığa kadar yükseldi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Irakeyn Seferine Sârbânbaşı, yani “Devecibaşı” olarak katıldığından bu lakapla tanındı.
Yine bu seferde, orduda gönül ehli Pîr Ali Sultan adında mübarek bir zât vardı.
O, Ahmed Sârbân’ı gördüğü anda ondaki ilme karşı kâbiliyet ve istidâdı sezdi.
Kendisine pekçok nasîhatlerde bulundu.
Ahmed Sârbân sefer dönüşü görevinden ayrılarak kendisini tamâmen Pîr Ali Sultan’ın sohbetlerine verdi ve onun muhabbet halkasında eridi.
Gönlünden dünyâ ve makam sevgileri silindi gitti...


HAYRABOLU’YA YERLEŞTİ...
Ahmed Sârbân hazretleri, hocasının vefâtından sonra Hayrabolu’ya geldi. Orada pek çok talebe yetiştirdi...
Bir gün talebeleri arasından birinin, hâllerini anlayamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca;
“Evliyâya eğri bakma, Kevn ü mekân elindedir.
Mülke hükmün süren oldur, iki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun; sencileyin bir âdemdir,
Evliyânın sırrı vardır, gizli âyân elindedir...”
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe de tövbe etti...
Ahmed Sârbân hazretlerinin çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı.
Efendisini görmeye gelenlere içeriden; “Siz bu adamdan ne meded umuyor ve ne hayır bekliyorsunuz?” diyerek bağırırdı...


“KIYMETİNİ BİLEMEDİM!..”
Bir gün bu mübarek zatın talebeleri “Nasıl oluyor da hocamız böyle bir hanımla yaşayabiliyor?” diye düşündüler.
Onların bu düşüncelerini anlayan mübarek, şu cevâbı verdi:
“Benim böyle bir kadına tahammül etmem, nefsânî değildir.
Bu, talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat, çirkin huylu insanlarla da iyi geçinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içinizden atın bana öyle gelin. İşte bu kadar!..”
Ahmed Sârbân hazretleri 1545 (H.952) yılında vefât etti. Doğum yeri olan Hayrabolu’da adına yaptırılan türbenin hazîresine defnedildi.
O huysuz hanım, beyinin kıymetini vefâtından sonra anladı ve gece-gündüz; “Ah ah! Yazık çok yazık ki, ben senin kadrini, kıymetini bilemedim” diyerek ağlardı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:10:06
Garip Ali ve padişahın kızı


Zamanın padişahının kızına sevdalanan Garip Ali adında saf bir genç, kafasını bir oraya vuruyor olmuyor, bir bu yana vuruyor olmuyordu...
Onu seven ve acıyanlar “Sen bir de Ali Heytî hazretlerine git be Ali’m” dediler.
O da, umutsuz, bîçare Ali Heyti hazretlerine vardı, meramını anlattı.
O mübarek de dinledi ve;
-Ali, ben ne dersem yapmaya razı mısın, Padişahın kızına ulaşabilmek için, dedi. Garip Ali gözlerini dört açarak dedi ki:
- Efendim, siz bu işi hâlledin, ne dilerseniz yaparım, uğruna her şeye hazırım.
-Ben ne dersem yapacaksan bu iş olur; hem de itirazsız...
Ali derhal kabul etti bu şartı.


ISSIZ MAĞARA GÜNLERİ...
Ali Heyti hazretleri, Garip Ali’yi bir dağın tepesindeki mağaraya götürdü.
Issız bir yerdi orası. Ona şu tembihte bulundu:
-Şu kayanın üstüne otur ve kim gelirse gelsin, ne olursa olsun kesinlikle umursamadan sadece “Allah” de!
Garip Ali söylenene uydu: “Allah, Allah, Allah...” demeye başladı...
Haftada bir Ali Heyti hazretleri ona yemek getiriyordu. Ali, Ali Heyti hazretlerini her gördüğünde;
-Hani, nerede? Padişahın kızı ne oldu, niye gelmedi? diye soruyor; her defasında “Sabret, sen sadece Allah de!” cevabını alıyordu...
Ali’nin namı şehre yayılmaya başladı, civardan geçen kervanların haber vermesiyle Garip Ali, “Memleketin uzağından gelmiş, ıssız bir mağaraya sığınmış bir büyük Allah dostu, hiç durmadan Allah diyen bir velî” olarak şehirde anılmaya başlanıldı.
Öyle ki, onun hakkında, nice kerametleri söylendi, nice kişiler onun nefesinin tesirinden bahsetmeye başladılar...
Bu arada Ali Heyti hazretleri yine âdeti üzere Ali’nin yanına haftada bir uğruyor, yemek götürüyor ve ona “Az kaldı, bekle, Allah de” diyordu...


GÜNLERDEN BİR GÜN...
Günlerden bir gün, Padişahın kızı hastalandı. Memleketin bütün tabibleri çaresiz kaldılar hastalık karşısında... Dediler ki Padişaha:
-Efendim zamanımızın büyüklerinden Allah dostu bir Ali Heyti hazretleri var, bir de ona soralım; bu hastalık karşısında biz nâçar kaldık...
Padişah, o mübarek zatı davet etti huzuruna. Meramını anlattı...
Ali Heyti hazretleri, Padişaha nasıl bir yol gösterecekti acaba?!. Yarını bekleyelim...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:10:32
“Buraya gelenleri muradına kavuştur”


Dün bahsettiğimiz gibi, Ali Heyti hazretleri hemen Garip Ali’nin bulunduğu mağaraya gitti ve ona:
-Evladım, Padişah maiyetiyle senin yanına geliyor.
Sana ne teklif ederse etsin sakın kabul etme! Ancak kızının zevceliğini teklif ederse hemen kabul et, dedi.
Garip Ali gelişmelerden memnundu. Demek ki sevdiğine kavuşmak üzereydi!..


PADİŞAH, GENCE İMRENDİ
Padişah maiyetiyle birlikte mağaraya geldi. Bir derviş, hararetle “Allah, Allah” diyor. İmrendi ona.
Ali Heyti hazretleri, Padişahın meramını aktardı Garip Ali’ye.
Zavallı kızının rahatsızlığından, bütün halkın üzüntülü olduğundan ve şifanın belki onun duası vesilesi ile Allah’tan gelebileceğinden bahsetti...
Ali, yüreği yanmış bir halde, sevdiğinin ızdırabını ciğerlerinde hissetmesine rağmen, Ali Heyti hazretlerine verdiği sözü unutmadı ve sadece “Allah, Allah” dedi. Ali Heyti hazretleri Padişaha dönerek:
-Padişahım gördüğünüz gibi, sadece Allah diyor, ona hediye verseniz iltifatını celbetmek için, bize yüzünü dönmesi için, dedi.
Padişah, mülk hediye etmek istedi, makam teklif etti, Garip Ali her teklifte “Allah” dedi... Ali Heyti hazretleri Padişaha yaklaşarak:
-Padişahım bir de kerimenizin izdivacını teklif etseniz, dedi. Padişah hiç tereddüt etmeden Ali’ye döndü ve:
-Kızımı, biricik kerîmemi nikâhınıza alır mısınız? dedi.
Garip Ali şokta! Yanlış mı duymuştu yoksa! Padişah ona, kızı Selma’nın nikâhını teklif ediyordu ha!
Nasıl bir hâl bu aman ya Rabbî! Bir Garip Ali, emeli için kırk gün Allah dedi ve emeline kavuştu...

“HAKİKİ SEVGİLİ SENSİN!”
Garip Ali düşündü, içlice düşündü, içine konuştu, içinde kavruldu, yandı:
“Ben ki bir kız için, sevdam için kırk gün sadece Allah dedim; emelime kavuştum...
Ya Rabbî! Ya senin için, şanın için ‘Allah’ deseydim?!.
Sen her bir emelden öte, en ötede en yakında hakiki hükümdar ve Sevgilisin... Ey şanı Yüce... Garip Ali’nin de, Padişahın da Rabbi...”
Garip Ali açtı ellerini ve herkesin duyabileceği bir sesle;
“Ya Rabbî! Buraya gelenleri muratlarına kavuştur! Benim muradım ise hemen sana kavuşmaktır” dedi ve “ALLAH” diyerek oracıkta ruhunu teslim etti...
Bir Allah adamıyla istişarenin neticesinde ebedi saadete kavuştu..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:10:50
“Sultânü’ş-Şuarâ” Bâkî Efendi


Bâkî Efendi, on altıncı asrın büyük âlim ve şairlerindendir.
Devrinde “Sultânü’ş-Şuarâ” lâkabıyla anılan, şöhreti daha sonraki asırlarda da devam eden ve bugün divan şiirinin en büyük 5-6 üstadından biri olarak kabul edilen Bâkî’nin ası adı Mahmud Abdülbâkî’dir.
Fatih Câmii müezzinlerinden Mehmet Efendinin oğludur...


SARAÇ ÇIRAĞI İDİ...

1526 yılında doğan Bâkî Efendi, fakir bir ailenin mensûbu olması dolayısıyla, çocukluğunda saraç çıraklığına verilmiş,
fakat okumak ve öğrenmeye karşı içindeki büyük arzu ve heves taşıdığı için medreselere devam imkânı bulmuş iyi bir tahsil görmüştür.
Medresede talebe iken şiir söylemeye başlayan Bâkî Efendi, henüz 18-19 yaşında iken İstanbul şairleri arasında bir mevki kazanmış ve dikkati çekmiştir.
Bâkî’nin üstadı, Bayezıd Camiinde tanıştığı Zâtî’dir. Bâkî, hocası Mehmet Efendi için nazım ettiği “Sünbül” redifli kasideyle geniş şöhrete ermiştir.

Bâkî, daha sonraki dönemde Kânunî Sultan Süleyman’ın yakın alaka ve iltifatını kazanmış, bu devirde refaha ve bütün İmparatorluğa yayılan bir şöhrete ermiştir.
Fuzûlî’nin Bağdat civarında yaşaması ve Azeri Türkçesiyle yazması dolayısıyla XVI. asır Türkiye’sinin ve Osmanlı Türkçesinin en büyük şairi vasfını ve şöhretini kazanmış olan Bâkî, divan şiirine yeni bir ses getirmiştir.

İlmiye sınıfının bütün derecelerini geçip Rumeli Kazaskerliği de yapan ve artık Şeyhülislâmlık makamına gelebilecek olan Bâkî Efendi,
o devrin en büyük âlimlerinden İbni Kemalpaşa ve ondan sonra da Ebussuud Efendinin şeyhülislam olmalarıyla meşihat makamına gelemez ve onlar gibi hizmet veremediği için üzülür...


BÂKİ KALAN BU KUBBEDE...

Bâkî Efendi bu dünya hayatının gayesini şu beyitle çok güzel özetlemiştir:

“Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”


Her şeyin gelip geçici olduğu bu fani dünyada, insanın, kendisini hatırlatacak, iyi bir şekilde anılmasını sağlayacak işler yapmış olmaktan başka geride bir miras bırakmasının önemine ve bunun dışında her şeyin zaman içinde yok olup gideceğine dikkat çekmiştir...

1600 yılında Kazaskerlik görevinde iken vefat eden Bakî Efendinin cenaze namazını Fatih Camii’nde Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi kıldırır ve Edirnekapı Kabristanına defnedilir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:11:12
“Şimal yıldızı” Dehkan Killetî


Şeyh Dehkan Killetî, Maveraünnehir’deki yaşamış olan evliyanın meşhurlarındandır.
Menkıbeleri Reşahat isimli eserde anlatılır. Doğum ve vefat tarihleri hakkında bir bilgi yoktur. Buhara’da yaşamış ve orada vefat etmiştir...

Hakîm Tirmîzî’nin naklettiği bir hadiste belirtildiği gibi, evliyânın bir kısmı İbrahim aleyhisselam, bir kısmı Mûsâ aleyhisselam, bir kısmı İsâ aleyhisselam, bir kısmı da Muhammed aleyhisselamın fıtrat ve meşrebinde olur.
Mahmûd İncirfagnevî hazretleri, Tabakat kitaplarının ifadesine göre, mânâ ayağı Hazreti Mûsâ’da olan, O’nun fıtrat ve meşrebinde bulunan bir veliydi...


PEK ÇOK TALEBE YETİŞTİRDİ
Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin halifelerinden Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin huzûrunda, sohbet ve hizmetinde bulunmakla çok yüksek derecelere kavuştu.
Onun, Ahmed Sıddîk’tan sonra ikinci halîfesi oldu. Pekçok talebe yetiştirdi...
Hâce Evliyâ-i Kebîr hazretleri, vefâtına yakın, kendisine halîfe olarak talebelerinden dört tânesini seçerek bildirdi.
Bunların isimleri; Hâce Zekî Hudâbâdî, Hâce Sukümânî, Hâce Garîb ve birisi de; aşağıda bir menkıbesini anlatacağımız Hâce Dehkân-ı Kılletî’dir.

Anlatıldığına göre Evliyâ-i Kebîr Buhârî’nin talebesi olan Şeyh Dehkan Killetî hastalanmıştı. Mahmûd İncirfagnevî hazretleri, onun ziyaretine gitti.
Şifa dileklerinde bulunduktan sonra huzurundan ayrıldı. İncirfagnevî hazretleri çıktıktan sonra Şeyh Dehkan hazretleri şöyle dua etti:


“BİR VELÎ KULUNU GÖNDER!”

“Allahım, ölümüm yaklaştı. Ölümüm sırasında velî kullarından birini gönder de bana yardım etsin, işimi kolaylaştırsın.”

Şeyh Dehkan hazretleri duasını tamamlar tamamlamaz Mahmûd İncirfagnevî hazretleri tekrar içeri girdi ve; “Ölünceye kadar sana hizmete geldim” dedi ve vefat edene kadar yanından ayrılmadı.

Kısa bir zaman sonra da Şeyh Dehkan Killetî hazretleri ruhunu teslim etti.
Kabri, Buhara’nın şimalinde (kuzey), şehre on kilometre kadar uzaklıktaki Kıllet köyündedir..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:11:30
Âmir oğullarından Evs bin Hârise


Abdurrahmân Cevzî, Hanbeli fıkıh âlimidir. 1114’te doğup, 1202’de Bağdat’ta vefat etti. “Ebül-ferec ibni Cevzi” adı ile meşhurdur.
Tefsir, hadis ve Hanbeli fıkıh ve tarih bilgilerinde derin âlim idi. Yüzden fazla kitap yazdı. “El-mugni” tefsiri meşhurdur...



HASETLERİNDEN İNANMADILAR!

Abdurrahmân Cevzî hazretleri nakletmiştir:
Nemle “radıyallahü anh” babası Ebû Nemle’den şöyle rivâyet etmiştir:
Benî Kurayzâ Yahûdîleri Muhammed aleyhisselâm gelmeden önce, Onun vasıflarını kitaplarında ders olarak okuturlardı.
Çocuklarına Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sıfatlarını, isimlerini ve Medîne’ye hicret edeceğini devâmlı anlatarak öğretirlerdi.
Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirilince ve Medîne’ye hicret edince hasetlerinden inkâr ettiler...
Yine Abdürrahmân Cevzî şöyle bildiriyor: Katâde “radıyallahü anh” şöyle demiştir:
Yahûdîler, Hazret-i Muhammed ile müşrik Arablara karşı yardım beklerlerdi ve şöyle duâ ederlerdi:
‘Yâ Rabbî! Tevrât’ta geleceğini ve vasıflarını okuduğumuz ümmî peygamberi gönder. Arab müşriklerini cezâlandırsın ve öldürsün!’
Muhammed aleyhisselâm zuhûr edince, Onun Yahûdîlerden olmadığını görerek haset ettiler ve kabûl etmeyip, kâfir oldular.
Ama O’nun, hangi milletten olduğuna bakmayıp, âlemlere rahmet olarak gönderildiğini inkâr etmeyenler de vardı...
İşte, Peygamber Efendimizden önce yaşamış ve O’nun geleceğini müjdelemiş olanlardan biri de Âmir oğullarından Evs bin Hârise idi.
Kavmine O’nun geleceğini söyler ve eğer o zamana yetişirlerse O’na iman etmelerini tavsiye ederdi.
Bu zat ölmek üzere idi. Akrabâları yanında toplandılar ve ona;
“Gençliğinde evlenmedin. Mâlik’ten başka oğlun yoktur. Hâlbuki kardeşinin beş oğlu vardır” dediler. Evs bin Hârise onlara şöyle dedi:
“Allahü teâlâ ateşi taştan çıkarmaya kâdirdir. Benim neslimi de Mâlik’ten çoğaltır.”



“ONA YARDIM EDİNİZ!”

Sonra yüzünü oğlu Mâlik’e döndürdü ve vasiyetini yaparak, birkaç da beyit okudu. Son iki beyiti şöyledir:

“Âl-i gâlib neslinden bir Peygamber çıkacak,
Zemzem ile Hacerin arasında duracak.
Bütün şehir halkıyla Ona yardım ediniz,
Ey Âmiroğlulları, saadet Ona yardımda olacak.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:11:55
Tâbiinin büyüklerinden Râbi bin Huseym


Râbi bin Huseym, Tâbiinin büyüklerindendir. Kûfe’de yaşamıştır. Kıymetli nasihatleri vardır... Bir gün oğlu dedi ki:
-Babacığım! Annem sana güzel bir tatlı yaptı, hemen getireyim mi?
-Getir evladım, dedi. Çocuk onu getirmek için odadan çıkınca kapıyı bir dilenci çaldı. Adam, elbiseleri yırtık, orta yaşta, salyası çenesine akmış birisiydi. Hazreti Râbi;
-Onu içeri alın, dedi.


“O BİLMİYORSA, ALLAH BİLİYOR!”

Babası oğluna, tepsiyi dilencinin önüne koymasını işaret etti. Çocuk denileni yaptı. Adam tepsinin yanına geldi. Büyük büyük lokmalarla yutmaya başladı. Tepside hiç tatlı kalmadı. Oğlu;
-Babacığım, annem emek çekti bu tatlıyı senin için yaptı, ancak, sen onu ne yediğini bilmeyen bu adama yedirdin, dedi. Babası da;
-Yavrum, o bilmiyorsa Allah biliyor ya... dedi ve arkasından da şu âyet-i kerimeyi okudu:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.”
Râbi bin Huseym hazretleri bir gün de buyurdu ki:
“Ölümü çok anınız çünkü o sizin beklemekte olduğunuz, ortada görünmeyen bir şeydir.
Ortada olmayan şey uzun süre ortadan kaybolursa artık onun dönmesi yaklaşmış demektir ve bunun üzerine sahipleri onu beklemeye başlarlar...”
Bu sözleri söyledikten sonra ağladı ve şunları söyledi:

“Yarın, yer sarsılıp üzerindeki her şey yıkıldığı zaman...
Melekler sıra sıra dizilip, Rabbinin emri geldiği zaman ve o gün cehennem ortaya konduğu zaman ne yaparız?”



“BABANA İYİLİK, HAYIR GELDİ”
Arkadaşları anlatıyor:
“Bir gün, yanımızda Râbi bin Huseym de olduğu halde Abdullah İbn Mesud’la birlikte dışarı çıktık.
Fırat Nehrinin kenarına geldiğimizde, ateşi tutuşmuş büyük bir tuğla ocağına rastladık.
Oradan kıvılcımlar uçuşuyordu. Dilim dilim alevler yükseliyordu. Rabî, ateşi görünce olduğu yerde kaldı.
Onu şiddetli bir titreme aldı ve şu âyet-i kerîmeyi okudu:
(Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanarak, dar bir yerden atıldıkları zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler! Bir kere yok olmayı değil, birçok kere yok olmayı isteyin, denir.)
Daha sonra bayılıp yere düştü. Ayılıncaya kadar başında beklediler ve sonra evine getirdiler...
Ölüm döşeğindeyken kızı ağlamaya başladı. Ona, “Kızım! Niçin ağlıyorsun? Babana iyilik, hayır geldi” deyip ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:12:24
Kuzey Afrika Fatihi Ukbe bin Nafi


Ukbe bin Nafi, Hazret-i Muaviye (radıyallahü anh) zamanında İfrîkıyye (Kuzey Afrika) Valisi idi.
Tunus’ta Kayrevan şehrini inşa eden meşhur mücahittir. Yezid’in halifeliğinin ilk yıllarında ikinci defa Kuzey Afrika Valiliğine tayin edilmişti.
Ukbe, Kayrevan’a varır varmaz ordusunu toparlayıp Müslümanlarla sürekli savaş halinde olan Bizanslılarla şiddetli çarpışmalara girişti...


KARANIN BİTTİĞİ YER!..

Cihad harekâtını kesintisiz sürdüren Ukbe bin Nafi, batıya doğru ilerleyerek Tanca civarında Atlas Okyanusu’na dayandı.
İşte o zaman şu tarihî sözünü söyledi:
“Ya Rabbi! Eğer önüme çıkan şu deniz olmasaydı, senin yolunda cihad ederek daha ileri giderdim!”
Ukbe bin Nafi, karanın bittiği yerden geri döndü. Bizanslılar ve yardımcıları olan Berberîler, ondan korkarak yolundan kaçtılar.
Dönüş sırasında Maü’l-Feres diye anılan yerde konaklama yapıldı. Meğer bu bölge susuz bir yermiş.
Herkes susuzluktan neredeyse ölecek duruma gelmiş. Ukbe bin Nafi iki rekat namaz kıldı, suya kavuşmak için Allah’a dua etti.
O sırada Ukbe’nin atı ön ayaklarıyla yeri eşelemeye başladı. Ortaya çıkan bir kaya parçasının yanında sular fışkırıverdi...
Ukbe herkesi suya çağırdı. Durumu görenler çevredeki kumlukları kazarak birçok su kaynağı buldu.
Kana kana su içtiler. Buraya “Atın Suyu” anlamında “Maü’l-Feres” denildi...
Ukbe hazretleri, bu dönüş yolunda Tunus’un merkezi Kayrevan’a yaklaşmış, sekiz günlük bir mesafe kalmıştı.
Ortada kendisine karşı koyacak bir düşman gücü kalmadığını zannederek, ordusunun büyük kısmını serbest bırakıp ileri taraflara gönderdi.
Kendisi de az bir askerle Tehuze şehrine gitti. Bizanslılar da yanındaki askerlerin azlığını görünce, ona karşı savaşa başladılar.


BERBERÎLER ŞEHİT ETTİ
Berberîler içinde Müslüman olmuş, çevresinde sözü dinlenen ve çok saygı gösterilen Küseyle isminde bir adam vardı.
Ukbe Vali olarak gelince o adamın muhtemelen aşırı hırslı olduğunu düşünerek, yapılan uyarıları dinlemeden onu koyun kesip yüzmeye mecbur bırakmıştı.
Maksadı, adamın halk nazarındaki itibarını düşürmekti. O zaman eline bulaşan kanı sakalına süren Küseyle, ilk fırsatta isyan etmeye karar vermişti.
Bu adam nihayet sayıca hayli çok olan adamlarını toparlayıp Bizanslıların da desteğiyle ayaklandı.
Kahraman Ukbe ve arkadaşları şehit edildi. Ukbe’nin son arzusu da zaten şehit olmaktı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:13:00
Gazze’den doğan güneş İmâm-ı Şâfiî


Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden Şâfiî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin anne ve baba tarafından soyu Peygamber efendimizle birleşmektedir.
Dördüncü dedesi Şâfiî’nin ismine nisbetle ona da “Şâfiî” denilmiştir...
767 (H.150) senesinde Kudüs civârında Gazze’de doğdu. 820 (H.204) senesinde Mısır’da vefât etti...


YEMEN’DE KADILIK YAPTI

Bu mübarek zat daha beşikteyken, babasının vefât etmesi üzerine annesi onu Mekke’ye götürmüştür.
Dokuz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.
Sonra ilim tahsiline başlayıp, Mekke’de bulunan büyük hadis âlimlerinden yazmak ve ezberlemek suretiyle hadis öğrendi...

İmâm-ı Şâfiî yirmi yaşlarındayken, İmâm-ı Mâlik hazretleri onu himâyesine alıp dokuz yıl müddetle ilim öğretti.
İlimde yüksek bir seviyeye ulaşan Şâfiî, Mekke’ye dönünce Mekke’ye gelen Yemen vâlisi onu Yemen’e götürüp kâdılık vazifesi verdi.
Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra tekrar Bağdat’a giderek ilmini ilerletmek için İmâm-ı Azam’ın talebesi olan İmâm-ı Muhammed’den ders almaya başladı.
İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak’ta tedvin edilen (düzenlenen) fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhur olan rivâyetleri öğretti.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri, dîn-i İslâma hizmet uğrunda tükettiği hayâtının son anlarını, Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir.


GÜNDE BİR HATİM OKURDU

Ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu.
Ramazân-ı şerîfte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu.
Mısır’da bir cumâ gecesi vefâtının yaklaştığı sırada tâkatsiz kalmıştı. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus bin Abdüla’lâ yanına girmişti. Ona;
“Ey Ebû Mûsâ, bana Kur’ân-ı kerîmden Âl-i İmrân sûresinin yüz yirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku!” buyurdu.
O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin mânâlarına dalmış, derin bir huşû içinde dinliyordu.
Son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular. “Dünyâdan göçüyorum... Artık ondan ayrılıyorum... Ümit şerbetini içiyorum... Kerîm olan Rabbime gidiyorum” dedi ve bir müddet sonra da vefat etti.
Kahire’de el-Mukattam Dağının eteğindeki Kurâfe Kabristanına defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:13:22
“Onun başını bana verin!”


Kerametler menbaı Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
“Gavs-ül-a’zam”, “Kutb-i Rabbânî”, “Sultân-ül-evliyâ” ve “Kutb-i a’zam” gibi lakabları vardır.
İran’ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)’de doğdu. 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefât etti.
Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır.
Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîftir.
Vefatından sonra da çok kerameti görüldü...
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur.
Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:


“YAZIKLAR OLSUN SANA!”

“Yazıklar olsun sana! Cehennemlik işler yapıyor, cenneti umuyorsun.
Geçici şeylerle avunuyor onları seviyor ve kendinin sanıyorsun. Ama yakında elinden alacaklar...
Yaratan şu ömrü sana emanet olarak verdi, O’nun rızası yolunda yaşamanı emretti. Sen ise kendi isteğinin, heveslerinin peşinde ömrünü tükettin.
Sana verilen zenginlik, makam, sıhhat birer emanettir. Bütün bunları Yaradanın rızasına uygun yolda kullan...”

Bu mübarek zatın vefatından senelerce sonra, bir gün günahkâr adamın biri, sarhoş bir vaziyette Dergahının yanından geçerken, içeriden gelen seslere kulak kabartır.
Sonra burada ne oluyor diye dayanamayıp dergahın penceresinden kafasını içeriye uzatır.
Bakar ki dervişler ilimle meşguller. Bir müddet sevgiyle onları seyrettikten sonra yoluna devam eder...


“BEDENİ DE SİZİN OLSUN!”

Fakat yolda ecel gelip ruhunu teslim eder. Adamı defnederler. Azap melekleri gelip adamı alırlar.
Tam cehenneme atacaklarken bir ses “Durun, onun başı benimdir” der. Melekler bakarlar ki, sesin sahibi Abdülkadir-i Geylani hazretleri. Mübarek buyurur ki:
“Onun başı benim dergahımdan içeri girdi. Bizim dergahımıza giren, ateşte yanmaz. Başını bana verin gerisini ne yaparsanız yapın!..”
Bunun üzerine melekler, “Başını alırsanız, bedeni de sizin olsun” derler.
Adamcağız böylece, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin dergâhındaki talebelere kısa bir müddet sevgiyle bakmasının mükafatını görür..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:13:47
Osmanlı devlet adamı Râmî Mehmed Paşa


Râmî Mehmed Paşa, Osmanlı sadrâzamlarındandır. 1654’te İstanbul Eyüp’te doğdu.
Terâzici Hasan Ağa adında birinin oğludur. İlk tahsilini Eyüp’te yaptıktan sonra Reîs-ül-Küttaplık Kalemine kâtip olarak girdi.
Bu sırada şiire istidadı sebebiyle Nâbî ve Sâmî gibi devrinin büyük şâirlerinin meclisine devam ederek yükseldi.
İtaatkâr manasına gelen “Râmî” mahlasını aldı. 1686’da Dîvân-ı Hümâyûn Kalemine girdi.
Divan işlerindeki geniş bilgisi ve mahâreti göz önünde bulundurularak, 1690 yılında Beylikçiliğe tâyin olundu.
Yıllarca bu vazîfede bulunduktan sonra, 1696’da Acem Bekr Efendinin yerine Reis-ül-Küttab oldu...


PADİŞAHIN İLTİFATINI KAZANDI

Karlofça Antlaşması için yapılan görüşmelere murahhas olarak katılan Râmî Mehmed Paşa, bu müzâkerelerde gösterdiği başarılarından dolayı, pâdişâhın iltifâtını kazandı.
1703’te Daltaban Mustafa Paşanın yerine sadrâzam oldu. Yedi ay kadar sadârette kalan Râmî Mehmed Paşa, pek çok ıslahat hareketlerinde bulundu.

Harpler dolayısıyla bozulmuş olan mâlî durumu düzeltti, ancak 1703’te İkinci Mustafa Hanın tahttan indirilmesiyle sonuçlanan “Edirne Vakası” ile görevinden alındı.
Önce Kıbrıs (1703) ve arkasından Mısır Vâliliğine getirildi. Bu görevdeyken halkın hoşnutsuzluğu sebebiyle azlolunarak Rodos’a, sürgüne gönderildi...

Râmî Mehmed Paşa, çalışkan, geniş mâlumat sâhibi, mâlî işlerde ehliyetli ve gayretli bir devlet adamıydı.
Arapça ve Farsça bilir, divan edebiyatında seçkin bir üslûp üstâdı olarak tanınırdı.
Bursalı Mehmed Tâhir onun için; “Şiirde Nef’î ve Nâbî derecesinde, en büyük simâlardan olmasına rağmen, lâyık olduğu şöhreti bulamamıştır” demektedir...


PEK ÇOK ESERİ VARDIR

Râmî Mehmed Paşanın başarılı gazellerinin yer aldığı bir Dîvân’ı, Karlofça Sulh Müzâkerelerini bütün teferruâtı ile anlatan “Karlofça Sulhnâmesi” ve 1400 kadar resmî yazının toplandığı Münşeât’ı başlıca eserleridir.

Rodos’ta iken, 1704’te vefatından dört gün evvel şu gazeli söylemiştir:

“Mahv olmadayız za’f ile pirâhenimizden
Çekmez mi dahi destini gam pirâhenimizden
Lâyık mıdır ey gonce-i gülzâr-ı letâfet
Lebrîz-i tebessüm olasın şîvenemizden?
Biz mûrçe-i harmen-i sahrây-ı gilâlız
Pâymal oluruz dürr olıcak meskenimizden
Ârâyiş-i çün verd-i tahammül ola Râmî
Gitmezse ne gam mürg-i elem gülşenimizden...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:14:10
Kaptan-ı derya Hayreddin Paşa


Barbaros Hayreddin Paşa, büyük Osmanlı Kaptan-ı deryasıdır.
1466’da bir rivayette de 1483 yılında doğdu. Asıl adı Hızır’dı.
Din ve devlet yolunda yaptığı büyük işlerden dolayı Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından, dine hayrı dokunan manasına gelen “Hayreddin” ismi verildi.
Doğu Akdeniz kıyılarındaki kavimler tarafından “Kızıl sakallı” manasına gelmek üzere “Barbarossa” diye tanınmaktadır...
Hayreddin Paşanın kardeşleri Oruç ve İlyas da denizci idi. Venediklilerin korkulu rüyasıydı.
Preveze’de Haçlıların büyük amirali Andrea Dorya’yı kesin bir yenilgiye uğrattı. Kuzey Afrika’yı fethetti ve Osmanlı Devleti’ne kattı.
Endülüs Müslümanlarının imdadına koştu.


“DENİZİN REİSİ VEFAT ETTİ”

Osmanlı Kaptan-ı Deryalığı’na tayini için Halep’teki Sadrazam ile buluşmaya gitti.
Makbul İbrahim Paşa’ya “Amerika’ya gitmeyi teklif etti”. Fakat kabul ettiremedi. 1544’te İstanbul’a döndü.
İstanbul’da iki sene yaşadıktan sonra 4 Temmuz 1546’da Beşiktaş’taki sahil sarayında vefat etti.
Ölümüne ebced hesabı ile “Mate reis-ül-bahr” (Denizin Reisi vefat etti. H. 953) tarihi düşürülmüştür...
Hayatı denizlerde geçen Barbaros Hayreddin Paşa, dinine bağlı, kâmil bir Müslümandı.
Rumca, İtalyanca, Arapça, Rusça, İspanyolca gibi dilleri çok iyi konuşurdu. Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi.
Serveti ile, İstanbul’un muhtelif semtlerinde hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırarak, gelirlerini hayır kurumlarına ve kurduğu medresede kalan öğrenci ve muallimlerin masraflarına tahsis etti.
Vasiyetine göre 30 büyük harp gemisini ve en seçkin 800 esirini Kanuni Sultan Süleyman’a, servetinin bir kısmını Beşiktaş’taki cami, türbe ve başka hayrâtının bakım ve vakıflarına ayırmış, bir kısmını akrabalarına paylaştırmıştır...



“BEN DENİZDE OLSAM...”
Son anlarında, ölüm döşeğinde bile gözü denizlerde idi.
Havayı kontrol ediyor, “Ben denizde olsam yelkenleri indirirdim” gibi şeyler söylüyordu. Nihayet, vasiyet etti:
“Öldüğüm zaman beni deniz sesi işitecek bir yere defnediniz...”
Nitekim öyle oldu, Beşiktaş’taki türbesinde sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:14:28
Bahri Dede ve Zigetvar’ın fethi


Avusturya arşidükü Maksimilyan, İstanbul Antlaşması’nı bozmuş, vergisini ödememiş üstelik de Erdel’e girmişti.
Bunun üzerine, Kanuni Sultan Süleyman Han hasta olmasına rağmen savaşa karar vermişti...
Hedef Viyana idi ancak önce Zigetvar fethedilmeliydi...
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Zigetvar Seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer için duâ etti...
Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede’den de duâ istemişti.
Ayrıca kendisine, fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin altın gönderdi...


“SAVAŞA BEN DE KATILACAĞIM”
Bahri Dede Kânûnî Sultan Süleymân Hanın gönderdiği hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katılacağını haber verdi...

Nihayet ordunun hareket günü gelmişti. Bahri Dede de “Ordu-yi hümayun”la yola çıktı.
Böyle evliyâ bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu...
Zigetvar Kalesi kuşatılıp peş peşe iki taarruz yapılmasına rağmen kale fethedilemedi.
Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti...
Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı.
Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu sebeple büyük bir azim içinde idiler...


KALE FETHEDİLMİŞTİ; ANCAK!..

Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara yerleştirip fitilini ateşledi.
O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükbaşısı şehit düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir gedik açtı.
Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı...
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu seferde hastalanıp vefât etmişti. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, askerin moralinin bozulmaması için padişahın ölümünü askerden gizledi.
Ordu Bursa’ya döndükten sonra, Bahri Dede, sultanın kendine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp iâde etti. Kısa bir müddet sonra da vefât etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:14:49
Sultan Alâ’eddin Keykubad’ın rüyası


Bağdad halifesi, Şeyh Şehabeddin Sühreverdi hazretlerini elçilikle Selçuklu Sultanı Alâ’eddin Keykubad’a göndermişti.
Konya’ya ulaştığı sırada Sultan, Gavale kalesine gitmişti. Sultan’ül-Ulema Bahâeddin Veled hazretlerini de birlikte götürmüştü.
Sultan, Sühreverdi’yi de kaleye getirmelerini emretti.
Halifenin elçiliğini ifa ettikten sonra şeyhe, Bahâeddin Veled hazretleri son derece izaz ve ikramda bulundu. Ç
ünkü Sühreverdi de Bağdat’ta Bahâeddin Veled hazretlerine hadsiz hesapsız hizmetlerde bulunmuştu. Bahâeddin Veled hazretleri:
“Sühreverdiler hem Ebubekir’e mensuplar, hem de bizim yakın akrabalarımızdandılar” buyurdu...


ŞAŞKIN BİR HÂLDE UYANDI!..
O gece Sultan Alâ’eddin acayip bir rüya gördü. Şaşkın bir vaziyette uyandı.
Rüyasını Bahâeddin Veled hazretlerine ve Şeyh Sühreverdi’ye anlattı:
“Rüyamda başımın altından, göğsümün ham gümüşten, göbeğimden aşağısının tamamiyle tunçtan, her iki kalçamın kurşun, iki ayağımın da kalaydan olduğunu gördüm...”
Bütün rüya tabircileri, bu rüyanın yüceliğinden hayrette kaldılar.
Şeyh Şehabeddin hazretleri, derhal bu rüyanın tâbirini Bahâeddin Veled hazretlerine havale etti ve hiçbir şey söylemedi. Sultan-ül-Ulemâ, rüyayı şöyle yorumladı:
“Sultanım, sen dünyada oldukça insanlar rahat, temiz yaşayacaklar ve altın gibi kıymetli olacaklar.
Oğlunun zamanı, senin zamanına nispetle gümüş derecesine, oğlunun oğlu zamanında ise tunç mertebesine düşecekler, alçak ve haris insanlar başa geçecekler.
Saltanat üçüncü batna (nesle) geldiği vakit, her taraf karışacak, halk arasında dürüstlük, vefa ve şefkat kalmayacak.
Dördüncü ve beşinci batna eriştiği vakit, Diyâr-ı rûm (Anadolu) tamamiyle harap olacak.
Selçuk ailesi zevale uğrayacak, Moğol istilâsı bütün dünyayı harabeye çevirecek...”


SULTAN DA AĞLIYORDU...
Bunun üzerine Selçuklu Sultanı ve orada bulunanlar ağlayıp sızlamaya başladılar.
O gün Selçuklu Sultanı, Bahâeddin Veled ve şeyh Sühreverdi hazretlerine kıymetli hediyeler verdi.
Diğer âlimler ve fakihlere de bahşişlerde bulundu ve onların da dua etmelerini istedi.
Hakikaten bu rüya, tabir ettikleri gibi çıktı. Sultanı Alâ’eddin Keykubad kısa bir zaman sonra vefat etti ve memleket karışıklıklar içinde kaldı.
Sonra da Moğollar Anadolu’yu istila ederek büyük bir kaos başladı..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:15:13
Hazreti Davud’un cennet arkadaşı


Davud aleyhisselam bir gün, Allahü tealadan Cennet arkadaşının kim olduğunu sual etti.
Allahü teala da ona Yunus aleyhisselamın babası Metta’nın kendisine Cennette arkadaş olacağını bildirdi.
Hazreti Davud, bunu öğrenince hemen oğlu Süleyman’la (aleyhimesselam) birlikte Metta’nın yaşadığı bölgeye gittiler.


ONLARI EVİNE GÖTÜRDÜ...
Oradakilere “Metta nerededir?” diye sorunca onun odun pazarında olduğunu öğrendiler. Oraya gidip biraz beklediler.
Çok geçmeden Metta, başı üzerinde bir miktar odunla geldi. Allah’a hamd ettikten sonra şöyle dedi:
-Kim helal parayla helal odun almak ister?
Orada bulunanlardan biri onun odunlarını aldı. Bu sırada Hazreti Davud ve oğlu Süleyman selam verip, hal ve hatırını sordular.
Metta, onları evine götürdü. Odun parasıyla bir miktar buğday aldı.
Sonra onu un yapıp hamur etti ve pişirmek için bir ateş yaktı ve hamuru ateşin üzerine bıraktı. Ekmek pişinceye kadar onlarla konuşmaya başladı.
Sonra pişen ekmekten bir miktarını bir tahta tabağa bırakarak üzerine biraz tuz serpti ve bir kap içine de su doldurarak misafirlerine ikram etti.
Kendisi de diz çökerek getirilen ekmeği yemekle meşgul oldular...
Metta “Bismillah” diyerek ağzına bir lokma aldı; onu yuttuktan sonra “elhamdülillah” dedi. Sonraki lokmalarda da bu zikirleri tekrarladı. Sonra yine “Bismillah” diyerek biraz su içti; suyu yere bırakmak istediğinde ise Allah’a hamd etti. Daha sonra şöyle dedi:

ŞÜKREDEN BİR KUL...
“İlahî! Bana bağış ve ihsanda bulunduğun kadar kime bağış ve ihsanda bulunmuşsun?
Bana gören göz, duyan kulak ve sağlam bir beden vermişsin ve beni güçlü kılmışsın; öyle ki hiç dikmediğim ve korumasında hiçbir zahmet çekmediğim bir ağacın yanına gidebildim.
O ağacı benim için bir rızık vesilesi kılmışsın ve bir kimseyi gönderdin de onu benden aldı ve onun parasıyla ekmediğim bir buğdayı aldım ve ateşi bana ram ettin,
onunla ekmek pişirdim, ibadet ve itaatinde güçlü olmam için rağbetle onu yedim. Allah’ım, sana hamd olsun...”
Metta, bu sözleri söyledikten sonra ağladı. Bu esnada Davud aleyhisselam, oğlu hazreti Süleyman’a;
-Oğlum! Kalk gidelim. Ben kesinlikle bu zat gibi Allah’a şükreden bir kul görmedim, dedi. Metta bu ziyaretten kısa bir zaman sonra vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:15:41
Ali bin Heytî’ye cevap veren ölü


Ali bin Heytî hazretleri, Irak evliyâsındandır. Doğum târihi belli değildir.
Irak’ın Heyt beldesinde doğdu. 1168 (H.564) senesinde Rezirân’da vefât ettiğinde yüz yaşını geçmişti...
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Ali bin Heytî, Allahü teâlânın ihsânlarına kavuştu.
Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebesidir. Abdülkâdir-i Geylânî’ye çok hürmet ve saygı gösterirdi...
Ali bin Heytî bir gün, Irak’ın Nehr-ül-mülk beldesinin bir köyüne gidip sâhibini hiç tanımadığı bir evin kapısını çaldı.
Misâfir kabûl edilmesini ricâ etti. Ev sâhibi de tanımadığı bu yabancıyı kabûl etti...
Ali bin Heytî hazretleri, misafir olduğu ev sâhibine kapının önünde dolaşmakta olan tavuğu işâret ederek;


“BU TAVUĞU KESİN!“
Bu tavuğu tutun ve benim yanımda kesin!” buyurdu. Ev sâhibi îtirâz etmeyip, tavuğu kesti. Bu sefer misâfir;
“Tavuğun karnını yarınız!” deyince, ev sâhibi yine;
“Peki” deyip karnını yardı. Bir de ne görsün! Altın boncuklardan yapılmış bir gerdanlık...
Meğer, ev sâhibi, kız kardeşine altın boncuklardan bir gerdanlık hediye etmiş, kız kardeşi de gerdanlığı iki gün önce kaybetmiş.
Kızın beyi de;
“Bu gerdanlığı bul, yoksa seni öldürürüm!” demiş.
Gerdanlık bulunmayınca, o gece öldürmek üzere kararını verdiğinden, herkes üzüntü içinde bekliyorlarmış.
Gerdanlık bulununca, kadının suçsuz olduğu anlaşıldı. Ali bin Heytî hazretleri, Rezîrân’dan kalkıp buraya kadar gelmesinin sebebini izâh edip;
“Kız kardeşinin temizliği, beyinin kötü niyetini ve Rabbimden, bu durumu açıklamak ve sizi helâk olmaktan kurtarmak için izin isteyerek geldim” buyurdu...


“SENİ KİM ÖLDÜRDÜ?”

Bir başka gün, Ali bin Heytî hazretleri bir yere gidiyordu. Yol üzerinde ellerinde kılıç olan iki topluluk gördü.
Ortada bir ölü vardı. Her iki grup da birbirlerini, bu kimseyi öldürmekle suçluyorlardı.
Ali bin Heytî hâdise yerine gelip, öldürülen şahsın yanına oturdu. Elini alnına koyup;
“Ey Allahü teâlânın kulu! Seni kim öldürdü?” diye sordu.
Bu söz üzerine ölü, Allahü teâlânın izni ile gözlerini açıp, Ali bin Heytî’yi başucunda görünce kalkıp dizüstü oturdu.
Gözlerini kavga yapanların üzerinde gezdirip;
“Beni öldüren kimse filancadır” diyerek ismini ve babasının ismini söyledi, tekrar yere uzandı.
Böylece büyük bir hadise önlenmiş oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:16:01
Hayber şehidi Amr bin Ekvâ


Amr bin Ekvâ (radıyallahü anh) Eshab-ı kiramdandır. Kardeşi Seleme bin Ekvâ (radıyallahü anh) Biat-ı Rıdvan’a katılanlardandı.
Hatta o mübarek sahabe, biat etmeden önce; Kelime-i şehadeti getirmesinden itibaren o biatı hakkıyla yerine getirmiştir. Kendisi şöyle der:
“Resulullah’la (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte yedi, Zeyd İbni Harise’yle birlikte dokuz savaşa katıldım...”


TEK BAŞINA BİR ORDU!..
Seleme (radıyallahü anh) kendisi piyade, ok ve mızrak atarak savaşanların en ustalarındandı.
Onun usûlü, bugün izlenen “gerilla” savaşlarından bazılarının usûlüne benzerdi. Düşmanı kendisine saldırdığında onun önünde geri çekilirdi.
Düşman geri çekildiğinde veya dinlenmek üzere durduğunda süratle ona saldırırdı!
O bu usulle, Zukared Savaşı diye bilinen savaşta, Uyeyne İbni Hısn el Fizari komutasında Medine tepelerine baskında bulunan kuvvetleri tek başına püskürtmeyi başarmıştı.
Tek başına onların peşine düşüp devamlı dövüşerek onları oyaladı. Nihayet Resulullah efendimiz sahabelerden müteşekkil bir güçle ona yetişmişti.
O gün Resulullah efendimiz eshabına şöyle buyurmuştu:
“Piyadelerimizin en hayırlısı Seleme ibni Ekvâ’dır!”
Hazreti Seleme üzüntü ve kaygıyı ancak kardeşi Amr ibni Ekvâ’nın Hayber Savaşında vefatında tanımıştı.
Amr, Müslüman ordusunun önünde şu şiiri söylüyordu:
“Allah’ım sen olmasan hidâyet yolunu bulamaz,
Sadaka vermez, namaz kılmazdık,
Üzerimize bir huzur indir.
Karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sabit kıl.”


“ONUN İÇİN İKİ ECİR VARDIR”
Bu savaşta Amr, kılıcıyla müşriklerden birine vurmaya gitti. Kılıcı elinde bükülüp ucu kendi ölümüne sebep oldu. Eshab-ı kiramdan bir zat şöyle dedi:
- Zavallı Amr şehitlikten mahrum oldu...
O anda hazreti Seleme çok üzüldü. Çünkü o da kendisini hata ile öldürmüş olan kardeşinin cihad ecrinden ve şehitlik sevabından mahrum olduğunu zannetti. Peygamber efendimiz hızla işleri yoluna koyunca, hazreti Seleme Resulullah efendimize gitti ve şöyle sordu:
- Ey Allah’ın Resulü! Amr’ın amelinin boşa gittiği doğru mu?
Resulullah efendimiz şöyle cevap buyurdular:
- O, cihad ederken öldürülmüştür. Onun için iki ecir vardır. Şu anda o, Cennet’in nehirlerinde yüzüyor!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:17:07
Bizans imparatorunu hayran bırakan iman

Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî ve seksen kadar arkadaşı Bizanslılara esir düşmüştür... Onlara bizzat imparator tarafından dinlerinden dönmesi için çok baskı yapılır. Bilhassa Abdullah bin Huzâfe’ye... Ancak o, böyle bir dönekliği kesinlikle reddeder. Tâgiye (imparator), İslâm dininden dönüp Hıristiyanlığı kabul etmezse kazanda yakacağını söyler. O yine dönmeye yanaşmaz...

KIZGIN YAĞ DOLU KAZAN!..
İmparator emreder. Bir kazanın içine zeytinyağı doldurulur. Altı yakılır ve diğer esir Müslümanlardan birisi getirilir. Dönme teklifi yapılır. O mücahid onlara gülerek;
“Şimdi, şehidlere vaat edilen Cennet köşklerini görüyorum. Keşke daha çok canım olsaydı da, daha çok köşklere kavuşsaydım” der ve hemen kaynayan kazana atılır.
Hazreti Abdullah’a da aynı teklif yapılır. O da “Hayır” deyince kazana atılması emredilir. Götürülürken hıçkırıklarını tutamaz, ağlar. İmparator onun böyle ağladığını görünce; “Onu getirin” der. Hazreti Abdullah imparatorun önüne getirilince, tarihe geçen şu sözleri söyler:
“Zannetme ki bana revâ gördüğüne ağlıyorum. Hayır. Lâkin şu anda benim Allah yolunda feda olacak ancak bir tek canım var. Ne kadar isterdim saçlarımın sayısınca ruhum olsaydı da hepsine musallat olsaydın ve ben de hepsini seve seve Allah için feda etseydim!..”
İmparator; bu iman karşısında âdeta küçük dilini yutar. Görüp duyduklarından çok etkilenir ve bir bahaneyle onu hürriyetine kavuşturmak ister:
“-Benim başımı öp. Seni serbest bırakacağım.”
“-Hayır”
“-Dininden dön. Seni kızımla evlendirip mülkümde ortak yapacağım.”
“-Hayır... Hayır...”
“-Başımı öp, seninle beraber seksen esir Müslümanı serbest bırakayım.”
“-İşte şimdi oldu” diyerek imparatorun başını öper ve seksen arkadaşıyla beraber Medine’ye dönerler...

“HEPİMİZ BU BAŞI ÖPELİM!”
Halife Hazreti Ömer, Abdullah bin Huzâfe’nin seksen Müslümanın hürriyeti için katlandığı fedakârlığı duymuştur. Onlar Medine’ye ayak basar basmaz hemen Eshab-ı kiramın ileri gelenlerini toplar. Gelen nurlu ve çilekeş kafileyi karşılayıp, bağırlarına basarlar. Hazreti Ömer, arkadaşlarına şöyle der:
“-Herkes Abdullah’ın başını öpsün!”
Başta kendisi olmak üzere, bütün Müslümanlar o mübarek başı tek tek öperler...
Abdullah bin Huzafe, Hazreti Osman devrinde Mısır’da vefat etti..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:17:47
Budin Beylerbeyi İbrâhîm Paşa

Avusturya İmparatorluğu hakimiyetinde bulunan Macar beylerinden Tökeli İmre 1673 yılında ayaklandı, sonra Osmanlı Cihan Devleti’ne sığındı. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Budin Beylerbeyi Uzun İbrâhîm Paşa’yı, Serdar (başkomutan) atayarak, Tökeli İmre’yi Orta Macaristan’ın başına geçirmekle görevlendirdi...

PADİŞAHIN RIZASI YOKTU!..
İbrahim Paşa, Orta Macaristan’ın başkenti Kaşav’ı alarak, 1682’de Tökeli İmre’yi başa geçirdi. Bu durum İmparator Leopold’u telâşa düşürdü, barışı yenilemek için elçi gönderdi. Fakat Kara Mustafa Paşa, Avusturya’ya karşı açacağı seferle, sadâretini Fâzıl Ahmed Paşa’dan üstün bir zaferle süslemek istiyordu. lV. Mehmed Hanı, Avusturya ile harbe teşvik ve râzı etti. Padişah, Sancak-ı Şerifi vererek onu, Yanıkkale’yi (Raab) zaptetmek için Serdar tâyin etmişti.
27 Haziranda (1683) Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Dîvân-ı Harbi topladı. Viyana’yı alıp orada Almanya’ya sulh şartlarını dikte edeceğini bildirdi. Vezirler şaşırdılar. Vezir İbrahim Paşa, Pâdişâh irâdesinin bu yıl Yanıkkale ve Komaran’ın alınması ve akıncılarla Orta Avrupa’ya gözdağı verilmesi olduğunu, belki gelecek yıl Viyana’ya gidilebileceğini söyledi. Fakat, Kara Mustafa Paşa, Viyana üzerine yürüyüp 14 Temmuz 1683’te kuşattı.
Bunu öğrenen Pâdişâh “Kasdımız Yanık ve Komaran kaleleri idi; Beç (Viyana) kalesi dilde yoktu; paşa ne acîb saygısızlık edib bu sevdaya düşmüş. Hoş imdi Hak teâlâ asan (kolay) getüre; lâkin mukaddem (önceden) bildireydi rıza vermezdim” demişti.

“DEVLETİN SELAMETİ İÇİN...”
İkinci Viyana Muhasarası başlamak üzere... Harp divanında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın fikrine yalnız bir tek vezir itiraz etti. Bu vezir, İbrahim Paşa idi. Muhasara bozgun ile neticelenince Merzifonlu mağlubiyetten onu mes’ul tutarak idam ettirdi. Cellada teslim edilen Uzun İbrâhîm Paşanın son sözleri şunlar oldu:
“Padişah-ı cihandan rica ederim. Kara Mustafa Paşa sözü dinlenir ve müdebbir bir vezirdir. Vakıa o bana garez ediyor ve canıma kıyıyor, lakin devletin selameti için, padişah-ı cihan ne olur ona kıymasın. Bunu böylece bildirin, bildirmezseniz mahşerde iki elim on parmağım yakanızdadır...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:18:10
Hadîs ve fıkıh âlimi Meymûn bin Mihrân

Meymûn bin Mihrân hazretleri, Tâbiînin büyüklerindendir. Hadîs ve fıkıh ilminde büyük âlim idi. Kûfe’de yetişti. Sonra Rakka’ya yerleşti. 657 (H.37)’de doğdu. 734 (H. 116)’de Cezire’de vefât etti. Halife Ömer bin Abdülaziz tarafından kâdı ve vâli olarak Cezire’ye tâyin edildi. Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki:
“Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân ve onun emsâli olan büyük âlimler, aradan gider (vefât ederlerse), halk kumandandan mahrum kalan askere döner.”
Bu mübarek zat, Hasan-ı Basrî hazretlerinin dostlarından idi. İlerlemiş yaşlarında bir gün, oğlu Amr ile Basra sokaklarında dolaşmaya çıktı. Baba oğul dolaşırken, yüksekçe bir yere gelirler ki, Meymun bin Mihran burayı aşacak gibi değildir. Amr babasını sırtına alarak, bu engeli aşarlar...

“KİM BU İHTİYAR?”
Derken Hasan-ı Basrî’nin evine vardılar. Amr kapıyı çaldı, kapıyı bir cariye açtı ve Amr’a hitaben:
“Kim bu ihtiyar” dedi.
“Bu ihtiyar benim babamdır.”
Bu sefer cariye Meymun’a dönerek şöyle sordu:
“Seni bu kötü zamana bırakan sebep nedir?”
Cariyeden bu sözleri işiten Meymun ağlamaya başlar. Ağlama sesini içeriden duyan Hasan-ı Basrî kapıya çıkar. Karşısında Meymun bin Mihran’ı görünce sevinir ve hasretle kucaklaşırlar. Sonra hep birlikte evin içine girerler. Meymun bin Mihran;
“Ey Hasan! Kalbimde katılık hissediyorum, bana yardım et de kalbim yumuşasın” der.
Hasan-ı Basrî hazretleri bunun üzerine şu âyet-i kerimeleri okur:
“Gördün mü? Onları senelerce faidelendirmiş olsak... Sonra onlara tehdit edilmiş oldukları şey gelecek olsa... O faidelenmiş oldukları şey, onları neden kurtarabilir?” (26/205, 206, 207)
Ayet-i kerimeyi dinleyen Meymun bin Mihran bayılıp düştü. Ayılınca cariye odaya girdi ve orada bulunanlara şöyle dedi:
“İhtiyar çok yoruldu, artık dağılsanız iyi olur.”

“BENİ İYİ DİNLE OĞLUM!”
Ev sahibinden izin alarak Meymun oğlu ile birlikte evden ayrılır. Amr babasına der ki:
“Ey babacığım! Ben Hasan-ı Basrî’yi gördüğümden daha büyük bir zat olarak biliyordum.”
Meymun oğlunun göğsüne bir yumruk vurarak şöyle dedi:
“Beni iyi dinle oğlum! Hasan-ı Basrî bize öyle bir âyet okudu ki; eğer o âyet-i kerimeleri kalbinle dinlemiş olsaydın, kalbinde hiçbir hastalık kalmazdı.”
Meğer bunlar onun son sözleriymiş. Bunları söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:18:30
Tövbeye sebep olan Basra güzeli


Yakışıklı bir yiğit olan Hasan-ı Basrî, bir gün sokakta giderken çok güzel bir kadına rastlar. Onu rahatsız edecek şekilde bakınca kadın şöyle der:
- Utanmaz mısın ey delikanlı?
- Kimden utanayım?
- Şol Zât-ı Ecelli Âlâ’dan ki, gözlerin habasetini ve sadırda olan ahvali bilicidir.


KADINI TAKİP EDER...
Bunu duyunca Hasan-ı Basrî’nin kalbine bir miktar korku ve pişmanlık gelerek durur ise de, yine de gayrî ihtiyarî, kadını takib eder ve;
- Ey Basra’nın en güzel kadını!.. Senin o ahu gözlerin benim kalbimi yağmalayıp aşk deryasına garketti. Eğer bana vaslın şifası ile derman eylemezsen helakim yakındır, der.
Kadın da;
-Ey yiğit, öyle ise biraz sabret. Senin nefsinin nevasına şifa olacak bir ilaç yapayım, diyerek evine girer. Fakat kadın da Hasan-ı Basrî’ye sevdalanmıştır...
Bir müddet sonra kapı açılır ve bir cariye elinde, üzeri örtülü bir tabak getirip, Hasan-i Basrî’ye verir ve;
- Ey yiğit! Hanımım, “Bir genci, fitne ve dalalete düçar eden gözler bana lâzım değildir” diyerek size gönderdi, der.
Hasan-ı Basrî bakar ki, hakikaten kadın gözlerini çıkarıp göndermiş. Bu hali görünce o derece pişman olur ki tarifi mümkün değil. Hemen oradan kalkıp evine gider. Sabaha kadar ağlayıp tövbe istiğfar eder.
Sabahleyin, kadından özür dilemek üzere, evine gitmeyi düşünür. Kapısına yaklaştığı zaman, birçok kimse, kadının kapısı önünde toplanmış, içeriden de feryad-u figan sesleri geliyor. Sebebini sorunca “Saliha bir kadındı, bu gece vefat etti” cevabını alır ve ağlayarak geri döner. Üç gün üç gece yiyip içmeden devamlı olarak ağlar. Tövbe ve istiğfar ederek yalvarır. Ama ne tövbe!.. Onu “Hasan-ı Basrî hazretleri” yapan bir tövbe...


“EY HASAN! SENİ AFFETTİM!”
O gece rüyasında o kadını görür ki, cennette yüksek bir köşkte oturmaktadır. Hemen kadından af ve özür diler. Kadın;
- Ey Hasan! Seni affettim, bana o keremi ve lütfu çok olan padişah, senin yüzünden, o kadar ihsan ve rahmet eyledi ki, anlatmak mümkün değildir, der. Hasan-ı Basrî Hazretleri de çok sevinerek;
- Ey hatun! Bana bir nasihat eyle de istifade edeyim, deyince kadın;
- Ya Hasan, tenha olduğun zamanda boş durma ve daima Cenab-ı Hakkı zikreyle, der.
Hasan-ı Basrî hazretleri uyanınca çok sevinir ve “ömrümün sonuna kadar, o kadının nasihatini terk etmedim” buyurur...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:18:53
Hz. Ebu Ma’lek’in kabul olan duası


Eshab-ı kiramın büyüklerinden Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) anlatıyor: Ebu Ma’lek (radıyallahü anh) diye bir zat vardı. Tüccarlık yapar; ticaret için uzak bölgelere giderdi.
Yine bir gün ticaret için yola çıkmıştı. Önüne, tepeden tırnağa kadar silahlı bir eşkıya çıktı ve;
“Mallarını alıp seni de öldüreceğim” dedi. Ebu Ma’lek de;
“İşte malım, al senin olsun, beni bırak” dedi. Eşkıya;
“Benim âdetim bu. Hem mal hem can” dedi. Ebu Ma’lek;
“Madem öyle, müsaade et de namaz kılayım” dedi. Eşkıya;
“İstediğin kadar kıl” dedi...

MEÇHUL BİR ATLI BELİRDİ!
Ebu Ma’lek, abdest aldı, sonra namaz kıldı; namazdan sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti:
“Yâ Vedûd! Yâ Vedûd! Yâ Ze’l-arşi’l-mecîd! Yâ Mübdî, Yâ Mu’îd! Yâ Fe’âlün limâ yürîd! Eselüke bi-nûri vechike’llezî mele’e erkâne arşike ve es’elüke bi-kudretike’lletî kadderte bihâ halkake ve bi rahmetike’lletî vesiat külle şeyin. Lâ ilâhe illa ente. Ya Muğîs, eğisnî! Ya muğîs, eğisnî! Ya muğîs, eğisnî!..”
Bu duasını üç defa tekrarladı. O esnada bir atlı belirdi. Elindeki mızrağı atının iki kulağı arasına yerleştirmiş bir şekilde süratle eşkıyaya doğru yöneldi. Atlı, elindeki mızrağı eşkıyaya öyle bir vurdu ki, anında can verdi. Atlı Ebu Ma’lek’e dönerek;
“Kalk” dedi. Ebu Ma’lek;
“Anam babam sana feda olsun, sen kimsin?” diye sordu. Atlı;
“Ben dördüncü kat gökte bulunan bir meleğim. Sen ilk dua ettiğin zaman göğün kapılarının gıcırdayıp ses verdiğini işittim. İkinci defa dua yapınca gökte bulunan meleklerin feryadını işittim. Sonra üçüncü defa dua edince, bana ‘Bu, sıkıntı içindeki bir kulun duasıdır’ dendi. Ben Allahü tealadan, dua edene yardım ve zalimi öldürmek için izin istedim. İzin verildi ve sana yardıma geldim” dedi.


DOĞRUCA RESULULLAHA GİTTİ
Bu hadiseden sonra Ebu Ma’lek (radıyallahü anh) Medine’ye döndü. Doğruca Kâinatın Efendisinin huzuruna geldi ve başından geçen hadiseyi anlattı. Resulullah efendimiz şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki, Allahü teala sana esma-i hüsnayı ilham etmiş. O isimlerle Allahü tealaya dua edilirse, istenen verilir.”
Enes bin Malik buyurdu ki: “Kim bir abdest alır, dört rekat namaz kılar ve bu dua ile Allahü tealadan bir şey isterse, sıkıntı içinde olsun olmasın, duası kabul edilir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:19:22
Ali Müzeyyen’i kurtaran yılan!..


Ali Müzeyyen, meşhûr velîlerdendir. Bağdât’ta doğdu. Sonra Mekke-i mükerremeye yerleşti ve 939 (H.328)’de orada vefât etti.
Zamanında yaşayan evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî, Sehl bin Abdullah ve diğer tasavvuf ehli büyük âlimlerle görüşüp sohbet etti.
Tasavvufta yüksek haller sâhibi idi. Bu mübarek zat, bizzat kendi başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:


ANİDEN KUYUYA DÜŞTÜ!..

“Tebük Çölünde idim. Su almak için bir kuyuya gittim. Kuyunun başında iken ayağım kayıp içine düştüm.
Kuyunun içinde geniş bir yer gördüm. Orada bir yeri düzeltip oturdum. Kendi kendime şöyle düşündüm:
‘Eğer Allah indinde makbûl bir kul isem, bende bir şey varsa, burada, ölüp kalmam. Suyun bozulup, insanlar için faydasız hâle gelmesine sebeb olmam...’
Bu düşüncelerden sonra heyecânım gitti, sâkinleştim, kalbim rahatladı. Tefekkür ederek otururken birdenbire bir hışırtı işittim. Merak edip etrafıma bakınırken kocaman bir yılanın yukarıdan aşağıya doğru indiğini gördüm.
Hâlime bakıp, kendimi kontrol ettim sâkindim, telâşım yoktu. Yılan kuyuya indi ve etrâfımda dolaştıktan sonra kuyruğunu sıkıca vücûduma sardı.
Sonra beni çekerek kuyudan çıkardı ve birdenbire gözden kayboldu. Nereye gittiğini göremedim.
Sanki yer yarıldı yere girdi veya gökyüzüne uçup gitti!”
Câfer Huldî şöyle anlatmıştır:
“Ali Müzeyyen’i dâvet ettim. Sohbet sırasında bana faydalanacağım bir şey söyle dedim. Buyurdu ki:
Bir şeyin kaybolduğu zaman yâhut da bir kimseyle buluşmak istediğin zaman şu duâyı oku: (Yâ câmiannâsî liyevmin lâ raybe fîhi. İnnellahe lâ yuhlif-ül-mîâd. İcmâ’ beynî ve beyne .....)
Duânın sonuna istediğin şeyin adını ilâve et. Allahü teâlâ aradığın şeyi veya insanı bulmanı nasîb eder.
Ben bu duâyı okuyup ne istedimse duâm kabûl olundu.”


“BULURSA CAN AZIĞI...”
Kendisi şöyle anlatmıştır:
“Mekke’de idim. İçime bir yolculuğa çıkmak arzusu düştü. Yola çıktım. Birr-i Meymun denilen yere vardığımda, ölmek üzere olan birini gördüm.
Yaklaşıp; “Lâ ilâhe illallah de!” dedim. Gözünü açıp şu beyti okudu:
“Bulursa cân azığı gönlüm muhabbet gibi doludur
Âşıkların ölümü muhabbet borcunun üzerine olur...”
Sonra vefât etti. Lâzım olan hazırlıkları yapıp namazını kıldırıp defnettim.
Bu hâdiseden sonra içimden yolculuk arzusu çıktı; Mekke’ye geri döndüm.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:19:47
Bir Hak âşığı Semnun Muhib


Semnun Muhib hazretleri aslen Basralı olduğu için Basrî, Bağdât’a yerleştiği için Bağdâdî nisbet edildi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin devrinde yaşadı. Ondan sonra 932 (H.320) yılında vefât etti...
Semnun Muhib rahmetullahi aleyh, yaşı ilerlemiş, ömür merdiveninin son basamağına yaklaşmıştı. Bu yaşına kadar başından hiç evlilik geçmemişti. Ömrünün bu son anlarında, sadece sünnete tâbi olmak ve efendimizin sünnetini yerine getirmek için evlenmek istedi. Bu talep üzerine yakınları ona saliha bir hanım bulup evlendirdiler...
Evlendikten sonra her geçen gün Semnun Muhib hazretlerinin, hanımına olan sevgisi çok ziyade artıyordu. Sanki “kara sevda”ya tutulmuştu...


RÜYASINDA KIYAMET KOPMUŞTU!..
Bir gece rüyasında kıyamet kopmuştu. Mahşer halkı toplanıyor, her bir kavme ait olmak üzere sancaklar dikiliyordu. Bir sancak gördü ki, büyüklüğü, güzelliği, nuru anlatılamayacak kadar muhteşemdi. Sordu:
-Bu sancak hangi kavim için dikildi?
-”Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever...” (Maide, 54) âyet-i kerimesine muhatap olanlar için dikildi.
Semnun Muhib bu kavmin arasına girdi. Orada bulunan görevlilerden biri Semnun Muhib’in yanına gelerek, bu topluluğun arasından çıkmasını söyledi ve Semnun Muhib’i oradan çıkardı. Semnun feryadı bastı:
-Beni bu topluluğun dışına niçin çıkardın?
-Bu sancak muhiblerin (âşıkların) sancağıdır, sen onlardan olmadığın için çıkarıldın.
-Ben Mevlâ’ya olan aşkımdan dolayı dünya hayatında “Muhib” diye çağrılırdım. Hak teâlâ hazretleri benim kalbimi biliyor...


“MUHİBLER DEFTERİNDEN SİLDİK!”
Bu konuşmanın ardından gaipten bir nida işitilir:
“Ey Semnun! Sen muhiblerden idin; ancak gönlün bizden başkasına meyledince, ismini muhibler defterinden sildik!”
Semnun Muhib, büyük sıkıntıya düçar olmuştu, kan ter içinde uyandı. Uyanır uyanmaz şöyle dua etti:
“Ya Rabbi! Beni sana ulaştıracak yolun önünde ne gibi bir engel varsa, onu yolumun üzerinden kaldır!”
Bir zaman sonra dışarıda bir bağırtı, bir gürültü duyuldu. Semnun Muhib hazretlerinin hanımı, damdan düşmüş ve vefat etmişti. Yani şehid olmuştu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:20:37

Yedi ciltlik kitap ve Hindistan hükümdarı


Sa’dî Şirâzî hazretleri, Bostan kitabında buyuruyor ki:
Hindistan hükümdarlarından biri, okumaya merak saldı. O devrin âlimlerinden birini sarayına davet etti ve;
“Öğrenmem icabeden ilimleri kitab halinde yaz, onu okuyayım” dedi.
O âlim de yedi cild tutan kitap yazdı. Fakat bu sırada hükümdar harbe gitmek için hazırlık yapıyordu. Dedi ki:
“Benim cildler dolusu kitap okuyacak zamanım yok. Bütün lüzumlu bilgileri küçük bir kitapta topla!”
Âlim zat, bu bilgileri tek kitapta topladı. Bu kitapta lüzumlu ilmihal bilgileri ve nasihatler vardı. Mesela:


“HEP GAFLETTE BULUNANLAR”

“Allahü teâlânın azâbına müstahak olanlar, her an gaflette bulunanlardır.
Bunlar, başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler.
Her zaman uyanık olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar.
Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar. Dolayısı ile bu kimseler cezâya müstahak değildir.”
“İnsana, âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır:
Birinci olarak, îtikâd ve amel. Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip tatbik etmek lâzımdır. Bu ilim yolcuya yön verir, idâre eder.
İkinci olarak, bir zikir lâzımdır. Bu, yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve zikir yardımı ile yalnızlık çekmez.
Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve şüphelilerden sakınması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu uygun olmayan düşünce ve başka şeylerin kendisini meşgûl etmemesine sebeb olur.
Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu gideceği yere kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur...”


“ARTIK VAKİT ÇOK GEÇTİR!”
Hindistan hükümdarı o harbi kazandı, fakat başka bir harbe gitti. Hasılı, işlerinin çokluğundan, o kitabı bile okumaya vakti olmadı.
Nihayet hastalanıp yatağa düştü. Artık son nefesini vermek üzereydi. O âlim zat hükümdarı ziyarete gitti. Dedi ki:
“Efendim, isteğiniz üzerine cildler dolusu kitap yazdım. Sonra onları hülasa edip bir kitap haline getirdim. Onu da okuyacak zamanınız olmadı. Size bunun da özetini söyleyeyim:
“İnsanoğlu, şu çok kısa hayat içinde, ihtiyacı olan bir şeye ulaşmaya gayret eder ve ona ulaştığında başka bir şeye daha ihtiyacı olduğunu zanneder.
Bunların ise sonu gelmez. Böylece ebedi olan ahiret hayatı için hazırlık yapmaya vakit bulamaz. Bunu anladığı zaman ise artık vakit çok geçtir...”

Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:20:59
Ebü’l-Hasen’e rüyada verilen “İhya” cezası!


Fas’ta zamanın itibârlı âlimlerinden olan Ebü’l-Hasen Mağribî; İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca “Sünnete muhâlif” diye beğenmemiş ve Müslümanların elindeki İhyâ kitaplarının toplanıp yakılmasını emretmişti. Cumâ günü yakılmasını kararlaştırmışlardı...


CAMİDE PARLAYAN NUR!
Ebü’l-Hasan cumâ gecesi rüyâsında ders okuttuğu câmiye girdi. Baktı ki câminin köşesinde parlayan bir nûr; Resûlullâh Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer (radıyallahü anhümâ) ile oturuyorlar. Bu arada İmâm-ı Gazâlî de elinde İhyâ-i Ulûmiddîn, kitabı ile huzura gelerek:
“Yâ Resûlallâh! Şu kimse benim hasmımdır” dedi ve İhyâ kitabını Resûlullâh Efendimize verip;
“Yâ Resûlallâh, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete muhâlif bir şey varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer dîne muvâfıksa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin” dedi.
Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz İhyâ-i Ulûmiddîn kitabını baştan sona göz gezdirdi ve;
“Vallâhi bu çok güzel bir şeydir” buyurduktan sonra Hazreti Ebû Bekir’e verdi. O da baktıktan sonra;
“Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bu kitap güzeldir” buyurdu. Hazreti Ömer’e de verdiler. O da inceleyerek, aynı cevabı verdi. Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz;
“Ebü’l-Hasan’ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun” buyurdu.


HZ. EBU BEKİR’İN ŞEFAATİ...
Beşinci sopadan sonra Hazreti Ebû Bekir şefâat ederek;
“Yâ Resûlallâh böyle yapması yine senin sünnetini tâzîm içindi, af buyur” dedi. Ebü’l-Hasan da hatasını anlayıp tövbe edince; İmâm-ı Gazâlî hazretleri de affetti...
Ebü’l-Hasan uyanınca gördüklerini halka anlatıp tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların vurulduğu yerler sızladı. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi... Vefat edeceği zaman bu hadiseyi yanında bulunanlara anlattı ve o yara izlerini gösterdi. Vefat edince baktıklarında, sırtında hâlâ sopanın izleri vardı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:21:19
Hadis İmâmı İbn-i Asâkir


İbn-i Asâkir hazretleri, on ikinci yüzyılda Şam’da yetişen hadis ve fıkıh âlimidir.
1105 (H. 499) senesinde Şam’da doğdu. 1175 (H.571) yılının receb ayında Şam’da vefât etti.
Zamânın sultânı Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin de hazır bulunduğu cenâze namazından sonra Bâbüssagîr Kabristânında defnedildi.


ÜÇ YÜZ ÂLİMDEN DERS ALDI

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan İbn-i Asâkir, üç yüz kadar âlimden ilim tahsil etti.
İlim için seyâhatlere çıktı ve zamânın meşhur âlimlerinden ilim öğrendi...
1138-1175 seneleri arasında aralıksız ders verip, talebe yetiştirdi. Bu sırada eserlerini tasnîf ve telif etti.
Ders okutması o kadar meşhur oldu ki, ondan ilim öğrenmek için pekçok kimse uzak yerlerden geldiler. Sultanlar dahi ilim meclisine gelerek, sohbetlerini dinlediler.
Yetiştirdiği talebelerden bâzıları şunlardır: Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, Ebû Sa’d Sem’ânî, oğlu Kâsım Nâsırüssünne, Ebû Câfer Kurtûbî, Zeynülemnâ Ebü’l-Berekât...
İbn-i Asâkir hazretleri, fıkıh, hadis, kırâat, hilaf ve nahiv gibi birçok ilimde söz sâhibiydi. Fakat hadis ilmindeki üstünlüğü diğer ilimlere göre daha fazla idi. Hadîs ilminde “İmâm” idi.
İbn-i Asâkir hazretleri, Şam’daki Tekviyye Medresesine Hadis Müderrisi olarak tayin edilmişti Derslerini bitirdikten sonra medresenin bitişiğindeki Dımeşk Camiindeki küçük bir odaya girer, orada yalnız başına ibadet eder ve kitap telif ederdi.
Sadece abdest almak için dışarı çıkardı. Halim selim olduğu için, onun derslerine devam edenler hiç usanmaz, ondan çok istifade ederlerdi...


“GENÇLİĞİME MERHAMET EYLESİN!”

İbn-i Asâkir hazretleri, bir gün öğle namazını kıldıktan sonra ikindi vaktini sordu. Kendisine, ikindi namazına daha çok vakit var, denildi.
O zaman su istedi ve abdest aldı. Namazdaki gibi oturup;
“Rab olarak Allahü teâlâdan, din olarak İslam’dan, Peygamber olarak da Muhammed’den (sallallahü aleyhi ve sellem) razıyım. Allahü teâlâ bana hüccetini telkin etsin. Sürçmemi gidersin. Gençliğime merhamet eylesin” dedikten sonra “Ve aleyküm selam” dedi.
Yanında bulunanlar, bundan, meleklerin geldiğini anladılar. Dikkat ettiklerinde, ruhunu teslim etmiş olduğunu gördüler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:22:08
Şâfiî fıkıh âlimi Hüseyin bin Ahmed


Haleb’de dünyâya gelen Hüseyin bin Ahmed el-Musulî hazretleri, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîl etti.
Zamânındaki âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Musul’a gelip orada yerleşti.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek bir âlim ve tasavvuf yolunda olgun bir velî oldu.
Bilhassa Şâfiî fıkhında âlim idi. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
Onların dünyâ ve âhirette saâdet ve mutluluğa kavuşmaları için gayret etti...
Bu mübarek zatın, pek çok kerâmeti görüldü.
Ömrünün sonuna doğru hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti ve 1506 (H.912) senesinde orada vefât etti...


“ÖMRÜMÜN SONUNA GELDİM!”

İbn-i Hanbelî onun vefâtından sonra gördüğü bir kerâmetini şöyle anlattı:
“Ben, Hüseyin bin Ahmed ile birlikte hacca gitmiştim. Mekke-i mükerremeye vardıktan sonra, Arafat’ta vakfeye durmuştuk. Beni yanına çağırıp; ‘Ben ömrümün sonuna geldim. Bu mübârek topraklardan gitmek istemiyorum. Sana vasiyetlerimi bildireyim’ buyurdu. Az zaman sonra da vefât etti. Lâkin o sene Mekke-i mükerremede çok su sıkıntısı vardı. Onun cenâzesini yıkamak için suyu nereden bulurum diye düşünürken, yanıma yüksek sesle konuşan birisi geldi ve; ‘Hüseyin bin Ahmed vefât mı etti?’ dedi. Ben; ‘Evet’ deyince; ‘Neden bu kadar düşünceli duruyorsun?’ diye sordu. Ben; ‘Yalnızım ve su sıkıntısı da var. Onun techîz ve tekfînini yalnız nasıl yaparım ve gasli için suyu nereden bulurum?’ dedim. O zaman bana; ‘Sen burada bekle ve ayrılma’ deyip gitti...


RÜYASINA GİRİP TEŞEKKÜR ETTİ!

Aradan biraz zaman geçince, bir de baktım, o kimse, ellerinde birer testi su ve kefen bulunan bir toplulukla berâber geldi.
Yanıma gelir gelmez hazretin cenâzesini yıkamaya başladılar. Yakın bir kabristana kabrini kazıp, berâberce defnettik.
Bana hepsi tâziyede bulunup yanımdan ayrıldılar.
Onların kim olduklarını ve nereden geldiklerini bilmiyordum...
Birkaç gece sonra, Hüseyin bin Ahmed hazretlerini rüyâmda beyaz elbiseler içinde, bağ ve bahçeler arasında sevinçli bir şekilde gördüm.
Bana; ‘Allahü teâlânın rahmeti senin üzerine olsun. Sen beni sâlih kimselerle birlikte çok güzel techîz ve tekfîn ettin’ buyurdu...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:22:36
Nişâbur’dan doğan güneş Ebû Amr bin Nüceyd



Ebû Amr bin Nüceyd, onuncu yüzyılda yaşamış büyük velîlerdendir. Nişâburludur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti... Küçük yaştan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetleriyle yüksek haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu...



“İLİMLE MEŞGUL OL!”

Bu mübarek zat buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtlara hizmet etmeyi, onların istedikleri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi nasîb eder.”

“Bana nasîhat et!” diyen birisine; “İlim ile meşgûl ol. Bütün Müslümanlara hürmet et. Günlerini boş geçirme. İnsanların arasında garib ol!”

Yine buyurdu ki:

“Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri gelir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanırsa, emirlerini hafif görmez.”

Bu mübarek zat, Allahü teâlâdan, O’nun rızâsından başka bir şey istemeyeceğim diye söz vermiş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı... Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Doktorlar tedâvisinden âciz kalmışlardı. Bir gece dâmâdı hanımına; “Sendeki bu derdin devâsı babandadır” dedi. Hanımı; “Nasıl yani?” diye sordu. “Baban kırk yıldır Allahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz vermiştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek olursa, Hak teâlâ sana şifâ verir” dedi.



“EY, BABASININ CİĞERPARESİ!”

Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu... İbn-i Nüceyd hazretleri gece vakti kızını görünce; “Yavrum! Bu vakitte senin buraya gelmene sebep nedir?” dedi. Kızı; “Senin gibi bir babam var. Allah’ın dînindeki hüznün fazîletini senden dinleyeyim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyorum. Hak teâlânın hastalığıma şifâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum” dedi.

İbn-i Nüceyd hazretleri; “Ahdi bozmak câiz değildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yarın öleceksin. Ey babasının ciğerpâresi! Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd olmazsın” dedi. Kızı; “O halde vedâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım” dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: “Hayır, sizler cenâze namazımı kılarsınız!..”

Bunu söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:23:05
Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî


Kerîmüddîn Bâbâ Ebdâl, Hindistan’ın büyük velîlerindendir. Doğum târihi belli değildir. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetlerine kavuştu. Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında, kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine vesîle olması için icâzet verdi...


“HERKESİN YANINDA OLMAZ!”
İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasan, vazifeye başladı. O memleketin halkından nice kimse onun sâyesinde bu şerefli yolun hakîkatine kavuştu. Feyz ve bereketlere mazhar oldular.
Kerîmüddîn hazretlerinin bulunduğu beldede meşhûr, herkesin kendisine müracaat ettiği, ilim sâhibi Abdünnebî isminde biri vardı. Bu zât bir gün, Kerîmüddîn hazretlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra, istek ve arzusu ile; “Bana büyükler yolunu tâlim eyleyin” dedi. Kerîmüddîn hazretleri de; “Evin dışındaki mescide gel! Orada sana arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım” buyurdu.
Abdünnebî; “Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnızken söyleyiniz” dedi. Kerîmüddîn hazretleri, onun zâten meşhûr olduğu için, insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu işte esâsın nefse muhâlefet etmek olduğunu bildirmek için; “Yalnız yerde olmaz!” buyurdu. Bunun üzerine o zât edebe riâyeti terk ederek; “Ben meşhûr bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu tâlim etmezseniz insanlara sizin bid’at sâhibi olduğunuzu söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum. Böylece kimse size gelmez” gibi şeyler söyleyerek, kendine göre, güyâ Kerîmüddîn hazretlerini tehdid eder bir ifâde kullandı.


O ALLAH ADAMINI ÜZDÜ!..

Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî o münâsebetsiz kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. “Elinden gelen her şeyi yap! Halka istediğini söyle!” buyurdu...
O kimse de, hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftirâlara, bozuk sözler sarf etmeye başladı. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine karşı gelmenin cezâsı gecikmedi. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da kendisi ve oğlu öldü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:23:28
“Sen ölüm meleğisin!”


Büyük velî Abdullah el-Müzeni hazretleri şöyle bir hadise nakleder: “İsrailoğullarından bir kişi mal topladı. Ölüme yaklaşınca çocuklarına “bana mallarımı gösterin” dedi. Kendisine birçok at deve köle ve başka mallar getirildi. Mallara baktığında üzüntüsünden ağladı. Ağlarken ölüm meleği onu gördü ve kendisine şöyle sordu:
- Seni ağlatan nedir? Sana bu serveti bahşedenin hakkı için ruhunu bedeninden ayırmadıkça evinden çıkmayacağım!
- Bana mühlet ver ki bu malı dağıtayım!
- Heyhat! Artık sana mühlet verilecek zaman sona ermiştir. Ecelin gelip çatmadan önce neden dağıtmıyordun?
Azrail aleyhisselam bunları söyledikten sonra adamın ruhunu kabzetti.


“HİÇBİR KİBİRLİ KURTULAMAZ!”
Yezid er-Rakkaşi de şöyle anlatmıştır:
“İsrailoğullarından, zulmüyle meşhur bir zorba, evde hanımıyla baş başa idi. Birisinin evin kapısından içeri girdiğini gördü. Giren şahsı hiddet ve öfke ile karşılamak üzere yerinden fırladı ve; ‘Sen kimsin? Seni evime sokan kimdir?’ dedi. O gelen zat: ‘Beni eve sokan evin sahibidir. Ben ise öyle bir kimseyim ki, kapılar, perdeler bana mani olmaz. Padişahların bile yanlarına izinsiz girerim. Saltanat sahiplerinin hücumundan korkmam. Hiçbir kibirli ve zorba elimden kurtulamaz. Hilebaz bir şeytan bile pençemden yakasını kurtaramaz’ dedi.
Zorbanın yakası onun eline geçti. Düşecek derecede titremeye başladı. Sonra yalvararak ve zillet göstererek yüzüne baktı ve dedi ki:
- O halde sen ölüm meleğisin!
- Evet! Ben oyum!


“ARTIK NEFESLERİN TÜKENDİ!”
Bu cevabı alınca, Azrail aleyhisselama yalvarmaya başladı:
- Tövbe edip hâlimi düzeltinceye kadar bana mühlet verir misin?
- Artık müddetin bitmiş nefeslerin tükenmiş saatlerin sona ermiştir. Bu bakımdan gecikmesine hiçbir yol yoktur.
- Beni nereye götüreceksin?
- Daha önce göndermiş olduğun ameline ve yapmış olduğun evine götüreceğim!
- Ben daha önce salih bir amel göndermedim, güzel bir ev yapmadım!
- O zaman seni alev alev yanan ve yakan bir ateşe götüreceğim...
Sonra onun ruhunu kabzetti. Cansız bedeni aile efradının arasına düştü... Kimi feryat etti, kimi ağladı...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:23:50
Beylikten üç kıtaya... Osman Gazi


Dört yüz çadırlık bir beylikten devlet kuran Osman Gazi’nin sayılamayacak kadar güzel hasletleri vardı, ancak onun en güzel hasleti, cömertliğiydi.
Sofrasına hiç ayırım yapmadan, çevresindeki herkesi davet ederdi. Açık sözlü ve ikna edici konuşurdu. Koyu ela gözIeri vardı. Koç burunlu, yuvarlak yüzü ve seyrek bir sakalı vardı. Sesi arslanı andırırdı. Resulullahın ve eshab-ı kiramınki gibi beyaz çatma kumaştan burma sarık takardı. Kaftanının yakası boldu. Kıyafetlerini, giydiğinin ertesi günü fakirlere verirdi...


ŞEYH EDEBÂLİ’YE DAMAT OLDU

Bir Ahi Şeyhi ve aynı zamanda hocası olan Edebâlî hazretlerinin kızı ile evlendi. Babası Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra; Iiderlik vasfına sahip olduğundan, beyliğin başına getirildi. İnegöl’ü, Karacahisâr’ı Rumlardan aldı. 699 [m. 1299]’da Konya’daki Selçuklu Sultânı Alâüddîn Keykûbâd, Gazân Hâna esîr olunca, Yenişehir’de Osmanlı devletini kurdu... Ömrü, Rumlarla savaşmakla ve İslâmiyeti yaymakla geçti...
Osman Gazi, devIet işlerini daima dikkatle planlar ve hiçbir şeyi tesadüfe bırakmazdı. Bu da onun daima başarılı olmasını sağlamıştır...
Vefât edeceği zaman, oğlu Orhân Beye yaptığı vasiyeti; İslâmiyete olan sevgi ve saygısını ve Türk milletinin rahat ve huzûrunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmekdedir.
Vasiyetnâmenin özü şöyledir:


“ÂLEMİ ADALETLE ŞENLENDİR”

“Ey oğul! Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini İslâm ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, ahkâm-ı islâmiyye işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, İslâmiyet ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allahın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksânsız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum...”
Osmânlı sultânları, bu vasiyetnâmeye cândan sarılmış; üç kıtaya yayılan devletin altı asır hiç değişmeyen anayasası olmuştur..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:24:09
Cafer-i Sadık’a iftira eden adamın sonu!..


Abbasi Halîfesi Mensûr’a, İmam Cafer-i Sadık’ı şikâyet eden fitneciler bir de akıl verdiler: “Bunun adamları çoktur. Seni tahttan indirip onu halife yapmak istiyorlar. Buna karşı gelemezsin, çünkü evlad-ı Resulden olduğu için adamların ona kılıç çekemez. En iyisi onu sarayına çağır ve sessizce ortadan kaldır!..”


“O BİR YALANCIDIR!..”
Bunun üzerine Halîfe Mensûr, veziri Rebi’ye dedi ki:
“İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık yanıma gelsin.”
Çağırdılar. Gelince, halîfe Mensûr; “Eğer seni öldürmezsem, Allah beni öldürsün! Birtakım hîlelerle fitne çıkarıp, Müslümânların kanının dökülmesini istiyorsun, öyle mi?” dedi.
Ca’fer-i Sâdık hazretleri yemîn ederek, “Ben böyle bir şey yapmadım ve yapmak da istemem. Eğer böyle bir şey işittiyseniz, o bir yalancının sözüdür. Allahü teâlâ korusun, söylediğiniz şeyi ben yapamam. Yûsüf aleyhisselâma zulmettiler, affetti. Eyyûb aleyhisselâm bir derde müptelâ oldu, sabretti. Süleymân aleyhisselâma çok şeyler ihsân olundu, şükretti... Bunlar Peygamberdir, senin nesebin de onlara ulaşır” dedi.
Mensûr bunları dinleyince, doğru söylüyorsun. Yukarı çıkalım diyerek odasına davet etti. Sonra bu söylediklerimi bana falan kimse söyledi, dedi. O kimseyi çağırdılar. Gelince “Sen bu sözleri Ca’fer-i Sâdık’ın kendisinden mi işittin” diye sordu. O şahıs “Evet kendisinden işittim” deyince, “Yemîn eder misin?” dedi. “Evet, ederim” dedi ve şöyle yemîn etti:
“Billahillezî lâ ilâhe illâ hû âlimülgaybi veşşehâdeti: Kendisinden başka ilâh olmayan, gizli ve açık her şeyi bilen Allaha yemîn ederim” dedi.


“ŞÖYLE YEMİN ET!”

Ca’fer-i Sâdık hazretleri o şahsa şöyle yemîn et dedi: “Beraytü min havlillahi ve kuvvetihî veltece’tü ilâ havlî ve kuvvetî lakad fe’ale kezâ ve kezâ Ca’fer ve kezâ ve kezâ kâle Ca’fer: (Allahın kuvvet ve kudretinden çıkıp, kendi kuvvet ve kudretime sığınmış olayım ki, Ca’fer şöyle şöyle dedi ve şöyle şöyle yaptı.)”
O şahıs önce böyle yemîn etmek istemedi. Fakat sonra etti ve o ânda düşüp öldü...
Halîfe Mensûr, “Bu yalancı ve müfterînin ölüsünü ayağından tutup, dışarı atınız” dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:24:35
Anadolu velîlerinden Abdullah Fahri Baba

Abdullah Fahri Baba, Malatya erenlerinden. 1864 veya 1865 (H.1282) senesinde Harput’un Tutlu yöresinde Bozolar köyü Maho veya Mehan mezrasında doğdu.
1908 (H.1326)’de vefât etti. Vefât etmeden kısa bir müddet önce bir gün zâviyesinde talebelerinin ve sevenlerinin kalabalık olduğu bir sırada uyku hâli gibi bir hâl gelip kendinden geçti.
Bu hâl bir müddet devâm etti. Sonra gözlerini açıp;
“Eyvah ben ne yaptım!” dedi. “Ne yaptınız, ne oldu?” diye sorulunca;
“Sakalımdaki su damlacıklarına bakın” diye gösterdi. İbrâhim Efendi adında bir zât su damlalarından alıp, diline dokundurdu. Sonra derhâl ağzını temizledi ve;
“Efendim bu çok acı, zehir” dedi. Bunun üzerine;


“BU, ÖLÜM ŞERBETİDİR!..”

“Evet oğlum, bu bir ölüm şerbetidir. Biraz önce Sultan Abdülhamîd Han ile yan yana idim. Birisi iki kâse şerbet getirdi.
Abdülhamîd Han ile birlikte ayağa kalktık. Sultan bana, ‘buyurun Baba Efendi için!’ dedi. ‘Önce siz buyrun Sultanım’ dedim. Fakat benim almam için ısrar etti.
Alıp içtim. Ey cemâat, bu şerbet sizler için acı bir zehirdir. Fakat benim için tatlı bir ölüm şerbetidir” dedi...
Abdullah Fahri Baba’nın bahsettiği pâdişâh Sultan İkinci Abdülhamîd Han, kendisinden on sene sonra 1918 senesinde vefât etmiştir.

***


Orduz köyü halkından bir zât şöyle anlatmıştır:
“Karakaya Barajının suyunun yükselmesi sebebiyle Abdullah Fahri Baba’nın türbesi bu suyun altında kalacağından, kabrini naklettik.
Boranlı Hacı Mustafa Baba’nın neslinden birkaç kişi de nakil işinde bulundu.
Kabrini naklettikten sonra Malatya’ya döndük. Hüseyin Bey Köprüsü semtinde arabadan indik.
O sırada tanıdığımız bir ihtiyarla karşılaştım. Hal hatır sorduktan sonra bana;


“O KOKU BU ELLERDEN GELİYOR”

“Senden evliyâ türbelerindeki gibi koku geliyor. Ellerini uzat” dedi. Ellerimi uzattım.
Ellerimi tutup yüzüne gözüne sürdü, öptü. “O koku işte bu ellerden geliyor, beni mestetti. Bu eller bugün ne iş gördü?” diye sordu.
O gün öğle vakti Abdullah Fahri Baba’nın naaşını naklederken ellerim ona dokunmuştu...
Aynı akşam Orduz’daki evimize gittim. Ablam;
“Senden hoş bir koku geliyor” dedi. O gün ve o gece ben de o hoş kokuyla mest olmuştum...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:24:54
Anadolu velîlerinden İbrahim Hayranî


İbrahim Hayranî hazretleri, Anadolu’da yaşayan velîlerdendir.
Eskişehir’e bağlı Mihalıccık kazâsının Narlı köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası, Muhammed Efendidir.
Babasının yanında gerekli din bilgilerini öğrendikten sonra köyde imâm-hatiplik yapmaya başladı.
İlim tahsîline devâm etmek için İstanbul’a gitti.
Sultan Ahmed Medresesinde derslere devam ederken Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Vahy Efendinin sohbetlerinde bulundu. B
ir gün Şeyh Vahy Efendi;
-Oğlum İbrâhim! Bizim âhirete göçmemiz yaklaştı. Henüz bu yoldaki çalışmanız tamam olmadı. Bizden sonra Üsküdar Selîmiye Dergâhında Ali Behçet Efendiye mürâcaat edip, ondan bu yoldaki çalışmanızı tamamlayınız, buyurdu...


ONA İLTİFATTA BULUNDU...

İbrâhim Efendi, hocasının vefâtından sonra emre uyarak Ali Behçet Efendinin huzûruna vardığında ona;
-Gel İbrâhim Efendi, diye iltifatta bulundu...
Behçet Efendinin terbiyesi altına giren İbrâhim Efendi kısa zamanda kemâle geldi...
Ali Behçet Efendi vefâtı yaklaşınca, bütün talebelerinin yanında, İbrâhim Efendiyi kendi yerine halîfe tayin etti.
İbrâhim Hayrânî, vefâtına kadar yirmi bir sene insanlara doğru yolu anlattı. İbrâhim Efendiye hocası bir gün;
-Oğlum! Bir zaman gelecek Tâhir Ağa Tekkesi şeyhliği boşalacak. Size orası teklif edilecek. Reddetme, kabûl et, buyurmuştu.


ÜZÜNTÜDEN HASTA OLDU!..

1843 (H.1259) senesinde Tâhir Ağa Dergâhı şeyhliği boşalınca, Şeyhülislâm Mekkizâde Mustafa Âsım Efendinin tensibi ile İbrâhim Efendi buraya şeyh tâyin edildi.
Ancak İbrâhim Efendi hocasının dergâhından ayrılırken, çok üzüldü ve üzüntüsünden hasta oldu.
Tâhir Ağa Dergâhında bir müddet insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, 1844 (H.1260) senesinde vefât etti...

O tarihlerde, Pertev Paşa, Selîmiye Dergâhı içerisinde bir kütüphâne kurmuş, İbrâhim Efendiye de buradaki kitapları muhâfaza vazîfesini vermişti.
Bu sebeple İbrâhim Efendi bir gün talebelerinden Ahmed Dede’ye kütüphâne yanında bir yer göstererek vefâtından sonra oraya defnedilmesini istemişti.
Vasiyeti üzerine Selimiye Kışlası yanındaki Selîmiye Dergâhının bahçesine defnedildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:25:17
Tasavvufu inkâr edenler ve Kerîmüddîn Bâbâ Ebdâl


Kerîmüddîn Bâbâ Ebdâl, Hindistan’ın büyük velîlerindendir. Doğum târihi belli değildir. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin önde gelen talebelerindendi. Çok kerametleri görüldü.
Yaşadığı beldede insanları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yoluna davet etti...


BİR TALEBESİ HASTALANMIŞTI...

Kerîmüddîn hazretlerinin talebelerinden biri hastaydı. Durumunu bildirdiler.
Bunun üzerine mübarek zat gelip o hasta talebenin yanında başka bir yatakta yattı.
Allahü teâlâya yalvardı. Rüyâsında o talebesinin yaşayıp yaşamayacağını göstermesini diledi.
Uykuya vardı ve rüyâsında siyahlar giyinmiş düşman askerleri ile kendi talebelerinin muhârebe ettiklerini, hasta olan talebenin ise, diğer askerlerden önde at koşturduğunu, kahramanca çarpışarak düşmana çok zâyiat verdirdiğini, yaralanıp attan düştüğünü ve atının onu bırakıp kalabalığa karıştığını gördü...


VEFAT EDECEĞİNİ ANLADI...

Uykudan uyandığında o talebesinin vefâtının yaklaştığını haber verip, eshâbına techiz, tekfin ve defin için hazırlık yapılmasını söyledi.
Talebenin hastalığı ise ölüm şiddetinde görünmüyordu. Orada bulunan talebelerin hepsi hayret ettiler.
Az bir zaman geçince, hastanın durumu ağırlaştı. Nefesi sıklaştı.
Bu sırada orada bulunan ve tasavvuf ehlinin hâlini inkâr eden bâzı kimseler kendi kendilerine;
“Hocalığın ve talebeliğin şu anda (ölüm ânında) ne işe yaradığını görelim bakalım” diye düşündüler. Onların bu düşüncelerini kalb yoluyla anlayan Kerîmüddîn hazretleri, açıktan;
“Ey Allahım! Vefât etmek üzere olan bu hastanın hakîkî tasavvuf büyüklerine bağlanması hürmetine, seni zikrettiğini bunlara da duyur!” diye duâ etti.


HEPSİ ONA TALEBE OLDU...
Bu söz daha bitmeden, o ölüm hastasının açıktan açığa “Allah! Allah!..” demeye başladığı duyuldu. Rûhunu teslim edinceye kadar böyle devâm etti.
Bu apaçık kerâmete şâhid olan yabancılar inkârlarından vazgeçip, Kerîmüddîn hazretlerine bağlanıp talebelerinden oldular...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:25:39
Ali Efendi ve İbrahim Halvetî


Beypazarlı Ali Efendi, son devir Osmanlı evliyasındandır. 1235 (m.1819) senesinde vefat etmiştir. Bu zatın yetiştirdiği tek halifesi Kuşadalı İbrahim Halvetî’dir.
Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyünde 1774 (H.1188) senesinde doğdu...


FEYZİYYE MEDRESESİNE GİRDİ
İlim ve irfân sâhibi sâlih bir zât olan Kuşadalı İbrâhim Halvetî, âilesinden çok güzel terbiye alarak yetişti.
Anadolu’da çeşitli yerlerde ilim tahsîl ettikten sonra İstanbul’a gelerek, Fâtih’te bulunan Feyziyye Medresesine (Şimdiki Millet Kütüphânesi’nin bulunduğu yere) yerleşti.
Burada Emîn Efendiden ders alarak ilmini ilerletti. Sonra yine Fâtih’te bulunan Atpazarı Dergâhına geçti.
Atpazarı Dergâhında riyâzetler ve mücâhedeler çekerek, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı...
Kuşadalı İbrahim Halvetî, bir gün bir âyet-i kerîmenin tefsîri üzerinde çalışıyor, fakat bir türlü çözemiyordu.
Bu müşkil durumdayken, yanına medrese arkadaşlarından olan Mustafa Efendi geldi.
Onun bu hâlini gören Mustafa Efendi, ona böyle müşkil meselelerini halletmek husûsunda, o günlerde Fâtih’teki Atpazarı Dergâhında bulunan Beypazarlı Şeyh Ali Efendiyi tavsiye etti ve onu alarak Ali Efendinin yanına götürdü...


YANINDAN HİÇ AYRILMADI...
Ali Efendi, Kuşadalı’nın üzerinde çok durup çözemediği âyet-i kerîmenin, zâhirî ve bâtınî mânâlarını, âlimler tarafından bildirilen çeşit çeşit tefsîrini, ayrı ayrı ve uzun uzun îzâh etti.
Bu ilk sohbette Ali Efendiye hayran kalan Kuşadalı, artık o büyük zâttan ayrılmayıp, talebelerinden oldu.
O büyük zâtın, feyz ve nûr saçan huzur ve sohbetlerinde bulunarak, kemâle geldi...
Ali Efendi, Fındıkzâde semtindeki Kızılelma Caddesinde bulunan Beşikçizâde Dergâhında vazife yapmaktayken, 1818 (H.1234) senesinde vefât etti.
Vefât ederken, kendi yerine bakacak zâtın, Kuşadalı İbrâhim Halvetî olduğunu bildirdi. Onu kendi yerine tâyin etti. Kuşadalı, o sırada Mısır’da bulunuyordu.
Ali Efendinin Kuşadalı’dan başka, Ahmed Nâzikî, Kâtip Muhammed Azîz İstanbûlî ve Veliyyüddîn Hilmi Efendi isimlerinde üç büyük talebesi daha vardı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:25:59
Ali bin Vefâ ve Muhammed Şâzilî


Muhammed Şâzilî Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir.
Hazret-i Ebû Bekir’in soyundandır. Küçük yaşta öksüz kaldı. Teyzesinin yanında büyüdü. Sanâta verdiler, fakat medreseye kaçtı.
Medrese arkadaşlarından biri de, meşhûr muhaddis İbn-i Hacer Askalânî’dir. 1443 (H.847) senesinde vefât etti. Mısır’da Berekât denilen yerde medfundur...


YÜKSEK HÂLLER SAHİBİYDİ...

Muhammed Şâzilî, vilâyetin bütün makamlarını geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sâhibi bir kimse idi.
İlim, amel, hâl, zühd ve Allahü teâlâya muhabbette pek ileriydi. Çok kimse onun vâsıtasıyla hidâyete kavuşmuştur. Büyüklüğünü kimse inkâr edemezdi.
Dünyânın her tarafından huzûruna gelenler, halledemedikleri meseleleri suâl ederler, tatmin edici cevaplar alırlardı. Başka ülkelerden gelenlerle, onların lisânı ile sohbet ederdi...
Evliyânın büyüklerinden olan Ali bin Vefâ, bir gün bir düğün yemeğindeydi.
Düğündekiler; “Ziyâfet, ancak Muhammed Şâzilî hazretlerinin gelmesiyle tamam olur” dediler. Ziyâfet sâhibi gidip onu dâvet etti.
Muhammed Şâzilî dâveti kabûl edip, düğünün yapıldığı evin kapısına geldiğinde, “Burada evliyâdan kim var?” diye sordu.
Ziyâfet sâhibi; “Ali bin Vefâ ve cemâati var” dedi. Muhammed Şâzilî, ev sâhibine; “İçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri olduğu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir” dedi.
Ali bin Vefâ’ya durum arz edildi ve o da izin verdi. Onu ayakta karşıladı ve yanına oturttu. Sohbet ettiler...


“EFENDİNİZE DUA EDİNİZ!”
Sonra Muhammed Şâzilî, Ali bin Vefâ’nın talebelerine; “Efendinize duâ ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuşması yakındır” dedi.
Söylediği gibi oldu. Bir gece Muhammed Şâzilî, gâibden şöyle bir nidâ işitti:
“Yâ Muhammed! Biz sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ’nın sâhib olduklarını da verdik...”
Muhammed Şâzilî buyurdu ki: “Bunun, ancak Ali bin Vefâ’nın ölümünden sonra olacağını anladım.
Abdülbâsıt Mahallesindeki Ali bin Vefâ’nın evine talebelerimden birini gönderdim. Talebem bana, Ali bin Vefâ’nın vefât haberini getirdi...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:26:32
Bir topal sineğe yenilen Nemrud


Nûh aleyhisselâmdan çok sonra Bâbil’de hüküm süren, yıldızlara ve putlara tapan Keldânî kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları kendine ve putlara taptırıyordu...
İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd’u Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti.
Nemrûd, bunu reddettiği gibi, İbrâhim aleyhisselâmın kendisine secde etmesini istedi. Secde etmeyince, hapsettirdi ve ateşte yakılmasını emretti...


BİRKAÇ KİŞİ İMAN ETTİ...

Günlerce yığılan odunlar ateşlendi. Şiddetinden yanına yaklaşamadıkları ateşe hazret-i İbrâhim’i mancınıkla attılar.
Allahü teala “Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve selâmette ol!” diye emretti (Enbiyâ 69). Ateşin içi yemyeşil bir bahçe kesildi.
Ateş sönünce mûcizeyi gözleriyle gördükleri hâlde birkaç kişi îmân etti o kadar...
İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra Keldânî kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etti.
Fakat zâlim hükümdar Nemrûd ve putperest ahâli küfürlerinden vazgeçmediler.
Çünkü Nemrûd yaşadığı devrin en kibirli insanıydı. “Kibir çok güçlü bir silahtır. Ama tek kusuru vardır sadece sahip olanı vurur!” demişlerdir.
Kibir silahına sahip kişi, “ben”lik davasına düşmüştür. Onun için sadece kendisi vardır...


BEYNİNİ KEMİRMEYE BAŞLAR!

Allahü teâlâ, Nemrud’un zayıf bir kul olduğunu göstermek için en aciz mahluklarından sivrisinekleri üstüne gönderir.
Sivrisinekler asker ve hayvanların göz, kulak ve burunlarına girerek hepsini helak eder.
Nemrûd güç bela kendisini odasına atar ve kapıyı, bacayı ve bütün delikleri kapatarak saklanır.
Topal bir sivrisineğin, “Ya Rabbi! Ben gazaya yetişemedim. Topallığım mani oldu” diyerek yalvarması üzerine, Allahü teala da ona “Seni de Nemrûd’un helakine memur ettim, git onu bul ve helak et” diye emir buyurur...

Bu topal sinek, Nemrûd’u bulur ve odasının anahtar deliğinden girerek saldırır. Nemrûd’un burnundan girerek beynini kemirmeye başlar...

Nemrûd başının ağrısından kurtulmak için türlü çarelere başvursa da kurtulamaz.
Bunun üzerine keçeden yaptırdığı tokmaklarla başına vurdurmaya başlar.
Bu tokmaklar ızdırabını gideremeyince tahta tokmaklarla vurmalarını emreder.
Nemrûd’un kafasına tokmakla vuruldukça, Nemrûd “Vur ha vur... Vur ha vur...” diyerek can verir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:26:59
Namaz kılamadan cennete giden zat!


Ebû Hureyre (radıyallahu anh) Eshâb-ı kirâm arasında en çok hadîs-i şerîf rivâyet edenlerdendir. Yemen’in Devs kabîlesindendir.
Hadîs-i şerîf öğrenme husûsundaki gayreti çok fazlaydı. Bir defâsında hazret-i Âişe vâlidemizden;
“Resûlullah’ın sözlerini ve hâllerini siz mi çok biliyorsunuz, yoksa Ebû Hureyre mi?” diye sordular. Şöyle cevap verdi:
“Ebû Hureyre bilir. Çünkü ben ev işleriyle meşgul olurdum. Yemîn ederim ki, Ebû Hureyre bütün vaktini Resûlullah’ın huzûrunda geçirmiştir.”
Ebû Hureyre’nin Sevgili Peygamberimizin vefâtından sonra en çok sevdiği ve meşgul olduğu iş, hadîs-i şerîf rivâyet edip yaymak olmuştur...


UHUD’DA GERÇEĞİ GÖRDÜ!..

Ebû Hureyre hazretleri bir gün, yanında bulunanlara “İman edip, hiç namaz kılmaya fırsat bulamadan vefat eden ve cennete giren kimseyi bana söyleyebilir misiniz?” dedi.
Orada bulunanlar “Biz bilemiyoruz, siz söyleyin?” dediler. O da “Abdüleşheloğullarından Usayrım diye anılan Amr bin Sâbit bin Vakş” cevabını verdi.
Hadisin râvilerinden Husayn diyor ki:
Ben Mahmud bin Esed’e “Usayrım’ın durumu ne imiş? Ne yapmış?” diye sordum. Şöyle anlattı:
“Usayrım, kavminin İslâm’a girmesine hep engel oluyordu. Uhud Savaşı yaşandığı gün, gerçeği anladı ve Müslüman oldu.
Sonra kılıcını aldı, yürüdü. Savaş alanına girip savaştı. Aldığı yaralarla hareket edemez hâle geldi...


“O, CENNET EHLİNDENDİR”
O sırada, Abdüleşheloğullarından bazıları savaş meydanında kendi cenazelerini arıyordu. Derken Usayrım’a rastladılar;
“Vallahi bu, Usayrım! Burada ne arıyor, biz ondan ayrılırken Müslümanlık davasına karşı idi” dediler.
Yanına yaklaşarak, “Ey Amr, niçin geldin? Kavmine acıdığın için mi yoksa İslâm’a girmek için mi?” diye sordular. “İslâm’a girmek için geldim.
Allah’a ve Peygamberine iman ettim, Müslüman oldum. Sonra kılıcımı aldım. Resûlullah ile birlikte yürüdüm, şu yaraları alıncaya kadar savaştım” dedi.
Çok sürmedi, onların elleri arasında ruhunu teslim etti.
Durumu Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiklerinde, “O, cennet ehlindendir” buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:28:05
Şâfiî fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî


Ebû Türâb-ı Nahşebî, Horasan bölgesinin büyük velîlerindendir. Dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır.
Zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde âlim oldu. Şâfiî mezhebi fıkıh ilminde derin âlim idi.
İlim ve fazîletteki üstünlüğünü işiten insanlar onun gittiği yerlerde etrafına toplanarak sohbetlerinden, hikmetli ve tesirli sözlerinden istifâde ettiler...

Bir sohbetinde buyurdu ki: “Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse, Allah’ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin esâsına erer.
Rabbini bilirse, O’nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar.
Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur.”


BÜYÜK GÜNAHLAR!..

Ebû Türâb-ı Nahşebî’ye büyük günahlar hakkında sordular. Buyurdu ki: “Hak teâlânın bildirdiği büyük günâhlar şunlardır:
Boş iddiâlar, bâtıl işâretler, gelişigüzel sözler, boş laflar gibi nefsin hevâsı olan meselelerdir.”
Tevekkül sâhibi bir zât olan Ebû
Türâb-ı Nahşebî tevekkülle ilgili olarak buyurdu ki:
“Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp, kalbini Allahü teâlâya bağlamaktır. Verirse şükür, vermezse sabretmelidir.”
“Senin bize ihtiyâcın yok mu?” diye soranlara; “Allahü teâlâya muhtâc iken, size ve sizin gibilere nasıl ihtiyâcım olur.
Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır.
Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandır.”


NAMAZ KILARKEN VEFAT ETTİ
Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti.
Bir yolculuk sırasında Basra sahrasında 859 (H.245) senesinde vefât etti. Yanında kimse yoktu.
Vefât ettiği sırada namaz kılıyordu. Bu halde uzun müddet kaldı. Onun vefât ettiğinden kimsenin haberi olmadı.
Bir topluluk yoldan geçerken kendisini görüp, yanına yaklaştıklarında vefât ettiğini anladılar.
O hiçbir şeye yaslanmadan, yüzü kıbleye çevrili bedeni kurumuş bir halde idi. Bu zaman içinde cesedine vahşî hayvanlar ve kuşlar hiç yaklaşmamış ve vücûduna dokunmamışlardı.
Topluluk onu kefenleyip cenâze namazını kıldı ve orada defneyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:28:30
Şeyhülislâm Mustafa Bolevî


Mustafa bin Ahmed, Osmanlı Sultanı Dördüncü Mehmed Han devri şeyhülislâmlarındandır.
Bolulu tüccarlardan Ahmed Efendi’nin oğludur. İlmi yanında üstün ahlâkı, sağlam seciyesi ve cesaretiyle meşhurdur.
Köprülü Mehmed Paşa rekabet yüzünden Girit’in şanlı serdârı Deli Hüseyin Paşa’yı idam ettirmek için Mustafa Efendi’den fetvâ istemiş fakat alamamıştır.
Ancak, Mehmed Paşa’nın bir yolunu bulup, Hüseyin Paşa’yı idam ettirmesi üzerine Mustafa Efendi, Padişah’a yazdığı acı arîzasında idamın haksız olduğunu bildirmiştir...


MISIR’A SÜRGÜN EDİLDİ...

O günlerde Bursa gezintisine çıkmak isteyen Padişah için “Şimdi Bursa’ya gezintiye değil, Venedik’e sefere çıkmak zamanıdır” dediği için Şeyhülislâmlıktan azledilerek Mısır’a sürgün edilen Mustafa Bolevî, orada Hakkın rahmetine kavuşmuştur...
Mustafa Bolevî pek çok talebe yetiştirmiştir. Hikmetli sözleri çoktur. Buyurdu ki:
“Âlim, ilmi onunla amel etmek, ilme uymak için öğrenir. Sözü dinlenilen ve yaşayışı büyüklerin yaşayışına uygun olan kimsedir. Âlimler huşû sâhibidirler.
Süsleri verâ ve takvâ, sözleri Allahü teâlâyı zikir ve O’nun emir ve yasaklarını insanlara bildirmek, susmaları Allahü teâlânın nîmetlerini tefekkürdür.
İnsanlara çok nasihat ederler. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmazlar.
Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirirler. Hepsi âhirete yarayan işlerle meşgûl olurlar.”

Gafleti şöyle târif etmiştir:

“Kulun Rabbini unutup, O’nun rızâsını aramayı bırakıp, nefsinin esiri olmasıdır.
Dünyâ için süslenen kendisine bir fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyen kimselere, insanlara karşı gösteriş yapmasıdır.
Böyle kimseden daha aşağı kimse yoktur. Dünyâyı gözünde küçültmezsen, dünyâ ehli gözünde küçülmez.
İnsan gücü yettiği kadar kendi kusurlarını görmeye çalışırsa, kendini beğenme belâsından kurtulur.”


“AHDE VEFA GÖSTERİN!”

Mustafa Bolevî Mısır’da ilim öğretmekle meşgul iken, 1675 (H. 1086) senesinde vefat etti. O anda gayet neşeliydi. Buyurdu ki:
“Eğer doğrudan Cenneti istiyorsanız, kalbinizi Allahü teâlâdan başka bir şey meşgul etmesin.
Eğer şerefin zirvesine çıkmak istiyorsanız, ahde vefa gösterin. Vefa ile doğruluk ikiz kardeş gibidir.
İkisinin de neticesi, iyilik ve din güzelliğidir. Bir kimsede bu iki haslet bulunursa, bunlar o kimse için kötü hallere karşı kale olurlar.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:28:52
“Benim, affı bol Rabbim vardır”


Sâbit bin Eslem el-Benânî, Tâbiînin; zâhid, âbid ve müttekilerinden bir büyük zat idi. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 737 (H.120) senesinde vefât etti.

Basra’nın en büyük âlim ve râvilerinden olan el-Benânî hazretleri, hadîs ilminde sika, emîn, güvenilir ve îtimâd edilir bir âlimdir ve birçok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Enes bin Mâlik, Abdullah İbn-i Ömer bunlardandır.
Bu mübarek zat, gecelerini ibâdetle geçirir ve çoluk çocuğuna; “Kalkın, Allahü teâlâya ibâdet edin. Şunu hiç unutmayın ki, gece kalkıp ibâdet yapmak, kıyâmetin şiddet ve dehşetinden daha hafiftir” derdi.


NAMAZ, NAMAZ İLLE NAMAZ...

Hikmetli sözleri pek çoktur. Buyurdu ki:
“Öyle insanlara yetiştim ki, çok namaz kılmaktan başlarını yastığa koyacak vakit bulamazlardı.”
“Yirmi yıl çok sıkı bir şekilde namaza kalktım. Bütün bu yirmi yıl boyunca, onun nîmetini topladım.”
“Elli yıl, bütün gecelerimi ibâdetle geçirdim. Her seher vakti şu duâyı yapardım: Allah’ım, kullarından birine, kabrinde namaz kılmayı nasîb edeceksen, o kulun ben olayım.”
“Kendisinde şu iki haslet bulunmayan kimse, diğer bütün hasletleri toplasa da, gerçek mânâda âbid (ibâdet eden) bir kul olamaz. Bu iki özellik, namaz ve oruçtur. Bunlar, o kulun et ve kanı mesâbesindedir.”
“Allahü teâlânın anıldığı yere dağlar kadar günah ile girseler, çıktıkları zaman üzerlerinde zerre kadar bir günah kalmaz (kul hakkı dışında).”


BİR GENCİN GÜZEL SONU...

Sâbit bin Eslem hazretleri bir gün buyurdu ki:
“Sinirli bir gence, annesi sık sık öğüt verir ve; ‘Ey oğlum, senin için öyle bir gün vardır ki, sen hep o günü hatırla!’ derdi.
Oğlunun ölümü yaklaşınca, annesi üzerine kapanıp; ‘Ey Oğlum, seni bugün için ikaz ediyor, uyarıyordum’ dedi.
Oğlu; ‘Anneciğim, benim, magfireti, bağışlaması, affı ve ihsânı bol olan Rabbim vardır. Bugün, o lütuf ve ihsânlarından birinden beni uzak tutmayacağına ümidim, tamdır’ diye cevap verdi...
Allahü teâlâ, o gence merhamet eyledi. Çünkü Allahü teâlâ hakkında zannını iyi yaptı. Yâni ‘O lütuf ve ihsân sâhibidir, bağışlayıcıdır’ diye kalben inanmıştı.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:29:23
Seyyid Cemâleddîn Muhammed Ezherî


Cemâleddîn Muhammed Ezherî, Hicri sekizinci asırda yaşamış olan evliyanın büyüklerindendir. Peygamber Efendimizin kızı hazret-i Fâtıma’nın neslinden geldiği için seyyiddir. Doğum tarihi belli değildir. 1358 (H.760) senesinde Geylân civârındaki Lenger-Künân mevkiinde vefât etti. Kabri oradadır...

MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA...
Seyyid Cemâleddîn Muhammed Ezherî hazretleri, Moğol istilasından sonra harabeye dönen Bağdad’da insanlara faydalı olmaya çalıştı. Hikmetli sözleri ve vaazlarıyla Bağdad halkını irşad etti. Çok talebe yetiştirdi...
Seyyid Cemâleddîn hazretleri, vefâtı yaklaştığında, halîfesi olan talebelerine ayrı ayrı nasîhat ve vasiyet ederek, vazifelerini, nerelerde hizmet edeceklerini bildirdi. Bu vasiyetinde, huzûrunda bulunan Muhyiddîn-i Dûstî’ye hitâben şöyle buyurdu:
“Ey Dûstî! Sen bedenen zayıf olduğun için, diyar diyar dolaşıp insanlara vaaz ve nasîhat edemezsin, vücûdun buna tahammül etmez. Onun için sen, Geylân civârında bulun. Oranın nâhiye ve köylerinde hizmete devâm edersin. Geylân Nehri kenarına vardığında, Allahü teâlânın izni ile bâzı ilâhî sırlara kavuşursun... Oradan nehrin akışının ters istikâmetine doğru, yâni yukarıya doğru gidince bir düzlüğe varırsın. İşte orası senin vazife yerin olacaktır... Orada Allahü teâlânın kullarına, iki cihan saâdetine kavuşturan yolu anlatacaksın. İnsanlar senden çok istifâde edecek. Allahü teâlâ yardımcın olsun...”

HOCASININ EMRİNİ DİNLEDİ...
Muhyiddîn-i Dûstî, hocası Seyyid Cemâleddîn’in vefâtından sonra yola düşüp, târif edilen şekilde hareket etti. Geylân Nehri kenarına geldi. Ayaklarını suya sokar sokmaz, nehir, normal istikâmetinin tersine yukarıya akmaya başladı. Bu akıntıyı tâkib ederek hocasının târif ettiği düzlüğe gelince, orada durdu. Bu sırada, Geylân Nehri normal olarak akmaya başladı. Hocası tarafından kendisine bildirilen yerin burası olduğunu anladı ve İsâr isimli bu köyde yerleşti.
Yaptığı bütün işlerde Allahü teâlânın rızâsını gözeten Muhyiddîn-i Dûstî, orada da emir ve yasaklara uymakta ve başkalarının da uymasını sağlamakta gayret göstererek çok talebe yetiştirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:29:45
Nizâmeddîn Evliyâ’yı üzenlerin hazin sonu!


Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri Hindistan’da yaşayan büyük velilerdendir. 1325 senesinde vefat etti.
Milyonlarca Hindli onun sohbetleri ve merhameti ile Müslüman olmakla şereflenmiştir.
Bütün Hindistan halkı onu hürmetle anıyor ve büyüklüğünü, kerametlerini anlatıyordu.
Buna rağmen bazı devlet adamları siyasi endişelerle ona karşı çıktılar.
Daha önce Nizâmeddîn Evliyâ’nın büyüklüğünü kıskanan, eski Sultân Kutbeddîn’in acı sonundan mesûl olan saray erkânı, bir kere daha, yeni Sultan Gıyâseddîn Tuğluk’u o büyüğe karşı kışkırtarak, eski yaptıklarını denediler.
Ona olmayacak şeyleri söylediler. Sultâna bağlı âlimler ile Nizâmeddîn Evliyâ arasında münâzara yapılması kararlaştırıldı...


MÜBAREĞİN KALBİ KIRILMIŞTI...

Denilen gün ve yerde toplanıldı. Yapılan münâzarada Nizâmeddîn Evliyâ’nın naklettiği hadîs-i şerîfleri diğer âlimler kabûl etmedi. Mübareğin kalbi kırıldı.
Dergâhına dönen Nizâmeddîn Evliyâ, üzgün bir şekilde talebelerine şöyle dedi:

“Delhi âlimlerinin ve saray adamlarının, içi, bize karşı kıskançlık ve düşmanlıkla kaynıyor. Münâzarada bana karşı açıkça saldırmalarından bu anlaşılıyor.
Ayrıca onlar, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerini dinlemeyi de reddettiler.
Bunun gibi îtirâzı gayri kâbil olan şeylerle münâkaşa etmeye, ancak Peygamber efendimizin hadîsine inanmayanlar cesâret edebilirler.
Sultânın yanında bunlar, hadîslerin en sahîhini bile kabûl etmeyi reddederek mağrûr bir edâ ile konuştular.
İçinde, böyle mağrûrâne ve yanlış yollara sürükleyen münâzaraların yapıldığı şehir, nasıl parlak vaziyette kalabilir?
Onun tuğlaları bir gün yıkılıp birbirine çarparsa şaşmamak gerekir...


“KADILAR HAKKI SÖYLEMİYOR!”
Sultan ve ona bağlı âlimler, kâdılar hakkı söylemiyorlar. Bu şekildeki âlim ve dînî liderlerindeki inanç noksanlığı sebebiyle, Allahü teâlânın cezâsının; kıtlık, salgın hastalık ve sürgün şeklinde bu şehre gelmesinden korkarım...”

Gerçekden de, bir süre sonra, Delhi’de büyük bir kıtlık oldu. Arkasından, salgın hastalık yayıldı. Halk çok zorluk çekti. Sultan ve yardakçılarının hepsi, bu hastalık ve kıtlıkta öldüler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:30:07
Pîr Muhammed ve Kara Kethudâ


Pîr Muhammed Gencevî hazretleri Azerbaycan’ın Gence şehrinde yaşamış büyük bir velidir.
Onaltıncı yüzyılda Gence’de vefat etmiştir. Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin hanımı Zeyneb Ananın iki erkek kardeşi vardı.
Bunlardan biri eniştesi olan Gencevî hazretlerini severdi ve ona talebe olmuştu. Diğerinin ise hiç muhabbeti yoktu...


“BİZİ SEVEN KURTULDU...”

İki kardeş yani Gencevî hazretlerinin kayınbiraderleri, birlikte Gürcistan’a askere gitmişlerdi. Bir gün Gencevî hazretleri hanımı ile evinde otururken;
“Eyvâh!” dedi. Hanımı ne oldu diye sorunca; “Birâderine bir kâfir kurşun attı. Bizi seven kardeşine gelen kör kurşuna bir pelit ağacı engel oldu ve birâderin kurtuldu” deyince, Zeyneb Ana;
“Öbür kardeşime gelen kurşun ne oldu?” diye sordu. “Göğsünü delip geçti!” buyurunca “Aman böyle söyleme!” dedi. “Allahü teâlâ bilir ama, böyle oldu hanım...”
Askerler dönünce, Gencevî hazretlerini seven kayınbirâderi sağ salim geldi. Sevmeyip muhâlefet edeni ise vurularak ölmüştü...

***


Kara Kethudâ adında bir zât bir gün Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine; “Efendim bir kimse ne zaman öleceğini bilip, helalleşse ve gücü yettiği kadar ölüme hazırlansa iyi değil midir?” diye arz etti.
Bu suâl üzerine; “İyidir” buyurunca; “Benim ölümüm için bir işaret lütfeder misiniz?” dedi.
Bunun üzerine; “Molla Âdil Paşa ile Molla Pürkadem’den hangisi önce vefât ederse sen ölüm hazırlığını yap! Senin ölümün bu iki ilim ehlinin ölümleri arasındadır” buyurdu...


“BENİM ÖLÜMÜM YAKLAŞTI!”

Bu kimse Pîr Muhammed hazretlerinin vefâtından sonra yirmi beş sene daha yaşadı.
Nihâyet işâret edilen âlimlerden Molla Âdil Paşa vefât etti. Halk toplanıp cenâze namazını kıldılar.
Kara Kethudâ cemâat dağılmadan hepsiyle tek tek müsâfeha yapıp helalleşti ve ağladı. Neden ağladığını sorduklarında;
“Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri bana demişti ki: ‘Senin ölümün, Molla Âdil Paşa ile Molla Pürkadem’in vefâtlarının arasında olur!’ Âdil Paşa vefât etti. Benim ölümüm de yaklaşmıştır” dedi. Birkaç gün sonra da vefât etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:30:28
Büyük mutasavvıf Bostan Çelebi



Bostan Çelebi, mürşid-i kâmil olup, Allahü teâlânın nûru ile bakan bir zât idi... Bu mübareğin, hâl, hareket ve tavırlarında gizli mânâlar ve işâretler bulunduğu firâset sâhipleri ile halkın çoğu tarafından bilinirdi. Meselâ, av ile fazlaca ilgilenirse, talebelerinin çokluğuna; harp âletleriyle meşgûl olursa, ordunun cihâda çıkacağına; elbise ve sarıklarını sık sık değiştirseler, devlet kademelerinde tâyinler olacağına; giyinişlerinde değişiklik yapmayıp aynı elbiseleri uzun süreli giyseler, umûmî rahatlık ve ferahlığa; fazla ihsân ve bağışlarda bulunsalar, bolluk olacağına; tutumluluk gösterseler, kıtlık ve pahalılığa; sadaka vermekte gayret gösterseler, vebâ hastalığı çıkacağına işâret olurdu...



BASÎRET SAHİPLERİ BİLİRDİ...

Her bir tavrı ve hâli boş değildi ve bir mânâya işâretti. Bütün hareketleri ve davranışlarının gelecekte olacak işlere âit birer nümûne, örnek olduğunu basîret sâhipleri bilirdi. Bilhassa bâzı müşkillerine, meselelerine cevap bekleyenlerin onun söz ve hareketlerinden durumlarına göre cevap mâhiyetinde işâret aldıkları pek yaygındır.

Meselâ yolculuğa çıkmış birisi hakkında kötü bir haber duyulsa, doğru mu yalan mı bilinmese, fakat Bostan Çelebi; “Falanca şehirdedir, üzülme!” buyurursa, bu sözü o kimsenin hayatta olduğuna müjdedir. Susarsa, o haberin acı, kötü olduğuna yorumlanırdı...

Bostan Çelebi, 1631 (H.1040) senesinde Konya’da vefât etti. Kabri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi içerisindedir.



“AHLÂKINIZI GÜZELLEŞTİRİN”

Uzun yıllar verdiği derslerle yüzlerce kıymetli talebe yetiştiren Bostan Çelebi, vefâtına yakın onlara şu nasîhatlerde bulundu:

“Halîfelerimize itâat ediniz. Onların himmetleri ile dedelerimizin bereketlerine kavuşmaya çalışınız. Onlar hakkında îtikâdınız ve inancınız temiz olsun. Muhâlefet edenlerin vesveselerinden sakınınız. Mesnevî’nin işâretlerini üstâddan, ehlinden öğreniniz. Vakitlerinizi Allahü teâlânın beğendiği şeyleri elde etmeye çalışmakla geçiriniz. Nefsin arzu ve isteklerinden sakınıp, ibâdetleri yerine getirmekte gevşeklikten sakınınız. Bunlardan geri durmayınız. Hallerinizi ve niyetlerinizi düzeltiniz. Ahlâkınızı güzelleştiriniz. Böylece kıyâmet günü pişmân olmak durumu ile karşı karşıya kalmazsınız.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:30:53
Gözyaşı denince Küllab bin Ceri


Allahü teâlânın dostları, bu dünyadan geçmiş, sadece Rablerini düşünür, onun huzuruna çıkacakları günün endişesinden başka bir endişe taşımazlar...
İşte bu Allah dostlarından biri de Küllab bin Ceri’dir.
Küllab bin Ceri, ömrünü ibadetle ve insanlara emr-i maruf yaparak geçirmiştir.
Bu iki özelliğinin dışında bir özelliği daha vardı ki; onu asıl meşhur eden bu durumu idi. Çok ağlardı...
Çünkü hadis-i şeriflerde (Allah korkusu ile gözden akan bir damla gözyaşından veya Allah yolunda akıtılan bir damla kan damlasından daha kıymetli, Allah indinde bir damla yoktur.) ve (Allah korkusu ile ağlayan göze, Cehennem ateşinin dokunması haramdır) buyuruluyordu. Resulullah efendimizin bu hadis-i şeriflerini bir an olsun aklından çıkarmıyordu...


“ONUN GECESİ NASIL ACABA?”
Gündüzleri onu tenhalarda görenler, çokça ağladığına şahit olmuşlardı.
Dostları arasında şöyle bir konuşma geçmişti:

-Küllab’ın gündüzünü biliyoruz, peki onun gecesinin nasıl geçtiğini içimizde bilen var mı?
Orada bulunan Ebu Seyyar şöyle anlattı:
-Ben de onun gecesinin nasıl geçtiğini merak ederek bir gece gizlice takip ettim.
Namazlarını kıldıktan sonra, vadiye doğru yöneldi, vadideki ırmağın kıyısına gelince durdu.
Başladı ağlamaya, o kadar çok ağlıyordu ki ona bir şey olacağını düşündüm. Sabah namazına kadar böyle devam etti.
Irmak kenarında niçin ağladığını da anladım, gece ağlamasını başkaları duysun istemiyordu.
Sabah namazı yaklaştığında Küllab bin Ceri’nin yanına gittim. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Selamünaleyküm ey Küllab.
-Ve aleykümselam Ebu Seyyar.
-Allah sana rahmet etsin, gece boyunca seninle birlikte bulundum. Bu hâlin nedir?
-Ey Ebu Seyyar! Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Ben Rabbime nasıl yalvarmam, ben Rabbimden nasıl istemem, kime yalvarayım, kimden isteyeyim?
Küllab bu şekilde sabaha kadar ağlayarak yalvardı. Sabah namazı vakti girince namaza durdu.
Secdede uzun zaman kaldı. Başını kaldırmayınca merak edip yanına yaklaştım. Baktım ki son nefesini vermiş...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:31:14
Kerim Ağanın hazin sonu!..


Sultan İbrahim Han, İstanbul’da doğdu. Uzun boylu, kuvvetli vücutlu ve kumral sakallı idi. Annesi Kösem Sultan onun iyi yetişmesi için çok gayret göstermişti.
Devrinde yaşayan bazı kindarların dediği gibi “deli” değil “velî” bir sultandı...

Kardeşi Dördüncü Murad Han’ın vefatı üzerine 1640’ta tahta çıktığı gün şöyle dua etmişti:
“Elhamdülillah. Ya Rabbi! Benim gibi zaif kulunu bu makama lâyık gördün. Ya Rab! Saltanat günlerimde milletimin halini hoş eyle ve birbirimizden hoşnut kıl!”

Sultan İbrahim Han, tahta çıktıktan sekiz sene sonra Edirne’ye gitmişti. Tellala şöyle bağırttı:
-Padişah fermanıdır. Duyduk duymadık demeyin... Yarın ayak divanı olacaktır.
Kimin kimden şikâyeti varsa gelsin, padişah efendimize söylesin. Duyduk duymadık demeyin...


“BENİM ŞİKAYETİM VAR!”

Ertesi gün ayak divanı oldu ve padişah halkın karşısına çıktı. Kalabalığa:
“Ben dâhil kimseden şikâyetiniz var mı?” diye sordu.
Halktan biri ileri çıktı. Padişahı selamladıktan sonra; “Padişahım, benim şikâyetim vardır” deyince Sultan: “Söyle de istişare edelim.
Şikâyetinde haklıysan haksızı adalete teslim edelim” dedi. O adam
“Padişahım, Kerim Ağa denilen adam bana zulmetti. Malımı mülkümü alıp, çoluğum çocuğumla sokaklara attı. Memleketin varlıklı ailelerindenken, en varlıksızı oldum.
Bir lokmaya muhtaç hale geldim. Sözümü doğrulayacak şahitlerim vardır” diyerek başına gelenleri anlattı.


“PADİŞAHIM BEN YENİÇERİYİM!”
Padişah, şahitleri de dinledikten sonra Kerim Ağa’yı buldurup getirtti ve ona;
“Ağa! Hakkında şikâyet var. Eşkıyalığa bulaşıp mazlumları soyar, mallarını alarak sokaklara atarmışsın. Doğru mudur?” diye sordu.
Ağa özür dileyeceği yerde, ileri geri konuşmaya başladı. Padişahın kendisine bir şey yapamayacağını sanıyordu. Çünkü yandaşlarına; özellikle de yeniçeri olmasına güveniyordu...
-Padişahım ben yeniçeriyim, diye yüksek sesle cevap verdi. Sultan İbrahim, bu densizliğe tahammül edemedi ve tahtından kalkıp adamın yakasından tuttuğu gibi havalandırdı “Bre densiz! Sen yeniçeriysen ben de Padişahım” diyerek yere çarptı.
Ağa’yı hemen adalete teslim etti ve mahkeme; mazlumun hakkını alarak ona da en ağır cezayı verdi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:31:36
“Koca yeryüzü bize dar geldi”


Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından birkaç ay sonra, Hazreti Ali’nin (radıyallahü anh) hanımı, Hasan ve Hüseyin’in annesi olan kızı Fatıma da babasına kavuştu.
Hazreti Ali, Benî Hanefiyye’den bir kız istedi. Ca’fer bin Kays el-Hanefiyye’nin kızı Havle’yle evlendi ve ondan bir oğlu oldu. Adını Muhammed koydu.
Ancak halk onu, kardeşleri, Fatıma’nın oğulları olan Hasan ve Hüseyin’den ayırdetmek için “Muhammed bin Hanefiyye” diye çağırmaya başladılar...
Muhammed bin Hanefiyye, Ebu Bekir’in (radıyallahü anh) halifeliğinin sonlarında doğmuştu.
Babası Ali îbni Ebî Talib’in gözetiminde büyüyüp yetişmiş ve onun tedrisinden mezun olmuştu.


ŞAM’A GÖÇ ETTİLER...

Hazreti Muaviye’den sonra oğlu Yezîd ve sonra Mervan bin Hakem halife oldular. Sonra Şam’da halifelik makamına Abdülmelik bin Mervan geçti.
Suriye halkı da ona biat etti. Hicaz ve Irak halkı Abdullah bin Zübeyr’e (radıyallahü anh) biat etmişlerdi.
Bu arada Abdullah bin Zübeyr, Hicazlılar biat ettiğine göre, Muhammed bin Hanefiyye’nin de kendisine biat etmesini istedi.
Ancak o, meşru halifenin Abdülmelik olduğunu ilan etti. Hicaz halkından binlercesi de ona katıldı ve beraberindekilerle Şam diyarına göç ettiler.
Eble’ye vardıklarında, oraya yerleştiler.
Fakat Abdülmelik’in adamları, Muhammed bin Hanefiyye’nin yanındaki kalabalıktan korktular ve buradan çıkarmasını halifeye bildirdiler...
Muhammed bin Hanefiyye, adamları ve ailesiyle birlikte Şam diyarından ayrıldı. Nerede konaklasa oradan çıkması ve ayrılması isteniyordu.
Bu arada, Haccac-ı zalim, Abdullah bin Zübeyr’i (radıyallahü anh) öldürüp bütün halkın Abdülmelik bin Mervan’a biat etmesini istedi. Muhammed bin Hanefiyye, Abdülmelik’e bir mektup yazdı:


“BEN DE BİAT ETTİM...”

“Müminlerin emîri Allah’ın kulu, Abdülmelik bin Mervan’a, Muhammed bin Ali’den...
Bu işin sana geçtiğini ve halkın sana biat ettiğini görünce, ben de onlardan birisi oldum ve senin Hicaz’daki valine biat ettim. Bu biatimi sana yazılı olarak gönderdim. Ve’s-selâmü aleyke...”
Buna rağmen ona ve beraberindekilere Mekke’de oturma izni vermediler.

Muhammed bin Hanefiyye bundan sonra zaten uzun yaşamadı. “Koca yeryüzü bize dar geldi” diyerek kısa bir zaman sonra vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:31:59
Yıldızlardan biri... Abdullâh bin Zeyd


Eshâb-ı kiram, Resûlullahın sevgisi için, akrabâlarını, ahbablarını, çocuklarını, zevcelerini, memleketlerini, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını terk ettiler.
Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” bunların hepsine ve kendi canlarına tercih ettiler.
Bunların sevgisini ve canlarının sevgisini bırakıp, Resûlullahın sevgisini seçtiler. Resûlullahla konuşmak, Onunla berâber bulunmak şerefine kavuştular.
Onun sohbeti bereketi ile, Peygamberlik üstünlüklerine eriştiler. Allahü teâlânın gönderdiği vahyi gördüler ve melekle berâber bulunmakla şereflendiler.
Hadis-i şerifte (Eshâbımın her biri gökteki yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz) buyuruldu.


İBRETLİ BİR HADİSE...
İşte onların Peygamber efendimize olan muhabbetlerini sergileyen ibretli bir hadise...
Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî (radıyallâhu anh) Resûlullâha gelip;
- Yâ Resûlallâh! Sen bana nefsimden, malımdan, evladımdan ve ehlimden daha sevgilisin. Eğer, gelip de seni görme gibi bir nîmet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim, dedi ve ağlamaya başladı...
Bunun üzerine Resûlullâh efendimiz;
“- Niçin ağlıyorsun?” diye sorduklarında Abdullâh bin Zeyd;
“- Yâ Resûlallâh! Bir gün sizin de bizim de vefat edeceğimizi, sizin peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacağınızı, bizim ise eğer cennete girsek bile aşağı makamlarda olacağımızı düşünerek (seni göremeyeceğim endişesiyle) ağladım.” cevabını verdi...


ÂYET-İ KERÎME NAZİL OLDU
Merhamet deryası Peygamber efendimiz cevap vermeyip sükût ettiler. Bu sırada şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Kim Allâh’a ve Peygamberine itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)
Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî hazretleri, bir gün bahçesinde çalıştığı bir sırada, oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile Resûlullâhın vefat haberini verdi. Bu acı haberle sarsılan Abdullâh bin Zeyd, şöyle duâ etti:
“- Allâh’ım! Gözlerimi al ki artık bundan böyle tek sevdiğim Resûlullâh Efendimizden başka kimseyi görmeyeyim.”
Mübarek sahabenin duâsı kabul oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi. Bundan kısa bir müddet sonra da bu acıya dayanamayarak vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:32:21
“Ey kişi! Ben rahip değilim”


Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir. Tebe-i tâbiînden olup, Basra’da yaşamıştır. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Bir rivayete göre de 805 (H. 189) senesinde vefât etmiştir...
Bu mübarek zat, öğrendiklerini insanlara öğretmeye çalışırdı. Cumâ namazından sonra evinin çevresi hadîs ve fıkıh öğrenmek isteyen talebelerle dolardı. Bıkıp, yorulmadan saatlerce ders verir ve onların yetişmelerini isterdi. Bir dakikasının boşa geçmesini istemez, ya öğrenir yâhut da öğretirdi. Derslerine sâdece namaz vakitlerinde ara verdiğini talebeleri anlatmışlardır...


ONU ÇOK SEVERLERDİ
Abdülvâhid bin Zeyd, dünyâya değer vermemesi, devamlı ibâdet ve ilimle meşgul olması, herkese iyilik etmesi ile dikkati çekerdi. İnsanlar onu sever ve hürmet ederdi. Yaşayışı ve hikmetli sözleriyle pek çok kimsenin doğru yola girmesini sağlamış, herkese örnek olmuştur.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri yaşadığı ibret verici hadîselerden bâzılarını, insanlara nasîhat ve ders olması bakımından nakletmiştir. Şöyle bir hadise anlatır:
Bir rahibin odasının yanına yaklaşıp, “Ey râhip!” diye seslendim. Fakat cevap vermedi. Üçüncü defa çağırışımda başını uzatıp şunları söyledi:


“KENDİMİ BURAYA HAPSETTİM”

“Ey kişi! Ben rahip değilim. Rahip, Allahü teâlâdan korkan, O’na saygı gösteren, belâsına sabredip, kazâsına râzı olan, nîmetlerine şükredip onun için tevâzu gösteren, izzet karşısında zilleti kabûl eden, kudretine teslim olup, heybet ve azameti karşısında eğilen, hesap ve azâbını düşünen, gündüzünü oruç, gecesini ibâdetle geçiren, Cehennem’i hatırladıkça uykusu kaçan kimseye denir. Ben ise saldırgan bir köpeğim! İnsanlara zararım dokunmasın diye kendimi buraya hapsettim!..”

Bu sözler üzerine şöyle sordum:

“Allahü teâlâyı bildikten sonra insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şey nedir?”
“Kardeşim! İnsanları Allahü teâlâdan ancak dünyâ malı ve sevgisi uzaklaştırır. Çünkü dünyâ isyan ve günah yeridir. Aklı başında olan dünyâyı kalbinden çıkarıp, günahlarına tövbe ederek kendisini Allahü teâlâya yaklaştıracak şeye yönlendirir” diyerek Kelime-i şehadeti söyleyerek son nefesini verdi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:32:41
Iraklı bir genç ve Ebû Süleymân Dârânî




Ebû Süleymân Dârânî, Şam’da yetişen büyük velîlerdendir. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşamıştır. Doğum târihi bilinmemektedir. 820 (H.205) senesinde Şam’da vefât etti...
Ebû Süleymân hazretleri, dünyâdan ve içindekilerden yüz çevirmiş olup, zâhid bir hayat yaşadı. İlk defâ yünlü elbise giyen sofîlerden oldu...

“SEVDİKLERİNE İHSÂN EDER”
Bu mübarek zat, “Zühd nedir” diye soranlara; “Zühd, Allahü teâlâ ile meşgûl olmana mâni olan her şeyi terk etmektir. Dünyânın hiç olduğunu bilmeyen, zühd sâhibi olamaz” buyurdu.
“Açlık, Allahü teâlânın hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı doyunca, bütün âzâlarını şehvet açlığı kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları şehvetlere karşı bir arzu duymaz.”
“Ben öyle insanlara yetiştim ki, onlar açlığı kendileri için ganîmet sayardı. Tıpkı şimdikilerin tokluğu ganîmet saydığı gibi.”
Ebû Süleymân Dârânî hazretleri hac vazîfesini yerine getirmek üzere Mekke-i mükerremeye gitmek için yola çıktı. Yolda, Iraklı bir gençle arkadaş oldu. Yolculuk esnâsında Iraklı genç devamlı Kur’ân-ı kerîm okuyor, durdukları yerlerde vakit namazı hâricinde nâfile namaz kılıyor, gündüzleri oruç tutuyordu. Nihâyet Mekke-i mükerremeye ulaştılar. Genç, Ebû Süleymân Dârânî hazretlerinden ayrılmak istedi. Ebû Süleymân Dârânî o gence; “Benim sende gördüğüm hâllere seni sevk eden nedir?” diye sordu. Genç dedi ki:

BİR HURİNİN TEBESSÜMÜ...
“Ey Ebû Süleymân! Beni böyle yapmamdan dolayı kınama. Çünkü ben rüyâmda altın ve gümüşten yapılmış birçok şerefeleri olan bir köşk gördüm. İki şerefenin arasında şimdiye kadar hiç görmediğim güzellikte hûriler vardı. Bu hûrilerin tebessüm etmesi sırasında dişlerinden yayılan nûr etrâfı aydınlatıyordu. O hûrilerden biri bana dedi ki: ‘Ey genç! Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çok çalış ki bana kavuşasın!’ Sonra uykudan uyandım. Bu rüyâ, benim senin gördüğün hâllere kavuşmamın sebebidir...”
Ebû Süleymân Dârânî o gençten duâ istedi. Genç ona duâ ederek ayrıldı. Kısa bir zaman sonra da vefat etti.
Ebû Süleymân Dârânî kendi nefsini kınayarak; “Ey nefsim! Uyan ve bu gencin bildirdiği işaretlere ve müjdelere kulak ver. Bir hûriye kavuşmak için bu şekilde çalışılırsa, bu hûrinin Rabbine kavuşmak için nasıl çalışmak gerekir?” diye nefsini azarladı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:33:04
Fudayl bin İyâd’ın talebesinin vefatı


Fudayl bin İyâd hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. 726 (H.107) senesi Horasan’da doğdu. 803 (H.187) senesi Mekke-i mükerremede vefât etti.
Kabr-i şerîfi Mekke’de Cennet-ül-Muallâ’da hazret-i Hadîce vâlidemizin kabri civârındadır...
Fudayl bin İyâd hazretleri, tövbe edenlerin önde gelenlerinden emsâli az bulunan bir zâttı.


NAMAZ KILAN EŞKIYA!..

Gençlik yıllarında eşkıyâ reisi olup, yol kesicilik yapar, kervanları soyardı. Böyle olmasına rağmen namazlarını bırakmaz, oruçlarını tutardı. “Yol kesen”lerden idi; öyle bir tövbe etti ki “yol gösteren”lerden oldu...
Hikmetli sözlerinden bir kısmı da şöyledir:
“Rızâ hâlindeki kişinin dostluğuna inanmam, kızdırdığım bu kişinin gazab hâlindeki dostluğuna inanırım.”
“İnsanın, yanında bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel ahlâk ile davranması, geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden hayırlıdır.”
“Duâmın kabûl olacağını bilsem, yalnız devlet başkanı için duâ ederdim. Çünkü, devlet başkanı iyi olursa, şehirler ve insanlar kötülüklerden ve belâlardan emin olur.”
“Kim, din kardeşi için diliyle sevgi ve hulûs gösterir de içinden ona düşmanlık ve kin beslerse, Allah ona lânet eder, dilsiz yapar ve kalp gözünü köreltir.”
Fudayl bin İyâd hazretleri talebelerinden birinin vefâtı yaklaşınca, onun yanına giderek Yâsîn-i şerîf okumaya başladı. Talebe; “Ey hocam! Bunu bana okuma” deyince, Fudayl hazretleri sustu. Sonra o talebeye Kelime-i tevhîdi telkîn etti. Talebe; “Ben o mübârek sözü söyleyemiyorum. Çünkü ondan uzağım” dedi ve vefât etti...


ÇOK MAHZUN OLMUŞTU...

Fudayl bin İyâd hazretleri evine dönerek evden çıkmaksızın bir müddet mahzûn oldu, ağladı. Sonra rüyâsında talebeyi Cehennem’e götürürlerken gördü ve;
“Ey oğul! Sen talebelerimin en iyilerindendin. Neden Allahü teâlâ senden mâ’rifet nûrunu aldı?” diye sordu.
Talebe şöyle cevap verdi: “Üç şey sebebiyle Allahü teâlâ benden mâ’rifet nûrunu aldı. Birincisi, nemîme. Çünkü ben size başka, arkadaşlarıma başka söyler, söz taşırdım. İkincisi hased. Ben arkadaşlarıma hased ederdim. Üçüncüsü, içki. Bir defâsında hastalanmıştım. Hastalığımı tedâvî ettirmek için hekîme gittim. Hekim bana; ‘Her sene bir kadeh şarap içeceksin, yoksa iyi olmazsın’ dedi. Ben de böylece alışıp gittim” dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:33:24
Sâbit el-Benânî’yi dinleyen meçhul zat!


Sâbit bin Eslem Benânî hazretleri Tâbiînin büyüklerindendir. 737 (H.120) senesinde vefât etti.
Hadîs ilminde sika, emîn, güvenilir ve îtimâd edilir bir âlimdir. Hikmetli sözleri pek çoktur. Buyurdu ki:
“Allahü teâlânın anıldığı yere dağlar kadar günah ile girseler, çıktıkları zaman üzerlerinde zerre kadar bir günah kalmaz (kul hakkı dışında).”


“BEN DE SENİ ANDIM!”

Mümin, kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûrunda durur. Allahü teâlâ ona: “Ey kulum! Sen, dünyâda bana ibâdet eden kullarımla berâber ibâdet ediyor muydun?” diye sorunca, o mümin; “Evet, onlarla birlikte ben de ibâdet ediyordum yâ Rabbî!” der. Yine Allahü teâlâ; “Ey kulum, dünyâda iken bana duâ edip yalvaran ve beni zikredip ananlarla beraber, sen de yalvarıp beni andın mı?” diye suâl buyurur. O mümin yine; “Evet yâ Rabbî!” diye cevap verir. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “İzzetim hakkı için, beni zikredip, andığın her yerde ben de seni andım. Nerede duâ edip yalvardınsa, o duânı kabûl ettim” buyurur.” Sonra Sâbit-i Benânî şu hadîs-i şerîfi bildirdi: “Müminin hiçbir duâsı red edilip, geri çevrilmez. Karşılığı ya dünyâda verilir, ya âhirete tehir edilir veya günahlarına keffâret olur.”


MÜ’MİNÛN SURESİNİ OKUYORDU...

Sâbit bin Eslem buyurdu ki:
“Mus’ab bin Zübeyr’in duvarının yanında, hayvanların geçmediği bir yerde idim. Mü’minûn sûresinden; “Hâ mîm. Bu kitabın indirilişi, Azîz, Alîm olan Allah’tandır. O, günah bağışlayan, tövbe kabûl eden, azâbı şiddetli olan, ihsân sâhibi olan Allah’tandır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş, ancak O’nadır” meâlindeki âyetlerinin olduğu sahifeyi açtım. O anda, yanımda bir kişi peydâ oldu. Bana, âyetin “Gâfiri-z-zenbi (günahları bağışlayan)” kısmını okuyunca; “Ey günahları bağışlayan Allah’ım! Günahlarımı bağışla” “Kâbilet-tevbe (tövbeyi kabûl eden)” kısmını okuyunca, “Ey tövbeyi kabûl eden Allahım! Tövbemi kabûl et” “Şedîd-ül-ikâb (azâbı şiddetli olan)” kısmını okuyunca; “Ey azâbı şiddetli olan Allah’ım! Beni azâbından muhâfaza eyle!” de, diye söyledi. Sonra yanımdan kayboldu. Sağıma, soluma baktım göremedim. Daha sonra öğrendim ki, bu âyetin tesiriyle fazla yaşamamış vefat etmiş...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:33:45
Hayber’de ganimet istemeyen mücâhid


Hayber, Peygamber efendimiz devrinde, Yahûdîlerin toplandığı bir merkezdi. Resulullah efendimiz Medîne’ye hicret ettiğinde, oradaki Yahûdî kabîleleriyle antlaşma yapmışlardı. Ancak Benî Nâdir kabîlesi, antlaşmayı bozarak Resulullaha sûikast tertiplediler. Bu sebeple Medîne’den çıkarıldılar. Benî Kureyzâ kabîlesi de, antlaşma yaptıkları hâlde Hendek Savaşında düşman tarafına geçerek ahidlerini bozdular...


MÜNAFIKLARIN SAVAŞ PLANLARI

Hendek Savaşından sonra Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Antlaşması yapılarak müşriklerin saldırısı önlendi.
Fakat Hayber’de toplanan Yahûdî kabîleleri, Müslümanlar için çok tehlikeli idi. Medîne’deki münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy Yahûdîlerle görüşüyor, Müslümanlar üzerine savaş açmayı tertipliyorlardı.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Hayber’deki Yahûdîlerle antlaşma yapmak istedi ise de buna yanaşmadılar.
Bunun üzerine Medîne’ye saldırmalarını önlemek için Hayber üzerine gitmeye karar verildi...
Hayber’e varınca, Yahûdîlere yine sulh teklif edildi. Kabul etmedikleri için savaş başladı (628).
Hayber, sekiz muhkem kalesi, verimli arâzileri, bol miktârda bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi. Kalelerin içinde 20.000 asker vardı. Peygamber efendimizin emrinde ise 200 atlı, 1600 piyâde olmak üzere 1800 sahâbî bulunuyordu...
İlk olarak Natat Kalesi kuşatıldı ve on günde fethedildi. Hayber’in en sağlam kalesi olan Kamus, bir türlü düşmüyordu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı hazret-i Ali’ye verdi. Hazret-i Ali onları önce İslâma dâvet etti kabul etmediler.
Savaşmak için çıkan Merhab adındaki çok kuvvetli pehlivanı teke tek savaşta öldürdü. Ümitsizliğe düşen Yahûdîler teslim oldular ve kale Müslümanların eline geçti...


“ŞEHİD OLMAK İSTİYORUM!”
Evet, Hayber fethedilmiş, herkes ganimet almak için sıraya dizilmişti Ganimet taksimi esnasında sıra bir çobana geldiğinde o;
- Ya Resûlallah ben ganimet istemiyorum, sadece boğazımdan delecek bir okun beni şehid etmesini bekliyorum, diyerek taksimattan bir hisse almadı.
Resul-i Ekrem efendimiz, Eshabına “bu genci takip ediniz, eğer imanında doğru ise istediği olur” buyurdu. Nihayet şehadet haberi işitilince gidip baktılar ki, hakikaten Peygamberimize gösterdiği yerden bir ok isabet ederek şehîd olmuştu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:34:05
Fatih’e yazılan şehit mektubu


Yatsı namazından sonra ulemâ meclisi huzurda... Yaşlı-genç hâfızlar kenarlara dizilmişlerdi. Fethin mâneviyât kardeşleri yan yana... Sultan boynunu bükmüş, bambaşka bir âlemde tefekkür diyarına uzanmıştı...
Fetih Sûresi aksediyordu dillerden gönüllere, satırlardan sadırlara... Saatler sonra dışarıda bir hareketlilik... Sessizliği yaran ihtiyar bir ses muhâfızları aştı.


“BUYUR BABA, NE İSTEDİN?”

“-Buyursun!” dendi içeriden. Uzun yoldan geldiği anlaşılan bir toprak insanıydı, hayret ve merak nazarları arasında içeri giren. Uzun boylu, zayıf bir adam... Mütevâzı duruşundan zarîf bir heybet yükseliyordu. Küçücük gözlerinden belli belirsiz birer gözyaşı yatağı uzanıyordu çenesine ve kırlaşmış bıyıklarına. Damarları çıkmış yorgun, nasırlı ellerinden birinde bir kâğıt parçasını sımsıkı tutuyordu.
“-Buyur baba! Ne istedin? Seni böyle yorup buralara getiren derdin ne ola ki?!.” Adam gözlerini Sultan’ın gözlerine dikti. Koskoca bir okyanusla irkildi Fâtih:
“-Bak Sultanım! Bende bir emânetin var!...”
Meclis şaşkın; bu muammâ da neydi böyle? Vezirlerden biri Sultan’ın işaretiyle mektubu aldı.
“-Oku!” dedi Fâtih. Yaşlı ziyaretçi bir anda ileri atıldı:
“-Sultanım! Bilmezsin ki, bu sana yazılmış bir şehid mektubudur. Bir şehid mektubunu okumaksa ancak bir Fâtih’e yakışır!”


ZARİF BİR YAZI...

Hayret dolu Hünkar, gayr-i irâdî kalktı, vezirinden kâğıdı aldı. Sonra meclisin ortasına dizleri üstüne oturdu. Kırmızı bir ipekle bağlanmış, mumlanmamış mektup açılırken meclise hoş bir râyiha yayıldı. Zarif bir yazı, inci gibi parlak... Sultan Mehmed bir an ihtiyara baktı. Adam başını müsâade edercesine salladı ve Fâtih, güzel bir rüyaya dalarak elindekini seslendirmeye başladı:
“-Es-selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühû... Ey benim nâzenin Hünkarım! Bendeniz Bursalı Mehmed; Sürûrumuz Şehriyârım! Dedem, Sultan II. Murad zamanında Emir Sultan Hazretleri ile dilber şehrin kuşatmasına katılmış. Orada şehid düşmüş. Ben doğanda babam senin adını koymuş, sana asker olam diye... Hünkarım! Ben doğdum doğalı bu mübarek müjdeye yazıldı her lahzam!..” Tam heyecanlı yerinde kaldık değil mi? Devamı yarına...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:34:32
“Sultan Mehmed’e yaraşır bir er ol!..”


Şehit mektubunun devamında şöyle yazıyordu:
“Hünkârım, Bursa’da Akbıyık Sultan derler, bir derviş baba vardır. Çocukken onun önünde diz kırar, canımı kanımı coşturan Konstantiniyye’yi dinlerdim.
Duâmız tek; şehâdetti! Delikanlı olunca “Ne zaman, ne zaman?” der dururdum hocam Akbıyık Sultan’a. Bu bekleyiş çok uzamıştı sanki. Anla ki Sultanım; şehâdete, Konstantiniyye’ye dost olmuştum.
Bu öyle bir özlemekti ki; hani insan baba ocağından ırak kalır da ana yemeğini özler ya... Her tattığı o hasreti bir daha pişirir ya...
İşte öyle Hünkarım! Nihayet, gün geldi Ulubatlı Hasan’a yeniçeri oldum. Babam derdi ki:
“-Oğul! Şehâdeti arzulamaksa derdin, Sultan Mehmed’e yaraşır bir er ol! Onun çabasını, duâsını duymaktayız. Teb’asının duâsı da onadır. Kim ki onla hemhâl ola, duâsına ortaktır! Babamı saydım; bereketin büyüklerle beraber olduğunu bildim!.. Sultanım! Senin ilmine, hâline yetişmek ne mümkün! Lâkin, Allah bilir ya, o tahammül-fersâ arzu damla damla aktı içime...
Anam ardımdan çok ağladı! Ben de “Ağlama anam, biiznillah şehid olacağım ve inşallah Cennette buluşacağız dedim...”
Sultan Mehmed Han kendine geldi... Başını kaldırdı; bu bir rüya değildi. Meclisteki herkes ağlıyordu... Sonra mektubu getiren adama baktı... Titreyen sesi, merakla sordu:
“-Baba! Kimsin sen? Nereden geldi bu sana?”
“-Hünkarım! Bu benim oğlumdur. Anlatmış ya, daha doğmadan İstanbul’a adadığımız oğul! Sefere katılmadan evvel sana hitaben yazdığı mektubu anacığına bırakmış. Sana getirdim. Anacığının gözü yaşlıdır hâlâ! Ana ya; özler durur işte kuzusunu! Geçenlerde rüyasına bizim oğlan;


“SELAMETLE KAL SULTANIM”

“-Ben iyiyim, tasalanma!” diyesiymiş. Nasip! Buna da şükür!.. Rabbim, gayrı sana uzun ömür versin! Selâmetle kal Sultanım!..
İhtiyar, ırmak misali çağlayıp duruldu... Irmak denize, deniz Sultan Mehmed’e aktı... Kimse tek laf edemeden, çıktı gitti adam!.. Bakışlar yine derin, düşünceli... Fâtih, yarım bıraktığı mektuba döndü yine:
(Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz; bilakis onlar diridirler.) (el-Bakara, 154) Her dem sizinleyiz... Ayasofya’da kılınan her namaza fethin melekleriyle iştirak ediyoruz... Gönlünüz ferah olsun Efendim... Allah’ın yardım ve nusreti sizinledir! Nice Mehmedler, Hasanlar fedâ olsun bu devlete, bu yola!..
Her dâim duâcınız, köleniz Mehmediniz!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:34:53
Seyyid-i Sırdan ve kibirli “Şeyhül-İslâm”


Çelebi Hüsâmeddîn, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi, vekîlidir.
Mevlânâ hazretleri, Mesnevî yazılmadan önce talebelere, Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin Mantık-ut-Tayr ve Hakîm Senâî’nin İlâhinâme isimli kitapları okutulurdu.
Çelebi Hüsâmeddîn bir gün hocasına şöyle suâl eyledi:


MESNEVÎ-İ ŞERÎF’İN YAZILMASI...

“Efendim! Zât-ı âlînizin hazırlayacağı bir kitap olsa, inci dolu sözleriniz hepimize bir hâtıra olarak kalsa uygun olur mu? diye içimizden geçmektedir...”
Mevlânâ hazretleri bu sözlerden son derece memnun olup;
“Ey gözümün nûru Hüsâmeddîn! Bu isteğiniz, daha sizin mübârek kalbinize gelmeden önce, kalbime ilhâm edildi.
İçinde mânevî cevâhirlerin bulunduğu, ibâdetlerin ihlâs ile yapılmasından ziyâde zevk ve muhabbet veren bir kitabın yazılmasını arzu ettim...”
diyerek, Mesnevî-i Şerîf’in ilk beyitlerini yazdılar...

***
Çelebi Hüsameddin hazretleri Hüdâvendigâr’ın ağzından şöyle bir hadise rivayet eder:
Mevlânâ hazretlerinin hocası, Üstad-ı Azam Seyyid-i Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizi hazretleri mutasavvıfların dilinde, Seyyid-i Sırdan, halk arasında da Seyyid-i Burhaneddin unvanı ile meşhurdur.
Bu mübarek zat bir gün, Horasan ülkesinde Biyabanek adında bir şehre gitti. O şehrin bütün uluları ve ileri gelenleri onu karşılayarak son derece hürmet ve ikramda bulundular.
O kasabada her fenne aşina ve engin bilgili “Şeyhül-İslâm” lakablı bir adam vardı. Kibir ve azametinden dolayı Seyyid’i karşılamaya gelmedi ve ona iltifat etmedi.


“SENİ ÖLDÜRECEKLER!..”
Seyyid hazretleri, çekinmeksizin kalkıp onu görmeye gitti. kendisine, Seyyid’in kapıya geldiğini bildirdiler.
Şeyh, seccadeden kalkıp yalın ayak hânekahın kapısına kadar koştu. Seyyid’in ellerini öpüp özür diledi. Seyyid;
“Ramazan ayının onuncu günü hamama gitmek ihtiyacını duyacaksın ve hamam yolunda, mülhitler çıkacak, seni öldürecekler. Gafil olmayasın, diye haber verdim” buyurdu.
Bu işaret, Şabanın son on gününde olmuştu. Adam, feryat ve figan ederek başını açtı, Seyyid’in ayağına düştü.
Bunun üzerine Seyyid “İş olmuş bitmiştir... Yalvardığın ve niyaz ettiğin için imanla gideceksin” dedi.
Seyyid’in buyurduğu gibi oldu. Ramazanın onuncu günü mülhidler, adamı öldürdüler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:35:15
Hazreti İsa ve Hak âşığı genç


Hazreti İsa, İsrâiloğullarına gönderilen ve Kur’an-ı kerimde ismi bildirilen peygamberlerdendir. Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine “Ülül’azm” denilen altı peygamberin beşincisidir. Annesi hazret-i Meryem’dir. Allahü teâlâ onu babasız yarattı. Kudüs’te doğdu. Otuz yaşına gelince peygamberliği bildirildi. Kendisine İncil adlı kitab gönderildi. Otuz üç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı. Kıyâmete yakın yeryüzüne tekrar inecektir... Bugün, onun zamanında yaşanan bir hadiseyi nakletmek istiyoruz sizlere...


ZERRENİN YARISI KADAR SEVGİ!..
İsa aleyhisselam bir gün bahçe sulayan bir delikanlı ile karşılaşır. Delikanlı Hazret-i İsa’ya “Ey Allahın resulü, Rabbinden, sevgisinin zerre ağırlığındaki bir kısmını bana bağışlamasını dile” der. İsa aleyhisselam da ona “Sen zerre kadarına bile dayanamazsın” diye karşılık verir.
Delikanlı “O halde zerre kadarının yarısını versin” der. Bunun üzerine Hazreti İsa, “Ya Rabbi! Bu gence sevginin zerre kadarının yarısını bağışla” diye dua eder ve yoluna devam eder...
Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Hazret-i İsa’nın yolu yine oraya düşer. O delikanlıyı sorar, “O genç mecnûn oldu, delirdi, dağlara çıktı” derler...


“TESTERE İLE KESİLSE DUYMAZ!..”
İsa aleyhisselam, bunları öğrenince, delikanlıyı kendisine göstermesi için Allahü tealaya dua eder. O sırada genci dağlar arasında görür. Gözlerini bir noktaya dikmiş ve bir kaya üzerinde dimdik ayakta durmaktadır...
İsa aleyhisselam delikanlıya selâm verir, selâmını almaz. “Ben İsa’yım” diye kendisini tanıtarak gencin ilgisini çekmeye çalışırken Allahü tealadan kendisine şu vahiy gelir:
“Kalbinde benim sevgimin yarım zerresini taşıyan kimse, insanoğlunun sözünü hiç duyar mı?.. İzzet ve celâlim hakkı için sen onu testere ile ikiye biçsen onun acısını bile duymaz.”
Bu ilahi aşka daha fazla tahammül edemeyen genç, kısa bir müddet sonra son nefesini verir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:35:37
Hadîs ve fıkıh âlimi Leys bin Sa’d


Leys bin Sa’d hazretleri Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, Mısır’da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerindendir. Ailesi İran’ın İsfehân şehrinden olup 94 (m. 772) yılında Mısır’ın Kalkaşende kazasında doğdu. Mısır ve Hicaz âlimlerinden ilim tahsil edip, hadîs ve fıkıh tedrisâtıyla meşgûl oldu. Bu ilimlerde, zamanının en üstünlerinden idi. Çok cömert olup, malının tamamını çok kerre Allah rızâsı için fakirlere dağıtırdı. 175 (m. 791) yılında vefât etti. Kabri, Mısır’da “Karâfet-üs-sugrâ”dadır...
Leys bin Sa’d hazretleri, fıkıhta ve hadîste Mısır halkının imâmı (âlimi) idi. Mutlak müctehidlerden olup, mezhebi kitaplara yazılmadığı için unutuldu. Onun hakkında, dört hak mezhebten birinin imâmı olan İmâm-ı Şafiî’nin çok hüsn-i zannı vardı. Hattâ Ebû Hatim, İbni Hibbân, İmâm-ı Şafiî’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Leys bin Sa’d, İmâm-ı Mâlik’ten daha fakîh idi. Şu kadar var ki, onu talebeleri zayi ettiler.” (Yanî, ondan öğrendiklerini kitaplara yazmadılar.)
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel de;
“Leys, ilmi çok ve rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri sahih olan bir zâttır. Şu Mısırlılar arasında ondan sağlam olanı yoktur. Ben, Leys bin Sa’d’ın bir benzerini görmedim” buyurmuştur...
Yahyâ bin Bükeyr de, Şerahbil bin Cemil’den naklederek şöyle bildiriyor:
“Emevî halifelerinden Hişâm bin Abdülmelik zamanındaki insanlara yetiştim. O zamanda çok âlimler vardı. Yezîd bin Ebî Hubeyb ve diğerleri Mısır’da bulunuyordu. Leys bin Sa’d, o zaman çok gençti. Fakat herkes onun fazîletini ve dindeki vera’ını biliyorlar ve yanına gidiyorlardı. Ben, Leys bin Sa’d’dan daha mükemmelini görmedim. O, fakîh bir zât olup, Arapça’nın nahv bilgisine sahipti. Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Müzâkeresi çok güzeldi. Onun gibisini görmedim...”


HASETÇİLER HER ZAMAN VARDIR!..

Yûsüf-i Nebhânî, “Câmi’u kerâmât-il-evliyâ” adındaki eserinde şöyle yazıyor:
“Leys bin Sa’d, müctehid din imâmlarının en büyüklerinden biriydi. Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbiînden sonra bu dîn-i mübîne en çok hizmet edenlerdendir. İmâm-ı Leys, bir defasında ev yaptı. Onu çekemeyenlerden İbn-i Refâ’a, ona inadından gelip bir gece evini yıktı. İkinci defa tekrar yaptı, yine geceleyin yıktı. Üçüncüsünde İbni Refâ’a’ya felç isâbet etti ve bir müddet sonra öldü...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:36:07
“Şehidlerin efendisi” Hazreti Hamza


Uhud Harbine gidiliyordu... Resûlullah Efendimiz, (sallallahü aleyhi ve sellem) o sabah “Rüyada, meleklerin Hamza’yı yıkadıklarını gördüm” diye buyurdu. Uhud bölgesine varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş’in birinci bayraktarı Talha bin Ebî Talha, Hazreti Ali tarafından, ikinci bayraktarı Osman bin Ebî Talha da Hazreti Hamza tarafından öldürüldü...


KUREYŞLİLER ŞAŞKINDI!..
Sancaktarlarının ölmesi Kureyş’i şaşkına çevirdi. Sarsıldılar, sendelediler. Halid bin Velid’in saldırıları da sonuç vermedi. Müşrikler, kaçışmaya başladılar. Sâfvân, Hazreti Hamza’yı savaşırken görüyor, “Ben, bugüne kadar kavmini öldürmeye onun kadar hırslı bir kimse daha görmedim” diyordu...
Uhud Harbinde; Peygamber efendimiz, Hazreti Hamza’yı en önde zırhsız süvarilerin başında çarpışmakla vazifelendirdi. Hazreti Hamza, kendisine kartal kanadından bir tuğ yapmıştı. Umumi taarruza geçildi. Hazreti Hamza, iki elinde iki kılıç tutuyor “Ben Allahü teâlâ’nın arslanıyım!” diyor düşmanı önüne katmış öldüre öldüre ilerliyordu...
Herkes bütün güçleriyle çarpışırken, bir ara Resûlullah Efendimiz ile Hazreti Hamza arasında kimse kalmadı. Hazreti Hamza, hiç arkasına bakmıyor, hep ileri doğru hücum tazeliyordu. Savaşın başlamasından bu ana kadar tek başına 30 müşriki öldürmüştü...


AYAĞI KAYDI VE...
Bu sırada Siba bin Ümmü Emmar; “Bana karşı koyabilecek bir yiğit var mı?” diyerek Hazreti Hamza’ya meydan okudu. Hazreti Hamza “Yanıma gel ey sünnetçi kadının oğlu! Demek sen Allaha ve Resûlüne meydan okuyorsun, öyle mi?” deyip onu göz açtırmadan bacaklarından tutup yere serdi, üzerine çöküp, kafasını gövdesinden ayırdı... Kalktı, karşı kayanın arkasında, Vahşi’yi elinde mızrak ile kendisine nişan alıyor gördü. Sel sularının açtığı çukura gelince ayağı kaydı. Arkası üzeri yere yıkıldı, karnından zırhı açılmıştı. Mızrak atmakta çok usta olan Vahşi, fırsatı kaçırmamıştı. Fırlattığı mızrak Hazreti Hamza’nın mübârek vücuduna saplandı. Hamza radıyallahü anh, oraya çöktü. Bedeni bir daha doğrulamadı, fakat ruhu cennete çoktan uçmuştu...
Resulullah efendimiz mahzun... (Vahşî’ye niçin beddua etmiyorsunuz) dediklerinde, (Mi’râc gecesi, Hamza ile Vahşî’yi kol kola Cennete giderken gördüm) buyurdular. Evet, Vahşî de bir müddet sonra iman etmiş ve “Hazreti Vahşî” olmuştur... Bize düşen ise, onlara birer Fatiha göndermek...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:38:24
Nüktedan devlet adamı Keçecizade Fuat Paşa


Tanzimat devrinin en tanınmış devlet adamlarından Keçecizade Fuat Paşa (1815-1865), bilhassa politikada nükte denince adı akla ilk gelenlerdendir... Avrupa kültürü ile yetişmiş ve bize de bu kültürün yerleşmesi için gayret etmiş olan bu devlet adamı, Osmanlı imparatorluğunun kritik anlarında ya sadrazam (başbakan) ya da hariciye nazırı olarak uzun süre görev yapmıştır...

Kapı gıcırtısı!..
Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa’nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir...
Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar.
Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Ali’yi (Yüce Kapı) kastederek:
- Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der.

“Grese ihtiyaç var!”
Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır:
- Gres’e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan’ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:39:08
“Devlet adamı ikiyüzlü olmaz!”


Yusuf Kamil Paşa ve davetliler önceden bildirilen mükellef yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya buzlu çilekler gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine düşürür. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermez ve masada bulunanlara:

“Tuzlu çilek yediniz mi?”
- Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur. Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar:
- Paşam gerçekten nefis oluyor...
- Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim.
- Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa’ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler.
Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de:
- Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar.

“İşler bu yüzden
kötüye gidiyor!”
Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir:
- Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:39:47
Geldiler, vazifelerini yaptılar ve gittiler...


Osmanlı askerleri Bükreş’te Ruslar tarafından on misli bir kuvvetle yok edilmek isteniyordu. Türklerin toptan mahvedilecekleri kesin gözüküyordu. Bu toptan imhayı görmek için yabancı gazeteciler de oradaydı...
Ruslar, sabahın erken saatlerinde Osmanlılar üzerine gülleler yağdırmaya başladılar. Aradaki müthiş dengesizliği Osmanlı Türkleri de görüp biliyorlardı. Kumandanlarının müsaadesiyle hepsi abdest alıp ikişer rekat namaz kıldılar. Birbirleriyle kucaklaşıp helalleştiler. Son hücumlarını yapacaklar, ya şehid ya gazi olacaklardı...

Süngü süngüye çarpışma!
Ellerinde mermi de kalmayan Osmanlı kuvvetleri, süngü takıp hücuma geçecekti. Öyle de yaptılar. Ruslar da, kendilerine süngü ile hücuma kalkışan Türklere karşı silahlarını susturup, süngü takmışlardı. Yabancı gazeteciler, kendilerinden on misli fazla Rus kuvvetleri karşısında biraz sonra ezilip yok olacak olan Osmanlıların akıbetlerini merak ediyorlardı.
O sırada bir elini göğe doğru kaldıran Kolağası şöyle bağırıyordu:
- Evlatlarım, semaya bakın!..
Askerler semaya baktıklarında bir de ne görsünler! Yeşil elbiseler içerisinde bir ordu Rus askerlerinin üzerine şahin gibi süzülmüştü. Bu manzara karşısında tamamen coşan Osmanlı askerleri de “Allah Allah” diyerek düşmana saldırmaya başladılar.

Yeşil elbiseli askerler!
Bu müthiş manzara orada bulunan yabancı gazeteciler tarafından da müşahede edilmişti.
Neticede Müslümanlar galip gelmiş, o kadar maddi güce rağmen Ruslar mağlubiyetten kurtulamamışlardır.
Ortalık yatışmıştı. Tarafsız gazetecilerin en çok hayret ettikleri, yeşil elbiseli askerlerdi. Onları soruyorlardı:
- Sizlerle beraber savaşan o yeşil elbiseli nur yüzlü askerler nerede? Onları görmek istiyoruz.
Heyhat! Onları artık Müslümanlar da göremeyeceklerdi. Çünkü gelmişler, vazifelerini yapmışlar ve geri gitmişlerdi..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:40:34
Bir Anzak’ın kaleminden Çanakkale cephesi!..


Elian Cambell, hatıralarının bir yerinde ateşkes saatlerinden şöyle bahsetmektedir: “Ateşkes sırasında Türkler şehitlerini gömüyorlardı. Arkadaşlarımızdan birkaç kişi gönüllü olarak onlara yardım etmek istedi ve bu korkunç görevde dost ve düşman iş birliği yaptılar...”

Sığır eti ve bisküvi
Bu sırada yapılan konuşmalarda açlığını hissettiren bir Mehmetçiğe, bir Avustralyalı asker sığır eti ve bisküvi getirir.
Sonunda görev tamamlanmıştı. Her iki tarafın da askerleri siperlerine çekilmiş bekliyorlardı.
Birkaç hafta sonra Avustralyalı askerler Türk siperlerine karşı büyük bir saldırıya geçerler. Mücadelenin şiddetli bir anında Avustralyalı bir asker ağır şekilde yaralanarak Türk siperlerinin yakınına düşer. Yaralı asker acılı bir şekilde can çekişmeye başlar. Bundan sonrasını Cambell şöyle anlatıyor:

“Oracıkta şehit düştü”
“Mermi yağmurunun ortasında bir Türk, siperden fırlayarak yaralı askerimizi sırtına aldı ve bizim hatlara doğru taşımaya başladı. Türk, sırtındaki Avustralyalı ile birlikte yaralanmadan siperlerimizin korkuluklarına ulaştı ve sırtındaki arkadaşımızı kıyıdan aşağıya yavaşça bıraktı... Sonra bu Türk kendi hatlarına doğru yöneldi. Fakat birçok yerinden yaralanıp yere düşmeden önce ancak üç ya da dört adım atabilmişti. Ve oracıkta şehit düştü.
Yaralı Avustralyalı, aç Türk’e sığır eti ve bisküvi getiren askerdir. Onu sırtında siperlerimize taşıyan Türk, onun kumanya verdiği askerdir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:41:10
“Derviş Musa” nasıl “Merkez Efendi” oldu!

24 Ekim 2005 Pazartesi
Bir gün Sümbül Sinan Efendi, bir gün ders esnasında dervişlerini çetin bir imtihana tâbî tuttu. Onlara dedi ki: - Ey bir avuç topraktan ibaret olan canlar! Bu âlemin nasıl yaratılmasını isterdiniz?
Her derviş kendi gönlünce cevaplar sundu. Sıra Muslihuddin Musa Efendi’ye geldi ve yüzünde elmaslar oynaşan Sümbül Efendi tatlı bir tebessümle:
- Eee, bir de sen söyle bakalım Musa Efendi, sen nasıl bir dünya isterdin?

“Âlem bir nizam içinde”
Musa Efendi başını kaldırmadan cevap verdi:
- Efendim, bu âlem öyle tatlı bir nizam içinde ki; buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez!
Sümbül Efendinin istediği de buydu. Ay yüzünde görülmemiş bir ışık belirdi ve dedi:
- Aferin derviş Musa! Demek her şey merkezinde, böyle olmalıydı diyorsun! Öyleyse senin adın bundan böyle Merkez Muslihuddin olsun!
Bundan sonra derviş Musa, “Merkez Efendi” ismiyle gönüllerde taht kurdu...
***
Yine dervişlerin Sümbül Efendi etrafında birer pervane misali döndüğü günlerden biri, Sümbül Efendi dervişlerini imtihana tutmak istedi.
- Ey dervişler, her birinizden birer demet çiçek istiyorum, dedi.
Bütün dervişler dışarı süzüldü. Kırlara, bahçelere doğru koştular ve demet demet, kucak kucak çiçekler topladılar.

“Hangi çiçeğe
el atsam...”
Ancak Merkez Efendi düşünceliydi. Elinde, tek bir tane solmuş, kurumuş, cevheri gitmiş papatya vardı. Sümbül Efendi’nin önüne varıp boyun büktü ve:
- Efendim, hangi çiçeğe el atsam, onu Allah Allah diye zikreder buldum ve koparamadım, kusurum affola, dedi
Zaten Sümbül Efendi’nin beklediği de bu değil miydi... Bu asil davranış karşısında bütün dervişlerin başı önlerine eğilmişti..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:41:48
Ona artık “Hacı Bayram” dediler


Hacı Bayram-ı Velî’nin asıl adı Numan’dı. İlim tahsiline doğduğu il olan Ankara’da başladı. İlim ve irfan yuvası Bursa’da Medrese ilimlerini bütünüyle ikmâl edip iyi derece ile mezun olduktan sonra, derhâl Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’ye müderris olarak tâyin edildi.
Ankara Medresesi’nin başmüderrisi Numan, kendisine uzanan sevgi ve muhabbet iplikleriyle yumak yumak sarıldı, şan ve şöhreti günden güne etrafa yayıldı. Ne var ki bunların geçici ve aldatıcı şeyler olduğunu; ebedî olanı, Hak rızasına erdireni, gönülleri nur deryası haline getireni araması gerektiğini o da biliyordu.

“Şöhrette helâk vardır!”
Kendi kendine:
“Ey Numan, şöhrette helâk vardır! Aklını başına devşir!” diyordu.
Bu düşüncelerin ırmağında yüzdüğü bir gün Kara Medrese’ye yüzünde aydınlığın benekleri gezinen biri geldi. Bu pak yüzlü insan, ona Kayseri’den, Somuncu Baba’dan haber ve davet getirmişti. Bu daveti duyan Numan, derhâl Somuncu Baba’nın emrine boyun büktü ve yola koyuldu. Sonunda bir Kurban Bayramı günü Kayseri’ye vardı.
Somuncu Baba kendilerini bekliyordu. Yüksek huzura çıktı. Müderris Numan’ı karşısında gören Somuncu Baba ayağa fırladı ve haykırdı:
- Bilmem bu iki Bayram’ın hangisiyle sevineyim?
Ve bu andan sonradır ki, Numan adı unutuldu Bayram ismi dillerde gezinmeye başladı.
Müderris Numan, (yeni ismiyle Bayram) o Allah’tan kopmayan kulba yapıştı, ondan Allah’ın ilmini öğrendi ve yine mürşidiyle beraber hac farizasını eda etmek için mukaddes topraklara gitti. Artık o Müderis Numan değil, Hacı Bayram’dı. Mürşidinin ayak izlerinden giderek Allah’a emanetleri teslim etmiş ve o da bir mürşid olmuştu. Bundan sonra Ankara’ya dönüp irşad halkasını Anadolu’nun tam merkezine kurdu...

Murad Hanın rehberi...
Osmanlı Sultanları, her devirde Allah dostlarına danışmışlar ve böylece Allah’ın yardımını almışlardır. İşte Sultan II. Murad’ın rehberi de Hacı Bayram-ı Velî’ydi. Nitekim kendisine İstanbul’un fethinin, oğlu Mehmed’e nasip olacağını müjdeleyen yine Hacı Bayram-ı Velî Hazretleridir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:42:26
“Padişah benim ama o benim hocamdır”


14 asır önce müjdelenmişti İstanbul’un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Âlemde kaç kişiye nasip olurdu, Allah’ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak? Allah aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna; gözü, gönlü Allah’a dönük nice Hak dostu, nice Hak sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş, aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının her biri bu şerefe mazhar olmak için dayanmıştı Bizans’ın kapısına...

“Küffâr üzerine yürüyünüz!”
Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu Mehmed Han Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri Edirne’ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra “Ak Şeyh”e, yani Akşemseddin hazretlerine gelince o, şöyle dedi:
- Allah Resûlü’nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur! Gayret sizden, yardım yüce Allah’tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci Mehmed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir ırmak gibi Kostantiniyye üzerine aktı...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur’ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin hazretlerinin dediği demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin’i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh’e uzattılar:

“Yine ona gidiniz!..”
- Buyurunuz, ey âlem padişahı!..
Yüce şeyh, eliyle Fatih Sultan Mehmed Han’ı işaret ederek:
- Sultan odur, ona gidiniz!..
O zaman, genç ve muzaffer kumandan gülümsedi ve dedi ki:
- Gidiniz, yine ona gidiniz!.. Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir rehber için bundan büyük saâdet hayâl edilebilir mi?..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:43:01
Üstelik de kırmızı şemsiye kullanıyor”


Nezir Ağa adlı biri, Boğaz’dan geçen elçi kayığını Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa’ya göstermek amacıyla onun yanına gelir ve şöyle der:
- Şu küstahlığa bakınız Paşam. Baldırı çıplak Frenkler, nispet yaparcasına Padişahımızın kullandığı iki kürekli kayığın aynısına binmişler. Üstelik de kırmızı şemsiye kullanıyorlar. Kadirşinas bir vezir nasıl olur da böyle bir rezalete sessiz kalır?

“Paşam, ya boğulurlarsa?”
Sadrazam, hemen emir çavuşuna çağırarak emreder:
- Derhal denize açılarak şu gördüğümüz elçi kayığına yaklaşıp adamların başlarından şemsiyeyi, altlarından da kayığı çekip alın.
Çavuş, korku dolu gözlerle Sadrazam’a bakarak endişeyle sorar:
- Ama paşam, ya boğulurlarsa?

“Onu da babası düşünsün!”
Paşa, şöyle cevap verir:
- Onu da ben düşünecek değilim ya, orasını da yüzmeyi öğretmeyen annesi ile babası düşünsün...
Bugün, İstanbul’da Cibali ile Fener arasındaki semte adı verilen Küçükmustafapaşa “Daltaban” olarak da anılan Bozoklu Küçük Mustafa Paşa’dır. 17. yüzyılda yaşamış ve II. Mustafa Han’a ancak dört ay sadrazamlık yapabilmiştir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:46:13
Dünyanın en başarılı “tehcir” hadisesi...


Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti Doğu cephesindeki muharebeleri kaybedince, Ruslar bütün Doğu Anadolu’yu işgal ettiler ve burada yaşayan Ermeniler ile Rusya Ermenistanı’ndaki Ermenileri silahlandırarak bu vilayetlerde yaşayan vatandaşlarımız üzerine saldılar. Ermenilerin binlerce Türk’ün canına mal olan isyan ve katliamları karşısında bile, Osmanlı Hükümeti’nin ortaya koyduğu sakin ve sağduyulu tavır, belgeleriyle sabittir. Ancak, tedhiş hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmek zorunda kalmıştır.

Güvenlikleri için...
Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi, onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır.
Her şeyden önce, yer değiştirme kararı bütün Ermenilere uygulanmamıştır. Katolik ve Protestan Ermenilerin yanı sıra, Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ile Osmanlı Bankası şubelerinde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermeniler devlete sadık kaldıkları sürece göçe tabi tutulmamışlardır. Öte yandan, hasta, özürlü, sakat ve yaşlılar ile yetim çocuklar ve dul kadınlar da sevke tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları devletçe, Göçmen Ödeneği’nden karşılanmıştır. Bu tablo, Osmanlı’nın yer değiştirme konusundaki iyi niyetini göstermesi açısından önemlidir.
27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kanunu ve bu kanuna dayalı olarak çıkarılan emirler çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul’un güney kısmı, Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna nakledilmişlerdir.

Belgeler ortada...
Bu arada, Ermenilerin sıkça dile getirdiği gibi yer değiştirme sırasında 1.5 milyon Ermeni ölmemiştir. Gerek Osmanlı ve Ermeni, gerekse yabancılara ait istatistikler, I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin nüfusunun en fazla 1.250.000 civarında olduğunu göstermektedir. Ne kadar Ermeni’nin yer değiştirme uygulaması çerçevesinde bulundukları yerden çıkarıldığı ve ne kadarının sağ salim yeni yerleşim bölgelerine ulaştığı da belgeleriyle ortadadır...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:46:33
Musul’un Osmanlı hâkimiyetine girmesi

31 Ekim 2005 Pazartesi
Yavuz Sultan Selim Han, Safevîlerle yapılan Çaldıran Savaşı’nda elde edilen zaferden sonra, İran sınırını güvenlik altına almak maksadıyla, İdris-i Bitlisî’yi, daha önce Şah İsmail’e bağlılık bildirmiş Kürt ve Türkmen emirlerinin Osmanlı Devleti’ne tâbi olmalarını sağlamak için, bölgeye göndermişti.

İdris-i Bitlisî’nin başarısı!
Nitekim İdris-i Bitlisî hazretleri buralarda çok başarılı çalışmalar yapmıştı. Osmanlı Devleti’ne tâbi olan emirlere, oturdukları yerler yurtluk ve ocaklık olarak ikta edilmiş, buradaki aşiretlerin Osmanlı Devleti’ne tâbi olmaları sağlanmıştı.
Kanunî Sultan Süleyman Han, Tebriz Seferinde Hemedan ve Kirmanşah yolunu takip edip Cebel-ü Hamrin, Sülükân Çayırı ve Leylan’dan geçerek 1534’te Kerkük şehrine girdi. Kerkük, Osmanlı idaresine girmeden önce de Türkmenlerin elinde bulunduğundan “Gökyurt” olarak adlandırılmış ve resmî kayıtlara böyle geçmiştir.

1312 tarihli Salnâme
Kanunî Sultan Süleyman Han, Kerkük’te yirmi sekiz gün kaldı. Aynı sene içinde Kanunî’nin Bağdad Seferi ve Bağdad’ın fethiyle Musul bölgesinde Osmanlı hâkimiyeti kesinleştirilerek altı sancak ihtiva eden eyalet merkezi yapıldı. Bazı kaynaklarda verilen bu bilgiye karşılık 1312 tarihli Musul Salnâmesinde (1679-80) yılında Musul’un eyalet olduğu ve üç sanca??ı ihtiva ettiği belirtilmektedir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:46:52
Otlukbeli’nde iki Türk hakanı karşı karşıya!

01 Kasım 2005 Salı
Karamanoğlu İbrahim Bey’in 1464’te ölmesi üzerine oğulları birbirlerine düşmüşlerdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın yardımıyla İshak Bey, Karamanoğlu Beyliğine sahip oldu. Bunun üzerine diğer oğlu Pir Ahmed Bey, Fatih Sultan Mehmed’den yardım istedi ve gelen yardım sayesinde Beyliği ele geçirdi. Fakat Pir Ahmed Bey bir süre sonra gidip Venediklilerle anlaşınca, Fatih Sultan Mehmed, hemen Karaman Seferi’ne çıkmaya karar verdi.

Uzun Hasan’a sığındı
Konya ve Karaman alınarak Osmanlı’ya bağlandı. Karaman halkı İstanbul’a ve çeşitli yerlere göç ettirildiler. Pir Ahmed Bey kaçarak Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’a sığındı. Bu olay Osmanlılarla Akkoyunluların arasının açılmasına sebep oldu.
Osmanlılar Avrupa ve Anadolu’daki topraklarını genişletirken, Akkoyunlular Devleti de Doğu Anadolu, Kafkasya, İran ve Irak üzerinde hakimiyet kurmuşlardı. Sınırlarını genişleten iki Türk Devleti arasında büyük bir savaş kaçınılmaz olmuştu.

Akkoyunlu tehlikesi bitti
Otlukbeli mevkiinde 11 Ağustos 1473’te yapılan savaşta, devrin en kuvvetli savaş tekniğine ve araçlarına sahip olan Osmanlı ordusu, Uzun Hasan’ın kuvvetli süvarilerden kurulmuş olan ordusunu birkaç saatte dağıttı. Bu savaştan sonra Akkoyunlular bir daha kendilerini toparlayamadılar.
Fatih Sultan Mehmed Han, Akkoyunlu tehlikesini bu şekilde engellemiş oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:47:18
Astronomi âlimi Kadızade Rumi

07 Kasım 2005 Pazartesi
Osmanlılarda ilk önemli matematikçi ve astronom Bursalı Kadizade Rumi’dir. Musa Paşa da denen Kadızade-i Rumi, önce Bursa’da öğrenim gördü. Matematik ve astronomiyi Molla Fenari hazretlerinden öğrendi. Kadızade, öğretimini Bursa’da yaptı. Kız kardeşinden başka kimseye haber vermeden Horasan’a oradan Türkistan’a giderek bilgisini artırmaya çalıştı...

Başmüderrisliğe getirildi
Timur Han’ın torunu Uluğ Bey (1394-1449) zamanında Semerkand’da bulunduğu sırada, müdür Gıyaseddin Cemşid’in ölümü üzerine Semerkand Rasathanesi Müdürlüğüne, aynı zamanda Semerkand Medresesi Başmüderrisliğine getirildi.
Dört köşe olan bu medresenin dört tarafında dört sınıf vardı. Bir gün Uluğ Bey, müderrislerden birini görevden uzaklaştırdı. Kadızade, bunu protesto etmek için derslerine girmedi. Uluğ Bey, onu hastalandı sanarak ziyarete geldi. Karşısında Uluğ Bey’i gören Kadızade, asrımızın profesörlerine örnek olabilecek şu açıklamayı yapar:
“Biz müderrisliği, hiçbir kimseyle ilgisi olmayan bir görev zannederdik. Halbuki şimdi bunun da hüküm sahiplerinin elinde oyuncak olduğunu gördük. Öyleyse biz de dersten vazgeçtik.”
? Eski görevine döner...
Bunun üzerine Uluğ Bey, görevden aldığı müderrisi eski görevine döndürür ve bir daha bu işlere karışmayacağını açıklar. İşte size, tarihte gerçekten büyük olan bilim adamlarının ve yöneticilerin varlığına müşahhas bir örnek...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:47:37
Fatih’in Medreseleri “Sahn-ı Semân”

08 Kasım 2005 Salı
Fatih Sultan Mehmed döneminde ilk medrese eğitimi, fetihten hemen sonraki günlerde cami haline getirilen Ayasofya’da başlamıştır. Caminin yanındaki papaz odaları boşaltılarak öğrencilerin buralarda kalmaları sağlanmıştır. Molla Hüsrev’in başmüderrisliğe getirildiği bu ilk öğretim kurumunda, İstanbul’un ilk kadısı, Ayasofya’yı cami olarak “tescil eden” Hızır Çelebi’nin ilk müderrisler arasında bulunduğu görülmektedir. Bu sıralarda Molla Zeyrek de müderris olarak Zeyrek Camii’nde derslere başlamıştır. İşte İstanbul’da fetihten sonra öğretime başlayan ilk iki medrese bunlardır...

Zeyrek’teki öğrenciler...
Fatih Medreselerinin yapımı bitince, Zeyrek’teki öğrenciler oraya taşınmış, Ayasofya’da ise öğretim sürdürülmüştür. Vakfiyesinde de belirtildiği üzere, Medaris-i Semaniye (Sahn-ı Semân) adı ile Fatih Camii’nin etrafında yapılmış olan bu yeni kuruluş, (Sekiz medrese) ve her medresenin arkasında Tetimme adı verilen daha küçük sekiz medreseden oluşmaktadır. Ayrıca müderris ve öğrencilerin yararlanması için bir kitaplık, bir darüşşifa ve bir de misafirhane bulunmakta idi. Medreselerin her birinde “akli” ve “nakli” bilimlerde birer müderris, daruşşifada ise hangi milletten olursa olsun iki hekim, bir göz hekimi, bir cerrah ve bir de eczacı görevlendirilmişti. Hekimlerin hastaları günde iki kez ziyaret etmeleri şart koşulmuştur.

“Enderun Okulu”...
Fatih döneminde üzerinde durulması gereken önemli bir kuruluş da hızla geliştiği görülen bir yüksek okul niteliğindeki “Enderun Okulu”dur. Bu kuruluş içinde askerlik, yöneticilik, güzel sanatlar bölümleri olduğu gibi, ayrıca bir de hastane bulunmakta idi. Tanzimat dönemine kadar yaşadığı görülen “Enderun Okulu”nda Galatasaray, Eski Saray ve Edirne Sarayı gibi sarayların orta dereceli saray okullarını bitirenler kabul edilmekte idi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:48:08
Kınalızâde Ali Çelebi

09 Kasım 2005 Çarşamba
Kınalızâde Ali Çelebi ilk tahsilini doğduğu yer olan Isparta’da yaptıktan sonra İstanbul’a gelir. Burada akrabalarından Kadir Efendi’nin nezaretinde tahsilini ikmale çalışır. Mahmud Paşa, Davud Paşa ve eski Ali Paşa Medreselerini bitirdikten sonra Fatih’teki üniversiteye girer. Burada dönemin tanınmış müderrislerinden Kara Salih Efendi, daha sonra da Kamil Çivizâde’nin derslerine devam eder ve onun yardımcılığını üstlenir...

Ebussuud Efendi’ye gider...
Sıra Ali Çelebi’nin müderris olmasına gelince, Ebussuud Efendi’den ses soluk çıkmaz. Çünkü tayin etme ve görevlendirme onun uhdesindedir. Ne ki, Ebussuud Efendi, bütün kemalet ve faziletine rağmen kendisine rakip saydığı Çivizâde’nin yardımcısına müderrislik görevi vermek istemez. Bu durum Ali Çelebi’yi fazlasıyla üzer.
Görev beklemekten bıkan ve sabrı tükenen Ali Çelebi, sonunda teklif etmiş olduğu bazı eserleri alıp doğruca Ebussuud Efendi’ye gider. O da niçin geldiğini sorar. Kınalızâde biraz kırgın ve kızgınlıkla şöyle karşılık verir:
-Bazıları, memuriyet ve müderrislik için devlet ricalinin kapılarını dolaşarak maksadlarına nail oluyor. Biz ise istediğimiz müderrisliği bu eserlerle almak istiyorduk. Şayet başka kapıları müracaat lazımsa bilelim ve ona göre hareket edelim?
Ebussuud Efendi, genç müderris adayının kendisine takdim ettiği eserleri okur, inceler, daha sonra da onu derhal Edirne’deki Hüsameddin Medresesine tayin eder.

“Mürüvvete sığmaz!..”
Kınalızâde Ali Çelebi’nin verdiği sert karşılığa, alicenap ve kadirşinas Ebussuud Efendi kızmamış ve darılmamış, hatta onun cevabını yanındakilere şöyle örnek göstermiştir:
-İşte insan olan böyle fiilen ehliyet ve liyakatini ispat etmek suretiyle hakkını ister. Emeline nail olabilmek için şunun bunun şefaat ve delaletine müracaat etmek
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:48:29
Hristiyan tarihçinin kaleminden “hac”

10 Kasım 2005 Perşembe
18. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelerek intibalarını yazan Hristiyan tarihçi M. A Ubucini, Müslümanların hac ibadetini araştırdıktan sonra kendi dini ile kıyaslamış. Ubucini, İslam’ın eşitlik anlayışına olan hayranlığını bakın nasıl ifade ediyor:

Eşitlik kavramı...
“Hac aslında sadece büyük Müslüman ailesinin dağınık fertlerini birbirine bağlamak hedefini gütmüyordu; hac bilhassa, bu ibadeti yapmakta olan Müslümanlara, aynı imanı taşıyan kimseler arasında hüküm sürmesi gereken eşitlik kavramını hatırlatmak için tesis edilmişti. Biz Hristiyanlar böyle bir eşitlik örneğini, bu yüce ahlaki eşitliği gösterebiliyor muyuz? Değil kilisenin içinde, mezarlarımızda bile bu ulu eşitlik kavramından tek eser yok. Buyurun bir camiye girelim... Orada Allah’ın şanına yakışmayan, lüzumsuz ve boş süslemeler, resimler, heykeller yok yalnızca şunlar var;

Müslüman mabetleri...
Duvarların üzerine işlenmiş bazı Kur’an ayetleri, bir mihrap, bir kürsü ve müminler için tertemiz sergiler. Hiçbir şeref kürsüsü hiçbir özel yer ve hiçbir derece farkı göremezsiniz Müslüman mabetlerinde... Sadece ibadet eden insanlar vardır ve ibadetten alıkoyacak veya ibadet edenleri rahatsız edecek hiçbir şeye rastlayamazsınız...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:48:48
İngiliz elçisi Sir Flip Küri’nin pişmanlığı!

11 Kasım 2005 Cuma
Ermeni olaylarının cereyanı sırasında Sultan İkinci Abdülhamid’e şiddetle muarız olan ve hükûmetine yazdığı raporla İngiltere hariciye nazırı (dışişleri bakanı) Lord Salzbury’nin Türkiye aleyhinde icra ettiği teşebbüslerin ve nihayet parlâmentoda söylediği şiddetli nutkun âmillerinden bulunan İstanbul’daki İngiliz elçisi Sir Flip Küri’nin teşebbüsü neticesiz kalınca İstanbul’dan gönderilecekti... Vedânâmesini takdim için hariciye nezaretine tevdi ettiği huzura naliyet istidası padişah tarafından bilhassa uzatıldıktan ve binaenaleyh sefir epeyce kızdırıldıktan sonra nihayet huzura kabul olundu.

Padişahın gezinti teklifi!
Pedişah elçiyi yanında uzunca müddet tutabilmek için vedânâmesinin takdiminden sonra bahçede bir gezinti teklif etti. Bu gezinti sırasında sözü Ermeni olaylarına getirerek, cereyan eden hali sefire, anlayacağını tahmin ettiği bir şekilde samimî bir lisanla hikâye etti.
Saraydan doğruca Sirkeci Garı’na gelen elçi orada telâş ve teessür içinde bir aşağı bir yukarı dolaşırken sefaret ikinci tercümanı Mariniç’e dedi ki:
-Yazdığımız raporlarda, hata etmiş ve padişah hakkında âdeta iftiraya kadar gitmiş olduğumuzu kesinlikle anladım. O sebeple ziyade müteessirim. Teessüf ederim ki artık bu hatayı tamire imkân yok!

O, siyasî bir deha idi...
Evet, düşündürücü ve düşünülmesi gereken bir durum değil mi? Sultan Abdülhamid Han gibi siyasî deha sahipleri İngilizlere bile gerçeği anlatmasını biliyor ve onları yaptıklarına pişman kılabiliyordu. Ya şimdi?..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:52:11
Veren de O alan da O!..”

13 Kasım 2005 Pazar
Sultan Selîm Han Mısır’ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde k??ldı. Namazı kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı.
Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe;

“Sana kısmet değilmiş”
- Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş, dedi. O da;
- Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum, dedi. Şa’rânî hazretleri de;
- O sebeb oldu görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Aleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor.

“Savunacak halim yok!”
Hani sen her Cumâ hutbelerinde; “Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır,
alçaltan da...” demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?” deyince, o hatîb;
- Üstâdım! Bu sözler karşısında aciz kaldım. Hüccet ve isbâtlarınla beni susturdun, diyerek oradan ayrıldı..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:52:31
İngiliz casuslarının uyguladığı metotlar

14 Kasım 2005 Pazartesi
Birinci Dünyâ Savaşı’nda İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yutmak için çok kesif bir câsusluk ve propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint Müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılıklarına mukâbil Arap dünyâsında bâzı çözülmeler başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla kurulacak devletlerden taçlar vadedilerek ayrılık telkin edilmekteydi...

Birliğin tesisi için...
Sultan Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini “Hilâfeti hâiz olan Türkler” etrâfında yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini huzûruna kabûl etti. Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği yeniden kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde Müslümanların en fazla sözünü dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî hazretleri idi. Şeyh hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine hizmete hazır bulunduğunu bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıkacağı sırada kendisini dâvet eden Sultan Reşâd Han vefât etti. Evet, kaderde olanlar başa gelecekti...

Hâlâ faaliyetteler mi?!.
İslam ülkeleri içinde ve dışında Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında çatışma ve kargaşa çıkartmak veya Müslüman fırkaları arasındaki İslam birliğini zayıflatmak, her asırda İngilizlerin vazgeçmediği hedeflerdir. Böylece Müslümanların gelişme ve ilerlemeleri engellenecek aralarında sürekli ihtilaf ve geçimsizlik oluşturarak esas meselelerle ilgilenmelerini önlenecek ve mevcut birlik ortadan kaldırılacak. Müslümanların fikrî güçlerini, millî servet ve mâlî hazinelerini boşa harcatarak, gençlerin vatana millete şevkle hizmet etmelerini önlemek için “yerli işbirlikçileri” ile çalışan “İngiliz casusları”nın hâlâ faaliyette oldukları anlaşılmıyor mu? Ne dersiniz?!.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:53:04
“Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmaz”

15 Kasım 2005 Salı
Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir zât-ı muhterem idi. O mübârek kimse, bir gün Alâeddîn Esved hazretlerini ziyârete gitti. Onun mahalline vardığında, Alâeddîn Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzî ve orada bulunan Alâeddîn Esved’in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, Kara Halîl imâmete geçti. Cemâata namazı kıldırdı.

“Hâkim-i samedânî lâzım”
Alâeddîn Esved de, odasından çıkıp namaza katıldı. Namazdan sonra bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeble dinledi. Sonra başını kaldırıp;
-Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak ve hüküm beyân etmek için bir hâkim-i samedânî lâzımdır. Talebenizden birini benim ile sefere gitmek için tâyin etseniz, deyip, merâmını arzetti.
Alâeddîn Esved hazretleri Orhan Gâzi’nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra talebelerine baktı. Her birinin; “Ne olur beni gönderme!” diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan ulemâyı tehlikede görüyorlardı ve ahiretleri için korkuyorlardı. Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı, emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına meyletmekten sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı...

İş başa düşmüştü...
Alâeddîn Esved diye anılan “Kara Hoca”nın talebelerinden birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi Çandarlı Kara Halîl’i Sultan Orhan Gâzi’ye verdi. Kara Halîl de, “Memur, mâzûrdur” hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, Sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının, Devlet-i âliyye-i Osmâniye içerisinde sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine gayret eyledi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:53:23
Bahri Dede”nin zafer müjdesi!

16 Kasım 2005 Çarşamba
Kânûnî Sultan Süleymân Zigetvar Seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer kazanmak için duâ etti. Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede’den de duâ istemişti. Bahri Dede savaşa kendisinin de katılacağını söyledi. Ordunun hareket günü gelince o da orduyla yola çıktı. Böyle mübarek bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu...

Her şeye rağmen...
Ancak, Zigetvar Kalesi kuşatılıp peş peşe iki taarruz yapılmasına rağmen bir türlü fetih müyesser olmuyordu. Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan “Bahri Dede”, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti. Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı. Her şeye rağmen Bahri Dede gibi bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu sebeple büyük bir azim içinde idiler...

Pâdişâh vefât etmişti...
Yeniçeri Bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara yerleştirip fitilini ateşledi. O anda düşmanın hücûmuna uğrayan Yeniçeri Bölükbaşısı şehît düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir gedik açtı. Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti... Ordu zafere ulaşmıştı, ancak pâdişâh hastalanıp vefât etmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:53:46
Bayezîd Han ve “Yiğitbaşı”...

17 Kasım 2005 Perşembe
Sahte tarîkatler türediğini duyan İkinci Bayezîd Han, bir meclis kurdurdu. Bu mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Kim hak yolda kim batıl yolda, bu düğümün çözülmesi için Ahmed Şemseddîn (Marmaravî) hazretlerini Manisa’dan İstanbul’a dâvet etti.
Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul’da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine reislik etti.

Hakikat süzgeci...
O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu süzgeçten hak ve doğru yolda bulunan rehberler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler.
Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle “Yiğitbaşı” lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul’da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa’ya döndü.

Manisa’ya akın ettiler...
Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı ve o mübareğin ilminden istifade etmek isteyenler Manisa’ya akın ettiler...
Ahmed Şemseddîn hazretleri arkasında yüzlerce talebe ve sekiz cilt eser bırakarak 1504 yılında sonsuzluk âlemine göçtü. Türbesi Manisa’da Seyyid Hoca Mahallesindedir. Zamanla yıkılan ve kaybolmak üzere bulunan dergahının yerine Yiğitbaşı vakfı tarafından adına bir mescid inşâ ettirilmiştir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:54:06
Muhammed aleyhisselam

21 Kasım 2005 Pazartesi
Âlemlerin efendisi Muhammed aleyhisselâm, hastalığı ağırlaşıp, şiddetli ağrılarının olduğu gün, Eshabını mescidde toplayıp buyurdu ki:
“Ey Eshabım! Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, istesin. Benim yanımda sevgili olan, benden hakkını istesin veya helal etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım...”

“Namaza devam ediniz”
Sonra evine çekildi. Âlemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyordu, mübarek dudaklarından, “Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!.. Ey Allah’ım! Beni yarlığa! Bana rahmetini ihsan eyle!.. Beni Refik-i ala zümresine kavuştur!..” cümleleri döküldü.
Cebrail aleyhisselam gelince de ona; “Allahü teâlâ katından üç muradım vardır: Biri; ümmetimin günahkârlarına beni şefaatçı etmesi, ikincisi; dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü; Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana arzedilmesidir” buyurdu.
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladı. Son nefesinde bile “Namaza! Namaza! Ellerinizdeki kölelerinize...” diye tavsiyede bulunmaktan geri durmamakta idi. Peygamberimizin en son sözü “Kadınlarınız ve ellerinizdeki köleleriniz hakkında Allah’tan korkunuz!” buyruğu oldu.

“Rahmetini ihsan et!”
Rebiül’evvel ayının on ikinci Pazartesi günü kuşluk vakti, Hz. Aişe, şifa bulması için dua edince, Peygamberimiz “Hayır! Ben, Allah’tan, Refik-ı ala zümresine katılmayı Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim! Ey Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur! Ey Allahım! Bana, rahmetini ihsan et! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur!..” diyerek duaya devam ediyordu. Sonra, gözü evinin tavanına doğru dikildi ve “Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kat!” diye dua etti. Sonra da gözlerini kapadı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 11:56:14
Kazıklı Voyvoda Vlad Tepeş

22 Kasım 2005 Salı
Vlad, Romanya Sighisoara’da doğar (1431), babası Dragula (ejderha) adıyla anılan ünlü bir Romen savaşçısıdır. Görünen odur ki istikbalde Eflak-Boğdan’ı bu aileden soracaktırlar.
O günlerde Romanya üzerinde iki güç söz sahibidir: Türkler ve Macarlar. Macar Kralı Stanislav işgal ettiği topraklara kendi adamlarını yollar, idareyi yerli halkla paylaşmaz. Macarlar Romenleri adam yerine koymaz, felaket bunaltırlar. Türkler ise fethettikleri ülkelerin başına yerli prenslerden birini oturtur, yöre insanının diline, dinine, yemeğine, kıyafetine karışmazlar. Onları vicdanlarıyla baş başa bırakırlar. Ha içlerinden Müslüman olmak isteyenler çıkarsa ne ala...
Zaten Osmanlılar Balkanlar’da bu yüzden yayılır, “tercihe şayan” olurlar.
Sultan Murad da geleneği bozmaz, Eflak Boğdan’ı ele geçirince efsane savaşçı Dragula’nın büyük oğlu Mircea’yı Voyvodo yapar, kardeşleri Vlad ve Radul’u yanına alır, önce Bursa’da, bilahare Edirne’de ağırlar.
Bu iki kardeşten Vlad henüz 11 yaşındadır, Radul ise 8-9 filan...

Fatih’le yan yana
Osmanlılar iki prense 3 yıl boyunca Türk örf ve ananelerini, devlet adabını belletmeye çalışırlar. Hatta Vlad ile Fatih aynı hocaların önünde diz kırar (itibara bak), birlikte ders okurlar.
Aradan uzun yıllar geçer, Fatih, babasının vefatı üzerine (1451) sultan olur ve İstanbul’u alarak payitaht yapar.
Bu arada Prens Mircea, Macarlarla savaşırken ölür, Fatih yakinen tanıdığı Vlad’ı Eflak’ın başına koyar, mâkul bir vergiye bağlar. Vlad’ın ilk yıllarında yöre sakindir ancak goygoycu takımı genç prensin etrafını sarar, çalar sazlar, oynar kızlar... Hani derler ya “alkol bu, şişede durduğu gibi durmaz” voyvoda tez dağıtır, o terbiyeli çocuk insanlıktan çıkar.
Birlikte kadeh kaldırdığı şakşakçılar sık sık “sizi Wallachia Kralı olarak görmek istiyoruz” der, hazretli, haşmetmeaplı cümlelerle nağme yaparlar. Bunların makara olduğunu o da bilir ama içinde bir hırstır kımıldar, boyuna posuna bakmadan Osmanlıya kafa tutar!

Çocuk düşmanı
Vlad, kullandığı uyuşturucular yüzünden çocuk sahibi olamaz, aslı nesli kuruyunca “babalara” felaket takar. Başka bir şeye gülünse bile kendisiyle alay edildiğine yorar. Bir zaman sonra iyice şirazeden çıkar, çocuğunu emziren annelerin memelerini kestirir, bebelerinin kafalarını göğüslerine çakar. Bir türlü hamile kalamayan karılarına eziyet eder, hele “sen kısırsan ne yapabilirim ki” deme cüretinde bulunan metresini bacaklarından gerdirir, kamasıyla ikiye yarar.
Zulmettikçe, ayağına takılanlar azalır, düşünebiliyor musunuz kan döktükçe alkışlayanı artar.
Hatta bir keresinde fakir fukarayı bir hangara toplar. Onlara yeni elbiseler dağıtır, önlerine hiç görmedikleri saray yemekleri koyar. Yıllanmış fıçılarını da açınca adamlar çakır keyif olurlar. Ne zaman ki şarkılar söylemeye başlarlar, kapıları kapattırır ve içeri neftli bezler atar. Sonra alevli bir ok...
Feryatlar, figanlar...

Zevke bak!
Voyvoda suçlu olsun olmasın “sen, sen ve sen bu yana” der, piyango kime çıktıysa kazığa oturtup seyrine bakar. İnsanları kazıklama hususunda “kazı kazancı” adaletiyle yaklaşır, kimseye ayırım yapmaz. Bazen yakınları da hışmına uğrar, “n’aptım, niye ben” diyemeden kazıklanırlar.
Voyvoda bu kazık meselesine çok önem verir ve detayları gözden kaçırmaz. Direkleri itina ile hazırlar ve ihtimamla çakar. Kazık için sert ve mukavim ağaçlar getirtir, bunları önce yuvarlatır, sonra parlatırlar. Ucunu kurşun kalem gibi sivriltip (sanıldığı gibi bağırsak çıkışından değil, iç organları parçalanmış bir adam neye yarar?) kuyruk sokumundan ve deri altından çaktırmaya başlar, adamın omurgalarını destek alarak ilerler ama felç etmemeye bakar (öyle çabucak ölüp kurtulmak var mı? Adam neşesini bulacak!). Ne zaman ki kazığın ucu enseden çıktı adamı götürür, tabela gibi meydana asarlar. Garipler acıdan ve açlıktan ölür, genelde bir hafta kadar canlı kalırlar. Şuurları yerindedir, sayarlar söverler ama neye yarar? Evden işe, işten eve gidenler kuzu gibi şişe geçirilmiş zavallılara bakar, hadlerini bilir, ayaklarını “denk” alırlar.
Prens Vlad, mangalını bostan korkuluğu gibi sıralanan kazık ormanının ortasına kurar. Feryadlar yükseldikçe iştahı artar, ekmeğini kazıklardan damlayan kanlara banar. Çığlıklar azalırsa içlerinden birinin derisini yüzdürür ve canlı canlı tuza basıp salamura yapar.

İkramlar firmadan!
Peki bunca ceset n’olur? Voyvodamızın hempaları definle filan uğraşmaz, mevtaları kuşbaşı doğrayıp çömleklere basarlar. Genç erkek ve kızları, körpe çocukları tandıra bırakır, biberini baharatını ayarında kullanırlar.
Zira Voyvodamız ebeveynlere, yavrularının etini yedirmekten büyük bir zevk duyar. Bir gün kendisini görür görmez esas duruşa geçemeyen bir papazı şişe geçirtir, eşeğini de ondan ayırmaz. Zavallı hayvan neye uğradığını anlayamaz, kazıkta debelenir, acı acı anırıp ortalığı yıkar. Bu hiç alışılmadık bir sestir, o gece kimse uyuyamaz, sabahı zor yaparlar.
Zalim bir yönetici, mazlum bir halk... Hadise bu kadar basit değildir, Vlad iktidarda kalmanın iki yolu olduğunu çok iyi anlar. Tebaayı memnun etmek! Ya da korkutmak! Ahaliyi hoş tutmak zor mu zordur, verdikçe ister ve en ufak bir aksaklıkta ihanete kalkarlar. Bunca nimete rağmen Allah’a bile şükretmeyen insanlar, ona sadık kalacak değillerdir ya. Ama korkutmak kolay ve masrafsızdır. Hem Balkanlar’da şiddet daima prim yapar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:00:21
Balkanların çıbanı Kazıklı Voyvoda

23 Kasım 2005 Çarşamba
Kazıklı Voyvoda namlı Vlad Tepeş, dengesiz bir adamdır, kime ne yapacağı hiç belli olmaz. Bir bakarsınız kapısında nöbet tutan muhafızı öldürtür, bir bakarsınız birlikte sofraya oturduğu asilzadeyi kazığa çakar. Eflâk’a dil öğrenmeye gelen 400 Macar öğrenci ile panayıra uğrayan 600 Alman tüccarı sebepsiz mesnedsiz cellada yollar. Hıristiyanlara da saldırmaktan geri durmaz ama öncelikle dedelerimizi tüketmeye bakar.
Fatih, birlikte okuduğu ve bizzat seçip Eflak Boğdan’a yolladığı prensi yakinen tanır, bu zulmü Vlad’a yakıştıramaz. Yine de soruşturma yaptırmaktan geri durmaz. Ne yazık ki elçiler de aynı akıbete uğrar, şerefsiz herif Osmanlıların sarıklarını başlarına çiviletir, kafataslarından kadeh yaptırıp kanlarını yudumlar.
Eh küstahlığın bu kadarı da fazladır. Bu kez Vidin Muhafızı Hamza Paşa’dan Vlad’ın kulağnı bükmesini arzular. Ancak bu kanlı katil, paşa maşa tanımaz, sakalı devlet işlerinde ağaran ihtiyar muhafızı kazığa çakar.
Yetmez Bulgaristan’a iner, ahaliyi kırar. Zemin, katran gibi pıhtı tutar, 25 bin esiri de zincirleyip peşine takar.
Fatih Sultan Mehmed iş başa düştü deyip Eflâk seferine çıkar. Veziriâzam Mahmud Paşa 175 teknelik donanma ile Karadeniz ve Tuna kıyılarını abluka altına alır, sahilde kuş uçurtmaz.

El mi yaman bey mi?
Voyvoda bozuntusu önce Transilvanya ormanlarına sonra Karpat dağlarına kaçar. Göründüğü yerde asla durmaz. Fatih, Eflâk başkentine girdiğinde 20 bin cesetlik bir kazık ormanı ile karşılaşır ki ortalık felaket kokar. Kargalar göz oymakta, köpekler kol bacak koparmaktadırlar. Mevtalar arasında anlı şanlı Hamza Paşa’yı da görünce gözyaşlarını tutamaz.
Vlad’ın izini sürer, onu Poeinari Kalesi’nde kuşatırlar. Bu hisar 900 metre yüksekliğinde sarp bir tepenin zirvesine kurulmuştur, top tüfek işe yaramaz.
Vlad teslim olmayacak kadar inatçıdır ancak kendisiyle birlikte mahsur kalan eşi Elizabetha bu sinir savaşına dayanamaz, kendini burçlardan aşağı atar. Gelgelelim Vlad gizli geçitleri kullanarak kurtulur ve Macaristan’a kaçar.

Beklenen akıbet
Fatih, Vlad’ın yerine kardeşini (yakışıklılığı ve munis tabiatıyla tanınan Radul’u) oturtur. Doğrusu bu zarif prens Osmanlı’ya sadık kalır, Padişahı üzmemeye bakar. Fatih Vlad’ı cezalandırma işini Macarlara havale eder, nitekim adamlar onu yakalar, içeri tıkarlar.
Vishegrad ve Peşte’de 14 yıl gözaltında tutulan Dracula, hapishane günlerini fareleri kazığa geçirerek değerlendirir, kuşlar üzerinde çalışabilmek için gardiyanlara rüşvet verir, hayvancıkların diri diri tüylerini yolup stres atar.
Politika pis iştir vesselam. Türklerle, ne askeri, ne siyasi hiçbir alanda aşık atamayan Avrupalılar belden aşağı vururlar. Yeni Macar Kralı Matei Corvin ve Moldova Prensi Stefan, Vlad’ı silbaştan Osmanlının başına sararlar. Onu salıvermekle kalmaz, silah ve asker de verir, kanlı operasyonlar düzenlemesi için kışkırtırlar.

Adrese teslim
Ancak Osmanlı istihbaratının gücünü unutmuş olmalıdırlar, Voyvoda’nın sadık sandığı adamları dahi İstanbul’a çalışırlar. Nitekim onu hiç ummadığı bir anda yere yıkar, kafasını koparırlar. Kanlı kelleyi bir sepete koyar, Dersaadete yollarlar. Laşesini de Bükreş yakınlarında (Snagov Manastırı’nda) bir çukura atarlar...
Efendim yıllar sonra mezar açılmış da boş çıkmış filan... Laf...
Duymuşsunuzdur, yılın üç yüz günü güneşe hasret kalan Britanyalılar kasvetli binalara kapanır, ürkütücü hikayeler uydururlar. Onlara sorarsanız mahzenlerde çatı aralarında hortlaklar dolanmakta, kapıların ardına sinmekte ve gırtlak sıkmak için fırsat kollamaktadırlar. Güya göllerin derinliklerinde, zürafa boyunlu canavarlar yaşamakta balıkçıları ham yapmaktadırlar. Sonra her şatoya iç ürperten bir hikaye yakıştırırlar.
İşte hayatı boyunca İrlanda’dan çıkmayan, Romanya’ya ve Karpatlar’a adımını dahi atmayan, sabah 8 akşam 5 mesaisi ile Dublin’de devlet memurluğu yapan bir yazar (Bram Stoker) Kazıklı Voyvoda’nın hikayesinden “Kont Dragula” gibi bir karakter çıkarır (1890’lar filan) ve milletin tüylerini diken diken yapar.

Dublinli Dracula
Aslında Avrupa’da eskiden beri cadı, vampir, kurtadam hikâyeleri anlatılagelir, sonra kara kancoloslar, kör korsanlar, yılanlı defineler, kuru kafalar filan...
Birileri insanların zaaflarıyla oynar, sinir tellerine dokunmaktan zevk alırlar...
Hattı zatında bu masallar taaa Homeroslu yıllara uzar, sözde Zeus’un gayrimeşru dalgası Lemeia canavarın tekidir, öyle ki kendi çocuklarını öldürecek kadar...
Orta Çağ kilisesi bunlara teammüden (bilerek, isteyerek) alkış tutar, ürken korkan insanlara haçlar, ikonalar, kutsal sular pazarlar.
Engizisyon mahkemeleri bir milyona yakın kadını “cadı olabileceği” ihtimaline karşı yakar. Eh cadılar yalancı olabilecekleri için (!) kendilerini savunamazlar. Halbuki tarihçiler engizisyondan başka cadı tanımaz.
İşte Mr. Brom da romanını bu alt yapı üstüne kurar. Hadise elbette karanlık gecelerde geçer, mezarlıklar, siyah perdeli faytonlar, mumya edalı arabacılar filan... Sonra metruk şatolar, baykuşlar, yarasalar...
Ansızın çakan şimşeklerle yüzleri hayal meyal aydınlanan kara vicdanlılar, kanını emecek “av” ararlar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:01:09
Hazreti Nuh’un vefatı

25 Kasım 2005 Cuma
Nuh aleyhisselâm vefatı yaklaştığı sırada yerine büyük oğlu Sâm’ı vekil bıraktı ve yanına toplanan oğullarına birtakım tavsiyelerde bulundu. Allahü tealaya ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca oğlu Sam’a:
“Yavrum, kalbinde zerre miktarı şirk olduğu halde kabre girme! Çünkü Allahü tealanın katında müşrik olarak gelen kimse için bir mazeret, özür yoktur. Yavrum, kalbinde zerre miktarı kibir bulunduğu halde kabre girme! Çünkü kibriya, büyüklük Allahü tealaya mahsustur. Büyüklük taslayan kimseye azab eder...

“Sana vasiyetimi söylüyorum”
Yavrum, kalbinde zerre miktarı rahmetten ümit kesmiş olarak kabre girme! Çünkü dalalete, küfre düşmüş kimseden başkası Allahü tealanın rahmetinden ümid kesmez. Sana vasiyetimi söylüyorum. Sana iki şeyi emrediyor, iki şeyden nehyediyorum. Sana Kelime-i tevhidi emrediyorum. Çünkü yedi kat sema ve yedi kat yer terazinin bir kefesine ve La ilahe illallah kelimesi de diğer kefeye konsa bu kelime onlardan ağır gelir. Eğer yedi kat sema ve yedi kat yer uçsuz bucaksız bir çember olsalar La ilahe illallah ve Sübhanallahi ve bihamdihi kelimeleri onları kırar. Çünkü bunlar her şeyin duasıdır ve halk bunlarla rızıklanır. Seni şirkten ve kibirden nehy ediyorum. Gücün yeterse kalbinde şirkten ve kibirden bir şey bulundurmamaya çalış!..”
Hazreti Nuh’un vefatı yaklaştığında, Cebrail ve Azrail (aleyhimesselam) birlikte geldiler. Azrail aleyhisselâm buyurdu ki:
“Ey uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar (Bin sene yaşadı) hayat sürdün. Çok günler geçirdin, sıkıntı ve meşakkat diyarı olan bu fâni âlemi nasıl buldun?”

“İçeride çok az kaldım!”
Hazreti Nuh da şöyle cevap verdi:
“İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar kaldım...
Bundan sonra vefat edip, Kudüs’te Beyt-i Makdis civarına defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:01:37
Efsane kaptan Çaka Bey

29 Kasım 2005 Salı
Çaka Bey düzenli deniz tatbikatlarımızdan biri miydi? Yoksa Yenikapı’dan Bostancı’ya kalkan İDO teknesi mi?
Başka?
Aklımıza başka ne gelebilir?
Topçu, popçu değil ki...
Efendim, Çaka ve Yalvaç, Çavuldur boyundan bir bey oğludurlar. Bunlar Danişmend Gazi’nin emrinde at oynatırlar. İşte Bolu civarlarına çıktıkları akınlardan birinde Kabalika Alexandra komutasındaki güçlü bir Bizans ordusuyla karşılaşırlar. Çaka henüz yüzünde ustura gezinmemiş bir genç irisidir, ancak mahirane hamleleriyle göze batar. Etrafında kalan beş on sadık adamıyla ortalığın tozunu atar. Ne yazık ki o bir avuç akıncı da tükenir, çakallar çalakılıç dövüşen Çaka’yı kuşatırlar. Delikanlı buna benzer kapanlardan çok kurtulmuştur, keyfini hiç bozmaz. Eli kadar dili de çalışır, bir yandan adam yıkar, bir yandan laf sokar. Güle oynaya dövüşür, cendereden sıyrılmaya bakar. Lakin kılıcı kırılıp da kabzası elinde kalınca...
Çaka derhal okkalı gürzünü kavrar, sağa sola çaka çaka üç şeritli yol açar. Kağıt gibi kalkan ezer, ceviz gibi miğfer kırar. İyi de insanın da bir takati vardır di mi ama?
Kaybettiği kanlar gücünü alıp gidince gözleri kararmaya başlar. Bir ara hayal meyal yere yuvarlandığını hatırlar. Sonra?
Sonra n’olsun yüzüne dikilen öfkeli bakışlar, göğsüne dayanan sivri kargılar!
Kabalika, Çaka’yı paralamaya niyetlenen adamlarını durdurur, bir sedyeye yatırtıp hususi cerrahına yollar. Doğrusu savaşı böylesine basite alan ve bu kadar net okuyan bir gencin zayi olmasına dayanamaz Çaka’yı İmparatoruna (Nikephoros Botaneiates’e) takdim ederek “aferin” almaya bakar...
Yiğidimizin bünyesi sağlamdır, kısa sürede kendini toplar. Nitekim onu İstanbul’a getirir, imparatora sunarlar.
Nikeforos boş laftan hoşlanmaz, delikanlıyı muhafız bölüğündeki yarmaların karşısına çıkararak kıratını tespite kalkar. Çavuldur’un bahadır oğlu rakiplerini ciddiye almaz, elini kılıcına atma ihtiyacı duymaz. Asiller, bu adsız sansız çocuğun vakur duruşundan, alaycı tavırlarından çok hoşlanırlar. Onbeşgen vücudlu gladyatörleri tek tek buruşturunca ayağa fırlar ve çılgınca alkışlarlar.
Nikeforos ona “Protonolilismus” gibi janjanlı bir isim yakıştırır ve bizzat sarayında ağırlar. Çaka Bey prensler gibi yaşamasına rağmen, istenilen manada bir lejyoner olmaz. Bu arada Rumca’yı da söker atar, kütüphanenin altından girer, üstünden çıkar.

İstikbal denizlerde
Kahramınımız etrafını dikkatle inceler, adamların zaaflarını yakalamaya bakar. Doğrusunu isterseniz Bizans’ın köklü bir devlet yapısı vardır, ordusu eğitimli ve disiplinlidir, hem müessir silahlar kullanırlar. Süvarisi, piyadesi bir yana şu muhteşem donanma durdukça kolay yıkılmazlar. Deniz gücü olmayan, Bizans’tan tek taş koparamaz.
Noksanlıklarına gelince, İmparatorluğu tek hanedan yönetmez, hizipler iktidara yürümek için fırsat kollarlar. Erkekler kolay gaza gelseler de taife-i nisa hesabı ince yapar. Saray kadınları entrika üretim merkezi gibi çalışır, habire fitne kaynatırlar.
Krallar taçlarını tahtlarını kaybetmemek için “güçlü olduklarını” göstermek zorundadırlar. Bazen sırf bu yüzden manasız eziyetler yapar, halkı yıldırırlar. Ahlar vahlar artınca muhalefete malzeme çıkar, ne yazık ki gelenler gidenleri aratır. Sempatizanlar kullanıldıklarıyla kalırlar.

Tevafuk bu ya
“Vaki olanda hayır vardır” derler ya, esaret yıllarında tayfalarla, kaptanlarla oturup kalkan Çaka, denizciliğin püf noktalarını kapar. Günün birinde “bozkır çocuklarıyla deryaya açılmak” gibi “olmayacak” hayaller kurar...
O sıralar sıradan bir general olan Alexi Kommen ısrarla iktidara oynar. Hayır denemeyecek vaadlerle gelerek Çaka’yı kazanmaya bakar. Beyimiz, Rumlara inanmaz, Kommen’e hiç inanmaz, zira ihtilalcilerde merhametin zerresi bulunmaz.
Hem kendisini yıllardır konuk eden imparatora ihanet edecek değildir ya. Alexi reddedilmeyi yediremez ve bunu bir kenara yazar.
İki taraf birbirine girince ortalık felaket karışır. Çaka da “fırsat bu fırsat” der, şehirden kaçar. (1082)
Hürriyetine kavuşur kavuşmaz babasının sancağını açar, Çavuldur boyunu etrafına toplar. Aklı fikri bir donanma kurmaktadır ama önce sığınacak bir liman bulmalıdırlar. Döner dolaşır ve İzmir’de karar kılar. Şehri ansızın kuşatır ve “Ya Müslüman olun, ya da bayrağımız altında yaşayın” gibi mâkul bir teklif yapar.
“Ya da” ile başlayan üçüncü bir cümleye asla kapı aralamaz.

Kalite farkı
İzmir valisi, aksi bir adamdır, bu yüzden olacak ahali müdafaaya katılmaz, savaşıyor”muş” gibi yapar, sıralarını savarlar. Mancınıklar atışa başlayınca haşmetmeapları bir huruç harekatına kalkar. Ancak ava giderken avlanır, canını kaleye zor atar.
Vali içeri girer girmez kapıları sürgületir, yoldaşlarını dışarıda koyar. “Bizi de alın” diye yalvaran zavallıların tepesinden aşağı kızgın yağlar döktürtür, göz göre göre adamlarını haşlar.
Halbuki Türklere esir olanların keyfi yerindedir. O gece sıcak bir döşekte uyur, önlerinde etli sütlü bir sofra bulurlar. Ne zincir, ne pranga. Ellerinden silahları alınır o kadar.
Haberler bir şekilde şehre ulaşır, halk lokma paylaşan Türklerle, askerine bile acımayan vali arasında net bir tercih yapar. Hodbin herife tekme tokat girişir, anahtarları getirip Çaka Bey’in önüne koyarlar.
İzmir bundan 5-6 yıl evvel de Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından, fethedilmiş bir süre elimizde kalmıştır. Bu yüzden Derviş gazileri iyi tanır, sarıklılara güvenir ve inanırlar. Nitekim umduklarını bulur, nazlı hilalin gölgesinde huzur içinde yaşarlar. Alır, satar, işlerine bakar, paralarına para katarlar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:02:03
İlk reis ilk donanma Çavuldur oğlu Çaka

30 Kasım 2005 Çarşamba
Çaka Bey, İzmir’i kışlaya çevirmez, aksine alabildiğine sivilleştirip tacirlere açar. Karargâhını körfeze tepeden bakan Kadifekale’ye kurar, kimsenin tavuğuna kış demez, ahalinin işine karışmaz. İzmirliler de ona yardımcı olur, mesela bir tekne çaktırmayı düşündüğünde “emrin olur” der, yardımına koşarlar.
Çaka Bey teknesiyle Ege’yi turladığı günlerde Bizans’a ait bir kalyonu ele geçirir. Şu işe bakın ki Alexi Kommen’in kızı Anna gemidedir. Çaka Bey babasından çok çekmiştir ama kızını aşağılamaz. Bir servet kaldırabileceği halde onu pazarlık vesilesi yapmaz. Genç prensesi yedirir, içirir, sultanlar gibi ağırlar.
Peki Anna, Çaka’ya?..
Yoo hayır, hayır! Aşık filan olmaz, ancak Türk hanımlarının nezaketine zarafetine vurulur, onlar arasında unutamayacağı günler yaşar. Türkleri “bozkırdan kopan barbarlar” olarak tanıyan kızcağız, iğneli fıçılarda yuvarlanacağını sanmıştır, gördüğü misafirperverlik karşısında lal olur, duygularını anlatacak kelime bulamaz.
Anna Kommen ülkesine döner dönmez odasına kapanır ve hatıralarını kitaplaştırmaya bakar. İşte o günden sonra Çaka Bey bir efsane olur, belki de bu yüzden Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça Türklere kapılarını açar.

İlk donanma
Gün gelir, Çaka Bey, İzmir tersanesinde yaptırdığı 40 tekne ile deryaya açılır, ki tarihçilerimiz bunu “ilk Türk donanması” sayarlar. Bir başka ifade ile “Türk Deniz Kuvvetleri” o gün doğar. Çaka Bey yenilmez denilen Haçlı armadasını yener (Koyun Adaları Zaferi), alınmaz denilen Midilli’yi alır, topraklarına katar. Bizanslı Amiraller (Niketas ve Dalassenus) şaşkınlıktan yüzlerini yolar, çobanlara (Türklere öyle derler) yenildiklerine inanamazlar.
Lâkin Alexi Kommen dövüşe doymaz, Amiral Konstantin adlı bir deniz kurdunu Türklerin üzerine yollar. Donanmada 500 kadar Flandr’lı şövalye vardır, bunlar çok tecrübeli ve pek acımasızdırlar.
Türkler tekneleri birbirlerine bağlar ve adeta bir duvar şeklinde düşmana saldırırlar. Hep bir ağızdan tekbir getirir, deryayı çınlatırlar. Kemankeşler alevli oklarını Rumların akıl erdiremediği mesafeden menziline ulaştırır, yelkenleri tutuşturmayı başarırlar. Amiral üzerlerine doğru gelen hilalin uçtan uçtan kapanmaya başladığını hissedince düştüğü tuzağı anlar. Anlar ama neye yarar? Postu para eden soylular Çaka Bey’in elinden kurtulamazlar.
Rumlar biraz da kendilerine eder, leventleri çok abartır, bir zaman sonra uydurdukları canavardan korkar olurlar. Namı yürüyen Çaka, Sisam’ı, Rodos’u zorlamaya başlar. Bu nasıl bir şöhretse imparatorun “yakalayıp getirin” diye üzerine yolladığı amiraller alakasız yerlerde turlar, bir türlü karşısına çıkamazlar.
Çaka Bey bunların Sakız’da konakladıklarını duyunca adayı sarar. Bu arada Niketas Kastamonites komutasında ki dev donanma da onları kuşatır, iki arada bir derede kalırlar.
Çaka Bey, o gece çok iyi yüzen yüz genci deryaya salar. Bunlar balık sessizliği ile Rum gemilerine ulaşır ve gövdelerinde delikler açarlar. Ortalık karıştığında ambarları su dolan tekneler yerinden oynayamaz. Pek azı kurtulabilir, çoğu çıra gibi yanar.
Çaka Bey, Çanakkale ve Trakya’yı ele geçirip Marmara’ya açılır ve gün gelir İstanbul civarını yol yapar.
Bu arada ahali Alexi Kommen’den bıkar, kurtulmaya bakarlar. Zira angaryalar katlanarak artar, yağmacı askerler durdan çüşten, vergi memurları vardan yoktan anlamazlar.

Manyağa bak!
Çaka Bey İznik’i elinde tutan Ebû-l Kâsım ile de dostane münasebetler içindedir. Yetmez Balkanlar’ı mekan tutan Peçeneklerle de anlaşır, onları örgütleyip Bizans’ı bunaltmaya başlar.
İmparator da az anasının gözü değildir, o da bir başka Türk kavmi olan Kumanları ayartır, kuşaklarına keseleri sıkıştırıp Türk’ü Türk’e kırdırmaya bakar. Kumanların liderleri Manyak (adam hakkaten manyaktır) altının kızılına kardeşlerinin kanını satar. Peçenekleri beşiğindeki bebeğine kadar kırar, fidan boylu kızları, ak saçlı kocamışları kana boyar. Bu namert “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” sözüne limon sıkar.
Alexi Kommen, Manyak’ın ardından yine Türk asıllı Tatik’i “Megas Primikerios” unvanıyla allar pullar, Selçukluların üstüne salar. Bu fitneci dönek de belden aşağı vurur ve çok can yakar.

Vade dolunca...
Aradan yıllar geçer, Sultan Kılıç Arslan, Çaka Bey’in kızıyla evlenir, Selçuklu İznik’te kök salar. İzniklilerle İzmirliler el ele verip İstanbul’u sallamaya başlarlar. Edremit’i zorlanmadan ele geçirir ve Boğaz kalelerinden Aydos’u kuşatırlar. Türkler bu küçük hisarı kolayca alırlar ama...
Çaka Bey’i kaybettikten sonra neye yarar (1095).
Bir avuç adamıyla büyük işler başaran ve sayısız tuzaktan kurtulan Çaka Bey en güçlü anında ve kaale bile alınmayacak bir düşman karşısında...
Ecel işte... Demek ki vadesi dolar...
Aslında Anadolu Selçukluları eskiden beri denizlere açılmayı arzularlar ama artan Moğol baskıları yüzünden bu hamleyi ertelemek zorunda kalırlar. Sultan Alaeddin Keykubat, Alanya ve Sinop tersanelerinde sağlam, zarif ve süratli gemiler inşa ettirse de Ege ve Akdeniz’de arzuladığı güce ulaşamaz.
Çaka Bey’in şehadeti ile denizciliğimiz ciddi bir yara alır, bu bayrağı iki asır sonra Karesi ve Aydınoğulları (özellikle Umur Bey) dalgalandırırlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:03:15
Deniz arslanı Umur Bey

01 Aralık 2005 Perşembe
Umur, bir Bey oğludur. İstese bir elini yağa, bir elini bala atar, köşklerde keşanelerde yaşar. Ama o yerinde duramaz daha 17’lik delikanlıyken İzmir’i ele geçirir, Çaka Bey’in yadigârına sahip çıkar (1320).
Ağabeyleri Tire, Ödemiş ve Birgi taraflarında dolaşırken, mütevazı donanması ile denize açılır ve Ege Adalarının tozunu atar. Koca koca valileri, adı büyük korsanları haraca bağlar.
Babasının vefatı üzerine kardeşler bir araya gelir ve ona tabi olurlar (1334). Umur Bey henüz 25 yaşındadır ama Bizans gibi bir imparatorluğu parmağında oynatmaya başlar. Hatta bir ara Karadeniz’e açılır, Kili ve Eflak beldelerine girer çıkar.
Kısa sürede Ege Adalarında ve Mora Yarımadasında söz sahibi olur, Venedik ve Rodos şövalyelerine nefes aldırmaz. Bu arada Hristiyan dünyasının çok değer verdiği Philadelphia’yı (Amerika’daki eyalet de adını ondan alır) fetheder ve adını “Alaşehir” koyar.
Umur Bey komşuları ile iyi geçinir, Karesi, Saruhan ve Menteşoğulları ile aralarından su sızmaz. Tam 300 parça gemiyle Girit ve Kıbrıs’ı harmanlar, Bozcaada, Semadirek, Gelibolu derken Gümülcine ve Selanik’i sıkıştırmaya başlarlar.
O yıllarda Anadolu’da oturup Ege’de dolanan bir millet Bizans’ı yok sayamaz. Kaldı ki Umur Bey İstanbul’daki çekişmelere de bigane kalmaz. Tahta Türk düşmanı tiplerin oturmasındansa nispeten “mutedil” isimlerin geçmesi için çaba harcar. Mesela Andronikos ölüp de ağzı süt kokan İonnes tac giyince, kara kuvvetleri komutanı Kantakuzen’e oynar (farkındaysanız Orhan Gazi de bu isimde karar kılar). İmparatorun baş edemediği Bulgarları hizaya sokmak için Meriç ağzından girer, Vardar Ovasından çıkar. Makedonya’da muhalif bırakmaz. İmparator da Sakız Adasını ona verir Aydınoğullarını Ege’de üs sahibi yapar.
Kral Kantakuzen, Paleologoslar’a karşı güç durumda kalınca yine Umur Bey’den himmet umar. Genç mücahid derhal yardımına koşar ve gereğini yapar.
Hasılı Türkler bir şekilde Bizans’ın dahilî işlerine karışır ve Rumeli’de zemin bulurlar.
Yıllardır Türk-Bizans savaşlarını körükleyen Venedikliler, “Umur Bey-Kantakuzen ittifakı”ndan çok korkar, Akdeniz’deki menfaatlerinin zedelenince ortalığı birbirine katarlar. Nitekim Papa VI. Clement’in teşviki ile hazırlanan Haçlı donanması İzmir’e doğru yelken açar. Viennois Dükü Humbert Dauphin komutasındaki muazzam ordu İzmir’e saldırırlarsa da Umur Bey’in mukavemeti karşısında bir netice alamaz. Ancak bu hengamede Saint-Jean Şövalyeleri Aydınoğulları’nın tersane ve gemilerini yakarlar. (1346)

İzmirler savaşı
Haçlılar ilk hücumda perişan olurlarsa da yılmaz, ısrarla vuruşup Sahil İzmir’i almayı başarırlar. Umur Bey Yukarı İzmir’e (Kadifekale’ye) çekilir ve Katolikleri söküp atmak için zaman ve zemin kollar. İşte o günlerde iki İzmir peydahlanır birini “bizim İzmir” diğerini “Gâvur İzmir” diye anarlar.
Doğrusu Haçlılar da yorgun ve bitaptırlar. Ayaklarıyla gelir, ateşkes teklifi yaparlar.
Umur Bey, bu boşlukta İstanbul’daki işlerini tamamlar, Kantakuzen’le birlikte aykırı sesleri sustururlar. Bu işler hiç de kolay olmaz, nitekim Saruhan Beyin yiğit oğlu Süleyman’ı kaybeder, bağırlarına taş basarlar.
Umur Bey, Haçlılara karşı Bizansla (Rumlar Latinlerden hiç hoşlanmaz) birlikte mücadele etmeyi çok arzular. Zira Venediklilerin defolup gitmesi ikisine de uyar.
Venedikliler tehlikeyi hissetmekte gecikmez ve eteklerini tuttukları gibi Papaya çıkarlar. Haçlılar bir kez daha yollara koyulur ve daha şiddetli saldırırlar. Umur Bey bunu beklemektedir. Zira Batılıların sözlerine sadık kalmadıklarını bilir, hesabını kış tutar.

Buruk final
Leventler Avrupalıları çok sert karşılar, adamların gözlerini yıldırırlar. Lâkin sırça sarayından çıkmayan Papa ısrarla savaşın devamını arzular. Umur Bey adeta yeni bir Selahaddin Eyyubi olur, Haçlı güruhunu Ege’de barındırmaz. Gelgelelim adamlar kırıldıkça artar, cepheye gemiler dolusu silahşor yollarlar. Umur Bey alayının hakkından gelecektir ama cengin kızıştığı bir anda isabet alır ve şehadet şerbetini yudumlar (1348).
Kardeşleri ünlü mücahidin kutlu naaşını, Birgi’de toprağa verip yolundan gitme kararı alırlarsa da yerini dolduramazlar. Ağabeyi Hızır donanmayı dağıtmak ve Haçlılara imtiyazlar vermek zorunda kalır. Denizcilikle uğraşmadığı için bunun ne mânâya geldiğini anlayamaz. Evet Ayasuluğ (Selçuk) merkezli beyliğin hâlâ altmış şehri, üç yüzden fazla kalesi ve yetmiş bin askeri vardır ama denizcilikten kopan Aydınoğulları Aydınoğlu olmaktan çıkar.
Ancak Osmanlılar (Süleyman Paşa ve Murad-ı Hüdavendigar) Umur Bey’i iyi anlar, onun teşebbüslerini tamamlar ve taçlandırırlar.
Ya İzmir?
Timur Han şirin şehri Rodos Şövalyelerinin elinden alır ve Aydınoğlu Cüneyd Bey’e bırakır. O büyük Hakan dahi Umur Bey’in hatırasını canlı tutar.

Çağının önünde
Umur Bey, kavga kovalayan kuru bir cengaver değildir, Ayasuluğ, Tire, Ödemiş ve Birgi’yi birbirinden mükemmel eserlerle donatır, hanlar, hamamlar, kervansaraylar açar. Ediplere, hattatlara, nakkaşlara, mimarlara ve özellikle ulemaya sahip çıkar.
Tezkiretü’l-Evliya, Araisü’l-Mecalis (Peygamberler tarihi), Süheyl ü Nevbahar, Hüsrev-ü Şirin, Kelileyle Dimne, Tabiatnâme ve Ibn-i Baytar’ın Müfredâtü’l-edviye ve’l-agdiye adlı tıp kitabını tercüme ettirip dört bir yana yollar.
Umur Bey eline kılıç aldığı andan şehid olduğu güne kadar başkent Birgi’de sadece “üç gün” yatar, İzmir’e ise soluklanmak için uğrar. Bu nasıl beylikse sırtı döşek yüzü görmez, sıcak aş bulduğu günleri parmakla sayar.
Şair Enverî “Düstûr-Nâme” adlı eseri ile onu destanlaştırır, o güzel üslubu ile gençlere tanıtmaya çabalar...
Makamları âlâ ola!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:04:48
Süleyman aleyhisselâm

02 Aralık 2005 Cuma
Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis’e girip, bir yıl, iki yıl, bir veya iki ay yahut daha az ve daha çok ibâdetle meşgul olurdu. Yiyecek ve içeceğini yanında getirirdi. Yine vefatına yakın oraya girdi. Her sabah geldiğinde, mihrabında bir fidanın bittiğini görürdü. Hazreti Süleyman ona, ismini ve faydasını suâl ederdi. Eğer dikilecek bir fidan ise, onu çıkartıp başka bir yere diktirir, ismini, faydasını, zararını ve tıbda ne işe yaradığını da üzerine yazdırırdı...

“Ben keçiboynuzuyum”
Süleyman aleyhisselâm yine bir sabah Beyt-ül-Makdis’e geldiğinde, bir fidanın bittiğini gördü. Ona ismini sordu. İsminin Harnûb (keçiboynuzu) olduğunu söyledi.
“Sen niçin bittin?” diye sorunca;
“Senin mescidini harâb etmek için” dedi. Süleyman aleyhisselâm, onun cevâbı üzerinde düşündü. Kendi kendine;
“Ben hayatta iken Allahü teâlâ bu mescidi harâb etmez. Bu benim vefatımın yaklaştığına alâmettir” dedi. Oradan o harnûb fidanını çıkartıp, başka bir yere diktirdi.
Allahü teâlâya yalvarıp;
“Yâ Rabbî! Benim vefatımı cinlerden gizle! Böylece insanlar, cinlerin gaybı bilmediklerini anlasınlar” dedi. Çünkü cinler;
“Biz gaybdan bâzı şeyleri, mesela yarın olacak şeyi biliriz” derler, insanları aldatırlardı.
Sonra, Süleyman aleyhisselâm mihraba girdi. Âdeti üzere asasına dayanarak namaz kılmaya başladı. Nihayet bir gün asasına dayanmış bir vaziyette, namazda iken ayakta ruhu kabzolundu...

Kimse anlayamadı!..
Beyt-ül-Makdis’in ön ve arka yüzlerinde delikler vardı. Cinler, bu delikten bakarlar, Süleyman aleyhisselâmı asasına dayanmış, ibâdet ediyor görüp, hayatta olduğunu sanıp, o hayatta iken olduğu gibi, en ağır ve zor işleri yapmaya devam ederlerdi. Uzun zaman insanların arasına çıkmamasını da garip görmezlerdi. Çünkü daha önce de, ibâdetle meşgul olduğu için insanlar arasına pek çıkmazdı. İşte cinler, Süleyman aleyhisselâmın vefatından uzun bir müddet sonra da, eski minval üzere ağır işlerde çalışmalarını sürdürdüler. Nihayet, bir ağaç kurdunun asayı yemesi üzerine, Süleyman aleyhisselâm yere düştü. Böylece, insanların ve cinlerin onun vefatından haberleri oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:06:03
Ebû Bekir (Radıyallahü anh)

05 Aralık 2005 Pazartesi
Müslümânların birinci halîfesi olan Hazret-i Ebû Bekir, Aşere-i mübeşşerenin (Cennetle müjdelenen on kişiden) birincisidir. Peygamberlerden sonra, bütün insanların en üstünüdür. Bütün gazâlarda bulundu. Âyet-i kerîmeler ile medh olundu. Kur’ân-ı kerîmi kitâb hâlinde ilk toplayan budur. 13 [m. 634] senesinin Cemâzil-âhir yirmisekizinci salı gecesi, altmışüç yaşında vefât etti. Resûlullahın yanındadır.

“Kavuşma zamanı yaklaştı”
Hz. Ebû Bekir, son hastalığında; “Halifeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihare ettim. Hak teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftira edilmesini istemez ve Müslümanları aldatmayı uygun bulmaz” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm;
-Ey Allah’ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğundan şüphemiz yoktur. Söyleyeceklerini söyle, dediler. Şöyle buyurdu: -Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı, iki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip müsafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. “Yâ Ebâ Bekir, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu. Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. “Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızasını kazanmış, zamanın en temizi olan Fârûk’u (Hz. Ömer’i) halife seç!” buyurdular. Yanındakileri göstererek: “Bunlar, dünyâda vezirlerin, vefâtın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde halk arasında Sıddîk olduğunu haber verdiler” buyurdu.
Uyandığımda yüzüm gözyaşlarından ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu...

“Bir kız kardeşim var”
Hz. Ebû Bekir, ölüm hastalığında çocuklarını Hz. Âişe’ye, iki erkek, iki kız olarak ısmarladı. Hz. Âişe, benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir? diye sordu. “Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zan ediyorum” buyurdu. Hakikaten vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:09:35
Kübizmin mimarı Pablo Picasso

07 Aralık 2005 Çarşamba
Picasso, Paris Mont Martre da “Bateau ‘Lavoir” (çamaşır teknesi) adını verdiği atölyesinde çalışırken yazarları, eleştirmenleri de ağırlar, oturup iki lafın belini kırarlar.
Akademisyenler onun tatlı hatırına “kübizmin analitiği” üzerine kafa yorar, “çözümleme dönemi” üzerine kalem oynatırlar. Güya kübist ressam bir figür ya da portrede mekâna bağlı kalmadan ve sadece tonlamalarla üçüncü boyutu yakalar. Derken “kübizmin sentetiği”ni tırmalar, gazete yırtıklarıyla, sigara yanıklarıyla, cam kesikleriyle yapılan abuk çalışmalarla cismin resimle alâkasını koparırlar. Onlara sorarsanız “tam bağımsızlığa” ulaşırlar.

Guernica
1937 yılında Franco, Almanların yardımıyla Guernica kasabasını bombalar. Picasso felaket üzülür, alır eline fırçasını sağa sola parçalanmış organlar yağdırmaya başlar. Haykıran, bağıran, ağlayan kadınlar, mızraklanmış adamlar, kırık kılıçlar, atlar, boğalar, kuşlar, kaçanlar, kovalayanlar, lamba tutanlar... Vücut oranları abartılıdır ve figürleri üst üste kondurmaktan kaçınmaz. Sadece siyah, beyaz ve gri renkler kullanır, havasız, mekansız, ışıksız bir çalışmayla savaşın umutsuz tarafını yansıtmaya bakar. Faşistler bunu “yozlaşmış”, sosyalistler ise “anti-sosyal” bulurlar.

Hayır siz
Alman orduları Paris’e girince Gestapo’nun teki gelip sorar: Bunu siz mi yaptınız?
Üstad “hayır siz” der ve golünü atar.
Halbuki şimdi ne çok “Guernica” var. Gazzeler, Felluceler, Bağdatlar...
Yine İspanya iç savaşını anlatan “Ağlayan Kadın” da (1937) katledilenler için gözyaşı döken bir ana vardır. Picasso, teyzenin yüzünü çarpıtır, gözlerini öne, burnunu yana takar. Naziler bunu hiç beğenmez, çöpe atarlar.

Çocuk kalır
Pablo’ya sorarsanız bunlar fevkalade buluşlardır. Hatta “benim arayışlarımdan söz ediyorlar, ben aramam ki... Bulurum” der, bu konuda mütevazı olamaz.
Picasso’ya göre yalınlık esastır, adam bilerek ve isteyerek çocuk kalmaya bakar. Nitekim “sekiz yaşındayken Rubens gibi resim yapabiliyordum; halen sekiz yaşında bir çocuk gibi resim yapabilmeye uğraşıyorum” demekten kaçınmaz.
“Bütün çocuklar sanatçıdır, zor olan büyüyünce de öyle kalabilmektir” diyen Picasso hayatı boyunca tıfıl kalır, büyüdüğünü anlayınca da yaşayamaz.

Deklanşörle raks
Ünlü ressam fotoğrafa çok meraklıdır, zaten mavi ve pembe dönem resimlerini, siyah beyaz fotoğraf mantığı ile yapar. Ancak makine gibi perspektife uymaz.
Bazen üç fotoğrafı ve altı tabloyu üst üste basar, optik bir titreşim arar.
Picasso şekilleri bilerek ezer, tablosuna adeta “figüratif dipnotlar” yazar. Tuvalsız fırçasız çalıştığı günlerde kendini objektifin gücüne bırakır. Kadrajın geometrisiyle hayal ormanında tuzaklar kurar. Lekeler, çizgiler karmakarışıktır, herkes kafasına göre okur, ki o dahi bunu arzular.
Şimdi bunlarda ne var diyeceksiniz? İnanın Kenan Evren kralını yapar.

Yorulmadan
Öyle ya da böyle Picasso velud bir ressamdır. 13.500 resim, 34 bin kitap resmi, 100 bin baskı, 300 heykel ve birçok seramik üretir, Guinness rekorunu kırar.
Eh, bu arada eserlerinin toplam değeri milyar dolarları aşar.
“Çalıştığımda rahatlıyor ve dinleniyorum. Beni asıl yoran şey hiçbir şey yapmamak ya da gelen anlayışsız misafirleri ağırlamak” diye dert yanar.
“Sanat nedir” diye soranlara iki kelimeyle cevap verir: Yoğun yaşamak!
Sevgililerinden Françoise Gilot, saatler boyunca, kıpırdamadan çalışan Picasso’ya sorar “Bu kadar ayakta kalmak sizi yormuyor mu?”
-Hayır. Ben çalışırken bedenimi kapının dışında bırakırım, tıpkı Müslümanların camiye girmeden ayakkabılarını çıkarması gibi.
Picasso’nun Madoura de Vallauris’deki çömlek atölyesinde Türk ressam Abidin Dino’dan seramik dersleri aldığını biliyoruz, yine Ara Güler’e poz vermekten kaçmaz.
Abidin Dino’ya “seramik çalışmalarımı pazarda satmak hoşuma gidiyor” der, “bunları ucuza alıp, altın fiyatına satacak olan uyanıkların mevcudiyetini bilsem dahi hoşuma gidiyor.”
“Halka daha yakın olmak için” seramiğe yönelir ve harcadığı zamana asla pişman olmaz.

3 ay 300 eskiz
Bir zengin Picasso’dan “horoz resmi” ister. Picasso bu resim için üç ay süre talep eder. Üç ay sonra elinde boş bir kağıtla gelir ve şipşak bir horoz resmi karalar. Adam şaşırır ve kızar: “Madem bu resmi on saniyede bitirecektin, benden niye 3 ay mühlet istedin?”
Picasso çantasından yüzlerce horoz eskizi çıkarıp önüne atar. “Bu resim 3 aylık bir çalışmanın ürünüdür” der, “terlemeden olmaz!”

40 yıl artı on saniye
Yine lokantada yemek yerken adamın biri gelip tebelleş olur. Şu peçeteye bir şeyler karalayabilir misiniz” diye sorar.
Birkaç kıvrak çizgi. “Buyrun borcunuz şu kadar!”
- Ama bu sadece on saniyenizi aldı.
- Evet ama on saniyede resim yapabilmek de kırk yılımı aldı!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:11:11
Hazreti Ali (Radıyallahü anh)

08 Aralık 2005 Perşembe
Hazreti Ali, on yaşında iken îmân etmiştir... Bütün gazâlarda kahramânlıklar gösterdi. Hicri Otuzbeş senesinin Zilhicce ayında halîfe oldu. Hicretin kırkıncı yılının Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbni Mülcem adlı bir Harici tarafından şehîd edildi... Techiz ve tekfini, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e defnedilmiştir...

Haricilerin kin ve intikam!
Hazret-i Osman zamanında çıkan fitne ateşi dört büyük halifenin sonuncusu olan Hazret-i Ali zamanında da devam etti. O, zamanındaki fitne ocağı olan Haricilerle savaşmış ve hepsini de perişan etmişti. Bunlardan, kin ve intikam ateşiyle dolu olanlar, zaman zaman bir araya gelerek, nasıl intikam alacaklarını planlıyorlardı. Sonunda; Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Hz. Amr bin Âs’ı öldürmeğe karar verdileri. Hz. Ali’yi , Abdurrahman bin Mülcem öldürecekti.
İbni Mülcem, Hazret-i Ali’yi kollamağa başladı. Bir gün sabah namazından önce Halifenin geçeceği yola pusuya yattı. O mübareğin geldiğini görünce âniden arkadan üzerine atılarak zehirli kılıcını indirdi.
Hz. Ali ağır yaralıydı. Durmadan kan kaybediyordu. O vaziyette iken bile yanındakilere dönerek, camiye gidip sabah namazını kılmalarını, vakti geçirmemelerini söyledi. Namazı kıldırmak için de yerine vekil tayin etti.
Oğlu Hz. Hasan’ı yanına çağırarak: “Bunun yemeğini yedirip istirahatini de temin edin. Eğer yaşayacak olursam ya affederim veya cezasını veririm. Eğer ölürsem, cezasını verin fakat aslâ haddi aşarak Müslümanların kanlarına girmeyiniz. Zira Allah haddi aşanları sevmez” buyurdu.
Kendisine, “Yâ Emire’l mü’minin, şayet size bir hal olursa oğlunuz Hasan’ı halife saçelim mi?” diye sordular. “Ben bu hususta sizlere ne emrederim ve ne de nehyederim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz. Resûl-i Ekrem’in bu meseleyi bıraktığı gibi ben de bırakacağım” buyurdu.

“Mazluma yardım edin!”
Durumu gittikçe ağırlaşyordu. Bir ara yanına oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i çağırdı. Onlara şu şekilde nasihatta bulundu:
“Evlâtlarım! Sizlere Allah’a karşı müttaki olmanızı vasiyet ederim. Daimâ doğru söyleyin ve yetimlere acıyın. Âhiret için iyi ameller işleyerek sıkıntıya düşenlerin imdâdına koşun. Zâlimin hasmı olup mazluma daimâ yardım edin. Allah’n kitabı ile amel edin ve Allah yolunda olmaktan sizi hiçbir şey alıkoymasın!”
Bu nasihatlerden sonra Hz. Ali âyet-i kerimeler okumağa başladı. Vefatında, son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:12:01
Hazreti Âmine (radıyallahü anha)

09 Aralık 2005 Cuma
Resulullah efendimiz altı yaşına geldiğinde, mübarek annesi Hz. Âmine, yanına Ümm-i Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabalarını, hem de kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine’de kaldılar.
Ümm-i Eymen Medine’deki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Bir gün Yahudî âlimlerinden ikisi yanıma gelerek dediler ki:
-Bize Ahmed’i göster!

“Bu çocuk peygamber olacak”
Ben de Resulullah efendimizi dışarı çıkardım. İyice incelediler ve dediler ki:
-Bu çocuk, ahir zaman peygamberi olacaktır. Burası da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır.”
Ümm-i Eymen onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu. Sevgili Peygamberimize bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu.
Herhangi bir tehlikeye karşı onu korumak için, Peygamberimizin yanından ayrılmamaya gayret gösteriyordu.
Nihayet Mekke’ye hareket günü gelmişti. Ümm-i Eymen buna çok sevindi. Artık Yahudîlerin Resulullaha bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı.
Bu üç kişilik kafile Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı ki, beklemedikleri bir şey oldu. Ebva denilen yerde, Hz. Âmine birdenbire rahatsızlandı. Mübarek kadın bu hastalıktan kurtulamayıp vefat edeceğini anlamıştı.
Baş ucunda duran Peygamberimizin yüzüne baktı. Bir rüyasını hatırlayarak şöyle dedi:
-Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen celal ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından, Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere, Peygamberliğin bildirilecektir. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim’in dinini yerleştireceksin. Cenab-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperestlikten koruyacaktır.
Bundan sonra şu şiiri söyledi:

Ne büyük nimet...
Her yaşayan ölür, eskir her yeni,
Her yaşlanan elbet, oluyor fani.
Ben de öleceğim, bir gün elbette,
Lâkin kalacaktır, adım dillerde.
Çünkü senin gibi, hayırlı evlat,
Bıraktım geriye, ne büyük nimet...
Hz. Âmine, Ebva denilen yerde hastalığının artması üzerine, ciğerparesini Ümm-i Eymen’e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de ruhunu teslim etti. O sırada otuz yaşında bulunuyordu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 18 2008, 12:17:03
Sa’d bin Rebî (radıyallahü anh)

15 Aralık 2005 Perşembe
Sa’d bin Rebî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Resûl aleyhisselâmın bi’setinin (peygamberliğinin) onbirinci senesinde, Akabe mevkiînde Medîneli on iki kişi ile buluştu. Bunlardan birisi de Sa’d bin Rebî idi... Burada Peygamber efendimize, “Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak” hususunda söz verdiler...
Hz. Sa’d, Bedir ve Uhud gazâlarında bulunmuş bir bahadırdır. Uhud’da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücûdu delik deşik oldu...

“Bana kim haber getirir?”
Uhud Muharebesinde, bir ara, Müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hz. Sa’d o zaman hiçbir gevşeklik göstermedi. Eshâb-ı kirâma Akabe biatında, canlarını fedâ edeceklerine dâir verdikleri sözü ve yemîni hatırlattı.
Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Resûl aleyhisselâm sordu:
-Sa’d bin Rebî’nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa şehitler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm, diyerek eliyle bir tarafı işaret buyurdular.
Ensârdan bir zât dedi ki:
-Bu işi ben yaparım, yâ Resûlallah.
Haber getirmeye giden Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka’b’dan birisi idi. Resûlullah efendimizin işâret buyurduğu tarafa gitti. Vâdide yatan şehîdler arasında, seslenerek dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa şöyle seslendi:
-Ey Sa’d, beni sana Resûlullah gönderdi! Ne taraftasın?
O zaman Sa’d hazretleri bulunduğu yerden kımıldandı. Haber için gelen zât da dedi ki:
-Resûlullah, senin sağlar mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti.
Bunun üzerini Hz. Sa’d şu cevâbı verdi:

“Ben ölüler arasındayım!”
-Ben artık ölüler arasındayım! Resûlullaha selâmımı arz et ve “Sa’d bin Rebî ümmetine doğru yolu göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahü teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor” de! Kavmin Ensâr’a da selâm söyle! Onlara da;
“Sa’d bin Rebî size, Akâbe gecesinde, Resûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahü teâlânın yanında gösterebileceğiniz hiçbir mazeret yoktur, diyor” de!
Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefât etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 18:42:05
Meymune binti Hâris (radıyallahü anha)

16 Aralık 2005 Cuma
Meymune binti Hâris, Hz. Abbas’ın hanımı Ümm-i Fadl’ın kız kardeşi idi. İlk önce cahiliyye devrinde Mesud bin Amr ile evlenmişti. Ondan ayrılınca, Ebû Rühüm bin Abdiluzza ile nikâhlandı. Bu da vefat edince dul kaldı...
Resulullah efendimiz, Hicretin yedinci senesi Hayber’in fethinden sonra, Zilkade ayında, umre niyeti ile yola çıktı. Cuhfe’de bulunduğu sırada Hz. Abbas ile buluşunca, Hz. Abbas, “Ya Resulallah! Meymune binti Hâris dul kaldı. Onu kendine hanımlığa alsan olmaz mı” diye teklifte bulundu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Ebu Rafi ile ensardan bir zatı Mekke’ye dünürlüğe gönderdi.

Resulullahın son hanımı
Hz. Meymune, Resulullahın kendisine dünür olduğu haberini deve üzerinde iken alınca, dedi ki:
-Deve de, üzerindeki de Resulullahındır.
Peygamber efendimizin teklifini severek kabul etti. Bu işin gereğinin yapılmasını da ablası Ümm-i Fadl’a, o da kocası Hz. Abbas’a bıraktı.
Böylece Hz. Abbas, Hz. Meymune’nin nikâhlanmasında vekil oldu. Resulullah efendimiz Mekke’de umreyi tamamladıktan sonra, Medine’ye dönerlerken Şerif mevkiine gelince, Hz. Abbas, dörtyüz dirhem mehir ile Hz. Meymune’yi Resulullaha nikâhladı. Burada düğün merasimi de yapıldı.
Hz. Meymune, Resulullahın nikâhı ile şereflenen, son hanımı oldu. Peygamberimiz bundan sonra bir daha evlenmedi.
Hz. Meymune çok hayır yapar, ibadette bulunurdu. Dinî emir ve yasaklara da son derece dikkat ederdi. Hz. Âişe onun hakkında buyurmuştur ki:
- Meymune bizim hepimizden fazla Allahü teâlâdan korkan ve sıla-i rahmi, yani yakın akrabaları gözeten bir hanım idi.
Hz. Meymune bazan borç alır ve hayır işlerine harcardı. Bir ara çok borçlanmıştı. Bunu nasıl ödeyeceğini sordukları zaman dedi ki:
- Resulullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: Herkes iyi niyetle borçlanırsa, Allahü teâlâ onun borcunu öder...

“Beni Mekke’den çıkarınız!”
Hz. Meymune 671 senesinde Mekke’de hastalandığında dedi ki:
-Beni Mekke’den çıkarınız! Çünkü Resulullah efendimiz, benim Mekke’nin dışında vefat edeceğimi haber verdi.
Kendisini çıkardıkları zaman, Resulullaha nikâhı yapılmış olduğu yerde vefat etti. Cenaze namazını yeğeni Hz. Abdullah bin Abbas kıldırdı. Cenazesi kaldırılacağı zaman Hz. Abdullah şöyle dedi:
-Bu Resulullahın hanımıdır. Cenazeyi fazla sallamayın ve edeple yola devam edin
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 18:42:27
Ebû Musa el-Eş’ari (radıyallahü anh)

19 Aralık 2005 Pazartesi
Ebû Musa el-Eş’ari hazretleri, Resûlullah efendimizin vâlilerindendir. Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Peygamber efendimiz onu, Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine hitaben şöyle buyurdu;
“Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.”
Resulullah ile Zâtü’r-Rika Gazâsında, Mekke’nin Fethinde, Huneyn Gazâsında bulundu. Hz. Ömer’in hilâfetinde Kûfe, Basra valiliklerine tâyin olundu. Burada vâli iken Ehvaz, İsfehan ve Nusaybin fethedildi.

Hz. Ali’nin vekili...
Hz. Osman’ın halifeliği esnasında önce Basra daha sonra da Kûfe vâliliğine tayin edildi. Hz. Ali zamanında da Kûfe valiliğine devam etti. Cemel Vakası’na katılmadı. Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu...
Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sürelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.
Safvân bin Süleyman diyor ki: “Resûl-i ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.”
İslâm takvimini yazılarında ilk defa O mübarek kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. O hep; Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşünürdü.
Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında son sözü; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya yaklaşınca nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de o noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyurdu.

“Azığını hazırla hanım!”
Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefat etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu...
Hastalığı sırasında feryad eden zevcesine Rasûlullah’ın bağırıp çağırarak ağlamayı yasakladığını hatırlatmış ve şöyle vasiyet etmiştir: “Cenazemi süratle götürünüz. Peşimden kimse gelmesin, mezarımda vücudumla toprak arasına bir şey konmasın. Kabrimin üstüne bir türbe yapmayınız. Kadınlar içinde saçını-başını yolarak ağlayanları uzaklaştırınız. Bunları kendimden söylemiyorum; Resûli ekremden naklediyorum...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 18:42:48
Muaz bin Cebel (radıyallahü anh)

20 Aralık 2005 Salı
Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, helâl ve harâm ilmini en iyi bilenlerdendir. Milâdî 605 senesinde Medine’de doğdu. Hicretin 18. (m. 640) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti...
“İkinci Akabe Bîatı”nda, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamber efendimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, Müslüman olan yetmiş Medineliden birisi de Muaz bin Cebel’dir (radıyallahü anh). Onsekiz yaşında iken Müslüman oldu.

Hadîs-i şerîfle övüldü
Mu’âz bin Cebel, Yemen’de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve o ülkede toplanan zekât mallarını vazîfelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitti. Peygamberimizin vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medîne’ye döndü. Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında Medîne’de Hz. Ebû Bekir’in seçtiği danışma hey’etinde yer aldı. Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Mu’âz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Resûlullah efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde onu methetmiş, övmüştür. Hz. Ömer’in halîfeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz yaşında iken vefât etti.
Buyurdu ki: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvâyı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır.”

“Kalbim sana bağlıdır”
Mu’âz bin Cebel vefâtı esnasında şöyle dua ediyordu: “Allahım! Şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum...”
Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayılıyordu. Nihayet;
“Allahım! Ne kadar zor durumda kalsam da bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” diyerek son nefesini verdi..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 18:43:13
Ebû Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh)

21 Aralık 2005 Çarşamba
Ebû Saîd el-Hudrî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın fakihlerindendir. Babası, Medine’de İslâm’ın tebliği başladığında Müslüman olmuş, bu vesileyle Ebû Said de Müslüman bir aileden dünyaya gelmiştir...
Ebû Saîd el-Hudrî bin yüz yetmiş hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan kırk üç tanesi Buhâri ve Müslim’de yirmi altısı yalnız Buhâri’de, elli ikisi yalnız Müslim’de, diğerleri öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır...

Babası ile Uhud’da...
Ebû Saîd, Medine’de Mescid’i Nebevî’nin inşasına katılmış, Bedir Gazasında küçük olduğundan bulunamamış, onüç yaşında Uhud Gazasına babası ile katılmış ve bu savaşta babası Mâlik şehid olmuştur. Babasının ölümünden sonra ailesinin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bağlamıştır. Ailenin kadınları, “Kalk da Resûlullâh’a git, ondan bir şey iste, herkes istiyor” dediklerinde önce gitmemiş, sonra Resûlullah’ın huzuruna gittiğinde onun şu hutbeyi irâd buyurduğunu görmüştür:
“İstiğna gösteren ve iffeti muhâfaza eden insanları Cenâb-ı Hak âlemden müstağni kılar.” Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatır:
“Resûl-i ekremden bir şey dilemeyerek döndüğüm halde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu...”
Ebû Said, Benî Mustalık ve Hendek Gazâlarına da katılmış, seferlere çıkmıştır. Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin Fethi, Huneyn, Tebük Gazalarında bulunmuştur. Resûlullah’ın on iki gazasında yer almıştır. Hz. Ömer ve Osman devirlerinde Medine’de fetvâ vermiş, Hz. Ali devrinde Nehrevan Savaşında bulunmuştur. Ebû Said hazretleri, seksenbir yaşında vefât etmiştir.

“Gösterişli mezar istemiyorum!”
Hicri yetmiş dört yılında Medine’de vefatına yakın günlerde oğlu Abdurrahman’ın elinden tutup Mescid-i Nebevi’nin yakınındaki Cennetü’l-Baki Mezarlığı’na giden büyük sahabi, oğluna kenardaki tenha bir köşeyi işaret ederek şöyle buyurur:
“Beni işte şu köşedeki boşluğa gömün. Üzerime de gösterişli bir şey sakın yapmayın. Ayrıca arkamdan da sesli şekilde ağlamayın. Bana iyilik yapmak istiyorsanız bu vasiyetimi aynen yerine getirin. Ben gösterişli mezar ve sesli ağlama istemiyorum!..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 18:43:35
Ammâr bin Yâser (radıyallahü anh)

22 Aralık 2005 Perşembe
Ammâr bin Yâser, müşriklerin korkunç işkencelerine düçar olan ilk sahabilerdendir... Resulullah efendimizin Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evinde bulunduğu sırada Süheyb-i Rûmî, Hz. Peygamber efendimize giderek Müslüman oldu. Suheyb, yakın arkadaşı Ammar’ı da Allah Resulü’ne götürüp onun da Müslüman olmasını sağladı. Ammâr, Resulullah’ın huzurundan çıktıktan sonra evine gelip, anne ve babasına da İslâm’ı anlattı. O gün onlar da iman ettiler...

İslâmın ilk şehitleri...
Ammâr hazretleri “Resulullah’ı gördüğüm zaman etrafında beş köle, iki kadın ve Ebû Bekir (radıyallahü anh) vardı” buyurmuştur...
Hz. Ammâr’ın annesi Sümeyye Hatun ve babası Yâser ilk şehitlerdir. Bu itibarla Ammâr âilesinin İslâm tarihindeki mevkii çok büyüktür. Hz. Ammâr, anne ve babasının şehit olduklarını görmekle imanı daha da artmış, müşriklerin bütün eza ve cefalarına göğüs germişti. Bütün eshab onun bu fedakârlığını, herkes için bir ibret numûnesi olan hâllerini yâd ederlerdi. Sâid bin Cübeyr ile Abdullah bin Abbâs hazretleri, Hz. Ammâr’ın ancak en dayanılmaz işkencelere uğradığı anlarda müşriklerin elinden kurtulmak için birkaç söz söylediğini beyan ve ifadede birleşirler. Hz. Ammâr, uğradığı bütün bu müşkülleri, giriftâr olduğu bütün işkenceleri derin bir sabırla karşılamış kalbinde yerleşen tevhîd inancı, bir lahza bile sarsılmamış; çölün kızgın kumları, kızgın kayaları sırtını ve göğsünü yaktığı veyahut sular içine daldırılarak boğulmak istendiği zamanlarda bile kalbi hep Kelime-i tevhid ile çarpmıştı...
Hz. Ammâr bir gün Peygamber efendimize kendisinin ve ailesinin uğradığı eza ve cefadan bahsetti. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona “Sabrediniz, sabrediniz, siz Ammâr ailesi, Allah’ın lütfuna mazhar olacaksınız” buyurdu.
Başka bir gün de Resulullah, Ammâr ailesini Cennet’le müjdelemişti...

“Bugün dostlara kavuşacağım”
Sıffin günlerinin birinde, güneş batmak üzereydi ve savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. İftar zamanı geldi ve oruçlu olan Ammâr çevresindekilere: “Bana bu dünyadaki son rızkımı veriniz!..” diye seslendi. Ona bir miktar süt getirdiler. Ammâr sütü içtikten sonra: “Bugün dostlara kavuşacağım, Resulullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem), varacağım. Bir gün Hz. Peygamber bana; “Ammâr, senin dünyada son rızkın süt olacaktır” buyurmuştu, dedi”. Bu sırada İbn-i Câdiye adında biri onu yaralayarak yere düşürdü ve biraz sonra da şehadet şerbetini içti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 18:44:09
Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh)

23 Aralık 2005 Cuma
Abdullah bin Ömer hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup, dört büyük halîfeden Hz. Ömer’in oğludur. İlk îmâna gelenlerdendir. Babası îmân ile şereflenince, o da küçük yaşta Müslüman oldu...
Küçük yaştan itibaren Peygamber efendimizle beraber bulunan Hz. Abdullah, Eshâb-ı kirâm içinde en çok hadîs-i şerîf nakledenlerden oldu. Ayrıca, yaratılış olarak üstün hâllere sahip olduğundan ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmeti ile şereflenip, uzun zaman sohbetlerinde bulunduğundan, bütün ilimlerde mâhir oldu...

Baba sözü tuttu...
Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud Gazalarına Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından katılmasına müsaade edilmeyen Hz. Abdullah, onsekiz yaşlarında iken Hendek Gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber zamanında meydana gelen bütün savaşlara katıldı. Mekke’nin Fethinde, Mûte Savaşında, Tebük Seferinde ve Vedâ Haccında bulundu.
Abdullah bin Ömer, İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz. Ömer: “Bir evden bir kurban yeter” demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâya sadece müşâvir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti...
Harâm ve şüphelilerden sakınmakta, dünyaya düşkün olmamakta örnek durumda olan bu mübarek zat, her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Çok cömert olup, ikrâm etmeyi çok severdi. Akşam yemeklerini, yalnız yediği hiç vâki değildi. Mutlaka misâfir arar bulurdu...

“Üç şeye hayıflanıyorum”
Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah bin Ömer’i ayağından yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivâyete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac bin Yusuf’un bir tertibi idi.
Said bin Cübeyr hazretleri anlatır:
“İbn-i Ömer’in vefat anı geldiğinde dedi ki:
-Dünyada yalnız şu üç şeye hayıflanıyorum. Sıcak ve uzun günlerin susuzluğu (oruç), gecelerin zorluklarına katlanmamak ve başımıza inen şu bagi (asi) Haccac ordusu belasına karşı savaşmamak!..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:45:12
Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh)

26 Aralık 2005 Pazartesi
Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Peygamber efendimizin mihmândârı, yâni Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, Resûlullahı’ı evinde misâfir eden sahâbîdir. İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi Ebû Eyyûb’dur. Türkiye’de “Eyyûb Sultân” olarak tanınır.
Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin, Peygamberimiz için, her gün bir sofra hazırlamak âdetiydi. Bu izzet ve ikrâmıyla derecesi çok yükseldi...

İstanbul’a gelen ordu...
Hicretten 52 yıl sonra, İstanbul üzerine sefer açıldı. Mısır’dan, Şam’dan, Arabistan’ın her yerinden ordular geldi. Çünkü, Resûl-i ekrem efendimiz buyurmuşlardı ki:
(İstanbul elbette fetholunacaktır! Onu fetheden emîr, ne güzel emîr; onun askeri, ne güzel askerdir.)
İşte bu methedilen, övülen askerler arasına katılmak arzûsuyla Müslümanlar, akın akın İstanbul’un fethine koştular...
O sırada, Hz. Ebû Eyyûb rahatsızdı. Fakat cihâd haberlerini duyduğunda, heyecanla doğruldu. Hele İstanbul gazâsını işitince, gözleri parladı. Hazırlıklara başladı. Yakınları dediler ki:
“Yâ Ebâ Eyyûb! 70 yaşını geçtin. Üstelik hastasın. Bu sefer ise, uzun ve tehlikelidir!”
Hz. Eyyûb’un cevabı tereddütsüz ve kesin oldu:
“Cihâd ve gazâyı terk etmek, daha tehlikelidir.”
Sevgili Peygamberimizin Medîne’ye gelişlerinden yarım asır sonra, sevgili arkadaşları da İstanbul önlerine geldiler. Kalın surlar dibinde Ebû Eyyûb hazretleri, vefât etmek üzeredir. Güçlükle konuşmaktadır:
“Mücâhidlere selâm söyleyiniz. Onlara Resûl-i Kibriya Efendimizden duyduğum şu mübârek sözleri bildiriniz: “Her kim, Allaha şerîk koşmadan, rûhunu teslim ederse; cenâbı Hak da onu, Cennetine koyar.”

“Racül-i sâlih...”
Etrafındaki gâzi ve askerler, gizli gizli ağlıyorlardı. Ak sakallı gâzi, son bir gayretle şunları fısıldadı:
“Sizlere vasiyetim olsun: Öldükten sonra cesedimi, burada bırakmayın! Gâzilerin girebildikleri, en uzak yere götürün! Bizans topraklarının, İstanbul’a en yakın noktasına defnedin. Zîrâ Peygamber efendimiz; ‘Kostantiniyye’de kalenin yanında bir racül-i sâlih defnolunacaktır’ buyurmuştu.”
Ertesi gün büyük Sahâbî, şehâdet kelimeleri arasında temiz rûhunu, yüce Allaha teslim etti. Sevgili Resûlullaha kavuştu.
Ne mutlu bizlere ki; Resûlullah efendimize ev sahipliği yapan Ebû Eyyûb hazretleri; şimdi de bizlere ev sahipliği yapmaktadır..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:45:55
Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh)

27 Aralık 2005 Salı
Dıhye-i Kelbî hazretleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir ve Bedir dışındaki bütün harplere katıldı. Geç îmâna geldi. Zengin tüccâr idi. Müslümân olmadan önce de Resûlullahı sever, uzaktan geldikçe hediyye getirirdi. Müslümân olunca, Resûlullah çok sevindi. İyi Rumca bilirdi. Rum devletine sefîr olarak gönderildi. Yermük ve Şâm savaşlarında bulundu. 50 [m. 670] senesinde vefât etti...

Kabilesinin reisi idi...
Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;
“Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamber efendimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.
Bedir Gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. ?mânla şereflenmek için huzuru saâdetlerine girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullah efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde îmân nûru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.
Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:
“Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi ?sâ’ya, Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer...”

“Güzeller güzeline kavuştur!”
Bedir Gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük Savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam’da 672’de vefât etti.
Vefat ederken buyurdu ki: “Yâ Resulallah! Zatınıza kavuşmak ne güzel! Ey can emanetini alan melek, gel de beni güzeller güzeline kavuştur!..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:47:50
Amr bin Cemuh (radıyallahü anh)

28 Aralık 2005 Çarşamba
Amr bin Cemuh hazretleri, cahiliye devrinde Yesrib ileri gelenlerinden, Celemeoğullarının efendilerinden, Medine cömertlerinden, karakter sahibi bir zat idi...
Mus’ab bin Umeyr’in (radıyallahü anh) Medine’ye davetçi olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların birçoğu iman ettiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr bin Cemuh’un oğulları Muavvez, Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler. Nihayet Amr bin Cemuh da yaşı altmışı geçtiği halde iman etti.
? Bir ayağı felçli idi...
Uhud Savaşı için üç oğlu gibi Amr bin Cemuh da cihad için hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr (radıyallahü anh) o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen felç idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikayet için Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı ve:
-Ya Resulallah, oğullarım ayağımı bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum, dedi.
Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oğullarına;
-Ona engel olmayın. Herhalde Allahü teâlâ ona şehidlik verecek, buyurdu.

“Ben cenneti istiyorum”
Ordunun hareket vakti gelince Amr (radıyallahü anh) hiç dönmeyecekmiş gibi hanımıyla helallaştı ve sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti:
“Allah’ım! Bana şehidlik ver. Beni şehidliği kaybetmiş olarak aileme döndürme.”
Savaşın kızışıp müşriklerin Resulullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu... Oğlu Hallad’la beraber Resulullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) koruyan müminlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da:
-Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum, diyordu.

İkisi de şehid oldu...
Derken oğluyla birlikte şehid olup çok arzuladıkları cennet nimetlerine kavuştular...
Peygamber Efendimiz, Amr’ın cesedi yanından geçerken buyurdu ki:
“Ben onu Cennette sağlam ayaklarla yürürken görür gibiyim...”
Ve onu oğluyla birlikte aynı kabre defnettiler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:48:31
Sümeyye Hatun (radıyallahü anhâ)

29 Aralık 2005 Perşembe
Ebu Cehil bilhassa kölelerin Müslüman olmasına fena halde içerliyor, hiç hazmedemiyordu. Yaser hazretleri yabancı, Sümeyye Hatun ise köle idi. Kureyş zorbası Ebu Cehil, Hz. Yaser’in evini yaktırdı. Karısı ve oğlu ile beraber üçünü de zincire vurdurttu, sonra kırbaçlattırdı, daha sonra da hapsetti...
Dışarıda sıcak şiddetlenip, çölün kumları yanmaya başlayınca, zincirleri ile Yaser ailesini çöle çıkardılar. Bağladıkları zinciri çıkarmadan çölde sürüklemeye başladılar. Hz. Sümeyye’yi ateş gibi yanan kumlara gömüyorlar, Ammar’ı durmadan taşlıyorlardı... Bazan zavallıların önünde kuvvetli bir ateş yakılıyor, demir kıpkırmızı oluncaya kadar ateşte bırakıldıktan sonra, arka ve yanlarından geçiriliyordu... Yaserler her şeye rağmen dinilerine sımsıkı sarılmışlardı.

“Sizi Cennetle müjdelerim”
Bu arada Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı eshabı ile Mekke’nin dışına çıkmıştı. O, Ebu Cehil’in Yaser ailesine yaptığı işkenceyi gördü. Resûlullah efendimiz çok üzülmüştü. Onlara doğru dönerek;
-Yaserler sabredin, dayanın. Size vaad olunan yer şüphesiz Cennet’tir müjdelerim sizi, buyurdu.
Bu güzel cümle karşısında Yaser, Hz. Peygamber’e baktı ve;
-Bize ne yaparlarsa yapsınlar. Allah’ın dininde kalacağız. Senin Allah’ın Resulü olduğuna şahadet ederim. Şüphesiz senin vaadin haktır, dedi. İçi iman ile dolan Hz. Sümeyye, işkence yapan zalimlere dönerek bütün sesinin heyecanı ile;
-İşte bedenlerimiz elinizde ey Allah’ın düşmanları istediğinizi yapın. Vaad olunan yerimiz Cennet’tir, dedi.
Bu gürleyen ses Ebu Cehil’in öfkesini daha da artırdı. Sümeyye’ye yaklaşarak;
-Sen böyle kalmayacaksın, nihayet Muhammed’in dinini bırakıp bize döneceksin! dedi.

İlk kadın şehid
Bunun üzerine Sümeyye Hazretleri şöyle haykırdı:
-Sana ve inandığın putlara kötülükler olsun, ey Allah’ın düşmanı. Seni görmektense, bana ölmek daha iyidir. Bak duy! Allah Rabbimizdir, Muhammed Peygamberimizdir!
Hz. Sümeyye’nin bu ağır konuşması karşısında Ebu Cehil’in aklı başından gitti. Birden mızrağı ile vurdu ve bunun tesiri ile Sümeyye Hatun ruhunu teslim etti. Böylece Sümeyye Hazretleri İslam’da ilk kadın şehid oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:49:12
Amr bin Âs (radıyallahü anh)

30 Aralık 2005 Cuma
Amr bin Âs hazretleri, İslâmiyeti kabûl ettikten sonra, eski hatâlarına çok pişman oldu. İslâma hizmet etmeyi, müşriklere karşı savaşmayı şiddetle arzû etti. Böylece büyük bir mücâhid oldu. Birisi, Amr bin Âs’a sordu:
-Siz akıllı adamdınız. Niçin İslâma girmekte geciktiniz?
-Biz yaş ve bilgi bakımından, bizden üstün kabûl edilen insanlarla beraberdik. Onlar, Resûlullah efendimizi Peygamber olarak kabûl etmediler. Biz de onlara tâbi olduk. Onlar gidip, sıra bize gelince, düşündük, inceledik, hakkın çok açık olduğunu gördük. Böylece İslâmiyet kalbime yerleşti. Resûlullah efendimizin, iyilik yapana öldükten sonra iyilik, kötülük yapana kötülük yapılacağı, sözünü içimde doğru buldum...

Mürtedleri yola getirdi!
Amr bin Âs, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında, önce Umman’daki mürtedleri, sonra Benî Kudaa mürtedlerini yola getirdi. Bundan sonra Hz. Ebû Bekir tarafından Şam’ın fethine gönderildi. Başkumandan Hâlid bin Velîd’in idâresinde cereyan eden Yermük Muharebesinde büyük kahramanlıklar gösterdi ve Şerahbil bin Hasene ile beraber ordunun sağ kanadını idâre etti.
Yermük Muharebesi, İslâm ordusunun zaferiyle bitti. Bu savaşta Müslümanlar 250 bin kişilik Rum ordusunu büyük bir hezîmete uğrattı.
Amr bin Âs, Ecnadin’de büyük bir Rum ordusunu bozguna uğrattı. Bütün Filistin ve Ürdün’ü elegeçirdi. Hz. Ömer’in halîfeliği sırasında Filistin Vâliliğine tayin edildi.
Hz. Ömer zamanında Mısır’ı fethetti ve oraya vali tayin edildi. Hz. Muaviye’nin hilafeti zamanında 664 senesinde Mısır Valisi iken vefat etti. Vefat edeceği zaman ağlamaya başladı. Yanıbaşında bulunan oğlu sordu:
-Niçin ağlıyorsun baba, yoksa ölümden korkuyor musun?

“Hayatımda üç devre var”
-Hayır, ölümden korkmam, lakin sonrasından korkarım. Zira hayatımda üç devre var; evvela imansız idim ve herkesten ziyade Resulullah’ın aleyhinde idim. O zaman ölseydim, yerim cehennemdi. Sonra Resulullah’tan hayâ eden ve imana gelen ben oldum. O vakit ölseydim, beni tebrik ederler ve İslam üzere, hayır üzere gitti derlerdi ve benim için cennet umulurdu. Sonra saltanat elbisesi giydim. Şimdi ne haldeyim bilemiyorum...
Amr bin Âs hazretlerinin, 664 senesinde, ölüm döşeğindeyken son sözleri şunlar oldu:
“Allahım! Sen emrettin, biz emrine isyân ettik. Sen nehyettin biz tersini yaptık. Affına sığınırız. Allahım! Sen bize yardım et. Suçluyum. Özrümü kabûl et. Senden af diliyorum. Senden başka ilâh yoktur.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:49:44
Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)

02 Ocak 2006 Pazartesi
Selmân-ı Fârisî hazretleri, İslamiyetin doğuşundan önce İran’da İsfehân şehrinde dünyaya gelmişti. Mecûsî idi. ?rân’da iken kiliseye girip Hristiyan oldu. Babasının kendisine zulmetmesi üzerine Anadolu’ya kaçıp, kiliselerde hizmet etti. Nihayet Şâm’a geldi. Medîne’de âhir zamân Peygamberinin çıkacağını bir papazdan işitti. Âlim oldu. Resûlullahın Medîne’ye hicret edeceğini öğrendi. Fakat oraya girerken, köle yaptılar. Bir Yahudi onu satın aldı. Daha sonra Medine’de başka birine sattı. Hicretten sonra, Medîne’ye gelerek, Peygamber Efendimiz’de evvelce işitmiş olduğu alâmetleri gördü. Hemen îmân etti. Çok hâlis Müslümân oldu...

“Kardeşinize yardım ediniz!”
Peygamber Efendimiz onun kölelikten kurtulmasını istedi. Bunun üzerine, sâhibine gidip, azâd olmak istediğini söyledi. Yahûdî, hurma verecek duruma gelmiş üç yüz fidan getirmesi ve kırk ukiye altın vermesi şartıyla kabûl etti.
Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah Eshâbına buyurdu ki:
- Kardeşinize yardım ediniz!
Onun için üç yüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz, “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber veriniz” buyurdu. Çukurları hazırlayıp haber verince, Resûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. Bunları satarak sahibine verdi ve kölelikten kurtuldu...
Selmân-ı Fârisî, Resûlullahtan sonra, hazret-i Ebû Bekir’in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, hazret-i Ebû Bekir’in almış olduğu kemâlâttan da bazılarına kavuştu. Resûlullaha kendi kalbi ile bağlanmış olduğu gibi, hazret-i Ebû Bekir’in daha parlak olan kalb aynası ile de bağlanarak, daha çok feyzlere, marifetlere kavuştu. İkiyüzelli yaşında Medâyin’de, bir rivâyete göre, 33 senesinde vefât etti.

Ölüm anı gelince...
Hz. Selman’ın ölüm anı gelince evin hanımına dedi ki:
-Gizlediğim şeyi getir! Hanımı bir misk kesesi getirdi. Selman:
-Bana içinde su olan kaseyi getir. Sonra miski o kaseye attı, karıştırdı ve dedi ki:
-Bunu etrafıma serpin! Zira Allahın mahlukatından kokuyu alan ama yemek yemeyenler yanımda hazır duruyorlar. Böyle yapıldı. Tekrar hanımına dedi ki:
-Kapıyı üstüme kapat ve aşağı in. Hanımı aşağı inip biraz bekledikten sonra tekrar yanına çıktığında onu vefat etmiş halde buldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:51:05
Âsım bin Sâbit (radıyallahü anh)

03 Ocak 2006 Salı
Müşriklerden bir heyet Medîne’ye giderek Resûlullahın huzuruna çıkıp şöyle bir ricada bulundular: -Yâ Resûlallah! Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur’ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur’ân-ı kerîmi öğretecek kimseler yollar mısınız?
Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretleri bulunuyordu. Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabîlesi topraklarında, Reci suyu başında, seher vakti konakladılar... Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200’den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. Âsım bin Sâbit ellerini açarak şöyle duâ etti:

“Ey Âsım teslim ol!”
-Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et!
Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı:
-Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol!
Âsım bin Sâbit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:
-Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok... Yayımın kalın teli gerilmiştir... Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir... Mukadderâtın hepsi başa gelicidir... İnsanlar er-geç Allaha rücû edicidir... Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, manâsında şiirler söylüyordu...
Hz. Âsım’ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriki mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı. Sonra da şöyle duâ etti:
-Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bugünün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyâz ediyorum.

Başını kesmek istediler!
O gün orada mevcut bulunan on sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa’d’a satmak için Âsım bin Sâbit’in başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit’in duâsını kabûl buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler.
Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit’in üzerinde durdular. Hiçbir müşrik yanına yaklaşamadı. Akşam olunca da Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Sel suları da Âsım bin Sâbit’in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit’in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:51:50
Ebû Hureyre (radıyallahü anh)

04 Ocak 2006 Çarşamba
Ebû Hureyre hazretlerinin asıl adı Abdürrahmândır. Hicretin 7. senesinde Hayber’de Müslüman oldu. Gençliğinde fakîrlik ve sıkıntı içinde yaşamıştır. Yemen’deki Devs kabîlesinin ileri gelenlerinden ve meşhûr şâir olan Tufeyl bin Amr vâsıtasıyla iman ettiğinde 30 yaşını geçmişti...
Ebû Hureyre hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında en çok hadîs-i şerîf bilen ve rivâyet edenlerdendir. İsmi Abdurrahman bin Sahr’dır. Künyesi Ebû Hureyre’dir. Bu künyenin verilişini kendisi şöyle anlatır:

“Ey kedicik babası!”
“Bir gün kaftanımın içinde küçük bir kedi taşıyordum. Resûlullah gördü. ‘Nedir bu?’ buyurdu. Ben de, ‘kedicik’ dedim. Bunun üzerine Resûlullah bana ‘Ey kedicik babası’ buyurdu...”
Abdurrahman bin Mihran, Ebu Hureyre (radıyallahü anh)’nin ölüm anında şöyle vasiyet ettiğini bildirir:
-Üstüme çadır dikmeyin. Arkamdan buhurdanlık tüttürmeyin. Beni kabre çabuk ulaştırın. Çabuk olun. Resulullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) işittim ki; “Mümin tabutuna konulduğunda, tabutu ‘hemen götürün’ der. Kâfir tabutuna konduğunda ‘yazıklar olsun beni nereye götürüyorsunuz?’ der!..”

“Seni ağlatan nedir?”
Hemmam’ın anlattığına göre, Ebû Hureyre hazretleri ölüm zamanı geldiğinde ağlamaya başladı.
-Seni ağlatan nedir, diye sordular.
-Azığın azlığı, kurtuluşun uzaklığı, cennet ya da cehennemle bitecek meçhul bir son, dedi...
Ömrünün son günlerinde hastalandı. Hastalığını duyanların ziyarete gelmesiyle büyük bir kalabalık toplandı. Hastalığı ağırlaştığında “Allahım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasib eyle” demiştir.

Feryât edip, kendinden geçti!
Şakya Eshahi şöyle rivâyet etmiştir:
“Bir defasında Medîne’ye Ebû Hüreyre’yi ziyâret için gelmiştim. Ebû Hüreyre, Resûlullahın kıyâmet gününe dâir bir hadîs-i şerîfini rivâyet ederken, birdenbire feryât edip, kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince, neden böyle yaptığını sordum. Dedi ki:
-Kıyâmet günü için Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Kıyâmet günü, Allahü teâlânın insanları hesâba çekeceği gündür. Kur’ân-ı kerîme, O’nun emirlerine uyanlar makbûl olup, uymayanlar cezâlandırılacaktır. Kur’ân-ı kerîmi bilip okuyan, öğrenip öğretenlerden amel etmeyenlerin vay hâline!..)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:52:18
İmran bin Husayn (radıyallahü anh)

05 Ocak 2006 Perşembe
İmran bin Husayn hazretleri, Eshab-ı kiramdandır. Huzaa kabilesinden olup, Hayber Gazasında, kız ve erkek kardeşi ile birlikte Müslüman olmuştur. Babasından evvel iman etmiştir. Babası Husayn, Peygamber Efendimizin yanına gelince, uygunsuz davranacağını sandığı için ayağa kalkmadı. Peygamber Efendimizin dâvetini kabul edip şehadet kelimesini getirmesi üzerine, yerinden kalkıp babasının elini ayağını öptü. Sırf Allah rızasını gözeterek yapılan bu hareket karşısında Peygamber Efendimizin ağladığı da nakledilmektedir...

O bir fıkıh âlimiydi...
İmran bin Husayn, Eshab-ı kiram içinde çok faziletlere sahipti. Fıkıh ilminde üstün derecesi vardı. Mekke’nin fethinde Huzaa kabilesinin sancağını o taşıyordu...
Hz. Ömer halife olunca, Basra halkına İslamiyeti öğretmesi için onu gönderdi. Basra’nın ilim ve irfan hayatına büyük emeği geçen Hz. İmran’a büyük iltifatlarda bulunan meşhur Hasan-ı Basrî, “İmran bin Husayn’dan daha değerli bir kimse Basra’ya ayak basmamıştır” meâlindeki ifadeyi dile getirmiştir.
Resmî görevi sırasında ve sonrasında hadis ilmi ile uğraşarak talebelere ders verdi. Kadılık görevinden istifa ettikten sonra da fetva vermeye devam etti. Basra imamları ve tabiinin büyüklerinden olan Muhammed ibni Sirin de kendisi için övgülerde bulunmuş, Basra’da bulunan büyük şahsiyetlerden biri olarak tavsif etmiştir.
Siyasî olaylara hiç müdahil olmadı. Hz. Ali’ye (radıyallahü anh) karşı yapılan iç savaşlara katılmadı. Hayatı boyunca sünnete uygun yaşamak için büyük gayret gösterdi. Kabiliyetli iyi bir yönetici ve takva sahibi bir insan olarak tanındı. Güzel giyinmesiyle dikkat çekti. Sebebini soranlara; “Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği nimetin işaretinin onun üzerinde görülmesinden hoşlanır” cevabını verdi.

“Melekler selam veriyorlar”
Bir ara mide hastalığına yakalandı. Bu hal 30 sene devam etti. Hz. Mitraf ve kardeşi A’lâ, ziyaretine gitti. Onun bu halini görünce ağlamaya başladılar. İmran (radıyallahü anh) onlara:
-Ağlama! Melekler benim ziyaretime gelip selam veriyorlar. Meleklerin selamını alıp onlarla konuşuyorum. Hasta olduğumdan dolayı verilen bu nimete şükrediyorum. Böyle bir kimse, bu dertlere razı olmaz mı? dedi.
Bundan kısa bir zaman sonra da vefat etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:53:02
Abdullah bin Selâm (Radıyallahü anh)

06 Ocak 2006 Cuma
Abdullah bin Selâm hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan olup, Ensârın büyüklerindendir. Medîne’deki Yahûdî Benî Kaynuka kabîlesinden idi. Soyu Hz. Yûsüf’e dayanıyordu. Asıl ismi Husayn idi. Müslüman olunca Resûlullah efendimiz ona Abdullah ismini verdi...
Abdullah bin Selâm’ın îmân ettiğine ve fazîletine Kur’ân-ı kerîmin bir âyet-i kerîmesinin şehâdet ettiğini müfessîrler ifâde etmektedirler.

Yükünü kendisi taşırdı!
Abdullah bin Selâm hazretleri nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmişti. Kendisi zengin olduğu hâlde, bazen Medîne çarşısında sırtında yük taşıdığı görülürdü. Bir gün yine onu bu hâlde görenler dediler ki:
-Senin çocukların, hizmetçilerin var. Bu işleri niçin onlara gördürmüyorsun? diyenlere şöyle cevap vermiştir:
-Evet bu işleri görecek kimselerim vardır. Fakat ben nefsimi denemek istiyorum. Böyle işler nefsime ağır geliyor mu, gelmiyor mu? Maksadım bunu anlamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, (Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete girmeyecektir) buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîflerinde de, (Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır) buyurmuştur. İşte bunun için yükümü kendim taşıyorum...
Abdullah bin Selâm hazretleri, Hz. Osman’ın şehâdeti esnâsında yanında bulunuyordu. İsyâncılara dedi ki:
-Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezâsını çok şiddetli olarak çekeceksiniz! Ayrıca Hz. Osman’ın üzerinizde çok hakkı vardır.
Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakâret ettiler.

“İşte onlar salihlerdendir”
Hz. Abdullah hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi. 663 (H. 43) senesinde vefat edeceği zaman Âl-i İmran suresinin 114 ve 115. âyetlerini okudu ki, meâl-i şerîfi:
“Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarış ederler. İşte onlar salihlerdendir. Ve hayırdan her ne işlerlerse mükafatsız kalmazlar. Allahü teâlâ takvaya erenleri hakkıyla bilir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:53:29
Abdullah bin Zübeyr (radıyallahü anh)

16 Ocak 2006 Pazartesi
Abdullah bin Zübeyr’in annesi, Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ’dır. Teyzesi, mü’minlerin annesi Hz. Âişe’dir. Babası tarafından babaannesi Safiyye, Rasûlullah’ın halasıdır...
Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamber Efendimize getirilerek O’na biat etme şerefine kavuştu. Hz. Ebû Bekir devrinde çocukluğunu atlattıktan sonra Hz. Ömer devrinde henüz oniki yaşlarında iken babası ile Yermük Savaşı’na gitti. Dört yıl sonra da babası ile birlikte Amr ibni Âs kumandanlığında Mısır’ın fethine katıldı...

Bizanslılarla da savaştı
Afrika’da Abdullah bin Sa’d ile Tunus’un fethine gitti. Bu savaşta üstün Bizans kuvvetleri karşısında kahramanca savaşıp Roma Bölge Valisi Gregor’u öldürerek zaferin kazanılmasında büyük rol oynadı...
Otuz yaşında, Saîd ibni Âs kumandasındaki orduyla Horasan Seferinde bulundu. Aynı yıl içinde Hz. Osman tarafından Kur’ân-ı kerimin çoğaltılması için toplanan ilmî heyete katıldı. Hz. Osman şehid edildiği gün, âsilere karşı gayretle müdâfaa edenlerden idi...
Abdullah bin Zübeyr, Hz. Muâviye’nin vefatından sonra, Mekke’ye geldi. Daha sonra Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid olduğunu işitince hilâfetini ilân etti. Mekke ve Medine, Hicaz halkı kendisine bi’at etti. Mısır ve Şam dışında İslâm devletinin diğer bölgeleri olan Hicaz, Yemen, İran, Irak ve Horasan halkı Abdullah bin Zübeyr’e bi’at etti. Hz. Abdullah dokuz yıl Mekke’de halifelik makamında bulundu...
Mîlâdî 684’te Abdülmelik bin Mervan, Emevîlerin başına geçince Abdullah’ın kardeşini Irak’ta öldürttü. Haccac kumandasında bir orduyu Mekke’ye gönderdi ve Mekke’yi kuşatıp tahrib etti. Muhasara altı aydan fazla sürdü. Abdullah’ın yiğitçe müdâfaasına rağmen iki oğlu ve yakınları Haccac’a teslim oldular. Abdullah’ın taraftarları dağıldı.

Onu şehid ettiler...
Bir gün sonra İbni Zübeyr “Makam” denilen yerde iki rekat namaz kıldıktan sonra yeniden harbe girdi. Mancınıktan atılan bir taşla yaralandı. Kanlar içinde kıvranırken Abdülmelik bin Mervan’ın adamları üzerine atılarak onu şehid ettiler. Şehid olduğunda yetmişüç yaşındaydı.
Son nefesini vermeden önce şunları söyledi:
-Biz, gerisin geriye kaçarak kanlarımız elbiselerimize bulaşmış değil, fakat ayakta dimdik savaşırken kanımız damla damla akıp gitmektedir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:54:41
Abdullah bin Üneys (radıyallahü anh)

17 Ocak 2006 Salı
Bir gün Resûlullah Efendimiz, huzurlarına Abdullah bin Üneys radıyallahü anhı çağırdılar: -Yâ Abdullah! Hüzeli kabilesinin Lıhyanoğulları kolundan Halid bin Süfyan, bizimle çarpışmak üzere etrafına adamlar topluyormuş. Halid, şu sıralar ya Nahle’de veya Urene’dedir. Onu bertaraf ederek bir fitneyi daha baştan yok etmeliyiz...
Hazreti Abdullah, Sevgili Peygamberimiz kendisine bir vazife verdikleri için çok sevindi:

“Onu nasıl tanıyabilirim?”
-Başüstüne yâ Resûlallah! Derhal. Ancak onu nasıl tanıyabilirim?
-Halid bin Süfyan’ı gördüğün zaman şeytanı hatırlarsın. Ayrıca onu gördüğünde içinde bir ürperti ve korku hali doğacaktır.
-Pekalâ yâ Resûlallah. Ancak sizden bir hususta, müsaade istirham ediyorum. İcab ederse onu kandırmak için aleyhinize konuşabilir miyim?
Efendimizden, bu mevzuda istediğini söylemek için izin alan mübarek sahabi, kılıcını kuşanarak yola çıktı...
Abdullah bin Üneys, Urene Ovası’nda, elinde asası ile azametle yürüyen birine rastladı. İşte o Allah düşmanı Halid idi. Ona şöyle dedi:
-İşittim ki Muhammed’in üzerine gitmek için adam topluyormuşsun; ben de size katılmak için geldim. Huzaalı Arablardanım.
Abdullah bin Üneys’in Kâinat’ın Efendisi aleyhine söylediği sözler, Halid bin Süfyan’ı son derece memnun etmişti. Nihayet konuşa konuşa iblis suratlı adamın çadırına kadar geldiler. Buraya gelince ahmak İslâm düşmanının adamları dağıldılar. Halid, Hazreti Abdullah’ı bırakmadı. Nihayet gece olmuş; çadırdakiler uykuya varmış; onlar, hayli laflamışlardı. Kahraman sahabi, işte bu sırada bir punduna getirerek bedbahtın canını cehenneme yolladı ve kaçıp izini kaybettirdi.
Abdullah bin Üneys hazretleri, onsekiz gün sonra Medine’ye döndü. Resûlullah’ı mescidde buldu.

“Aramızda işaret olur!”
Yiğit sahabi, olup bitenler hakkında tekmil verdi. Peygamberimiz, gayet memnun kaldılar ve O’nu alarak evlerine götürdüler ve kendi elleri ile bir âsâ hediye ettiler ve buyurdular ki:
-Bu asâyı sakla yâ Abdullah bin Üneys; cennette bunu kullanırsın. Bu sebeple aramızda işaret olur...
Abdullah bin Üneys radıyallahü anh vefat, edeceği zaman, bu hadiseyi nakletti ve:
-Bu mübarek asâyı kefenimin içine koyun, buyurduktan sonra da ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:55:53
Abbâs bin Abdulmuttalib (radıyallahü anh)

18 Ocak 2006 Çarşamba
Resûlullah efendimiz İslâmiyeti anlatmaya başlayınca, Hz. Abbâs muhâlefet etmeyip, akrabâlık şefkatinden dolayı, Peygamber efendimize yardımda bulundu ve destek oldu. Bedir Savaşında daha Müslüman olmamıştı. Müşriklerin zoruyla savaşa sokuldu. Savaş sonunda, esîr edilip Medîne’ye götürüldü. Peygamber efendimiz kendisine buyurdu ki:
-Ey Abbâs, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebû Tâlib ve Nevfel bin Hâris için kurtuluş akçesi öde! Çünkü sen zenginsin.
-Yâ Resûlallah, ben Müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedir’e getirdiler.
-Senin Müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsan Allah sana elbette onun ecrini verir. Fakat senin hâlin, görünüş itibâriyle, aleyhimizedir. Bunun için sen kurtuluş akçesi ödemelisin!

“Şimdi gerçekten inandım!”
-Yâ Resûlallah, yanımda 800 dirhemden başka param yoktur.
-Yâ Abbâs, o altınları niçin söylemiyorsun?
-Hangi altınları?
-Hani sen Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Hâris’in kızı Ümmül Fadl’a verdiğin altınlar!
Abbâs çok şaşırdı ve:
-Allaha yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Senin, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şimdi gerçekten inandım, diyerek hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu...
Peygamber efendimizin amcası olan Hz. Abbâs çok zengin olup, çok cömert idi. İkrâm ve ihsânları çok meşhûr idi. Fakîr, fukarâyı sevindirmeyi çok severdi. Özellikle köle satın alıp, azâd etmekten çok memnun olurdu. Yetmiş kadar köle azâd etmiştir.
Yakın akrabâyı ziyâret etmeye, onların haklarına riâyete çok dikkat ederdi. Peygamber efendimiz, kendisini çok severdi. Bir defasında buyurdu ki:

“Allahım, Abbâs’ı bağışla!”
“Allahım, Abbâs’ı ve oğullarını magfiret eyle ve bağışla! Öyle ki, hiç günâhları kalmasın! Yâ Rabbî, onu ve oğullarını meydana gelecek âfet ve belâlardan koru!”
Ömrünün sonuna doğru görmez oldu. Hazreti Osman’ın şehid edilmesinden iki sene önce 88 yaşında Medine-i Münevvere’de vefat etti.
Kelime-i şehadeti söylemeden önce son sözü, şu hadis-i şerif oldu:
“Mü’minin kalbi Allah korkusundan ürperdiği zaman, ağacın yaprakları düşer gibi günahları dökülür.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 21:58:51
Abbas bin Ubâde (Radıyallahü anh)

19 Ocak 2006 Perşembe
Abbas bin Ubâde hazretleri, Peygamber efendimizin davetini duyunca, Müslüman olmak için koşarak gelen Medineli ilk 12 kişiden biridir. Birinci Akabe Biatında Müslüman olan altı Medineli, ikinci sene yanlarına altı arkadaş daha alıp, on iki kişi olarak Mekke’ye geldiler. Peygamberimizle gece Akabe’de görüşmek üzere söz aldılar. Gece olunca buluştular ve aralarında anlaştılar...

Arkadaşlarından söz aldı!
Hazreti Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizle yapılan anlaşmayı pekiştirmek için arkadaşlarına dedi ki:
-Ey Hazrecliler! Peygamber efendimizi niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz?
Onlar da, “Evet” cevabını verdiler. Bunun üzerine sözlerine söyle devam etti:
-Siz Onu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabul edip, Ona tâbi oluyorsunuz. Mallarınıza bir zarar gelince, akraba ve yakınlarınız helak olunca, Peygamberimizi yalnız ve yardımcısız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapınız!
-Vallahi, eğer böyle bir şey yaparsanız dünyada ve ahirette helak olursunuz. Eğer davet ettiği şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akrabalarınızın öldürülmesine rağmen, Peygamberimize bağlı kalacaksanız, Onu tutunuz. Vallahi bu, dünyanız ve ahiretiniz için hayırdır.

“Ölmek var, dönmek yok!”
Bu sözler üzerine arkadaşları da dediler ki:
-Biz Peygamberimizi, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de yine tutarız. Ondan hiçbir zaman ayrılmayız. Ölmek var, dönmek yok!..
Sonra Peygamber efendimize dönerek sual ettiler:
-Ya Resulallah, biz bu ahdimizi, sözümüzü yerine getirirsek, bize ne vardır? Resûlullah efendimiz ise; “Cennet” buyurdular. Bundan sonra sıra ile Peygamberimize biat ettiler ve söz verdiler...
Abbas bin Ubade hazretleri, Uhud Harbinde Eshab-ı Kiramın dağılmakta olduğunu fark ettiği zaman, yüksek bir yere çıkarak onlara şöyle seslendi:

Onu da şehid ettiler!
-Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musibet, Resulullah’a itaatsizliğin neticesidir. Dağılmayınız! Peygamberimizin yanına geliniz! Eğer bizler onu koruyamaz da Resulullah’a bir zarar gelmesine sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mazeret bulunmaz!
Bunlar, hayattaki son sözleri oldu. Müşrikler üzerine atıldı ve şehid ettiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:02:49
Abdullah ibni Abbas (radıyallahü anh)

20 Ocak 2006 Cuma
Eshab-ı kiramın büyüklerinden olan Abdullah ibni Abbas (radıyallahü anh) hazretleri, “müfessirlerin şahı” olarak tanınır. Resûlullah efendimiz Mekke’de iken, Abdullah ibni Abbâs’ın annesine buyurmuştu ki:
-Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!
Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, ismini Abdullah koydular ve;
“Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret” diyerek duâ ettiler. Sonra annesinin kucağına verip buyurdular ki:
-Halîfelerin babasını al, götür!

“Bu, halîfelerin babasıdır!”
Hazreti Abbâs bunu işitip, bu durumu Peygamber efendimize gelip sorunca;
-Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır, buyurdu.
Abbâsî Devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah ibni Abbâs’ın soyundan oldu...
Abdullah ibni Abbâs, Resûlullahın duâsı bereketiyle, ilimde çok yüksek derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken, Resûl-i ekrem efendimizin yanına giderdi. Teyzesi Meymûne binti Hâris, Resûlullahın zevcesi idi. Bu sebeple pek çok defa Peygamberimizin evine gidip gelmiş, bazı geceler orada kalmıştır...

Birlikte namaz kılarlardı...
Abdullah ibni Abbâs, Resûlullahın abdest suyunu hazırlar, birlikte namaz kılarlardı. Abdest almayı, namaz kılmayı, Resûlullahtan görerek öğrendi. Devamlı hizmeti sebebiyle, Resûlullahın çok duâ ve iltifâtına kavuştu...
Bir defasında Peygamber efendimiz, mübârek elini Abdullah bin Abbâs’ın başına koyarak şöyle duâ etti:
-Yâ Rabbî! Bütün ilim ve hikmeti, bu başa ver! Onları te’vîl ve tefsîr edebilsin!
Bir başka gün de mübârek elini göğsü üzerine koyup:
-Allahım! İnsanoğluna ihsân ettiğin her ilim ve hikmet, bu güzel göğüste toplansın, buyurmuştur...

Vefat anında gülüyordu!
Hicri 68 senesinde bir hafta hasta yattıktan sonra vefat etti. Vefat anında gayet neşeliydi. Halinden, ümitli olduğu anlaşılıyordu. Buna rağmen çok tövbe ve istiğfar etti. Sonra hamd ve senada bulundu. Başını kaldırıp yanındakilere baktı ve buyurdu ki:
-Kıyamet günü Cennete ilk davet edilecek olanlar, her zaman Allahü teâlâya hamd edenlerdir.
Bir müddet sonra Kelime-i şehadet söyleyerek ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:03:36
Huzeyfe bin Yemân (radıyallahü anh)

23 Ocak 2006 Pazartesi
Huzeyfe bin Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olmasıyla meşhurdur. Peygamberimiz ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıkların kimler olduğunu tek tek söylemiştir. Bundan başka vukû bulacak hâdiseleri de bildirmişti. Bu mübarek zat, Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar görürdü. Çünkü o, Resûlullahın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah efendimiz gizli kalması lâzım olan birçok bilgiyi, hazreti Huzeyfe’ye söyledi.

Ordu kumandanı oldu
Huzeyfe bin Yemân hazretleri, Peygamber efendimizin sağlığında Hendek’ten sonraki savaşların hepsine katıldı. Resûlullahın vefâtından sonra Hazreti Ebû Bekir, onu ordu kumandanı tayîn etti. Mürtetlerle (Dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman’a gönderdi. Kendisine katılan Hz. İkrime ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman’da, önce zekâtları toplamakla, sonra da vâli olarak vazîfelendirildi. Sonra da Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu.

“Hakkımda hayırlısını ver”
Hazreti Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit “Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır” diyerek duâ etmiştir.
İbni Mesud hazretleri, Huzeyfe bin Yemân’ın ölüm anı geldiğinde gecenin başında bir ara bayılıp kendine gelerek şöyle dediğini nakleder:

“Bu hangi gecedir?”
-Bu hangi gecedir, ey ibni Mesud?
-En yüce, büyük seher vakti, dedim. Bana dedi ki:
-Cehennemden Allah’a sığın! (Bunu iki ya da üç kez tekrarladı) Bana iki elbise alın aşırıya kaçmayın. Eğer arkadaşınızdan razı olunursa bu onun için bu iki elbiseden önemlidir. Yoksa zaten bunlar ondan hızla sökülüp alınacaktır...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:05:05
“Ben sana nimetim, sen bana mihnetsin”

25 Ocak 2006 Çarşamba
Dün başladığımız ibretli Hifâ Hâtun ve Hz. Süheyb kıssasına bugün, kaldığımız yerden devam ediyoruz... Resûlullah efendimiz, Hifâ Hâtun’a ve Hz. Süheyb’e çok duâ etti. Eshâb-ı Kirâm da, Hifâ Hatun’un bu asil davranışını çok övüp, Allahü teâlâya hamd ettiler. Süheyb hazretleri ve Hifâ Hâtun kalkıp, konağa gittiler.
Yemekten sonra, gece vakti Hifâ Hatun;

Hz. Cebrâil’in müjdesi!..
-Ey Süheyb! İyi bil ki, ben sana nimetim, sen bana mihnetsin (sıkıntı veren). Sen bu nimete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel, bu geceyi ibadet ve taatle geçirelim. Sen şükür ediciler, ben de sabır ediciler sevabına kavuşalım. Çünkü Resûlullah efendimiz; “Cennet’te yüksek çardak vardır. Burada yalnız şükür edenler ve sabır edenler bulunur” buyurdu, dedi.
Zifaf gecesi ikisi de Allahû teâlâya karşı ibâdet ve taatta bulundular...
Süheyb (radıyallahü anh), Mescide geldi. Cebrâil (aleyhisselam) geceki durumdan Resûlullah’ı haberdar etti. Cennet ve Cemâl-i ilahi ile müjde verdi. Resûlullah da;
-Ey Süheyb, geceki halini, sen mi anlatırsın, ben mi söyleyeyim? buyurunca Hz. Süheyb;
-Yâ Resûlallah siz söyleyiniz, dedi. Peygamber efendimiz;
-Siz Cennetliksiniz ve Allahü teâlâyı göreceksiniz, müjdesini verdi.
Süheyb sevincinden ve Allahü teâlâyı görmek ve O’na kavuşmak aşkından secdeye kapanarak şöyle dua etti:
-Ya Rabbi! Eğer beni mağfiret ettiysen, günahlara bulaşmadan ruhumu al!

Öyle bir aşk ki!..
Allahü teâlâ, onun bu duâsını kabul ederek, secdede ruhunu aldı. Eshâb-ı Kirâm bu duruma ağladı. Resûlullah,
-Size şimdi daha da şaşacağınız şeyi söyleyeyim mi? Hifâ Hatun da şu anda ruhunu Hakka teslim ettti, buyurdu.
Her ikisinin de namazını kılarak yan yana defnettiler. Başları ucuna iki tahta diktiler. Tahtanın birine;
“Bu Allahü teâlânın nimetine şükredenin kabridir” diğerine de;
“Bu Allahü teâlânın mihnetine sabredenin kabridir” diye yazdılar.
İşte, Eshâb-ı kirâm’ın Allahü teâlâya karşı aşkları ve Resûlullah’a karşı bağlılıkları bu kadar kuvvetliydi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:06:44
Tufeyl bin Amr (radıyallahü anh)

26 Ocak 2006 Perşembe
Tufeyl bin Amr hazretleri, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu...
Peygamberimiz, Mekke’de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat ediyor, onlara İslâm dinini anlatıyordu. Mekkeli müşrikler ise, Resûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı. Hattâ dışarıdan Mekke’ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı...

Garip bir rüyâ!..
İşte böyle bir zamanda Tufeyl bin Amr, bir iş için Mekke-i mükerremeye gelmişti. Gizlice Peygamber Efendimizi görmeye gitti ve onun kalblere ferahlık veren sözlerine hayran kalarak hemen Kelime-i şehadeti söyleyerek Müslüman oldu. Hemen dönüp memleketine geldi. Devs halkını İslâma davetten hiç boş kalmadı. Hz. Ebû Hureyre de dâhil birçok kimse Müslüman oldu.
Tufeyl bin Amr, Peygamber efendimiz Hayber’de bulunduğu sırada, Devs kabilesinden kendisine tâbi olup, Müslümanlığı kabul edenlerle birlikte Medine’ye geldiler. Sayıları 70 veya 80 civarındaydı...
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra Arablardan dinden dönenler oldu. Tufeyl bin Amr “radıyallahü anh” bir grup Müslümânla Yemâme tarafına cihâda gitti. Yolda bir rüyâ gördü. Rüyâsını arkadaşlarına şöyle anlattı:
-Başımı tıraş ettiler, ağzımdan bir kuş çıkıp uçtu. Bir kadın beni gördü, alıp karnının içine koydu. Oğlum beni çok aradı, bulamadı...

Oğlu sıhhate kavuştu
Arkadaşları bu rüyâsına hayırdır inşâallah dediler. Kendisi;
-Ben bu rüyâmı şöyle tabîr ettim, dedi: Başımı tıraş etmeleri, bu gazâda başımı vereceğimi, şehîd olacağımı gösterir. Ağzımdan çıkan kuş rûhumdur. Beni karnına koyan kadın yeryüzüdür. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması ise, onun bu gazâda şehîd olmayı çok isteyip, şehîd olamamasını gösterir...
Tufeyl bin Amr “radıyallahü anh” bunları söyledikten sonra muharebe meydanına atıldı ve şehîd oldu. Oğlu ise çok yara aldı. Fekat sonra sıhhâte kavuştu. Hazret-i Ömer’in “radıyallahü anh” halîfeliği zemânında Yermük senesinde o da şehîd oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:07:24
Bera bin Marur (radıyallahü anh)

27 Ocak 2006 Cuma
Bera bin Marur, Hazrec kabilesinin reislerinden ve Muhacirinin önderlerindendir. O da Resulullah’a Akabe’de biat etti ve orada ayağa kalkarak veciz bir konuşma yaptı. Yüce Allah’a hamd ettikten sonra O’na, (sallallahü aleyhi ve sellem) uymanın, O’nun ümmeti olmanın kıymetine dikkatleri çekiyor ve kazanılan bu nimetin üzerine titremek lâzım geldiğini hatırlatıyordu...
Bera (radıyallahü anh), daha o günden son Peygamberin sevgisini kazanmıştı...

Kâbe-Kudüs meselesi!..
Bütün Medineli Müslümanlar, namazlarını Kudüse dönerek kılarken Bera bin Marur, Kâbe’ye yöneliyordu. Bir gün bir Medine kafilesi ile Mekke’ye giderken diğer mü’minlerle aralarında bu Kâbe-Kudüs bahsi açıldı. Bera:
-Ben sırtımı Kâbe’ye dönerek; Kâbe-i şerifi arkamda bırakarak Beytülmakdise yönelemem. Bu sebeple namazlarımı Mekke’ye doğru eda ediyorum, dediğinde oradakiler dediler ki:
-İyi ama; sen, Resulullahın bildirmediği bir şeyi nasıl yaparsın! Ümmeti olduğun Peygamber üstelik Mekke’de hemen Kâbe-i şerifin yanında yaşadığı halde kıble olarak Kâbe’ye değil de Mescidi Aksa’ya duruyor; sen aklına uyuyorsun... böyle olur mu?
-Ben Kâbe’ye sırtımı dönemem, dedi. Ama bunu söylerken de huzursuz olmuştu... Ya bu yaptığından Peygamber aleyhisselâm memnun olmazsa!.. Bu sebeple Mekke’ye gelince doğruca ahir zaman Nebisine gitti ve yolda arkadaşları ile aralarında geçen konuşmaları arz etti...
-Yâ Resulallah, ben namazlarımı Kâbe’ye dönerek kılmaya devam ettim ama; arkadaşlarımın ikaz ve muhalefetlerinden dolayı içime bir huzursuzluk girdi, nedir bu işin doğrusu?
Sevgili Peygamberimiz cevap buyurdular. Kısa, lâkin mânâsı derin, işareti geleceği kucaklayan bir cevap:
-Biraz sabretseydin ne iyi olurdu!
Bera, radıyallahü anhın ondan sonra bu sözün dışına çıkması mümkün mü? Anlaşılan daha evvel kıble hususunda Peygamber efendimizden nakledilen bilgiler kendisine tam ulaşamamıştı... (Nitekim daha sonra ayet-i kerime geldi ve mü’minlerin kıblesi Mescidi Aksa’dan Kâbe’ye çevrildi.)

Medine’de vefat etti...
Hazreti Berâ, Hicret’ten bir ay evvel Medine’de vefat etti. Hazrec’in reisi hasta yatağında iki şey vasiyet ediyordu:
-Malımın üçte birini dilediği yere sarf etmek üzere Resulullah’a veriniz... Bir de beni, ölünce kabirde Kâbe istikametine çeviriniz. Çünkü Peygamberimize hac mevsiminde yine ziyaretine gideceğimi vaad etmiştim; ama, görüyorsunuz ki ölüyorum. Sözümde durmam mümkün değil.
Vasiyet edildiği gibi mezarında Kâbe tarafına çevrildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:09:56
Bişr-i Hâfî (Rahmetullahi aleyh)

30 Ocak 2006 Pazartesi
Bişr-i Hâfî hazretleri Horasan’ın Merv şehrinde doğdu. Bağdât’ta vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir. Çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, refâh içinde geçti. Gençliğinde kendisini oyun ve eğlenceye verdi... Bir gün eğlence âlemlerinden sonra sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı... O gece âlim ve velî bir zâta, rüyâda;

Hemen tövbe etti!..
“Git Bişr’e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda ve âhirette temiz ve güzel eylerim” dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât sabah Bişr-i Hâfî’yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde; “Kimden haber vereceksin?” dedi. “Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim” deyince, ağlamaya başladı. “Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak?” dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; “Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz” dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, “Allahü teâlâya tövbe ettiğim, günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim” dedi. Bu zamandan sonra ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında “Hâfî” lakabı verildi.
Vefatı yaklaşınca, kendisini büyük bir ıstırab kapladı. “Galiba hayatı seviyorsun” diyenlere, “Hayır” dedi: “Lâkin ‘Padişahlar Padişahı’nın huzuruna çıkmak cidden zor bir iş.”

“Eyvah! Bişr öldü!”
Naklederler ki, hayatta olduğu müddetçe yalın ayak gezdiği için hayvanlar ona hürmeten sokaklarda hiç terslemezlerdi. Bir gün bir şahıs sokakta hayvan tersi görünce: “Eyvah! Bişr gitti!” diye feryadı bastı. Araştırdılar, adamın dediği doğru çıktı. “Bunu nasıl anladın?” diyenlere: “Çünkü” dedi; “O hayatta olduğu sürece, Bağdat’ın hiçbir sokağı hayvan tersiyle kirlenmemişti. Bu sefer ise alışılmışın aksine bir durum gördüm. Anladım ki, Bişr artık hayatta değil!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:11:19
Râbi’a-i Adviyye (Rahmetullahi aleyhâ)

31 Ocak 2006 Salı
Râbi’a-i Adviyye hazretleri, Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerindendir. Babasının adı İsmâil’dir. 752 yılında Kudüs civârında vefât etti. Basra’da Zühd ve salahı ile meşhur idi...
Süfyan-ı Sevri ve Hasan-ı Basri bu mübarek kadının ilminden istifade etmiş, feyz almışlardır. Gönlü aşk-ı ilâhî ile dopdoluydu. Gözü devamlı yaşlıydı. “Bizim istiğfârımız yeni bir istiğfâra muhtaçtır” derdi. Geceleri kâim (huzûr-i ilâhîde ibâdet hâlinde), gündüzleri sâim (oruçlu) idi.

Kimseden bir şey almazdı
Bu mübarek kadın, kimseden bir şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyârete gelmişti. Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin ağladığını gördü. “Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. O zengin; “Zühd ve kerem sâhibi şu hâtun olmasa, halk mahv olur. O, zamânın bereketidir. Allahü teâlâ bizi, birçok belâ ve sıkıntılardan onun hürmetine muhâfaza etmektedir. Ona bir miktar yardımım olsun diye şu keseyi getirdim. Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz, belki sizin hatırınız için kabûl eder” dedi.
Hasan-ı Basrî hazretleri kendisine bildirince, Râbi’a-i Adviyye buyurdu ki:
“Ben bu dünyâlıkları bunların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâdan istemeğe utanır iken başkasından nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda, kendisini inkâr edenlerin bile rızkını verirken, kalbi O’nun muhabbetiyle yanan birinin rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle. Kalbi mahzûn olmasın. Biz Allahü teâlâdan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hiçbir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz. Bir defâsında devlete âit olan bir kandilin ışığından istifâde ederek gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça dağıldı ve dikişleri sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım...”

“Has kullarım arasına katıl!”
Vefât etmeden önce hasta yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine;
“Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahü teâlânın melekleriyle baş başa kalayım” deyince, oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı örttüler. İçeriden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu işitiliyordu:
“Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! Has kullarım arasına katıl ve Cennetime gir.” (Fecr sûresi: 89)
Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde vefât ettiğini gördüler. Vefâtından sonra Abede binti Şevvâl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine defnedildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:15:52
Aziziye Müdafaası (Savunması)
Doksanüç Harbi diye tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, Erzurum’daki Aziziye Tabyasında, Ruslara karşı gerçekleştirilen müdafaa.
24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” unvanını almıştı. Askerimiz, kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle, Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.

Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “kesinlikle hayır” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kâfirlerine karşı savaşıp, vatan ve namuslarını, şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını, Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanının alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya duçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi ispat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek, bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.

Bu telgraf, halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde, Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaatlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..

Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazifelendirmişti.

Anadolu içlerine doğru yürümelerine, Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi, şehri ele geçirmekti. Ayrıca, yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.

Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıca'yı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde, Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi, biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey, uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek, şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen, bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam etti.

Gece yarısı, top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kâfirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine, gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında, Nene Hatun da vardı.

Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkâmından, telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka bir şey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra, Aziziye istihkâmlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri, Aziziye’ye gönderdi. Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkâmının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hâlâ devam ediyordu. Artık, Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkâmın içine girdiler. Düşmanla muharebe, göğüs göğüse cereyan ediyordu.

Bu arada, tabyanın birinci kısmından hâlâ çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman, bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da, Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takip eden Topdağı’ndaki istihkâmlarımız, Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında, başarı elde edemeyeceklerini anlayan Ruslar, geri çekildiler.

O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:17:41
İmâm-ı Birgivi’nin Vasiyetnâmesi

07 Şubat 2006 Salı
İmâm-ı Birgivî hazretleri buyuruyor ki: Kardeşlerime, evlâdıma ve âhiret yolcularına vasiyetimdir ki; Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapınız. Kâzâya kalmış namazlarınızı kılınız, kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her Müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvasıyla amel ediniz. Tegannî dinlemeyiniz...

“Sıla-i rahmi terk etme!”
Hocanıza hürmet gösteriniz. Yol göstermek hâriç, hocanın önünden yürümeyiniz. Ondan önce söze başlamayınız ve yanında çok konuşmayınız. Hizmetini severek yapınız. Her yerde hocanın rızâsını gözetiniz, îtirâz etmeyiniz. Hocanızın yakınlarına da hürmet gösteriniz...
Akrabayı ziyâret etmeli, sıla-i rahmi, akraba ziyaretini terk etmemeli. Anne ve babanın haklarını gözetmeli, onlara karşı yüksek sesle konuşmamalı ve kızgın bakmamalı, günah olmayan emirlerini yapmalıdır. Dövmesine ve bağırmasına sabretmelidir. Karşılık vermemelidir.
Komşuların haklarını da gözetmelidir. Mümkün olduğu kadar komşuların ihtiyacını görmeli ve zarara uğrarlarsa yardım etmeli ve iyilik gelirse sevinmelidir. Diğer din kardeşlerini de sevmelidir. Kusurlarını mümkün mertebe affetmelidir...
Çok gülmekten, faydasız konuşmaktan sakınmalıdır. Alışverişte dînin emirlerine uymalı ve cemâate devam etmelidir. Bid’atlerden sakınmalı...

“Müminlere dua etmeli”
Duâya, Allahü teâlâya hamd ve senâ ile ve Resulüne salât ve selâm ile başlamalıdır. Dua ederken bütün müminlere dua etmeli, anneyi, babayı ve iyilik gördüğü kimseleri de dualarında anmalıdır. Yalvararak ve gizli dua etmelidir. Yalnız iken Allahü teâlâya yalvararak duâ etmeli, âcizliğini ve günâhlarını düşünerek ağlamalıdır. Allahü teâlâdan istikâmet, af, afiyet, rızâsına uygun muvaffakiyet istemelidir, îmânın gitmesinden korkup, dâima hüsn-i hatime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm nîmetine her zaman şükretmelidir.
Çoluk-çocuğuna ilmihâlini (lâzım olan din bilgilerini) öğretip, İslâmiyete uymayan şeylerden korumalı ve sakındırmalıdır...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:18:58
Diktatörün itirafı Mareşal Tito

08 Şubat 2006 Çarşamba
Ömrünün elli yılını komünist düşüncenin peşinde geçirdikten sonra Müslüman olan Salih Gökkaya anlatıyor. Kendisi Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı’nın Başkanı sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun konuğu olarak Belgrad’a gidiyor. Ömrünün sonuna yaklaşmış olan Tito kendilerine hitaben şunları söylüyor:

“Ben ölüyorum artık...”
“Yoldaş! Ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün, ölmek, yok olmak... Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş... İşte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç bir şey anlıyor musunuz?
Yoldaşlarım! Sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum. Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza ve mükâfat yoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana! Yoldaşlarımın kalplerine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım yahut alkışlanacakmışım, neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım:
Ben Allah’a, Peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün şu kâinatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...

“Marks halt etmiş!..”
Mazlumca gidenlerle zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Haklarını almadan cezalarını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insana yaptığımız eza ve zulümler şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette... Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi. Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler ne derseniz deyin.”
Bu sözleri söyledikten sonra komaya girdi ve bir süre sonra hayata gözlerini kapadı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:19:44
Son İran Şahı Rıza Pehlevî

09 Şubat 2006 Perşembe
Şah Rıza Pehlevî, son İran Şahıdır. 1911 yılında Tahran’da dünyaya geldi. Tahsilini Avrupa ülkelerinde yaptı. 1941 yılında, İngiltere ve Rusya’nın baskılarına boyun eğerek tahtı bırakan babasının yerine Şah oldu...
Büyük ölçüde İngiliz egemenliği altında olan İran petrol endüstrisi devletleştirilmek istenince, İngiltere’nin boykot uygulama kararı sonrası İran büyük mali sorunlar yaşamış, içte meydana gelen huzursuzlukların büyük bir tepki hareketine dönüşme tehlikesi karşısında Şah, 1953 yılında ilk kez, kısa süreli de olsa sürgüne gitmek zorunda kalmıştı...

Şah’a ABD desteği!..
Fakat kısa bir müddet sonra ABD’nin desteğiyle yeniden başa geçti. Arkasında müthiş bir halk desteği olduğuna inanan Pehlevi, kendisiyle halkı arasındaki bu özel ilişkinin dünyadaki hiçbir güç tarafından bozulamayacağını sık sık dile getiriyordu...
Şah, bu dönemden sonra dengeli bir politika izledi ve İran petrol gelirindeki artış Şaha yardımcı oldu. 1963’te Şah, Beyaz Devrim diye bilinen reformları gerçekleştirdi. Amaç, sermaye birikiminin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktı. Toprak reformunu, kadınlara oy hakkının tanınmasını, okuma yazma oranının arttırılması doğrultusunda eğitim sisteminin değiştirilmesini vs. içeren bu reformlara, din adamları ve bilhassa Humeyni çok sert tepki gösterdi; çünkü reform, geniş topraklara sahip olan üst düzey din adamlarının ve dini vakıfların topraklarına ve ayrıcalıklarına da dokunuyordu.
1978’de ilk isyan hareketleri başladı ve nihayet 1979’da Humeyni taraftarları Şah’ı tahttan indirdiler...
Rıza Pehlevi yurt dışına kaçtı. Kanser hastası olan Şah, önce Panama’ya gitti, ardından da Mısır’a. 1.5 yıl sonra ise burada kansere yenilerek vefat etti.

Ahmed Rıfâî türbesinde...
Vefatından hemen önce Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat kendisini ziyarete geldiğinde ona;
-Hayatım boyunca Ehl-i Sünnet büyüklerine sevgi ve saygı besledim. Şimdi vefat ediyorum. Beni o büyüklerden birinin, bilhassa Ahmed Rıfâî hazretlerinin yakınına defnediniz ki, ölümümden sonra onlarla beraber olayım” dedi.
Enver Sedat, onun bu vasiyetini yerine getirdi ve vefat edince evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin türbesi içine defnettirdi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:21:00
“Herat Güneşi” Molla Câmî

13 Şubat 2006 Pazartesi
Abdurrahman bin Nizameddin Ahmed Nureddin-i Câmî, Şeyh-ul-İslam idi. Âlim, veliy-yi kâmil idi. 1414’te, İran’da Câm kasabasında doğup, 1492’de Afganistan’ın Herat şehrinde vefat etti. İmam-ı Muhammed Şeybani hazretlerinin soyundandır. Beş yaşında iken Muhammed Parisa hazretlerinin huzuruna götürülüp teveccühüne mazhar oldu. Ubeydullah hazretlerine yazdığı mektuplardan ikisi Reşehat’ta mevcuttur...

Konya’ya geldi, ancak!..
Molla Câmî, Mevlana Sadüddini Kaşgari’den feyiz alarak kemale geldi ve irşada mezun oldu. (Sadüddin hazretleri, Nizameddini Hamuş’un halifesidir. Nizamüddini Hamuş hazretleri, Alaüddin-i Attar hazretlerinin halifelerinin en üstünü idi...)
Molla Câmî hazretleri çok kitap yazdı. (Şevahid-ün-nübüvve kitabı, Mahmud bin Osman Lamii ve Ehi-zade Abdulhâlim tarafından, Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edilmiş ve Farisisi ve Türkçe tercümesi Hakikat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.) Fatih Sultan Mehmed Han, kendisini İstanbul’a davet etti. Konya’ya kadar geldi. Fatih’in vefatını haber alarak geri döndü.
Molla Câmî, şöhretten kaçan bir zat idi. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi otururdu. Öyle bir zekâsı vardı ki bir defâ okuduğu kitabı hiç unutmazdı.
Mübarek, Ehl-i Beyt’e ve Eshâb-ı kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarfedenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu.
Bir gün buyurdu ki: “Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır.”
Molla Câmî hazretleri “Vârislerime, ehlime (âileme) vasiyetimdir” diyerek şu ibretli sözleri yazmıştır:

“Kimsede hakkım yoktur”
Dostların sözlerine râzı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rızâ gösterip, mücâdele ve mühâsama etmeyeler (çekişmeyeler). Herkes biliyor ki, dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Allahü teâlâyı zikre, anıp, hatırlamaya çok gayret edip, çalışalar. Çünkü, bütün saâdetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyâmete kadar hakkımı helâl ettim. Kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve insanlık, kerem, cömertlik, asâlet ve yardım odur ki, tanıyan ve tanımayan dostlar ve başkaları dahi âhiret hakkını helâl ve hayır duâdan unutmayıp, hayır ile iyilikle şehâdet edeler. Vesselâm...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:24:01
Samimi tövbekâr Fudayl bin Iyâd

14 Şubat 2006 Salı
Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin Iyâd hazretleri, önceleri Merv ve Ebyurd şehirleri arasında eşkıyâlık yapardı. Sahranın tenha bir yerinde çadırını kurar, eşkıyâ reisi olduğu için kendisi içerde otururdu. Ancak bir hadiseden sonra hem kendisine hem de beraberindekilere tövbe etmek nasip oldu. Aldığı malları fazlasıyla sahiplerine geri verdi. Herkes ile helâllaştı. Samimi tövbesi onu, Allahın sevgili kulları arasına soktu...

Kâbe yollarında...
Fudayl bin Iyâd hazretleri, hanımı ile birlikte hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ, yolculuklarını kolaylaştırdı. Kâbe’de bâzı âlim ve velîlerle görüştü. Kûfe’de İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim ve edeb öğrendi. Kuvvetli hâfızası vardı. Kısa zamanda çok sayıda hadîs-i şerîf ezberledi ve hadîs ilminde mütehassıs oldu. Evliyânın büyükleri arasına girip, şöhreti her tarafa yayıldı. Hikmetli söz ve nasihatlarıyla çok talebe yetiştirdi. Abdullah ibni Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Sırrî-yi Sekatî talebelerinin önde gelenlerindendir...
Mübarek, ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: “Âh uzun yolculuk ve âh az azık” dedi.
Fudayl bin İyâd hazretlerinin iki kızı vardı. Vefâtı yaklaşınca hanımına şöyle vasiyet etti:
-Vefâtımdan sonra iki kızımı al ve Ebû Kubeys Dağı’na çık. Ellerini açarak şöyle niyazda bulun: “Yâ Rabbî! Fudayl bana vasiyetinde dedi ki: Ben hayatta iken bu iki emânete gücümün yettiği kadar baktım. Ama ben ölüp de kabre girdikten sonra bu emânetleri sana iâde ettim.”
Fudayl bin İyâd hazretleri vefât edip defin işleri tamamlandıktan sonra, hanımı vasiyeti yerine getirmek üzere bildirilen yere kızlarını götürdü ve bildirdiği gibi duâ edip çok ağladı. Bu sırada Yemen Hükümdârı, yanında iki delikanlı oğlu ile beraber oradan geçiyordu. Hanımların ağlayıp sızladıklarını görünce, yanlarına gidip;

Yemen’e gittiler...
-Bu hal nedir! diye sordu. Hanım hâdiseyi anlatınca, Yemen Hükümdârı dedi ki:
-Bu kızları, her biri için bin altın mehir ile oğullarıma nikâhlamak istiyorum?
Fudayl bin İyâd’ın hanımı;
-Râzıyım, dedi. Kızların ve oğulların da rızâsı alındı. Hep berâber Yemen’e gittiler. İleri gelenler toplandı ve nikâhları kıyıldı, düğün yapıldı. Böylece, mübareğin bir kerameti de vefatından sonra açığa çıkmış oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:25:29
Hanım velîlerden Seyyidet Nefîse

15 Şubat 2006 Çarşamba
Dünyâya düşkün olmaması, haramlardan çok sakınması, kerem ve cömertliği ile meşhûr hanım velîlerden. İsmi, Nefîse binti Hasan olup, hazret-i Ali’nin dördüncü göbekte torunudur. “Tâhire” ve “Kerîmet-üt-dâreyn” lakabları vardır. 762 (H.145) senesinde Mekke-i mükerremede doğdu. Annesi, Lübâne binti Abdullah bin Abbâs bin Abdülmuttalib’dir. 823 (H.208)’de Kâhire’de vefât etti...

Mısır için büyük nimet
İslâm âlimleri, Seyyidet Nefîse hazretlerinin; zamânından günümüze kadar Mısır’da bulunanlar ve bütün müminler için bereket olduğunu buyurmuşlardır. Kendini, günahı çok ve duâ etmeğe yüzü yok bilerek, “Hastam iyi olursa veya şu işim hâsıl olursa, sevâbı Seyyidet Nefîse hazretlerine olmak üzere, Allah rızâsı için üç Yâsîn okumak veya bir koyun kesmek nezrim, adağım olsun” deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecrübe edilmiştir. Burada, Allahü teâlânın rızâsı için Kur’ân-ı kerîm okunup veya koyun kesip, sevâbı hazret-i Seyyidet Nefîse’ye bağışlanmakta, onun şefâati ile, Allahü teâlâ hastaya şifâ vermekte, kazâyı, belâyı gidermekte, duâyı kabûl etmektedir.
İmâm-ı Şâfiî ve devrindeki başka âlimler, onun ilminden istifâde ederlerdi...
Evinin önünde, kendisi için bir kabir kazmıştı. Kabre iner, orada namaz kılardı. Bu yerde altı bin hatim okumuştu. Vefâtı yaklaştığı sırada oruçlu idi. Hastalığı ağırlaşınca kendisine, orucunu bozabileceklerini söylediklerinde, onlara;
-Siz ne diyorsunuz? Ben otuz senedir oruçlu olarak vefât etmem için duâ ediyorum, buyurdu.
En’âm sûresini okumaya başladı. “Düşünen ve hakkı kabûl edenlere, Rableri katında Cennet vardır.” (En’âm sûresi:127) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince vefât etti...

Tasarrufu en fazla olan...
Kocası cenâzesini Medîne’ye götürmek istedi ise de, halk çok ısrâr edip onu vazgeçirmeye çalıştı. Nitekim rüyâda Peygamber efendimizi görüp, kendisine; “Mısırlıları kırma. Nefîse’nin bereketi ile oranın halkına rahmet iner” buyurunca, cenâzeyi nakletmekten vazgeçti...
Cenâzesi çok kalabalık oldu. Şehirli-köylü, büyük-küçük toplanıp ağladılar ve kendi eliyle kazdığı kabrine defnettiler. Derb-üs-Sibâ denilen yerde medfundur. Kabri üzerinde bir nûr ve heybet vardır. Her taraftan ziyâretine gelinir.
İmâm-ı Şa’rânî hazretleri, “Ehl-i beyt içinde tasarrufu en fazla olanı, Seyyidet Nefîse’dir” buyurmuştur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:27:42
Gavs-ül-a’zam Abdülkâdir-i Geylânî

16 Şubat 2006 Perşembe
Abdülkâdir-i Geylânî, evliyânın büyüklerindendir. İran’ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)’de doğdu. Hem seyyid, hem şerîftir. (Hazret-i Hüseyin’in evladına seyyid, hazret-i Hasan’ınkine şerîf denir.) Gavs-ül-a’zam Abdülkâdir Geylânî hazretleri 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefât etti. Türbesi Bağdad’dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır...
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki:
-Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!

“Allahümme refîk’al a’lâ”
Yine buyurdu ki: “Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!”
Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:
-Gavs-ül-a’zam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; “... Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!” buyurdu.
Vefât ederken iki defâ; “Allahümme refîk’al a’lâ” deyip; “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; “Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim” buyurdu.
Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr;
-Babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince;
-Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir, buyurdu.
Oğlu Şeyh Abdülazîz;
-Hastalığınız nasıldır? diye sorunca;
-Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O’ndadır, O’na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur, buyurdu.

Kıyâmete kadar...
Daha sonra; “Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehtir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!” Sonra da; “Allah, Allah, Allah...” deyip sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.
Kıyâmete kadar, her velîye feyzler Abdülkâdir-i Geylânî vasıtasıyla geleceği için kendisine “Gavs-ül-a’zam; En büyük Gavs” denildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:28:21
Fakirlerin sığınağı Nizâmeddîn Evliyâ

17 Şubat 2006 Cuma
Nizâmeddîn Evliyâ, 1238 (H.633) senesinde Bedâyun’da doğdu. 1325 (H.725) senesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Doğar doğmaz Kelime-i şehâdet söylediği bildirilen babası Seyyid Ahmed Buhârî, doğuştan keramet ehli idi. Aynı şekilde, annesi Bibi Züleyha Hâtun, dindar bir hanımdı. Zamânını dâimâ duâ ve ibâdetle geçirirdi. Duâsının kabûl olduğu meşhûrdur...

Yedi sultan gördü!..
Nizâmeddîn Evliyâ’nın baba tarafından dedesi Hâce Seyyid Ali Buhârî ile, anne tarafından Hâce Arab Buhârî kardeş çocuklarıydı. Her ikisi de, Hindistan’a Buhârâ’dan Sultan et-Tamîs zamânında hicret etmişler, Lâhor’da kısa bir müddet eğleştikten sonra, dâimî olarak yerleştikleri Bedâyun’a gelmişlerdi. Birçok büyük ulemâ ve evliyâ, dâimî olarak bu şehre yerleşmişlerdi...
Uzun bir ömür yaşayan Nizâmeddîn Evliyâ, yükselen ve düşen yedi Dehli sultânı gördü. Bu sultânlardan bâzıları, onun bağlılarından idi. Bâzısı ise, zâlimdiler. Bunlar, Nizâmeddîn Evliyâ’nın misâfirperverliğini, cömertliğini ve şöhretini kıskanırlardı. Bu mübarek zat, kendisine bağlı ve sevenler dâhil, hiçbir sultânı ziyâret için saraya gitmemiş ve sultânları da dergâhına kabûl etmemiştir.

“İnsanların cefâsına katlan”
1325 (H.725) senesinde vefâtından az önce, husûsî çantasından talebelerine çeşitli hediyeler dağıttı ve hakîkati anlatmak için Hindistan’ın bütün köşelerine gitmelerini emretti. Altı yüz seneden beri Çeştiyye yolunun büyüklerinden gelip, hocası tarafından kendisine verilen mukaddes emânetleri, Dehlili Hâce Nasîreddîn Mahmûd Çirağ’a vererek; “Dehli’de otur ve insanların cefâsına katlan” buyurdu.
Bundan sonra, sabah namazını kıldılar. Güneş ufuktan yükselirken, bu büyük velî ve mânâ güneşi, Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Duyanlar hüzne boğuldu
Ömrü boyunca yanında bulunan talebeleri, halîfeleri, arkadaşları, sayıları yüz binlere varan bağlıları ve altmış sene onun emsâlsiz misâfirperverliğini görmüş binlerce fakir halk, kedere boğuldu. Mültanlı Hâce Behâeddîn Zekeriyyâ Sühreverdî’nin torunu Şeyh Ebü’l-Fettah Rükneddîn, onun cenâze hizmetlerini görmekle şereflendi. Sultan Muhammed Tuğlak, Nizâmeddîn Evliyâ’nın mezarı üzerine büyük bir türbe inşâ ettirdi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:29:03
Panayırda bir hatip Kuss bin Saide

20 Şubat 2006 Pazartesi
Arapların büyük hatiplerinden ve yaşı bir asrı geçmiş olan bir kimse vardı... Adı, Kuss bin Saide idi... Bu zat bir gün Suk-ı Ukaz denilen yerde, imanından aldığı güçle insanlara hitap ederek, onlara imanın hakikatlerinden bir demet sunuyordu...
Kuss bin Saide, gökten, yerden, denizlerden, yıldızlardan bahsediyor, arkasından ölüm gerçeğine dikkati çekiyor ve bütün bunların boşu boşuna olmadığını, merakla etrafında toplananlara anlatıyordu...

“Risalet Güneşi”nin parıltısı...
Kuss bin Saide, sanki Kur’ânın hakikatlerini etrafına vaaz etmekteydi. Söylediklerinin teki bile İlahî mesajlara ters düşmemekte olup, adeta yakın gelecekte ortaya çıkacak “Risalet Güneşi”nin parıltısından bir demet sunuyordu etrafa. Söyledikleriyle imansızlığın kararttığı ortalığı aydınlatmaya çalışmaktaydı sanki.
Kuss bin Saide, beliğ ifadelerinin bir yerinde, yakında gelecek Allah’ın peygamberini de müjdeliyor, gölgesinin başlarının üzerinde olduğunu söylüyordu. Şüphesiz, eğer bu zat, gönderilecek olan peygamberin o anda kendisini dinleyenler arasında olacağını bilseydi, durum daha başka bir hal alırdı. Kuss, o zaman hayatının en huzurlu gününü yaşamış olurdu. O zaman İslâmla ilk müşerref olanların içinde onun da ismi zikredilirdi. Ancak Kuss bin Saide, bu hitabesiyle İslâm tarihinin ibretli sahifeleri arasında yerini almıştı. Allah’ın yüce Resûlü, daha sonra bu zat için, “Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününde Kuss bin Saide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder” ifadelerini kullanarak, onun küçümsenmesi mümkün olmayan derecesini nazarlara vermiştir

“Ben de öleceğim!”
Kus bin Sâide’nin, Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz Panayırındaki meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir:
“Her şey fânîdir (geçicidir)/ Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır/ Birdir, ortağı ve benzeri yoktur/ İbâdet edilecek ancak O’dur/ Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak inandım ki, herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim)...”
İşte bu şiirini söyledikten kısa bir zaman sonra da vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:30:39
Muslihuddîn Mûsâ “Merkez Efendi”

21 Şubat 2006 Salı
Muslihuddîn Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin hürmet ve muhabbetini kazandı... Tahsil ettiği muhtelif ilimler arasında tıp ilmini dahi merak ederek kendi zamanındaki gelişme nispetinde tıbbi tedavi ilimleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Kendine has metotla, 41 çeşit baharattan “Mesir macunu” adını verdiği bir terkip yaparak hastaları tedavi etmiştir...

Bir gördü pir gördü!..
Muslihuddîn Mûsâ Efendi, bir gün, Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Onu bir gördü pir gördü... O günden sonra her gün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip, ondan ders almağa başladı. Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri kat etti. Ona “Merkez Efendi” ismini de hocası Sünbül Sinân hazretleri verdi. Çok sevdiği kızı Rahime Hâtun’u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendi’yle evlendirdi.
Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayır ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. Merkez Efendi, ibadet hususunda çok titizdi. Namazlarını cemaatle kılmaya azami gayret sarfederdi. Hep “Namazlarınızı cemaatle kılmaya gayret edin” buyururdu.
Bu Allah adamı, 1551 (H.959) senesi Rebî’ul-âhir ayının on yedisine rastlayan perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti... Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssü’ûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmii’nde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü’ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı ve;
-Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük, buyurdu. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı.

Şefâatine kavuşmak aşkıyla...
Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyla tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bazen kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssü’ûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:31:20
Üsküdar’ın kandili Abdülfettâh-ı Bağdâdî

22 Şubat 2006 Çarşamba
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin emriyle Bağdâd’dan İstanbul’a gelip senelerce insanlara hak yolu anlattı... 1865 senesinde vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdar’da Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed Mezarlığına çıkan yol ile Selimiye-Bağlarbaşı Caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhülislâm Arif Hikmet Beyin kabristanındadır...
Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi, asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu...

Çok sabırlı idi...
Abdülfettâh Efendi, dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; “Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım” diye üzülürdü.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî’yi İstanbul’a gönderdi. O mübarek de, İstanbul’un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nuhkuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler yanına akın ettiler. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. Herkes, kapasitesi oranında ondan istifade etti...

Herkesle vedâlaştı...
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve kendisinden otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 senesinde talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Son sözleri “Bana Kur’ân-ı kerîmden okuyun” oldu. Muharrem’in on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Yasin-i şerîfi dinleyerek son nefesini verdi...

Âlimler bildirdiler ki...
Bütün âlimler ve velîler sözbirliği ile bildirdiler ki, (Eyüp’te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm hâriç) İstanbul’un en yüksek üç velîsinden biri Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Diğer ikisi ise; Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek’teki Mehmed Emîn Tokâdî’dir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:32:57
Hüccetül İslam” İmâm-ı Gazâlî

23 Şubat 2006 Perşembe
Çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed Gazâlî, fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra Cürcân’a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den ders aldı. Üç sene kadar Cürcân’da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olanTûs’a dönmek üzere yola çıktı. Memleketinde bulunduğu üç sene içinde âlim zâtların derslerine ve ilim meclislerine devâm etti. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen İmam-ı Gazali hazretleri “Hüccetül-İslam” adıyla meşhurdur.

Nişâbûr’dan Bağdâd’a...
Zaman zaman büyük velî Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra zamânının büyük ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur’a gitti. Nişâbûr’da tahsîlini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâm-ül-Mülk’ün dâveti üzerine Bağdâd’a gitti.
Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî’nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçukluların büyük vezîri Nizâm-ül-Mülk, onu Nizâmiye Medresesi (Üniversite)’nin Başmüderrisliğine, şimdiki tâbiriyle Rektörlüğüne tâyin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti.
Müctehid idi. İctihâdı, Şâfi’î mezhebine uygun oldu. O kadar çok kitâb yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. Hacca gidip gelince, Şâm’da profesörlük yaptı. Sonra Nişâpûr’da profesörlüğü zorla kabûl etti. Kitâbları çok kıymetlidir.

Kefenini giydi ve...
Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu:
“Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:58:05
Büyük Hak âşığı Hallâc-ı Mensûr

24 Şubat 2006 Cuma
Hallâc-ı Mensûr, Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerdendir. Asıl adı Hüseyin bin Mensûr’dur. 858 yılında İran’ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. Sekr halinde iken (kendinden geçme) gördüklerini dine aykırı kelimelerle söylediği için 919 yılında şehîd edildi...
Alî Râmitenî hazretleri, (Hüseyin Mensûr zamânında, hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî’nin oğullarından biri bulunsaydı, Mensûr idâm edilmezdi.) Hâcenin manevî oğullarından biri bulunsaydı, Hüseyin Mensûru terbiye ederek, o makâmdan geçirirdi, buyurmuştur.

“Üzülme, işini hallederiz”
Hüseyin bin Mensûr’a “Hallâc” denilmesine bir kerameti sebeb olmuştur. Bir gün o, bir dostu olan bir hallâcın (pamuk işiyle uğraşan) dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun aracı olmasını ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde;
-Ey Hüseyin, gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum, diye söylendi.
Hüseyin bin Mensûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve;
-Üzülme, sen bizim işimizi hallettin biz de senin işini hallederiz, dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz işlenmemiş olan pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı.
Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, “Hallâc-ı Mensûr” diye anıldı...
Hallâc-ı Mansûr şehit edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda;
-Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti, cevâbını verdi.

“Sen bu kullarını affet!”
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine;
-Nefsini, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder, buyurdu.
Kendisine idam cezası verenler için;
“Allah’ım, bana senin için bu cezayı verenlere rahmet et! Bunu, dinin emrini yerine getirmek için yapıyorlar! Sen bu kullarını affet!” diye dua etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:58:37
İngiliz devlet adamı Winston Churchill

27 Şubat 2006 Pazartesi
Winston Churchill, meşhur İngiliz başbakanlarındandır. Oxfordshire’da, 30 Kasım 1874’te, Lord Randolph Churchill’in oğlu olarak dünyaya geldi. 1895’te Kraliyet Harb Okulunu bitirdi ve orduya girdi... 1911’de Bahriye Nazırı olan Churchill’in, başarılı siyasi kariyeri, 1916 Çanakkale Savaşından sonra düşüşe geçti. Sadece donanmayla Çanakkale Boğazının geçilebileceği, ardında rahatça İstanbul’a ulaşılabileceği konusundaki ısrarcı tavrı, Türklerin umulandan çok daha başarılı bir savunma yapması; müttefik ordusunun tarihi yenilgisine yol açtı.

Mağlubiyetin mimarı!..
Bu başarısızlığın mimarı olarak nitelendirilen Churchill, İngiliz halkı karşında çok zor bir durumda kaldı ve muhaliflerinin de zorlamasıyla görevinden ayrıldı...
1939’da bir kez daha Bahriye Nazırlığına ve 1940’ta Chamberlain’ın yerine Başbakanlığa getirildi. İkinci Dünya Savaşında izlediği savaş politikası ve Roosevelt ile kurduğu iyi ilişkiler onu İngiliz tarihinin en önemli devlet adamları arasına soktu. Gene bu dönemde Müttefik Devletlerin Balkanlar’a kaydırmağa çalıştığı strateji konusunda Ruslarla çalıştı. Ancak SSCB’nin burada hakim duruma geçmesinden de çekiniyordu. Bu yüzden savaşın başından itibaren stratejik önemi büyük olan Türkiye’yi savaşa sokmağa çalıştı. Kahire ve Adana’da Türk yöneticileriyle bu konuda yaptığı görüşmelerde, Türkiye’nin istediği askerî yardımı vermeğe de yanaşmadı. Savaş sonrası Avrupa ülkelerinin birleşmesini sağlayan Kuzey Atlantik Paktı, Avrupa Konseyi gibi kurumların oluşması için büyük çaba gösterdi. 1951 seçimlerinde tekrar iktidara geldi. 1955’te siyasetten çekildi...

Nobel Ödülü kazandı
Son yıllarını daha çok yazarak ve resim yaparak geçiren Churchill, 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı. 1963’te Amerikan Devleti, kendisine onursal vatandaşlık verdi. 1965 yılında, 90 yaşında öldü ve Blenheim Palace’a gömüldü.
Churchill’in son sözleri şunlar oldu:
“Her şeyden öyle sıkıldım ki...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:59:26
“Müceddîd-i elf-i sânî” İmâm-ı Rabbânî

28 Şubat 2006 Salı
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; insanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. 1563 (H.971) senesinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır.

2’nci bin yılın yenileyicisi
İmâm-ı Rabbânî, “Rabbânî âlim” demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir.
Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddîd-i elf-i sânî”, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, “Sıla” ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer’in soyundan olduğu için ,”Fârûkî” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendî” denilmiştir...
Bütün bu vasıflar??yla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî’dir.
Vefât ettiği safer ayının yirmi dokuzuncu salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine;
-Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir, buyurdu. Gecenin sonunda:
-Bu gece de bitti, sabah oldu, buyurdu. O günün işrâk zamânında;
-İdrar sıkıştırdı, bir leğen getirin, buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu.
-İçinde kum olmazsa sıçrayabilir, buyurdu. O ömrünün son anında bile en ince hususlara dikkat ediyordu.
-Beni de yatağıma yatırın, buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi.

“Hâl-i şerîfiniz nasıldır?”
Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikirle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce;
-Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım? diye sorunca;
-İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir, buyurdu...
Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tâbi oldu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 22:59:50
Kanaatkâr tüccar Sırrî-yi Sekatî

01 Mart 2006 Çarşamba
Sırrî-yi Sekatî hazretleri, büyük ve meşhûr velîlerdendir. İsmi, Sırrî bin Muglis es-Sekatî, künyesi, “Ebü’l-Hasen”dir. Bağdât’ta doğdu. 865 (H.251)’de Ramazan-ı şerîf ayında orada vefât etti. Şûnizî Kabristanına defnedildi. Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinden feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve hocasıdır. Bu mübarek zat, tasavvufta, verâ ve takvâda asrının bir tânesi idi...

Ticaretle uğraşırdı...
Bağdât’ta bir dükkânı vardı. Ticârette yüzde beşten fazla bir kâr almazdı. Bir defasında altmış altına bâdem aldı. Bâdem birden pahalılaştı. Tellâl, bâdemleri doksan altına satmak istedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri, “Ben âdetimi bozmam, ancak 63 altına satarım” dedi. Tellâl ise bunu kabûl etmeyip malları satmadı.
Bir gün Lübnan’dan biri gelip; “Falan zâtın size selâmı var” dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdu ki: “O kişiye bizden selâm söyle. İnsanlardan uzaklaşıp dağ başında oturması, yalnız ibâdetle meşgûl olması uygun değildir. Hak âşığı dediğin, çarşıda, pazarda alışverişle de meşgûl olur ve bu esnâda bir an olsun Allahü teâlâdan gâfil olmaz. İnsanlara hizmet etmesi de ibâdettir. Kişinin zarûrî ihtiyaçlarını karşılaması tevekkülüne mâni değildir...”
Ebü’l-Abbâs bin Mesrûk şöyle anlatır: “Sırrî-yi Sekatî’yi son hastalığında ziyârete gittik. Yanında uzun süre oturduk. Halbuki karnında bir sancı vardı. Yanından ayrılırken, “Bize duâ edin” dedik. Ellerini kaldırdı ve şöyle duâ etti:
“Yâ Rabbî! Bunlara hasta ziyâretinin nasıl olacağını öğret!”

“Yelpaze neylesin!..”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: “Dayım Sırrî-yi Sekatî hazretlerinden ziyâde ibâdet ehli kimse görmedim. Allahü teâlâdan hiçbir zaman gâfil olmadı. Yetmiş yıl, hiç kimse onun ayaklarını uzatıp yattığını, edebe uymayan bir hareketini görmedi. Gece gündüz Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür ve her zaman edepli bir şekilde otururdu. Ancak ölüm hastalığında yatağa uzanabildi. Son anlarında onu ziyârete gittiğimde “Dayıcığım nasılsın?” diye sordum. O da, “Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi” dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinletmek istedim. Bana, “Ciğerleri yanan birine yelpaze tesir eder mi?” buyurdu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:00:23
Mücâhid velî Ebû İshak Kâzerûnî

02 Mart 2006 Perşembe
Kâzerûnî hazretleri, Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velîdir. 963 (H.352) senesi Ramazân-ı şerîf ayında İran’da, Şîrâz civârındaki Kâzerûn kasabasında doğdu. 1034 (H. 426) senesinde Kâzerûn’da vefât etti. Kabri oradadır.
O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest, ateşperest ve müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp Müslümanlar çoğaldı.

“İlmihâlini iyi öğren!”
Kâzerûnî hazretleri, vefâtından önce oğluna şu vasiyette bulundu:
“... Kıymetli yavrum! Sana yaptığım bu vasiyete sıkı sarılıp onunla amel edesin. Böylece Allah yolunda muvaffak olup saîdlerden ve reşîdlerden olasın.
Sana birinci vasiyetim, din ilimlerini, ilmihâlini iyi öğrenip, bunu dâimâ artırmandır. Çünkü tarîkat ve hakîkat ehli olsun kim olursa olsun herkes bu ilme muhtaçtır. Tabii din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinden ve eserlerinden öğrenmek insanın derece ve kıymetini artırır.
Sevgili yavrum! Bid’at sâhiplerinin sohbetinden, onlarla bulunmaktan sakın. Onlarla oturup münâkaşa ve mücâdeleye girişme. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîminde bunu yasaklamıştır. Resûlullah efendimiz de; (Bir kimse haklı bile olsa, dinde münâkaşa ve husûmeti terk etmedikçe îmânın hakîkatine eremez) buyurdu.
Sevgili yavrum! Bir de şu fazîletli ibâdete devâm etmeni vasiyet ederim. Bunu, sevgili Peygamberimize Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde emir buyurdu. O ibâdet, gece namazı kılmaktır. Bunu sakın ihmâl etme. Cenâb-ı Hak gece namazı kılanlara târif edilmez ihsân ve nîmetlerini vaat ediyor.

“Sana son vasiyetimdir!”
Son vasiyetim ise şudur: Dostlara hizmeti canına minnet bil. Çünkü hizmet, peygamberlerin sünnetidir. Hizmet et, fakat kendine hizmet ettirme. Çünkü Peygamber efendimiz; (Bir kavmin, topluluğun efendisi, o topluluğa hizmet edendir) buyurmuştur. Yine; “Müminlere hizmet edenlere hesap yoktur, azap da yoktur” buyurdular.
Bu vasiyetlerimi yerine getir. Muvaffakiyet, Allahü teâlâdandır. Yâ Rabbî! Bize hizmetinin edeplerini, evliyâna, dostlarına ve takvâ sâhiplerine hizmet etmenin edeplerini öğret. Bizi bunlar ile rızıklandır. Yâ Erhamerrâhimîn!..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:00:45
Arapların meşhur şairi Ümeyye bin Ebî Salt

03 Mart 2006 Cuma
Ümeyye bin Ebî Salt, bir gün Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. Göklerin ve yerlerin nasıl yaratıldığını, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hâllerini bildiren ve Muhammed aleyhisselâmın methiyle biten bir kasîde söyledi. Resûlullah ona Tâhâ sûresini okudu. Ümeyye dinleyince, “bu insan sözü değildir” dedi. Fekat, “benim kardeşlerim vardır, onlar ile meşveret yapmadan bir iş yapmam” dedi. Resûlullah efendimiz “sana yazık olur, îmân et Müslümân ol, doğru yola gir” buyurdu. “Çok çabuk gelirim” diyerek devesine bindi ve süratle Şâm’a gitti...

“Yazıklar olsun!..”
Ümeyye bin Ebî Salt, yolda bir kiliseye uğradı. Orada râhibler vardı. Hâlini onlara anlattı. Râhiblerden biri, Ümeyye’ye dedi ki:
-Sana yazıklar olsun. Hemen geri dön ve Ona îmân et! O âlemlerin Rabbinin Resûlüdür. Son Peygamberdir, dedi.
Ümeyye bin Ebî Salt geri dönüp, Hicâz’a ulaştı. O sırada Bedr Gazâsı yapılmış ve Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri ölmüştü. Ümeyye bunu öğrenince; “eğer O Peygamber olsaydı, kendi kavminin ileri gelenlerini öldürtmezdi” diyerek fikir yürüttü. Oradan ayrılıp Tâif’e gitti. Uzun zemân orada kaldı...
Bir gün uyumuştu. Kız kardeşi de yanında idi. Rüyâsında evin damının yarılıp iki beyâz kuşun içeri girdiğini gördü. Kuşlardan biri karnının üzerine konup kaftânını açtı. Diğeri “öleceğini işitmiştir” dedi. Öteki ise “hâyır, henüz ömrü var” diyerek kaftânını üzerine örttü. Sonra evin damından çıkıp, gittiler... Kız kardeşi Ümeyye’yi uyandırdı. Rüyâsını anlatıp, “bana bir haber getirmişler. Fakat bana söylenmesine müsâade edilmemiş” dedi...

“Sana ne oldu?!.”
Ümeyye bin Ebî Salt, kuşların dilini bilirdi. Bir gün şarâb içiyorlardı. Oradan geçen bir karga ses çıkardı. Ümeyye’nin rengi değişti. “Sana ne oldu” dediler. “Eğer şu karganın garîb sözü doğru ise, şarâb sırası bana gelmeden ben ölürüm” dedi. Onun söylediklerinin doğru çıkmaması için şarâb sırasında acele davrandılar. Sıra Ümeyye’nin yanındaki kimseye geldiği sırada, Ümeyye yere düştü. Kaftânını üzerine örttüler. Bir müddet sonra bakdılar ki ölmüş!
Ne diyelim, İslam büyükleri; “İyiliğe elverişli olmayan kimse/Fâidelenemez Peygamberi de görse” buyurmuyorlar mı?.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:01:18
Rüya tabiri denince İbn-i Sirin

06 Mart 2006 Pazartesi
Büyük âlim İbn-i Sirin hazretlerinin annesi (Safiye Hatun), Hazret-i Ebûbekir’in azatlı kölesi, ablası (Hafsa Radıyallahü anha) ise sayılı muhaddislerden biridir. O da genç yaşlarda ilme sevdalanır ve Hazret-i Âişe, Zeyd bin Sabit, Hasen bin Ali, Ebu Hureyre, Abdullah bin Abbas, Cündeb bin Abdullah, Samira bin Cündeb, İmran bin Husayn, Huzeyfe bin el Yemani, Ebû Said-i Hudri ve Ebû’d-Derdâ’nın (aleyhimürrıdvan) sohbetlerinde yetişir. Özellikle Enes bin Malik’ten (Radıyallahü anh) çok istifade eder...

O “Hadis İmamı”dır...
İbn-i Sirin hazretleri, hadis ilminde isnada çok ehemmiyet verir. O yıllarda talebeleri bu titizliğin lüzumunu kavrayamazlar, ancak ortalık karışınca hocalarının hassasiyetini anlarlar. İbn-i Sirin âyet-i kerimelerin hangi hadise üzerine inzal olduğunu araştırır ve talebelerine sadece Sahabe-i kiramın yaptığı tefsirleri aktarırdı. Kendisi müctehid olmasına rağmen bütün fıkhi meseleleri sahabelere danışırdı. İşte bu yüzden talebelerinin arasından Şâb’i ve Malik bin Dinar gibi zirveler yetişir...
300.000 hadis-i şerif ezbeleyerek “Hadis İmamlığı” derecesine yükselen İbn-i Sirin hazretlerinin, rüya tabirinde de eşi benzeri yoktu. Bu konuda bir de kitap yazmıştı. Rüyayı “Hadis-i nefs”, “Tahvif-i şeytan” ve “Tebşir-i Rahman” olmak üzere üçe ayırmıştı...

“Alan da O, veren de O”
İbn-i Sirin hazretleri, evinde her cuma paluze (bir nevi tatlı) pişirtir hem çoluk çocuğuna hem gelene gidene yedirirdi. 41 çocuğu olmuştur, ancak Abdullah’tan gayrisi bebek iken ölür. 40 defa evladını da kendi elleriyle defneder ama bir kere bile “üf” demez. Dil ile “Alan da O (Allah Celle Celalüh) veren de O” demek kolaydır ama o bunu hal ile söyler...
Bu mübarek zat, ölüm hastalığında tamamen Allahü teâlâya müteveccih bulunuyordu. Vefatından biraz önce gelen ziyaretçilere şunu söylemişti:
“Şiddetli bir bela içindeyim. Acıkıyorum, yiyemiyorum. Susuyorum, kana kana içemiyorum. Uzun müddet uyuyorum, fakat biraz uyuklamaktaki zevki duyamıyorum...”
Kelime-i şehadeti söyleyerek çok güzel can verir. Hasan-ı Basri gibi bir zirveyle aynı kubbe altında yatmakla şereflenir..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:01:53
“Pasifist” siyasetçi! Mahatma Gandhi

07 Mart 2006 Salı
Hintli “pasifist” siyasetçi ve düşünce adamı Mahatma Gandhi, İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint milli hareketinin, 1919-48 yılları arasındaki en önemli lideriydi. 1869’da Porbandar’da Vaşiya kastından bir ailenin oğlu olarak doğan Mohondas Karamçand Mahatma (Ulu Ruh) Gandhi, 1888-91 yılları arasında Londra’da hukuk öğrenimi gördükten sonra, iki yıl Bombay ve Rackot kentlerinde avukatlık yaptı. 1893-1914 yılları arasında Güney Afrika’da avukat olarak çalıştı. Burada ırkçı Apartheid rejiminin ırk ayrımı politikalarına maruz kalan Hintli göçmen işçilerin haklarının savunucusu durumuna yükseldi...

İdeolojisinin temelleri...
Gandhi’nin Güney Afrika’da geçirdiği yıllarda oluşturduğu ‘ideoloji’sinin temellerini, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya milliyetçiliği, Hinduizm akımının dinsel mistik ögeleri, inançlara saygı ve teknoloji karşıtlığı oluşturur. Tam 21 yıl sonra, 9 Ocak 1915’te ülkesi Hindistan’a dönen Gandhi’yi karşılamaya gelen onbinlerce Hintli, onun artık Hindistan için milli bir simge haline geldiğinin de bir kanıtıdır.

Bir suikastte öldürüldü
Hindistan’da olduğu yıllar boyunca İngiliz emperyalizmine karşı “pasif” ve “uzlaşmacı” bir çizgi izleyen Gandhi, gerçekleşen birçok yığınsal milli bağımsızlıkçı ve emekçi eylemlerinden doğan kurtuluş fikrini, olgun bir fikir olarak görmedi. Orta Doğu ürünlerini boykot, sivil itaatsizlik gibi eylemler gerçekleştiren Gandhi, ayaklanmaya ve ulusal kurtuluş için savaşa karşı oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler için asker toplamak Gandhi’nin en büyük hatalarından biri olmuştur. 30 Ocak 1948’de radikal-milliyetçi bir Hintli tarafından gerçekleştirilen suikastte öldürülen Gandhi’nin son sözleri şunlar oldu:
“Ya yaşamayı seçecektim ya da ölümü...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:03:03
Bir gönül sultanı Sehl-i Tüsteri

08 Mart 2006 Çarşamba
Sehl bin Abdullah Tüsterî, evliyanın büyüklerindendir. 815 (H. 200) senesinde dünyaya geldi ve 896 (H. 283)’da Basra’da vefat etti. Sehl bin Abdullah, daha küçükken önce annesi sonra da babası vefât etti. Babası vefât edeceğinde Sehl’i dayısına emânet edip bakıp gözetmesini söyledi. Evliyâ bir zât olan Muhammed bin Süvâr, onu güzel bir şekilde terbiye edip yetiştirdi. Sehl bin Abdullah, sonra Horasan’ı terk edip Bağdâd’a geldi. Bir rivâyette Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinin hizmetine girdi. Hacca gidince orada evliyânın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördü ve ona talebe olmakla şereflendi. Küçük yaştan îtibâren hârikulâde hallere kavuştu. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden olup zamanın gönül sultanı, hakikatin deliliydi...

“Minbere kim çıksın?”
Ömrünün sonunda, Sehl bin Abdullah’ın el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu... Bir gün zikirden bahsederken; “Allahü teâlâyı hakkıyla zikreden, ölüyü diriltmeyi kast ederse, dirilir” dedi ve elini, önünde duran bir sakata sürdü, kötürüm kimse hemen iyileşip, ayağa kalktı...
Vefatı anında ziyaretine gelen bir talebesi:
-Efendim, sizden sonra minbere kim çıksın? diye sordu.
Sehl-i Tüsteri, gözlerini açıp, Şâdıdil adındaki bir mecusinin adını söyledi. Etrafındakiler;
-Şeyhin aklı gitmiş, bu kadar âlim varken, yerine bir mecusiyi geçiriyor, diye söylenirlerken, mübarek zat:
-Başımda gürültü etmeyin. Vaktim azdır. Gidin Şâdıdil’i çağırın gelsin, dedi. Şâdıdil’i getirdiler. Ona hitaben buyurdu ki:
-Ey Şâdıdil, beni iyi dinle! Üç gün sonra minbere çık ve Müslümanlara vaaz et. Bu sana vasiyetimdir!
Mübarek, bunları dedikten kısa bir zaman sonra da vefat etti...

“Zamanı gelmedi mi?”
Vefâtından üç gün geçince, ikindi namazından sonra, Şâdıdil minbere çıktı ve şöyle dedi:
-Ey Müslümanlar! Ey Sehl-i Tüsterî’nin talebeleri! Bana bir zamanlar şeyh efendi; “Ey Şâdıdil! Daha iman etme zamânın gelmedi mi?” demişti. İşte o dediği zaman geldi ve ben bugün o emri yerine getiriyorum...
Şâdıdil hemen orada Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Cemâat bunu görünce ve o sözleri duyunca Sehl-i Tüsteri’nin büyüklüğünü düşünerek gözyaşı döktüler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:03:56
Hadîs ve fıkıh âlimi Abdullah ibni Mübârek

09 Mart 2006 Perşembe
Abdullah ibni Mübârek, Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında Merv’de doğdu. 797 (H.181) senesi bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît adlı yerde vefât etti. Türk asıllıdır... İlk tahsîlini, Merv’de yapan Abdullah ibni Mübârek tahsîl için Bağdâd, Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam gibi ilim merkezlerine gitti. Bağdâd’da büyük âlimler ve evliyâ ile görüştü. Onların ders ve sohbetlerinden faydalandı...

İmâm-ı A’zam’ın talebesi
Abdullah ibni Mübârek, Hammâd bin Zeyd, Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Mâlik bin Enes gibi âlimlerden hadîs-i şerîf okudu. Dört bin kişiden hadîs-i şerîf dinledi. Bunlardan yalnız birinden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de büyük âlimler rivâyette bulundular. Hocalarının önde gelenleri arasında İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh de vardı. Fıkıh ilmini ondan öğrendi. İmâm-ı A’zam vefât edince, İmâm-ı Mâlik’in derslerine devam etti ve ilimde yüksek bir dereceye ulaştı.
İlim tahsîlinden sonra tekrar Merv’e döndü. İlmi, edebi çok olup, az konuşmak âdeti idi. Geceleri ibâdet ile geçirirdi. Sözü senetti. Emânete pek riâyet ederdi. Şam’da birinden aldığı kalemi unutup veremeden Merv’e gelmişti. Kalemi sâhibine vermek için Merv’den tekrar Şam’a gitti...
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem görüp sohbetlerinde bulunma şerefine kavuştukları için Eshâb-ı kirâmın üstünlüğünü anlatır ve;
“Hz. Muâviye’nin, Resûlullah’ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz’den bin defâ üstündür” buyururdu...

“Başımı toprağa koy!”
Abdullah bin Mübârek vefâtı esnâsında, âzâdlı kölesi olan Nasr’a; “Başımı toprağa koy!” dedi. Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince; “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü görüp ağlıyorum” dedi.
İbn-i Mübârek; “Ağlama. Zîrâ ben, Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu terk etme” buyurdu.
Vefât ânında gözlerini açtı, güldü ve meâlen; “Amel edenler, bu ebedî nîmete kavuşmak için çalışsınlar” (Sâffât sûresi: 61) âyet-i kerîmesini okudu ve ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:04:46
“Sultân-ül-Âşıkîn” Hazreti Mevlânâ

10 Mart 2006 Cuma
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, büyük bir velî idi. Onun; Müslümanların haricindekileri de kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Hazreti Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek çok yanlıştır. O, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır.

“Şeb-i Arûs=düğün gecesi”
Mevlânâ ölüme, “Şeb-i Arûs=düğün gecesi” adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir. Tekrar Allah’a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir...
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin son hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ’ya;
-Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur, dediler.
Mevlânâ hazretleri ise onlara;
-Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz, buyurdu.
Dostları, talebeleri;
-Cenâze namazınızı kim kıldırsın? diye sordular. Ona da;
-Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın, buyurdular.

“Artık gitmek zamânıdır”
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır:
-Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Bir delikanlının, hocam Mevlânâ’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; “Döşeği kaldırın” buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O yiğidin yanına varıp; “Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?” diye sordum. O da; “Ben Azrâil’im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ’yı öbür âleme dâvet etmek için geldim” dedi. Mevlânâ da; “Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip Kelime-i şehâdet getirdi ve bu fânî hayâta gözlerini yumdu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:06:07
İlk şeyh-ul-islâm Molla Fenârî

14 Mart 2006 Sal??
Molla Fenârî (Muhammed bin Hamza) zamanının en güçlü ve büyük âlimlerindendi. Faziletli, sağlam karakterli, yüksek ahlâklı üstün bir insandı. 1350 (H.751) senesinde Fener köyünde doğdu. Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhur oldu. Osmanlı Devletinin ilk şeyh-ul-islâmı ve büyük velîledendir...
Bu mübarek zat, uzun zaman Bursa’da kalan ve “Somuncu Baba” diye tanınan Hâmid-i Aksarâyî’den de ilim ve feyz aldı. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu. Somuncu Baba’nın ilimdeki ve velîlikteki üstünlüğünü bilenlerdendi...

Keşîş Dağı eteklerinde
Molla Fenârî hazretleri, 1431 (H.834) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Keşîş Dağı eteklerinde, Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır ve ziyâret edilmektedir...
Şemseddîn Fenârî’nin ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir süre sonra, bir gece rüyâsında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsîr eyle!” diye buyurunca; “Yüksek huzûrunuzda, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” diye cevap vermişti. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek ağzında ıslattıktan sonra gözleri üzerine koydu. Molla Fenârî uyanınca, pamuğu gözlerinin üstünde buldu, kaldırınca, görmeye başladı. Allahü teâlâya hamd ve şükretti.

“Gözlerimin üzerine koyun!”
Vefat edeceği vakit, o rüyayı gördüğü gün sakladığı pamukları getirmelerini söyledi ve:
-Bunlar, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin, mübarek ağızlarıyla ıslatıp gözümün üstüne koydukları pamuklardır. Cenazemi kefenlemeden önce gözlerimin üzerine yine bu pamukları koyun, buyurdu ve Kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:06:53
Bir ilim deryâsı İbrâhîm Harbî

15 Mart 2006 Çarşamba
İbrâhîm Harbî hazretleri, aslen Merv’den olup, Bağdâd’da yerleşmiştir. Ahmed bin Hanbel’den fıkıh ilmini öğrendi. Ebû Nuaym, Fazl bin Dekkîn, Affân bin Müslim, Abdullah bin Sâlih, İclî Mûsâ bin İsmâil, Ebû Havdî, Ubeydullah bin Muhammed, Amr bin Merzûk, Ahmed bin Hanbel ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf işitip, rivâyet etmiştir.
Hadîs ilminde hâfız derecesinde olup, yüz bin hadîs-i şerîfi senetleriyle birlikte ezberlemiştir. Ayrıca lügat ve nahiv ilminde de âlim olup, edipliği ile meşhûrdur. Edebî ilimleri, Ebû Abbâs Sa’lebe’den öğrenmiştir. Vera, takva ve edebde, asrının seçkin âlimlerinden idi.

“Kalbimize yerleştirdi”
Zamanının âlimlerinden bir zât şöyle demiştir:
“Üç kimsenin benzerini görmedim. Biri, Ahmed bin Hanbel’dir ki, analar onun gibisini doğurmamıştır. Diğeri Beşîr bin Hâris olup, tepeden tırnağa akıl ile dolu idi. Üçüncüsü, Ebû Ubeyd-İbrâhîm Harbî’dir ki, ilim deryası idi...”
Dâre Kutnî de onun hakkında, “O sâdık ve her ilimde emsalini geçmiş bir âlimdir” demiştir.
İbrâhîm Harbî, ilimde, zühd ve takvada (dünyâya düşkün olmamada, harâm ve şüphelilerden sakınmada) Ahmed bin Hanbel hazretlerine çok benzerdi. Kendisi bu hocasına kıyas edilir, onun gibidir, denilirdi. Şu sözü meşhûrdur;
“Size hadîs âlimlerinden söylediğim her söz, Ahmed bin Hanbel’den nakildir. O bize, çocukluğumuzdan beri Resûlullahın sünnetine tâbi olmamızı, Eshâb-ı kirâmın naklettiklerine ve Tâbiînin, Eshâbdan bildirdiklerine uymamızı söyledi ve bunu kalbimize yerleştirdi.”

“Ölüm yaklaşmakta...”
İbrâhîm Harbî, ömrünün son günlerinde hastalanmıştı. Bir tabip, onun tedavisi için yanına gelip gidiyordu. Bir gün hizmetçisi ona; bu tabibin öldüğünü haber verdi. Bunun üzerine şu beyiti söyledi:
“Hastalığı tedavi eden tabip öldü/Ölüm, hastaya da yaklaşmakta...”
Sonra kendisini ziyarete gelenlere de şu şiiri söyledi:
“Her taraftan üzerime musibetler geliyor/Yavaş yavaş eridiğimi görüyorum/Nefs, insanı nasıl da aldatıyor/Kulluk yapmaya fırsat vermiyor/Ömür yaydan fırlayan ok gibi geçiyor...”
Bunları söyledikten kısa bir zaman sonra da vefat etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:07:14
“Ebü’l-Alemeyn” Ahmed Rıfâî

16 Mart 2006 Perşembe
Ahmed Rıfâî hazretleri, Mısır’da yaşamış olan büyük velîlerdendir. Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da nesebi hazreti Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye dayanır. Bu yüzden kendisine “Ebü’l-Alemeyn” (iki sancak sâhibi) künyesi verilmiştir. Ebü’l-Abbâs da denir. Benî Rıfâe kabîlesine mensûb olduğu için Rıfâî nisbesi ile meşhur oldu...
Ahmed Rıfâî hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid’at sahiplerine öğüt verir gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu.

“Kıyamet gününe hazırlanın”
Bu mübarek zat, sohbetlerinde sık sık şöyle nasihat ederdi:
“Hayırdan bir şey öğrenirseniz onu insanlara öğretiniz. Böylece bu hayrın meyvelerinden istifâde edersiniz... Kıyamet gününe hazırlanın, çünkü gidişiniz Allahü teâlâyadır.”
Vefâtına yakın ishale yakalanmıştı mübarek... Hastalık bir ay kadar devâm etti. Hizmetçisi;
-Efendim! Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler neredendir? diye sordu. O da;
-Bu gelen ettir. Dışarı çıkıyor. Artık eridi kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar biter. Yarın da Allahü teâlâya gitme günüdür, buyurdu.
İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi;
-Efendim, kavuşmak vakti yaklaştı herhalde, deyince;
-Evet öyle görünüyor. Hastalığımın şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine büyük bir belâ gelmekteydi. Bu belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu belânın giderilmesi için, Allahü teâlâya yalvardım. Cenâb-ı Hak da kabul buyurdu, dedi...

Pişman olmamak için!..
Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye başladı. Yüzü gözü toza toprağa bulanmış bir halde ağlayarak;
“Yâ Rabbî! Affet! Yâ Rabbî! İnsanların üzerine gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime yağsın!” diye yalvardıktan sonra Kelime-i şehâdet getirip;
“Dünyâda âhiret için çalışıp yorulan pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayır işleyenin ameli kendisine sunulacaktır. Her şer, kötü iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır” buyurdu.
1182 senesi Ağustos ayının 23’ünde Perşembe günü (H.578 Cemâziyelevvel ayının 22. günü) ikindi vaktinde, altmış altı yaşında Mısır’da vefât etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:07:41
Irak velîlerinden Mimşâd ed-Dîneverî

17 Mart 2006 Cuma
Küçük yaştan îtibâren doğum yeri olan Dînever’de ilim tahsîl eden Mimşâd ed-Dîneverî; Cüneyd-i Bağdâdî, Rüveym bin Ahmed ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük velîlerle aynı yıllarda yaşadı... Pekçok âlim ve velînin sohbet ve ilim meclislerinde bulunarak zâhirî ve mânevî ilimlerde ilerledi. Yahyâ el-Celâ, Sırrî-yi Sekatî ve Mâr-f-i Kerhî hazretleriyle görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hübeyretü’l-Basrî hazretlerine talebe oldu.

“Abdest alıp gel!”
Hübeyret-ül-Basrî hazretlerinin derslerine devâm ederken bir gün kendisine;
-Git abdest alıp gel, buyuruldu. Söyleneni yaptıktan sonra hocasının yanına geldi. Hocası elinden tutup;
-Yâ Rabbî! Mimşâd ed-Dîneverî’yi dervişlik makâmına eriştir, diye duâ etti. Bu duânın tesiri ile Mimşâd ed-Dîneverî hazretleri kırk defâ bayılıp ayıldı. Sonunda kendisine gelip ayağa kalktı. Hocasının ellerini öptü. Hübeyre hazretleri;
-Arzu ettiklerine kavuştun mu? diye sordu. Cevâbında;
-Otuz senedir bunun için uğraşırım. Elhamdülillah himmetinizle arzuma bugün kavuştum, dedi. Kendisine icâzet verilip, talebe yetiştirmekle vazîfelendirildi...
Uzun müddet Hübeyret-ül-Basrî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulunan Mimşâd ed-Dîneverî büyük velîlerden oldu. Gittiği yerlerde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İnsanlara nasîhat ettiği gibi bâzan da kendinden üstün velîlerin sohbetlerinde bulunup nasîhat aldı...

Kim kimden çekiyor!..
Mimşâd ed-Dîneverî vefâtı yaklaştığında ona;
-Hastalıktan ne çekiyorsun? dediklerinde;
-Benden ne çektiğini, gidin de hastalığa sorun, dedi.
-Gönlünü nasıl buluyorsun? diye sorduklarında;
-Gönlümü kaybedeli otuz sene oldu, onu tekrar ele geçirmek istedim ama bulamadım. Bu süre içinde gönlümü bulamayınca, bütün sıddîkların gönüllerini kaybettikleri şu hâl içinde, ben onu nasıl bulacağım? dedi ve ruhunu teslim etti...
Ölümü esnâsında Şeyh’in biri yanına gitti ve;
-Allah sana iyi muâmelede bulunsun, diye duâ etti. Bunun üzerine Mimşad gülümseyerek;
-Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arz edildi, dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:09:42
“Faşist diktatör” Benito Mussolini

20 Mart 2006 Pazartesi
Benito Mussolini, (halk arasındaki lakabıyla Il. Duce “Duçe”) İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın başında bulunan ünlü diktatördür. 1883’te Forli’de doğan Mussolini, bir süre öğretmenlikle meşgul olduktan sonra 1902’de askerlik yapmamak için İsviçre’ye gitti. 1904’te geri dönerek 10 sene boyunca gazetecilik yaptı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine orduya yazıldı ve savaşta aktif olarak görev yaptı...

İtalya’da yıkım büyüktü!
Savaşta yaralanan Mussolini Milano’ya döndü ve burada sağ görüşlü “Il Popolo d’Italia” gazetesinin editörü oldu. 1918’de savaş sona erdiğinde İtalya’da yıkım büyüktü. Bu sırada Mussolini ise çeşitli sağcı grupları, kurduğu Faşist Partisinin bünyesinde toplamıştı. Mussolini ülkenin problemlerini çözeceğini vaat ediyor ve eski Roma İmparatorluğu’nu tekrar kuracağını söylüyordu. Ekim 1922’de Mussolini Kral Viktor Emmanuel III’ü yönetimi kendisine devretmekle tehdit etti. Aksi takdirde 26.000 taraftarı ile Roma’ya yürüyecek ve bunu kendi yapacaktı. Komünist hareketinde önüne geçmek isteyen Kral bu teklifi kabul etti ve İtalya’da “Duçe” dönemi başladı. Hitler’le Roma-Berlin mihverini kurdu. Bu tarihten sonra devamlı Hitler’in etkisinde kalan Duçe 10 Temmuz 1940’ta Müttefiklere savaş ilan etti. 1943’te Müttefikler İtalya’ya çıkarma yaptılar. Kral Viktor Emmanuel III, Mussolini’yi görevden aldı. Hapse atılan Duçe, 12 Eylül 1943’te Gran Sasso’da tutuklu bulunduğu otelden kurtarıldı ve uçakla Viyana’ya kaçırıldı...

“Beni göğsümden vurun!”
İtalya’da kendine bağlı birliklerle mücadeleyi sürdüren Mussolini Nisan 1945’te yani savaşın son günlerinde kaçmaya çalışırken İtalyan Mukavemeti mensupları tarafından öldürüldü. (28 Nisan 1945)
Mussolini’yi ayağından ağaca astılar. Sonra da tabanca ile ateş ettiler, fakat silah tutukluk yaptı. Mussolini inleyerek son defa şunları söyleyebildi:
“Göğsümden vurun beni!”
Ve öyle yaptılar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:10:15
Fakih, hafız ve âbid Abdullah bin Adîy

21 Mart 2006 Salı
Abdullah bin Adîy Maveraünnehir’de yaşamış olan Hadis ve Fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Kendi şehrinde birçok âlimden ders aldıktan sonra ilim öğrenmek ve hadis-i şerif toplamak için Semerkand’a, sonra Maveraünnehir ve İran’daki çeşitli şehirlere gitti. Daha sonra Şam’a gelerek uzun zaman orada kaldı. Sonra da Mısır’a gitti ve önce Kahire, sonra İskenderiye’de ilim tahsil etti. Bu esnada çok sıkıntılar çekti. Uzun yıllar yatak yüzü görmedi. Nihayet zamanının en büyük hadis âlimlerinden biri oldu. Yüzbinden fazla Hadis-i şerifi ezberleyerek, hadis ilminde “Hafız” unvanını aldı. Kadılar ve hakimler, onun bildirdiği hükümleri aynen kabul ederlerdi.

Sevilen bir zât idi...
İbn-i Adîy; hadîs ilminde sika (güvenilir, sağlam) bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim, harâmlardan son derece kaçan, dünyâya ehemmiyet vermeyip, mubahların çoğunu terk etmiş bir âbid (çok ibâdet eden), herkes tarafından sevilen ve sayılan bir zât idi.
297 (m. 909) yıllarında ilim öğrenmek için Şam’a, daha sonra Mısır ve başka yerlere gitti. İlim öğrenmekteki gayreti pek ziyâde olup, her türlü zorluklara göğüs gererdi. Hiçbir şey onun bu azmini kıramadı.
Uzun yıllar hiç yatak yüzü görmedi. Verdiği hükümler ve beyanları, kendinden evvel ve sonra gelen âlimlerin hepsinin ilmine ve hükümlerine uygun idi. Kadılar ve âlimler onun hükümlerini aynen kabul edip onun bildirdiğiyle hükmettiler, iyilik ve hayır arayanlar onun sözlerine ve kitaplarına uyup, onlarla amel ettiler.

“Sağlam bir râvidir”
Hâkim bin Asâkir de, İbn-i Adîy’in kendisine müracaat edilen güvenilir bir râvi olduğunu bildirmiş, Hamza es-Sehmî ise şöyle anlatır:
“O hadîs ilminde hâfız (yüzbin hadîs-i şerîfi râvileriyle ezbere bilen) itimat edilir bir âlim, sağlam bir râvidir. Zamanında onun gibisini görmedim. Dâre Kutnî’ye zâif hadîsleri bildiren kitap sordum. O, ‘Sende İbn-i Adîy’in kitabı var mı?’ dedi. Ben de ‘Evet’ dedim. Bana ‘O, sana yetecek kadar bilgi verecek mükemmellikte bir kitaptır’ dedi.”
Abdullah bin Adîy hazretleri vefat ederken son sözü şu oldu:
“Yâ Rabbi! Namusumu senin dininle zinetlendirdim. Sen de bu günahkâr kulunu aziz eyle! Senden başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam senin kulun ve Resulündür.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:10:35
“Cephelerin müezzini” Âmir bin Abdullah Anberî

22 Mart 2006 Çarşamba
Âmir bin Abdullah Anberî hazretleri, Benî Temîm kabîlesinin Benî Anber koluna mensub olduğundan “Anberî” nisbesiyle anılmaktadır. Doğum târihi belli değildir. 674 (H.55) senesinde Kudüs’te vefât etti. Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Ömer’i, hazret-i Osman’ı ve Abdullah bin Mes’ûd gibi büyükleri gördü. Hazret-i Ömer’den ve Selmân-ı Fârisî’den hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden, Hasan-ı Basrî ve Muhammed bin Sîrîn rivâyette bulunmuşlardır...

Fetihlere katıldı...
Âmir bin Abdullah, hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Medâin ve Tüster’in fethine katıldı. Sonra da Basra’ya yerleşti. Basra’da vâli Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den kırâat ilmini öğrendi. Kendisi de ders verir, vaktinin çoğunu Kur’ân-ı kerîm ve kırâat ilmini öğretmekle geçirirdi. Ayrıca yapılan savaşlara katılır, cihâd ederdi. Savaşa çıktıkları zaman arkadaşlarının hizmetini ve müezzinliği o yapardı. Ayrıca arkadaşlarına mümkün olan her ikrâmı yapmaya çalışırdı. Bu üç hususu kendisinin yapmasını şart koşar, kabûl edenlerle yol arkadaşı olurdu.
Yaşayışı gâyet sâdeydi. Az yer ve çok ibâdet ederdi. Hiç evlenmemişti. Hâli, bir yerden bir yere gitmek üzere olan yolcu gibi olup, dünyâya rağbet etmezdi. Geceleri namaz kılar, gündüz oruç tutardı.
O namaz kılarken şeytan yılan şeklinde gelip gömleğinin içine girer, kolundan çıkardı. Bu hali görenler hayret edip, namazdan sonra, yanına yaklaşıp, yılanı niçin kovmadığını sorarlardı. O ise; “Vallahi ben namaza durduktan sonra koynuma girip gömleğimin kolundan çıktığını söylediğiniz bu yılandan hiç haberim yok, farkında değilim. Allahü teâlâdan başkasından korkmaktan Allah’tan utanırım” derdi.

“Dünyâ üzüntü yeridir!”
Vefâtına sebeb olan hastalığa tutulduğu zaman çok ağladı.
-Niçin ağlıyorsun, ölümden mi korkuyorsun? diye soranlara buyurdu ki:
-Benden daha çok ağlamaya lâyık kim var? Dünyâ hırsıyla veya ölüm korkusuyla ağlamıyorum. Fakat yolun uzunluğundan ve azığın azlığından ağlıyorum. Gecelerimi hep Cennet’e kavuşma ümidiyle ve Cehennem’e düşme korkusuyla geçirdim. Şimdi hangisine gideceğimi bilmiyorum! Sıcak günlerde oruç tutmaktan, uzun gecelerde namaz kılmaktan mahrum kalacağım için ağlıyorum. Çünkü dünyâ, kederler, üzüntüler yeridir. Âhiret ise, cezâ ve mükâfat yeridir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:11:42
Hanbelî mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel

23 Mart 2006 Perşembe
Ahmed bin Hanbel, aslen Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel’dir. Dedesi Hanbel bin Helâl, Basra’dan Horasan’a gelip yerleşmiş ve Emevî Devletinde Serahs vâliliği yapmıştır. Babası asker (subay) idi. Ahmed bin Hanbel’in âilesi, annesi ona hâmile iken, Merv’den Bağdat’a göçmüş ve o Bağdât’ta doğmuştur.
İlk önce İmam-ı a’zam hazretlerinin talebesi olan İmam-ı Ebu Yusuf’tan fıkıh ve hadis ilminde ders alan bu mübarek zat, bundan sonra da üç sene Huşeym’in derslerine devam etmiş, ondan hadis-i şerif dinlemiştir. Bundan başka Bağdad’da bulunan meşhur âlimlerden de ders aldı.

Her fâni gibi o da...
İslamiyette, Ehl-i sünnet i’tikadı üzere olan, amelde dört hak mezhepten biri de, Hanbelî mezhebidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri bu mezhebin imamıdır. O, ictihadlarıyla Müslümanların Allahü teâlânın rızasına kavuşmaları için, amellerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun gösterdiği bu yola “Hanbeli Mezhebi” ve Ehl-i sünnet i’tikadında olan Müslümanlardan, amellerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara “Hanbelî” denir...
Her fâni gibi onun da vefât ânı gelmişti... O anda eliyle işâret edip; “Hayır olmaz!” dedi. Oğlu;
-Babacığım bu ne hâldir? diye sorunca;
-Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz. Şeytan felâket toprağını başıma saçmak istiyor. “Ey Ahmed! Benim elimde can ver” diyor. Ben de; “Hayır olmaz! Hayır olmaz!” diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn olmak yoktur, buyurdu.

“Nereye gidiyorsun?”
855 (H.241) senesi cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze namazını kılmak üzere çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar evlerinin kapısını açıp; “Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin” diye bağırdılar. Cenâze namazı kılınınca, kuşlar üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. O gün yüz bine yakın kişi toplanmıştı. Yahûdî ve Hristiyanlardan pekçok kimse, bu hâdiseyi görerek Müslüman oldu...
Vefâtından sonra Muhammed ibni Huşeyme hazret-i İmâm’ı rüyâsında gördü.
-Nereye gidiyorsun? dedi. “Cennet’e” dedi.
-Allahü teâlâ sana ne muâmele etti? diye sorunca, cevâbında; “Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve; ‘Ey Ahmed! Kur’ân-ı kerîme mahlûk demediğin için, bu nîmetleri sana verdim’ buyurdu” dedi.

Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:12:33
Sultan Alâeddin Muhammed Harezmi

27 Nisan 2006 Perşembe
Sultan Alâeddin Tekiş, Harezmşahlar sülalesinin en kudretli şahsiyetlerindendir. Harezmşahlar Devleti, onun sayesinde imparatorluk hâlini aldı. Tekiş, ilk olarak Karahitaylar ile mücadeleye girişti. İsmailîler elinde bulunan bazı kaleleri geri aldı. Bu geniş fütuhatları gerçekleştiren Tekiş, Harezm’e döndüğü 1200 yılında vefat etti. Yerine bu sırada Turziz muhasarasında bulunan oğlu Muhammed “Alâeddin” unvanı ile tahta çıktı.

Medeniyetten eser kalmadı!..
Harezmşahlar’ın bu haşmetli devresinde, doğuda büyük bir tehlike baş gösterdi. Bu tehlike, doğuda yalnız Harezmşahlar’ı ortadan kaldırmakla kalmayacak, bütün dünyanın tarihînde derin izler bırakacaktır. Çünkü, tam bir çapulcu sürüsü olan Moğollar, önüne gelen her yeri yakıp yıkmakta, girdikleri ülkelerde kültür ve medeniyetten eser bırakmamaktaydı. 1216 yılından itibaren, uzun askerî hazırlıklar içinde olan Cengiz’in hedefi, İslâm âlemi idi.
Cengiz, 1219 yılı sonlarına doğru, 200 bin kişilik ordusuyla ilk olarak Harezmşahlar’a karşı harekete geçti. Harezmşahlar’ın, kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıtmasından da istifade ederek, önemli merkezleri tek tek ele geçirmeye başladı. Mukavemet gösteren mevkiler, korkunç bir katliama uğratılıyordu. Kısa bir süre içinde Buhara, Semerkand, Otrar, Sığnak, Berakend ve Hocend gibi şehirler, Moğollar’ın eline geçti. Harezm müdafaa kuvvetlerinin, büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen, sonuç değişmiyordu. Sultan Alâeddin, son olarak Devletâbâd yakınlarında Moğollar’ın karşısına çıktı ve tekrar yenildi.
Sultan Alaeddin Muhammed, bir miktar maiyetiyle Harandar kalesine giderek aile ve hazinesini burada bıraktı. Kendisi de Irak istikametine kaçmaya başladı. Fakat yolda Moğollar karşısına çıkıverdiler. Atı, oklanarak öldürüldü ise de kendisi kaçmaya muvaffak oldu. Nihayet Kuzgun Denizine vardı. Burada Aboskon adasına sığındı.

Mahmud Çavuş’un gömleği!
Diğer taraftan Moğollar, Sultan Alaeddin Muhammed’in vezirini, küçük oğlunu ve Türkan Hatun’u Cengiz’e gönderdiler. Cengiz bunların hepsini öldürttü. Haberi alan Sultan Alaeddin’e bir fenalık gelerek yere yığıldı. O kadar sefalete düşmüştü ki, yanındakiler ölüsünü saracak bir kefen bile bulamamışlardı. Maiyetinde bulunan Mahmud Çavuş’un gömleğini kendisine kefen yaptılar. Ölmeden önce şu sözleri söylemişti:
“Ben, bütün bu yerlerin sahibiydim. Şimdi ise iki arşın bez ve mezar yeri bulamıyorum!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:14:28
“Bezzâz” ve “Mülâî” Amr bin Kays

Amr bin Kays el-Mülâî, Kûfe’nin beş büyüğünden biri olarak tanındı. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve selem) hadîs-i şerîflerini dinlemek ve nakletmek husûsunda yüksek gayret gösterdi. Tâbiînden olan âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bağdâd’a giderek Ahmed bin Hanbel hazretleriyle görüşüp sohbette bulundu. İlimde yüksek dereceye ulaşan Amr bin Kays’dan da pekçok kimse hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu...

Tasavvufta da ilerledi...
Ahmed bin Hanbel, Yahyâ bin Maîn, Ebû Hâtim er-Râzî ve Nesâî gibi büyük âlimler Amr bin Kays’ın “sika” yani “güvenilir” bir râvî olduğunu bildirdiler.
Hadîs ilminde yüksek derece sâhibi olan Amr bin Kays, kırâat yâni Kur’ân-ı kerîmi okuma ilmini kırâat imâmlarından olan Asım bin Behdele’den öğrendi. Zamânında kâriler yâni Kur’ân-ı kerîmin kırâat ilmini bilerek okuyanlar arasında yer aldı. Zâhirî ilimlerde yüksek derece sâhibi olduğu gibi, tasavvuf ilminde de ilerledi...
Bu mübarek zat, Allah korkusundan devamlı ağlardı... Bazen rengi değişir, bembeyaz olurdu. İnsanlara nasîhatta bulunur, onlara Kur’ân-ı kerîm okumasını öğretirdi. İlim ehlinden bir kimse gelince, önünde diz çöker; “Allahü teâlânın sana bildirdiklerinden bana öğret” derdi.
Ömrünü Resûlullah efendimizin sünnetini öğrenmek, öğretmek ve yaşamakla geçiren Amr bin Kays hazretleri zâhid yâni dünyâdan uzak bir hayat yaşadı. 763 (H.146) senesinde Kûfe’de vefât etti. Vefat ederken yanında bulunan Ebû Hayyân et-Temîmî’ye: “Ben ölüyorum. Cenaze namazımı sen kıldır” buyurdu ve ruhunu teslim etti...

Etrafı “kuş”lar kapladı!..
Bütün Kûfeliler onun cenâze namazında bulundular. Vasiyyeti üzerine cenâze namazını Ebû Hayyân et-Temîmî kıldırdı. Ebû Hayyân, cemâatin önüne geçip dört defâ tekbir aldığı zaman; “İhsân edici olan Amr bin Kays geldi” diye yüksek bir ses işitildi. Namazdan sonra baktıkları zaman beyaz renkli ve o zamana kadar görülmemiş olan kuşların etrafı kapladığını gördüler... İnsanlar o kuşların güzelliğine ve çokluğuna şaştılar. Ebû Hayyân et-Temîmî; “Niçin şaşıyorsunuz? Bunlar meleklerdir. Amr bin Kays’a iyi şehâdette bulunmak üzere geldiler” buyurdu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:15:21
Muhammed oğlu Abdurrahmân

Mâlik bin Dînâr hazretleri, hacda iken garip bir rüya görmüştü... Uyanınca rüyada kendisine bahsedilen “Muhammed oğlu Abdurrahmân” adındaki kimseyi aramaya başladı. Sordukları kimse “Aradığın kimse her yıl hacca gelir” dediler. Araya araya onu bir köşede Kur’ân okurken buldu. Abdurrahmân onu görünce bir âh çekip bayıldı. Daha sonra şöyle dedi:
-Allahü teâlânın beni affetmediğini söylemeğe geldin değil mi?
Mâlik bin Dînâr hazretleri çok şaşırdı. Ona hayret edip sordu:
-Sâlihlerden birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin affetmiyor.

“Ona hakkımı helâl ettim.!”
-Bir ramazan ayının ilk gecesi idi. İçip sarhoş olmuştum. Bu sırada babama vurup bir gözünü çıkarmışım. O da bana bedduâ etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı büyük bir üzüntü ile öğrendim. Her yıl böyle hacca gelir duâ ederim. Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rüyâmda “Allah seni affetmedi” diye söyler...
Onun bu hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup yerini öğrenerek onun yanına gitti ve şöyle dedi:
-Farzet ki kıyâmet kopmuş, oğlun Abdurrahmân’ı tutup Cehennem’e götürüyorlar. Onu bu hâlde görsen üzülmez misin?
Bunu duyunca babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki:
-Sen şâhit ol ki, oğlumu affettim ve ona hakkımı helâl ettim.
Mâlik bin Dînâr, hemen ondan izin alarak oğlunun yanına gelip müjdeyi verdi:
-Baban senin suçunu bağışladı. Biraz sonra seni görmeye gelecek.
Bunu duyunca Abdurrahmân ağlayarak tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Ayıldığında babasını baş ucunda gördü ve dedi ki:
-Babacığım ne olur, sen de benim gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın! Babası;
-Ey gözümün nûru! Ben seni affettim. Senden râzı oldum, dedi.

“Baban senden râzı değil!”
Bu sırada Abdurrahmân iki defâ şehâdet getirdi. Mâlik bin Dînâr ona “Hâlin nasıldır?” diye sordu:
-Baygın halde iken elinde topuz olan bir melek bana: “Baban senden râzı değil! Bu topuzla senin başına vuracağım” dedi. Az sonra, başka bir melek gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: “Şehâdet getir! Baban ve Allahü teâlâ senden râzı oldu” dedi. Bunları söyler söylemez rûhunu teslim etti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:16:32
Buhârâ’dan İstanbul’a Seyyid Ahmed-i Buhârî


Seyyid Ahmed-i Buhârî, küçük yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub olurdu. Bir gün hocasına;
-Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet bizi çok üzmektedir, deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona;
-Size nasıl hürmet etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz. Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de; Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir, buyurdu...

Pek çok talebe yetiştirdi
Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha sonra hocasının işâretleri üzerine yine Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu’ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp sohbet ettiler.
Emîr Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşâda, yetiştirmeğe başladı. Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle, talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmii’nin batısında bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırdı. Orada ders vermeye başladı. Talebeleri daha da çoğalınca, Balat’a yakın bir yerde, Galata’ya karşı birçok odalar yaptırdı. Talebeler, orada ikâmet ederek derslerine devâm ettiler.
Talebeleri, huzûrunda çok edepli otururlardı. Dâimâ gösterişten uzak durur, kalben Allahü teâlâyı zikrederlerdi. Seyyid hazretleri, sohbetlerinde hiç dünyâ kelâmı konuşmazdı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden, âlimlerin hallerinden başka şey anlatmazdı. İnsanların kalbinden geçenleri, evliyâlık nûru ile keşfederdi. Çok kimse arzusunu söylemeden cevaplarını alır, tatmin olur giderlerdi...

Mescidinin yanına defnedildi
Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, 1516 senesi Cemâzil-âhir ayının bir pazartesi günü, kuşluk vaktinde talebelerine vasiyetini yaptı. Vasiyetlerinden biri de; “Mezarımı, mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını kesmeyiniz” şeklindeydi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 19 2008, 23:17:29
Züfer bin Hüzeyl “İmâm-ı Züfer”

05 Mayıs 2006 Cuma
Züfer bin Hüzeyl hazretleri, aslen İsfahanlı olmasına rağmen Basra’da yaşadı ve orada ilim tahsîl etti. Önce zamânının âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Sonra Kûfe’ye gidip İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm etti. Ondan fıkıh ilmini tahsîl ederek zamânının meşhûr fakîhlerinden oldu. İmâm-ı A’zam; “Talebelerimin en mükemmelidir” buyurarak, onu medhetti. İctihâd derecesine yükselip İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin koyduğu usûl ve kâidelere göre ictihâdda bulundu.

Basra kadılığı da yaptı...
İmâm-ı Züfer, Hanefî mezhebinde fukahânın ikinci tabakasından yâni mezhepte müctehidlerden oldu. İlimdeki yüksek derecesi yanında, güzel ahlâk ve fazîlette de örnek insan oldu. Ömrünü ilme ve ibâdete verip dünyâya ve dünyâ malına hiç meyletmedi.
Bir müddet Basra kadılığı yaptı. Ömrü boyunca ilim öğretmek ve ders vermekle meşgûl oldu. Muhammed bin Abdullah Ensâr, Halef bin Eyyûb, Asım bin Yûsuf, Hilâl-er-Rey gibi büyük âlimler onun ders halkasında yetiştiler. Hocası İmâm-ı A’zamın vefâtından sonra sekiz sene yaşadı.
İmâm-ı Züfer çok az meselede İmâm-ı A’zamdan ayrı ictihatta bulunmuştur. Hocası İmâm-ı A’zama, hayâtında ve vefâtından sonra muhâlefet etmemiştir. Hanefî mezhebinde, zarûret hâlinde İmâm-ı Züfer’in ictihadı ile amel etmek câizdir. İbn-i Abd-ül-Berr, şöyle demiştir:
“Züfer bin Hüzeyl, yüksek bir akıl ve idrâke sâhipti. Haramlardan çok sakınan, verâ sâhibi ve hadîs ilminde sika, yani güvenilir, sağlam bir âlimdir.”
Bu mübarek zat, evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî ile arkadaş olup birbirlerini çok severlerdi. Dâvûd-i Tâî, ibâdetle, zühd ve takvâ ile yaşadı. İmâm-ı Züfer ayrıca ilme devâm etti. Hem ilimde, hem de ibâdette çok gayretli bir âlim olup, bunları kendinde toplamıştır.

“Şu mallar hanımımındır”
İmâm-ı Züfer vefât edeceği zaman İmâm-ı Ebû Yûsuf ve yanında bulunanlar “vasiyetin nedir?” diye sordular. Onlara:
-Şu mallar hanımımındır. Şunlar da, kardeşimin oğlunundur, dedi.
Bu sözlerine şaşırdılar. Çünkü kardeşi varken, kardeşinin oğluna bir şey düşmezdi. Vefâtından sonra kardeşi onun zevcesiyle evlendi. Bir oğlu oldu. Mallar oğluna kalınca, İmâm-ı Züfer’in kerâmeti o zaman anlaşıldı..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:44:34
Bir rüya, bir yorum ve Muhammed Bedahşî

Yavuz Sultan Selîm Han’ın musahibi (sohbet arkadaşı) Hasan Can anlatır: “Mısır’ın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Selîm Han bana şöyle buyurdu:
-Bu gece rüyâmda Muhammed Bedahşî’yi gördüm. Bir yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı...
Ben hemen rüyâyı tabire giriştim ve;
-Sultanım, velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir, dedim.

“Veliler onun yardımcısıdır”
Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum... Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî’nin ölüm döşeğinde Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp; “Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu” bildirmiş. Orada hazır olanlara Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve Sultân’a benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin” diye vasiyette bulunmuştu.
Şam vâlisi, durumu, Sultânına duyurunca, Sultânın hocası Halîmi Çelebi Efendi, Sultânın yanına geldi. Konuşurlarken Yavuz Sultan Selîm Han;
-Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi, tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? dedi. Halîmi Efendi ise bana dönüp;
-Atılganlık etmişsin, dedi. Ben ise, utancımdan başımı eğip dedim ki:

“Fermân Pâdişâhımındır”
-Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise, fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı hediye ihsânıdır.
Halîmi Efendi, bu sözlerimi doğru bulup;
-Sultanım, Hasan Can’ın görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır, dedi. Pâdişâh, Şam’dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî’nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, kıymetli bir elbise ile, iki yüz dinâr altın bana ihsân buyurdu. ‘Bunca lütuf Muhammed Bedahşî’nin kerâmeti eseridir’ diyerek, rûhuna duâlar eyledim...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:44:57
“Hacı Çelebi” Abdürrahîm Müeyyedî

Hacı Çelebi, her türlü güzel ahlâkı kendinde toplamış, ilim ve ameli kendisinde birleştirmiş bir zât idi. Tasavvuf bilgilerini, dînî ilimleri ve zamânının fen bilgilerini çok iyi bilirdi. Hüsn-i hat sanatında da çok ustaydı. Yüksek hâller ve mânevî makamlar sâhibiydi. Abdürrahîm Müeyyedî hazretleri vefatından hemen önce şunları vasiyet etti:

“Yanımdakiler şâhid olsun”
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Yanımda bulunan kişiler şâhid olsunlar. Fakîr Abdürrahîm bin Ali bin Müeyyed el-Kâtib’in vasiyetidir:
Allahü teâlânın bir ve noksansız olduğuna, eşi, ortağı, benzeri olmadığına, hiçbir varlığa muhtaç olmadığına kesin olarak inandım. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün insanlığa, diğer Peygamberleri de bâzı kavimlere gönderdi. Hepsinin bildirdikleri haktır ve gerçektir. Onların hepsi, kıyâmet gününün, Cennet ve Cehennem’in, Mîzân ve Sırât’ın, nîmet, azâb ve affın, kabir hayâtının hak olduğunu bildirdiler. Bu îmânla yaşadım ve bu îmânla vefât ediyorum. Dostlarıma ve talebelerime şunları vasiyet ediyorum:
Ben vefât ettikten sonra, ilk gecede hatm-i tehlil (yetmiş bin “Lâ ilâhe illallah”) okusunlar. Sonra hepsi, Allahü teâlânın azâbından mutlak kurtuluşum için duâ etsinler. Allahü teâlânın her türlü azâbından, Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ettiklerini tasdîk etmemiz sebebiyle, duâlarının kabûl olacağı ümîdiyle kurtulabilirim...

“İşlerimi Allaha havâle ediyorum”
Yine dostlarıma ve talebelerime, gerekli şekilde techiz, tekfin ve defnetmelerini, kabrim üzerine türbe ve ziyâretgâh yapmamalarını, cenâze namazımda bid’at işlenmemesini ve bid’at ehlinden kimseyi bulundurmamalarını, elbiselerimin, dostlarıma ve sâlih kimselere verilmesini vasiyet ediyorum. Beni böylece duâlarıyla, kardeş ve dost olarak hatırlamalarını istiyorum. Dînen kendilerine düşen vazifelerin yapılmasını sağlamaları böylece mümkün olur. Size söylediğimi hatırlayacaksınız. İşlerimi Allahü teâlâya havâle ediyorum. Muhakkak O, kullarını görür. Kendim ve sizin için Allahü teâlâdan magfiret diliyorum. Vasiyetimi, ‘Sübhâneke Allahümme ve bi-hamdike lâ ilâhe illâ ente estagfiruke ve etûbü ileyke fagfirlî verhamnî inneke entel gafûrurrahîm’ diyerek bitiriyorum...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:45:21
“Altıncı İmam” Câfer-i Sâdık

Hazret-i Ali’nin torununun torunu olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Tâbiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerinden olup, tasavvufta büyük rehberlerden olan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen Nakşibendiyye yolu âlimlerinin dördüncüsüdür... İsmi Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib, künyesi “Ebû Abdullah”dır. “Tâhir”, “Fâdıl” gibi lakabları da vardır. En meşhûr lakabı, “Sâdık”tır.

İmâm-ı a’zâmın hocasıdır...
Câfer-i Sâdık hazretleri 702 (H.83) senesinin Rebîul-evvel ayının on yedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. 765 (H.148) senesinde orada vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâkî’de olup, babası ve dedesinin yanındadır.
İmâmlığı, yâni tasavvufta, Kur’ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini kalblere yerleştirme vazîfesi, feyz vermesi otuz dört sene sürmüştür.
İmâm-ı Câfer, ilmi, “Oniki İmâm”dan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamânında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. “Kimyânın babası” kabul edilen Câbir de, Câfer-i Sâdık’ın talebesidir. En meşhûr talebesi, Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı a’zâm Ebû Hanife Nu’man bin Sâbit’tir.

“İnsanların ayıplarını görme!”
Câfer-i Sâdık hazretleri, Hazret-i Ali’ye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshak, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbâs ve Ali’dir. Evlâtlarının hepsi zamânının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler.
Vefatı esnasında buyurdu ki:
“Ey oğlum! Arkadaşlık yaptığın, ziyaretine gittiğin kimse iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâklı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme. Çünkü onlar suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar... İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:45:42
Gavs-ül-a’zam” Abdülkâdir Geylânî

Abdülkâdir Geylânî hazretleri, 1078 (H.471)’de İran’ın Geylân şehrinde doğdu, 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefât etti. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hazret-i Hasan’ın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîftir.

Yüksek dereceye kavuştu...
Abdülkâdir Geylânî hazretleri, Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. İlim için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi...
Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyizler, mânevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve “Oniki İmâm”dan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyizler hep “Oniki İmâm” vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, “Oniki İmâm”dan gelen feyizler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiçbir velî bu makâma ulaşamadı. Kıyâmete kadar, her velîye feyizler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine “Gavs-ül-a’zam=En büyük Gavs” denildi. Yalnız İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta onun vekîlidir.

“Bedeniniz acı duyuyor mu?”
Vefat edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: “Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında Allah ile beraberim. Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara ebedi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!”
Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; “Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?” diye arz edince; “Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allah iledir” buyurdu.
Daha sonra; “Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allah, her ayıp ve kusurdan münezzehtir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!” Sonra da; “Allah, Allah, Allah!..” deyip sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek ruhunu teslim eyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:46:01
Hz. Hızır’ın talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî

18 Mayıs 2006 Perşembe
Malatyalı Abdülcemîl hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine:
-Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın, buyurdu.
Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ’ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu...

Zamânının bir tânesi oldu...
Abdülhâlık da babası gibi Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi... Bir gün Hızır aleyhisselâm Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretmenin yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.
Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ’ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Böylece sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.
Bu mübarek zat, hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı. Zamânının bir tânesi oldu...

Nûr çeşmesinin başı...
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvân’da vefât etti. Vefâtından evvel şu şiiri söyledi:
Dosta mübâreğim ve düşmana musîbetim/Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim/Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir/Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:46:36
Buhara’dan doğan güneş Hâcegi Emkenegi

Emkenegi hazretleri, 1512’de Buhara’nın İmkene kasabasında doğdu ve 1599’da orada vefat etti. Evliyanın büyüklerinden Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâki-billah hazretlerinin hocasıdır. Zahiri ve batıni ilimleri babasından öğrendi. Babasından feyiz alarak tasavvufta kemale erdi. Tasavvuf ilminin ve hallerinin mütehassısıydı.

Ömrü hizmetle geçti...
Hâcegi Muhammed Emkenegi hazretlerinin, ömrü İslamiyete hizmetle ve Peygamber efendimizin güzel ahlakını insanlara duyurmakla ve öğretmekle geçti. Çok veli yetiştirdi. Yetiştirdiği velilerin en başta geleni kendisinden sonra halifesi olan Muhammed Bâki-billah’tır. Hacegi hazretleri ona feyiz verip, yüksek faydalara kavuşturdu. Sonra Bâki-billah hazretlerine;
-Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleriyle tamam oldu. Tekrar Hindistan’a gitmeniz lâzım. Çünkü bu Silsile-i aliyyenin, orada sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip, büyük işler yapacak kimseler gelecek, buyurdu.
Hace Bâki-billah kendilerini bu işe lâyık görmediğinden, özür dilediyse de, Emkenegi hazretleri, ona istihare yapmasını emretti. Rüyasını Emkenegi hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı aldı:
-Derhal Hindistan’a gidiniz! Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir aziz meydana gelecek, bütün dünya onun nuruyla dolacak. Hatta, siz de ondan nasibinizi alacaksınız!
Hace Bâki-billah hazretleri Hindistan’da Serhend şehrine geldiği zaman, kendisine; “Kutbun etrafına geldin” diye ilham olundu. Bu kutub, İmâm-ı Rabbani hazretleriydi.

Gülemem asla...
Evet, bu kıymetli tohum, Semerkand ve Buhara’dan getirilmiş, Hindistan toprağına (Serhend’e) ekilmiş oluyordu...
Hacegi Muhammed Emkenegi hazretleri, ömrünün sonlarına doğru sık sık şöyle söylerdi:
Ölümü hatırlar, gülemem asla,
Bugün ne olacak bilemem asla,
Maksadım Rabbime yakın olmaktır,
Bundan başkasını dilemem asla...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:47:50
Malik bin Dinar’ın zenci kölesi!..

Basra’da kuraklık had safhadaydı... Müminler son bir kere daha bir tepenin üstüne çıkarak Cenab-ı Hakk’a dua etmeye başladılar. Akşam olup ortalık kararmaya başlamasına rağmen havada tek bulut bile görülmedi...
Şehre dönmeye başladılar. Tam bu sırada sırtında yamalı bir aba bulunan güler yüzlü bir zenci köle ortaya çıktı ve ellerini açarak şunları söylemeye başladı:
“Yâ Rabbi! Ben kuluna olan sevgin hürmetine, bekledikleri yağmuru esirgeme!..”

Sâlih biri olduğunu anladı!
Zenci kölenin duası henüz bitmemişti ki, havanın birdenbire karardığı görüldü. Az sonra da bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur duasına çıkanların içinde bulunan Malik bin Dinar hazretleri, zenci kölenin yanına sokuldu ve dedi ki:
-Ey garip Müslüman! Allahü teâlâya karşı “Bu kuluna olan sevgin hürmetine” sözünü nasıl kullanırsın? Allahü teâlânın seni sevdiğini nereden biliyorsun?
Kölenin cevabı enteresandı:
-Allahü teâlânın beni ne kadar sevdiğini, benim O’na olan sevgimle ölçerim. Cenâb-ı Hak, hiç kulundan aşağı kalır mı? O, beni; benim O’nu sevdiğimden daha az sevebilir mi?
Malik bin Dinar hazretleri, bu zenci kölenin sâlih ve ârif biri olduğunu anladı. Peşine düştü, bir esir tüccarının evine girdiğini gördü. Kendisini satın almak için teşebbüse geçti. Esir tüccarı, köleyi çok ucuza satabileceğini söyledi. Malik bin Dinar hazretleri sebebini sorunca:
-Gece gündüz ibadetle meşgul olur. Hiçbir işe yaramaz! cevabını verdi.

Secdede iken vefat etti
Malik bin Dinar hazretleri yine de köleyi almaktan vazgeçmedi. Zenci köle, yeni efendisiyle giderken yolda bir mescide rastladı ve içeri girmek için izin istedi. Zenci köle orada iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırdı ve Cenab-ı Hakk’a şöyle yalvardı:
“Yâ Rabbi! Seninle aramızdaki sır ortaya çıktı? Artık beni yanına al!..”
Malik bin Dinar hazretleri ve yanındakiler mescide girdiklerinde gördüler ki zenci köle secdeye kapanmış ve orada ruhunu teslim etmişti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:48:11
Üsküdarlı âlim Nasûhî Efendi

30 Mayıs 2006 Salı
Nasûhî Üsküdârî hazretlerinin babası Sipâhî Seyyid Nasûh Beydir. İsmi “Muhammed”, babasının ismine nisbetle “Nasûhî” Üsküdar’da doğup yaşadığı için “Üsküdârî” nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. Ancak 1647 (H.1057), 1648 (H.1058) senelerinde İstanbul’da, Üsküdar’da doğduğu tahmin ediliyor. 1718 (H.1130) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri Üsküdar-Doğancılar’da Nasûhî Dergâhı bahçesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir...

“İnşallah oruçlu giderim!”
Muhammed Nasûhî hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Mahammed Nasûhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şâmî Ahmed Efendi ona;
-Efendim biraz oruca ara verip ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir, deyince, Nasûhî Efendi;
-Oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi noksan yapmadım. İnşallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim, buyurdu.
Mahammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri günün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere;
-Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Ali Atvel hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin!

Üçüncü lokmayı yerken...
İftar vaktinde Derviş İbrâhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; “Allah” dedi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; “Allah” dedi ve rûhunu teslim etti...
Nasûhî Efendinin, Ali Alâeddîn Efendi, Fadlullah Efendi ve Fahreddîn Muhammed Efendi isimli üç oğlu vardı. Fadlullah Efendinin kızının oğlu İbrâhim Efendinin neslinden “Nasûhîzâdeler” diye ulemâdan bir âile devâm etmiştir. Nasûhî Efendinin tasavvufta tâkib ettiği yola kendisinden sonra gelen talebeleri ve sevenleri tarafından Nasûhiyye adı verildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:48:32
“Kebîr-ül-evliyâ” Celâleddîn Hindî

31 Mayıs 2006 Çarşamba
Celâleddîn Hindî, büyük velîlerdendir. İsmi, Muhammed olup babasının adı Mahmûd’dur. Aslen Kâzrûn şehrinden olduğu için, “Kâzrûnî”, Hindistan’da Pâni-püt şehrinde yerleştiği için “Pâni-pütî”, hazret-i Osmân’ın soyundan olduğu için “Osmânî” nisbesiyle bilinir... Kendisine, “Celâleddîn”, “Kebîr-ül-evliyâ”, “Kutb-i Rabbânî” lakabları da verildi. Hindistan’da “Celâl Pâni-pütî” diye tanındı. Dergahında yüzlerce talebe yetiştirdi ve 1363 (H. 765) senesinde 175 yaşında iken vefat etti. Pâni-püt’te defnedildi. Mezarının üstüne büyük bir türbe yapıldı...

Amcasının terbiyesinde yetişti
Celâleddîn Hindî hazretleri, küçük yaşta babasını kaybetti. Amcasının terbiyesinde yetişti. Temel din bilgileri ile âlet, yardımcı ilimleri öğrendi. Asrın büyüklerinden yüksek din bilgilerini tahsîl etti.
Şerefüddîn Ebû Ali Kalender hazretlerinin terbiyesine verildi. Yıllarca ilim öğrendi ve riyâzetler çekti. Çöllerde, sahrâlarda dolaşıp nefsini terbiye etti. Senelerce çöllerde, ıssız yerlerde dolaştı. Pek çok âlim ve velî ile sohbet etti.
Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olup zaman ve mekan elinde dürülür, Allahü teâlânın izniyle, kendisine uzaklar yakın olur, zaman uzar ve kısalırdı. Çok zaman, cumâ namazlarını Kâbe-i şerîfte kıldığı halk arasında meşhûrdu.

Hindistan onunla nurlandı...
Uzun zaman Hindistan’ı nurları ile aydınlatan ve insanları ebedî saâdete, âb-ı hayat suyuna kavuşturmak için uğraşan Muhammed bin Mahmûd Celâleddîn-i kebîr pânî-pütî hazretleri, birçok kıymetli eser de yazdı. Fevâid-ül-Füâd ve Zâd-ül-Ebrâr adlı eserleri çok ince bilgileri ihtivâ etmekte, severek okuyanların kalplerini serinletmekte ve gönüllere huzûr, sürûr ve neşe vermektedir.
Bu mübarek zâtın son sözleri şunlar oldu:
“Günahtan sakınınız. Bir günah işlerseniz biliniz ki, Allahü teâlâ o işinize vâkıftır ve işlediğinizi görmektedir. Bunu unutmazsanız, Allahü teâlâ sizi günah işlemekten kurtarır...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:48:51
Firavun’un imanı kabul edilmedi!

01 Haziran 2006 Perşembe
Firavun da Bâbil hükümdarı Nemrud gibi ilahlık iddiasında bulunuyordu. Allahü teala Hazret-i Mûsâ ile kardeşi Hârûn aleyhisselâmı Firavun’a gönderip dine dâvet etmelerini buyurdu. Hazret-i Mûsâ, kardeşi Hârûn aleyhisselâm ile gidip emri tebliğ ettiler. Firavun kabûl etmedi. Ancak, Mûsâ aleyhisselâmın mûcizeleri karşısında şaşırıp kalan Firavun, durumu vezirlerine anlatınca, “o sihirbâzdır” dediler. Firavun;
-Ey Mûsâ! Sihirbâzlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin? Biz de sana sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer tâyin et! diyerek ülkesindeki bütün sihirbâzları topladı. Mısır halkı önünde sihirbazlarla karşı karşıya geldiler.

Dehşetli bir ejderhâ!..
Sihirbazlar ellerindeki ip ve sopaları yere attılar, sihirle birtakım yılanlar geziyor gibi gösterdiler. Bu sırada Mûsâ aleyhisselâm elindeki asâsını yere bırakıverdi. Mûcize olarak dehşetli bir ejderhâ olup, sihirbazların yere attıkları ve yılan gibi gösterdikleri şeyleri yuttu. Bu mucize karşısında sihirbazlar hazret-i Mûsâ’ya iman ettiler.
Firavun iyice azgınlaşıp, baskı ve zulmünü arttırdı. Mûsâ aleyhisselâma inananları şehit ettirdi. Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince, Allahü teâlâ onları çeşitli belâlar verdi. Başlarına belâ geldikçe hazret-i Mûsâ’ya gidip belânın kaldırılmasını ve iman edeceklerini söylediler. Fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devâm ederek iman etmediler. Tekrar belâlar başlarına geldi. Buna rağmen iman etmediler. Firavun ve kavmi, Mûsâ aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler karşısında İsrâiloğullarının Mısır’dan gitmelerine izin verdi...

“Âsânı denize vur!”
Mûsâ aleyhisselâm bir gece vakti bütün İsrâiloğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişmân oldu. Derhâl askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. Bu sırada Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma “Âsânı denize vur” diye vahyetti. Hazret-i Mûsâ bu emir üzerine âsâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı. İsrâiloğulları yürüyüp karşıya geçtiler.
Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun askerleriyle birlikte boğuldu. Firavun’un son sözü “Musa’nın Allahı’na inandım” oldu. Ancak bu, gaibe iman olmadığından Allahü teâlâ kabul etmedi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:49:15
“Seydî Halîfe” Ali el-Halvetî

02 Haziran 2006 Cuma
Seyyidüddîn Ali el-Halvetî, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Din ve fen bilgilerinde mütehassıs oldu. Mânevî feyzlere kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Tam bu sırada evliyânın ve Halvetî büyüklerinden Şeyh Habîb-i Karamânî hazretleri Amasya’ya gelmiş ve halkı irşâda, yetiştirmeğe başlamıştı. Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, âhirete yöneliyorlardı.

Aradığı rehberi bulmuştu!..
Şeyh Seyyidüddîn, aradığı mürşidi, yol göstericiyi bulmanın heyecanıyla dergâha koştu ve bu zâta candan bağlandı. Bu bağlılık ve muhabbeti sebebiyle kısa zamanda yüksek derecelere kavuştu. Habîb-i Karamânî hazretlerinin baş halîfesi oldu, sonra “Seydî Halîfe” unvânıyla anıldı.
Seydî Halîfe, hocasının vefâtından sonra onun yerine geçip, insanlara hak ve hakîkati anlattı. Allahü teâlânın dîninin emirlerini öğretip, yasaklarından sakındırmakla meşgûl oldu. Devamlı olarak haram ve şüphelilerden kaçınırdı. Hattâ nefsin istemediği şeyleri yaparak onu terbiye etmeye çalışırdı. Geceleri devamlı olarak ibâdet etmekle, namaz kılmakla ve gündüzleri oruç tutmakla meşgûl olurdu.
Kerâmetler sâhibi olan Seydî Halîfe’nin vefâtı ânında yanında bulunanlar şöyle anlatır:
-Mübareğin rûhu bedenden ayrılmak üzere iken, Cennet-i âlâda kendi yüksek makâmını görüp, bir an evvel kavuşmak aşkı fazlalaştı. Allahü teâlâya; ‘Rûhumu hemen kabzedip, geciktirmeden beni o yüce makâmına ulaştır’ diye duâda bulundu.

“Bana makâmımı gösterdiler”
Seydî Halîfe’ye gördüklerini sorduklarında; “Cennet-i âlâda hûrîler ve gılmânlar bana makâmımı gösterip, Allahü teâlânın benim için hazırladıklarına dâvet ettiler. Onun için o tarafa yöneldim” diye buyurdu ve rûhunu teslim etti...
Seydî Halîfe, Amasya’da Mehmed Paşa İmâretinin avlusunda, hocası Şeyh Habîb-i Karamânî’nin kabri yanına defnedildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:49:36
Şehit Padişah Murâd-ı Hüdâvendigâr

Osmanlı devletinin ilerleyişini durdurmak isteyen Haçlı devletleri büyük bir ordu ile bizzat Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın başında bulunduğu Ordu-yu hümayunun üzerine yürüdüler. Kosova’da müttefik Haçlı ordusuyla karşılaşıp muhârebe nizâmı alındı. 8 Ağustos 1389’da muhârebe öncesi Kosova’da şiddetli fırtına vardı ve o gün Berât Gecesiydi. Akşam çadırına çekilen Sultan Birinci Murâd Han, Berât Gecesini ihyâ edip namaz kıldı. Kur’ân-ı kerim kıraât ettikten sonra, seccâdesinin üzerinden kalkmadan târihe geçen şu duâyı okudu:

“Askerlerimi bağışla Allahım”
“Ey Rabbim! Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günahları yüzünden çıktıysa, mâsum askerlerimi cezâlandırma. Onları bağışla. Allahım. Onlar ki, buraya kadar, sâdece senin adını yüceltmek, İslâm dinini kâfirlere duyurmak için geldiler. Bu fırtına âfetini, onların üzerinden def eyle. Senin şânına lâyık bir zafer kazandır ki, bütün Müslümanlar bayram ede. Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun sana kurbân olsun. Önce beni gazi kıldın, sonra şehit et!’’
Fırtına dinip, 9 Ağustos 1389 günü yapılan Kosova Meydan Muhârebesinde Birinci Murâd Han büyük bir zafer kazandı...
Sırp Devletinin yıkılıp, Balkanların Türk hâkimiyetine geçişini sağlayan Kosova Zaferinden sonra, Sultan Murâd Han, devrin anânesince muhârebe meydanını dolaşmaya başladı. Bu sırada Miloş Obiliç adında yaralı bir Sırp âsilzadesi tarafından hançerlenerek şehit edildi. Kaçan düşmanı tâkip etmekte olan oğlu Şehzâde Yıldırım Bâyezid, devlet adamlarının da ittifakıyla hükümdâr seçildi.

Milletin kalbinde taht kurdu...
Sultan Murâd Hanın cenâzesi Bursa Çekirge’de yaptırdığı türbesine gönderilip, defnedildi. Şehit edildiği yere de türbe yapılıp, “Meşhedi Hüdâvendigâr” denildi.
Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zaferden zafere koşmuş, Anadolu’da ve bilhassa Avrupa’da devletin hudutlarını çok genişletmiş ve babasından bir beylik olarak aldığı ülkeyi büyük bir devlet hâlinde oğluna bırakmıştır. Kazandığı zaferlerle olduğu gibi, yaptığı eserlerle de milletin kalbinde taht kurmuştur...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:50:58
Hz. Nuh’un asi oğlu: Kenan

Nuh aleyhisselamın ikinci olarak evlendiği Vâile adında bir hanımı vardı. Bu kadın önce iman etmiş ise de daha sonra, imandan ayrılmış, mürted olmuştu. Hazreti Nuh’un bu kadından doğan oğlu Kenan da babasına iman etmemişti.
Nuh aleyhisselâm, yüzyıllar boyunca, kavmini iman ve hidayete davet ettiği hâlde, onların, inanmamakta ısrar etmeleri sebebiyle helâk olmalarının yaklaştığı sırada, son olarak kavmine, Allahü teâlâya iman edip yaptığı gemiye binmelerini söyledi.

“Bizi tufanla korkutuyorsun!”
Hazreti Nuh’un son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar dediler ki:
-Ey Nuh! Bizi tufanla korkutuyorsun. Biz sana da, söylediklerine de inanmıyoruz!
Nuh aleyhisselâm gemiyi bitirdiğinde, vaat olunan azabın vakti gelmişti. Tufanın alametleri görüldü. Allahü teâlâ, Hazreti Nuh’a vahyedip, her hayvan ve kuştan birer çifti ve kavminden iman edenleri gemiye almasını emretti.
Nuh aleyhisselâm sular yükselmeye başladığında, oğlu Kenan’ı bir köşede gördü. Babalık ve peygamberlik şefkati ile son bir defa daha, bu asi evlada nasihat etti. İman etmesini söyleyerek buyurdu ki:
-Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gemiye bin ki, inananlarla beraber selamete eresin! Kâfirlerle beraber olma! Allahü teâlânın iman nasip etmekle rahmet buyurdukları hariç, bugün boğulmaktan kimse kurtulamaz!
Kenan buna karşılık şu cevabı verdi:
-Ne iman ederim, ne de gemiye binerim. Bir büyük dağa sığınırım. O dağ beni, suda boğulmaktan korur!..
Kenan, bunları söyledikten hemen sonra dağa tırmanmaya başladı. Fakat sular hızla yükselip onu yuttu...
Nuh aleyhisselâm, Allahü tealaya şöyle arz etti:
“Ya Rabbî! Oğlum Kenan benim ehlimdendir ve senin vaadin elbette haktır. Senin vaadinde değişiklik olmaz. Sen beni ve ehlimi suda boğmayacağını vaat etmiştin!”

“O senin ehlinden değildir”
Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Ey Nuh, o senin ehlinden, dininden değildir. Zira o salih olmayan bir amel sahibidir. O hâlde ilmine vâkıf olmadığın bir şeyi benden isteme! Şüphesiz ben, seni, cahillerden olmaktan men ederim!”
Bunun üzerine Nuh aleyhisselâm şöyle dua etti:
“Ya Rabbî! İlmim olmayan şeyi senden istemekten, sana sığınırım. Eğer beni magfiret ve bana affınla rahmet etmezsen, ben ziyana düşenlerden olurum!..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:51:30
Gariplerin sığınağı Ebû Saîd Kaylavî

Ebû Saîd Kaylavî, Allahü teâlânın sıfatlarında bilgi sâhibi, kerâmetleri görülen bir zât idi. Kaylaviye ve çevresindeki insanlar huzûruna gelip bilmediklerini sorarlar, kendisinden fetvâ alırlardı. O kadar çok gelen olurdu ki, yüksek bir kürsî yaptırmak mecbûriyetinde kaldı. Kürsî üzerinde, insanların dertlerine çâre olurdu. Nasîhatleri ile pekçok kimsenin doğru yola gelmesine sebeb olurdu...

Onu üzen helâk olurdu!
Ebû Saîd’in duâlarını cenâb-ı Hak kabûl eylerdi. Çok hasta olan bir kimseyi ziyâret etse, hasta sıhhate kavuşur, iyileşirdi. Bir kimseye şefkatle baksa, o şahıs kötü ahlâklı bile olsa, sâlih bir Müslüman olurdu. Her kim onu üzerse, o da helâk olurdu!
Ebû Saîd Kaylavî bir gün buyurdu ki: “Velînin kalbinde dünyâ malına karşı hiçbir muhabbet olmamalı, kalbi, bütün kötü huylardan temizlenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemeli, herkesle hoş geçinmelidir. Elinde olanlar?? muhtaçlara verip, onlara hizmeti ganîmet bilmelidir.”
Ebû Saîd Kaylavî’nin çok kerameti görülmüştür. Mübarek, bir gün abdest alacaktı. Talebelerinden Ebü’l-Hasan Ali el-Kureşî kendisine ibrik götürüyordu. İbrik birden elinden düşüp parçalandı. Talebe çok telaşlandı. Ebû Saîd talebesine şefkatle bakarak, yerdeki ibriğin bir parçasını eline alır almaz, diğer parçaları ona yapışmış gördüler. Hattâ içi su ile dolu idi.
Ebû Saîd Kaylavî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile görüşürdü. Abdülkâdir-i Geylânî ile sohbet ederlerdi. Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî’ye çok hürmet eder, edebli davranırdı.

“O, evliyânın çiçeğidir”
Vefâtı ânında oğlu Saîd; “Babacığım, bana vasiyet eder misin?” dedi. O da oğluna; “Evlâdım! Abdülkâdir-i Geylânî’ye karşı çok hürmetli ol!” buyurdu. Orada bulunan âlimlerden Muhammed el-Medînî; “Ey efendim! Abdülkâdir-i Geylânî’nin hâlinden bize anlatır mısınız?” dedi. O da; “O, bu zamandaki evliyânın çiçeğidir. Yeryüzündeki insanların, Allahü teâlâya en yakın ve O’na en sevimli olanıdır” buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:52:35
Hindistan evliyâsından Alâeddîn-i Sâbir

14 Haziran 2006 Çarşamba
Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, 1285 (H.684) senesinde Şemsüddîn’e altı senelik mücâhedeye girmesini emretti. Buna “Habs-ı Kebîr” denir ve bir kabrin içinde yapılırdı. Alâeddîn-i Sâbir de bunu yapmıştı. Şemsüddîn de;
“Başüstüne efendim!” dedi. Kabrin içine girerek nefsini terbiye etmeye başladı. Bu mücâhededen çıktığında hocası ona buyurdu ki:

“Alâeddîn-i Hilcî’ye yardım et”
“Şimdi Amber şehrine git. Alâeddîn-i Hilcî’ye yardım et. Kaleyi zabtedin. Senin yardımın olmadan kaleyi alamaz. Kaleyi aldığınız gün, ben vefât etmiş olacağım. O da inşallah 16 Mart 1291 Cumâ günü (H.690) nasîb olacaktır...”
Şemsüddîn bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Dedi ki:
“Efendim, cenâze hizmetlerinizi kim yapacak? Nereye defnolunacaksınız? Sizi kabre kim koyacak? Türbeniz nasıl olacak?” Hocası da;
“Hizmetleri siz yapacaksınız. Allahü teâlânın ihsânı ve büyüklerimizin rûhâniyeti yardımcınız olacak. Gaslederken vücûduma değmeyeceksin. Gasil esnâsında gözlerini açmayacaksın. Cenâze hizmetleri kendiliğinden yapılacaktır” buyurdu.
Şemsüddîn, hocasının emrini yerine getirmek için Amber Kalesine gitti. Kalenin fethinden sonra, askerlerin arasından gizlice ayrıldı. Yolda Alîmullah Ebdâl ile karşılaştı. Alîmullah ağlıyordu. Buyurdukları gibi, Alâeddîn-i Sâbir’in aynı târihte vefât ettiğini öğrendi. Kalyâr’a vardıklarında, Şemsüddîn, Alâeddîn-i Sâbir’in kendisine tenbih ettiği gibi gusül abdesti aldırttı. Her iş kendiliğinden oluyordu. Şemsüddîn, hocasının vücûduna dokunmuyordu. Cenâze namazı kılınacağı zaman, Şemsüddîn yalnız olduğunu görerek çok üzüldü. O sırada Sâbir’e benzeyen bir atlı, dört nala yanına geldi. Yüzünde bir tül, elinde bir mızrak vardı. Şemsüddîn’in yanına gelip;
“Şemsüddîn dikkat et! Namaza hemen durma” deyip, atından indi. Biraz sonra imâmete geçti ve namaza durdular. Şemsüddîn selâm verdiği zaman, velîlerin ve kutubların, cenâze namazına iştirak ettiğini gördü...

“İsminizi öğrenebilir miyim?”
Namazdan sonra cenâzeyi kabre koydular. Süvâri atına döndüğü zaman, Şemsüddîn;
“Özür dilerim efendim! Kıymetli hocamın cenâze namazına katılan sizlerin isimlerini öğrenebilir miyim?” diye sordu. Süvâri, yüzündeki tülü çıkardı ve buyurdu ki:
“Şemsüddîn! Bu cenâzenin namazını, cenâzenin kendisi kıldırdı!”
Şemsüddîn, süvârinin yüzüne baktığında Alâeddîn-i Sâbir olduğunu gördü ve bayılıp yere düştü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:53:12
“Deli Birâder” Muhammed bin Durmuş

Muhammed bin Durmuş, Fârisî lisânını çok güzel konuşur, “tûtî dilli” dedikleri kimselerin onun yanında dilleri tutulurdu. İkinci Bâyezîd Han’ın oğlu Şehzâde Korkut, Manisa Sancakbeyi iken onunla sohbet arkadaşı oldu. Berâber oturup kalkarlar, berâberce yer içerlerdi. Şehzâde Korkut ile birlikte Mısır’a gitti. Yine onunla tekrar Anadolu’ya döndü. Şehzâdenin vefâtına kadar ondan hiç ayrılmadı. Şehzâde Korkut vefât edince, Yavuz Sultan Selîm Han tarafından Bursa’daki Geyikli Baba Zâviyesinde vazîfelendirildi. Burada bir müddet ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikirle meşgul oldu. Talebelere dersler verdi...

> Herkesle iyi geçinirdi...
Muhammed bin Durmuş hazretleri, güzel ahlâk ile donatılmış, serbest tabiatlı, yâni bir yerde uzun müddet kalmayıp, hareket ve değişikliği seven halîm selîm bir zâttı. Temiz kalpli ve doğru îtikâdlı, zarîf bir kimse idi. Merâsimli işlerden ve yapmacık davranışlardan hiç hoşlanmaz, herkesle iyi geçinirdi. İnsanlarla konuşurken, nükteli ve latîf kelimeler kullanırdı...
Şiir söylemeye kâbiliyetli olan Muhammed bin Durmuş, şiirlerinde “Gazâlî” mahlasını kullanırdı. Bâzı halleri ve söylediği şu beyit üzerine kendisine “Deli Birâder” lakabı verildi ve bununla meşhûr oldu.
“Mecnûn ki fenâ deştini geşt itdi serâser
Gamhâneme geldi, dedi: Hâlin ne birâder?”

> “Sohbetle geldik sohbetle gittik”
1534 senesinde, bir gün dostlarını dâvet etti. Onlara çeşitli ikrâmlarda bulundu. Bir müddet sonra rahatsızlanıp, dostlarından müsâade istedi. “Müsâdenizle azıcık uyuyayım, rahatsızlığım geçer” dedi. Bir müddet sonra uyanıp gözlerini açtı. “Ey ahbablarım! Elhamdülillah sohbetle geldik sohbetle gittik, ülfetle geldik ülfetle gittik” deyip, tövbe ve istiğfâr eyledi. Arkasından Kelîme-i şehâdet söyleyerek rûhunu Hakk’a teslim eyledi. Mekke-i mükerremede yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:53:53
Âlim manifaturacı “Demir Hoca”

Demir Hoca, tahsil çağı gelince Köse Vâiz Medresesinde ilim öğrenmeye başladı. Hocası Hacı Hamdi Efendiden icâzet, diploma aldı. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra manifaturacılık yaparken, en çok Nevşehir’in Tavukçu Camii’nde ve daha sonra da diğer bütün câmilerinde ücretsiz imâm-hatiplik yaptı. Bir süre sonra ticâreti tamâmen bırakıp insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeye çalıştı. Kendisi için tutulan han odalarında çok talebe yetiştirdi...

“Ben ilmi parayla satmam”
Bir ara Konya’ya giden Demir Hoca, burada bir ay boyunca vaaz ve ders verdi. Ramazanın sonunda Demir Hoca’ya bir mikdâr para verdiler. O bunu kabûl etmedi. Paranın az olduğunu sanarak iki katına çıkardılar. Yine kabûl etmeyip; “Ben ilmi parayla satmam” buyurdu...
Üçhisarlı emekli müftü Ali Efendi bir gece rüyâsında, Demir Hoca’yı Resûlullah efendimizin bahçesine girmiş, ağaçtan bir nar koparmak isterken gördü. Bahçenin bekçisi ona; “Burada nar hissen var. Narı alman için biraz daha beklemen lâzım” dedi. Demir Hoca’nın huzûrunda rüyâsını anlatınca, talebelerinden biri; “Âhirete yolculuk var” diye tâbir etti. Orada bulunan arkadaşlarının; “Bunu nasıl söylersin?” demeleri üzerine, Demir Hoca; “Dokunmayın! Bu talebemiz doğru tâbir etti” dedi...

“Sizlerle gitmeye izin yok!”
Bu hâdiseden bir süre sonra Demir Hoca’yı vaaz için götürmeye gelen köylülere; “Sizlerle gitmeye izin yok. Ancak Nar köyüne gitmeye izin var” diyerek onlarla helalleşti. Daha sonra Nar köyüne gitti. Buradaki câmide bir müddet vaaz etti. Vefâtından önceki gece yanında bulunanlara; “Eğer vefât ederken şuurunuz yerinde olursa, Peygamber efendimizin son nefesinde okuduğu duâyı okursunuz” dedi ve yanındakiler gidince, onlara bu duâyı okumalarını söyledi. Bu halde iken 1952 (H.1372) senesinde vefât etti. Cenâzesi Nevşehir’e getirilerek Dâmâd İbrâhim Paşa’nın yaptırdığı Kurşunlu Câmii’nde kalabalık bir cemâatle namazı kılındı. Nevşehir mezarlığına defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:54:40
“Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin”

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. Bu sırada kaldığı otağda görevli Mısırlı bir cariye vardır ki, Selim Han sabah çıkınca, geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor...
Bu cariye Yavuz Sultan Selim Hanı görür görmez âşık olur. Lâkin ümitsiz bir aşk!.. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye...

“Derdi olan neylesin?”
Cariyenin aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Padişaha açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurumu düşününce koca sultanın karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamaz. Düşünür, taşınır ve bir yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Bir not yazarak Selim Hanın yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: “Derdi olan neylesin?”
Akşam gelince notu gören Selim Han, bunun, çadırını süpüren cariyeye ait olduğunu anlar ve kâğıdın arkasına cevabını yazar: “Derdi neyse söylesin.”
Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Cariye temizlik için çadıra geldiğinde kaparcasına kâğıdı alıp heyecanla okur. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip önceki notunun altına şu cümleyi ekler: “Korkuyorsa neylesin?”

“Hiç korkmasın söylesin!”
Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin!”
Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir! Aşkını o akşam halifeye söyleyecektir. O gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip beklemeye başlar...
Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariye hemen ayağa kalkar. Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle “Efendim...” der. “Cariyeniz...” ve cümlesini tamamlayamadan “Allah!” diye feryad ederek yığılıp kalır. Selim Han da çok hislenmiştir. Gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:
“Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:55:13
Devamlı salevât okuyan adam!..

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden olan Süfyân-ı Sevrî hazretleri Mekke-i mükerremeye gittiği zaman halk başına toplanır, bilmedikleri ve anlayamadıkları hususları sorarlardı. Hepsine teker teker cevap verir, müşkillerini hallederdi...
Bu mübarek zat bizzat kendisi anlatır:
“Bir gün Kâbe-i şerîfi tavaf ederken devamlı salevâtı şerife okuyan birini görünce ona şöyle sordum:

“Bu husûsta bir bildiğin mi var?”
-Behey adam! Sen tesbih ve tehlili bırakmışsın, kendini tamamen Peygamber efendimize salât-ü selâm getirmeye vermişsin, bu husûsta bir bildiğin mi var? dedim. Bana;
-Allahü teala günahını bağışlasın, sen kimsin? diye sordu, ona;
-Süfyan-ı Sevrî’yim, diye cevap verdim. Bunun üzerine bana şunları söyledi:
-Eğer sen zamanının en büyük zahidi olmasaydın sana durumumu anlatmaz, seni sırrıma ortak etmezdim. Şimdi dinle! Babamla birlikte hac için yola çıkmıştık, konak yerlerinden birinde babam hastalandı, yolculuktan geri kalarak onun durumu ile ilgilendim. Fakat sonunda vefat etti. Ruhu çıkar çıkmaz da yüzü kapkara kesildi. Ben dehşete kapılarak ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi raciun’ dedim ve yüzünü örttüm. Bu sırada göz kapaklarım ağırlaştı, üzgün bir ruh hali içinde uykuya daldım. Rüyada, bu kadar güzel yüzlüsünü, bu kadar temiz kılıklısını ve bu derecede hoş kokulusunu hayatta görmediğim birini gördüm, ağır adımlarla yürüyerek babamın yanına sokuldu, kefeni yüzünden kaldırarak avucunu çehresinin üzerinden geçirir geçirmez, babamın yüzü ağarıverdi. Sonra, tam yerinden kalkmış, gidiyordu ki, elbisesine yapışarak sordum:

“Benden imdad istedi!..”
-Ey Allahın kulu. Kimsin sen ki bu gurbet elde Allahü teala seni babama ihsan buyurduğu nimete vâsıta kılmıştır?
Bana şöyle cevap verdi:
(Beni tanımadın mı? Ben Kur’ânın sahibi Muhammed’im. (sallallahü aleyhi ve sellem) Baban günahkâr bir kimse idi, fakat bana çok salât-ü selâm getirirdi. Ölürken başına bu hâl gelince benden imdad istedi, ben ise üzerime salât-ü selâm getirenlerin imdadına hemen koşarım.)
Bu sırada uyandım, bir de baktım ki, babamın yüzü gerçekten bembeyaz olmuş...
İşte ben de o günden beri devamlı Seyyidü’l-Beşer’e salevât-ı şerife getiriyorum ki, şefaatine nail olayım...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:55:49
Kıtlık zamanında alınan “Köşk”

Meşhur velilerden Habib-i Acemî hazretleri zamanında yaşanan şöyle bir hadise anlatılır: Horasanlı bir adam, evini on bin dirheme satarak, ailesiyle Basra’ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî’yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
“Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu on bin dirhem parayı al da, Basra’da benim için uygun bir ev alıver.”

“Rızası olmazsa, parasını öderim!”
Horasanlı ve eşi Mekke’ye doğru yola koyuldu...
O günlerde Basra’da müthiş bir kıtlık ve açlık başgöstermişti. Habib-i Acemî hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp, sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. “Adamın rızası olmazsa, parasını ben öderim” diye düşündü.
Horasanlı adam, hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî hazretleri dedi ki:
“Sen benden bir ev almamı istedin ben ise sana Cennet’ten bahçeli bir köşk alıverdim!”
Adam sevindi ve bu durumu eşine de haber verdi. Kadın da buna memnun oldu, fakat köşkün tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince, Habib-i Acemî hazretleri ona şöyle bir senet yazıp verdi:
“Bismillah... Bu senet, Habib’in Horasanlı zat için Rabbinden aldığı köşkün tapusudur. Allahü teâlâ bu köşkü Horasanlıya verecek ve Habib’i de borcundan kurtaracaktır...”

“Bu tapuyu kefenime koyun!”
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken;
“Bu tapu senedini kefenime koyun” dedi ve ruhunu teslim etti.
Öyle yaptılar... Bir zaman sonra da kabrinin üstünde, parlayan bir levha buldular. Üzerinde şunlar yazıyordu:
“Habib Ebu Muhammed’in falan Horasanlı için on bin dirheme aldığı köşkün beratıdır. Rabbi, Habib’in istediği köşkü Horasanlıya verdi ve Habib’i de borcundan kurtardı.”
Habib-i Acemî hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca, levhayı öptü ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: “Bu, Rabbimin bana olan beratıdır!” diye sevincini ifade etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 02:57:01
Medine yollarında... Cündeb bin Damre

Cündeb bin Damre, çok zengin ve çok yaşlı ve dört erkek evlâd sahibi Mekkeli bir Müslümandı. Hicret edememeşti. Birçok Müslüman Mekke’den Medine’ye; Resulullah’ın yanına göçmüşken O’nun hâlâ Mekke’de durup kalması yüreğini yakıyordu. Nisâ sure-i şerifesi, bu yangını harlandırdı; ihtiyar çınar tutuştu. Sure-i şerifede mealen “Mü’minlerden mazereti olmadan yerlerinde oturup kalanlar; elbette mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar!..” diye buyuruluyordu... Cündeb radıyallahü anh, Rabbine yalvarmaya başladı:

“Bu şehirden rızkımı kaldır!”
“Allahım! Hicret etmemek için benim hiçbir mazeretim yok! Buna rağmen hâlâ buradayım! Halbuki Habibin Medine’de. Ey Allahım! Benim bu şehirden rızkımı kaldır. Beni müşriklerin yanından ayırarak hicret yurduna gönder. Oraya gitmek, Resulünle olmak; O’nun hizmetinde bulunmak istiyorum...”
İhtiyar Müslüman, çok geçmeden hastalandı. Evlâdları yatağının önüne diz çöktüler; onlara buyurdu ki:
- Beni Mekke’den çıkarın!
- Nereye çıkaralım babacığım, nereye gitmek istiyorsun?
- Hasretinde olduğum yere; hicret yurduna... Resul aleyhisselamın yanına.
Evlatları “Peki babacığım” dediler ve hemen, hiç vakit kaybetmeden mübarek sahabiyi bir deveye bindirerek yola koyuldular...

Hicret sevabına kavuştu...
Hayvanın üzerinde hasta ve yaşlı bir insan; önde uzayıp giden sapsarı çöl, tepede yakıcı güneş var ama elde özlenilen Medine’ye kavuşacak kadar ömür var mı? Hayır... Ne yazık ki Cündeb hazretlerinin ömrü Medine yakınlarına varıldığında bitti...
Şimdi Eshab-ı kiramda bir merak:
- Acaba, diyorlar. Cündeb bin Damre muhacir mi; hicret sevabına kavuştu mu?
Nisa suresinin yüzüncü ayet-i kerimesi geldi... Evet; Cündeb radıyallahü anh Medine’ye varamamış olsa da; hicret etmiş ve hicret sevabına da kavuşmuştu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:47:34
İTALYA�DA BİR YENİÇERİ

Perşembe, 05 Temmuz 2001
Bir Osmanlı Yeniçeri’si 1683’deki Viyana Kuşatması’nın hemen ardından bir yeniçeri İtalya’ya geçip yerleşir. İl Turco olarak çağrılan Yeniçeri’mizin yerleştiği köyün adı Moena. Şimdi, kendilerini bu Türk’ün torunları olarak bilen köy halkı, o zamanlar Ausburg Dükalığı’na bağlıymış. Târih boyunca birçok kültürün izlerini taşıyor.Avusturya’nın sınır kapısına 165, Roma’ya da 700 kilometre uzaklıktaki Alp’ler üzerindeki Teronda bölgesinde bulunan bu köy, bu şirin dağ kasabası şimdi Moena sporları için modern bir turizm yeri. Bütün geliri turizmden. Yerli turstlerin dışında Avusturya ve Almany’dan gelenler çoğunlukta. Gerçek nüfusu 2600, ancak nüfus kışın 55 bin yazın da 30 bin’e ulaşıyor. Moena’yı yani Türk Köyü’nü ilk önce Türkoloji dalında öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Anna Masala keşfetmiş. Prof. Masala köyle ilgili ilk tanışmasını şöyle anlatıyor: “Âilemle Moena da dolaşırken birden (Turchia) yazan bir ok işâreti görmüştüm. Bu işâret bir ara sokağı gösteriyordu. Sokak, Avusturya usulü balkonlu, bol çiçekli ahşap evlerle doluydu. Meydanın ortasında bir çeşme vardı. Çeşmenin sulağının bittiği yerde, bir Yeniçeri büstü bütün heybeti ile sanki bana bakıyordu. Donakaldım...Gördüklerimin ne olduğunu sordum. Cevâbı karşısında şoke oldum. Burası bir Türk’e inanç duyan ve asırlarca bunu koruyabilen bir Türk köyüydü. Anlatılan hikâyesi şöyle: 1683 Viyana Kuşatması sonrası yara alan bir yeniçeri donmak üzereyken bir Ausburglu kendisini bulur ve köye yerleştirir. Yeniçeri bir kızla evlenir. Osmanlı erkeği görünümü ile köyün ağası hâline gelir. O zaman köy en çok 30 hânedir. Sık sık dükalığın askerleri vergi toplamak için köye gelmektedir. Bizim Türk, köyünün erkeklerini bu haksız vergiye karşı ayaklandırır. Türk yaşadığı sürece bir daha ne askerler gelirler ve ne de vergi toplanabilir. Kahramanımız kısa sürede, Ladino dilini de öğrenir. Ama hiç bir zaman frenk elbisesine alışamaz. Başında sarık, belinde kılıç, günlerini geçirir.Türk damat kendini çok sevdirmiş. Türk âdet ve örflerinden hiçbir zaman vazgeçmemiş tir. Öğrettikleri de bugün bile, köylüler tarafından hâlâ bir tabu gibi tatbik edilmeye çalışılıyor. O kasabanın belediye başkanı şöyle anlatıyor:“Ben kendimi bildim bileli her yıl, karnaval sırasında Türk gelenekleri ve Elbiseleri ile tören düzenleriz. Topluluğun en yaşlısı sultan olarak İl Turco’yu temsil eder. Şiirler okuruz, deyişler kullanırız, tekerlemeler söyleriz. İl Turco bir anlamda hâlâ bizim liderimizdir. Onu her zaman hatırlarız. Bu bizim için artık bir gelenek, bir kuvvettir. Çoğumuz bırakın İstanbul’u, Türkiye’yi, Roma’yı bile bilmeyiz. Kitaplardan, televizyonlardan gördüğümüz kadarı ile Türk elbiselerini taklit ederiz. Düğünlerde Türk elbiseleri giyeriz. Türk bayrağını da İtalyan bayrağı kadar benimseriz. Türk topluluğundan olmakla gurur duyarız. Şimdi 120 kadarız. Her geçen gün sayımız azalıyor. Her ay bir kere dernekte toplanırız. 3 yılda bir başkan seçeriz.Aramızdan Türkiye’ye ziyârete gidenler olur. Dönüşte halkımıza arka arkaya konferans lar verilir. Türkiye ile ilgili izlenim ve hâtıralar anlatılır, sorular cevaplandırılır. Türk’ün torunları olan bizlerin başlıca kaynağı ne var ki yine turizm. Erkekler kayak öğretmenliği yaparken bâzılarımız evlerinin iki odasını pansiyon olarak verir...” 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:48:00
MAHPEYKER VALİDE SULTAN

Salı, 06 Temmuz 2004
Mahpeyker Vâlide Sultan, Sultan I. Ahmed Hân’ın hanımı, Sultan IV. Murâd ile Sultan İbrâhim Hân’ın anneleridir. Kösem Sultan da denen Mahpeyker Sultan, Ahmed Hân’ın genç yaşta vefâtı ile 27 yaşında dul kaldı. Sultan IV. Murâd Hân’ın 11 yaşında tahta geçmesi ile Vâlide Sultan oldu.Zekâsı, kâbiliyeti, devlet işlerindeki ince anlayışı ile, iki oğluna da yardım etti. 30 sene devletin idâresinde başarılı hizmetleri görüldü. Aklı ve zekâsı, güzelliği, hayrat ve hasenâtı ile meşhûr, sâlihâ, afîfe (temiz) bir hanım idi. Bâzı târih kitaplarında katı yüreklilikle ithâm olun makta ise de, bıraktığı eserler onun dindar, cömert ve iyiliksever olduğunu göstermektedir. Çok şefkatli olan Mahpeyker Sultan, fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacakları şekilde yardım ederdi. Her sene Receb ayında, kıyâfet değiştirip, araba ile hapishânelere gider, borç yüzünden hapse düşenleri, borçlarını ödemek suretiyle hapisten kurtarırdı. Kâtiller hâriç, bütün mahkumlara yardım elini uzatırdı. Hizmetindeki câriyeleri, eğitip terbiye ettikten sonra, serbest bırakıp, her birine kâbiliyetine göre çeyiz verir ve uygun gördüğü kimselerle evlendirirdi. Yetim ve kimsesiz kızları araştırır ve çeyizlerini düzerek evlendirirdi.Üsküdar’daki Çinili Câmii’ni ve yanındaki mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebili inşâ ettirmiştir. Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Fâtih’te Vâlide Medresesi Mescidi ile, Çakmakçılar Yokuşu’nda büyük Vâlide Hân’ı ve içindeki mescidi yaptırdı.Rumelide milyonlar değerinde vakıfları ve hayrâtı vardır. Yeni Câmi’nin temeli onun tarafından atılmıştır. Ayrıca her sene Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’deki fakirlere, Sürre Alayı ile gönderilmek üzere, vakıflar da bulunmuştur. Mahpeyker Vâlide Sultan, 1651’de çıkan bir isyân sırasında Topkapı Sarayı’ndaki âsiler tarafından şehîd edildi. Sultan Ahmed Hân’ın, Sultanahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:48:23
İSLAMİYET DERSİ 

Çarşamba, 07 Temmuz 2004
Ahmed Cevdet Paşa, Sultan Abdülazîz Hân devrinde, Bosna’dan, İstanbul’a dönerken, Tuna Nehri’nde bir vapura biner. Vapurda Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Mösyö Moustier’e rastlar. Onunla, dünya siyasî ahvâlini, dînî, felsefî konuları samimi havada konuşurlar. Fransız Büyükelçi bir aralık, Napoleon’un yukardaki sözünü, hatırlatarak der ki:-İslâmiyeti iyice inceleten Napoleon Bonaparte: “Eğer bir dinin dindarı olsaydım Müslüman olurdum. Zirâ Müslümanlıkta ruhbâniyet yoktur.” demiş. Halbuki, bir müddet İstanbul’da kalınca Ulemâ Sınıfını gördüm. Demek ki, Napoleon, buraya gelmediği için, gerçek durumu bilememiş. -Napoleon, bu meseleyi pekâlâ incelemiş ve pek güzel söylemiş. Hakikaten İslâmda ruhbân yoktur. “Lâ ruhbâniyete fi’l islâm” diye hadis-i şerif dahi vardır. Gördüğünüz sarıklılar ruhbân değildir. Çünkü onlarda ruhânî bir resmi sıfat yoktur. Papazların Hıristiyanlar için yaptıkları ruhânî devlet uygulamalarına, müslümanlar hiç bir zaman katlanamaz.Bir Hıristiyan çocuğu doğunca, vaftiz olmak için papaza muhtaçtır. Sonra Allaha ibâdet edebilmek ve günahlarını affettirmek için de papaza muhtaçtır.Yine neslini devam ettirmesi de papazın nikâh etmesine bağlıdır. Ölülerinin ruhlarına bir hediye göndermek için de papazın duâsı gereklidir. Kendisi öldüğünde, toprağa gömülmesi de, papaz olmadan imkânsızdır. Velhasıl, her dînî muamelede Hıristiyanlar, papaza ihtiyâç duyduklarından, papazların o bîçârelere etmedikleri fenalık kalmaz. Avrupa’nın birçok yerinde Hıristiyanların dinsizlik yolunu seçmelerinde, bu muâmeleler başlıca sebeptir.İslâmda bu türlü karışık işler yoktur. Bir çocuk doğar. Babası, kulağına Ezân okur ve adını koyar. İmam Efendiye muhtaç olmaz. Çocuk büyür, okur, ilmihâlini öğrenir. Kendi kendine Cenab-ı Hakka ibâdet eder. Öğrenmek için hocaya muhtaç olur ama, ibâdet için başkasına gerek duymaz. Cemaat ile namaz kılacak olduklarında içlerinden birisi imam olur.Ayrıca İslâm indinde, günahları ancak Allah teala Hz. bağışlar. Bunun için lâzım olan ancak Allah’a gönül hulûsiyle yalvarmaktır. Rabb ile kulu arasına başkası giremez.Ehl-i İslamdan biri, ölülerinin ruhlarına “hediye” göndermek ister ise Kur’ân okur yahut fukaraya sadaka verir. Bu sevabı onlara ulaştırmak için hocaya ihtiyaç duymaz.Elhâsıl imam ve müezzin gibi sarıklılar hep hizmet sahibi kimselerdir. Onların başka kişilerden fazla rûhani sıfatları yoktur.”Fransız Büyükelçisi M. Moutsier, Cevdet Paşa’yı dinler ve:“-Hayli vakit İstanbul’da oturdum, bunları lâyıkiyle öğrenememişim” der.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:48:52
REZİL OLURSUN

Perşembe, 08 Temmuz 2004
Venedikliler’le 14 Aralık 1502’de bir anlaşma imzalanır. Sultan Bâyezid Hân, haber alır ki, Venedikliler anlaşmayı bozarlar. İki kadırgamızı zaptedip Girit’e gönderirler. Eşkiyâlar bize âit Mora’da ortalığı kasıp kavururlar. İki levendimizi esir alırlar. Birisini satıp, diğerini işkence yaparak zindana atarlar. Venedik Dükü, sarayının bir duvarına Türkler aleyhinde bir resim yaptırır. Sultan, şu nâme-i hümâyûnu gönderir:“Haber aldım ki, 2 askerimi esir alıp birisini işkenceye yatırmışsın. Bu Nâme-i Hümâyûnum’u sana getiren Turhan oğlu Ömer Bey’in yanındaki kulum Ali’ye, vakit geçir meden sattığın levendimi nerede ise bulup teslim edesin! İşkence edilene ise 150 bin gü müş akçe tazminat ödiyesin! Ve de, sarayından bizim aleyhimizdeki ol tasviri söküp yaka sın ve küllerini kendisine teslim edesin! Yoksa, bilesin ki sonu senin için nice ve nasıl azaplarla dolu olacağını tahmin edemeyeceğin bir sefer açarım ki sefil-ü rezîl olursun!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:49:19
HASAN CAN'IN TABİRİ

Cuma, 09 Temmuz 2004
Yavuz Sultan Selim Hân’ın sırdaşı ve yoldaşı olan, birçok dil de bilen ve âlim bir zat olan Hasan Can’a, birgün Sultan der ki:-Bu gece rüyâmda Muhammed Bahşî hazretlerini gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, yolcu luğa hazırlanıyordu.Hasan Can, gayriihtiyâri olarak cevap verir:-Âhıret yolculuğu olsa gerektir.Sultan’ın bu cevâba canı sıkılır. -Sen bilmez misin? Rüyâlar tâbire bağlıdır. Eğer şeyh hazretlerine birşey olursa, sakın gözüme gözükme! Çok geçmez, Muhammed Bahşî hazretlerinin vefât haberi gelir. Hasan Can hâl ehli dir, telâşlanmaz. Sultan’a der ki; -Araştıralım. Eğer benim tâbirimden sonra vefât ettiyse cezâya râzıyım. Ama önce vefât etti ise, Sultanım bu fakire bir hediye verse gerek.Araştırmalar sonunda Hasan Can haklı çıkar. Sultan, kaftanını çıkarır, bir kese altın la birlikte hediye eder. Hasan Can kaftanı alır, parayı da fakirlere dağıtıp sevâbını Muham med Bahşî hazretlerinin rûhuna hediye eder.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:49:46
ŞEYH EDEBÂLİ'NİN VASİYETİ

Cumartesi, 10 Temmuz 2004
Şeyh Edebâli hazretlerinin, Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve dâmadı olan Osman Bey’e vasıyeti şöyledir:“Ey oğul! Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın! Ama; bunları nerede, nasıl kul lanacağını bilmezsen, sabah rüzgârında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup, aklını yener. Dâima sabırlı, sebatlı ve irâdene sâhip olasın! Dünya, senin gözlerinin gördüğü gi bi değildir. Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler, senin fazîletinle ve ahlâkınla gün ışığına çıkacaktır.Ey oğul! Ananı, atanı say! Bereket büyüklerle berâberdir. İnancını kaybedersen, ye şilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü görme! Bildiğini bilme! Sevildiğin yere sık gidip gelme! Ey oğul! Üç kişiye acı: Câhil arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken îtibârını kaybedene. Ey oğul! Unutma ki; yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücâdeleden korkma!.. ”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:50:08
ULU CÂMİ�NİN AÇILIŞI

Pazar, 11 Temmuz 2004
Yıldırım Bayezid Hân, 1396 Niğbolu Zaferi’nden sonra Rabbine karşı bir şükran ifâdesi olarak Bursa’ya büyük bir câmi yaptırmaya karar verdi. Câminin inşasında çalı şanların ekmek ihtîyacını yakında küçük bir fırını bulunan Somuncu Baba karşıladı. Ulu Câmi’nin bir Cuma günü açılmasına karar verildi. Bursalılar bu muhteşem câmiyi hınca hınç doldurmuşlardı. Başta pâdişah Yıldırım Bayezid Hân, Şeyhülislam Molla Fenâri, gönüller sultanı Emir Sultan, diğer ulemâ ve devlet erkanı açılış için hazırdı. Yıldırım Bayezid Hân, câminin açılış hutbesini okuması için Emir Sultan’ı görevlen dirdi. Emir Sultan, “Sultanım, zamanımızın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun düşmez.” diyerek affını istedi. Yıldırım Bayezid, Emir Sultan’ın bahsettiği âlim in kim olduğunu sordu. Emir Sultan da Somuncu Baba’yı gösterdi. Somuncu Baba, pâdişahın ricâsını kıramadı. Minbere doğru yürüdü. Emir Sultan’ın yanından geçerken, “Emirim, niçin beni ele verdiniz?” diye sordu. Emir Sultan’ın cevabı anlamlıydı: “Senden ileride kim seyi göremedim.” Bu işe Bursalılar çok şaşırdı. Her gün “Mü’minler Somunu” diye leziz ekmekler sa tan nur yüzlü insan meğer ne büyük bir âlim ve gönül sultanıymış!..Herkes merakla Somuncu Baba’nın hutbesini bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, bir girişten sonra şunları söyledi:“Bâzı âlimler Fâtiha sûresinin tefsirinde zorlanıyor. Onun için hutbede bu sûrenin tefsirini yapacağım.“Somuncu Baba, Fâtiha sûresinin 7 ayrı tefsirini yaptı. Tefsirden fıkıha, kimyadan astronomiye, hayattan kâinata girmediği konu, vermediği örnek kalmadı. Hikmetli sözler sarfetti. Herkes ağzı açık dinliyordu. Herkes, “Meğer Somuncu Baba ne büyük bir âlimmiş de bilememişiz.” diye hayıflandı...O günden sonra Somuncu Baba’yı Bursa’da gören olmadı. Kendinin teşhir edildiği ni anlayınca başka diyarlara gitti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:50:39
ŞAŞIRAN ŞÂİR

Pazartesi, 12 Temmuz 2004
Şâirlerden biri, yeni yazdığı bir şiiri, Pâdişaha takdim etmek üzere huzûra kabul edi lir. Pâdişah o kadar zekidir ki, okunan bir şeyi ezberlemekte, birinci vezir 2 defâ okunanı, ikinci vezir de 3 defâ okunanı ezberleyebilmektedir. Şâir şiirini okuyunca, Pâdişahın çok hoşuna gider ve bir latîfe yapmak ister. Der ki:-Burada herkes bu şiiri zâten bilirdi. Şâir şaşırıp arzeder:-Pâdişahım, affedersiniz. Bu şiiri yeni yazdım ve ilk defâ burada, yâni huzûrunuzda okudum.
-Sen benim sözüme inanmadın gâlibâ. Bak şimdi ben okuyorum dikkatle dinle!
Pâdişah şiiri okur ve şâirin çok fazla şaşırdığını görünce, iki defâ dinlediği için ezberleyen birinci vezire dönüp der ki:-Şâirimiz iyice tatmin olsun, bir de şiiri sen oku bakalım!Şâirin şaşkınlığı iyice artar. Birşeyler söylemek için kekeler. Pâdişah iyice şaşırtmak için ikinci vezîre dönüp der ki:-Bir de sen oku da, şâir dostumuz iyice kanaat getirsin artık. O da yanlışsız okur. Şâir ne diyeceğini şaşırmış vaziyette iken, Pâdişah imdâdına yeti şir. Durumu anlatır ve çeşitli hediyeler verir. Şâir de anlar ki; devletimizin başında hakîkat en seçilmiş insanlar var.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:51:05
II. MAHMUD HAN�IN HOCASI

Salı, 13 Temmuz 2004
Abdurrahman Harputî hazretleri, küçük yaşta ilim tahsili için gittiği Diyarbakır'da tahsîli sırasında, bütün derslerden geri kalması üzerine, arkadaşları onunla alay ederlerdi. Bu durumu hocası öğrenince, onun daha çok rencide olmaması için, yanına çağırarak; "Şimdiye kadar okudukların ve öğrendiğin bilgi sana kâfidir. Köylerde çok rahat imamlık yapabilirsin. Var git oralarda kısmetini ara." dedi. Bunun üzerine medrese tahsîlini bırakarak, şehirden ayrıldı. Yolda bir hanın önünden akmakta olan bir çayın kenarında oturup düşünür ken, çayın içerisindeki taşların, suyun şiddetli akıntısından yusyuvarlak olduklarını ve pırıl pırıl parladıklarını gören genç Abdurrahmân, üzüntü ve kırık bir kalb ile; "Yâ Rabbî! Beni sen yarattın. Bu dersleri anlayamamam da senin kudretin iledir. Senin emrinde akan sular, şu taşları nasıl yusyuvarlak yapıyor ve parlatıyorsa, sen de benim zihnime kuvvet ihsân et de, rızâna kavuşturacak ilim deryâsın dan biraz nasîb alayım." diye Allahü teâlâya yalvardı. Daha sonra yorgunluğu sebebiye uykuya daldı. Rüyâsında, yanına nûrânî üç zât gelerek, yanlarında getirdikleri bir çuval darıyı Abdurrahmân Molla'ya nöbetleşe yedirdikten sonra, kaybolup gittiler. Abdurrahmân Harpûtî uyanınca, içinde bir ferahlık bir sevinç duydu ve zihninin açıldığını hissetti.Abdurrahmân-ı Harpûtî bu hâdiseden sonra medreseye geri döndü. Arkadaşları onu aralarında görünce yine alay etmeye başladılar. Fakat bunlara hiç aldırış etmedi. Ders saatinde hocasının huzuruna çıkarak elini öptü ve müsâade isteyerek yerine oturdu. Cevapsız kalan bâzı sorulara, Abdurrahmân Efendi cevap verince, hocası dâhil herkes hayret içinde kaldı. Hocasının geçmiş derslere âit sorularını da rahatlıkla cevaplandırdı. Aradan kısa bir zaman sonra yapılan imtihanda birincilik alınca, hocası ona icâzet, diploma vererek İstanbul'a gönderdi.Abdurrahmân-ı Harpûtî, İstanbul'a gitti ise de bir vazîfe verilmemesi üzerine memleketine döndü. Burada tâliblere ders vermekle meşgûl oldu. Bir müddet sonra tekrar memleketini terk ederek İstanbul'a gitti. Bir gün vakit namazını kılmak için girdiği Ayasofya Câmiinin duvarında asılı bir levhaya gözü takıldı. Levhanın altındaki kâğıtta; "Bu levhadaki ibâreyi, her kim doğru olarak hâllederse, mükâfatlandırılacaktır." yazıyordu. Hemen bir kâğıda ibâreyi bütün kâideleri ile çözen Abdurrahmân-ı Harpûtî, kâğıdın altına "Daha başka mânâların da mevcûd olduğu ibâreden anlaşılmakta ise de, kâğıdım olmadığı için bu kadarıyla iktifâ edilmiştir." diye bir şerh koyarak adını ve adresini yazdı ve tahlilnâmelerin içine bıraktı. Ertesi gün kâğıtlar sultânın huzûrunda teker teker tetkik edildi. Bu tetkik esnasında Abdurrahmân Efendinin yaptığı tahlilin diğerlerine göre, daha yüksek bilgilerle donatılmış olduğu anlaşıldı ve Abdurrahmân Efendi irâde-i seniyye ile saraya dâvet edildi. Kendisine mesleğinin gereği kıyâfetler giydirilerek sultânın huzûruna çıkarıldı. İkinci Mahmûd Han; "Siz benim hocamsınız." diyerek yanına oturttu ve büyük iltifâtlarda bulundu. Üsküdar'da bir ev verildi ve evlendirildi.Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde yeniçeri isyân ve zorbalıklarının önü alınamaz bir hâle gelmişti. Tâlim ve eğitim kabûl etmiyorlar, savaşa çıkmayı da reddediyorlardı. Kendilerine harp fenlerinin öğretilmesini isteyen din ve devlet adamları na karşı harekete geçtiler. Bunun üzerine İkinci Mahmûd Han vezirleri ve ulemâ sınıfını toplantıya çağırdı. Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri de bunlar arasında idi. Yeniçerilerin artan zorbalıklarından bahisle ne yapılması gerektiği soruldu. Mesele son derece nâ***. Yeniçeriler tekrar isyân ederek devlet ileri gelenlerinin kellelerini istemeye başlamışlar dı. Tamâmen bid'at yuvaları hâline gelen bektâşî tekkeleri de kendilerini tahrik ediyordu. Sonuçta ulemâ birlik içerisinde bunların öldürülmeleri câizdir diye fetvâ verdi. Savaşın başlangıcı olmak üzere sancak-ı şerîfin çıkarılması kararlaştırıldı. Fakat sancağı şerîfin açılması çok önemli bir olaydı. Bu işin dönüşü yoktu. Yeniçeriler ile yapılacak mücâdele nin sonu ise kestirilemiyordu. Bu sebepten karar alınmasına rağmen herkeste bir tereddüd vardı. İşte bu devlet adamlarının çekingen ve kararsız hâlleri sırasında Abdurrahmân Harpûtî hazretleri söz aldı."Bu din ve devletin ayakta kalması Allahü teâlânın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok ederiz. Değilse biz de bu din ile berâber batıp gideriz, daha ne ihtimâl kaldı?" diyerek kalplerdeki şüpheleri giderdi. Herkes tek bilek tek yürek oldu. Nitekim bu inanç ve îmânla harekete geçerek yeniçeri ocağını ortadan kaldırdılar ve bozulmuş bektaşî yuvalarını kapattılar.Kürd Hoca ünvânı ile de meşhûr olan Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri sonra Şam'a giderek Emevîyye Câmii İmâmı Saîd Efendinin derslerinde bulundu. Ayrıca Nakşibendiyye yolunu Muhammed Sâdık Erzincânî'den öğrenerek icâzet, diploma aldı.Abdurrahmân Efendi 1851 (H.1267) senesinde Üsküdar'daki evinde vefât etti. Karacaahmet mezarlığındaki türbesine defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:51:35
MİMAR SİNANDAN MEKTUP...

Çarşamba, 14 Temmuz 2004
Birkaç yıl önce, Süleymaniye Camii'sinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış. Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş.
Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış. Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş. Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış. Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş. Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan'ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar tercüme ettirilince ortaya şöyle bir metin çıkmış:"Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz." Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Heyet Sinan'ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarılmış. Bu mektup şu an Topkapı Sarayı'nda saklanıyormuş.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:52:04
SULTANLAR RİKÂBINDA YÜRÜSÜN!

Perşembe, 15 Temmuz 2004

Bir gün Sultan Ahmed Han, mürşîdini ziyâret için Üsküdar'a gelmişti. Çarşıdan geçerken, Hüdâyî hazretlerinin alış-veriş ettiğini gördü. Genç Hünkâr bu esnâda attaydı. Derhal atından indi, hocasının elini öptü ve atına binmesi için ricâ etti. Bir müddetHüdâyî hazretleri at sırtında önde ve Pâdişâh da yaya olarak ardınca yürüdüler. Kısa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî dünyâyı titreten koca bir pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; "Sultanım! Sırf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o; "Pâdişâhlar rikâbında yürüsün." diye duâ etmişti." buyurarak atından indi. Ata tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirdi.Sultan Ahmed Hanın bu hâdiseden sonra aşağıdaki beytleri söylediği belirtilir:

"Varımı ben Hakka verdim, gayrı vârım kalmadı.

Cümlesinden el çekip pes dü cihânım kalmadı.

Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,

Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.

Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,

Sâfiyim, buldum safâyı dü cihânım kalmadı.

Ahmedî der, "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur",

Hamdülillah aşk-ı Haktan gayri vârım kalmadı."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:52:29
İKİ MİLYON STERLİNE BANKO 

Cuma, 16 Temmuz 2004
1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu artık bir Avrupa devleti kabul edilmişti. Bu tarihten itibaren gençler Avrupa ülkelerine tahsil yapmaya gönderilmeye aşlandı. Fakat oralara gidenler, Avrupa’nın teknolojisinden daha ziyade kültürünü alıp ülkemize getirdiler. Bu tarihten itibaren devlet kademelerinde görev alanlar, hep bu kültürle yetişmiş olanlardı. Bunlardan biri de Mısır Hidivi İsmail Paşanın kardeşi Mustafa Fazıl Paşa idi. Osmanlı Devletine, Mısır’da ve İstanbul’da uzun yıllar hizmet etmiş olan bu zat, oldukça zengindi. 1867 yılında bir görev için Paris’e gidiyordu. İstanbul’dan gemiyle, kumarhaneleriyle ünlü Monte Carlo’ya kadar geldi. Buradan trenle yoluna devam edecekti. Burada birkaç gün kaldı. Bir gün, Avrupa sosyetesinin uğrak yeri olan ünlü Casino’da oturmuş, gazetesini okuyordu. O sırada bulunduğu salonda Bakara oynanmaktaydı. Derken bir Rus Prensi masaya yaklaştı ve iki yüz bin Frank için kağıt çekmek istedi. Fakat bu kadar büyük bir paraya kumar oynamaya kimse cesaret edemedi. Bu hal, Prensin gururunu fena halde okşadı. Ancak sevinci uzun sürmedi. Ona haddini bildirmek isteyen Mustafa Fazıl Paşa oturduğu yerden:-Banko... diye seslendi, yani oyunu kabul ettiğini bildirdi. Bunun üzerine Rus Prensi, Osmanlı Paşasına döndü ve onu küçük gören bir tavırla süzerek:-Sizden başka banko diyecek kalmadı mı? Dedi.Mustafa Fazıl Paşa, hiç vakarını bozmadan, sükûnetle yerinden kalktı, masaya yaklaştı ve cebinden çıkardığı kapalı bir zarfı ortaya koyarak Prense döndü:-Ben sizin iki yüz bin Frankınızı kabul etmiştim... Siz de bu kapalı zarfın içindekine banko der misiniz?Prens, bu meydan okuyuşu çaresiz kabul etti. İkisi de kağıt çektiler ve Mustafa Fazıl Paşa kazandı. O zaman kapalı zarf açıldı ve içinden Credit Lyonnais Bankası Paris Merkez Şubesinin, Mustafa Fazıl Paşa adına yazılmış iki milyon Sterlinlik çeki çıktı. Hazır bulunanlar, şaşkınlıktan dilerini yutacaktı. Bu parayı, hata bunun onda birini bile ödeme imkanı bulunmayan şımarık Rus Prensi, ne yapacağını bilmeden perişan bir hale düştü. Sonunda Osmanlı Paşasına bu işten vazgeçmesi için herkesin önünde ağlayarak yalvar maya ve özür dilemeye başladı. Mustafa Fazıl Paşa, esasen millî şeref ve haysiyetimizi korumak için bu işe girmiş ve bu maksatla servetinin büyük bir kısmını tehlikeye atmıştı. Moskof parasında gözü yoktu. Şimdi pek aşağıdan almaya başlayan ve Osmanlı hamiyetperverliğine sığınmaktan başka çare bulamaya Prensi affetti. Yalnız banko hakkı olan iki yüz bin Frank alıp garson lara bahşiş olarak dağıttı. Bu ağır dersi alan Rus Prensi ise artık oralarda tutunamamoş, ertesi gün Monte Carlo’yu terketmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:52:50
FAT0H SULTAN MEHMED HAN VE AKBIYIK SULTAN

Cumartesi, 17 Temmuz 2004
Akbıyık Sultan, İkinci Murâd Han'ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a; "Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol."Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;"Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?"Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur." buyurdu.Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.Akbıyık Sultan'ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.Ve nihâyet... Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.Bu arada dînine hizmet etmek, İslâmiyeti küffâr diyârına duyurmak aşkı Akbıyık Sultan'da hiç sönmeden için için gittikçe alevlendi. 1444'te Varna'da haçlı sürüleri perişan edilirken o, mânevî liderlerin en önündeydi.Nisan 1453. Osmanlı ordusu son defâ İstanbul önlerinde göründü. Peygamber efendimizin fetih müjdesi gerçekleşmek üzeredir. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi gönül erenleri ordunun en önündeler. Akbıyık Sultan, Akşemseddîn hazretleri ile berâber Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanında bulunuyor ve devamlı askeri teşcî' edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu.Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul'da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa'da talebe yetiştirmek, zikr, tâat ve ibâdetle meşgûl olmak ve yine fakir fukaraya yardımda bulunmak sûretiyle geçirdi. 1455 (H.860) de âhirete göçtü. Arkasında pekçok hayır müesseseleri bıraktı. İstanbul'da bir, Bursa'da iki mahalle ve dergâh ve câmisi Akbıyık Sultan'ın adı ile anılmaktadır. Kabri, Bursa'da Akbıyık mahallesi Akbıyık Çıkmazı'nda yaptırmış olduğu dergâhının yanındaki türbededir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:53:21
ALÂEDDÎN ALİ ESVED KARAHİSÂRΠ

Pazar, 18 Temmuz 2004
Alâeddîn Esved, Osmanlının namlı Kara Hoca'sı, Osmanlı Devletinin temellerini sağlamlaştırıp, askerî ve mâlî teşkilâtlarını kuran, evlât ve torunlarının da, yüz elli yıl devlete en üst seviyede hizmet etmesine vesîle olan Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi, Kara Hoca'nın evine gelip, talebelerinden birini, kendisine yardımcı olmak için vermesini isteyince, Çandarlı Kara Halîl'i verdi.Bu hâdise şöyle cereyân etti: Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir zât-ı muhterem idi. O mübârek kimse, birgün Alâeddîn Esved hazretlerini ziyârete gitti. Onun mahalline vardığında, Alâeddîn Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzî ve orada bulunan Alâeddîn Esved'in talebeleri namaz için hazırlandı lar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, Kara Halîl imâmete geçti. Cemâata namazı kıldırdı. Alâeddîn Esved de, odasından çıkıp namaza katıldı. Namazdan sonra bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeble dinledi. Sonra başını kaldırıp;"Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer'î hükümleri beyân etmek için bir hâkim-i samedânî lâzımdır. Talebenizden birini benim ile sefere gitmek için tâyin etseniz." deyip, merâmını arzetti.Alâeddîn Esved hazretleri Orhan Gâzi'nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra talebelerine baktı. Herbirinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan ulemâyı dünyâya düşkün addediyorlar, sultanların, kötülüklerine, ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı, emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına meyletmekten sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâeddîn Esved diye anılan Kara Hoca'nın talebelerinden birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi Çandarlı Kara Halîl'i Sultan Orhan Gâzi'ye verdi. Kara Halîl de, "Memur, mâzûrdur" hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, Sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının, Devlet-i âliyye-i Osmâniye içerisinde sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine gayret eyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:53:45
İNGİLİZ DÜŞMANI ŞEYHÜLİSLAM

Pazartesi, 19 Temmuz 2004
1654 senesinde vefat eden ve Sultan IV. Mehmed Han’ın Şeyhülislamı olan Behâeddin Efendi, son derece hoş sohbet ve nüktedan olarak tanınmıştı. Fakat İslam düşmanlarına, hele İngilizlere karşı muazzam bir din gayreti vardı. Bütün yumuşaklığı ve nüktedanlığına rağmen, İslam düşmanlarına karşı gayet sert davranır, onlara hiç taviz vermezdi. 1651 senesinde, İngiliz vatandaşı olan birisi, İzmir’deki İngiltere konsolosundan 200.000 akçe alacağı olduğunu iddia ederek onu mahkemeye verdi. İzmir Kadısı Haşimi zade, konsolosu mahkemeye davet edip alacaklısının davasını bildirdi. Konsolos sert bir tavırla:-Efendi, sen bu davaya bakmaya mezun değilsin... dedi ve İngiltere ve Osmanlı hükûmetleri arasında imzalanan “Ahidnâme” nin bir nüshasını gösterdi. Burada, İngiliz vatandaşlarından birinin öbüründen alacağı 200.000 akçeden az olursa Osmanlı kadıları nın davayı dinleyebilecekleri, aksi halde davanın İngiltere’de görüleceği yazılıydı. Lâkin Kadı Efendi, konsolosun sert ve mütekebbir tavırlarından incinmişti:-Bre mel’un!.. ben İslam şeriatine göre bu davaya bakmaya memurum...diye ısrar etti.Buna karşılık konsolos, onun söylediklerine hiç aldırış etmeden mahkeme hademesini ve mübaşiri itip kakarak çıktı gitti.Haşimizade onun bu yaptıklarına büsbütün kızdı ve devlete hakaret saydı. Hemen Şeyhülislam Behâeddin Efendiye bir mektup yazarak hadiseyi nakletti. Şeyhülislam da bu mektubu Sadrazam Melek Ahmed Paşaya gösterdi ve konsolosun azlini, İstanbul’daki İngiltere büyükelçisinden istemesini rica etti. Sadrazam, bu tehlikeli olabilecek ve siyasi anlaşmazlılara yol açabilecek meseleye karışmanın doğru olmayacağı kanaatine vardı ve Behâeddin Efendiye:-Bizim işimiz çoktur. Bu meselede ne gerekirse lütfen kendileri yapsınlar.. diyerek mektubu Şeyhülislama geri gönderdi.Bunun üzerine Behâeddin Efendi, Sadrazama da gücenerek, kendisi İngiltere Büyükelçisini çağırtarak, meseleyi teferruatıyla anlatıp, İzmir’deki konsolosun azledilmesini istedi. Ancak buna hiç yanaşmayan büyükelçi, soğuk bir tavırla:-Onu oraya kralımız dikmiştir. Kaldırmak benim elimden gelmez...karşılığını verdi. Behâeddin Efendi büsbütün kızıp:-Bre dinsiz, diye çıkıştı. Hem bizimle dost olduğunuzu söylersiniz, hem de harp halinde olduğumuz Venedik kafirine gemi verip imdat edersiniz. Bunu bilmez miyiz sanır sınız? Diye bağırdı.Büyükelçi inkar etmedi:-Bizden kim gemi isterse kira ile veririz ve istediği malı para ile satarız. Bu, ahidnameye aykırı değildir, dedi.İyice sinirlenen Şeyhülislam:-Götürün bunu hapsedin! Diye bağırdı.Adam her ne kadar:-Efendi, sen beni hapsedemezsin...buna salahiyetin yoktur, diye direnmek istedi ise de, gayreti galeyana gelen Behâeddin Efendi haykırdı:-Bre kaldırın şunu!..Büyükelçiyi yaka paça sürükleyip ahıra hapsettiler. Şeyhülislam daha sonra Sadrazama haber göndererek:-Bu herifi elbette Yedikule zindanına yollayıp hapsedesiniz. Din ve devletimize ihaneti vardır. Dedi.Fakat elçilik mensupları daha önceden Sadrazama ve saray adamlarına giderek, bu durumun anlaşmalara aykırı olduğu ve büyükelçinin derhal serbest bırakılması gerek tiğini bildirdiler. Sadrazam da hemen bir adamını Şeyhülislama yolladı ve şunları bildirdi:-Sultanımızın huzuruna dua ederiz. Bu kadar senedir Venedikli dedikleri balıkçı kafirle baş edilemeyip bunca can ve mal gitti. İngiltere Kralı ise Avrupa’nın büyüklerin den, asker ve donanma sahibi kimse olup, bize büyük zarar vermeye gücü yeter kâfidir. Onunla sulhu bozup İslam askerine yeni iş açmak münasip midir?Ertesi gün Divan toplandı ve Vezirler de Şeyhülislama, bu meselede haksız olduğu nun bildirilmesini kararlaştırdılar. Anadolu Kadıaseri de ona, -Şimdiye kadar hiçbir Şeyhülislamın bir büyükelçiyi ahıra hapsetmiş midir? Bu olmuş bir şey mi? Şu herifi serbest bırak! Diye haber gönderdi. Behâeddin Efendi, bu habere sinirlenerek:-Efendi...Efendi!.. sen Kadıasker değil misin? Kafirleri himaye edenlerin hükmü nün geçtiği devirde neden Divan toplantılarına varırsın? Madem ki onların dediği olur, senin orada işin ne? Yarın evinden çıkma ve Divana varma... cevabını gönderdi.Fakat Şeyhülislamın bu din gayreti, Osmanlı Devletinin İngiltere ve bütün Avrupa devletleriyle arasının bozulmasına yol açacak, belki de harp halinde olduğu Venedik Cumhuriyetinin yanında harbe iştirak edeceklerdi. Bunun üzerine Sadrazamın teklifiyle Padişah tarafından 2 Mayıs 1651 günü vazifesinden azledilerek Bergama’ya sürgün edil di. Sürgün yerine giderken, bir dostuna şunları söylüyordu:-Sadrazam gayretsiz ahmak, biz ise gayretli ahmak olduk. İkimizin de yaptığı devlete zarar verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:54:09
YAVUZ VE ŞAH İSMAİL�İN SATRANÇ OYUNU

Salı, 20 Temmuz 2004
Yavuz Sultan Selim Han, şehzadeliğinde Trabzon valisiydi. Osmanlı Devletinin komşusu İran’daki Safevi hükümdarı Şah İsmail’in kendileri için büyük bir tehlike teşkil ettiği ni yakından anlamış ve bunu defalarca İstanbul’a bildirmişti. Bununla da kalmayıp, İran’ın durumunu ve şahı daha yakından görmek için kıyafet değiştirip, gezici bir derviş gibi gizlice ve tek başına, uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İran’ın başkenti Tebriz’e geldi. Şah İsmail, satranca pek meraklı ve oyunun namlı bir ustasıydı. Her gün birkaç parti saranç oynar ve sosyal durumuna bakmadan kim isterse tereddütsüz karşılaşırdı. O güne kadar kendisini mat eden çıkmamıştı. Tabii, şaha olan korkunun da bunda payı vardı. Yavuz da büyük bir satranç ustasıydı. Yollarda gelirken ve Tebriz’de geçirdiği günler içinde Safevi Devleti hakkında öğreneceklerini öğrendikten sonra sarayın yolunu tuttu. Oraya varınca Şah ile satranç oynamak istediğini söyledi. İçeriye haber verdiler:-Bir garip derviş gelmiş, şahımızla satranç oynamah ister durur...Şah İsmail, bilhassa tanımadığı yabancılarla oynamayı severdi. Yavuz’u hemen kabul etti ve, gayet iyi konuştuğu Türkçe ile:-Derviş baba...Kanden gelür, kande gidersün? Diye sordu.Derviş baba (!) saygı ile ve onun şivesiyle cevap verdi:-Kazvin’den gelürem, şahımın mübarek cemalini görmekliğe gelmişem-Yollarda izlerde ne var, ne yoh?-Şahımun ulu himmetü sayesinde her yirde eman, âsayiş ve seâdet olup, cümle kulların ferhundehaldur.Bu cevapların şahın hoşuna gitti:-Benümle satranç oynamah dilürsen, garşuma geç!Yavuz:-Ben şahımdan sadece oyun aparmağa gelmüşem... diyerek satranç tahtasının başına oturdu. İlk oyunda bilerek yenildi. Fakat Şahtan daha usta olduğu için ikinci oyunda onu mat etti. Şah İsmail, herkesin gözü önünde uğradığı bu yenilgiye fena halde sinirlenip elinin tersiyle Yavuz’un göğsüne bir sille vurup:-Bre Kongay Işık (Serseri Derviş), hiç şah olanlar mat olur mu? Tutalum edebin yohmuş, sultanlara riayeti de mi bilmezsün? Diye çıkıştı. Yavuz, soğukkanlılıkla cevap verdi:-Şahım, danışıklı oyundan evvel habarım olsa böyle etmezdüm.Şah İsmail derhal kendisini toparladı ve:-Şah olanlar danışıklı oynamaz, var sağlıcakla git... dedi.Yavuz sarayda ayrılıp kaldığı hana gitti. Ertsigün şah, kendisine bir kese içinde bin altın yolladı. O günü odasında dinlenerek geçiren Yavuz, ortalık karardıkta sonra dışarı çıktı, karalıkta saraya sokulup şahın ata binerken kullandığı binek taşını omuzlayıp yerinden oynata rak, keseyi taşın altına koydu ve o geceyi Tebriz’de geçirdikten sonra ertesi sabah erkenden Trabzon’a doğru hızla hareket etti.Satrançta bir garip dervişe yenilmek Şah İsmail’e ağır gelmişti. Sonunda onunla bir daha oynayıp daha da dikkatli davranarak mutlaka yenmeye karar verdi. Ayrıca rakibi nin yenildiği zaman çok sinirlendiğini gören Kongay Işık’ın onu bir daha mat etmeye cesaret edemeyeceğini de umaktaydı.Yavuz’un Tebriz’den ayrılmasından ik gün sonra şah, tekrar oyuna çağırmak için kaldığı hana bir haberci yolladıysa da , onun çoktan ayrılıp gitmiş olduğunu öğrendi. Üstelik ne tarafa gittiğini de bilen yoktu. Ancak, evvlece kendisi Kazvin’den gelmiş olduğunu söylediği için hemen o tarafa doğru hızlı süvariler çıkarıldıysa da, bunlar kendisine rastlayamadan geri döndüler. Onu ne tanıyan, ne bilen, ne de gören vardı. Ancak şahın hademelerinden biri şehzadeyi tanımıştı. Bunu, şahın yakınlarından birinin yanında ağzından kaçırdı. Şah İsmail onu hemen huzura çağırttı ve:-Benimle satranç oynayan Şehzade Selim imiş, doğru olup mu? Diye sordu.-Beli Şahım...evvel Trabzon’da idim ve onu gördüm. -Peki ya bana neden habar etmedün?-Şehzadenin mehâbeti mani olup cesaret edemedim....................................Şehzade Yavuz Selim, uzun bir maceradan sonra 24 Nisan 1512 güün tahttan vazgeçen babasının yerine padişah oldu. Hemen, Osmanlı Devleti için en büyük tehlike olan İran üzerine sefer hazırlıklarına başladı. Nihayet büyük bir orduyla yola çıktı. 23 Ağustos 1514 günü Çaldıran’da iki ordu karşılaştılar. Savaş sonunda, mutlaka kazanaca ğını uman Şah İsmail kaybetti. Hızır adlı seyisinin kendisini feda ederek atını ona verme siyle harp meydanından kaçarak canını zor kurtardı.Yavuz daha sonra İran başkenti Tebriz’e doğrı yola çıktı. Şehre girince, şahın sarayının önüne vardı ve sırtını saray tarafına verip dört bir yanı gözden geçirdikten sonra yanında bulunan devlet erkanının yüzlerine baktı, sonunda Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağaya:-Şu kapı eşiğinde şahın ata bindiği taşın altına kendi elimle bin altın koymuştum, helal malımdır. O altınları sana ihsan ettim. Taşı kaldırıp al... dedi.Padişahın bu emri üzerine orada bulunanlar şaşırdılar. Çünkü Yavuz Sultan Selim Hanın daha önce Tebriz’e geldiğini kimse bilmiyordu. Bir an tereddüt geçiren Osman Ağa atından indi ve taşın yanına varıp altını yoklayınca hakiakten tam ayarlı bin altın buldu. Kese çürüdüğü için altınlar dağılmıştı. Hemen altınları mendiline doldurdu ve Padişahın üzengisi hizasına gelip elini öptü. Durumu daha sonra öğrenen devlet erkanı, Yavuz’un daha şehzadeliğinde İran’ı fethetmeyi planladığını anladılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:54:35
EZAN SESLERİ DEVÂM ETSİN!

Çarşamba, 21 Temmuz 2004
Kurtuluş savaşı yılları. İznik'le Mekece arasındaki bir mevkide Hâlid Paşa kuvvetleri yeni bir savaşa girmenin hazırlığı içinde bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmaktadır. Yoklama yapıldıktan sonra heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazîlet sembolü, sarığıyla kır bir atın üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi meydana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at üstünde dolaştıktan sonra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruhlara rahatlık, heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı:"Askerler! Kardeşlerim! Mübârek dînimizin ana şartlarından biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla mübârek Kâbeye gittikleri zaman orada "Hacerü'l-Esvede" yüzlerini, gözlerini sürmek sûretiyle onu öperler. Çünkü Hacerü'l-Esved cenâb-ı Rabbülâlemin tarafından Cennet'ten gönderilmiş mübârek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla muvaffak olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analarımız, güngörmüş babalarımız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü'l-Esvedi öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağrına basacaktır. Siz bu mücâdelede ölürseniz "şehîd", kalırsanız "gâzi" olmak sûretiyle Cennet-i âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü'l-Esved gibi bu mazlûm milletin mukaddesâtına dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, nurlu ve açık alınlarınız gibi bahtınızı da açık eylesin ve yarın rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin iltifât ve şefâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfu ihsân buyursun. Sizleri, İslâm'ın bin yıllık vatanı olan bu topraklarda ezan seslerini devâm ettirecek bu savaşın gâlibiyetiyle şereflendirsin."Ali Rızâ Acara Efendinin böylece devâm eden heyecanlı vâzı sonunda erlerden yedi kişi aşırı heyecan sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taarruzda erler, kükremiş arslanlar gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında idi. Cenâb-ı Hakk'ın yardımı ile düşman püskürtüldü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:55:05
YAVUZ SULTAN SELİM VE BİHRÛZE HATUN

Perşembe, 22 Temmuz 2004
İran şahı İsmail Safevî, Yavuz Sultan Selim Han ile savaşmak için, Erzincan yakınların daki Çaldıran ovasına gelirken, zaferden son derece emindi. Savaşı kazandıktan sonra İstanbul’a gelecek, Yavuz’un tahtına oturacak ve Osmanlı devletini kendisine bağlayacaktı. Bu yüzden harp meydanına gelirken yanında bütün hazinelerini ve çok sevdiği hanımı Bihrûze Hatunu da getirmişti.Fakat Yavuz’un iyi eğitilmiş ordusu, ustaca manevralarla İran ordusunu kısa sürede bozguna uğrattılar. Şah İsmail, kendisini feda eden seyisi sayesinde canını zor kurtardı ve yanındaki birkaç kişiyle Kafkasya taraflarına kaçabildi. Bütün hazinesi ile birlikte, hanımı da Yavuz’un eline geçti. Taçlı Hanım diye şöhret bulan Bihrûze Hatun, o devrin en güzel kadını olarak dillere destandı. Yavuz, onu esir alınca, fevkalade güzelliğine rağmen hiç iltifat etmedi ve hemen İstanbul’a gönderdi. Şah ile olan Şii nikahını da geçersiz saydı. Bu yüzden kendi hizmetkar larından Tâcîzâde Cafer Çelebiyi, Taclı Hanım Bihrûze Hatun ile evlendirdi. Onun dillere destan olan güzelliğinin aksine, Cafer Çelebi de, çiçek bozuğu yüzü ve çarpık bedeni ile son derece çirkindi. Yavuz bu evliliği, Şahı daha çok tahkir etmek için planlamıştı.Bihrûze Hatun ile evlendikten çok kısa bir müddet sonra Cafer Çelebi öldü. Yavuz bu hanıma dayalı döşeli bir ev, hizmetçiler, araba ve beş bin altın bağışladı. Ayrıca geçimine yetecek kadar da maaş bağlattı. Fakat, savaşta Yavuz’a mağlup olduktan sonra hükümdarlığını da kaybeden ve nereye gittiği bilinemeyen (eski) Şah İsmail, eski hanımı Bihrûze Hatun’a olan aşk ve hasretini dile getiren Âzerî şivesiyle bir şiir yazdıEyâ gönül kuşu, derler bahar imiş bana neBısât-ı ayş acep rûzigâr imiş, bana ne  Derler ki oldu deli Leyla zülfüne Mecnun  Deminde ol dahi bî karar imiş bana neAkıttı yaşımı devran, batırdı kanıma elRakîb elindeki dest-i nigar imiş bana ne  Lebin zülali ne sırdı tükendi ömr-ü aziz  Hayat-ı Hızır eğer payidar imiş bana ne Bu baht-ı bed ki benim var HATAÎ (Şah İsmail) ol şuhuGam ehline diyeler gamküsâr imiş bana ne
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:55:26
KANUNİ VE ALVAN HAMEVİ HAZRETLERİ     

Cuma, 23 Temmuz 2004
Sultân Süleymân Han, Rodos'u fethe karar vermişti. Adanın fethi sırasında, Alvân Hamevî'nin beyaz bir at üzerinde harbe katılıp yardım ettiği, kale kapısını açtığı görüldü. Bu durum, vezir ve ileri gelenlere haber verilince, gerçekten kapının açık olduğunu gördüler. Hep birlikte kapıdan içeri girdiklerinde, Alvân Hamevî'nin, bir toplulukla namaz kıldığını gördüler. Sonra hâdiseyi gören birisi Hama'da Alvân Hamevî ile karşılaşınca ağladı. Alvân Hamevî ona;"Yavrum, gördüğün şeylerden kimseye bahsetme, yoksa helâk olursun." buyurdu. Fakat o şahıs bu durumu gizlice başkalarına söyleyince, Alvân Hamevî ona birini gönderip, bunları anlatmaktan men etmesini söyledi. Gönderdiği şahıs, gidip, "Niçin herkese anlatıyorsun? Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi müslümanlığın güzelliğindendir. Bunu bilmiyor musun?" dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:55:44
AŞÇI YAHYA BABA VE SULTAN II. BAYEZİD 

Cumartesi, 24 Temmuz 2004
Aşçı Yahyâ Baba sâdece insanları değil, bütün mahlûkâtı severdi. Her gün yemek dağıtımından sonra artan pilavı Tunca balıklarına dökerdi. Bir süre sonra oranın anbar memuru; "Her gün pilavlar Tunca Nehrine dökülüyor. Demek ki fazla geliyor. Verilen pirinç mikdârını azaltın." diye emir verdi. Kilerci her gün artan pilav kadar az pirinç vermesine rağmen, her zamanki kadar pilav arttı. Aşçı Yahyâ Baba yine bu pilavı kepçe kepçe Tunca balıklarına serpti. Onlar yedikçe o doyuyordu. Her gün pirinç azaltılmasına rağmen sonuç değişmedi. Öyle oldu ki, durum pâdişâha aks etti. Sultan da denemek istedi. Kararlaştırılan günde bütün misâfirler yemeklerini yediler. Yemek yiyenler her zamanki misâfirden fazla ve pirinç mikdârından az olmasına rağmen pilav yetti ve arttı. Yahyâ Baba balıkların nasîbini nehre dökeceği sırada Sultan Bâyezîd-i Velî'nin; "Yahyâ Baba! Bu yaptığın isrâf değil midir?" demesi üzerine, binlerce balık başını sudan çıkarıp; "Sultânım! Devletin artığını bize çok mu görüyorsun?..Senin devletinin ikrâmı sâdece insanlara mıdır?" dedi. Aşçı Yahyâ orada secdeye kapanarak rûhunu teslim etti. Onun büyüklüğünü anlayamayanlar, yaptıklarına çok pişmân oldular. Muhteşem bir cenâze merâsimi ile külliyesinin kuzey tarafındaki bahçeye defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:56:05
ÖZBEKLER TEKKESİ VE SULTAN II. MAHMUD HAN

Pazar, 25 Temmuz 2004
Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde Özbekistan'dan kalkıp hacca gitmek üzere yola çıkan bir grup Türkistanlı, Halîfeyi görmek ve izin almak için İstanbul'a gelmişlerdi. Çünkü eskiden beri hacca gidecek olanlar, sultandan izin almak maksadıyla İstanbul'a gelirler, Cumâ selâmlığında Halîfeyi görürler duâsını alırlardı. Bu bir nevî izin almak idi. Türkistan'dan gelen Özbekler de ilk Cumâ selâmlığında Halîfeyi görmek üzere Sultan tepesinde çadırlarını kurup yerleşmişlerdi. Sultan İkinci Mahmûd Han maiyyetiyle oradan geçerken, çadırlarının şeklinden onların yabancı olduğunu anlayarak kim olduklarını merâk etti ve bir adamını göndererek durumu öğrendi. Sonra da atını sürerek yanlarına gitti. Durumlarını anladıktan sonra; "Halîfe emretse burada kalır mısınız?" deyince, hepsi birden; "Hay hay emr ü fermân Pâdişâhımız efendimiz hazretlerinindir." dediler. Bunun üzerine Sultan İkinci Mahmûd Han; "Öyle ise ben halîfeyim, emr ediyorum. Hacdan sonra dönünüz, burada kalınız. Size münâsip bir dergâh yapıla ve siz de gelecek hemşehri hacılarınızın hizmetini îfâ edesiniz!" diyerek onların el etek öpmesine meydan vermeden atını sürüp gitti. Hac dönüşüne kadar, bir dergâh ve iki odalı bir ev yapıldı. O günden îtibâren "Özbekler Tekkesi" diye anılan bu dergâh yapıldı ve Türkistanlı hacıların hizmetlerinde kullanıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:56:32
ATA EFENDİ�NİN VATAN AŞKI

Pazartesi, 26 Temmuz 2004
İstiklâl Harbi sırasında, İstanbul ile Anadolu arasındaki gizli haberleşmenin merkezi ve İstanbul'dan Anadolu'ya gitmek üzere hareket edenlerin üssü olarak kullanılan Özbekler Dergâhının şeyhi Atâ Efendi bu sırada büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar gösterdi. İstanbul'un İngilizler ve İtalyanlar tarafından işgâl edildiği kara günlerde vatanı kurtarabilme çârelerini araştırdı. İngiliz işgâline, ilk karşı koyma hareketi olarak "Karakol Cemiyeti"ni kuranlar arasında yer aldı. Temsil ettiği dînî ve mânevî kıymetleri, vatanın selâmet ve kurtuluşuna vakfetti. Kendisi gibi olan tasavvuf ehli ve âlim kimselerle elele vererek en gözü pek gençlerin gösteremediği cesâreti ortaya koydu, kapı kapı dolaşarak, birçoklarının ağızlarının açılmadığı o günlerde müminlere ümit telkin etti, başına sarındığı yeşil destârı, sarığı ve üzerindeki siyah cübbesi ile işgâl kuvvetlerinin dikkatini çekmeden çalışmalarını sürdürdü. İşgâl kuvvetlerinin evlerin haremine bile soktuğu yerli-yabancı câsûslar, ilk zamanlar tekke, mescid ve câmilerden ve dînî şahsiyetlerimizden şüphe etmiyorlar, Türk'ün bu mânevî öncülerini yakından tanımıyorlardı. Başı sarıklı, destârlı, üzeri cübbeli olan bu vatanperver insanlardan olan Atâ Efendi, düşmanların bu gafletlerinden istifâde etmesini bildi. Evlerde, câmi ve mescidlerde müslümanlara cesâret veren ve onların işgâl kuvvetlerine karşı direnmelerini teşvik eden konuşmalar yaptı. Mahallelerde tesiri büyük olan câmi imâmlarını safına alarak onları silâh ve cephânelerin naklinde vazîfelendirdi.Gündüzleri insanlara nasîhatlariyle ümid telkin eden Atâ Efendi, gece olunca silâhlanıyor, Nakkaş Karakolundan Özbekler Dergâhına kadar olan yolları tutturuyordu. Silâh ve cephâneler taşınıyor, oradan da Karakol Cemiyetinin fedâileri eliyle Büyük Çamlıca'nın arkasından dolandırılarak Libâdî'deki göz doktoru Esad Paşanın çiftliğine aktarılmak üzere Kısıklı imâmı Nûri Hocanın Libâdî'deki evinin yanındaki mahzende saklatıyordu. Münâsip zamanlarda tomruk taşıyan arabaların alt bölümüne yerleştirerek Alemdağı'nda gizli karargâh kuran millî kuvvetlere ulaştırılmasını sağlıyordu. Özbekler Dergâhında gizli bir hastâne bile kurmuştu. Azgın Rum ve Ermeni çeteleriyle çarpışırken, düşman işgâli altındaki cephâne depolarını basarken yaralanan mücâhidler burada yatırılıyor, gizlice gelen hamiyetli ve yardımsever doktorlar tarafından tedâvî görüyordu.Atâ Efendinin asıl fedâkârlığı, Anadolu'ya geçecek kimseleri dergâhında barındırması idi. Birçok meşhûr isim onun dergâhında misâfir olmuşlar, daha sonra da müsâit vakitlerde Ankara yolunu tutmuşlardı. Vurun Kahpeye isimli eseriyle, Atâ Efendi gibi düşünen ve yaşayan din adamlarını kötüleyen, onları İstiklâl Savaşı aleyhindeymiş gibi gösteren Hâlide Edip Adıvar da, bu dergâhta misâfir olup, Anadolu'ya geçen kimselerdendi. Atâ Efendi, Üsküdar'ın çarşı ve kahvelerini dolaşır, tesbit edilmiş parola ile Anadolu'ya gidecek kimseleri bulup dergâhında toplardı. Sonra da bunları on beşer-yirmişer kişilik kâfileler hâline koyar, gerekli emniyet tedbirlerini aldıktan sonra Çamlıca'nın eteklerinden işgâl mıntıkası dışına çıkarırdı. Her gün Üsküdâr'da dolaşırken kurduğu gizli cemiyet vâsıtasıyla çeşitli haberler toplardı. Aldığı bu haberlere göre hareket eder, Müslümanlara yol gösterirdi.Atâ Efendinin dergâhı bir posta merkezi gibi çalışırdı. İstanbul'dan Anadolu'ya, Anadolu'dan İstanbul'a en kritik haberler bu kanaldan ulaştırılıyordu. Bilhassa İstanbul'dan Anadolu'ya geçmiş olan Kuvay-ı Milliyecilerin, İstanbul'daki âileleriyle irtibatları en fazla bu posta vâsıtasıyla temin ediliyordu. İstanbul'da, Anadolu'nun harekâtının adam ve silâh ihtiyâcını karşılamak üzere kurulan mahallî mukâvemet ve faâliyet merkezleri ile de temasta bulunan Atâ Efendi, onların gönderdikleri adam ve silâhları da kurduğu bu teşkilât sâyesinde Anadolu'ya gizlice ulaştırıyordu.Atâ Efendinin talebeleri ve Özbekler Tekkesinin kahraman dervişleri Çamlıca eteklerine kadar sokulan milis kuvvetlerine yardım etmek, îcâbında onları saklamak ve yaralılarına gerekli ihtimâmı göstermek sûretiyle de faydalı oluyordu.1920 senesi Nisan ayının bir akşamı idi. Havada tatlı bir bahar şenliği ve serinliği vardı. Hafif esen rüzgâr, her yana bahar kokularını yayıyordu. Özbekler Tekkesi de benzeri sık sık görülen müstesâ gecelerinden birini daha yaşıyordu. Bütün odaları biraz sonra Anadolu yolculuğuna çıkacak misâfirlerle doluydu. Bu misâfirler arasında işgâl kuvvetleri tarafından kapattırılan son Osmanlı Mebuslar Meclisinin bir kısım âzâları, üyeleri de bulunuyordu. Atâ Efendi ise dergâhın bahçesinde bâzı kimselerle oturuyordu. Çadırlaşmış ve çiçeklerle donanmış bir akasya ağacının altında, tatlı tatlı sohbet ediyordu. Etrafını saran ve onu dinleyen yolcuları konuşmalarıyla teselli ediyor, yüreklerine çöken ayrılık acılarını, gariplik duygularını unutturmaya çalışıyordu. Bu esnâda Üsküdar câmilerinde yatsı ezânı okunmaya başlamıştı. Atâ Efendi sustu, yanında bulunanlarla birlikte huzûr ve huşû içinde okunan ezânları dinledi. Tam bu sırada Fıstıkağacı ile dergâh arasındaki yol üzerinde gözcülük yapan bir derviş soluk soluğa bahçeye girdi. Yanına sokulduğu Atâ Efendinin kulağına eğildi ve fısıldadı: "Aman Şeyhim!Üsküdar'daki İtalyan polis kumandanı, yanında birkaç İngiliz zâbit ve polisi olduğu hâlde buraya doğru geliyorlar!.. Bilmem ki..." Şeyh Atâ Efendi dervişin sözünü bitirmesine meydan bırakmadı. Hemen yerinden fırladı. Bahçede ve odalarda kümelenen ve dertleşen misâfirlerine koştu. Yaklaşan tehlikeyi haber verdi, alınması gerekli tedbirleri de hepsine ayrı ayrı bildirdi. İki dakika bile geçmemişti ki, bahçede sessiz bir hareket başladı. Anadolu'ya geçmek üzere orada bekleyen misâfirler kendilerine kılavuzluk eden dervişleri takib ederek dergâhtan, set başına doğru sarkan ağaçlık ve fundalıklı yamacın üzerindeki dik patikalardan akmaya başladı. Sağa sola saparak, tarlaların kenarlarındaki çalılıklara sokulup, gözden kayboldular.Böylece, sayıları otuzu geçen misâfirler, tamâmiyle dağıldı, dergâh ve bahçe de her zamanki ıssız hâlini aldı. Dergâh kapısından içeri dalan işgâlci zâbitlerle berâberinde kilerden bir kısmı bahçe ve mezarlığa saldırdı. Bir kısmı da açık duran kapıdan dergâhın içine daldı. Oda kapılarını tekmeleyerek açan ve içeriye dalan işgalciler, yüklük ve dolapları bile aradılar. Nihâyet dergâhın mescid olarak kullanılan büyük odasına daldılar. Karşılaştıkları manzara karşısında şaşırıp aptallaştılar. Çünkü Şeyh Atâ Efendi, gerisinde saf tutan dervişleri ile birlikte namaz kılıyorlardı. Aralarında yabancı kimselerin bulunma dığını gören ve biraz sonra bahçe ve mezarlıkta da kimsenin görülemediğini öğrenen işgalci zâbitleri, uğradıkları başarısızlık karşısında, hırs ve hayretlerinden dudaklarını ısır dılar. Kızgınlık ve hınç ile dergâhtan uzaklaşmak zorunda kaldılar.O gece Özbekler Tekkesinde atlattıkları büyük tehlike dolayısıyla sevinerek ayrılan yolcular ise, ertesi günün akşamı geç vakitte Çal köyüne ulaşıp kurtuluşa erdiler. Onları tâkib eden ve Nal'a kadar uğurlayan Şeyh Atâ Eendi, her biri ile ayrı ayrı kucaklaşa rak vedâ etti. Misâfirler ona takdirkâr bakışlarla; "Ne mutlu sana şeyhim. Kurtuluş savaş çılarına yaptığın bu büyük hizmetler, hiç bir zaman unutulmayacak ve milleti istiklâle kavuşturacak, yıldızlar arasında Şeyh Atâ adı da dâimâ hürmetle anılacak..." diyorlardı.Anadolu'nun kurtuluş hareketinde, İstanbul ile Anadolu arasında köprü vazîfesi gören Özbekler Dergâhının kahraman şeyhi Atâ Efendi, kurtuluş hareketi tamamlanma dan işgâlciler tarafından tutuklandı. İngiliz İntellices (entelijans) servisi yetkilisi Harron Armstrong, Şeyh Atâ'nın tevkif edilip tutuklandığı zaman kendisiyle konuşmasından sonraki görüşleri için şu cümleleri kullandı: "Bizler, Türk din adamlarının bu mevzûlarda faâl rol oynayacaklarını aslâ tahmin etmiyorduk. Diğer araştırmalarımız, Türk mukâvemet kaynaklarının meydana çıkarılması yolunda müsbet netîce vermeyince, vâki ısrarlı ihbarları değerlendirerek, tekkeler, mescidler, câmiler gibi dînî yapılar üzerinde durduk ve din adamlarını tâkib ve kontrola başladık. Elde ettiğimiz bilgiler ve karşılaştığımız hakîkatler bizleri hayrete düşürdü. Bu din adamları özellikle telkinlerle ve mâneviyâtı yükseltmekle yetinmemişler, fiilî olarak da mukâvemet teşkilâtı içinde vazîfe almışlardı.Halk üzerinde nüfûzları fevkalâde olduğundan, üzerlerine aldıkları vazîfeleri başarıyla yerine getirmişlerdi."İstanbul'un işgâlden kurtarılması ve Kurtuluş Savaşının zaferle netîcelenmesin den sonra dergâhından ayrılmayan Şeyh Atâ Efendi, sessiz kalmayı tercih etti. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra, Şeyh Atâ Efendinin Anadolu Kurtuluş hareketinin üssü olarak kullandığı Özbekler Tekkesi de kapatıldı. Tekkenin târihî kitâbesi de çimento ile sıvanarak terk edilmiş bir hâlde bırakıldı.Himmet ve gayretlerini sâdece ve yalnızca vatanın kurtuluşu için sarfeden, bu uğurda müslümanları aydınlatan ve teşvik eden Şeyh Atâ Efendi, 1936 senesinde İstanbul'da vefât etti. Onun tatlı hâtıraları hâlâ zihinlerde yaşamakta, kendinden sonra gelen nesillere örnek teşkil etmektedir. Kabri Üsküdar'dadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:57:03
HÜDÂYÎ YOLU

Salı, 27 Temmuz 2004
Sultan Ahmed Han, büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Kararını verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma merâsimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diğer âlimleri dâvet etti. Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazret leri vurdu. Pâdişâh, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan yıllar sonra, câmi yapıldı ve açılışını yapmak ve Cumâ hutbesini okumak üzere Azîz Mahmûd Hüdâyî dâvet edildi. Ancak o gün beklenmedik bir şey oldu. Önce bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Sonra fırtına ile berâber denizde dalgalar büyüdü, yükseldi ve şiddetlen di. Bu şartlar altında Üsküdar'dan Sarayburnu'na geçmek imkânsızlaşmıştı. Ne var ki Şeyh hazretleri Hünkâra söz vermişti. Bu sebeple Üsküdar iskelesine geldi ve bir kayık kiralayarak içine atladı. O binince sâdık talebeleri durur mu? Hemen onlar da bindiler. Böylece Şeyh hazretleri yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnu'na doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesâfesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâyî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola "Hüdâyî yolu" dendi ki, fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kabûl edilir.Bu sırada Ahmed Han da, Fevkânî Kasr-ı Hümâyûnunda telaş ve üzüntü içerisinde Hüdâyî hazretlerini bekliyordu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri tam köşkün yanına gelince, müthiş bir gümbürtü koptu. Kulakları sağır edecek bir biçimde patlayan gürültünün ardından düşen yıldırım, Kasr-ı Hümâyûnun bir yanını çökertti. Binâ allak bullak olmuş; ne pâdişâh dışarı çıkabiliyor, ne de bir kimse içeri girip onu kurtarabiliyordu. Ancak Hüdâyî hazretleri telaşlanmadılar. Kimsenin de telaşlanmasına fırsat vermediler. Hemen Kasr-ı Hümâyûnun çöken tarafına asâsını dayayıp binânın yıkılmasına engel oldu. Sonra Pâdişâhı ve yanındakileri tek tek köşkten indirdiler.Bu sırada dayanak direkleri de getirilmiş ve çöken yana konulmuştu. Köşkteki son kişinin de inmesini müteâkip gerekli tedbirlerin alındığını gören Hüdâyî hazretleri, bastonunu dayadığı yerden çektiler. O anda inanılmaz bir olay oldu. Küçük bir bastonun çektiği yüke direkler dayanamayıp çatır çatır kırıldı ve binâ çöktü.Bu olayı gören herkes Hüdâyî hazretlerine daha fazla gönülden bağlandı. Artık yağan yağmur ve kopan fırtına kimsenin umurunda değildi. Büyük bir alayla Sultanahmed Câmiine gelindi. Sonra câmi büyük mürşîdin eli ve duâsı ile ibâdete açıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:57:28
PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!

Çarşamba, 28 Temmuz 2004
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine: "Efendimiz, Eyüp'teki Baba Haydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamış tı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulun duğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine: "Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece: "Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere: "Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk: "Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses: "Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona: "Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek: "Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek: "Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi. Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:57:51
SULTAN II. BAYEZİD VE BABA YUSUF SİVRİHİSARİ

Perşembe, 29 Temmuz 2004
Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve câmide bulunan cemâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf hazretlerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etkilenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî'nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Sonra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de vermelerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular. İkinci Bâyezîd Han, Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi çok sever, sohbetinde bulunurdu. O da Sultanı çok severdi. Baba ve oğulluk sözleşmesi yapmışlardı. Bir sohbetlerinde pâdişâh ona; "Hacca gideceğin zaman mutlaka bana gel görüşelim." demişti. Bundan sonra Baba Yûsuf memleketine dönüp, orada bir müddet kaldı. Memleketinde iken rüyâsında Kâbe'de Hacer-i esved yanında manzûm bir kitap yazması işâret edildi. O zamana kadar hiç şiir yazmamıştı. Bu rüyâdan sonra şiir yazma kâbiliyeti hâsıl oldu. Sonra hacca gitmek üzere hazırlanıp, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hanı görmek üzere İstanbul'a gitti. Pâdişâh ona bir mikdâr altın verip; "Bunlar helâldir. Kendi elimle kazandım. Bu altınları Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin türbe-i mutahherasının kandillerine harcarsın. Mübârek türbesinin yanında dersin ki: "Yâ Resûlallah! Ümmetinin koruyucusu, günahkâr kul Bâyezîd sana selâm söyledi ve bu helâl altınları türbenin kandillerine yağ almak için gönderdi." de. Sonra; "Bu hediyenin kabûlü için yalvar, senin vâsıtanla kabûl olacağını ümid ediyorum." dedi. O da bu isteğini yerine getirmek üzere altınları alıp, vedâlaştı ve yola çıktı.Baba Yûsuf hazretleri, Mekke'ye varıp, hac ibâdetini yaptıktan sonra, bir sene orada kaldı. Rüyâsında Hacer-i esved yanında yazması emredilen manzûm kitabı yazdı. Çok güzel ve büyük bir kitâb oldu. Allahü teâlâ ona, orada daha önce hatırından geçirmediği mârifet kapılarını açtı ve bunları yazdığı kitapta topladı.Bir sene sonra da Mekke'den Medîne'ye gitti. Medîne-i münevvereye varınca, bir yün elbise giydi. Ellerini esir gibi arkadan bağlattı. Yere yatıp yüzü koyun sürünerek ve şefâat dileyerek Resûlullah efendimizin mübârek türbesine yaklaştı. Türbenin kubbesi dışında değerli bir asâ vardı. Türbedâr onu dikkatle korurdu. Resûlullah efendimiz rüyâda Baba Yûsuf'a bu asâyı almasını, üç parça edip, bir parçasını Bursa'da Seyyid Emîr Sultan türbesine, bir parçasını Hâcı Bayrâm-ı Velî'nin türbesine, bir parçasını da bir başka zâtın (üçüncü zâtın ismi, bu hâdiseyi nakleden tarafından hatırlanamamıştır.) türbesine koymasını emir buyurmuştur. Bu emir üzerine asâyı almak istediğinde, türbedâr mâni olmak istemiş, ancak Peygamber efendimiz türbedâra vermesini işâret buyurunca, asâyı vermiştir. Baba Yûsuf hazretleri, İkinci Bâyezîd'in isteğini arzu ettiği gibi yerine getirip, asâyı da alarak İstanbul'a döndü ve asâ husûsunda buyrulan emri aynen yerine getirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:58:11
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VE BAHRİ DEDE

Cuma, 30 Temmuz 2004
Kânûnî Sultan Süleymân Zigetvar seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer kazanmak için duâ etti. Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede'den de duâ iste mişti. Ayrıca fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin flori altın hediye etti. Bahri Dede bu hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katılacağı nı söyledi. Ordunun hareket günü gelince o da orduyla yola çıktı. Böyle evliyâ bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu. Zigetvar Kalesi kuşatılıp peşpeşe iki taarruz yapılmasına rağmen kale fethedileme di. Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti. Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı. Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu sebeple büyük bir azim içinde idiler. Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara yerleştirip fitilini ateşledi. O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükbaşısı şehît düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir gedik açtı. Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı. Bu seferde pâdişâh hastalanıp vefât etmişti. Ordu Bursa'ya döndükten sonra, Bahri Dede, sultanın kendine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp geri iâde etti. Kısa bir müddet sonra da vefât etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 03:58:30
SULTAN AHMED VE BOSTAN ÇELEBİ

Cumartesi, 31 Temmuz 2004
“Kadr” olması muhtemel olan bir gece Sultan Ahmed Han da şöyle bir rüyâ gördü:Saray-ı hümâyûndaki husûsî köşkün etrâfında heybetli ve nûrânî zâtlar geziniyordu. Onların kimler olduğunu araştırınca, yakın adamlarından birisi gelerek; "Sultânım! Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri köşkünüzü teşrif ettiler. Peşindekiler, onun dervişleri ve talebeleri dir." dedi. Bu haberi alan Sultan büyük bir sevinçle sarayın içine girdi ve orada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini gördü. İkrâm ve iltifât olmak üzere ona saltanat tahtına oturmasını teklif etti. O zaman Mevlânâ hazretleri; "Arşın gölgesi altında oturanlar, bu birkaç ağaç parçasından yapılmış tahta iner mi? Bu tac ve taht sizindir." buyurdu. Bu sırada Sultan Ahmed Han, Mevlânâ hazretlerinin orada bulunuşunu fırsat bilip, ondan devlete isyân eden, azgınlık ve taşkınlık yapan celâlîlerin hakkından gelebilmek için himmet ve hayır duâda bulunmalarını istedi. Mevlânâ hazretleri ona; "Sen eğer bizim çocuklarımıza karşı azgınlık ve taşkınlık edip onlara sıkıntı verenlere mâni olursan, biz de bunun mükâfâtı olarak mânevî yolla size karşı gelenlerin zararlarını ve çıkardıkları fitneleri def ederiz. Bostan'ımıza var, himmetine sarıl!" diye tenbih eyledi. Mevlânâ hazretleri oradan Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerini ziyârete gitti. Sultan Ahmed de kendisini tâkib etmişti. Gördü ki, Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri hayatta ve Mevlânâ hazretlerinin torunlarından biriyle sohbet etmektedir. Mevlânâ hazretleri de oraya varıp bu büyük sahâbîyle sohbetten sonra vedâ edip ayrılırken; "Benim Bostan'ım budur." diye işâret etti.Sultan Ahmed tam bu esnâda uyandı. Böyle mübârek bir rüyâ görmenin şükrânesi olarak Allahü teâlâ için kurbanlar kestirdikten başka, derhal Eyüb Sultan'a ziyârete gitti. Orada Bostan Çelebi'yi görünce sevindi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tenbihi üzere saray-ı hümâyûna dâvet etti. O da bu dâveti kabûl etti. Sultan ona Mevlânâ hazret lerinin oturduğu yere oturmasını teklif ettiğinde; "Mübârek dedemin yerine oturmam edebe sığmaz." diyerek, Sultanın akşamki rüyâsına işâret etti. Böylece Ahmed Han, Mevlânâ hazretlerinin; "Bostan'ımıza yapış." sözündeki inceliği ve Bostan Çelebi'nin de hâlinin yüksekliğini ve velî olduğunu anladı. Kendisine pekçok hürmet ve saygı gösterdi. Sohbetlerinden bereketlendi ve bütün sıkıntılarının giderilmesi için emirler verdi. Bu mübârek zâta ve mevleviyye yolunun büyüklerine eziyet edenlerin, rahatsızlık verenlerin cezâlandırılmasını istedi. Zâten Sultan Ahmed Hanın, Bostan Çelebi'ye gösterdiği hürmeti duyan fesadçılar, büyük bir korkuya kapılmışlar ve sözlerini kesmişlerdi. Bostan Çelebi bir müddet sonra Konya'ya gitmek üzere pâdişâhtan izin istedi. Bu mübârek zâttan ayrılmak, genç pâdişâh Ahmed Hana çok ağır geldi. Büyük bir kalabalıkla kendisini İstanbul'dan uğurladı. Ayrılırken memleketin isyâncıların şerrinden kurtulması için pekçok duâ eden Bostan Çelebi, Konya'da da muhteşem bir kalabalık tarafından karşılan dı. Bostan Çelebi'nin ayrılışının üzerinden çok geçmeden Ahmed Hanın Anadolu'da celâlîler üzerine gönderdiği ordunun zafer haberleri gelmeye başladı ve kısa sürede âsîlerin tamâmı temizlendi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:10:34
RÜSTEM PAŞA VE ŞEYH BURHANEDDİN

Pazar, 01 Ağustos 2004
Osmanlı devlet adamlarından Rüstem Paşa vezir olmayı arzu edip bunun için uğraşırdı. Fakat bâzı kimselerin aleyhinde çalışması sebebiyle Teke sancağına tâyin edilip, merkezden uzaklaştırıldı. Teke'ye vazîfeli olarak gidince Isparta'ya da uğradı. Orada zamânın meşhur velîsi, büyük mürşid Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin şöhretini duydu. Bu zâtı tanımak ve sohbetinde bulunmak için Eğridir'e ziyâretine gitti. Sohbetinde bulunup duâsını aldı. Şeyh hazretleri kendisine iltifat gösterdi. Bu tanışmadan sonra dergâhına sık sık gidip sohbetinde bulunurdu. Yine bir gece dergâha misâfir olmuştu. Bu ziyâretinde Rüstem Paşaya vezir olacağını iki defâ müjdeledi. Rüstem Paşa çok arzu ettiği vezirlik için ümit kesilmişken böyle bir müjdeye çok sevindi. O zâtın duâsını ve himmetini aldıktan sonra günden güne devlet kademelerinde yükselmeye başladı. Sonunda vazîriâzam oldu. Burhâneddîn hazretlerinin verdiği müjde gerçekleşince ona muhabbeti ve bağlılığı iyice arttı. Burhâneddîn hazretleri bir ara oğullarını görmek için İstanbul'a gitmişti. Rüstem Paşa vezîriâzam sıfatıyla ona çok alâka, hürmet gösterip, hizmet etti. Ayrıca Küçük Ayasofya Zâviyesini verip burada insanlara hak ve hakîkati anlatması için ısrarla ricâda bulundu. Ricâsını kabûl edip bir sene kadar bu zâviyede kaldı. Sonra evliyâ olan ecdâdının rûhâniyetinin işâreti ile Eğridir'de Mezâr-ı Şerîf denilen yerdeki dergâhlarına dönmeye karar verdi. Vezîriâzam Rüstem Paşaya; "Oğul! Biz dağ civârında büyüyüp uzlete, yalnızlığa alışmışız. Hayır duâmızı istersen bizi mekânımıza gönder. Sağ olursak üç dört senede bir İstanbul'a gelip sizi ve burada bulunan kâdı, müderris olan evlâdımızı ziyâret ederiz." dedi. Paşa bu durumu pâdişâh Sultan Süleymân Hana arz etti. Gerekli müsâade çıktı. Eğridir'de bir vazîfe verip maaş bağlamak istenince; "Bize otuz akçe kâfidir." dedi. Otuz akçe maaş ile Eğridir'e döndü. Dönmeden önce Rüstem Paşa onu pâdişâhla görüştürmeyi arzu ettiyse de şeyh hazretleri; "Sultanlarla görüşmek dervişlere zarar verir." diyerek görüşmedi. Burhâneddîn hazretleri Eğridir'e döndükten sonra Baba Çelebi adında biri hasedinden dolayı Rüstem Paşaya onun hakkında uygun olmayan sözler sarfederek kötüledi. Rüstem Paşanın îtimâdının ve muhabbetinin sarsılmasına sebeb oldu. Şeyh hazretleri bu durumun farkına varıp Rüstem Paşaya kırıldı. Bundan sonra Rüstem Paşa, Sultan Mustafa vak'asında vezirlikten uzaklaştırıldı. Ummadığı bir anda bu işin başına gelmesi onu şaşkın bir hâle soktu. Sonra bu işin, Burhâneddîn hazretlerini kırması sebebiyle başına geldiğinin farkına vararak ziyâretine gidip özür diledi. Daha sonra bir adamını gönderip, kusurumuza bakmasın, bizi bir kenara bırakıp himmetlerini çekmesinler diye haber yolladı. Ayrıca bu hâlini arzeden bir de mektup yazdı. Mektubu alıp okuyunca; "Evvelki sözümüz doğru çıktı ise sonraki sözümüz de doğru çıkar." buyurarak yeniden vezîriâzam olacağına işâret etti. Gelen haberci dönüp durumu Rüstem Paşaya anlattı. Rüstem Paşa onun teveccühleri ile yine vezîriâzam oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:11:21
AVUZ VE ŞEYH MEHMED EFENDİ

Pazartesi, 02 Ağustos 2004
Bir gün Yavuz Sultan Selîm'e bâzı kimseler gelerek Amasya'da Gümüşlüoğlu Şeyh Mehmed'in, Sultan Korkut sağdır diye propaganda yaptığını ve başına adamlar topladığı nı bildirdiler. Bunun üzerine Pâdişâh şeyhi getirtip İstanbul'da hapsettirdi. Şeyh Mehmed Efendi doğru sözlü, ihlâslı ve muhterem bir zâttı. Bunu bilen Vezîriâzam Pîri Paşa derhal Pâdişâhın yanına gelerek Şeyh Mehmed hakkındaki sözlerin asılsız olduğunu ve bunu tahkik için mûtemed birisinin memur edilmesini arzetti. Bunun üzerine Sultan Selîm Han da; "Ehl-i vukûftan birisini bana gönder." diye tenbihledi. Celâlzâde Mustafa Çelebi'yi gören Pîri Paşa; "Dîvânda meseleler görüşüldükten sonra pâdişâhın yanına gideceksin, bir yere ayrılma." diye bildirdi. Pâdişâhın huzûruna çıkacağını duyan Celâlzâde büyük bir heyecan geçirdi ve dîvân müzâkerelerinden sonra arz odasına girdi. Sultan Selîm Han bu esnâda bir kitap mütâlaası ile meşguldü. Celâlzâde'yi görünce; "Celâl oğlu Mustafa sen misin?" diye sordu. "Ben kulun Pâdişâhım." demesi üzerine; "Gümüşlüoğlunu nasıl bilir sin? Cevher veya meder midir? (Yâni cevher veya toprak mıdır) nice idrâk kılursın, bilürsin?" dedi. Mustafa Çelebi de; "Evliyâlık membaının, kaynağının cevheri ve nefisle mücâdele meydanının hâlis eri bir ulu kişi bilirim." diye cevap verince; "Ulu mu, ulu mu, ulu mu?" diye üç kere tekrar ederek hiddet göstermiş. Fakat Mustafa Çelebi'nin her defâsında; "Evet pâdişâhım ulu kişidir." demesiyle hiddeti geçmiş ve kendisiyle sonra yumuşak bir şekilde konuşmuştur. Bu arada Celâlzâde'ye yevmiyesini de soran Selîm Han, on akçe olduğunu duyunca çok az bulmuş ve artırılmasını emretmiştir. Sonra da; "Şeyhe bizden selâm söyle, hatırını hoş tutsun." diyerek Celâlzâde'yi Gümüşlüoğlu'na göndermiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:11:45
BEYKOZ, TOKAT BAHÇESİ 

Salı, 03 Ağustos 2004
Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre, Tokat bahçesi, Tokat kalesi’nin zaptının bir hatırası olarak Hz. Fatih’in emriyle yapılmıştır. Genis bir ormanlığı ihtiva eden bahçe, çitle çevrili olup, içinde av hayvanları hıfz edilirdi. Tokat bahçesinde bir kösk, büyük bir havuz ve suları kubbede asılı altın bir tasa kadar fışkıran güzel bir şadırvan, bir hamam ve müteaddid avlular vardı. Bir bahçe üstadı tarafından bakılan bu yerden IV. Murad çok haz eder, çemenzarında cirid oynardı. Bahçede Sultan IV. Murad’in attığı mızrağın mesafesini gösteren iki aded dikili taş vardı. Iki taş arasındaki mesafe 120 adımdı. Seyyahlar Hünkar iskelesinden Tokat bahçesine kadar olan sahanın “yeryüzünde cenneti andıran” güzelliğini meth ederek, onun Süleyman Han’ın dehasının bir mahsülü oldugunu, suların dört kat havuzdan aktığını, fakat sonra yüzüstü bırakılarak harab olduğunu ve bilahare 1746 senesinde Sultan I. Mahmud tarafından restore edildiğini söylerler. Duvarlarda Sultan Ahmed, Sultan Murad ve Sultan Osman zamanlarinda yazılmış güzel kitabeleri havi üç levha vardı. Bu kitabelerdeki yazılardan ikisi şöyledir: Ağaçlar altun olsa inciler yaprak İnsanın gözünü doyurmaz, illa toprak ...      Fikr et ey dil ki, doğduğun vakit Halk handan idi ve sen giryan    Ona sa’y et ki öldüğün vakit Halk giryan ola ve sen handan
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:12:07
ÇANDARLI KARA HALİL

Çarşamba, 04 Ağustos 2004
Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir büyük bey idi. O mübârek kimse, bir gün Alâüddîn-i Esved hazretlerini ziyârete gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzi ve orada bulunan Alâüddîn-i Esved'in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, talebeler arasında bulunan Kara Halil imâmete geçti. Hazır olan cemâate namaz kıldırdı. Alâüddîn-i Esved de odasından çıkıp geldi. Bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeple dinledikten sonra başını kaldırıp; "Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer'î, dînî hükümleri beyân etmek için bir hoca efendi, âlim lâzımdır. Talebenizden birini benimle sefere gitmek için tâyin etseniz." deyip, arzu ve isteğini arzetti. Alâüddîn-i Esved hazretleri Orhan Gâzi'nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra, talebelerine baktı. Her birinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanla berâber olan ulemâyı, dünyâya düşkün biliyorlardı. Sultanın kötülüklerine ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak Sultan Orhan, öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına kaymaktan sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâüddîn-i Esved namlı Kara Hocanın talebelerinden birinin de bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca da en gözde talebesi Çandarlı Kara Halil'i, Sultan Orhan Gâziye verdi. Kara Halil de; "Memur mâzurdur." hükmünce, hocasının emrine tâbi olup, Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının tatbîkinin, Devlet-i aliyye-i Osmâniye içerisinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde icrâsına, yapılmasına gayret eyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:12:43
MÂDEMKİ ALLAHÜ TEÂLÂNIN EMRİDİR

Perşembe, 05 Ağustos 2004
Murâd Han döneminde yeniçeri ocağının kuruluşuna ilk adım olmak üzere târihlerde şu vak'a anlatılmaktadır: "Sultan Murâd Gâzi, Edirne'de tahta geçüp oturdu. Bir gün Kara Rüstem derlerdi, Karaman vilâyetinden bir dânişmend geldi. Halil Hayreddîn Paşa ol vakitde kâdıasker idi. Kara Rüstem; Efendi! Bunca sultanlık malı niçün zâyi edersiniz, deyince, Kâdıasker; nice mal zâyi etmişiz, diye sordu. Kara Rüstem, bu gâziler ki gazâlarda esir çıkarırlar, cenâb-ı Hakk'ın emriyle beşde biri hünkârındır, dedi. Çandarlı Halil Hayreddîn bunu hemen Murâd Hana nakletti. Sultan: Mâdemki Allahü teâlânın emr-i şerîfidir şimden sonra alın, dedi... Bundan sonra Gâzi Evrenuz ve Lala Şâhin'e ısmarladılar ki akınlarda çıkan esirden beş başda birin pâdişâh için alalar. Bu usûl üzere hayli oğlanlar toplayıp Murâd Gâziye getürdüler. Halil Hayreddîn Paşa; bunları Türk'e verelüm hem müslüman olsunlar, dedi. Kabul edilip bunlar evvelen Türk köylüsünün yanına verildiler. Hem Türkçe öğrenip ve hem de müslüman oldular. Ondan sonra saray kapısına girüp, ak börk giydirip adını yeniçeri koydular."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:13:03
ÇELEBİ HALİFENİN KERAMETİ

Cuma, 06 Ağustos 2004
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın oğlu Bâyezîd Amasya vâlisi idi. Şehzâde Bâyezîd, Çelebi Halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendiye çok iltifât eder, talebele rine ve dergâhına ihsânlarda bulunur, duâlarını taleb ederdi. Fâtih Sultan Mehmed Han vefâtından önce de duâ etmesi için haber gönderip, fakirlere sadaka dağıttırmıştı. Her şehzâde gibi, şehzâde İkinci Bâyezîd de, babasından sonra pâdişâh olmak, kendisine veri len onca emeğe karşılıkta bulunmak istiyordu. Çünkü her şehzâde sultan olmak için yetiş tirilir, kısmetse sultan olurdu. Çelebî Halîfe, herkese karşı iyi niyet ve hüsn-i zân sâhibi, ilim ve tasavvuf ehli Şehzâdeyi kırmadı. Onun için duâ ve niyazda bulundu. Allahü teâlâ nın kerâmet sâhibi evliyâsından olan Çelebî Halîfe'ye, Şehzâde'nin sultan olacağı vakit ilhâm edildi. Çelebi Halîfe, Şehzâde Bâyezîd'e gönderdiği haberde; "Otuz üç gün sonra büyük bir hâdise olacak ve kırk gün sonra da sultan olacak." buyurdu. Gerçekten de, otuz üç gün sonra Fâtih Sultan Mehmed Han vefât etti. Şehzâde Bâyezîd, Vezîr-i âzam Karamânî Pîrî Mehmed Paşanın dâveti ile İstanbul'a gelip, Allahü teâlânın dînini ehl-i küfre yaymakla, insanlara huzûr ve saâdet dağıtmakla meşgûl olan ordunun ve devletin başına geçti. Vazîfeyi oğlu Yavuz Sultan Selîm Hana devredinceye kadar, tam bir adâletle memleketi idâre etti. Koca Mustafa Paşa'yı da kendine vezîr tâyîn etti. Koca Mustafa Paşa da, İstanbul'da bir dergâh ve câmi yaptırmıştı. Sultan, Çelebi Halîfe'yi İstanbul'a dâvet etti. O da İstanbul'a gelip, emrine verilen Kocamustafapaşa dergâhına yerleşti. İstanbul'da yıllarca hizmet verip, pekçok talebe yetiştirdi. Pâdişâh ve devlet adamlarından çok yakınlık görmesine rağmen, yanlarına hiç gitmezdi. Zikirle meşgûl olur, isteyenlere zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle vakit geçirirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:13:26
İSTERSENİZ GERİ DÖNEBİLİRSİNİZ

Cumartesi, 07 Ağustos 2004
Sultan İkinci Bâyezîd Hanın pâdişâhlığı sırasında İstanbul'da büyük bir zelzele olmuş, yüzlerce kişi ölmüş, vebâ salgını baş göstermişti. Çelebi Halîfe'nin büyüklüğünü kabûl eden Sultan İkinci Bâyezîd Han onu sık sık ziyâret ederek, duâsını almaya çalışırdı. Ona ve talebelerine iltifât ve ihsânlarda bulunurdu. Hattâ ilim ve fazîleti ile duâsının kabûl olduğuna inandığı Çelebi Halîfe'yi kırk talebesi ile birlikte Medîne-i münevvereye gönderdi. İstanbul'a isâbet eden, yüzlerce kişinin ölümüne sebeb olan vebâ musîbetinin kalkması için, Peygamber efendimizin kabrini ziyâret edip duâ ile şefâat dilemelerini istedi. Çelebi Halîfe talebeleriyle birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyâret etmek üzere İstanbul'dan ayrıldılar. Onların yola çıkmasından hemen sonra İstanbul'daki vebâ salgını son buldu.Vebâ salgınının Allahü teâlânın izniyle âniden durması başta pâdişâh olmak üzere bütün devlet adamlarında ve halkta büyük sevince yol açtı. Sultan İkinci Bâyezîd Han, Çelebi Halîfe'ye haber gönderip; "Gitmenize lüzûm kalmamıştır. İsterseniz geri dönebilirsiniz." dedi. Fakat gönlü mukaddes topraklara ulaşmak aşkıyla dolu olan Çelebî Halîfe; "Mâdem ki bu hayırlı yolculuğa niyet ettik. Hac vazîfemizi ifâ ile, iki cihânın efendisini ziyâret edip, Devlet-i Aliyye-i Osmâniye'nin selâmeti için duâ ve niyazda bulunalım. Allahü teâlânın sultanımıza hayırlı uzun ömürler ihsân etmesi için yalvaralım." dedi. Sultandan müsâde alarak yoluna devâm etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:14:20
KANUNİ�NİN MEVLANA�YI ZİYARETİ

Pazar, 08 Ağustos 2004
Kânûnî Sultan Süleymân Han 11 Haziran 1534'te Irakeyn seferine çıktığında 20 Temmuz’da Konya'ya geldi. Burada otağını kurup birkaç gün kaldı. Bu esnâda Konya'da medfûn bulunan başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olmak üzere velîlerin kabirlerini ziyâret etti. Kânûnî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi yanında dervişlerin namaz kılacakları, âriflerin duâ edip yalvaracakları bir mescid yaptırdı. Ayrıca Behâeddîn Sultan Veled hazretlerine âid eski ve yıkık bir medreseyi tâmir ettirip yeniledi. Bu sırada Çelebi Hüsrev hazretleri de dâhil olmak üzere mevlevî şeyhlerinin sohbet meclislerinde bulunup duâlarına kavuştu. Kânûnî Sultan Süleymân Han, evliyâ duâlarının da bereketi ile seferi zaferle netîce lendirdi. Bağdât'ı fethetti. Buradaki İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ve diğer velîlerin türbelerini tâmir ettirdi. Dönüşte tekrar Konya'ya geldi. Mevlânâ hazretleri nin türbedârı Osman Dede'nin sohbetlerinden bereketlenmek ve mânen istifâde etmek için onun birkaç sohbetinde bulundu. Bu sırada memleket meselelerinden bâzı müşkillerini arzeden Süleymân Han, o hususlarda kendisini rahatlatacak cevaplar aldı. Sohbet esnâsında kendisinde mânevî coşkunluk hâlleri meydana geldi. Bunları evliyâyı sevmenin bir alâmeti bilen şânı yüce pâdişâh bundan sonra şiirlerinde "Muhibbî" mahlasını kullanmaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân bu arada Çelebi Hüsrev Efendi ile de çok defâ sohbet etti. Çelebi hazretleri bu sohbetlerde pâdişâha Mesnevî'nin ince, derin ve akılları hayrette bırakan mânâlarından bahsetti. Kânûnî, işittiği, duyduğu bu gizli sırlardan öyle bir haz aldı ki, apayrı bir âlemde yaşadı. Kendisini değişik hâller kapladı. Kânûnî bir ara Şeyh Hüsrev hazretlerine bu hâllerini arzedip hikmetini sordu. Şeyh hazretleri; "Bu çeşit mânevî tesir ve kalb aydınlığı başka meclislerde hâsıl olmaz. Ancak gönül sâhiplerinin, Allahü teâlânın sevdiklerinin yüksek meclislerinde ele geçer." diye cevap verdi. Pâdişâh buna hayret edince de; "Sultânım! Her şey, kendisine uygun olan şeye tesir eder. Yâni söz ve kalıba âid olan şeyler, görünen his uzuvlarına tesir ettiği gibi, hâle ve kalbe âid şeyler de, görünmeyen duyguları, kalbi, aklı, rûhu aydınlatır." buyurdu. Bundan sonra pâdişâha, devamlı hal ve gönül sâhiplerine yönelip onlarla berâber ve irtibât hâlinde olmayı tavsiye etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:16:12
FATİH�İN RUHANİYETİ 

Pazartesi, 09 Ağustos 2004
Hâfız İsmâil Paşa, Ömer Rızâî hazretlerinin zaman zaman ziyâretine gider ve duâlarını istirham ederlerdi. 1805 yılında Sadâret makâmına geldikleri zaman bir gün Sultan Üçüncü Selîm Han; "Seksen bin asker hazır eyledim. Tuna boyuna göndermek murâdım dır." diye emir buyurdular. Bu emri alan İsmâil Paşa derhal Şeyh hazretlerine gelerek durumu bildirdi ve teveccühleri ile hayır duâlarına mazhar olmak istedi. Lâkin Ömer Rızâî hazretleri hiç bir söz beyan etmedi. O gece rüyâlarında hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbe-i şerîflerine dâvet olundu. Vardıklarında kıbleyi şerîfe karşı oturan iki muhterem zât gördü. Onlar da Ömer Rızâî Efendiyi gördüklerinde; "Gel yâ Şeyh Ömer! Bizleri bilir misin? Ben Fâtih Sultan Mehmed 'im bu da oğlum Bâyezîd'dir. Sultan Selîm oğlum Tuna cihetine asker göndermek ister. Ancak şimdi vakti değildir. Terk eylesün. Fesâda sebeb olur, haber ver." diye emir buyurdu. Ömer Rızâî hazretleri bu vakayı derhal İsmâil Paşaya yazarak haber verdi. Bunun üzerine harp ilânın dan vazgeçildi. Ancak 1806 da sadârete getirilen İbrâhim Hilmi Paşa döneminde Rusya'ya harp ilânı ile çıkan savaş ülke içinde fitne çıkarmak isteyen Nizâm-ı Cedid düşmanlarını harekete geçirdi. Kabakçı Mustafa adındaki bir âsinin liderliğinde kısa zamanda büyüyen isyan, Üçüncü Selîm Han'ın tahttan indirilmesine ve nihâyet şehid edilmesine kadar vardı. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:16:40
DERYA ALİ BABA

Salı, 10 Ağustos 2004
Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u küffâr elinden kurtarmak üzere kuşatmıştı. Fetih ordusu İstanbul surlarına dayanmış, Fâtih Sultan Mehmed Han fethin gerçekleşece ği zamânı sabırsızlıkla bekliyordu. Leşker-i duâ adı verilen duâ ordusu âlimler ve velîler, fetih için gözyaşı dökerek duâ ediyorlardı. Kır atının üstünde heybet ve celâdetle duran genç hükümdâr, orduyu şevke getirici konuşmalar yapıyordu. Etrâfa dalga dalga yayılan ordu, Feth-i mübînin gerçekleşmesi için canla başla çarpışıyordu. Şehir düşmek üzere idi. İşte tam bu kritik zamanda ordunun arasında; "Ordu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, çeşmeler akmıyor." şeklinde bir söylenti yayılmaya başladı. Bu kötü haber kısa zamanda her tarafta yayıldı. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılan bu söylenti nihâyet genç pâdişâhın kulağına kadar geldi. Bu haber üzerine genç pâdişâhın yüz hatları bir anda değişti. Etrâfında bulunan vazîfelilere hitâb ederek; "Tez gidin Sakabaşını bana getirin!.." dedi. Vazîfeliler hemen gidip Sakabaşı Ali Efendiyi genç pâdişâhın huzûruna getirdiler. Yüzünden nûr akan, hafif beli bükük Ali Efendi sırtında kırbası olduğu hâlde Fâtih Sultan Mehmed Hanın huzûruna girdi. Pâdişâh ne kadar telaşlı ve üzüntülüyse, Saka Ali Efendi de o kadar soğukkanlı ve sâkin duruyordu. En ufak bir endişe izi taşımıyor, her zamanki gibi tebessüm eder bir hâlde pâdişâhın yüzüne bakıyor du. Pâdişâh onun böyle kritik bir anda gâyet sâkin ve aldırmaz bir durumda olduğunu görünce iyice celâllendi ve şöyle seslendi:"Olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun Ali Efendi!.. Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılıyor. Neden gerekli tedbiri almazsın da bizi müşkil hâle düşürürsün? Şimdi ne olacak. Bu hâle nasıl çâre bulacağız?"Sakabaşı Ali Efendi gâyet sâkin ve tebessüm ederek; "Devletlü pâdişâhım! Merak etmeyiniz. Su çok." diye cevap verdi. Onun bu hâli karşısında daha da hiddetlenen genç pâdişâh; "Su çok mu dersin? Alay mı edersin sen askerle? Ordu susuzluktan kırılırken ne biçim laf edersin?" Sultanın iyice öfkelendiğini ve üzüldüğünü gören Sakabaşı Ali Efendi, arkasını pâdişâha dönüp, sırtındaki su kırbasını pâdişâhtan tarafa çevirdi ve; "Ben yalan söylemem sultanım. Bakın isterseniz ne kadar çok suyumuz var." dedi.Sakabaşı Ali Efendinin bu sözünden pek bir şey anlamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ali Efendinin sırtındaki kırbanın içine baktı. Bir de ne görsün? Kırbanın içinde bir deryâ büyük bir okyanus görünmekte. Göz alabildiğine uzanan su, bir değil, binlerce orduyu doyuracak kadar çok. Gözlerine inanamayan genç pâdişâh, yanında bulunanlara da kırbanın içine bakmalarını emretti. Sırasıyla kırbanın içine eğilip bakan vezirler, kumandanlar ve diğer vazîfeliler de büyük bir şaşkınlık ve hayret içinde aynı manzarayı gördüler.Olanların, Allahü  teâlânın velî kullarına ihsân ettiği bir kerâmet olduğunu anlayan genç pâdişâh, su bulunmasına rağmen askerin susuz bırakılmasından maksadın ne olduğunu birden kestiremedi. Sakabaşı Ali Efendiye dönerek; "Su bulunmasına rağmen nedir senin bu yaptığın?" diye seslendi. Pâdişâhın daha fazla gazaplanmasından çekindiği için olanları tek tek anlatmaya başladı:"Ey cihan pâdişâhı! İstediğin kadar su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk veremiyorum. Çünkü onlar kahramanca savaşıyor, yorulup terliyorlar. Eğer istedikleri kadar suyu versem hepsi hastalanıp yatacaklar. Sonra da zaferimiz tehlikeye düşecek düşüncesiyle böyle yapıyorum." dedi.Sakabaşı Ali Efendinin ârifâne sözleri ve kerâmeti karşısında söyleyecek söz bulamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, saygı ve muhabbet dolu nazarlarla ona bakmaya başladı.Kerâmet göstermekten kaçındığı halde, kerâmetinin ortaya çıktığını gören Sakabaşı Ali Efendi, sırtındaki kırbayı hızlıca yere bıraktı. Başta pâdişâh olmak üzere bütün vezirlerin ve âlimlerin hayret dolu bakışları arasında kırbanın düşüp parçalandığı yerde bir su kaynağı ortaya çıktı. Şırıl şırıl akan bu pınardan ordunun su ihtiyâcı giderildi. Bu hâdise üzerine Fâtih, Sakabaşı Ali Efendiye Deryâ Ali Baba ismini verdi.Olanlardan son derece memnun olan Fâtih Sultan Mehmed Han, yüksek bir velî olduğunu anladığı Deryâ Ali Baba'ya; "Ne murâd edersin ey Deryâ Ali! İste ki verelim." dedi.Deryâ Ali Baba'nın bu dünyâ ile ne alâkası olabilirdi. O, gönlünü yüce Rabbine bağlamış, Hakk'ın zikriyle ömrünü geçirmekteydi. O, görünen deryâlarda değil, ilâhî aşk deryâsında gark olmuştu.Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra büyük bir velî olan Sakabaşı Deryâ Ali Dede'yi unutmadı. Ona şimdi Kazlıçeşme'nin kurulu bulunduğu yerde geniş bir arâzi tahsis etti. Uzun yıllar burada yerleşen, İslâm dînine ve müslümanlara hizmet etmeyi tek gâye edinen Deryâ Ali Baba, Fâtih Sultan Mehmed Hanın saygı ve muhabbet duyduğu kimselerden oldu. Zaman zaman ziyâret eden Fâtih Sultan Mehmed Han ona ve sevenlerine iltifât ve ihsânlarda bulundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:17:34
ERZİ SÛFÎ BABA 

Çarşamba, 11 Ağustos 2004
Gargarofça kasabasından Koca Şâban adlı bir sipâhi, Terzi Sûfî nâmında sâlih bir kimse ile berâber Zigetvar seferine katıldı. Sirem sancakbeyi, Bâlî Beyin yanında karakol hizmetinde idiler. Çevreyi kontrol ettikten sonra, sahrada uyuya kaldılar. Bir müddet sonra uyanan Terzi Sûfî, Şâban Beyi uyandırıp; "Gel Şâban Bey, hücûma katılalım. İnşâallah hisar fetholunur." dedi. O da latîfe edip; “Düşte görmüşsen hayrola." dedi. Terzi Sûfî de; "İnşâallah olur. Ak abalı dervişler gelip, hisarı ateşe verip içeri girerler, hayır alâmetidir." dedi. Abdest alıp yola koyuldular. Kaleye yaklaştıklarında, sevinç çığlıkları atan askerler; "Muslihuddîn Efendi geldi. Kalenin fethini haber verdi." diyorlardı. Onlar yürüyüşe devâm ettiler. İşte bu sırada, hisarın alevler içinde yandığını gördüler. Hep berâber hücûm edip, fetihten ümitsiz iken, o gün kaleyi ele geçirdiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:18:01
MUSLİHUDDİN EFENDİ�NİN YARDIMI 

Perşembe, 12 Ağustos 2004
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Zigetvar seferi esnâsında kaleyi kuşatınca, Pertev Paşa da Küle kalesini kuşatıp, topa tuttu. Zafer müyesser olmadı. Muslihuddîn Efendi, Dimitrofça'dan talebelerini toplayıp, Küle'ye doğru yola çıktı. Muslihuddîn Efendinin oraya ulaştığı gün, asker arasında zafer haberi yayıldı. Askerin mâneviyâtı çok yükseldi. Askerler, daha kale alınmadan birbirlerini tebrik ediyorlardı. Kısa süre sonra İslâm ordusu kaleyi fethetti. Muslihuddîn Efendi, fetihten sonra Hüseyin Dede'ye; "Hemen bir  araba bul, öğleyin çıkıp Zigetvar gazâsına yetişelim!" diye tenbih etti. Hüseyin Dede, arayıp taradı, münâsip bir şey bulamadı. Bütün arabacılar, askere erzak ve silâh yetiştir mekle meşgûldü. Gelip Muslihuddîn Efendiye durumu arzetti. Muslihuddîn Efendi; "Ne yapıp yapmalı, bir araba bulmalıyız. Bütün erenler, gazâya çıktılar." dedi. Hüseyin Dede, yeniden araba aramaya çıkıp, ikindiye doğru bir araba buldu. O gece Travnik kasabasına vardılar. Ertesi gün ikindi saatine doğru, havâlideki nehre ulaştılar. Ancak yakında konak yeri olmadığından, bir saldırı tehlikesi vardı. Bunun için köprüden geçmeyip yukarıdan dolaştılar. Cumâ günü seher vakti kalkıp, öğle vaktinden sonra Şikloş'a yetiştiler. Oradan da sevenleri yanlarına katılıp, akşama doğru pâdişâhın ordusuna ulaştılar. Ertesi gün savaş alanına vardılar. Çok geçmeden hisâr tutuştu, yanmaya başladı. Bir müddet sonra da İslâm bayrağı Zigetvar kalesi burçlarında dalgalandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:18:53
ŞEHZADE SELİM VE MEVLANA CELALEDDİN-İ RÛMÎ

Cuma, 13 Ağustos 2004
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın oğlu Şehzâde Bâyezîd saltanat iddiâsı ile ayaklanmıştı. Kânûnî, diğer oğlu Selîm'i, onun üzerine gönderdi. Şehzâde Selîm kuvvet leri ile Konya'ya geldi. O öncelikle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek istedi. Yanında bulunanlarla birlikte türbeye girdi. Her zamanki yürüyüşü ile serbest bir şekilde kabre doğru ilerlerken, türbedâr Mahmûd Dede önünü kesti ve; "Mânâ âleminin sultanları olan böyle mübârek zâtların huzûrunda mütevâzî ve boynu bükük olmalıdır." diyerek ziyâret usûlünü hatırlattı. Bunun üzerine şehzâde ve yanındaki askerî erkân hatâlarını anladılar. Orada bulunan mihrabda Allah rızâsı için namaz kıldılar. Türbenin içini ve kubbeyi seyreden Şehzâde Selîm, oradaki tezyinâtı, süslemeleri görünce; "Acaba önce gelen sultanlar ve vezirler niçin lüzum görmüşler de bu kadar masraf etmişler." diye düşündü. Ancak bu sırada maddî perdeler gözlerinin önünden kalktı ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kabrinin yanında dikilen iki arslanın kendisine doğru hücum ettiklerini dehşetle gördü. Hemen, "Yetiş Mahmûd Dede!" diye bağırdı. Mahmûd Dede derhâl harekete geçerek şehzâdeyi arslanların parçalamasından kurtardı. Sonra şehzâdeye dönüp; "Evlâdım burası hakîkat sultanlarının pâyitahtıdır. Burada böyle arslanlar olmadan olmaz. Fakat onlar edep perdesini yırtanlara karşı harekete geçer ve böyle hârika gösterirler." diyerek îkâz etti.Şehzâde Selîm ertesi gün tekrar Mevlânâ hazretlerinin kabrini ziyârete gittiğinde türbenin kapısında mânâ âleminin sultanlarından Çelebi Hüsrev hazretleri ile karşılaştı. Ondaki vakar ve heybetin karşısında Şehzâde Selîm'e dünyâ sultanlığının verdiği heybet bir anda yok oldu. Şeyh hazretlerine pekçok edeb ve hürmet gösterdi. Bu tavrı ile şeyhin mânevî yardımına kavuştu. Şeyh Hüsrev kendisine; "Mânâ sultânı ile dünyâ sultânı karşısında bir tek kişi baş kaldırmış ne yapabilir." diyerek onun endişesini giderdi. Böylece zafer kazanacağını müjdelemiş oldu. Ayrıca tasarrufunun onun yanında olduğuna işâret etti. Ertesi gün Konya yakınında Şehzâde Selîm, Şehzâde Bâyezîd'i bozguna uğratıp mağlup etti (1559). Savaştan sonra Şeyh Hüsrev Efendinin yanına gelip muzaffer olmaları için duâcı olmaları ve mânevî yardımlarından dolayı teşekkürlerini arzetti. Ona karşı kalbinde büyük bir sevgi peydâ oldu. Pekçok ikrâm ve iltifâtlarda bulundu. Bütün mevlevî şeyhleri ve dervişlerini donatıp ihsânlarda bulundu. Ayrıca bu zaferin şükrânesi olarak gelip geçenlerin içmesi için bir de sebil yaptırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:19:23
OSMAN GAZİ VE KUMRAL EBDAL

Cumartesi, 14 Ağustos 2004
Osman Gazi zamanında Kumral Ebdal isminde, evliyadan bir zat vardı. Bir çok kerameti görülen bu zat, sık sık Hızır aleyhisselam ile görüşürdü. Yine bir defasında Hızır aleyhisselâm, Ebdal Kumral'a Osman Bey'den söz etti. Onun dağılmış olan müslümanları bir bayrak altında toplayacağından ve kurduğu devletin üç kıtaya yayılacağından bahsetti. Ebdal Kumral hazretleri bu genç beyi tanımıyordu. Ancak, birçok gazâda bulun duğunu ve zaman zaman gelip Şeyh Edebâlî'nin zâviyesinde misâfir kaldığını duymuştu. Hızır aleyhisselâm; "O genç erin, geleceği çok ümitlidir. Kendisine bu müjdemizi ulaştır" dedi. Kumral Ebdal kendisini tanımadığını söyleyince, Hızır aleyhisselâm; "Onu, Edebâlî hazretlerinin yanında bulacaksın. Şeyhe bu mevzuda bir rüyâsını nakledecektir." buyurdu. Kumral Ebdal, Hızır aleyhisselâmdan ayrılınca, içini bir ateş ve özlem sardı. Büyük doğuşun müjdesini içinde hissediyordu. Doğruca şeyhi Edebâlî hazretlerinin huzuruna varmak üzere yola çıktı.Bu sırada Osman Gâzi Şeyh Edebâlî'nin Bilecik'teki zâviyesinde misâfir bulunuyor du. Osman Gâzi o gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuğu altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin koltuk altına girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peyda oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladı, Osman Bey uyandı. Hemen abdest alıp şeyhinin huzûruna vardı. Baktı ki şeyhi birkaç derviş ile sohbet etmekte. Bunlardan biri de Ebdal Kumral'dı.Ebdal Kumral Osman Gâzinin rüyâsını dinlerken heyecandan kalbinin duracak gibi olduğunu hissetti. İşte Hızır aleyhisselâmın bahsettiği genç. İşte muazzam İslâm devletini kuracak genç mîmâr. Bu sıradaOsman Gâzinin rüyâsını dinleyen Şeyh Edebâlî tebessüm edip, ruhları okşayan tatlı bir sesle şöyle tâbir etti:"Ey Osman! Sana müjdeler olsun. Sana ve senin evlâdına Hak teâlâ saltanat verdi. Ve dünyâ âlem, evlâdının saltanat güneşi altında ola. Ve hem kızım Mal Hâtun sana helâl oldu."İşte şeyhi ile Hızır aleyhisselâmın söyledikleri de birbirini doğruladı. Ebdal Kumral hazretleri artık daha fazla dayanamayıp şeyhi ile mürid arasına girdi. Osman Gâziye Hızır aleyhisselâmın müjdesini de söyledikten sonra; "Ey Osman! Sana pâdişâhlık verildi. Bize şükrâne ne verirsin?" diye sordu. Osman Gâzi ise;"Ne vakit pâdişâh olursam sana bir şar, şehir vereyim." dedi. Ancak Ebdal Kumral'ın gözü öyle yükseklerde olmadığından; "Bize şu köyceğiz yeter. Şehirden vazgeçtik." dedi. Osman Gâzi kabûl etti. Ama Ebdal Kumral, ileride bu vaadi Osman Gâzinin çocuklarına karşı ispat etmek için yazılı bir belge istiyordu. Bu maksatla; "Öyleyse bize bir kâğıt ver." dedi. Osman Gâzi ise; "Kâğıt yerine işte bir kılıcım var. Babamdan ve dedemden kalmıştır. Onunla birlikte bir de maşrapa vereyim. Birlikte senin elinde olsunlar. Neslin bu nişanı saklasın. Eğer Hak teâlâ beni pâdişâhlığa eriştirirse benim neslim dahi bu alâmeti görüp kabûl etsinler, köyünü almasınlar." deyip verdi.BöyleceOsman Gâzinin kılıcı Ebdal Kumral ve onun nesli eline geçti. Ancak Kumral Ebdal hazretleri Osman Gâzinin tahta çıktığını göremedi. 1288'de Osman Gâzi, babası Ertuğrul Gâzinin yerine baş seçildiğinde o vefât etmişti. Osman Gâzi ise bu mücâhid şeyh hazretlerini unutmadı. Ona Ermeni Derbendinde güzel bir zâviye yaptırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:20:10
EBDAL MURAD�IN KILICI 

Pazar, 15 Ağustos 2004
Ebdal Murâd, Orhan Gâzinin Bursa'yı fethinde yanında bulunan mücâhidlerden idi. Yanında dâimâ bir tahta kılıç bulundurur, bu nasıl kılıç deyip alay edenlere; "Siz onun ne kadar keskin olduğunu bilmezsiniz" derdi.Ebdal Murâd fetih esnâsında Bursa kalesini gözetleme vazîfesi yaptı. "Hıdmet-ül-Mülûk nısf-üs-sülûk" (Devlet başkanlarına hizmet tarîkat yolculuğunun yarısıdır) sözü gereğince fetihde Sultan Orhan Gâziye maddî ve mânevî yardımlarda bulundu. Dört arşın uzunluğundaki tahta kılıç ile şaşılacak kahramanlıklar gösterdi. Tahta kılıcını kocaman bir kaya parçasına vurmasıyla kayayı ikiye ayırması düşmanı dehşete düşürdü. Harp bitip Bursa feth olunduktan sonra Ebdal Murâd'ın, Keşiş Dağı eteklerindeki tekkesine çekildiği ve Orhan Gâzinin tekkeye binden fazla bakır kapkacak verdiği rivâyet edilmektedir.Eskiden bu tekkede esnafa peştemal kuşatılır ve çeşitli eğlenceler yapılır, sonra daEbdal Murâd'ın türbesine gidilerek duâ edilir ve; "Destini destime vergil destikeremdir. Allah bir dedik, pervâne geldik, yönümüz dergâha döndük. Gün kubbe altında, yeşil seccâde üzerinde, erenler meydanında, sizler huzurunda peştemal kuşanıp bir murâd almaya geldik." denirdi. Sonra tekbirler getirilir. Velîlere rahmet okunurdu. Kalfalar, çıraklar esnâfın en yaşlısının ve ustasının elini öperlerdi. İhtiyâr usta da; "Allah mübârek etsin oğlum, sanatına doğru ol." diyerek duâ ederdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:20:48
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN HAN�IN ÇEKMECESİ 

Pazartesi, 16 Ağustos 2004
Kânûnî Sultan Süleymân Hân 1566 (H.974) senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü'ûd Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî'nin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü'ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli bir şeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Hanın, vefâtın dan bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü'ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü'ûd Efendiye verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı. Ebüssü'ûd Efendi, yazıların altında kendi imzâsını görünce; "Ey Süleymân! Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?" diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet etmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:21:50
MÜFTÎ OLSA GEREKTİR

Salı, 17 Ağustos 2004
Ebüssü'ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâmda Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendi mizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah'ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi. Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim" demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman da makbûl dür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî'ye hitâben; "Şu oturan kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; "Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir." Buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü'ûd bin Yavsî'dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:22:35
KUR�AN-I KER0ME HÜRMET

Çarşamba, 18 Ağustos 2004
Ertuğrul Gâzi bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzi, yüksekçe bir yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; "Bu kitap Allahü azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleri Kur'ân-ı kerîmdir." cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyâda kendisine; "Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim." diye hitâb olunduğunu işitti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:23:28
OSMAN GAZİ�NİN RÜYASI

Perşembe, 19 Ağustos 2004
Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik'teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü. Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisi nin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını şöyle tâbir etti: "Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra "Bey" olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek." dedi. Osman Beyi tebrik etti. gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. Osman Beyin, Mâl Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi.Edebâlî hazretleri, dâmâdı tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:24:58
YILDIRIM BAYEZİD�İN MENDİLİ

Cuma, 20 Ağustos 2004
Osmanlı ordusu Niğbolu kalesini kuşatmıştı. Kalenin fethi için günlerce kanlı çarpışma lar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücûmların en şiddetli ânında, daha önceki muhârebe de askerlerin yaralarını saran bir genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler, bu durum karşısında teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bir türlü bulamadılar. Yıldırım Bâyezîd Han, Rumeli fethinden sonra Bursa'ya gelmeyip Edirne'de konakladı. Bu sırada Yıldırım Bâyezîd'in kerîmesi (kızı), rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûl-i ekrem ona; "Oğlum Muhammed Buhârî ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!" buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve hayâ sâhibi Hundî Fâtıma Sultan, rüyâsını kimseye söyleyeme di. Ertesi gün yine Resûl-i ekremi rüyâda gördü. Server-i âlem, ona; "Eğer âhirette benden şefâat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhârî ile evlen." buyurdu. Hâlbuki Hundî Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleymân Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. Emîr Sultan, zâhiren fakîr ve garîb bir kimse idi. Hundî Sultan, bu çâresizlikler içinde bunalıp, duâ etti. "Acabâ Emîr Buhârî'nin bundan haberi var mı?" dedi. Kiminle ve nasıl haber gönderebileceğini düşünüyordu. Sonra kendisi gibi edeb ve hayâ sâhibi hizmetçisine rüyâsını anlattı ve durumu Emîr Sultan'a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi gidip durumu Emîr Sultan'a anlatınca, o; "Bizim de mâlûmumuzdur. Nikâhımız, Allahü teâlâ tarafından kıyıldı. Dînimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hundî Fâtıma Sultan'a iletin." dedi. Bunun üzerine Emîr Sultan, dünürler gönderip sultânın kızını istedi. Fakat Vâlide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; "Emîr Sultan'a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm." dedi. Emîr Sultan hazretleri de; "Sultan vâlidemiz develeri göndersinler, isteklerini yerine getirelim. İstediği altınları gönderelim." deyince, sarayı bir telâş aldı. Bu işe kimsenin aklı ermedi. Böyle fakir bir dervişin kırk deve yükü altını nasıl vereceğini, şaşkınlıkla karşıladılar. Saraydan kırk deveyi Emîr Sultan'a götürdüler. Emîr Sultan, develerle birlikte Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; "Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun." buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, Emîr Sultan; "Boşaltın, istediğiniz altın olsun." dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın oldu. Kimi kendisi için de almadığı, kimisi de yolda aldıklarını döktüğü için çok pişmân oldu.Emîr Sultan ile Hundî Fâtıma Sultan'ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emîr Sultan'a gönderdi. Emîr Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi. Harem Ağası içeri girip; "Vâlide Sultan'dan." diyerek, bohçayı Emîr Sultan'a verdi. Bohçayı bir kenara bırakan Emîr Sultan, onların sıhhat ve âfiyetleri için duâ etti. Sonra bohçayı açıp, içinden bir mendil aldı. Mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası'na; "Vâlide Sultan'a selâm söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin, sultânlara hediyesi ancak böyle köz parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim" dedi. Harem Ağası, herkesin şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı. Yolda giderken mendilin yanıp yanmadığını merak etti; fakat mendilden duman bile çıkmıyordu. Saraya kadar kendisini zor tuttu. Hediyeyi Vâlide Sultân'a teslim etti. Mendil sarayda olanların merakları arasında açıldı. Mendilin içinden ateş tâneleri değil, gözleri kamaştıran elmas parçaları çıktı. Bu durumun, Emîr Sultan hazretlerinin kerâmeti olduğu anlaşıldı. Nikâh haberi Edirne'ye ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd, Kapıkulu askerlerinden kırk askeri Süleymân Paşanın emrine vererek, Emîr Sultan'ın ve Hundî Hâtun'un başlarını getirmesi için Bursa'ya gönderdi. Süleymân Paşa Bursa'ya gelince, Vâlide Sultandan onları istedi. Vâlide Sultan vermeyince, kırk asker, Vâlide Sultan'ın sarayına saldırdı. Vâlide Sultan, onların bu saldırısından korktu. Emîr Sultan onun bu hâlini görünce, ona; "Bu dehşet ve korkunuz nedir? Allah aşkına söyleyin." dedi. Sonra Vâlide Sultan'a "Şu yayı alın ve oku gerin. Ben bakayım siz atın." dedi. Vâlide Sultan; "Ben ok atamam." deyince, Emîr Sultan; "Siz oku takın, o kendiliğinden gider." dedi. Bunun üzerine Vâlide Sultan, pencereden askerlere karşı oku kirişe koyup, bıraktı. Yeşil ok, parlayarak gidip kırkına saplandı. Askerler derhâl kaçtılar. Vâlide Sultan; "Yâ Emîr Sultan! Niye oku sen atmadın da bize attırdın?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Eğer oku biz atmış olsaydık, hem o askerlerin, hem de Osmanoğullarının nesilleri helâk olurdu. Onun için bu işi size yaptırdık." dedi.Pâdişâhın, Emîr Sultan'ın ve kızı Hundî Sultân'ın öldürülmesi için Bursa'ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenârî, Yıldırım Bâyezîd'e şu mektubu yazdı:"Mektubuma, dâimâ kullarına acıyıcı olan Allahü teâlânın adıyla başlarım. İnsanların en âcizi olan ben, Türk ve İslâm memleketlerinin koruyucusu, Osmanoğullarının övündüğü ve Hak uğruna savaş edenlerin başkanı, İslâm dîninin ve müslümanların yardımcısı olan, Pâdişâhımın ömrünün uzun olmasını ve evlâdının çoğalıp kıyâmete kadar şan ve şerefle yaşamasını Rabbimden niyâz ederim.Sultânımızın şunu bilmesi gerekir. Bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'dan önce, Îsâ aleyhisselâm, kendine inananlardan üç kişiyi Hak dîne dâvet için bir beldeye gönder mişti. Fakat oranın halkı, onları yalanlayıp ödürdüler. Bu cinâyeti işledikten sonra, sevinerek evlerine gittiler. Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarından râzı olmadı ve Cebrâil aleyhisselâm a, o belde üzerinde yürekleri parçalayıcı, korkunç ve keskin bir sesle haykırmasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm haykırınca, oradakilerin hepsi bir anda öldü. Böyle büyük bir felâkete düşmekten Allahü teâlâya sığınırız.Şimdi bizim de Sultânımızdan bir ricâmız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emîr Sultan, Resûl-i ekremin neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalbli, Peygamber neslinden bir kişi, zamânımıza kadar Anadolu'ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhârâ' dan Anadolu'ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığı nız hâlde, mânevî irâde üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünyâ ve âhiret saâdetiniz artacaktır.Şunu da bildireyim ki, bu dâmâdınız, Peygamber efendimizin; "Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." buyurduğu kimselerdendir. Bizim böyle seyyidlerden gördüğümüz feyz eserlerini, hazret-i Muhammed'den sonra kimse göstermemiştir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultânımızındır."Aradan günler geçtikten sonra Bursa'ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayan lar arasında Emîr Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan, ona şifreli olarak; "O el çabukluğu ne idi?" diye sordu. Emîr Sultan; "Allah'ın kuvvet ve yardımı, o bîat edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üzerindedir." (Feth sûresi: 10) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; "Ya o mendilin yarısı ne oldu?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bendeniz dâmâdınız Muhammed Şemseddîn." dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamı*** ikisi de ağladılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:25:49
YILDIRIM BAYEZİD VE İHTİYAR KADIN

Cumartesi, 21 Ağustos 2004
Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganîmetler ile müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa'nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezîrini de haberdar etti. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sâhip leri ne mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat câminin inşâ edileceği yerde bir ihtiyar kadıncağızın evi vardı. Bu hanım; "Ben evimi satmam." diye inâd etti. Ona; "Bize bu ev mutlaka lâzım." denildi ise de, hiçbir kimsenin, sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han da o kadının yanına gidip, durumu anlattı. Fakat, kadını fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu husûsu görüştü. Dîvânda, Emîr Sultan hazret lerine durumun bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr Sultan'ın huzûruna giderek durumu anlattı ve; "Sizin hizmetinize muhtâcız, yoksa câmi-i şerîf yapılamaz." dedi. Emîr Sultan; "Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır." diyerek Sultânı teselli ve teskin etti. O gece ihtiyar kadın rüyâsında, mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed Mustafâ'dan şefâat umup, Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet'e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd etmeye başlayınca, zebâniler ona; "Niye ağlıyorsun?" diye sordular. İhtiyar kadın; "Müslüman tâife Cennet'e gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım." dedi. O sırada gâibden bir ses; "Eğer sen de Cennet'e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Hana evini sat, inâd etme, yoksa inatçılardan olup, ehl-i nâr, cehennemlik olursun." dediği ânda, ihtiyar kadın hemen uyandı. Uyandığı zaman, evinin bir nûr ile kaplanmış olduğu nu gördü. "Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum." diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini sattı ve câminin yapılmasına vesîle oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:26:13
ARTIK GÖÇ VAKTİ GELDİ

Pazar, 22 Ağustos 2004
Emîr Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki Müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemeyen Emîr Sultan, sonucun ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşının başlamasına çok az bir zaman varken, hanımı Hundî Hâtun; "Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz yâ Emîr?" diye sordu. Emîr Sultan; "Telâşın boşunadır yâ Hundî! Bu savaş bizim aleyhimizedir. Bunu muhteşem pederinize daha önce arzettim." deyince, hanımı; "Ne olursa olsun. Şu anda babamın yanında olmanızı arzu ediyorum." dedi. Hanımının isteği üzerine Allahü teâlânın izniyle bir anda cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan vazgeçiremedi. Emîr Sultan'ın îkâz ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd'in aleyhine sonuçlandı. Ankara Savaşından sonra Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine gelip konakladı. Ordu uzun süre burada kaldığı için, Bursa'da yiyecek tükendi ve halk sıkıntı içine düştü. Bunun üzerine halk Emîr Sultan'a gidip yardım istedi. Emîr Sultan onlardan birisine; "Tîmûr'un ordusuna git, orada kumral sakallı, kırmızı yüzlü, kimsenin yüzüne bakmayan, bizi yürekten sevenlerden bir eskici var. Ona selâm söyle ve bir aydan beri müslümanlar yiyeceksiz kaldı. Göçmezler mi acabâ? de!" buyurdu. Bu emri alan kişi, Tîmûr'un ordusun daki eskiciyi buldu ve Emîr Sultan'ın sözlerini nakletti. Eskici Baba; "Evet, buraya geleli epey oldu. Artık göç vakti geldi." diyerek elindeki iğne ipliği bir kutuya yerleştirdi. O anda orduda toplanma hazırlıkları başladı. Kısa süre sonra Tîmûr ordusu şehri terk etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:27:04
ÇELEBİ MEHMED VE MOLLA ALİ

Pazartesi, 23 Ağustos 2004
Yıldırım Bâyezîd'in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya'da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmed, bir gün Molla Ali'yi huzûruna dâvet edip dedi ki: "Yâ Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bâyezîd'in başına gelen musîbet ve belâların sebeplerini düşünebiliyor musun? Görüyorsun ki, herbirimiz bir yere ayrıldık. Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi'nin üzerine yürüdü ve Bursa'da tahta oturdu. Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne'de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle Edirne'de oturan kardeşim Süleymân Çelebi'nin fitne ve fesâdından korkulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu olaylar karşısında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht düşüncesini terk ederek hacca gidelim!" Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem ağlıyordu. Akşam ikisi de istihâreye yattı. Çelebi Mehmed rüyâsında dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr'ı gördü. Yanında Emîr Sultan vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek; "Haydi yiğidim! Din esâslarını ikâme eyle!" dediler. Çelebi, ata binmek istemediği hâlde, çâresizlik içinde binmek zorunda kaldığını ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü. Molla, aynı gece rüyâsında Bursa'da oldu ğu ve Çelebi Mehmed'i tahtın üstünde, Mûsâ Çelebi'yi ise tahtın altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa'ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti. Rüyâda gördüğü gibi Osmanlı tahtına sâhib oldu. Yıldırım Bâyezîd'in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya'da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmed, bir gün Molla Ali'yi huzûruna dâvet edip dedi ki: "Yâ Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bâyezîd'in başına gelen musîbet ve belâların sebeplerini düşünebiliyor musun? Görüyor sun ki, herbirimiz bir yere ayrıldık. Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi'nin üzerine yürüdü ve Bursa'da tahta oturdu. Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne'de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle Edirne'de oturan kardeşim Süleymân Çelebi'nin fitne ve fesâdından korkulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu olaylar karşısında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht düşünces ini terk ederek hacca gidelim!" Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem ağlıyordu. Akşam ikisi de istihâreye yattı. Çelebi Mehmed rüyâsında dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr'ı gördü. Yanında Emîr Sultan vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek; "Haydi yiğidim! Din esâslarını ikâme eyle!" dediler. Çelebi, ata binmek istemediği hâlde, çâresizlik içinde binmek zorunda kaldığını ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü. Molla, aynı gece rüyâsında Bursa'da olduğu ve Çelebi Mehmed'i tahtın üstünde, Mûsâ Çelebi'yi ise tahtın altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa'ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti. Rüyâda gördüğü gibi Osmanlı tahtına sâhib oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:27:52
SİZE İTAAT ETTİK VE UYDUK

Salı, 24 Ağustos 2004
Penç kalesi, Süleymân Şah zamânında mücâhid gâzîler tarafından alınmak istendi. Kaleyi top ve tüfekle günlerce muhâsara altında tuttular. Bu sırada yirmiden fazla gâzî, orduya azık getirmek için, Penç Kalesinin ilerisindeki Lince vilâyeti taraflarına giderlerken, yolda bol miktârda ganîmet ele geçirdiler.  Gazîler bu ganîmetin verdiği sevinç içinde yollarına devam ederlerken, karşılarına yedi yüz kadar düşman askeri çıktı. Gâzilerin sayısı az olduğu için onlara teslim oldular. Düşman askerleri bunları alıp, Lince'ye yedi gün mesâfe uzaklıkta ve deniz kenarında bulunan Papa Suntüres Kalesine hapsettiler. Bu kalenin tâmire ihtiyâcı vardı. Bu yüzden esir müslümanları tâmir için gündüz çalıştırırlar, gece hapsederlerdi. Bu esirlerin içinde, Ahmed Zâza isminde bir zât vardı. Bu zât şöyle anlatır: "Beni ve altı arkadaşımı bir papaza hizmet için verdiler. Papaz her gün bize; "Gelin bizim dînimize girin. Sizi evlendirelim. Elinize para verip, sizi rahat ettirelim." diye teklifte bulunurdu. Sonunda papaz bizi, hıristiyan yapamayacağını anlayınca, bizim yanı mıza gelmez oldu. "Canın Cehennem'e ey papaz!" diyerek, yedi yıl papaza hizmet ettik. Günlerden, düşmanlarımızın yortu dedikleri bir gün idi. Hizmetinde bulunduğumuz rahip ile birkaç papaz aralarında konuşup, içki içtiler. Bir süre sonra sarhoş olup akılları başla rından gitti ve yere yıkılıp kaldılar. Ben, boğazımda ve ayağımda zincirlere bağlı halkalar olduğu hâlde hapishanede yatıyordum. Gece yarısı rüyâmda; "Emîr Sultan geliyor!" dedi ler. O ânda yeşil elbise giymiş nûrânî yüzlü bir zâtın bana doğru yöneldiğini gördüm. O zât yanıma geldi, elini boğazımdaki zincire uzatıp, çıkardı. Bana; "Ey mahpûs! Şimdi kâfir lerden sen ve arkadaşların kurtuldu. Hemen vatanınıza gidiniz." dedi. Hemen uyandım. Boğazımdaki zincirin çıktığını gördüm. Allahü teâlâya hamd edip, yanımda yatan arkadaşlarımı uyandırdım ve onların ayaklarındaki ve boynundaki zincirleri çıkardım. Sonra gördüğüm rüyâyı anlattım ve; "İnşâallah, şimdi serbestsiniz. İsterseniz bana tâbi olunuz." dedim. Onlar da; "Sana itâat ettik ve uyduk." dediler. Onlara; "Gelin şimdi papazlar ne haldedir onları görelim." dedim. Onlar da râzı oldular ve yukarıya çıktık. Papazlar kendilerinden geçmiş bir hâlde yatıyorlardı. Kılıçları duvarda asılı idi. Hemen arkadaşlarımla o kılıçları alıp, papazları öldürdük. Kale kapısına varınca, nöbetçiyi de öldürerek dışarıya çıktık. Kıyıda, gemiye bağlı bir sandal duruyordu. Sandalın içinde sarhoş birinin uyuduğunu gördük. Onu da öldürdük ve sandalla oradan uzaklaşmaya başladık. Allahü teâlâya şükrederek, yedi gün yedi gece kürek çekip bir kıyıya ulaştık. Sandalın içinde bir kap sirke ile altı ekmek vardı. Kıyıya varıncaya kadar onunla idâre ettik. Karaya çıktıktan sonra, topladığımız otları yemeğe başladık. Su bulamadığımız için, iki arkadaşımız susuzluktan öldü. Bir gölün kıyısına vardığımızda, su içmeyeli üç gün olmuştu. Gölden su içeriz zannettik, fakat gölün etrâfı yırtıcı hayvanlarla dolu idi. Korkumuzdan su içmeden yolumuza devâm ettik. Hâlsiz, çâresiz bir hâlde, birbirimize dayanak olarak bir akarsu kıyısına vardık. Su içtik ve biraz istirahat ettik. Orada açlıktan bir arkadaşımızı daha kaybettik. Dört kişi kalmıştık. Yolumuza devâm ettik. Ben, Emîr Sultan'ın yardımı ile bir yere ulaşıp kurtulacağımıza inanıyordum. Bir süre sonra Düzân kalesine vardık. Orada kimse bize, siz kaçak mısınız demedi ve bizi tutuklamaya kalkmadı. Görenler bize acı***, ekmek ve yiyecek verdiler. Kaleye varıp, kale komutanına hâlimizi bildirdik. O da bizi yedirip içirdikten sonra, Semendere iskelesine gönderdi. Her birimiz oradan vatanlarımıza gittik. Çocuklarımızı sağ bulduk. Bir süre çocuklarımızla kaldıktan sonra, Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyârete gitmek için bir yerde buluştuk ve Bursa'ya gittik. Orada Emîr Sultan'ın türbesini ziyâret ederek, nezrimizi yerine getirdik."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 16:29:23
YEŞİL SARIKLI GAZİ

Çarşamba, 25 Ağustos 2004
Gavs-ül-Memdûh'un akrabâlarından Ali Efendi birkaç arkadaşıyla hacca gitmişti. Dönüşte Lazkiye civârına geldiklerinde yiyecekleri bitti. Lazkiye'ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattılar ve yardım talebinde bulundular. Onların Tillolu olduğunu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğunu söyledi. Paşa buna çok sevindi ve hocalarının evsâfını sordu. O da tek tek anlattı. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdı. Acabâ paşa, hocamı nereden tanıyordu? Dayanamayıp sordu. Paşa da cevap olarak şöyle anlattı: Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı, gerek silâh, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek gâlip gelmemizi emretti. Başüstüne, diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere namazlarını geçirmemeleri için tekrâr tekrâr tenbih ettim. Sonra helallaşmalarını, âmirlerine mutlak itaat edip zamanın velîlerinden imdâd istemelerini söyledim. Böylece maddî ve mânevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakk'a çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamânın Gavs'ından da yardım istedim.Fecr vaktinde askerimi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerimle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; "Allah Allah!.." nidâlarıyla hücûma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafın da bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücûm ettiğini gördük. Bu gelen nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıcı ile; "Allahü Ekber" nidâlarıyla hücûm üzerine hücûm tâzeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyecana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk.Bizim bu ânî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pek çoğunu öldürdük, bir kısmını esir aldık. Pek azı kaçabilmişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti.  Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esiri yere bıraktı ve; "Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtıyordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!" buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; "Canım size fedâ olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?" diye sordum. "Tillolu Memdûh'um." diyerek atını mahmuzladı. Önce şâha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı.O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak içinAllahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo'ya vardığınızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefâat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:10:09
O SÂHİBİNE TESLİM OLDU

Perşembe, 26 Ağustos 2004
Sultan İkinci Murâd Hanın otuz bin akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr Sultan'ı ziyâret için gittiğinde; "Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim." dedi. Bu arada Emîr Sultan'ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine; "Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı alıp gelsem, atın timar ve bakım işlerini yapsam." diye kalbinden geçirdi. Emîr Sultan hazretleri ona dönerek; "Ey Hacı Babam! Gidin o ata, "Senin şimdiki sâhibin, Allahü teâlânın emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî sâhibine tâbi olup, Allahü teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer misin?" deyin. Bakalım ne işâret eder?" dedi. O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan'ın dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr Sultan; "Hacı Baba, o kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin." dedi. Bunun üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr Sultan hazretleri o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. At, yanına yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid'at, kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet itikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid'at sâhiplerine yanına yaklaşmamaları için tenbihte bulunurlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:10:45
GEYİKLİ BABA VE ORHAN GAZİ

Cuma, 27 Ağustos 2004
 Orhan Gâzi ise Bursa'nın fethinde yardıma gelen evliyânın gönlünü almak, onların bereketli duâlarına kavuşmak için bir imâret yaptırdı. Onları Bursa'ya dâvet etti. Bu arada Bursa'nın fethinden sonra bir daha görmediği Geyikli Babanın da gelmesini istedi ve; "Eğer gelmezse, ben varıp elini öpeyim." dedi. Geyikli Babayı arayıp buldular. Sultân ın sözünü arz ettiler ve Bursa'ya dâvet ettiler. Geyikli Baba bu dâvete rızâ göstermedi. "Sakın Orhan da gelmesin. Dervişler gönül ehli olurlar, gözetirler. Öyle bir vakitte varırlar ki, vardıkları zamanda ettikleri duânın kabûl olmasını arzu ederler." buyurdu. "Bâri Orhan Gâziye duâ et." dediklerinde; "Biz onu hâtırımızdan çıkarmıyoruz. Her zaman devletine duâ ile meşgûlüz. Onun İslâmiyete hizmeti sebebiyle, sevgi ve muhabbeti kalbimizde taht kurmuştur." diye haber gönderdi. Aradan zaman geçti. Geyikli Baba, dergâhının yanından bir ağaç dalı keserek omuzuna alıp yola revân oldu. Doğru Bursa Hisarına vardı. Pâdişâh sarayına girip, avlu kapısının iç tarafına, getirdiği dalı dikmeye başladı. SultanOrhan Gâziye haber verdiler. "Bir derviş gelmiş, saray avlusuna ağaç diker." dediler. Sultan çıkıp hâli gördü. Bu dervişin Geyikli Baba olduğunu bildi. Geyikli Baba, ağacı dikince doğruldu ve Orhan Gâziye; "Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duâsı senin ve neslinin üzerindedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak, evlatların dîn-i İslâma çok hizmet edecekler." deyip; "Kökü sâbit, dalları ise göktedir." meâlindeki, İbrâhim sûresi 24. âyet-i kerîmesini okudu. Az sonra da geldiği gibi gitti.Diktiği ağaç ulu bir çınar oldu. O ağacın bugün Bursa'da hazret-i Üftâde'ye giden Kavaklı Caddedeki çınar ağacı olduğu söylenmektedir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:11:57
BİZİM TALEBELERİMİZ BU KADARDIR

Cumartesi, 28 Ağustos 2004
Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin vâzlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram'ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; "Sultânım! Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!" diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip; "O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!" emrini verdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne'den kalkıp psüratle Ankara'ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; "Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?" diye sorunca, onlar da; "Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz." dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; "O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir." diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî'ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî'ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; "Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim." dediler.Hacı Bayram; "Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bek ledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayı nız ve bir an önce buradan gidelim." buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; "Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim." dediler.Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale Boğazından geçip, Edirne'ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasd eden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; "Yolculugunuz zahmetli oldu herhalde." dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; "İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık." diyerek, pâdişâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara'dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî'ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî; "Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz." diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; "Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz." dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî'yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.Hacı Bayram-ı Velî, Ankara'ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî'nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara'nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî'den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı.Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara'nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; "Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın." diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî'nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; "Derviş lerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin." buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak için talebe görünenler; "Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik." diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; "Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir." buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:12:37
FÂSIKLARDAN UZAKLAŞ 

Pazar, 29 Ağustos 2004
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler."Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimesye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:13:08
FERİD PAŞA VE HACI ABDULLAH EFENDİ

Pazartesi, 30 Ağustos 2004
Bir gün Konya Vâlisi Ferîd Paşa, Hacı Abdullah Efendinin ziyâretine geldi. Birkaç gün Seydişehir'de kalan Paşa, Abdullah Efendinin sohbetlerine katıldı. Paşa ayrılmak üzere izin isteyince, Abdullah Efendi, işlerinin hayırlı olması için Paşaya duâ etti. Paşa ayrılırken; "Duâ buyurun efendim! İlk fırsatta ziyâretinize tekrar geleceğim." deyince, Abdullah Efendi; "Seydişehir'e son gelişiniz, bir daha görüşemeyeceğiz." buyurdu. Bu sözlerden Ferîd Paşa üzülünce, Abdullah Efendi; "Merak etmeyin netice hayırlıdır." dedi. Seydişehir'den ayrılan Ferîd Paşa AntalyaSancağına teftiş için gitti. Burada sadrâzam olduğuna dâir telgraf alarak hemen deniz yoluyla İstanbul'a gitti. Bir daha Seydişehir'e gelmek nasîb olmadı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:13:34
MÜBAREK BELDELERİN HİZMETİ ONA VERİLDİ 

Salı, 31 Ağustos 2004
Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın." Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi'nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi'yi ziyârete gelenler den bâzıları Molla Şemseddîn'le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalışmasına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp, dizine yapıştı ve; "Korkma, biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik." dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp, sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: "Arap diyârının tamâmı fethedilip Osmanlı topraklarına katılacak mı? Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek?" O zât dedi ki: "Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendirildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne'nin hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm pâdişâhları arasında makbûl olan Âl-i Osman'dır. Selîm Hân dahî evliyânın dışında değildir." dedi.Molla Şemseddîn dedi ki: Sultan Selîm'in saltanat süresi uzun sürer mi?" O kimse; "Üç yıl vakti vardır." dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: "Konağında oturduğum Halîmî Efendinin sonu nicedir? Yâni ne zaman vefât eder?" O zât dedi ki: “Şam'ı öteye geçemez, orada kalır." Şemseddîn Efendi dedi ki: "Ya benim ölümüm ne zaman olur?" O zât; "Kişiye kendi ölüm zamânını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefs nerede öleceğini bilemez." dedi. Şemseddîn Efendi; "Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarınız." dedi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile aynı günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Yavuz Sultan Selîm Hân, üçünüzün de cenâze namazında hazır bulunur." dedi. Koynundan bir arâkiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp, Şemseddîn Efendiye;"Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin." buyurdu. Bir daha çıkarıp; "Bunu da Halîmî Çelebi'ye veresin" dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; "Bana bir hâtıranız olmaz mı." dedi. "Sana bir şey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen, başımdaki arâkiyyeyi vereyim." dedi. Şemseddîn Efendinin istek göstermesi üzerine başındaki arâkiyyeyi ona verip; "Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim." dedi. Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.Bu durumları Hasan Can'a anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaştırması için verdi. Hasan Can da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanın huzûruna vardı. Olanları anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alıp, kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:14:08
KENDİLİĞİNDEN BURALARA GELMEZ 

Çarşamba, 01 Eylül 2004
 Yavuz Sultan Selim Hanın nedimi Hasan Can’ın babası Tebriz’in ileri gelen alimlerinden idi. Bir gün, babası ile Şeyh Erdebili hazretleri arasında vukû bulan bir konuşmayı şöyle nakletmektedir:"Bir gün ikindi namazını şeyh ile birlikte cemâatle kıldık. Namazdan sonra Amme (Nebe') sûresi okundukta, Şeyh Erdebîlî hazretleri babamı yanına çağırıp buyurdu ki: "Hak teâlâ, sizi ve evlâdınızı, bu büyük belâdan koruyacaktır. Çünkü sizler, Hâfız-ı Kur'ân olup, Hakk'ın kelâmını nâzil olduğu gibi korumaktasınız." Bunun üzerine babam (Hâfız Mehmed Efendi), Şeyh Erdebîlî hazretlerine; "Osmanlı Sultanı bu ülkeye ayak basmak üzeredir. Bu işin sonunun nereye varacağı görünüyor?" diye suâl etti. Şeyh hazretleri de; "Bu gelen Sultan öyle bir zâttır ki, kendiliğinden buralara gelmez. Bu bedbahtı (Şâh İsmâil'i) tedib etmek, cezâlandırmak için, Hak teâlâ tarafından memur edilmiştir. Bütün evliyânın ruhları onunladır. Kendisi dahi, evliyâlıkta rütbe ve makam sâhibidir." diye cevap verdi. Babam dedi ki: "Cezâlandırmak için geliyor, buyurduğunuzdan anlaşılıyor ki, Şâhı tepeleyip mağlûb edecektir." Şeyh hazretleri buyurdu ki: "Allahü tâlâ daha iyisini bilir ki, büyük bir bozgun var. Fakat Şâh İsmâil bu arada canını kurtaracaktır."Neticede Şeyh hazretlerinin buyurduğu gibi Yavuz Sultan Selîm Han, Çaldıran zaferinde Şâhı ve askerlerini büyük bir bozguna uğrattı. Şâh İsmâil perişân bir vaziyette, taht ve tâcını bırakarak harb meydanından kaçtı. Az bir mâiyetiyle canını zor kurtardı. Ehl-i sünnet düşmanı olan Şâh İsmâil'in zulmünden kurtulan müslümanlar, rahat bir nefes aldılar. Osmanlı Sultânı Tebrîz'e gelince bütün âlim ve sanat sâhibi olgun kimseleri huzûrunda topladı. Onlara pek ziyâde alâka ve iltifât gösterdikten sonra; "Kur'ân-ı kerîm kırâatinde edâsının güzelliği ve Dâvûdî sesi ile meşhûr Hâfız Mehmed Yâkûb'u işitir idik. O da burada mıdır, yoksa vefât etmiş midir? Okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlemek istiyoruz?" diye suâl etti. Onun da hazır olduğunu haber verdiler. Kur'ân-ı kerîm tilâvetini dinleyince, hayranlığı bir kat daha arttı. Ona çok iltifât gösterdi. Tâzim ve hürmette hiç kusûr etmedi. Dönüşte İstanbul'a götürdü ve yakın dostları arasına aldı. Dâimâ berâberinde bulundurur, sohbetlerinden ayırmazdı. Sultanın musâhibi, sohbet arkadaşı oldu. Hâfız Mehmed'in vefâtından sonra da oğlu Hasan Can, Yavuz Sultan Selîm Hanın en yakın dostu, sırdaşı ve sohbet arkadaşı oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 20 2008, 17:16:39
HASAN CAN�IN TABİRİ

Perşembe, 02 Eylül 2004
Mısır'ın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han, Hasan Can'a şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu halde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Pâdişâh bu sözleri söyler söylemez Hasan Can gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tâbire girişti ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedi. Sultan Selîm Hanın bu cevâba cânı sıkıldı ve; "Rüyânın gerçekleşmesinin yormaya da bağlı olduğunu bilmez misin? Eğer Şeyhe bir hal olursa senin yorumuna bağlarız. Cezâlandırılmayı hak eyledin." dedi. Bu sözler üzerine Hasan Can rüyâyı o şekilde tâbir ettiğine çok üzüldü ve pişmanlık duydu. Çok geçmeden Muhammed Bedahşî'nin ölüm döşeğinde Şam'ın ileri gelenlerini toplayıp; Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arab diyârının fethiyle Hak teâlâ katından vazîfelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara ve olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken, dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu. Şam vâlisi derhal durumu Sultanın kapısına duyurdu.Bu sırada Sultânın yanında hocası Halîmî Çelebi Efendi ile Hasan Can bulunuyordu. Sultan hocasına dönerek; "Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin cezâsı dayak değil mi?" dedi. Halîmî Efendi ise Hasan Can'a bakıp; "Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin." deyince, Hasan Can utancından başını öne eğip dedi ki: "Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı câize, hediye ihsânıdır." Halîmî Efendi bu sözleri doğru bulup, dedi ki: "Hasan Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır." Başlara tâc olan Pâdişâh bundan sonra Şam'dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî'nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, Hasan Can'a kıymetli bir hil'at, elbise ile, tam ayar iki yüz dînâr altın ihsân buyurdu. Bunca lütfu Muhammed Bedahşî'nin kerâmeti eseri bilen Hasan Can, şeyhin azîz rûhuna duâlar eyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:24:53
YAVUZ�UN VEFATI 

Cuma, 03 Eylül 2004
Hasan Can, Yavuz Sultan Selîm'in vefâtını şöyle anlatmaktadır: "Sultan-ı Arab ve Acem, 1520 Şâbân ayında eski saltanat merkeziEdirne'ye gitmeyi kararlaştırıp, vezirler ve dîvân erkânını önceden, ordu-yı hümâyûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve hazîne-i âmire ile yola çıkardılar. Ferhad Paşayı, berâber gitmek üzere alıkoydular. Hareketten evvel, bir gün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeye yürüyerek indiler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, ol dîn-i İslâmın koruyucusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı hizmetçilerine hitâb ederek; "Arkama gûyâ bir diken batıp acıtır." buyurdular. Bu hakîr dahî: "Herhâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış olmalı. Ferman buyurulursa görülsün." dedim. Buyurdular ki: "Câizdir." O anda iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selîm Hân da, kürsü üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar araştırdımsa da, bir şey bulamadım. Mübârek arkaları gâyet kıllı olduğu için, elimi sürmekle bir şey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittikten sonra, acıdan şikâyetlerini tekrarladılar. Bu kere düğmelerini açıp baktım. Kılların arasından birdenbire gördüm ki, bir kıl başı kadar yer ağarıp, etrâfı kırmızı olmuş. Üzerine dokununca; "İşte oldur." dediler. "Ne makûle nesnedir?" diye suâl buyurdukta, beyân ettim. Buyurdular ki: "Bir parça sık!" Ben dahî şehâdet ve orta parmaklarımla kenarından yokladım. Parmaklarımın arası sertleşmiş büyük bir gudde ile doldu. İrâdemi kaybedip; "Saâdetlû Pâdişâhım, bu büyük bir çıbandır. Henüz hamdır, olmadıkça zedelemek câiz değildir. Bir münâsip merhem koymak gerektir." dedim.Meğer bu hâdiseden üç gün önce, bu bendelerinin, çıban eleminden rahatsız olup arka arkaya üç gün kendilerine hizmet şerefinden mahrum olduğum hâtır-ı şerîflerinde kalmış imiş. Bu sözlerime karşı latîfe olmak üzere: "Biz çelebi değiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara mürâcaat edelim." dediler. Bu hâlle Kasr-ı saâdete çıktılar. Ol geceyi acı ve ıstırap ile geçirdiler. Ertesi gün çıbanın olgunlaşması için hamama gittiler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat bilip, kendi tellâkları olan Hasan adındaki hizmetçilerine iyice sıktırıp, çıbanı zedelemişler. Hamamdan geldikte ayaklarına kapandım. "Hasan Can, sözünle amel etmedik amma, kendimizi helâk ettik." buyurdular. Mâcerâyı etraflıca anlatınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe ol sert madde azıtıp, taştıkça taştı. Pâdişâh, Edirne'ye gitmeye karar verdiğinden, geri bırakılmayıp, Şâbân ayının ikinci günü Edirne'ye doğru yola çıktılar. Hastalığı gitgide şiddetlendi, ilaç kabûl etmez bir hâl aldı.Çorlu yakınında Sırt köyü denilen yere inildi. Buraya indiklerinde, çıban öyle bir hâl aldı ki, akıntısını vücûdundan def etmeye Sultânın iktidârı kalmadı. Çâresiz, o yerde ikâmet ve karar ihtiyar buyuruldu. Ve daha önce Edirne'ye varan erkândan Vezîr-i âzam Pîrî Paşa ve Mustafa Paşa ve Beylerbeyi Ahmed Paşa, ordu-yı hümâyûna dâvet olundular. Bunlar gelince askerin içine bir şüphe düşmesin diye, işlerin îcâbına göre dîvân toplanıp, mansıplar dağıttılar ve terfi-i merâtib eylediler ve neş'eli görünerek, gizli kederlerini belli etmediler. Ve iki ay müddet, acılar içinde vakit geçirdiler.Bu sırada asker arasında binbir türlü haber şâyi' olup, yersiz birtakım hareketler olacağı alâmetleri belirince, vezîrler bana haber gönderip, Sultan için nasıl bir çâre gerektiği sorulunca, ben de; askerin mübârek yüzlerini görmeye hasret kaldıklarını kendilerine arz edip, yalvarıp, yakararak otağ-ı hümâyûnun önüne çıkmalarını sağladım. Orada bir miktâr vekar içinde durup yüzünü gösterdikten ve sipâhilerin hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, geri dönerek yerlerine avdet buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı, sır saklamaya iktidârı olmadığı için Edirne muhâfızlığı behânesiyle o tarafa yolladılar. Çıbana hiçbir ilâç ve ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâlin dokuzuncu gecesinde rûhunu teslim edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup gittiler.Hastalığı sırasında ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrûm olmadım. Gecele ri sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlileri ile döşekleri yanında otururdum. Kâh mübârek elleri elim de, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cerrahlar ilâca giriştikleri sırada, kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya memur eder, ancak bana îtimâd buyururlardı.Vefâtında Kur'ân-ı kerîm okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bulunmak vazîfesini yalnız ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanından ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada, bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: "Hasan Can, bu ne hâldir?" Ben hizmetçileri dahî dedim ki: "Sultânım, Allahü teâlâ ile olacak zamandır." Buyurdular ki: "Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin? Cenâb-ı Hakk'a teveccühümüzde kusûr mu gördün?" Ben dahî dedim ki: "Hâşâ ki, bir zaman Allahü teâlânın adını anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman başka zamanlara benzemediği için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyledim."Kısa bir an geçtikten sonra; "Yâsîn sûresini oku!" diye fermân buyurdular. Emr-i hümâyûnları gereğince, Yâsîn sûresini hatmettim. Benimle berâber okudular. İkinci defâ okurken; "Selâmün kavlen min Rabbirrahîm" âyetine geldiğim zaman gördüm ki, mübârek dudakları bu âyet-i kerîmeyi okuyarak hareket eder ve o anda, önce sağ şehâdet parmağını kaldırıp diğer mübârek parmaklarını sıkıp temiz rûhunu teslim etti.Eli elimdeydi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın durduğunu hissedin ce, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üzere ayağa kalktım. Hekimbaşı Ahî Çelebi oradaydı. Benim yaptığıma bakıyordu. Ayağa kalktığımı görünce: "Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?" diye beni oturtmaya kalkınca; "Bu eşiğe alnımı koyduğum andan bu âna kadar velî nîmetimin hizmetinden bir lahza yüz çevirmemişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabîblik etmenin zamânı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti." dedim. Gerekli hizmetleri yerine getirdim."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:25:54
SALTANAT TAHTINA OTURACAKTIR 

Cumartesi, 04 Eylül 2004
Sultan İkinci Selîm Hân’ın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anlamak üzere, bir mektupla hizmetçisini Uşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haber ci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi. Haberci, hemen Manisa'ya dönerek müjdeyi Şehzâde'ye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul'a hareket etti. Balıkesir'e geldiğinde, Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, Sadrâzamın mektubunu Şehzâde'ye verdiler. Mektubu okuyan Şehzâde, bu mektuptan babası Sultan İkinci Selîm'in vefât ettiğini, Sadrâzamın ölüm haberini halktan sakladığını ve kendisini tahta çıkarmak üzere dâvet ettiğini öğrendi. İstanbul'a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin haber verdiği zamanda, Sultan Üçüncü Murâd Hân nâmıyla tahta geçti.Bu hâdiseden sonra, Sultan Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve kendisini İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak'tan ayrılıp, İstanbul'a geldiğinde; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı. Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak'a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul'da kalması için ricâda bulundu. Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul'da kalmağa karar verdi. Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin adına bir dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:26:35
ÜLKEMDE BU ADAMA CEVÂB VERECEK BİR ÂLİM YOK MU? 

Pazar, 05 Eylül 2004
Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçtiği ilk günlerden îtibâren fırsat buldukça sarayda çeşitli âlimleri toplayıp onlarla ilmî sohbetler yapıyordu. Bu toplantılara zaman zaman orada bulunan yabancı ilim adamları da iştirâk ediyordu. Yine böyle bir ilim meclisi teşkil edildiğinde, Kuzey Afrika ülkelerinden birinden gelen ve gizli ilimlerde mahâret sâhibi bir âlim de katılmıştı. O âlim, Sultânın katında Türk âlimlerini, sorduğu zor ve çözülmesi güç sorularla epeyce bunalttı. Onları cevap veremez gördükçe de yeni yeni sorular yöneltti ve üstünlük gösterisinde bulundu. Osmanlı ulemâsının böyle acz içinde kalması, cihân pâdişâhı olan Fâtih'i son derece rahatsız etti. Bütün beyleri, paşaları ve vezirleri toplayıp; "Ülkemde bu adama cevap verecek bir âlim yok mudur? Çabuk olun, araştırın ve bana derhal müsbet bir cevap getirin!" dedi. Vatan topraklarını iyi bilen vezirler, düşündüler ve Sivrihisar Medresesinde görev yapan Hızır Beyi hatırladılar. Fâtih'e; "Sultânım! Ülkemizde Hızır Bey adında değerli bir âlimimiz var, emir buyurursanız, haberci gönderip buraya çağıralım." dediler. Sultan, "Durmayın, kim varsa derhal dâvet edin, hemen gelsin." buyurdu. Bunun üzerine, Hızır Beyi çağırmak üzere Sivrihisar'a üç kişilik bir heyet gönderdiler. Hızır Bey, bu heyetle Edirne'ye geldi. Hızır Bey, o zaman daha otuz yaşlarında ve asker kıyâfetinde bulunduğundan, yaş ve kıyâfeti, meşhûr âlimlere meydan okuyan zâtın alay edercesine gülmesine sebeb oldu.Onun bu tavrı üzerine Hızır Çelebi; "Gereksiz yere gülenler, hoşa gidenlerden sayılmaz. Soracağın her ne ise hemen bildir. Sözün gelişi beni de başarısızlığa uğrayacak lardan biri say." Bunun üzerine misâfir âlim, pâdişâhın huzûrunda ve kendinden son derece emin bir şekilde Hızır Çelebiye sorularını yöneltti. O sorarken Hızır  Çelebi mütevâ zi bir şekilde önüne bakıp gülümseyerek notlarını tuttu. Sonra sorulan suâllerin hepsine teker teker ve gâyet güzel cevaplar verdi. Çözülecek hiç bir meseleyi ortada bırakmadı. Misâfir âlim hiç beklemediği bu durum karşısında bir hayli şaşırdı ve tedirgin oldu.Sonra soru sorma sırası Hızır Beye geldi. Fâtih Sultan Mehmed'den izin istedikten sonra o âlime dönerek on altı değişik ilimden çözümü güç birer mesele sordu. Misâfirin bu konulardan haberi bulunmadığından dili tutuldu ve pekçok ilim adamının ortasında utanç içinde kaldı. Sonra; "Hızır Bey, İslâm âleminde benzeri pek az bulunan ilim adamlarınızdan biridir. Kendisinde öylesine bir hâfıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir." diye itirafta bulundu.Kerem ve ihsân sâhibi yüce Pâdişâh sonuçtan çok memnun oldu. Sevinç ve heyecânın dan yerinden kalkıp yeniden oturdu. Hızır Beyi harâretle tebrik ederek; "Yüzümüzü ak eyledin. Cenâb-ı Hak da iki cihânda senin yüzünü ak eyleyip, ilmini ve fazlını arttırsın." dedi. Sonra sırtındaki kürkü çıkarıp, Hızır Beyin sırtına geçirdi. Yine bu memnuniyetinin karşılığı olarak Hızır Beyi atalarının inşâ ettiği Bursa'daki Sultâniye Medresesi müderrisliğine tâyin etti.Fatih onun kıymetini zaten bilir. Hızır Bey’i imparatorluğun merkezine (İstanbul’a) kadı yapar. O devir kadıları beldenin meseleleri ile de ilgilenirler, şehremini, yani belediye başkanı dırlar. Fatih, Hızır Bey’le sıkça buluşur. Onun feyizli sohbetlerini içercesine dinler. Devlet işlerini istişare eder. Birbirlerini abi kardeşten öte severler. Hatta Sultan onu sarayında görmek ister. Enderundan güzel bir yer ayırır. Ama Hızır bey kuytulardan hoşlanır. Anadolu yakasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köşeye yerleşir ki, burada şekillenen köy adını ondan alır. Kadıköy!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:30:02
ŞİMDİ OLMAZ, VEZİRLER VAR!

Pazartesi, 06 Eylül 2004

Meşhurdur, Osmanlı pâdişahları zaman zaman tebdili-i kıyâfet edip halkın arasına karışırlardı. Bazan da vezirlerin arasına girer, onların düşüncelerini öğrenmeye çalışırlardı. Nitekim vezirlerin hamam safâsında neler konuştuklarını anlamak için bir pâdişah, fakir kıyâfetinde gitmiş. Fakat hamamcılar:

— Şimdi olmaz, vezirler var! demişler.Bunun üzerine gariban kıyâfetindeki pâdişah:

—  Ne olacak, gariban da bir kenarda oluversin, diye ısrar etmiş.

— Peki; demişler, şöyle bir kenarda yıkan, demişler. O da bakmış orada garip yaşlı bir vezir var.

— Yardım edeyim amcacığım, diyerek başlamış ihtiyarın sırtını oğmaya... Ama kulağı da diğer vezirlerde imiş. Kamufle olsun diye de:

— Ah! Vezir olmak varmış. Bak şunların haşmetli hallerine!.. dermiş. Yaşlı vezir de aslında firâset sahibi büyük bir velî imiş, ona demiş ki:

— Evlat, eğer duâ edersen, Cenâb-ı Hakk seni daha da büyük makamlara getirir; hatta hastalıklı, sırtını zamanın pâdişahına oğdurup yıkatır bile! Tabiî böylece ikisinin de sırrı fâş olmuş...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:31:28
FATİHİN MUHTEŞEM HAFIZASI

Salı, 07 Eylül 2004
Fâtih Sultan Mehmed Hân hazretleri, Topkapı Sarayı’nı yaptırdığında burası şimdiki gibi büyük binâlardan müteşekkil değildi. Ama Hz. Fâtih buradaki bir odayı, hazîne odası adıyla müze yaptırmayı ihmâl etmemişti. Burada hem ata yâdigârı silahlar, hem de kıymetli mücevherât muhâfaza edilirmiş. Dünyada henüz modern müzecilik anlayışı gelişmeden kurulan bu Osmanlı müzesinin, Yavuz Sultan Selim Hân’dan sonraki en kıymetli eserleri hiç şüphesiz Mukaddes Emânetler olmuştur.Hz. Fâtih’in hazîne odasında çok kıymetli bir mücevherât koleksiyonu olduğu bilinmektedir. Hatta müsâfir elçilere ve hükümdarlara bu oda gezdirilir ve bu koleksiyon gösterilmiş. Gedik Ahmed Paşa, Alâiye’yi (Alanya) fethettiği zaman esir aldığı Kılıç Arslan’ı İstanbul’a getirmişti. Hz. Fâtih, mağlup bey’i hoş karşıladı ve ona Gümülcine sancağını timar olarak verdi. Kılıç Arslan’ın bir hasleti de elmas’ın iyisini bilip bunları renge çekmesi, yani yontması idi. Kendisi, XV. asrın en usta elmastraşlarından biri olarak tanınıyordu. Hz. Fâtih, onu Gümülcine’ye uğurlarken, koleksiyonunda bulunan iri bir elması da renge çekmesi için kendisine teslim etti. Ne var ki Kılıç Arslan, Mısır ile anlaşmış ve gönderilen bir deniz vâsıtası ile Gümülcine’den Mısır’a kaçmıştı. Her Müslüman-Türk gibi hükümdarlar da ister gâlip, ister mağlup olsunlar, emânete riâyet ederler; aksini şerefsizlik sayarlardı. Kılıç Arslan da bir yolunu bulup Hz. Fâtih’in taşını İstanbul’a gönderdi. Taş, Gedik Ahmed Paşa’nın eline geçti ve o da, Sultan Fâtih hazretlerinin hâfızasını sınamak için taşı kendisine gösterip:— Hünkârım, dedi, bir kuyumcu getirmiş, satmak istiyor.Hz. Fâtih, taşı eline aldı ve incelemeye başladı. Ömrü boyunca birbirine benzer sayısız elmas gören gözleri, bu taşı diğerlerinden ayırmakta zorlanmadı ve:— Bu benim renge çekilmek üzere Kılıç Arslan’a verdiğim taştır, deyiverdi. Sonra da vezirine, imtihan edilmekten hoşlanmadığını îma eden sözler söyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:31:46
SENİ AVDAN MEN ETMEMİŞ MİYDİM? 

Çarşamba, 08 Eylül 2004
Sadrüddîn Muhammed bin Hüseyin, bir gün Şehzâde Bâyezîd Han ile sohbet ederler ken, bir ara ona, ava çıkmak husûsunda aşırı davranmamasını, hattâ ava hiç çıkmamasını tavsiye etmişti. Bâyezîd Han bu söze uyarak birkaç gün ava gitmedi ise de, yine bir gün av için hazırlanıp, avlanma yerine gitti. Av esnâsında Şehzâde'nin hizmetçi leri ve maiyetindekiler, buldukları av hayvanını onun bulunduğu tarafa doğru sürerlerdi. Böylece o da, önüne gelen avı kolayca avlayıverirdi. Bu avda da, güzel bir ceylanı Şehzâde'nin bulunduğu yere sürdüler. Şehzâde tam okunu atıp ceylanı avlayacaktı ki, birden vazgeçti. Onu vurmadı. Şehzâde'nin bu hâli orada bulunanları hayrette bıraktı. Bu garib hâlin sebebi kendisinden suâl edildiğinde, şöyle cevap verdi: "Tam ceylanı avlayacağım sırada gördüm ki, babam (Şehzâde Bâyezîd, Muhammed bin Hüseyin'den hep "Babam" diye bahsederdi) güzel bir ceylanın sırtına binmiş bana doğru geliyor ve; "Ben seni avdan men etmemiş miydim?" diyordu. Onun bu sözü bana çok tesir etti. Ben o korku ile avlanmaktan vazgeçtim."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:32:06
EZAN SESİ

Perşembe, 09 Eylül 2004
Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877'de vukû bulan bu savaş, târihte Doksanüç Harbi adıyla bilinir. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi minâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezânı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sadâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum'un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve cesâret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidâlarıyla, Azîziye tabyalarını işgâl etmiş olan Moskofların üzerine hücûm etti. İlk hücûmda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; "Urun kardaşlarım, dadaşlarım urun!" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.Gâzi Ahmed MuhtarPaşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Muhammedî'yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâverlerine emretti.Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum'un Abdurrahmân Ağa mahallesinden HocaSelman Sükûtî Efendinin oğlu Hâfız OsmanBedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi.Nene Abla adında bir kadın; "Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor" diyordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm."Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; "Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle berâber lermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır." dedi. Bunun üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: "Şu anda o, şehîd düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Beyin başındadır." dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık "İmâm Efendi" diye tanındı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:32:38
ŞEMSEDDİN SİVASİ VE SULTAN III. MEHMED HAN 

Cuma, 10 Eylül 2004
Şemseddin Sivasi hazretleri birgün, Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından saraya dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi. Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi. Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâ’dini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun." Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:33:14
YEĞEN MEHMED PAŞA VE HOCASININ DUASI 

Cumartesi, 11 Eylül 2004
Yeğen Mehmed Paşa, Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i âzamı idi. Bir defasında sefer için İstanbul'dan hareket etmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının evini Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn Tokâdî de kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada Yeğen Mehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp duâ istedi. Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ etti. Yeğen Mehmed Paşa, sefer devâm ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesini arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtine hareket edeceği sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyâde üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca duâ etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazifesinden istifâ edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşayı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; "Bizi eve dâvet edip getirmeni sana kim tavsiye etti?" dedi. O da; "İşlerin çokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârüsseâde ağası (İstanbul vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı." dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendinin duâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleri uyumayıp zafer için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâm etti. Bu sebeple tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki: "Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin ettim. İlâcı kullandı. Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendinin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce bana; "Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaç güne kadar fütûhât haberi gelir!" dedi. Sonra dostlara ziyâfet ve sadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusu tarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeri İstanbul'a geldi. Herkes birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendinin ziyâretine geldi, ağlayarak mübârek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendinin âdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de onların bu adağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:33:41
MESİR MACUNU 

Pazar, 12 Eylül 2004
Yavuz Sultan Selîm Hânın kızı Şâh Sultan, zevci Sadr-ı âzam Lütfi Paşa ile Yanya'dan İstanbul'a gelirken, yolda eşkıyânın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacakları nı düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamânın evliyâsından Merkez Efendi karşılarına çıkıverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendiyi gören haydutlar, şaşkına döndüler. Eşkıyâ reisi, Merkez Efendinin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta buldu. Diğerleri de kaçıp orayı terkettiler. Eşkıyânın ortadan çekilmesiyle Merkez Efendi de bir anda kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfi Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendiyi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendinin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul'da Eyüb Bahariye'de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendiyi buraya tâyin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez EfendiyeKânûnî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Burada da aynı hizmete devam eden Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hânın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa'ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa'da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa'da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcun yaptı. Bu mâcunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcunu diye şöhret bulan bu mâcun, şimdi de yapılmaktadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:34:09
DİN ADAMLARINDAN DEVLETE ZARAR GELMEZ 

Pazartesi, 13 Eylül 2004
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın." buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler." Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetinde ki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladı lar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek isteme diler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret  Sultana durumu anlatırsınız.Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur." buyurdu.Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır." dedi. Sultan Mahmûd Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez." diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazret leri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir." buyurdu. Az zaman sonra SultanMahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:34:33
SOMUNCU BABA 

Salı, 14 Eylül 2004
Sultan Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden sonra Bursa'da Ulu Câmiyi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câminin in??âsı bittiğinde, açılış günü Cumâ hutbesini okumak üzere Pâdişâhın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazife verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile berâber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cumâ vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; "Sultânım, zamânımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmii şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât, şu kimsedir!" diyerekSomuncu Baba'yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâhın emri üzerine mimbere doğru yürüdü. Emîr Sultân'ın yanına gelince; "Ey Emîr'im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?" dedi. “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım" cevâbını verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba'nın okuyacağı hutbeyi merakla beklemeye başladılar. Mimbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişti. Hutbede; "Ulemâdan bâzısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayret içinde kaldı. Bursa'da onun büyüklüğünü anlamayan kalmamıştı. Başta kâdı Molla Fenârî; "Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha'nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı. İkinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi." demekten kendini alamamıştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:34:51
BİR AVUÇ BULGUR

Çarşamba, 15 Eylül 2004
Sultân Dördüncü Murâd Han, Bağdât seferine giderken Misâlî Baba'nın bulunduğu köyün yakınında bir yerde ordusunu istirâhate çekmişti. Bu sırada çevreyi dolaşan Sultan, onun köyüne uğradı. Köyün alt tarafında küçük bir kulübe gördü. Yaklaşıp kapısını çaldı. Kulübenin kapısı açılıp, Sultanı, nûr yüzlü bir zât karşılayıp, tebessüm ederek içeri aldı. Onun velîlerden olduğunu fark eden Sultan, hürmetle huzûrunda oturup, bir müddet sohbetini dinledi ve duâsını aldı. Ayrılıp giderken Sultana birkaç avuç bulgur ve bir torba da saman verdi. Sultan bunları alıp ordusuna döndü.O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. Sultanın emri üzerine bulgur, pilav yapıldı. Bu bulgur pişirilirken gitgide artıp çoğaldı ve kazanlar dolusu pilav oldu. Bütün ordu bu pilavdan yiyip doyduğu halde yine de arttı. Samanı da atlara vermişlerdi. Saman da artıp atları doyurdu.Sultan, Misâlî Baba'nın bu kerâmeti üzerine tekrar huzûruna gitti. Ona bâzı hediyeler verdi. Misâlî Baba, Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup, daha yeni açılmış tâze bir gül çıkardı ve Sultana verdi. Sultan gül mevsimi olmadığı halde kışın böyle bir gül vermesinin de başka bir kerâmeti olduğunu görerek, bir müddet daha sohbetinde kaldı. Sonra duâsını alıp elini öptü vedâlaşıp ayrıldı.Bağdât seferine giden Dördüncü Murâd Han, Misâlî Baba'nın ve yol boyunca ziyâret ettiği velî zâtların duâsı bereketiyle târihte benzeri az görülen bir zafer kazandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:35:15
MESİH PAŞA VEZİR OLUR MU? 

Perşembe, 16 Eylül 2004
Osmanlı paşalarından Mesih Paşa, Hamid ilinin (Isparta'nın) beyiydi. Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine gider, hürmet gösterirdi. Vezir olması için duâ ve himmet etme si için yalvarıp yakarırdı. "Eğer vezir olursam, sizi ve talebelerinizi gazâya götürürüm." diye söz vermişti. Hayreddîn Halîfe adında bir halîfesi, talebesi vardı. Ona; "Var rüyâya yatıp istihâre eyle. Bakalım Mesih Paşa vezir olur mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâreye yatıp gördü ki: Hocası Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bir kuşak getirdi. Onu Mesih Paşa nın başına sarması için kendisine verdi. Fakat Hayreddîn Halîfe onu bir türlü saramadı. Bunun üzerine şeyh hazretleri kendisi alıp sardı.Sabahleyin Hayreddîn Halîfe gördüğü rüyâyı anlatmak üzere huzûruna gitti. Huzûruna varınca daha anlatmadan;"Hayreddîn! MesihPaşa kuşağı sardı. İnşâallah vezir olur." dedi. Kısa bir müddet sonra Mesih Paşa vezir oldu. Rodos seferine çıktı. Fakat Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine verdiği sözü yerine getirmedi. Sefere çıkarken onlardan hiç bahsetmedi. Bunun üzerine halîfesi Hayreddîn'e dedi ki: "O Mesih Paşa bizim sakalımıza güldü. Murâdı hâsıl olup, vezirliğe kavuştu. Bizi ihmâl edip, ismimizi bile anmadı. Yine istihâre eyle bakalım kal'ayı alıyor mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâre edip gördü ki: Rodos kalesini asker kuşatmış. Rodos un kalesinin içinde Şeyh Muhammed Çelebi Sultan oturmuş. Bir yanında dedesi Şeyhülislâm Berdeî bir yanında da Bursa'daki Emir Sultan hazretleri bulunmakta. Hızır aleyhisselâm da oradaydı. Bunlar ona; "Oğul kerem eyle hisarı ver!" diyorlardı. Muhammed Çelebi Sultan ise; "Bu sefer olmaz! Vezir bizi maskaralığa aldı." dedi. Hızır aleyhisselâma; "Merdiveni komayın." dedi. Hızır aleyhisselâm Mesih Paşanın hisara kurduğu merdivene bir kamçı vurup parçaladı. Rodoslular çiftlerini sürmek için sahraya dağıldılar. Hayreddîn Halîfe bu istihâresinde gördüğü rüyâyı anlatmak üzere Muhammed Çelebi Sultan'ın huzûruna gitti.Varır varmaz daha o anlatmadan; "Kâfirler kurtuldu gibi. Birkaç gün daha yürüsünler. Ahde muhâlefet, sözünde durmamak nasıl olur! Mesih Paşa da görsün." dedi. Gerçekten Mesih Paşa bu seferinde Rodos Kalesini fethedemedi. Kaleyi fethetmek için kurulan merdiven kırıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:36:05
SAKIZ ADASININ FETHİ VE NASUHİ EFENDİ

Cuma, 17 Eylül 2004
Sakız Adasını Venedikliler yeniden istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Mezomorto HüseyinPaşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız'ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız'da çarpıştıkları bir sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar'daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına; "Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu." buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu. Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıkla rında bunun, bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler. Sakız Adası zaferinden sonraydı. Muhammed Nasûhî Efendi borçlarını ödemekle meşgûl olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşa nın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; "Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak." dedi. Çünkü Mezomorto HüseyinPaşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; "Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?" dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, Mezomorto Hüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:36:26
YUNAN SUBAYI VE PİR EMİR SULTAN

Cumartesi, 18 Eylül 2004
Bursa'nın Yunan işgâli sırasında, bir Yunanlı asker, Pîr Emîr'in türbesine girerek, ata biner gibi mezarın üzerine çıkıp, kötü sözler söylemeye başladı. O anda askerin ayakları kurudu. Feryâdı üzerine arkadaşları tarafından türbeden çıkarıldı. Durum Yunan komutanına bildirilince, Pîr Emîr'in türbesinin bulunduğu çevre Yunan askerleri için yasak bölge îlân edildi.Yine Yunan işgâli sırasında Pîr Emîr mahallesine bakan korucu, bir gün elindeki sopası ile Pîr Emir'in mezarı üzerine vurarak; "Mâdem velîsiniz neden Yunanlıları Bursa dan kovmuyor sunuz? Bu nasıl velîliktir?..." şeklinde konuşunca, korucu rüyâsında Pîr Emir'i görür. Pîr Emîr ona; "Vatan ve iffeti korumak size âittir. Canlılar ne gün için var. Biz mi gerek..." der. Sonra korucuya bir tokat atar. Sıçrayarak uyanan korucunun ağzı çarpılır ve kısa zaman sonra ölür.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:38:49
ÇEHRİN KALESİ VE MEVLANA

Pazar, 19 Eylül 2004
Çehrin Kalesi muhâsara edildi. Muhâsaranın başlamasından üç ay geçmesine rağmen bir netîce alınamadı. Zaman zaman asker arasında, Sultan Süleymân'ın Kânunnâmesinde; “Yeniçerilerin üç aydan fazla muhâsara üzerinde kalmayacağının" yazılı olduğu konuşulmaya başlandı. Bu sırada bir ikindi vakti sefer kumandanının çadırına bir derviş geldi. Komutan ona çok hürmet etti. Sohbetin sonunda derviş; "Bu gece mânâ âleminde Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerinin bütün halîfeleri talebeleri ile gelip kalenin hizâsında murâkabe hâli üzere oturduklarını gördüm. İnşâallahü teâlâ yarın ikindi vakti kalenin alınma ihtimâli vardır." dedi ve askerin kaleye gireceği yeri gösterip, oradan ayrıldı. Komutan bu haber üzerine rahatladı. Bu hâdiseyi gören Sâkıb Dede'de bambaşka haller oldu. Sevdiği ve güvendiği Fevzi Efendiye durumunu arz edip, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ahvâlini anlatmasını istedi. O da bildiği kadar anlattı. O güne kadar tasavvuf ehlinin sohbetlerine katılmamış olan Sâkıb Dede'de tasavvufa karşı bir sevgi ve meyl hâsıl oldu. Gece rüyâsında şunları gördü: Çehrin Kalesinin semâsında bir kubbe vardı. Burada evliyâ zâtlar gömülüydü. O kubbeden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî çıkıp, koltuğunda bulunan kopcayı Sâkıb Dede'ye eliyle işâret etti. Sâkıb Dede; "Peki efendim." deyip süratle yanına vardı. Elini öpüp, emirlerini, ne buyuracaklarını beklediği sırada o zât; "Ey genç! Ben seni kabûl ettim." dedikten sonra mevlevî elbisesi giydirdi ve; "Senin dünyevî bir işin yok." buyurdu. Ertesi gün rüyâsını Fevzi Efendiye anlattı. O da rüyâsını tâbir etti ve bundan sonra mevlevî olduğunu söyledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:47:46
AVUZ VE GARİP DERVİŞ

Pazartesi, 20 Eylül 2004
 Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hân, Şâh İsmâil’i Çaldıran’da mağlûb ettikten sonra, Mısır’ı fethetmek üzere yola çıktı. Şam’a geldiğinde, Mısır’ın fethinin kendisine nasîb olup olamıyacağı düşüncesi zihnini kurcalıyordu. Bunu çok sevdiği Hasan Can’a anlattıktan sonra; “Bizi bu hususta ferahlatacak, Allahü teâlânın dostlarından bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne buyuracaktır, merâk eder dururum.” buyurdu. Hasan Can da; “Devletlü Sultânım! Emevî Câmiinin bir köşesinde, sabah akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş var. Belki sizin meselenizi halleder.” dedi. Bunun üzeri ne Sultan Selim Hân, sabahın erken saatlerinde câmiye gitti. Târif edilen bu zâtı, Allahü teâlâyı zikreder buldu. Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha bir şey sormadan; “Ey muzaffer Sultan! İnşâallahü teâlâ, cenâb-ı Hak Mısır’ın fethini sana müyesser edecektir. Allahü teâlânın bütün sevdikleri seninle berâberdir. Allahü teâlâ muînin, yardımcın olsun. Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a döndüğünde, oradaki Sünbül Sinân'dan gâfil olma sakın!” dedi. Yavuz Sultan Selim Hân, bu müjdeye ziyâdesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:48:10
ULTAN MAHMUD�UN VEZİRİ 

Salı, 21 Eylül 2004
 Bir gün Sultan Mahmud, vezirlerinden biriyle tebdili kıyafet yolda giderken, câminin duvarını tâmir eden Şâh Velî ile karşılaştı. O şâhıs, Şâh Velî’ye; “Hoca ikiylen nasılsın?” diye sordu. Şâh Velî de; “Üçlen iyiyim.” karşılığını verdi. O şâhıs; ”Niye er kalkmadın?” diye sorduğunda; “Er kalktım da el aldı.” cevâbını verdi. Yine o zât; “Bir kaz yollasam yolar mısın?” diye sorunca, Şâh Velî; “O işi iyi beceririm.” dedi. Vedâlaşıp ayrıldıktan sonra Sultan Mahmud yanındaki vezirine; “Biz ne konuştuk?” diye sordu. Vezir cevap veremedi. Bunun üzerine Sultan Mahmud;“Sen ki benim yardımcımsın! Bir yaşlının anladığını niçin anlamazsın. Eğer yarına kadar anlamazsan seni vezirlikten azl edeceğim.” dedi. Vezir hemen yaşlı adamı buldu ve; “Siz ne konuştunuz? Ne olur bana söyleyin. Ne isterseniz vereceğim.” dedi. Şâh Velî ondan câminin tâmir edilmesini istedik ten sonra; “O, ikiylen nasılsın, diyerek yâni ayakların tutuyor mu, kendi işini kendin yapabiliyor musun demek istedi. Bense, üçlen iyiyim, diyerek o dediklerini bastonla yapabiliyorum demek istedim. O, niye er kalkmadın, yânî, neden evlenip çocuk sâhibi olmadın, şimdi onlar bu işi sana bırakmazlardı, demek istedi. Bense, er kalktım da, el aldı, diyerek evlenip çocuklarımın kız olduklarını, evlenip gittiklerini bildirdim.” dedi. Yardımcı hemen; “Ya o, bir kaz yollasam yolar mısın, diyerek ne demek istedi. Şâh Velî; “Bana acıdı ve bana yardım etmek istedi. Bu iş için de seni gönderdi.” dedi. Vezir bunları öğrendikten sonra câmiyi tâmir ettirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:48:31
SULTAN MAHMUD�U KURTARAN ZAT

Çarşamba, 22 Eylül 2004
Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne'de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne'nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî'yi buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:49:08
YEDİĞİN, GİYDİĞİN HARAM OLUNCA      

Perşembe, 23 Eylül 2004
Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi. Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapma dan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektu bu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndere rek geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi. Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söyledikleriniz den zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhı nın kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmez sin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu. Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:50:13
SENİ DERVİŞLİĞE KABUL EDEMEM

Cuma, 24 Eylül 2004
İstanbul kuşatılmış, fakat bir türlü alınamıyordu. Fatih, hocası Akşemseddin’e, dua etmesi için ricada bulunuyordu. Bir gece Akşemseddin hazretleri çadırına kapandı, sabaha kadar dua etti ve sabahleyin de padişaha, Edirnekapı tarafından büyük bir hücum başlatılma sını tavsiye etti. Hemen  hücuma geçen asker, öğleye kadar surlara çıkmayı başardı ve öğle den sonra İstanbul fetholundu. Bu hadiseden sonra Akşemseddin hazretlerinin büyüklüğünü daha iyi anlayan Fatih, hemen onun yanına geldi ve kendisini de dervişliğe kabul etmesini istedi. Fakat Akşemseddin hazretleri bunu reddetti. Fatih bunun sebebini sorunca:“Dervişlikte bir hal vardır ki, onun tadını tadan, dünya işlerinden ve saltanattan el çeker. Halbuki sizin böyle yapmanız, memleketin perişan olmasına sebep olur. O zaman siz de, ben de günaha girmiş oluruz. Padişaha lazım olan şey, güzel ahlak ve adaletperver olmaktır.” Cevabını verdi. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:50:34
SULTAN İKİNCİ MURAD VE MOLLA FENARİ

Cumartesi, 25 Eylül 2004
Molla Fenârî hazretleri, 1419 (H.822) yılında, ilk defâ Hicaz'a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır'da kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli meseleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân dâvet edince, Bursa'ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend'in halîfesi Muhammed Pârisâ'nın cenâze namazında bulundu. 1424 (H.828) yılında Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak tâyin etti. Bu vazifeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işlerinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle istişâre ederek, ilminden ve isâbetli görüşlerinden istifâde etmişlerdi. Ders okutması yanında, fetvâ işlerini ve Bursa kadılığını da yürüten Molla Fenârî, bir mahkeme esnâsında, sultan Yıldırım Bâyezîd Hânın şâhidliğini dahî kabûl etmemiştir. Şöyle ki: Mahkemede dâvâ konusu olan bir hâdisenin şâhidi olarak pâdişâhın da dinlenmesi îcâbetmişti. Kâdı Molla Fenârî, huzûrunda duruşmaya çıkan Pâdişâhın şehâdetini, İslâmiyetin aradığı şâhidlik şartların dan biri kendisinde bulunmadığı için red etmişti. O da, namazlarda Pâdişâhın cemâatte görülmemesiydi. Çünkü dînimizde, cemâat ile namaz kılmayı terk edenin mahkemedeki şâhidliği makbûl değildir. Bunun üzerine Yıldırım Bâyezîd Han hemen oturduğu sarayın yanına bir câmi inşâ ettirerek, beş vakit namazı, cemâati hiç terk etmeden kılmağa başladı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:50:51
TURHANZADE ÖMER BEY�İN CEVABI 

Pazar, 26 Eylül 2004
Fatih Sultan Mehmet Han devrinde İran’ın başında Uzun Hasan isimli bir Akkoyunlu Türkmeni bulunuyordu. Kendisini Osmanlı’dan çok üstün gören Uzun Hasan, Fatih’in İstanbul’u fethetmesini de çekemeyerek, Osmanlı sınırlarına tecavüzlere başlamıştı. Bunun üzerine İran üzerine sefere karar verildi. 100.000 kişilik bir kuvvetle yola çıkan ordu, Erzincan yakınlarındaki Otlukbeli mevkiine geldiğinde İran ordusu ile karşılaştı. Osmanlı kuvvetlerinin önündeki öncü birliği kumandanı Rumeli beylerbeyi Musa Paşa, geriden gelmekte olan ordunun asıl kuvvetlerin beklemeden, karşısına çıkan kalabalık İran ordusuna hemen saldırdı. Fakat çok cesur bir asker olan Musa Paşa’nın, padişahın emrini beklemeden yaptığı bu ferdi hücum başarısız oldu ve kendisi ile birlikte  serhat boylarında yaptıkları akınlarla hristiyan aleminin gözünü korkutan, değerli akıncılarımızdan birçoğu şehit düştü, bir çok kıymetli kumandan da esir edildi. Bunlar arasında Turhanzade Ömer Bey de bulunuyordu. O gece Uzun Hasan, kazandığı bu küçük zaferi, sanki dünyanın en büyük ordusunu mağlup etmiş gibi kutluyordu. Halbuki Osmanlı ordusunun asıl kuvvetleri ertesi gün oraya gelecek ve kendisine dersini verecekti. Esir ettiği Turhanzade Ömer beyin de davetli olduğu bir ziyafet tertip etti. yanına oturttuğu kıymetli esirine:-Hey Ömer bey, Osmanoğlunun kolunu kanadını kırdım. Çünkü onun en seçme askerleri Rumeli askeridir. Onları da mağlup ettim ve kumandanları Murat Paşa ile birlikte çoğunu öldürdüm, kıymetli bir akıncı beyi olan seni de esir ettim. Artık Osmanlı bir daha benim karşıma çıkmaya cesaret edemez. Ne dersin? Dedi.Bunun üzerine Ömer bey:-Denizden bir damla su alınmakla dalgaların coşkunluğu gitmez. Padişahımın emrinde benim gibi, hatta benden çok kıymetli yüz bin Ömer vardır. Benim olmam padişahımın kıymetini arttırmaz veya olmamam ona bir halel getirmez, diye cevap verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:51:10
HUKUKUN ŞEYHÜLİSLAMIYIM

Pazartesi, 27 Eylül 2004
Sultan Abdülazîz Han devri şeyhülislâmlarından Turşucuzâde Ahmed Muhtar Efendi, bir gün makâmındayken Vâlide Sultan’ın kahvecibaşısı gelmiş. Vâlide Sultan’ın, Aksaray’da yapılan câmie âit vakıflardan doğan dâvânın çok uzadığından üzüldüğünü hatırlatmış. Şeyhülislâm’ın cevâbı ise söyle olmuştu: “Hükme te’sirim olmaz. Şer-i şerîf ne hükmederse, öyle olur”. Kahvecibaşı çıkıp gidince etrafındakilere dönüp şöyle demisti: “Ben Vâlide Sultan’ın değil, hukûkun şeyhülislâmıyım. Ne zaman ki hak ve hukûka müdâhale edilmek istenirse, aklıma, vaktiyle Ayasofya Medresesi’nde derse çıktığım zaman papuçlarımı koltuğuma aldığım gelir. Hak hukuk bekçiligi zor iştir. Belki makama vefa getirmez amma kalbe şifa verir. Bu sebeple pabuç koltukta olacak, makâmı bırakacak amma hakka dil uzattırmayacaksın!”.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:51:31
II. SELİM VE YAHYA EFENDİ 

Salı, 28 Eylül 2004
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin süt kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti. Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:51:54
HABERİ DUYMADAN AHİRETE GİTTİLER

Çarşamba, 29 Eylül 2004
Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri üzüntülü ve sıkıntılı bir halde;“Allahü teâlâ bir şeyin olmasını takdir ettiyse, onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek kötü bir haberi işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım.” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete gittiler.Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. . Kurban bayramı günü, Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden hazırladığı kabrine defnolundu. Cenâzesinde vezîrler, âlimler, zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât gecesinde; âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer külliyâtının bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:52:14
O KENDİNİ TANITTI 

Perşembe, 30 Eylül 2004
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp ince leyebilirsiniz.” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp;“Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.” dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:52:34
CİNÂS-I TÂM

Cuma, 01 Ekim 2004

Vaktiyle ticârî izin kâğıdını kaybeden bir denizci yeniden çıkartmak için ilgili merciye mürâcaat etmiş. Me’mur sormuş:

—Adın ne? —Kara Ali. —Memleketin? —Karabiga.—Nereden geliyorsun? —Karadeniz’den. —Yükün? —Kara boya. —Nereye gideceksin? --Karamürsel’e. —Dönüşte uğrayacak mısın? —Hayır. Orada gemiyi karaya çekeceğim. —Eee?... —İş ortağım Karaman’dan Karadağoğlu Kara Mustafa’yla buluştuktan sonra kararlaştır dığımız üzre gemiyi ona havâle edeceğim ve karadan Mekke-i Mükerreme’ye Kara örtülü Beytullah’a yüz sürmeye gideceğim. —İnşâllah oradan yüz aklığıyla dönersin! —Orasını kara toprağa gömüldükten sonra kararımızı verecek olan bilir. Memur artık dayanamamış ve; —Zift mi kesildin be adam, demiş
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:52:55
OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?

Cumartesi, 02 Ekim 2004
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözü müzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:53:15
YA�KUB GERMİYÂNÎ�NİN YARDIMI 

Pazar, 03 Ekim 2004
Ya'kûb Germiyânî hazretleri, Rumeli beldelerinden Yanya’da bulunduğu sırada, Yanya yakınındaki Preveze kalesini, frenk kâfirleri karadan ve denizden istilâ edip, muhâsara altına almışlardı. Bu sırada Ya'kûb Germiyâni, müslümanlara yardım için o kaleye gitti. O zâtın kalede bulunması ile, kaledeki müslümanlar, kâfirlerin şerlerinden emîn oldular. Ya'kûb Germiyânî, bir kerâmeti olarak, kâfirlere karşı öyle heybetli göründü ki, kâfirlerden hiçbiri kalenin giriş yoluna yaklaşmaya ve saldırmaya cesâret edemedi.Vuruşma esnâsında, kale burcunda bulunan topu, bizzat kendi eliyle ateşlerdi. Allahü teâlânın izni ile atışlar tam isâbetli olurdu. Evvelâ, kâfirlerin alâmet olarak yanlarında taşıdıkları büyük bir haçı, sonra da, askerlerin çoğunu top atışları ile perîşân etti. Allahü teâlânın nusret ve yardımiyle kâfirleri dağıttı. Atışlar o kadar tesirli oldu ki, düşman tarafında sağ kalanlar kurtuluşu kaçmakta buldular.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:53:42
EĞRİ KALESİNDE ŞEHİD OLAN EVLİYA

Pazartesi, 04 Ekim 2004
Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıktı. Orduyu vâz ve nasîhat ile takviye etmesi için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber götürmek istedi. O da Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle sefere katılmayı kabûl etti.Sefere çıkmadan evvel, kendisinin olan Beydâvî Tefsîri'ni talebelerinin büyüklerin den Bosnalı Hüseyin Efendiye gönderip; “Mütâlaa ettikçe bize duâ etmeyi unutmasın." dedi. Bundan sonra pâdişâh ile birlikte sefere çıktı. Yol boyunca askeri çok güzel bir şekil de muhârebeye hazırladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup, firâr kaçınılmaz bir hâl almışken, Hızır Efendi pâdişâhın huzûruna çıkıp; “Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül ediniz. Neticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda şehîd olacağımı ümid ediyorum.” Buyur du ve toplanan askerle düşman üzerine at sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi, nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:54:03
KANUNİYİ KABUL ETMEYEN DERVİŞ 

Salı, 05 Ekim 2004
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han Sîneçâk Yûsuf Baba hakkında anlatılanları ve tasavvuftaki yüksek derecesini işitmişti. Sîne-çâk Yûsuf Baba'yla sohbet etmek ve ondan istifâde etmek üzere saraya dâvet etti. Fakat Sîneçâk Yûsuf Baba, sultanlardan, devlet adam larından ve dünyâ adamlarından uzak durmayı kendine prensip edindiği için dâveti kabûl etmedi. İkinci ve üçüncü dâvetleri de kabul etmeyince, Kânûnî Sultan Süleymân; "O gelmezse biz gideriz" deyip saltanat kayığına bindi ve Sütlüce İskelesine yanaştı. Sîneçâk Yûsuf Baba'ya, Sultan sizi ziyârete geliyor" diye haber verdiklerinde; "Söyleyin gelmesin!" buyurdu. Etrafında bulunan talebeleri Şeyh'in sözlerine şaşıp; "Ne olur kabûl ediniz." dercesine bakışlarıyla yalvardılar. Fakat Şeyh Sîneçâk Yûsuf Baba yine kabul etmedi. Sultan, dergâhın kapı sına kadar geldi. Talebeleri belki de Şeyh Efendi son anda biraz yumuşar diye düşündüler. Sîneçâk Yûsuf Baba oturduğu yerden kalktı, tatlı tatlı gülümsedikten sonra hiç bir şey olmamış gibi; "Pekâlâ o gelirse biz gideriz." buyurdu. Derviş hücrelerinden birisine girdi, cübbesinin geniş tarafını başına doğru çekip yere uzanıverdi. Pâdişâh ve berâberindekiler dergâha girdi ler. Sîneçâk Yûsuf Baba'yı yere uzanmış, cübbesini de yüzüne örtmüş olarak görünce şaştılar. Yüzünü açıp baktıklarında vefât etmiş olduğunu gördüler. Kânûnî Sultan Süleymân Han, bu olanlar üzerine Sîneçâk Yûsuf Baba'nın dergâhından mahzûn ve üzüntülü olarak ayrıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:54:22
BUNA KARIŞMAK BİZİM VAZİFEMİZDİR

Çarşamba, 06 Ekim 2004
Yavuz Sultan Selim Hân Topkapı Sarayı hazînesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı îdâmını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvân-ı hümâyûn’a koştu. Vezîrler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve baş köşeye oturttular. Şeyhülislâmın dîvâna gelmesi âdet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Pâdişâhla görüşmek istediğini söyledi. Durum pâdişâha arzedildi. Yavuz Sultan Selîm Han, huzûruna girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm verdi. Pâdişâhın hürmet göstermesin den sonra, gösterilen yere oturdu. Sonra pâdişâha; “Fetvâ vazîfesinde (şeyhulislâmlıkda) bulunanların bir işi de, pâdişâhın âhiretini korumak, onları dînen hatâ olan şeylerden sakındırmaktır. Yüz elli kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermanı çıktığını duyduk, öldürülmeleri için, dînen bir sebep tesbit edilmiş değildir. Bunların af buyrulması ricâ olunur.” sözü üzerine kızan pâdişâh; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idâresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir.” dedi. Zenbilli Ali Efendi, Pâdişâhın bu sözleri karşısında; “Bu karar âhiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne güzeldir. Yoksa âhirette cezâya müstehak olursunuz.” Bu sözler, Pâdişâhın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selîm Hâna; “Âhiretiniz ile ilgili hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.” dedi. Pâdişâh; “Onu da söyle.” deyince; “O sözüm de şudur ki, Pâdişâhın affına uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaş maları, Pâdişâhlığın şânına lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine Padişâh bunu da kabûl etti. Sultan Selim Hân; “Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğim.” dedi. Zenbilli Ali buna karşı da; “Tâzir (azarlama) pâdişâhın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabûl etmeniz bize yeter.” dedi. Sonra teşekkür ederek pâdişâhın huzûrundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selim Hân da onu medhederek uğurladı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:54:44
ÇOCUK PADİŞAHIN ÇOCUK ARKADAŞI 

Perşembe, 07 Ekim 2004
Babası Sultan İbrahim’in tahtan indirilmesi üzerine IV. Mehmed Han, 8 Ağustos 1648 Cumartesi günü padişah oldu. Fakat henüz 7 yaşındaydı. Bu yüzden annesi Mahpeyker Valide Kösem Sultan ona yardımcı oluyordu. Padişahın çocuk yaşta olmasını fırsat bilen bazı saray adamları, istedikleri gibi hareket etmeye, bu arada işi zorbalığa kadar götürmeğe başlamışlardı. Bunlardan biri de Boyacı Hasan adıyla meşhur olan bir saray ağasıydı. Yaptığı kanunsuz işlerden dolayı Macaristan’daki Göle kasabasına sürüldü. Fakat burada da rahat durmadı ve halka baskı ve işkence yapmağa başladı. Alınması gereken verginin iki katını topluyor, vermeyenlere de akıl almaz cezalar uyguluyordu. Bu sıralarda, dirlik sahibi bir subay savaşta şehid olmuş, 10 yaşındaki oğlu Osman da İstanbul’a gelerek, babasının dirliğinin kendisine verilmesi için, Cuma selamlığından saraya dönmekte olan Padişahı yolda bekleyerek ona bir dilekçe vermişti. Kendi yaşında ki bir çocuğun bu hali IV. Mehmed’in hoşuna gitti. Kendisiyle biraz konuştuktan sonra beraberinde saraya götürüp Hasoda’da bir müddet misafir etti. Böylelikle aralarında bir arkadaşlık kuruldu. Padişah, çocuk yaşta tahta çıktığı için hiç arkadaşı olmamış ve dertleşebilecek, hatta oynayabilecek böyle bir arkadaş bulunca, sanki dünyalar onun olmuştu. Fakat, saray kanunları gereğince bir şehzadenin, âkıl ve bâliğ olucaya kadar, saraydan olmayan birisi ile bu kadar yakın münasebette bulunması yasaktı. Bu yüzden çocuk padişah, hayatında sahip olduğu tek çocukluk arkadaşını memleketine göndermek zorunda kaldı. Gözyaşları içinde arkadaşını uğurlarken, babasından kalan dirliği de vermeyi unutmadı. Memleketi olan Macaristan’daki Göle kasabasına gelen Osman’a, burasını haraca kesen Boyacı Hasan dirliğini vermedi. Bunun üzerine bu çocuk, yollara düşüp tekrar İstanbul'a geldi. O hafta Padişahın Üsküdar Valide Sultan Camiine selamlığa çıkacağını öğrendi ve caminin karşısına geçip yol kenarında beklemeye başladı. Camiden dönen IV. Mehmed, arkadaşı Osman’ı görünce hemen tanıdı ve sevinçle arabayı durdurdu, hemen Osman’ı yanına çağırdı. O da, kendisine ihsan edilen dirliğin Boyacı Hasan tarafından verilmediğini ve gasp edildiğini, ayrıca bu adamın halka byük zulümler yaptığı teferruatıyla anlattı. Bunun üzerine padişah, Sadrazam Derviş Mehmed Paşayı yanına çağırdı ve:-Derhal o adamı buraya getiresin! Diye emir verdi.Sadrazam, Boyacı Hasan’ı İstanbul’a çağırttı. Bir süre sonra Hasan, kalabalık adamlarıyla beraber geldi. Maksadı, kendisine bir zarar vermek isteyen olursa onları da ortadan kaldırmaktı. Tam Sadrazamın konağına girecekleri sırada Padişah fermanı geldi ve saraya çağırıldı. Saray muhafızları Hasan’ı içeri alırlarken, adamlarının etrafını sarmışlar, böylece huzura yalnız girmişti. Tam kapıdan girerken üzerine atılan kementle boğularak öldürüldü. Zulümle topladığı serveti de hazineye alındı. Böylece halk onun şerrinden kurtulmuş oldu. Başıboş kalan adamları da, birer birer cezalandırıldı.Padişahın çocukluk arkadaşına tekrar kavuşması kısa sürdü. Dirliğini alan Osman müsaade siteyerek memleketine döndü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:55:07
BU ECEL TERİDİR 

Cuma, 08 Ekim 2004

Sultan II. Abdülhamid Hân’ın, son gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü Müşfika Dördüncü Kadı-Efendi şöyle anlatıyor: “O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor. " Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz," dedim.  "Kadın-Efendi, bu, ecel teridir,"  cevabını verdi.Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti.Oturduğu yerde iki rek’at namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı.”Abdülhamid Hân hazretleri, 1 Kasım 1912’den vefât günü olan 10 Şubat’a kadar 5 yıl, 3 ay, 9 gün Beylerbeyi sarayında kalmıştır. Burada en küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve en sevgili zevcesi Müşfika 4. Kadın-efendi ile yaşamıştır. Tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl etmişlerdir.S. Abdülhamid Hân’ın vefât yılı, aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı fâciasının da son yılıdır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:55:27
TOPAL ARABACI 

Cumartesi, 09 Ekim 2004
Düyûn-u Umûmiye Başkâtibi Hasan Şevki Efendi o akşam, dairesindeki işlerini geç saatte ancak bitirebilmiş, neyse ki Yakacık’taki yazlığına gitmek için en son trene yetişebilmişti. Kartal istasyonuna geldiğin de etrafta kimsecikler kalmamıştı. Yatsı ezanları okunuyordu. Yakacık’a gitmek için bu saatte nereden fayton bulacaktı? Yaya gitmek en az iki saat sürerdi. Biraz ilerde zaptiye karakolu vardı. Oraya gidip vaziyeti anlattı. Hemen etraftaki kahvehane leri araştırdılar ve biraz sonra, bir ayağı topal, genç bir arabacı geldi. Hasan Şevki Efendi hemen faytona atladı ve Yakacık’a doğru yola çıktılar. Adam, gecenin bu vaktinde önüne çıkan zoraki işten pek memnun olmamışa benziyordu. Hırsını atlardan alırcasına insafsızca kamçılıyordu. Derken bir yokuşun başında atlar durdu. Daha yarım saatlik yol vardı. Şevki Efendi arabacıya yaklaştı ve:-Bırak dinlensinler, sonra hiç yürümezler... diye bağırdı. Arabacı, bu zoraki müşterinin kendisine böyle bağırmasına gayet sert karşılık verdi. Arkasına dönüp yüksek bir sesle:-Beyefendi, ömrümde şu yaptığım gece seferi gibi hiçbir şey bana bu kadar zahmetli ve ağır gelmedi. Beş sene askerlik ettim beyefendi... Hem de ne askerlik!.. Balkan harbinde Lüleburgaz bozgunu... Çatalca müdafaaları...Sonra Kafkasya seferi... Nihayet Çanakkale... Lüleburgaz bozgunu kıyamet gibi bir şeydi. Sanıyorduk ki, artık bu dünyanın sonudur. Günlerce aç, susuz, gah tepelere tırmanarak, gah bayırlardan yuvarlanarak, yol kaybolmuş, akıl baştan gitmiş, gözler dönmüş, nereden gelip nereye gittiğini bilemezsin...böyle bir halde...İstanbul’a nasıl geldik, hatırlarsınız. O zaman, sizin gibi bey efendiler bize hakaret ve nefretle bakıyorlardı. Fakat çok geçmeden, karnımız yarı doyup yarı doymadan, aklımız tamamiyle başımıza gelmeden İstanbul üzerine yağan güllere doğru koştuk. Aydınlık olsa da size kollarımı ve göğsümü göstersem, ne delik deşik, şaşar kalırsınız.Bu vaziyette cephedeyken, son seferberlik çıktı. Bizi Çanakkale’ye sevkettiler. Ah Çanakkale...Gözüm Çanakkale’de. Siz orasını, aylarca siper içinde kurşun, gülle, bomba sesi dinlemiş kimselere sorun. Ne yazık ki düşman kaçarken ben bulunamadım. Çünkü birgün siperimize düşen bir top mermisi bacağımı parçaladı. Beni önce hastane çadırına, sonra da cephe gerisine aldılar. Aylarca hastanede yattıktan sonra terhis ettiler. Şimdi  harp devam ediyor. Ayağım sağlam olsa hemen cepheye giderim.” Dedi.Bu bacağı sakat arabacının sesinde haşmet ve mehabet vardı. O söyledikçe Şevki Efendi küçülüyor ve bir toz zerresi gibi titriyordu. Anlattıkça yükseliyor, genişliyor, bütün geceyi istila ediyordu. Hayatı İstanbul’da, Düyûn-u Umûmiye Kâtibi olarak geçmiş olan Hasan Şevki Efendi, bu geceden sonra düşündü ki;“Memleketin her tarafı böyle kahramanlarla doludur. Yarın büsbütün dolacaktır. Birsine iş verirken korkacağız ki, o kahramanlardan biri olmasın. Birisini azarlarken düşüneceğiz ki, belki Çanakkale harbinde döğüştü. Bir sandalcının başına yumruğumuzu indirirken birden hatırımıza gelecek ki, belki Yemen’de yaralandı. Bu vatan müdafaası için canını hiçe sayan milyonlarca kahraman, harpten sonra sade birer vatandaş olarak aramızda dolaşacak. İşte bunun için, her karşılaştığımız vatandaşa hürmet gösterelim”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:56:17
KIYMETİ TAKDÎR

Pazar, 10 Ekim 2004
Sultan Abdülmecîd Hân, Selânik'e giderken fırtına sebebi ile gemi Limni'ye sığınmak zorunda kaldığı zaman, uzaktan gördüğü türbenin kime âid olduğunu sordu. Yanındakilerden birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî'ye âid olduğunu söyledi ve onun başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecîd, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek için türbeye gitti. Türbede, Niyâzî-i Mısrî'nin rûhâniyetine hitâben; "Ey Niyâzî-iMısrî, kıymetini takdir edemeyen kimselere bedduâ eylemişsin. Sonra gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere, feyzli nazarının geldiği âşikâr olmadıkça, türbenden dışarı çıkmam" diye yalvardı ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak rûhuna hediye eyledi.SultanAbdülmecîd Hân, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin feyz dolu nazarlarına kavuşunca dışarı çıktı ve türbenin tâmir edilmesi için emir verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:56:38
KÜÇÜK ZABİT     

Pazartesi, 11 Ekim 2004
Çanakkale Savaşına yedek subay olarak katılan Nejad Süreyya beyin bir arkadaşına cepheden yazdığı mektup:“Neden saklayayım? Doğrusu askerlik hayatımın ilk aylarında epeyce zahmet çek tim. Hele ilk haftalarda öyle sandım ki, harbe girmeden evvel öleceğim. Çünkü, hatır ve hayalimde askerlik nedir, zabit olmak, harbe girmek nasıl bir şeydir? Nasıl silah atılır? Bir gülleye, bir kurşun yağmuruna nasıl karşı durulur? Bütün bunlara dair hatır ve hayalimde bir şey yok iken, sarışın, kibar, nazlı İstanbul çocuğu, günün birinde pek farkına varmayarak asker oluvermişim.Cepheye göndermeden evvel sıkı bir talimden geçtik. Sabahleyin şafakla beraber kalkmalar, kızgın güneş altında, toz toprak içinde saatlerce mesafeler kat etmeler, bayırlar tırmanmalar, yokuş aşağı yuvarlanırcasına koşmalar, taşlık, gübrelik veya çamur demenden yüzükoyun yere uzanmalar, silah elde sabahtan akşama kadar bin türlü yoru cu hareketler, daha şimdi hatırıma gelmeyen bir sürü müzic vazifeler. Ben ki, o zamana gelinceye kadar Tünel ile Tokatlıyan arasında iki defa inip çık mak mecburiyetinde kalsam, çarpıntıdan ve terden harap olur, yirmi dört saat kendimi kat’i bir istirahate mecbur hissederdim. Eve belki akşam hava karardıktan sonra gitmek mecburiyetinde kalabilirim de dışarıda rutubete maruz kalırım diye, Haziran ortasına kadar kolumda pardesüsüz sokağa çıkmazdım. Erenköy istasyonu ile bizim köşkün arası on, on beş dakikalık mesafedir, arasıra araba bulamayıp bu mesafeyi yürüyecek olsam, kendimi dünyanın en bedbaht ve biçare adamı vehmederdim. Uykularım günde on saat ten az değildi.İşte bu toz pembe hayatın içinden çıkarılıp, birdenbire askerliğin sert, merhamet siz yüzünü görünce, başına topuz yemiş bir adam gibi feci bir sersemlik içinde kaldım. Uzun müddet askerliğimden evvelki benliğimin acı matemini tuttum. Sanki o başkasıydı, bana çok yakın birsiydi ve öldü. Hakikaten de öyle oldu. İstanbul sosyetesinin buluşma mekanı Circle D’Orient’da Fransız arkadaşıyla sabahlara kadar nükteli sohbetlere dalan o genç öldü. Fakat ne iyi etti de öldü, ne iyi oldu da “o” artık “ben” değil.Umumiyetle askerli aleyhinde bulunan kimseler iddia ederler ki, bir fert, askerlik hayatına girdiği andan itibaren insani şahsiyetini kaybediyor ve adeta bir makine halini alıyor. Hayır, bu doğru değil. İnsan şahsiyetini değil, ferdiyetini kaybediyor. Ordu bir umman, fert onun içinde bir zerre gibi kayboluyor ve bu kayboluşta anlatılamaz bir ulviyet, bir tecerrüd, bir feda-yı nefs, eğer tabir caiz ise fena fil-ceyş var. Harbe nasıl girdim? Nasıl döğüştüm? Bunu bana sormayınız. Benliğime, irademe hakim olan o esrarengiz varlık bilir. Gelibolu yarımadasına vasıl oluş, siperde ilk gece, semanın ötesinde berisinde kapanıp açılan ateşler, ilk tarrakalar, bana bir rüyanın müphem hatıraları gibi geliyor.Muvasalatımızın ilk haftasıydı. Yüzbaşımızdan bir gece baskını için emir almıştık. İşte efendim, ben ne olduysam, o gece baskınında oldum. Gece karanlıktı. Bundan bil-istifade siperlerden çıktık. Ta uzakta bir harp gemisinin projektörleri semaya doğru uzanı yordu. Biz, bu kuvvetli ışıkta görünmemek için gah emekleyerek, gah sürünerek sessizce ilerliyoruz. Üzerine düşeceğimiz düşman siperine beş-on adım kaldı. Birden bir avaze yükseldi; “Allah...Allah...Allah!...” Ve bizimkiler düşman siperlerine daldılar. Birçok ses, boğuk sayhalar, demir ve çelik şakırtılarıyla birbirine karışıyor. Hangi lisana ait olduğu kestirilemeyen vahşi nidalar ve bunların hepsini bastıran “Allah...Allah..Allah!..” sesleri. İşte o anda onunla yüzyüze, göğüs göğüse karşılaştık. Kim ile mi? Bir Fransız çavuşu elbisi içindeki arkadaşımla. Hani o zerafetine hayran kaldığım, Circle D’Orient’de sabahlara kadar sohbet ettiğim arkadaşım...Ta kendisi...Ta kendisi... O da beni tanıdı zannederim ki, ikimiz birden bir hayret nidası koyuverdik. Fakat o da ne! Onun elinde benim göğsüme uzanan bir süngü, benim elimde onun başına çevrilmiş bir tabanca. Bir an içinde onun süngüsü göğsüme dayandı. İşte o zaman tabancam üst üste üç defa onun başına boşaldı: tak...tak...tak... Genç Fransız çavuşu gık bile diyemeden sırt üstü yuvarlandı. İşte efendim bu yuvarlanış bende mühim bir şeyin, yeni bir alemin doğuşu oldu.  Artık bende vatan sevgisi herşeyin üstüne çıktı. Milletim, bana herkesten daha sevimli gelmeye başladı. Öyle düşünüyorum ki, asker olup harbe gitmeseydim, asıl benliğimi ömrümün sonuna kadar tanıyamayacaktım.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:57:51
UNUTULMAZ BİR İFTAR ÇİLESİ 

Salı, 12 Ekim 2004
İlmiye sınıfından Şemseddin Efendi o akşamüzeri köşe penceresinin önünde oturmuş iftar saatinin gelmesini bekliyordu. Birden Rumeli Kazaskeri’nin at üzerinde ve çevresinde adamları olduğu halde sokak başında belirdiğini gördü. Allah Allah, bu civarda kimin konağına gidiyordu bunlar?Şemseddin Efendi pencereye yapışmış ve gözlerini daha da açmış bakarken, şaşkınlı ğı iyice arttı. Çünkü, kafile onun evinin önünde durdu ve kapı tokmağı vurulmaya başladı. Apar topar fırlayan ve önce hareme dalan efendi, “Aman hanım! Rumeli Kazaskeri teşrif buyurdular. Ona göre sofrayı hazırlat!” dedikten sonra merdiven başında gelenleri karşıladı. Ama o da ne! Daha misafirler yerine oturmamıştı ki, Anadolu Kazaskerinin maiyeti ile birlikte çıkageldiği haber verilmez mi? Şemseddin Efendi tekrar hareme koşmak için seğirtirken, Eski Rumeli Kazaskeri, onun ardından üçer beşer ilmiye ricali sökün etti. her seferinde “Şunlar da geldi ha! Bunlar da geldi ha!” ihtarlarından bunalan anımı isyan etti:“Ben bu sıkışıklıkta bu kadar adamı neyle, nasıl doyurayım? Bana ne, umduklarını değil, bulduklarını yerler!” dedi. Üstelik de akın devam etmekteydi.  Şimdi de Şeyhülislam Hazretleri, öncekilerden daha kalabalık bir maiyetle kapıdan girmekteydi.Varın Şemseddin Efendinin halini gözünüzün önüne getirin. Nefes nefese, kan-ter içinde kalmış. Daha kötüsü, bu kadar misafiri ağırlamak mümkün olmadığı gibi, tepesinden aşağı kaynar sular dökülüp duruyor. Tıklım tıklım dolan evde, değil yemek yiyecek, otura cak yer bile kalmamış. Ve iftara birkaç dakika kala son misafir arz-ı endam ediyor: suratında gülümseme, tavırlarında meramına erişmiş bir kimsenin rahatlığı farkedilen Veliefendizade...Şemseddin Efendi onu görür görmez, başını duvarlara vurmaktan zor alıkoydu kendisini. Ama bütün gücüyle direnmesine rağmen gözyaşlarının akmasına mani olamadı. Demek böyle bir oyun oynanacaktı ha... Nitekim ilk iftar topu atılır atılmaz, Veliefendizade nin iki adamı topluluğa seslendi:“Buyurun efendiler gidelim!..”dışarı çıktıklarında, hemen bitişikteki konağın kapısı işaret ediliyor, orada bekleyen birkaç adam da gelenleri “Hoş geldiniz, safalar getirdiniz” sözleriyle içeri buyur ediyorlardı. Konağın odalarına ve sofalarına mükellef sofralar kurulmuş, göz kamaştıracak zenginlikte iftariyelikler hazırlanmıştı. Yatsı vaktine kadar bir sürü hizmetkar mekik dokuyarak çeşit çeşit enfes yemekleri taşıdılar. Sözün kısası, anlata anlata bitirilemeyecek bir iftar sofrasıydı bu. Peki nasıl hazırlanmıştı bu oyun? Yakın dostu ve komşusu Veliefendizade, o akşam misafirleri için iftar hazırlıklarını, günlerce önceden yaptı. Fakat, Şemseddin Efendinin ağzından ilmiye sınıfının bütün ileri gelenlerine davetiyeler yazdırdı ve fakirhanesindeki iftar sofrasını şereflendirmeleri ricasında bulundu. Şeyhülislama bizzat kendisi giderek, “Şemseddin Efendinin, huzurlarına çıkmaktan teeddüp ettiği” bu sebeple kendisinin aracı olduğu gerekçesini uydurarak... Bir ara Kazaskerlik makamında da bulunan Şemseddin Efendinin bu korkunç oyunu unutmadığı, affetmediği ve “O delinin kahrını çok çektim, hepsi helal olsun. Ama bana o akşam çektirdiği azaptan dolayı hakkımı asla helal etmeyeceğim” dediği rivayet olunur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:58:12
ÜMİD BEKLER 

Çarşamba, 13 Ekim 2004
Bir gece Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi, fener hazırlatıp saraya gitti. Saraya varınca, kapıda bulunan görevliler içeri aldılar. Pâdişâha durumu arzedilince, kendisini kabûl etti. Pâdişâhla uzun müddet sohbet ettikten sonra şu rüyâsını anlattı: "Bu gece Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Emir buyurdu ki: "Süleymân'a bizden selâm söyle; İslâmın düşmanlarıyla farz olan cihâdı niçin terk etti? Benim şefâatimden ümit bekler ve rızâmı almak isterse, İslâm askerini hazır bulundurup, İslâm düşmanlarını ihtar etmekten uzak durmasın!" Bunun üzerine Pâdişâh yerinden saygı ile kalkıp, şevkle ve gözleri yaşararak nîmete şükür ettikten sonra; "Efendim, şimdi Peygamberlerin Sultânı bu tâkatsız ve güçsüz kölesine ismiyle zikr edip emir buyuruyorlar. Bu emre boyun eğmemiz gerekmez mi? Buna binlerce hamd olsun" deyip, gazâya gitmek üzere niyet etti. Ertesi gün Zigetvar seferine gitmek üzere hazırlıklar yapıldı. Ordu, İslâmın düşmanlarıyla cihâd etmek üzere yola çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân bu sefere katılıp, orada vefât etti. Şehîd olmak sûretiyle Resûlullah efendimizin muhabbetine lâyık oldu. Kânûnî'nin Zigetvar seferine, Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi de katılmıştı. Sultan Selîm'in İstanbul'da tahta çıkıp Belgrat'ta orduyu ve babası Kânûnî'nin cenâzesini karşılamasından sonra, cenâze, Muslihuddîn Efendi ve yanındaki dört yüz kişiye teslim edilip İstanbul'a gönderildi
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:59:38
III. OSMAN HAN VE İSTANBUL�UN YENİDEN İMARI 

Perşembe, 14 Ekim 2004
Zamânını, din, edebiyât ve tıb kitaplarını okuyarak kendisini yetiştirmekle geçiren Üçüncü Osman, 13 Aralık 1754 târihinde ağabeyi Birinci Mahmûd Hanın vefâtı üzerine sultan oldu.Sultan Üçüncü Osman, 2 Ocak 1755’te Eyüp Câmiinde kılıç kuşandı. O devre kadar, yeni pâdişâh tahta çıktığı zaman mukâtaa, timar ve zeâmet sâhiplerinin beratları yenilene rek bir cülûsiye vergisi alınırdı. Hazîne dolu olduğu için, Sultan Osman bu vergiyi affetti. Ayrıca emeklilere de cülûs bahşişi dağıttı. Sultan Üçüncü Osman’ın tahta çıktığı 1755 kışı çok şiddetli geçti. Haliç dondu ve deniz yol oldu.Osman Hanın saltanatı huzur ve sükûnla başladı. Belgrad Muâhedeleriyle başlayan sulh dönemi devâm etti. Rus sınırındaki bâzı olaylar, Rusya ile bir ihtilâfa yol açacak gibi göründü ise de, iki tarafta da sulh bozulmadı. Hudutlarda bâzı ayaklanmalar oldu. Mısır’da Memlûkler başkaldırdılarsa da olaylar kısa sürede bastırıldı. Üçüncü Osman Han bu olaylarda ihmâli görülen Vezîriâzam Bahir Mustafa Paşayı azlederek yerine Birinci Mahmûd zamânında iki defâ sadrâzamlık yapmış olan Hekimoğlu Ali Paşayı getirdi (15 Şubat 1755). Fakat Hekimoğlu, kısa bir süre sonra sadâretten alınarak, yerine başdefterdâr Nâilî Abdullah Paşa getirildi. Nâilî Abdullah Paşa da üç ay gibi kısa bir süre sonra azledilerek yerine Silâhtar Bıyıklı Ali Paşa tâyin edildi. Bu sırada İstanbul târihinin en büyük yangını oldu. 28 Eylül 1755’te Hocapaşa semtinde çıkan yangın, dört kola ayrılarak büyük bir âfet hâline geldi. Yaklaşık otuz altı saat süren yangın sonunda Paşakapısı da yandığından, sadâret dâiresi bir müddet Kadırga Limanındaki Esmâ Sultan Sarayına nakledildi.Sadrâzam Silâhtar Ali Paşanın rüşvet aldığını anlayan Sultan Üçüncü Osman, Ali Paşayı 25 Ekim 1755’te görevden azlederek cezâlandırdı ve yerine Yirmisekiz Çelebizâde Saîd Mehmed Efendiyi getirdi. 6 Temmuz 1756’da, Sultan Üçüncü Osman devrinin ikinci büyük yangını oldu. Bu yangın İstanbul’un dörtte üçünü kül hâline getirdi. Cibâli tarafların da başlayan yangın, on üç kola ayrıldı. Unkapanı, Süleymâniye tarafları, Vefâ’dan îtibâren Şehzâdebaşı, eski yeniçeri odaları, Langa tarafları, Zeyrek, Saraçhâne, Etmeydanı, Aksaray, Dâvutpaşa İskelesi, Fâtih, Sultanselim, Ali Paşa Çarşısı, Ayakapısı semtleri harâbe hâline geldi. Yangının ardından, İstanbul’un yeniden inşâsı için büyük bir îmâr faaliyeti başladı.Sultan Üçüncü Osman Han pâdişâhlığının üçüncü senesinde, 29 Ekim 1757’de vefât etti. Yeni Câmi yanındaki kardeşi Birinci Mahmûd Hanın türbesine defnedildi.Sultan Üçüncü Osman, fakirlere, düşkünlere çok acıyıp, onlara karşı dâimâ cömert ve şefkatli davranırdı. Tebdil-i kıyâfetle İstanbul’da dolaşıp, halkın dertleriyle bizzat alâkadar olurdu. Haksızlıkların önüne geçip, tâmiri mümkün olanları tâmir ederdi. Müslim ve gayri müslimlerin kıyâfet ve nizâmını ve davranışlarını dikkatle tâkip etti. Yalan ve rüşvetle amansız bir şekilde mücâdele etti. Kim olursa olsun rüşvetçiyle yalancıyı aslâ affetmedi. Kadınların dikkat çekici kıyâfetlerle sokağa çıkmalarını yasakladı. Îmâr faaliyetlerine önem vererek Üsküdar’da İhsâniyye Câmii ve İhsâniyye Mescidini yaptırdı. Ağabeyi Birinci Mahmûd Hanın başlattığı câmi inşâsını bitirerek Nûru Osmâniye adı ile ibâdete açtı. Câminin yanına medrese, kütüphâne, imâret, sebil ve çeşme de yaptırıp tâmirâtı ve masraflarının karşılanması için vakıflar tesis ettirdi. Midilli Adası Siğrî Limanında, Malta korsanlarına karşı bir kale inşâ edilerek tahkim edildi. Bâbıâlînin inşâsı tamamlandı. Ahırkapı Feneri de Sultan Üçüncü Osman devrinde yapıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 13:59:59
KANUNİ VE PİR ALİ EFENDİ

Cuma, 15 Ekim 2004
Sultan Süleymân Han İran'a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; "Aksaray'da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor." demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; "Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?" diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler Aksaray'a uğradığında ziyâret edip; "Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik." dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmiştir: "Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap."Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul'a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; "Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim." dedi.Pâdişâh İstanbul'a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil'i ve birkaç mürîdini İstanbul'a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti. Yerine irşâd vazîfesini yürütmek üzere Çelebi Şeyh geçti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:01:08
HEY SULTAN MURÂD�IM VÂ�DEN YAKIN GELDİ!.. 

Cumartesi, 16 Ekim 2004
1451 yılında Edirne’ye bahar erken gelmiştir. Sultan II. Murad Han, bir ikindi vakti Meriç Nehri’nin ortasındaki “Kirişçi” adasında tenezzühe (gezintiye) çıkar. Taze çimenler, kardelenler, bahar yağmurlarıyla yıkanmış toprak kokuları ve çağıldayan ırmağın huşû’ veren sesi... Yanında yalnız İshak Paşa vardır. Bir müddet etrafı seyreder ve Paşa’ya seslenir:— İshak! Tabiatın güzelliğine bak. İnsan burada kendini dünyadan ayrılmış gibi hissediyor. Doğrusu içimi şu tabiata karşı bir hasret ateşi kapladı.İshak Paşa:— Doğru dersiz Hünkârım. Ya şu Meriç!.. Ne kadar da asil akıyor, diye karşılık verdi. Daha doğru bir ifâdeyle, Paşa, Sultan’ın hâlet-i rûhiyesini iyi anlayamamıştı. Halbuki o, dünyadan uzaklaştığının ve Allah’a yaklaştığının farkındaydı. Ardından biraz gezinmek üzere yerinden kalktı. Paşa da arkasında idi. Ağır ağır ilerlediler. Adacağı sahile bağlayan köprünün başına geldiklerinde, suya bakarak dalıp gitmiş bir dervişe rastladılar. Sultan Murad’a dervişin bu hâli çok dokunmuştu. Bir müddet durup ounu seyretti. Sonra Paşa’ya dönüp tam bir şeyler söyleyecekken, dervişin derin dünyasından gelen mırıldanışını duydu. Kulak kesilip ne dediğini anlamak istiyordu. Biraz daha yaklaştılar. Derviş hayıflanarak tekrarlıyordu:—Hey Sultan Murad’ım! Vâ’den yakın geldi, duâ ve ilticâ zamanıdır. İshak Paşa, tam dervişin üzerine atılıp susturmak üzereydi ki, padişah bir işâretle onu men etti. Usulca yanından uzaklaştılar. Sultan, biraz ileride köprünün başına yaslanarak Meriç’in sularında öte âlemleri seyre daldı.Yarım saat tefekkürden sonra tekrar etrafına bakındı.Dervişi aradı.Ancak oralarda kimsecikler yoktu. Paşa’ya döndü ve:—Paşa şâhit ol! bütün günahlarıma tevbe ettim, dediSaraya döndüklerindeSultan Murad çok hafiflemiş; Paşa ise derin düşünceler altında sıkıntıya düşmüştü. Aradan bir kaç gün geçti. Padişah’ın neş’esi gittikçe azalıyordu; düşünceli ve bitkin görünüyordu. Bu hâl devlet ricâlini endişeye sevketmişti. Belki faydası olur diye İshak Paşa’nın bir şiir cemiyeti tertiplediler. Padişah bir müddet şiir dinlediyse de artık iyiden iyiye dalıyordu. Kimbilir hangi beyti dinlerken kendisine nüzul isabet etti ve bir daha düzelemedi. Bir ara hafifleyip şu sözleri mırıldandı:—Allah’a kavuşma zamanım geldi. Halil, işlere nezâret etsin. İshak, ona yardımcı olsun. Oğlum Mehmed’e (Fâtih) haber salınsın, saltanatı mübârek olsun, kalan işleri tamamlasın.Sultan bundan sonra yalnızca şehâdet getirdi ve gâyet sâkin bir şekilde 3 Şubat 1451 günü teslîm-i ruh eyledi. Allah Teâlâ ganî ganî rahmet eylesin
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:25:23
SADRAZAM PÎRÎ MEHMED PAŞA 

Pazar, 17 Ekim 2004
Pîrî Mehmed Paşa, Rumeli Başdefterdarı vazîfesiyle Çaldıran Muhârebesine katıldı. Beklenmeden hemen hücuma geçilmesi husûsundaki isâbetli görüşleriyle Yavuz Sultan Selim Hanın dikkatini çekti. Pâdişâh, onun görüşlerini işitince; “İşte yegane rey sâhibi bir adam, yazık ki, vezir olmamış.” diyerek takdirlerini dile getirmişti.Zafer sonrasında İkinci Vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa ile birlikte Tebriz’in zaptı ve muhâfazasıyle görevlendirildi. Bu seferden dönüşünde Üçüncü vezir oldu. Amasya’daki yeniçeri isyânı netîcesinde vezâretten alındı. Üç gün sonra tekrar vezârete iâde edildi.Başlangıçta Mısır Seferine muhâlefetinden dolayı vezâretten azledilen Mehmed Paşa, Osmanlı ordusunun Mısır’a yürümesi üzerine, İstanbul Muhâfızı olarak, İskenderiye ye sevkedilecek donanmayı büyük bir titizlikle donattı. Galata ve Gelibolu’da hazırlanan altı yüz parçadan ziyâde ve pâdişâhın istediği sayıdan fazla olan bu donanmadaki gemilerin altısını top ve beşini de at gemisi olarak tanzim etmişti. Paşanın bütün bu çalışma ve gayretleri, Yavuz Sultan Selim Hanın gözünde onu vezîriâzamlığa hazırlamaktaydı. Mısır Seferi dönüşünde, ordugâha çağrılan Pîrî Mehmed Paşa, 24 Ocak 1518’de Şam’a ulaştı. Bir gün sonra da sadârete tâyin edildi. Bundan sonra, Yavuz Sultan Selim Hanın saltanatının sonuna kadar sadârette kaldı. Pâdişâhın Edirne’de ölümünü gâyet ustalıkla saklayarak, yeni pâdişâh Kânûnî Sultan SüleymanHanın karışıklığa meydan vermeden İstanbul’da tahta geçmesini sağladı.Pîrî Mehmed Paşa, Yavuz Sultan Selim Hanın takdirini kazanıp, bu pâdişâh zamânın da, hem uzun müddet sadârette kalmış, hem de pâdişâhın yaptığı işlerde yardımcı olmuş tur. Mısır Seferi sonrasında devlet idâresinde tesirli çalışmalar gösterip, Suriye’nin ve yeni alınan yerlerin kaydına ve vergilerin âdilâne bir tarzda tespitine ehemmiyet verdi. Daha vezirken, Osmanlı donanmasının muasır donanmalara gâlip gelmesinin lüzûmunu görerek, İstanbul tersânesinin tesisini ve bu tersânede ileride Rodos’u fethedecek donanmayı hazırlama faaliyetlerini başlattı.Kânûnî zamânında da isâbetli görüşleriyle Belgrad ve Rodos’un zabtının lüzûmunu müdâfaa eden Pîrî Mehmed Paşa, yeni pâdişâhın saltanatının ilk yıllarında daha sonraki seferlerinde üs olacak iki önemli stratejik noktanın fethine önayak oldu. Beş sene beş ay sadâretten sonra Haziran 1523’te 200.000 akçelik vezâret hasları verilerek emekli edildi. 1532 yılında vefât eden Pîrî Mehmed Paşa, Silivri’de kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi.Haleflerinden, Asafnâme yazarı Lütfi Paşa tarafından “sadrâzam nümûnesi” olarak gösterilen Pîrî Mehmed Paşa, Osmanlı sadrâzamları arasında dirâyet, kâbiliyet ve idâreciliği yanında, dürüstlüğü, azimkârlığı, hayır ve hasenâta düşkünlüğü ile tanınıp, şiir ve tasavvufla da meşgûl olurdu. Şiirde “Remzî” mahlasını kullanan Paşa’nın bir Dîvân’ı olduğu çeşitli eserlerde bahsedilirse de bulunamamıştır. Bir de, Mesnevî Şerhi olduğu rivâyet edilir.Birçok Osmanlı paşası gibi, Allah’ın verdiğini O’nun dînine ve kullarına hizmette kullanan Pîrî Mehmed Paşa, pekçok hayır eseri yaptırdı. İstanbul’da Halıcıoğlu ile Hasköy arasında kendi adını taşıyan mahallede mescit ve hamam, Zeyrek’te Halvetî Tekkesi, Soğukkuyu Câmii ve Medresesi, Mercan’da Terlikçiler Mescidi, Molla Gürânî Câmii civârında Koruklu Tekkesi diye bilinen Halvetî Zâviyesi ve Camcı Ali Mahallesinde Mekteb-i Sıbyân, Silivri’de câmi, imâret, mektep ve medrese, Belgrat’ta imâret, Konya’da mescit, imâret ve tekke, Aksaray vilâyetinde mektep, Gülek Kalesi civarında zâviye ve ribât, bilinen hayrâtı arasındadır. Pîrî Mehmed Paşa, bu kadar çok ve dağınık hayrâtı için, Anadolu ve Rumeli’de pekçok arâzi ve emlâk vakfetti.Pîrî Mehmed Paşanın yetiştirdiği devlet adamları arasında en meşhurları, Vezîriâzam Lütfi Paşa ile Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa Beydir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:25:51
ŞEK Mİ, EŞEK Mİ?

Pazartesi, 18 Ekim 2004
Fatih Sultan Mehmed Hân hazretleri Sahn-ı Semân’a müderris olacak hocaların kütüb-i sitte ile lugatten Sıhâh-ı Cevherî, Kâmus, Tekmile ve emsâlini hıfz ve cem etmişkimselerden olmasını şart koşmuştur. Oraya müderris olmak için imtihana hazırlanan Molla Lutfi ile Uslu Şücâeddin, bir gün, bir yerde karşılaşırlar. İmtihana ve lugate müteallik konuşurlarken Şücâeddin:—Sıhah’da müşkilâtım çok. Hemen her satırın başına şek (şüphe)işâreti koyuyorum, der.Molla Lutfi şu cevabı verir:—Vâkıa ben de şek ediyorsam da, sen benden eşek (Arapça ismi tafdil sîgası ile, daha ziyade şüpheci mânâsına) imişsin!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:26:22
II. MURAD HAN VE ŞÜCAEDDİN KARAMANİ HAZRETLERİ 

Salı, 19 Ekim 2004
Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne'de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne'nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî'yi buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:26:44
PÎRÎ REİS 

Çarşamba, 20 Ekim 2004
Muhiddîn Pîrî adı verilen geleceğin büyük denizcisi, çocuk yaşında deniz seferlerine başladı. Meşhûr denizci Kemal Reis, Pîrî Reis’in amcasıydı. Onu yetiştirmeyi tamâmen üzerine alan Kemâl Reis, 1501’de Navarin’i Venediklilerden geri alınca, müjdeyi bildirmek için yeğenini İstanbul’a gönderdi. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın huzûruna çıkan Pîrî Reis, mükâfatlandırılarak, hayır duâ aldı. Akdeniz’i karış karış dolaşan Kemâl Reis’in yanında ölümüne kadar kalan Pîrî Reis, uğradıkları her limanı inceleyerek haritalarını yaptı. 16 Ocak 1511’de Kemâl Reis’in şehit olması üzerine birkaç yıl seferlere çıkmayarak kitap ve haritalarla uğraştı. Gazâya alışmış, denizlere tutkun Pîrî Reis, deryâlardan fazla uzak kalamayarak, Oruç Reis’in emrine girdi. Onun tarafından 1516’da İstanbul’a gönderildi ve Yavuz SultanSelim Hanın huzûruna kabul edildi. Aynı sene Mısır fethine çıkan Osmanlı donanmasında amirâl olarak vazîfelendirildi. Daha sonraki senelerde hizmetlerine devâm ettikten sonra, Süveyş’teki Osmanlı donanmasına Hind Kaptan-ı deryâsı olarak tâyin edildi (1547). Daha önce Aden’i alan Portekizlilerden 26 Şubat 1548’de burasını geri aldı. Umman kıyılarında daha önce Portekizlilerin elde ettikleri yerlerin hepsini geri alarak Umman Denizinden onları attı.Muskat’taki Portekiz Garnizonunu zaptetti. Basra Körfezinde bâzı yerleri de fethettikten sonra, Katar Yarımadasını, Bahreyn Adalarını, Lahsa (Hasâ) kıyılarını Türk hâkimiyetine soktu. İhtiyârlığına rağmen mücâdelelerine yılmadan devâm eden Pîrî Reis, 27 parça gemisini Basra’da bırakıp, üç kadırga ile Süveyş’e dönmesi yanlış anlamalara ve ithamlara sebep oldu. Ömrünü denizlerde yılmadan mücâdele ile geçiren Pîrî Reis, 1555’te öldüğü zaman, ardında, o güne kadar bilinmeyen birçok deniz bilgileriyle dolu ciltlerce eserle, bugün bile hayranlıkla seyredilen haritalar bıraktı. Pîrî Reis’in eserleri çeşitli dillere çevrilerek basılmış ve onun şöhreti bilhassa 20. asırda dünyâya yayılmıştır. Türk denizcileri arasında başarılı bir kaptan-ı deryâ olan Pîrî Reis, aynı zamanda bir ilim adamı olarak bıraktığı eserlerle târihin sayfalarında unutulmazlar arasına girmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:27:22
İLYAS REİS

Perşembe, 21 Ekim 2004
Rodosluların yirmiye yakın galer ve kadırgalarına karşı küçük bir Türk çektirisi, amansız ve ölümüne bir mücadeleye hazırlanıyordu. Çektirideki Türk leventleri, şahin bakışlarını düşman gemisine dikmiş, korkusuz, telaşsız, bir an önce düşmanla kılıç kılıca gelecekleri anı bekliyorlardı.Türk çektirisi, etrafını bir karabulut gibi saran dev düşman gemilerine doğru dalgalarla oynaşa oynaşa giderken, leventler, birz sonra tadacakları şehadetin sevinci ve zevki içinde bayram havası yaşıyorlardı. Artı iki yaraf birbirlerine iyice yaklaşmışlar, atış menzili içine girmişlerdi. İlyas Reis, gözlerini düşman gemilerinden ayırmadan ilk emrini verdi:-Amiral gemisine dirise edeceğiz arkadaşlar! İlk top atışı Rodoslulardan geldi. Bu, Türklerin teslim olmaları için bir ihtardı. Bir cevap alamayınca diğer gemiler de ateşe başladılar. Türk çektirisinden hâlâ ses çıkmıyor du. Leventler, balık avına çıkmış gibi sakin ve sessiz, etrarfına düşen gülleler arasından kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Sonunda İlyas Resi emrini verdi:-Hedef Amiral gemisi! Ateş!...Müthiş top seslerini, Amiral gemisinin çatırtıları takip etti. Rodosluların yoğun top atışları altında çektiri de hafif yaralar alırken, İlyas Reis emirlerine devam ediyordu:-Düşmanı provaya alın! Orsa yaklaşacak, sancakları indirin! Amiral gemisine, amiral gemisine bordalayın! Sonra belindeki palasını sıyırarak olanca gücüyle bağırdı:-Allahü Ekber! Allahü ekber!Nihayet düşman, ateş ve kargaşalık arasında korkunç bir çatırtıyla amiral gemisi ne bordaladılar. İlyas Reis en önde  elinde palası ile düşman gemisine atladı. Arkasından yiğit leventler yetiştiler.-Koman bre!.. urun ha yiğitlerim...Allah aşkına...Din aşkına urun...Pala ile kılıç şakırtıları, çığlıklarla silah patlamaları birbirine karıştı. Bir anda düşman gemileri karınca gibi etraflarına üşüşmüşlerdi. Sonu belli bir kavgaydı bu. Bir levende yüz düşman düşüyordu. Buna rağmen leventler yılmadan pala sallıyor, kol, bacak, kelle uçuruyorlardı. İlyas Reis bir ara çevresine bakındı. Yerler, kan, kesilmiş başlar, kopmuş kollar ile doluydu. Siyah koyu dumanlar yükseliyor, arkadaşları kelime-i şehadet getirerek teker teker şehid oluyorlardı. Düşman İlyas Reis’in üzerine akbabalar gibi üşüşmüş, kılıçlar ve mızraklarla saldırıyorlardı. Fakat o, bir anda silkinerek aralarında sıyrıldı ve pala sallamaya devam etti. Fakat birkaç dakika sonra gürleyen sesi tekrar duyuldu. Fakat bu eskisi gibi meydan okuyan değil, acı dolu bir haykırıştı:-Yandım Allah!...İki küreği arasına gömülen soğuk demirin verdiği acının öfkesiyle geri döndü ve yadarana sığınıp, kendisini arkadan vuran adamın miğferli başına palasını olanca gücü ile indirdi. Şövalyenin kafasını miğferiyle birlikte ikiye bölerken,v ücuduna saplanan diğer mızrak ve kılıç darbeleri arasında gözleri karardı, yere çöktü. Her tarafından oluk gibi kan boşanıyordu. Kıprıdayan dudaklarından Kelime-i şehadet döküldü ve bütün gücü nü toparlayarak son defa bağırdı:-Hızır! Yetiş, öcümü koma şu kalleşlere!Yanmakta olan geminin kamarasında şövalyelerle savaşan bir genç, önündeki adamı devirip kendisini çağıran sese cevap verdi:-Yettim ağam!..İlyas Reis’in yanına kadar dövüşe dövüşe gelen Hızır, ağabeyinin durumunu görünce beyninden vurulmuşa döndü. Büyük bir şaşkınlık geçirdi. Bir anlık duraklaması ise, kafasına yediği bir darbe ile son buldu. Kendisini toparlayıp ayağa kalkmaya çalıştığı anda ise, yüzlerce kılıç ve kargının üzerine doğru çevrilmiş olduğunu gördü. Hemen atılıp bağladılar ve ayaklarından zincire vurarak Rodos’a götürdüler. Hızır Reis, ileride Barbaros Hayrettin Paşa olacak ve ağabeyinin intikamını alacaktı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:27:52
SILADA

Cuma, 22 Ekim 2004
1915 senesi Kasım ayının soğuk bir akşam vakti. Afyon ile Uşak arasındaki Işıklar istasyonunda duran trenden üç asker indi. Bunlardan biri, geçen kış Kafkas cephesinde savaşmış bir süvari onbaşısı, biri Çanakkale’de omzundan yaralanmış bir topçu çavuşu, diğeri de Mısır cephesinde döğüşmüş bir piyade neferi idi. Bunlar iki yıl evvel aynı köy den çıkıp da her biri memleketin birer ucunda harp etmiş üç hemşehri, aynı günlerde yaralanıp, garip bir tesadüf eseri İstanbul’da askeri hastanede, hatta aynı koğuşta buluşmuşlardı. Bir aydan fazla süren tedavilerinden sonra 60 gün tebdili hava verilmiş ve memleketlerine doğru yola çıkmışlardı. Bunlardan Ahmet ile Osman çavuş birbirlerine akraba idi. Emin onbaşı da onlara komşuydu. Trenden indikten sonra yola koyuldular ve iki saatik bir yürüyüşten sonra köyleri ne geldiler. Osman çavuş etrafına bakındıktan sonra:-İki yıl oldu. Hiçbir şey değişmemiş. Daha dün çıkmış gibiyim. Fakat çoluk çocuk epeyce büyümüş, değişmiş olacak. Kim bilir bizi görünce nasıl şaşıracaklar, dedi. Ahmet:-Yazık ki bizim valide bu günü göremeden gitti. Bizim çocuk doğduğu gün vefat etmiş, dedi. Emin onbaşı ilave etti:-Bizim yeni dünyaya gelen kız, şimdi bir buçuk yaşında olacak. Fakat daha yüzünü yeni göreceğim.Tam köye girdikleri anda bir çığlıktır kopuverdi. Kapı aralarından, kerpiç duvarlar üstünden, muhtelif ahenkte bir sürü kadın sesleri, evden eve uzanıp gidiyordu:-Huu, Emeti kız, kocan geldi!...-Aman Ayşe molla, öyle bağırma, şimdi bayılıveririm haa...-Osman, Osman sen misin? O yanındakiler kim?-Fatma Hanım... Ahmet de gelmiş...Derken bir ihtiyar bir erkek sesi:-Durun yahu! Kadınlar durun ne oldunuz? Ne var?-Aman Şaban Efe sus, aklım başımda yok, bizim çocuk gelmiş...-Küçükler nerede? Çocukları uyandırın...-Ah yavrucak... babasını tanımaz ki!...Bütün köy halkı biraz sonra sokaklarda... Ana babaların elleri öpülüyor, çocuklar bağırlara basılıyor, hararetli musafahalar başlıyor, askerdeki diğer köylülere ait haberler soruluyor...Sonra herkes evine gidiyor.Anadolu köylerinde sevinç fazla uzun devam etmez. Anadolu köylüsü tab’an mahzun ve sessizdir. Nitekim bu cûşîşli vuslat ve meserret gecesinden dört gün geçme den, Osman çavuşun hanımı Emeti ile Ahmet’in hanımı Fatma, bir akşamüstü çeşme başında dertleşiyorlardı:-Ayol bizimkine bir şeyler olmuş. Ne çocuklara, ne de bana baktığı var. Gözü gönlü başka yerlerde. İki senedir ne yaptık, ne ettik? Kara Hasan ile tarla davamız ne oldu? O çift sarı inekle koca saban nereye gitti? Bunları bile sorup dinlediği yok. Varsa muharebe hikayesi, yoksa muharebe hikayesi. Topu nasıl dolduruyorlarmış, topu nasıl çevirmiş, zabit nasıl ateş emri vermiş, düşman kaçarken arkasından nasıl bağırırlarmış.-Sus..sus... Tıpkı bizimki gibi desene ayol!...tıpkı bizimki gibi. Birinci geceden başladı, hâlâ anlatıyor. Başka şeyden bahsetsen, hiçbir şey işitmiyor gibi bakınıyor. Dün baba sı: “Oğlum, geçen yıl tarlaya bakla ekmiştik. Bu yıl azıcık arpa eksek...” derken ihtiyarın lafı ağzında kaldı. Pabuçlarını giydiği gibi soluğu  kahvede aldı.-Kahvede de hep muharebe lafı. Tayyare, tahtelbahir, bomba, siper...daha bunlara benzer neler. Dün üç saat bana tayyare nedir, tahtelbahir nedir, bunları anlattı durdu.-Emeti, Emeti sana bir şey söyleyeyim mi? Vallahi bizimki daha şimdidden günleri sayıyor. Altmış gün izin vermişler, bunun yirmisi gitti diye adeta seviniyor. İlk gittikleri gün hatırlarsın, çocuklar gibi ağladılardı. Ağladılardı, fakat şimdi de gitmek istiyorlar. Köy onlara gurbet yeri gibi geliyor. Hele o, gözlerini ateş, göğüslerini gurur ile dolduran, o anlatmaya doyamadıkları harp menkıbelerinin, dinleyenler üstünde, lazım gelen heyecanlı tesirleri icra etmeyişi onlara adeta garip bir küskünlük ve yabancılık hissi verdi.İşte o kadar hasret ve iştiyakla beklenen sıla hayatı bu üç arkadaş için böyle makus bir tarzda başlayıp bitti. Çünkü memleket hudutlarında harp henüz devam ediyor ve silahlar patlıyordu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:28:49
BİR YÜZ KARASI 

Cumartesi, 23 Ekim 2004
1897 Osmanlı-Yunan harbi esnasında, Manisa havalisinden üç asker kıtalarında firar edip, omuzlarında devletin verdiği silahlarla dağa çıkmışlardı. Bunlardan biri, Yaya köyünde oturan eski bir şakinin, Bakırlı Şaban Efenin tek evladıydı. Çakırcalı’dan ve Kara Ali’den evvel dağlardan dolaşan o idi. Otuz sene devlet kuvvetlerine karşı durdu. Bazen iki arkadaşıyla, yüz kişilik jandarma müfrezesini tarümar ettiği oldu. Bazen tek başına o dağdan bu dağa geçtiği duyulurdu. Köylüler onu hürmetli ve korkulu bir muhabbetle se verlerdi. Çünkü zengin ve kuvvetlilere karşı bîaman, zayıf ve fakirlere karşı himayekardı. Bakırlı Şaban Efe tövbe ettiği zaman elli yaşındaydı. Ancak bu yaşta evlendi ve bir oğlu dünyaya geldi. Tam yirmi yıl unutmuş ve unutulmuş bir halde uslu uslu köyünde yaşadı ve bir kahvenin çınarı altında gah nargile çekti, gah uyukladı. Oğlu askerden kaçıp da dağa çıktığı gün, yetmiş yaşında, ak sakallı, sönük gözlü, yarı kamburlaşmış bir ihtiyardı. Oğlunun askerden kaçtığı kendisine haber verilince gayri ihtiyari elini silahlığına götürdü ve yerinden davrandı. Uzun müddet bu vaziyette, hareketsiz, sessiz kaldı. Fakat silahlığı da, kemeri de boştu. Sonra birden:-Yalan söylüyorsunuz. Mustafa bunu yapmamıştır, diye bağırdı. Dediler ki:-Yalan olamaz, biz tam yerinden duyduk. Üç gün oluyor, jandarmalar takibe çıktılar.Eli silahlığının yerine titreyen Bakırlı Şaban Efe, kısık bir sesle:-Nasıl olmuş, anlatın bakalım, dedi ve dizlerinin bağı çözülmüş gibi yığıldı kaldı.-Bir gece kışlanın kapısında seninki nöbetçiymiş. Diğer ikisi, Kasabalı Hafız’ın oğlu ile Narlıcalınınki, gündüzden edindikleri kurşunları ceplerine ve koyunlarına doldurmuşlar ve seninkine demişler ki; “haydi bakalım düş önümüze” O da zaten birkaç gün önce den haberliymiş, ovaya doğru çıkıp gitmişler.Bakırlı yine davranır gibi bir hareket yaptı. -Dur dediler, dahası var! İşin içinde bir de cinayet görünüyor. Seninkilerin firarı sabahı Doğanlar yolu üzerinde üç rençberin cesedi bulundu. Bunlardan ikisi ölmüş, diğeri de can vermek üzereymiş. Asker kıyafetinde üç kişinin onlara ateş ettiklerini ve atlarını alıp gittiklerini söyleyip ölmüş. Bakırlı Şaban Efe:-Yeter, yeter diye bağırdı ve sendelye sendeleye eve gitti. Karısı onu, suratı kıpkırmızı ve titrer bir vaziyette görünce:-Aman efem, sana ne olmuş, diye bir çığlık attı.-Duydun mu, Mustafa...dedi ve gerisini getiremedi. Boğazı hıçkırıklarla doldu. -Söyle şehid mi olmuş?-Keşke öyle olsaydı deli kadın, keşke öyle olsaydı. Kaçmış askerden kaçmış ve cinayet işlemiş. Ah yüzkarası rezil ah! Dedi ve minderin üstüne yıkılıverdi. Efe günlerce evden çıkmadı. Kendisini sormaya gelenlere kapıyı açmadı. “Âlemin içine nasıl çıkarım?” diyordu. Zaman zaman karısına:-Ben de senelerce dağlarda gezdim, ama askerden kaçmadım. Hatta Moskof muha rebesine gönüllü yazıldım ve aslanlar gibi döğüşüp memlekete olan borcumu ödedim. Fakat bu rezil, askerden kaçtı ve devletin silahıyla dağa çıktı, diye dert yanıp ağlıyordu.Bir hafta sonra Şaban Efe evden çıktı ve etrafına toplanan köylülere:-Bu yüzkarasını kendi ellerimle temizleyeceğim. Ayrın kasabaya gidip binbaşıya müracaat edeceğim. Çok şey istemem, bana bir hayvanla bir silah versinler, Allah’ın izni ile beş on gün içinde ya ölüsünü, ya dirisini getirmezsem, bana da Bakırlı Şaban Efe demesinler, dedi.Köylüler, ihtiyar efenin bu sözlerine kıs kıs gülüyorlar ve:-Efe vazgeç bu işten, senin artık böyle şeylere karışacak zamanın geçti, diyorlardı.Bu nasihatler onu daha çok çileden çıkarttı ve ertesi gün soluğu kasabadaki zaptiye karakolunda aldı. Binbaşıya kararını, ayni azim ve metanetle söyledi. Fakat binbaşı, ihtiyarı şöyle tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra acı ve alaycı bir şekilde:-Bu işler sana kaldıysa vay halimize...dedi.binbaşının sözü Şaban Efenin kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bir müddet köye dönmekle, dağlara çıkmak arasında mütereddid kaldı. Kendini dinledi. Kollarını yokladı, yürüyecek, kımıldayacak hali yoktu. Çaresiz iki büklüm, köye dönmek üzere yola koyuldu
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:29:25
MOLLA HAYALİ VE FATİH SULTAN MEHMED

Pazar, 24 Ekim 2004
İznik Medresesi müderrisi Molla Tâceddîn vefât ettiğinde, Fâtih Sultan Mehmed çok üzülmüştü. Mahmûd Paşaya; "Yerine, onun gibi yüksek bir âlim bulunup tâyin edilsin." emrini verdi. O mecliste, Mahmûd Paşanın hatırına Molla Hayâlî geldi. Durumu pâdişâha arz edip, onun hakkında bilgi verdi. Sultan Fâtih de; "Molla Hayâlî, o kimse değil midir ki, Şerh-i Akâid'e yazdığı hâşiyesiyle, ismini duyurmuştur?" diye sorduğunda, vezir; "Evet pâdişâhım, o kimsedir." cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâhın; "O kimse, bu medreseye lâyıktır." demesi üzerine, 130 akçe maaş ile, bu medresedeki müderrislik vazîfesini Molla Hayâlî'ye vermeyi kararlaştırdılar. Bunun üzerine, Filibe'den İstanbul'a gelen Molla Hayâlî, Pâdişâh ile konuştu. İznikMedresesine tâyin edildiği kendisine bildirilince; "Ben hacca niyet ettim. İnşâallah geldiğimde kabûl ederim." dedi. Vezir Mahmûd Paşa; "Şimdi, önce varıp medresede bir müddet ders okutunuz, sonraSultanın izni ile gidersiniz." diye teklif ettiğinde, MollaHayâlî; "Eğer vezir-i âzamlık makâmını verseniz hacdan yine vazgeçmem" dedi. Mahmûd Paşa durumu Pâdişâha arzettiğinde; "Niçin sıkıştırmadın?" deyince; Vezir; "Sıkıştırdım. Fakat, vezirlik de versen, hacdan vazgeçmem dedi." diye cevap verdi. Değer bilen padişâh, "Hac yolculuğundan dönünceye kadar, muidi ve yardımcısı olan molla, vekili olsun, müderrislik vazîfesi resmen Molla Hayâlî üzerinde kalsın." emrini verdi.Molla Hayâlî, hacca gidip dönünce, adı geçen medreseye müderris oldu. Talebe yetiştir mek ve eser vermek işi ile meşgûl olduğu sırada 1481 yılında vefât etti. Bu esnâda yaşı daha 33 idi. Onun böyle genç yaşta ölümü ilim adamları ve talebeleri arasında büyük teessüre sebeb oldu. Pekçok şâir mısra ve beyitleriyle duydukları üzüntüleri dile getirdiler. Nitekim Kandî,"Sözü dilde, hayâli gözde kaldı."mısraı ile bir tarih düşürdü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:29:46
ZEYNEP KADIN 

Pazartesi, 25 Ekim 2004
-Ana yetiş, kapı çalınıyor!-Üstüme iyilik sağlık, bu saatte kim olsa gerek-Belki Hasan’dan bir haber geldi, içim öyle diyor, yetiş ana!Gelinin bu sözü üzerine Zeynep Kadın telaşla yerinden fırladı ve sokak kapısına koştu. Gelen, köyün ihtiyar zaptiyesi Osman Efendi idi. –Osman efendi, mektup mu var?-Evet, fakat doğrudan sana değil, hele başını ört de azıcık mescide kadar gel, sana söyleyeceklerimiz var.Zeynep kadın, Osman Efendinin bu şekilde çağrışından az çok meşum bir haberin kokusunu almakla beraber, metanetini kaybetmedi. Fakat ortalığı telaşa vermedi. Çünkü gelini dokuz aylık hamileydi ve evin iç kapı eşiğinde, karanlıkta onları dinliyordu. -Ana kimmiş, ne varmış?-Hiçbir şey yok, Osman efendi gelmiş, mektup var diyor. Mescide kadar gidip İmam efendiye okutacağız. Hemen üzerine bir şeyler alıp evden çıktılar. Biraz sonra köyün küçük mescidinde idiler. İmam efendi evvela kemal-i dikkatle zarfın üstünü okudu: “Aydın Vilayeti dahilin de Karaağaç kazasına tâbî Çınarlı karyesinde zaptiye çavuşu Osman efendi eliyle Merhum Musa kahyanın haremi Zeynep Hanıma mahsustur”-Mektup kimden hoca efendi, aman imzaya bak, mektup kimden? Diye inledi Zeynep Kadın. İmam Efendi mektubu yavaş yavaş ve süze süze, içinden okudu. Zeynep Kadının sabrı tükeniyordu:-Aman hoca efendi söyle ne olmuş? Hasan’dan mı?Hoca efendi ağır ağır başını kaldırdı ve:-Hasan şehid olmuş, sizlere ömür!...Zeynep kadın çömeldiği yere yığılıp kaldı. Sonra derinden derine hıçkırmaya, inlemeye başladı. Osman efendi ile Hoca efendi, boşalsın diye bir müddet ona dokunmadılar. Sonra ikisi birden ayağa kalktılar ve Zeynep kadını omuzlarından tutup kaldırmak istediler. Fakat o, sarsıla sarsıla ağlıyordu ve kendinden geçmişti:-Ah yavrum ah! Diye sızlanıyor ve elleriyle göğsünü yırtmak ister gibi hareketler yapıyordu. Sonra birden sustu ve başını iki tarafa sallayarak:-İki üç gün sonra bir de yavrusu dünyaya gelecek. Yavrum gitti, yavrusu geliyor.Bu sözler üzerine Osman efendi:-Öyleyse kendini topla, sesini kes! Gelinin meseleyi işitirse iki cana birden kıyılmış olur. Haydi gözünün yaşını sil de gelinin bir şeyin farkına varmasın. Dedi. Bu sırada imam efendi söze karıştı ve:-Şehide ağlamak günahtır. Hem de Cenab-ı Hak sana bir lütufta bulunmuş. Birini aldı, diğerini gönderiyor.Zeynep kadın, bağrına taş asarak evine döndü. Kapının arkasında bekleyen gelini:-Ana ne varmış? Niye bu kadar geciktin, meraktan çatlıyorum, söyle ana ne var?-Hiiç...iyilik, iyilik kızım. Sana selamı var, iyilik kızım...Can verilen saniyedeki kadar müthiş bir an içinde söylenen bu sözleri müteakip Zeynep kadın kapının önüne yığılıverdi. Fakat yanıbaşında duran gelinine karşı metaneti ni kaybetmeden, gittikçe büütn varlığını kaplayan yasın ateşlerini örtmek için oracıkta bir hile buldu:-Şuracıkta...işte şuracıkta... ne oldu bilmiyorum, sanki bastığım yer birden kayıver di, ayağım öyle bir burkuldu ki, acısı burnumdan çıkıyor, diyerek sürüne sürüne kendisini içeri atıverdi. Bütün bir gece, “Ah evladım” yerine “Ah ayağım” diye ağladı. Gelin ise bu hilenin farkına varmadı ve kendi ağrılarını unutup kaynanasını teskine çalıştı.Bu kara gecenin üstünden dört gün geçti. Şehid Hasan’ın zevcesi sabaha karşı nur topu gibi bir oğlan dünyaya getirdi. Zeynep kadın çocuğu kucağına alınca bir an için gönlünün yasını unutur gibi oldu ve gözleri yaşla dolu, sesi hıçkırıklı, ağzının yeni doğanın kapalı bir gonca halinde duran kulağına yaklaştırıp:-Küçük melek, sen Cennetten geliyorsun! Muhakkak orada babanla görüştün, çünkü her tarafında onun kokusu var, bizim için bir şey demedi mi? Söyle rahatı nasıldır? Derken büyükanne, çocukla birlikte ağlamaya başladılar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:30:36
BALTACI MEHMED PAŞA VE ÜNSİ HASAN EFENDİ

Salı, 26 Ekim 2004
1711 senesi Vezîriâzam olan Baltacı Mehmed Paşa bir müddet sonra Moskova seferine tâyin edilmişti. Sefere çıkmazdan önce duâ için nice kere Şeyh Ünsî Efendiyi dâvet etti. Ünsî Efendi özürler bildirip, dâvetine gitmedi. Vezir Mehmed Paşa; "O halde biz onun yanına gideriz. Gece kapısı açık olsun." diye haber gönderdi. O gece tebdîl-i kıyâfet edip yatsıdan sonra dergâha geldi. Vezir tevâzu gösterip Ünsî Hasan Efendinin ellerinden öptü. Huzûrunda edeb ile oturdu. Sonra da; "Efendim! Benim babam da Halvetî tarîkatının önde gelen büyüklerindendir. Bana duâ ediniz. Kerem ve himmet ediniz. Ömrümde sefer nedir, asker idâresi ve sevki nedir bilmem. Sizin duâ ve yardımlarınıza muhtâcım. Yoksa ben bu işin ehli ve erbâbı değilim. Bu işin hakkından dahi gelemem." dedi. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi ona; "Moskof kâfirlerinin mağlub olacağını, aman dileyeceğini, hor ve hakîr olacağını, sulh isteyeceğini, başından sonuna olacak şeyleri açıkça bildirdi. Baltacı Mehmed Paşa üç saat kadar orada kalıp, sonra edeb ile ayrıldı. Ertesi gün evde bulunan hanımlar, Hasan Efendinin vezîriâzama olan sözlerini etrâfa söylediler. Hakîkaten bir zaman sonra dedikleri meydana çıktı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:31:08
İSTANBUL�DA ÜÇ GECE

Çarşamba, 27 Ekim 2004
Birinci Dünya Savaşında yedek subay olarak askere alınan ve Kafkasya cephesinde savaşan Hüseyin Kadri bey, daha sonraları İkdam gazetesinde neşredilen hatıraların dan birinde, başından geçen şu hadiseyi nakleder:Kolordu kumandanı bir gün beni çağırdı ve gizli bir vazife için üç günlüğüne İstanbul’a göndereceğini söyledi. Bunu duyunca nasıl sevindiğimi anlatamam. Evden ayrılalı iki seneden fazla olmuştu. Validemi, hemşiremi ve uzun zamandır haber alamadığım nişanlımı görecektim. Trabzon’a kadar araba ile geldikten sonra buradan, İstanbul’a gidecek olan bir gemiye bindim. Nihayet bir gece vakti özlediğim memleketime kavuştum. Fakat, Galata rıhtımında karaya çıktığımda bana buraları bir değişik geldi. Evimiz Vefa’da idi. Hemen bir araba bulup eve geldim. Gittikçe artan bir heyecanla kapıyı çaldım. Ses yok... Acaba bu saatte nerede olabilirler? Bilhassa hizmetçimizin sokak kapısının önünde ki odada yattığını bildiğim için, kapının çalındığını duymamaları bana acaip geldi. Tekrar çaldım, yine ses yok. Mahallede fazla gürültüye sebebiyet vermek de istemiyorum. Buna rağmen hizmetçinin odasının camının üç dört defa tıklattım. Tam bu esnada komşulardan birinin penceresi açıldı ve hiç tanımadığım bir erkek sesi:-Kimi aradınız? Diye sordu. Ben ailemin ismini söyler söylemez:-Onlar buradan çıkalı bir ay oluyor. Ev boş ve satılıktır, diyerek pencereyi kapattı.Eyvah! Şimdi nereye gitmeli...vakıa tanıdıklarım ve ahbablarım var, fakat gizli bir vazife için geldiğimden, bundan kimsenin haberi olmaması icap ediyordu. Çantam elimde karanlıkta yürümeye başladım. O dakikada, Anadolu’nun bir yerinde, dağ başında, düşma nın karşısında cephede olmayı her şeye tercih ettim. Yürüye yürüye Sirkeci’ye kadar gelmişim. Buradaki otellerden birine girmekten başka çare yok. Bunlardan birine daldım. Bir ihtiyar adam beni iyice süzdükten sonra, iki kişinin yattığı üç yataklı bir odaya beni soktu. Sabahı nasıl ettiğimi bilemiyorum. Ertesi gün bana tevdi edilen işi bitirmek için erkenden otelden çıktım. Bazı kişilere bazı şeyler söylenecek, bazı evraklar verilecekti. Bu işleri bitirdikten sonra, tekrar validemi ve hemşiremi aramaya başladım. Şehzadebaşında bir akrabamız vardı. Önce ona gittim. Kapıyı çaldım. Tanımadığım biri kapıyı açtı ve “Şevki bey burada mı?” dedim. Hemen haber verdiler ve geldi. Beni görünce sendeler gibi oldu ve:-Siz!...bu saatte burada...nasıl geldiniz?..diyordu. -Muvakkat bir vazife için gönderildim, dedim ve sonra da ailemi sordum-Vallahi biz de bilmiyoruz. Uzun zamandır haber alamadık. Evden çıkmışlar diye işittik, ama şimdi neredeler, hiç haberimiz yok! Cevabını verdi.Buradan hemen ayrılıp başka bir ahbabın evine uğradım. Buradan da bir haber alamadım. Yâ Rabbi, nereye gitmiş olabilirlerdi! Daha sonra biri Aksaray’da, diğeri Kadırga’da oturan iki akrabanın evine daha gittim. Geç vakit otele döndüğümde elime geçen malumat şuydu: “Maddi bakımdan bir hayli sıkıntıya düşmüşler, neleri var, neleri yok hepsini satmışlar, sıra eve gelmiş, onu da satılığa çıkarmışlar. Bazı dostlarımız, Topkapı civarında bir yere taşındıklarını, fakat hangi mahalle, hangi sokak bilemedikleri ni söylüyorlardı.Bağrım ve gözüm yaşla dolu, kabuslu bir gece daha geçirdim ve ertesi gün Bebek’teki teyzeme gitmeye karar verdim. İşlerimi bitirdikten sonra hemen oraya gittim, fakat vefat edeli üç ay olduğunu öğrendim. Akşama Kadıköy’e geçtim. Burada amcazadelerim vardı. Fakat onları da bulmak mümkün olmadı. İstanbul’daki son gecem de kabusla dolu geçti. Merak ve endişeden gözüme uyku girmiyordu. Sabah erkenden, Trabzon’a gidecek olan gemi hareket ediyordu. Son defa bir arkadaşıma uğradım ve Allah rızası için, eğer ailemden bir haber alırsa derhal cephe ye, bana haber göndermesini rica ettim ve gemiye binerek hareket ettim. Aylar sonra beklediğim haber geldi; validem ve hemşirem Topkapı’da bir kulübede sefalet içinde yaşıyorlarmış. Beni çok sevdiğini, ölünceye kadar yolumu bekleyeceğini söyleyen nişanlım da, zengin bir adamla evlenmiş.İşte, harbin diğer yüzü. Cephedekiler kadar, onları bekleyenler de aynı acı ve mahrumiyeti çekiyorlar...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:31:30
LÜTFİ PAŞA VE YA�KUB EFENDİ

Perşembe, 28 Ekim 2004
Lütfi Paşa, Yanya beyi idi. Lütfi Paşanın hayır ve hasenât yapmakla tanınan zevcesi Şâh Sultan, Ya'kûb Efendinin büyük bir zât olduğunu bilir; hürmet, muhabbet ve edeb gösterirdi. Bu günlerde Lütfi Paşanın İstanbul’a gelmesi lâzım olunca, yola çıkacakları sırada Şâh Sultan, Ya'kûb Efendiye o zamanlarda İstanbul'da bulunan büyük zâtları sordu. O da, İstanbul’da Merkez Efendiye tâbi ve talebe olmalarını söyledi. Lütfi Paşa İstanbul’a gelip, vezîr-i âzam oldu. Şâh Sultan, Merkez Efendi ve talebelerine çok alâka gösterdi. Ya'kûb Efendi ile Merkez Efendinin birbirlerine olan muhabbetlerini İstanbul’a gelince daha iyi anladı. Dâvûdpaşa Mahallesinde, güzel bir câmi ve bir de hânekâh (dergâh) yaptırıp, sonra fermân ile Ya'kûb Efendinin İstanbul’a gelmesini temin ederek, bu yaptırdığı dergâhta yerleşmesini sağladı. Ya'kûb Efendi bu hânekâhda on sekiz sene kalıp, İslâma hizmet eyledi. Merkez Efendi, Kocamustafapaşa’da, Ya'kûb Efendi Dâvûdpaşa'da, aralarında muhabbet ve yakınlık ile, insanlara çok hizmet edip, yüzlerce talebe yetiştirdiler. Talebeler bâzan dergâhın birine, bâzan diğerine giderek, bu büyük zâtların vesîlesiyle, ilim ve velîlikte çok yüksek derecelere ve üstün makamlara kavuştular.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:31:51
SİNAN REİS 

Cuma, 29 Ekim 2004
Akdeniz’de Barbarosların hakimiyet kurmaya namzet olduğu seneler. Türk korsanlar, Hristiyan gemilerine göz açtırmıyorlar. Bir Rodos Galisi (Büyük savaş gemisi), Malta açıkların da bir Türk kalyonu ile karşılaştı. Amiral, üzerlerine doğru hızla gelen bu kalyondakilerin kim olduğunu aklına bile getirmeden gevrek gevrek gülmeye başladı:-Bunlar da pek acemi çaylaklara benziyorlar. Üzerimize geldiklerine göre kim olduğumuzu bilmiyorlar galiba!Aynı anda Türk kalyonunda Sinan Reis, İlyas Reis ve arkadaşlarını şehid eden Amirali yıllar sonra karşılarında gördükleri için Allah’a şükürler ediyorlardı. Rodoslular, Türk gemisine iyice yaklaştıklarında, ön ve kıç kamaralarda dolaşan, mizane ve trenketedeki başları sarıklı ve mendilli insanları gördükten sonra:-Bunlar Türk denizcileri!.. Zorlu bir mücadele olacağa benzer... demekten kendilerini alamadılar. Amiral, Türk gemisiyle aralarındaki mesafenin birden kısalmış olduğunu gördü. Buna rağmen Türkler hareketsiz ve sessizdi. Hiçbir kavga hazırlığı da görünmüyordu. Oysa Sinan Reis, avının üzerine doğru süzülüp, müsait anın gelmesini bekliyordu. Kısık bir sesle emirler veriyordu. Derken bir emir daha verdi ve kıvrak Türk kalyonu, nerede ise Rodos gemisinin kendisini ortadan biçeceği kadar önüne düşmüş iken ani bir manevra ile yan taraftan koca galiye rampa etti. Leventler, Allah Allah nidalarıyla sessizliği yırtarak, önde Sinan Reis olmak üzere bütün leventler Rodos gemisine tırmanmanıverdiler ve neye uğradığını anlamaya fırsat vermeden Rodos şövalyelerini biçmeye başladılar. İçlerindeki cihad aşkı ve İlyas Reis’in intikam ateşi, kollarına bükülmez bir kuvvet veriyordu. Sayılarının çokluğuna ve zırhlara bürünmelerine rağmen, Rodos şövalyeleri yarım saat sonra sağa sola kaçmaya başlamışlardı. Direnmeye çalışan bir kaç Rodoslunun daha işi bitirilirken, iki levent Amirali sürükleyerek Sinan Reise doğru getiriyorlardı. Amiral, palasından kan damlayan, üstü başı yırtık avdan dönmüş bir kartalı andı ran Sinan Reisi görünce titreyerek ayaklarına kapandı, af dilemeye başladı:-Affedin beni efendim, size ağırlığımca altın ödeyeyim!-Dünyanın altınını versen yine de senin Müslümanlara yaptıkların affedilmez amiral! Zayıfları merhametsizce avlayan sırtlan, şimdi cesur aslan karşısında tir tir titriyordu:-Türkler yüce gönüllüdür, af dileyeni affeder, canımı bağışlayınız!-Böyle İslam düşmanlarına acınmaz. Aydın Reis, asın şunu mizane direğine!Aydın Reis bu emri yerine getirmek için ileri fırladı. Amiral son bir ümitle inledi. Sinan Reis:-Bre soysuz, sen yüzlerce gemi, binlerce askerle Osmanlı köylerine saldırıp Müslü manlara zulmederken onlara acıdın mı? İlyas Reis’e acıdın mı?-Siz Türkler bizim gibi değilsiniz. Affedicisiniz. Bağışlayıcısınız. Sizleri bilemedik.Sinan Reis bu kadar yalvarma ve inlemelere dayanamadı:-Bu solucanı denize atın. Yüzerek kendini kurtarabilirse kurtarsın!Aydın Reis bu amansız Müslüman düşmanına acımayı yersiz buluyordu. Sinan Reis emrini tekrarladı:-Aydın kulaklarını aç! At şu adamı denize!Aydın Reis ilerledi. Bu adamı denize attılklarında yüzerek karaya çıkacağından emindi. Amirali iki eliyle kaptığı gibi havaya kaldırdı ve denize fırlattı. Adam denize düşer ken boğuk bir feryat kopardı ve sulara gömüldü, bir daha da çıkmadı. Düştüğü yerdeki sular köpürmüş, karışmıştı.Murat Reis, Aydın Reis’e yaklaştı ve:-Niçin öldürdün? Diye fısıldadı-Reis bana, onu denize at dedi, attım-Ama atarken karnına bıçak sok demedi-Sokma da demedi. Ama sen yine de görmemiş ol.İki deniz kurdu karşılıklı gülüştüler. Müslümanları sinsi ve kalleş bir düşmandan kurtarmışlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:32:13
BURAK REİS

Cumartesi, 30 Ekim 2004
Sultan II. Bayezid Han devri. Venediklilerle deniz savaşları yıllardır sürüyor. Kaptan-ı Derya Gedik Ahmet Paşa, Yunanistan’ın batısında bulunan, fakat Venediklilerin en önemli üslerinden biri olan İnebahtı kalesini denizden kuşattı. Donanmasının sancak fırkasına Kemal Reis, iskele fırkasına da Burak Reis kumanda ediyorlardı. Kale kumandanı Zoanomorti, teslim olması için gönderilen habere karşılık:-Venedik donanması neredeyse imdadımıza yetişir. Eğer bu donanmayı yenecek kadar güçlüyseniz, kaleyi size hemen teslim ederim, dedi. Bu sırada yüzelli parçalık Venedik donanması Amiral Antonio Grimini kumandasında çıkageldi. Düşman borda düzeninde ilerlerken, Osmanlı donanması da hemen savaş düzenine girdi. Rüzgar, bizim istediğimiz yönde esiyordu. Bir anda yelkenler fora edildi. Burak Reis’in gemisi, çok büyük yelkenlere sahip olduğu için, bir anda rüzgara kapılıp hızlandı ve donanmadan ayrıldı. Bunu gören Venedikliler, Amiral Armeccio kumandasında dört gemiyle birlikte Burak Reis’i takip ettiler ve ona yetişip etrafını çevirdiler. Fakat Burak Reis’in topları isabetli atışlarıyla iki düşman gemisini tutuşturmuş, askerlerini denize dökmüştü. Bu durumu gören Amiral Lorendano gayet büyük kadırgası ve yanındaki bir kalyonla birlikte adamlarının yardımına koştu. Uzaktan top atışlarıyla Burak Reis’in hakkından gelemeyeceklerini anladık ları için, hızla onun üzerine gidip, iki taraftan rampa ettiler. İki taraf arasındaki güç dengesi arasında korkunç fark vardı. Burak Reis’in geisindeki yüz elli levende karşılık, ona rampa eden dört Venedik gemisin de toplam 2500 asker bulunuyordu. Bu durumda yapılacak fazla bir şey kalmıyordu. Burak Reis, ani bir karar vererek, kendisine hem iskele hem de sancak taraflarından rampa eden gemileri ateşe verdi. Bu, kendileri için de çok tehlikeliydi. Fakat çaresiz kalmışlardı. Bu sırada Burak Reis’in gür sesi işitildi; “Laçka!” bizimkiler, kendilerini düşman gemilerine bağlayan kancalardan kurtuldular. Aralarından sıyrılıp kurtulmak istiyorlardı. Fakat üç gemi birbirlerine öyle kenetlenmişlerdi ki, bir türlü aralarından sıyrılıp gidemediler. İşte tam bu sırada tüyleri diken diken eden bir çatırtı ve ardından gök gürültüsünü andıran bir gürültü duyuldu.Volkan fışkırır gibi bir ateş sütunu, koyu siyah dumanlar arasında göğe fışkırıyordu. Koca Burak Reis, çevresindeki düşman gemilerin den kurtulamayınca, alevler onun cephaneliğine kadar ilerlemiş ve Venediklilerle birlikte havaya uçmuştu. Gökyüzünde kafa, kol, bacak parçaları, yanan tahtalarla birlikte uçuyor ve boşlukta topaç gibi dönen insan vücutları gökten denize yağmur gibi iniyordu.Tüyleri diken diken eden bu manzarayı gören leventler, şehid düşen Burak Reis ve 150 arkadaşının intikamını almak için büyük bir hırsla Venedik gemilerine saldırdılar. Kısa bir zaman içinde koca Venedik donanması perişan vaziyette kaçmak zorunda kaldı. 300 yıldır yenilmez sanılan Venedikliler, Osmanlı leventlerine, bu ilk karşılaşmalarında mağlup olmuşlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:32:46
AKÇAKOCA KALESİ

Pazar, 31 Ekim 2004
Osmanlı devletinin kuruluş yılları. Orhan Gazinin silah arkadaşları, İzmit ve civarını ele geçirmişti.  Buralara Anadolu içlerinden göç eden Türkmen boyları yerleştiriliyordu. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi daha geniş alanlara yayılıyordu. İzmit havalisinde ele geçirilemeyen tek kale, Karadeniz sahilindeydi. Çok sarp bir yerde kurulu olduğu için zaptedilmesi çok zordu. Fakat buranın tekfuru zaman zaman Türk köylerine saldırıp gençleri esir alıyor, kadınlara saldırıyordu. Orhan Gazi, yaşlı Akça Koca’ya burasını zaptetme emrini verdi. O sırada Akyazı’da bulunan Akça Koca, hemen harekete geçti ve gün doğmadan kaleye ulaştı. Kaledekiler henüz uykudaydılar. Hemen gazileri kale kapılarına taksim eden Akça Koca, 20 arkadaşıyla birlikte kalenin büyük kapısı önünde pusuya yatıp beklemeye başladı. Güz doğduktan sonra kaledekilerin bir kısmı tarlalara gitmek üzere kaleden çıkmaya başladılar. Açılan kale kapıları, onlar için büyük bir fırsattı. Kaleden çıkanların arkası kesilince Akça Koca, arkadaşlarına hücum emrini verdi ve kapılar kapanmadan kaleden içeri girmeyi başardılar. Hemen kılıçlarını çekip Allah Allah” nidalarıyla yeri göğü inletmeye başladılar. Herkes kaçıyor, saklanacak yer arıyordu. Akça Koca, Tekfurun konağını buldu ve adamı kıskıvrak yakaladı. Tekfur için yapılacak bir şey kalmamıştı. Gazilerden aman diledi ve kaleyi terketmek için izin istedi. Kalede herkes sevinçliydi. Çünkü tekfurun zulmünden kurtulup Osmanlı adaletine kavuşmuşlardı. Bu kaleye daha sonra, burasını fetheden Akça Koca’nın ismi verildi ve ona yurtluk olarak tahsis edildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:33:08
EDİRNE�Yİ MÜSLÜMANLARA TEKRAR İHSAN EDECEK

Pazartesi, 01 Kasım 2004
Muhammed Emin Erbilî hazretleri, İslâm memleketlerinin kâfirlerin eline düşmemesi için çok duâ ederdi. Mısır'da bulunduğu sırada sevdiklerinden birini ziyârete gitti. Fakat bu sırada üzüntülüydü. Ziyâretine gittiği kimse üzüntüsünün sebebini sordu. Muhammed Emin Efendi buyurdu ki: "Edirne'nin küffâr eline düştüğü haberi sana ulaşmadı mı?" O kimse dedi ki: "Efendim ne yapalım elimizden ne gelir?" Muhammed Emin Efendi; "Allahü teâlâya duâ edelim ve bu musîbetin İslâm memleketinden uzaklaşması için yalvaralım." buyurdu. Talebelerinin toplanmasını emretti. Allahü teâlânın ism-i şerîfini çok andıktan sonra hep birlikte bu musîbetin gitmesi için duâ ettiler. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bir ara gözden kayboldu. Kısa bir müddet sonra sevinerek meclise geldi ve; "Allahü teâlâ burada bulunanların duâsını kabûl buyurdu. Edirne şehrini müslümanlara tekrar ihsân edecek." dedi. Söylediği gibi oldu. Bir müddet sonra Edirne'nin kurtulduğu haberi duyuldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:33:34
KIRIMLI AHMET

Salı, 02 Kasım 2004
93 harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının en şiddetli günlerinde, Akçaabat sokaklarında bağıran tellalın söyledikleri sözler halkın yüreğine hançer gibi saplanıyordu:-Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Moskof gavuru onsekiz parça harp gemisi ile gelip Sargana deresi ağzına asker döktü. Dinini memleketini seven kara Moskofa karşı silaha sarılsın. Herkes eline ne geçerse alıp gelsin!O sırada Moskoflar kıt’alar halinde kasabaya doğru ilerlemeye koyulmuşlardı. Akçaabat o tarihlerde ne kadar yerdi ki zaten! Kasabayı kır gezintisine çıkar gibi işgal edeceklerdi! Fakat kasaba dışında öyle bir mukavemetle karşılaştılar ki, büyük zayiat vererek geri çekildiler. Rus kumandanı saçını başını yoluyor:-Olamaz!...İmkansız!... bir kasaba. Çoluk-çocuk, kadın! Bunların yarısı kadar da ihtiyar. Korkak herifler. Nasıl yüz çevirirsiniz? Akçaabat müdafaasında başı çeken ihtiyar Sakaoğlu Mahmut Ağa idi. Daha önce de bir çok harpte kahramanlıklar göstermişti. Sultan Mahmud Han, bu sebeple ona elmas kakmalı bir kılıç hediye etmişti.Sakaoğlu hemen kasaba ileri gelenlerini topladı:-Ağalar, diyordu, tiz tellal çıkartıp siperleri dolaştırın. İlan edilsin ki, bana bir Moskof başı getirene bir altın lira hediye edeceğim.Ertesi ve daha ertesi günkü savaşlar çok kanlı oldu. Sakaoğlu, Moskof başı getirene altın vermekten bir hal oldu. Fakat Moskof gavuru bitp tükenecek gibi değildi. O gece kasaba ileri gelenleri yine toplandılar. Ağalardan biri:-Moskofun bitip tükeneceği yok. Eninde sonunda bizi bitirecekler. Savaştan vaz geçmek istemiyoruz ama, yine de anlaşma yolları arasak diyorum.Bu sözler doğruydu ama, cenkten vazgeçmek de Türk karakterine uymuyordu. Mahmut Ağa:-Ben bu kafiri tanırım. Ne anlaşmasına, ne de sözüne güvenilmez.-Yine de bir yol denemek zorundayız. Barutumuz çoktan bitti. Bıçak ve sopadan başka silahımız kalmadı.-Savaşarak esir düşersek çok daha kötü olur.-Ellerine sağ olarak geçmemenini bir yolu olsa, hiç düşünmezdik. Hele kadın ve çocuklar.Tam bu sırada, toplandıkları yere 12 yaşlarında bir çocuk girdi. Ahanda köyünde oturan Kırımlı muhacirlerden küçük Ahmet. Elindeki torbayı çevirip silkeledi. Bir Moskof kellesi yere yuvarlandı. Ahmet, ehemmiyetsiz bir şey yapmış gibi anlattı:-İki gavur bizim eve girdi. Ablamı sürüklemeye başladı. Birini kestim, aha bu.-Ya öteki?-Kalıplıyı ama kalp herifmiş. Kaçtı. Yalnız, bu kör bıçakla zor oldu. Keskin olsa...Güngörmüş ağaların gözlerine yaş doldu. Sakaoğlu Mahmut Ağa, Sultanın hediyesi olan kılıcı küçük Ahmed’e kuşattı:-Al, dedi, bu sana layıktır.Ertesi gün şafak vakti.Akçaabat halkı, “Allah Allah” sadalarıyla öyle bir hücuma kalktılar ki... gelinlik kız lar, yaşlı analar, çocuklar. Hatta işi oyun gibi gören beş altı yaşlarındaki afacanlar!Fakat elmas kakmalı kılıcıyla küçük Ahmet en öndeydi. Ruslar dehşet içinde kaçtı lar. Gemilerine binip gittiler. Kırımlı Ahmet, bir çok Moskofu Cehenneme gönderdikten sonra göğüne yediği kurşunlarla şehid oldu. Mübarek cesedi kumsalda bulundu. Yanında da iki kafir leşi vardı. Hemen oracığa defnettiler. Ne yazık ki, bu mezar şimdi kayıptır. Ruhu şad olsun.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:33:55
7 YAŞINDA HARBE KATILDIM

Çarşamba, 03 Kasım 2004
Çanakkale muharebeleri sırasında 7 yaşında olan ve savaşa katılan Recep Duray, daha sonra hatıralarında o günleri şöyle anlatır:“Çanakkale Savaşı başlamıştı. Köyümüz, muharebelerine cereyan ettiği bölgenin tam ortasında kalıyordu. Askerler, köyümüzün hemen üst taraflarında siperler kazıyorlardı. Kimbilir belki yarın buralar kan gölüne dönecekti. Düşman gemileri boğaza girmişler di. Köydeki herkes gibi, anam ve kardeşlerim, cephanelikten siperlere arabalarla cephane taşımaya gidiyorlardı. Ben o zaman henüz 7 yaşında olduğum için evde yalnız bırakıyorlardı. Hiç unutmuyorum; günlerden 17 Mart 1915. Evde kimse yok. Canım sıkıldı ve yandaki komşu Saliha Ninenin evine gittim. Kapı açıktı, içeri girdim. Saliha Nine, torunları Ahmet ve Üzeyir ile oturuyordu. Baktım, Saliha Nine ağlıyordu. Beni görünce:-Demin siperdekileri düşündüm. Ne mutlu onlara. Vatan borcunu ödüyorlar. Belki de şehid olacaklar. Ama biz burada otu... Sözlerini tamamlayamadan hıçkırıklara boğuldu. Biraz sonra devam etti:-Yâ Rabbi! İhtiyarlığım yüzünden düşmana karşı savaşamıyorum. Mermi, cephane taşıyamıyorum... derken yeniden ağlamaya başladı. 90 yaşındaki bu mübarek kadın, ellerini göğe kaldırarak:-Affet beni Yâ Rabbi! Dedi. Ben:-Üzülme Saliha Nine, ben de savaşmak istiyorum, ama bugün çocuğum yarın büyü düğüm zaman  düşmanların burunlarından getireceğim! Sen ihtiyarsın, elinden bir şey gelmez, dedim. Dedim ya, dediğime de bin pişman oldum. Saliha Nine sert bir şekilde:-Yazıklar olsun sana! Vatan elden gidiyor, sen hâlâ ben çocuğum diyorsun. Gelin, hep beraber cephaneliğe gidelim, dedi. Hemen evden çıktık ve onun torunlarını da alarak köyün biraz ilerisindeki cephaneliğe geldik. Kapıda nöbetçiler vardı. Buradaki askerin çoğu Saliha Nineyi tanırdı. Nöbetçilerden biri:-Nereye Saliha Nine? Dedi.-Cephaneliği aç!-Ne yapacaksın orada?-Mermi alacağım-Siperlere mi götüreceksin?-Evet...yoksa vermeyecek misin?-Ama Saliha Nine!-Aması maması yok! Aç kapıyı!Asker kapıyı açtı. İçerden 5 kutu tüfek mermisi, iki kutu da el bombası getirdi. Ama Saliha Nine memnun olmamıştı:-Bunları taşımamız için mi getirdin? Ben bunları sol elimle taşırım, sağ elim boş kalır.Asker abi:-Dur şurada boş bir kağnı var, köyden getirdik. Sahibi ölmüş. Daha fazla cephane alır, dedi. Birkaç asker gelip, top mermilerini kağnıya yüklemeye başladılar. 15 dakika sonra kağnı dolmuştu. Ben, Ahmet ve Üzeyir kağnıda, Saliha Nine de öküzlerin yanında yola çıktık.  Yılda bir çok kağnı ile karşılaştık.  Hepsi bir müddet yanımızda duruyor, sonra devam ediyorlardı. Yarım saat süren bir yolculuktan sonra siperlere vardık. Herkes bir işle meşgul olduğundan bizi kimse farketmedi. Askerler siper kazıyor, bazıları da cephane boşaltıyorlardı. Şafak sökünceye kadar on sefer yapmıştık. Uykusuzluktan gözlerim şişmişti, ama aç sayılmazdık. 18 Mart sabahı güneş doğarken düşman gemileri ateş etmeye başladılar. Gelibolu sırtları alev, duman içinde kalmıştı. Ağaçlar köklerinden sökülüyor, insanlar bombanın tesirinden havaya fırlıyordu. Dehşet verici bir manzaraydı. Hepimiz siperler deki askerlerin yanına girdik. Toplara mermiler dolduruluyor, biz de askere mermi yetiştiriyorduk. Yaralananların sesleri, top seslerine karışıyordu. Bu alev ve duman içinde bir ara başımı kaldırıp boğaza baktım. Düşman gemileri kanla karışmış sulara gömülüyordu. Fakat siperler şehid ve yaralılarla doluydu. Etrafıma bir baktım!.. bakmaz olsaydım. Yerde kanlar içnde yatan Saliah Nineyi gördüm. Evet, çok arzu ettiği şehidlik makamına ermişti. Siperden dışarı çıktım. Ağlayarak gidiyordum. 10 dakika yürmüştüm ki, önümdeki siperde de babam ve ağabeyimi kanlar içinde yerde yatarken gördüm. Onlar da şehid olmuşlardı. Yanlarına çöktüm, uzun uzun ağladım:-Merak etmeyiniz, kanınız boşuna akmış olmayacak. Ben de sizin yaşınıza gelince asker olacağım ve sizin gibi şehid düşüp, Saliha Nineye verdiğim sözü yerine getireceğim dedim.Bugün hâlâ her 18 Mart günü bu hadiseyi hatırlarım.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:34:17
DEMEK YOLDA KALDINIZ

Perşembe, 04 Kasım 2004
Şeyh Alâüddîn, tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatır: "Sultan İkinci Bâyezîd Hânın ordusunda bir nefer idim. Ordu, bir zaman küffâr üzerine sefer etti. Dönüşte yolda şiddetli bir soğuk ve yağmur başladı. Bu esnâda ben civar bir köyde misâfir olmak istedim. Köylüler beni kabûl etmediler. Gece karanlığında yola koyuldum. Yağmur, gökten bardaktan dökülürcesine yağıyordu. Her taraftan seller akıyordu. Vâdi, deniz gibi oldu. Ben, Allahü teâlâya tevekkül ederek ilerledim. Yol üzerinde bir nehirle karşılaştım. Akan sellerle nehir daha da kabarmış, köprüyü de örtmüştü. Sulara girip, önümdeki tehlikeden gâfil olarak, gece karanlığında ilerledim. Sular, atımın ayaklarını örtmeye başlamıştı. O esnâda beni boğulma korkusu kapladı. Geri dönmek istedim. Yolu bulamadım. Ölümle burun buruna geldim. Ölümü düşünerek, tövbe ve istigfâra başladım. . O esnâda yüksek bir ses duydum. O tarafa döndüm. Nûrânî yüzlü bir zâtla karşılaştım. Selâm verdi ve; "Demek yolda kaldınız ve tehlike ile karşı karşıyasınız." buyurdu. Ben de; "Evet efendim." dedim. Önüme geçip; "İzimi tâkib et ve korkma!" buyurdu. Ben de izini tâkib ettim. Köprüyü geçtik. Sular, hayvanların boyuna kadar yükselmişti. O zât, eliyle kenarı işâret etti ve; "Bu yönü tâkib et, inşâallahü teâlâ kurtulursun." buyurdu. O esnâda bir şimşek çaktı, gözlerim kamaştı. Baktığımda bana refâkat eden zâtı göremedim. Târif ettiği cihete gittim. Tehlikeden kurtuldum. Kurtuluşuma sebeb olan zâtı çok merak ettim. Ama hiçbir şey öğrenemedim. Bir müddet sonra Edirne'de Nizâmiyye asker lerinin bir mahalledeki ziyâfette toplandıklarını gördüm. Toplanmalarının sebebini sorduğum da; "Buraya, Allahü teâlânın velî kullarından Muhyiddîn-i İskilibî adında, "Hünkâr Şeyhi" diye meşhûr bir zât gelecek, onu görmek ve sohbetinden istifâde için toplanıyoruz." dediler. Ben de onlara katıldım. Yemekten sonra sohbet meclisi kuruldu. O zâta meclisin hazır olduğunu bildirmek için gittiler. Bir de ne göreyim, gelen beni o korkunç gecede tehlikeden kurtaran zâttı! Sohbetin sonuna kadar bekledim. Nihâyet meclis dağıldı. Derhâl o zâtın yanına gidip ayaklarına kapandım ve öptüm. O; "Sen kimsin?" diye sordu. Ben de; "Efendim, falan yerde, karanlık gecede helâk olmaktan kurtardığınız kişiyim." dedim. Başımdan geçenleri, nefes nefese, sonuna kadar anlattım. O zâtın çehresi değişti ve anlattıklarımı tasdîk etmedi ve; "Hayâl görmeyesin?" buyurdu. Ben de; "Efendim, adım gibi biliyorum, hâdise aynen böyle oldu." dedim. Bana yaklaştı ve; "Yavrum, dediğin doğrudur. Sakın bu hâdiseyi ifşâ edip, açığa vurma" buyurdu ve ayrıldı.Bundan sonra, bende ilim ve edeb öğrenme arzusu çoğaldı ve tasavvuf yoluna girdim. Muhyiddîn-i İskilibî'nin talebelerinden olmakla şereflendim."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:37:02
KEFENİ KANLAR İÇİNDEYDİ 

Cuma, 05 Kasım 2004
İlk defa Avrupa’da Osmanlı Devletini temsil ederek şampiyon olan ve direğe bayra ğımızı çektiren büyük güreşçimiz Kara Ahmet, 1870 yılında Deliorman’ın Hezargrad kasabasında dünyaya geldi. Bir çok güreşçi yetişen Deliorman’da, Koca Yusuf, Adalı Halil gibi pehlivanlar elinde yetişti. İlk defa 1898’de Paris’te yapılan Dünya Greko-Romen güreş şampiyonasına katıldı. Fakat Fransız basını onu küçümsüyor ve mutlaka eleneceğini iddia ediyordu. Fakat ikinici güreşinden sonra Paris’teki gazeteler şöyle haberler yazmaya başladılar:“Önüne geleni yeniyor. Bahse girseydim kaybederdim. Fiziki yapısı yeterli görün müyordu. Yalnız, bir şeyi kabul etmek gerek. Bu Osmanlı, gerçekten neşeli ve çok sempatik. Güreşten zevk alıyor. Aynı zamanda çok da kuvvetli. Bu kuvveti nereden alıyor?” 5 Aralık 1899Kara Ahmet, Dünya şampiyonu Fransız Laurent ile yine Paris’te karşılaşıyor. Laurent, yaptığı her hileye rağmen 1 saat 3 dakika süren güreş sonunda tuş olmaktan kurtulamadı. Göndere Osmanlı bayrağı çekilirken, Hamidiye marşı da ortalığı çınlatıyordu. Böylece ilk defa bir Osmanlı güreşçisi, milletlerarası bir müsabakada cihan şampiyonu oluyordu.Bu maçtan sonra Kara Ahmet’e maç teklifleri geldi. Ünlü Rus güreşçisi Pylansinski özellikle onunla güreşmek istiyordu. Hatta Kara Ahmet’i küçümseyici laflar bile ediyordu. Cumartesi günü Foli Berjer’de yapılan güreşte perişan olan Rus, minderden kaçmak zorunda kaldı. Kara Ahmet, İstanbul’a döndükten 3 sene sonra aniden vefat etti. Profesör Cemil Paşa, kalb krizi teşhisi koydu. Cenaze namazı 26 Mayıs 1902 günü Süleymaniye camiinde kılındıktan sonra Eyüp’de defnedildi. Fakat daha sonraları mezarından sesler işitildi. Bunun üzerine kabri açıldı ve kefeninin kanlar içinde olduğu görüldü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:37:22
AŞÇILIKTAN YETİŞEN VEZİR

Cumartesi, 06 Kasım 2004
Fatih Sultan Mehmed Han birgün veziri Mahmut Paşa ile tebdili kıyafet geziyordu. Pazar yerinde bir yeniçeri aşçısının her tarafa azar savurduğunu işitti ve sebebini merak ederek Mahmut Paşayı, bunun sebebini anlaması için aşçının yanına gönderdi. Mahmut Paşa adama yaklaşarak herkesi azarlamasının sebebini sordu. Adam anlatmaya başladı:-Sabahtan akşama kadar gezdim, dolaştım, bir okka et bulamadım ve yemek pişi remedim. Nasıl geri döneceğimi düşünerek hırsımdan, hiddetimden uluorta azar ediyorum. Ne yazık ki memleket işerine bakan yok. Muhtesip kendi safasında. Bu yüzden her ne ararsan bulunmuyor. Bu işi bana verselerdi dünyayı gıda maddeleriyle doldururdum. Herkes de ne aradığını bulurdu. Fakat elden ne gelir? Mahmut Paşa durumu padişaha anlattı. Fatih de bu adamın adını kaydetti ve sara ya dönünce onu görmek istediğini söyledi. Hemen yeniçeri aşçısını getirdiler ve huzura soktular. Padişah da onu muhtesipliğe (Belediye Başkanlığına) tayin ettiğini söyledi. Adam hemen elini kolunu sıvayıp çalışmaya başladı. İşi çok iyi idare etti ve İstanbul’u kısa bir zaman içinde bolluğa kavuşturdu.Onun bu muvaffakiyeti, doğru, dürüst bir adam olması yüzündendi. Bunun netice si olarak süratle ilerledi ve günün birinde vezir oldu. Sonunda Fatih onu Sadrazamlığa tayin etti. İşte, Gedik Ahmed Paşa adıyla meşhur olan tarihi şahsiyet odur.Demek ki yalnız şikayet etmeyi değil, şikayetin sebeplerini de ortadan kaldırmayı bilen bir zat imiş. halbuki şikayet edenlerin çoğu yalnız şikayet etmeyi bilir, fakat işleri düzeltmek için çalışmazlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:37:45
HACI FEHMİ EFENDİ     

Pazar, 07 Kasım 2004
93 Harbi diye meşhur olan 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde, doğu cephesi savaşlarının kazanılmasında hizmeti geçenlerden biri de Erzincan’lı Hacı Fehmi Efendidir. O tarih lerde yaşı altmışı geçtiği halde, tüfeği omzunda, kaması belinde, düşmana karşı en genç gazilerin gösterdiğinden daha çok yararlıklar gösteriyordu. Ordunun öncü ve karakol hizmetlerini görecek kimse yoktu. İşte bu mühim vazifeyi, talebelerinden seksen kişi ile üzerine aldı. Hareketini durmadan değiştiren düşmanın niyetini sezip her saat başı kendi eliyle yazdığı raporları kumandan paşaya gönderiyordu. Bu muharebede, Rus mevzileri ile Osmanlı mevzileri 20 kilometre uzunluğunda bir hat üzerinde sıralanmıştı. İki tarafın topları üçyüzü geçiyordu ve birbirlerine sürekli ateş ediyorlardı. Bir ara bizden atılan mermilerden biri bir Rus topunu çeken hayvanları telef etti ve bu sırada Rus askerinin şaşkınlığından istifade eden Fehmi Efendi, talebeleri ile birlikte Rus mevzisindeki bu topun üzerine atlarını sürerek topu zaptedip bizim mevzilerimize getirdiler. Bu hareket, askerimize büyük bir moral kaynağı oldu ve cesaretlerini son derece yükseltti.Akşama bir saat kala Rus mevzilerinden ateş kesildi. Gece karanlığında Ruslar, mevzilerini terkederek geri çekilmeye başladılar. Gedikler muharebesinde Osmanlı kuv vetleri Rus ordusunu hezimete uğratmıştı. Bu muharebenin kazanılması ile Sultan II. Abdülhamid Han, ordu kumandanı Ahmet Muhtar Paşaya “Gazi” ünvanını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:38:09
SİLAHDAR ALİ PAŞA�NIN VENEDİK MUHAREBESİ 

Pazartesi, 08 Kasım 2004
Veziriazam Silahdar Ali Paşa, Osmanlı ordusunun başında olduğu halde Selanik’e doğru ilerliyordu. Uzun zamandır şirretlik eden Venediklilere haddini bildirecekti. Lakin meydan muharebesine cesaret edemeyen Venedikliler ortalarda görünmüyordu. Hepsi son derece müstahkem kalelere çekilmişlerdi. Ali Paşa, Kara Murat Paşayı stratejik bir kale olan Tinos ve Moron’un zaptı için gönderdi ve sonra Selanik’e ulaştı. Burada Osmanlı donanması ile buluştu. Sonra da Korint’e yürüdü. Burası son derece yalçın, yekpare bir kaya üzerinde heybetli bir kaleydi. Buna rağmen 12 saatte Osmanlıların eline geçti. Burada bir miktar asker bırakan Ali Paşa Annapolis’e yürüdü. 12 Temmuz 1715 günü muhasara başladı. Ordu kale önlerine geldiğinde gece olmuştu. Kalenin silüetiyle beraber daha geri de onu muhafaza eden tabyalar kabarık, siyah, müphem yığınlar halinde görünüyordu. Ali Paşa ordusunu yaymış, bir anda kuşatacak şekilde kale ve tabyalara yaklaştırmıştı. Öyle ki, “konma” işi yapıldığı zaman, muhasara da kendiliğinden gerçekleşecekti. Doğru su çok yorucu bir yolculuktan sonra bu usûl pek yerinde olmuştu. Bütün bu işler son derece disiplin içi içinde yapılmıştı. Annapolis müdafileri, telaşlı görünmemek için ışık yakmadan hareket ediyorlar, fakat gölgeleri belli oluyordu. Acaba umulmadık bir zamanda huruç hareketi mi yapacaklardı? Ali Paşa, buna göre tertibatı olduğu için endişe  etmiyodu. Bir yamacın sahanlığında kumandanlarıyla birlikte meşveret ettiği sırada karanlık içinden nal sesleri duydu. Ortaya çıkan bir süvari, atından yere atlayıp ve hürmetkar, fakat yüksek bir sesle:-Destur verirsen haberim var Paşa Baba, dedi.-Hayırdır inşaallah!-Hayırdır Paşa Baba. Donanmamız dahi deniz cihetinden Annapolis önüne gelip karaya asker dökmeye başlamıştır. Kumandan Paşanın emrini beklerler.Ali Paşa:-Çok şükür Yâ Rabbi! Dedikten sonra haberciye:-Tez yarış! Sağ cenah kanatlarını bizim sol cenahımıza vererek emniyetli tertiplen sinler. Sabah namazından sonra hücum hazırlıklarına başlandı. İlk çatışma deniz tarafın dan başladı. Zira bütün ağırlıklar gemilerle sahile çıkarılmıştı. Buradan yapılan top atışları ile kale, ateş ve duman içinde kaldı. Ardından da kaleden Osmanlı askeri üzerine top atışları başladı. Fakat bu ateş bir nevi gösterişten başka bir işe yaramamıştı. Çünkü Osmanlı birlikleri Venediklilerin atış menzili dışındaydı. Ali Paşa çok zeki idi. Düşmanın müdafaa sistemini iyice incelemiş ve muhasara dan iki gün evvel, bir arazi üzerinde birkaç defa kaleye hücum provaları yaptırmıştı. Bu, gerçekten de dahiyane bir buluştu. Osmanlı ordusunda ilk defa uygulanacak olan bu plan şöyle uygulanmaya başladı:Ali Paşa, menzil dışından düşman tabyalarını dövemeyeceğini bildiği halde, toplarını on dakika kadar, mermileri kısa düşecek şekilde ateş ettirdi. Gülleler, tıpkı Venedik toplarının gülleleri gibi düşman mevzilerine yetişemedi. Bunu müteakip, her düşman tabyası karşısında mevzilenen Osmanlı kuvvetleri, sözde toplarının işe yaramadığını görmüşler de sanki başka çare kalmamış gibi birer kanatlardan, gösterişli bir şekilde hücuma kalkar gibi yaptılar. Bazen süvariler, bazen de yayalar şevkle ileri atılıyor, fakat düşmanın top menziline girer gibi yapa rak, sanki zayiat vermişcesine geri çekiliyor, tekrar hücum tazeliyordu. Bir çoğu kendilerini yere atıyor, ötekiler de onları, sanki yaralanmış gibi kaldırıp geriye taşıyordu. Toz, duman ve top ateşleri arasında bu oyunu oynamak zor olmuyordu. Düşmana gelince, Osmanlı hücum larını topçularının baraj ateşi ile durdurduklarını sanıyorlar ve sevinç naraları atıyorlardı. Görünüşte müthiş bir muharebe oluyor, müthiş Osmanlı hücumları sözde kırılıyordu.Nihayet bir müddet sonra Ali Paşa, yılmış gibi borular çaldırırarak bütün hücumları durdurdu. Harekat âdea bıçak gibi kesildi. Böyle kat’î ve perişan bir çekilişten sonra hemen, ele üç beş dakika içinde Osmanlıların hareket edeceği asla düşünülemezdi. Düşman böyle düşünürken, Ali Paşa tam yerinde işaretini verdi. Koşu işaretini bekleyen koşucular gibi tetikte, gözleri paşalarından işaret bekleyen Osmanlı topçuları yıldırım gibi ileri fırladılar. Toplarıyla beraber kısa bir mesafeyi aşmalarıyla menzile girip şimşek hızı ile mevzilenmeleri bir oldu. Topları zaten doluydu. Yarıma dakika henüz geçmemişti ki, bütün namlulardan alev fışkırdı. Bu sırada ikinci dalga topçular da mevziye girip ateş yağdırmaya  başladılar. Palamotya tabyalarının yedisi de yangın yerine dönmüştü. Artık vakit geçirmeye gelmezdi. Osmanlı askeri, sağ ve sol kanatlarında süvariler olmak üzere son hızla hücuma kalktılar. Bir anda şaşkın tabyalara girdiler. Bu kadar sessiz ve bu kadar çabuk bir zafer, hele zaptı aylar sürecek tabyalara karşı böylesine bir galibiyet görülmüş şey değildi. Osmanlılar öyle âni, öyle şiddetli saldırmışlardı ki, tabyalardaki düşmandan kurtu labilenler derhal kaleye doğru kaçmaya başlamışlardı. Bu kaçış başlayınca bizim topçular da tıpkı provalarda yaptıkları gibi toplarını bırakıp tabyalara doğru koşmuşlar ve oradaki topları hızla çevirip kaleye ateş etmeye başlamışlardı. Bu kadar yakından yapılan bombardıman, kale içindekileri de karmakarışık etme ye yetmişti. Kaleye kaçan düşman bir şeye dikkat etmemişti; kendi kılıklarına bürünmüş Türklerin, aralarına karışıp onlarla birlikte kaleye girebilecekleri hatırlarına bile gelme mişti. İşte bunlar sayesinde diğer takipçi Osmanlı askeri kaleye girmeye muvaffak oldu. İlk girenler az olmasına rağmen kapı burcuna bayrak dikmeyi başardılar. Fakat kendine gelen düşman da kapıları kapattı. İşler sarpa saracağa benziyordu ki, burçlarda Osmanlı sancağını gören gaziler:-Medet! Kapı alındı! Diye hücuma geçtiler. Fakat bu ücum bölgesinde kapı çok sağ lamdı. Derinliğine çamur dolu iki hendek ve iki yaman tabya vardı. Bunu düşünen subaylar her ne kadar:-Durun!..Etmeyin!.. Sabredin!.. diye yırtındılarsa da yiğitler dinlemedi. Müthiş bir kahramanlık ve fedakarlıkla saldırdılar. Ölenler öldü. Ama kaleye de girdiler. Daha önce Aktabya’ya bayrak dikenlerle buluştular. Tekbir ve gülbank sadalarıyla birlikte dışarıda kalanlar da hücuma kalktılar. Az sonra da burçlardan fetih ezanları okunmaya başlandı; 19 Temmuz 1715.Bu cenk sonunda sayısız top, cephane ve malzeme ele geçirildi. Bütün dünya bu yıldırım gibi zapta şaşırıp kaldı. Venedikliler, Avrupa’nın kendilerine dudak bükmesinden kurtulup vaziyeti idare etmek için donanmalarıyla Prevze’ye hücum ettiler. 80 parça gemiden müteşekkil donanmaları 18 Temmuz 1715’de karaya asker döktü. Yanya Sancakbeyi Ali Paşanın kuvvetleri sayıca çok azdı. Yine de yardım beklemeden Venediklilere yüklendi. Düşman pek çok esir ve yaralı bırakarak gemilerine binip kaçtı. Bu sırada Osmanlı askerinin, denize girip yüzerek bir Venedik gemisine çıkmaları ve zaptetmeleri, o güne kadar görülmüş şey değildi. Bu, Avrupa’da büyük yankılar yaptı ve Venediklilerin maneviyatını tamamen kırdı. Osmanlı askeri bundan sonra Modon, Koron ve Navarin kalelerini de zaptetti. Sonunda Venedikliler pes ettiler ve barış istediler. Bu savaşlar sonunda Pasarofça anlaş ması yapılarak, Karlofça anlaşması ile kaybettiğimiz bazı toprakları geri aldık.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:38:49
BAĞDAD�IN FETHİ

Salı, 09 Kasım 2004
Bağdad sarayının geniş salonunda tek kişiden, Zülfikar Han’dan başka kimse yoktu. Geniş sedirde, ipek yastıklara yaslanmış, yıldızlı gökyüzünün derinliklerine dalmıştı. Bulunduğu yerde fenerler ve lambalar yakılmıştı. Zira, Arabistan gecelerine mahsus öyle bir mehtap vardı ki, Zülfikar Han isteseydi rahatça kitap bile okuyabilirdi. Böyle bir gecede insanın içinde neş’eden başka hiçbir şey olmamalıydı. Ama Zülfikar Han hem kederli, hem de öfkeli görünüyordu. Kendi kendine söylendi:-Olamaz, bu namertliktir. Evet, İran Şahı Tahmasb beni Bağdad valisi olarak tayin etti. Ben de hizmet diye buna “kabulümdür” dedim...Dedim ama şart koştum. Şaha o gün söylediklerimi kelimesi kelimesine hatırlıyorum: “Şahım... Müslümanlara hizmet olsun diye Bağdad valiliğini kabul ederim. Lakin siz de hak verirsiniz ki, Osmanlı’ya zarar verecek bir harekete asla iştirak etmem. Bağdad vilayetinde Osmanlı aleyhinde herhangi bir davranışa asla göz yumamam. Çünkü ben bir Türkmen aşiretine mensubum.” Evet, Şah benim bu şartlarımdan belki hoşlamamıştı, ama Bağdadlılar beni Türk olduğum için sev diklerini, oraya vali olduğum takdirde şehirde bir huzursuzluk çıkmayacağını iyi biliyordu. Fakat Şah sözünde durmadı. Bağdadlılaraı Osmanlı üzerine saldırıya hazırlıyor ve saraya casuslar koyarak beni bertaraf etmeye çalışıyordu. Zülfikar Han yerinden kalktı ve taraçaya çıkarak kendi kendine:-Ey Şah, sen aramızdaki anlaşmayı bozdun.  O halde benden günah gitti. Osmanlı ya yan baktırmam. Şimdi ne yapacağımı gayet iyi biliyorum.Nitekim ertesi gün pek cür’etkârâne bir emir verdi. Osmanlı Sultanı Süleyman Han adına bütün camilerde hutbe okunmaya başladı ve Osmanlı devleti adına para bastır dı. Kapılarda ve surlarda tertibat alırken, Bağdad şehrinin anahtarlarını da İstanbul’a gönderdi. Hünkara itaatini arzederek asker istedi. Zira hemen hiç askeri yok gibiydi. Şehirdeki 300 kadar Türk ve 600 kadar Arap askeri Bağdad’ı korumaktaydı. Bu hareket gerçekten delice bir şeydi. Fakat ne yazık ki Zülfikar Han pek zamansız hareket etmişti. Zira Osmanlı Sultanı Süleyman Han bu esnada Budin seferine çıkmıştı. Bu yüzden uzunca bir müddet Bağdad’ a asker göndermeyi düşünemezdi. Bu durumu öğrenen İran Şahı Tahmasb, 1529 yılı baharında Bağdad üzerine sefere çıktı. Haziran başlarında Bağdad önlerine geldi.Zülfikar Han, sabah namazı için kalktığında şimal tarafında büyük bir aydınlık gördü. Güneşin şu taraftan doğduğunu hesabederek, bu aydınlığı merak etti. Tam bu sırada kapı vuruldu ve içeri, Bağdad’daki küçük Türk kuvvetlerinin kumandanı İzzet Ağa girdi:-Hânım, dedi, İran ordusu gelip çattı. Şimal tarafında meşalelerini yakmışlar, şehri muhasaraya hazırlanırlar. Bizimkilerden yüzelli kişilik bir kuvvet ayırdım. Düşmana saldırmak üzere münasip bir yerde bekliyorlar. Diğer Türkmen yiğitlerini de gönüllü Bağdad milislerinin başında hazır ettim. Emrinizi bekliyoruz Hânım!İzzet Ağa, daha çok Avrupa’da nam salmış bir serhad akıncısıydı. Öyle müthiş cenk ederdi ki, görenler onun iki değil beş eli olduğunu sanırlardı. Onun için de ona Beşel İzzet Ağa derlerdi. Adını duyan düşman titrerdi. Zülfikar Han:-Her Bağdadlı milis birliğine onar kişi bizimkilerden kattın değil mi?-Elbette Hânım!-İyi... Cenk sırasında bizimkiler onları sürükler. Sultan Süleyman Han’dan yardım gelene kadar dayanabilirsek Bağdad’ı kurtarırız. Bağdad ahalisi arasında yoklama yaptın mı, fikirleri nedir?-Bu kadar askerle üçyüz bin kişilik İran ordusuna karşı koyamayız, teslim olalım diyorlar. Bu yüzden çok dikkatli olmalıyız. Şimdilik ihamet etmezler, fakat fırsat bulurlar sa bizi arkadan vurabilirler.-Bak şu densizlere!Tam bu sırada Zülfikar Han’ın üvey kardeşi içeri girdi. O da kalabalık İran ordusuna karşı koymanın mümkün olamayacağını söylüyordu. Kan dökülmeden teslim olmanın en çıkar yol olduğunu, zaten Şahın valisi olduğu için affedileceğinden bahsediyordu. Zülfikar Han birden sertleşti ve:-Bre ne biçim adamsın! Koskoca Osmanlı hükümdarı dururken ne diye İran Şahına tabi olalım dersin? Diye bağırdı. Sonra da, harp günlerinde kırgınlığın fayda getirmeyeceğini düşünerek yumuşak bir sesle:-Her neyse, şimdi savaştan başka çaremiz yoktur. Gün gayret ve sebat günüdür.Bu esnada gün ışımaya başlamıştı. İran ordusu kuşatmayı daraltmış, ağır ağır yaklaşarak top menzili dışında mevzilenmiş, daha ön saflarda da ihtiyatlı bir şekilde top mevzileri hazırlıyordu ki, kaleden açılan top ateşi buna izin vermedi. Fakat İranlıların acelesi yoktu. Çünkü Osmanlı padişahının Budin seferinde olduğunu ve bu taraflara en az birkaç sene gelemeyeceğini öğrenmişlerdi. Ayrıca, içeride de çok adamları vardı ve bunlar vasıtasıyla kaleyi daha çabuk teslim almayı planlamışlardı. Şah Tahmasb çok önce den Zülfikar Hanın adamlarından bazılarını ve hatta, mukavemetin boşuna olduğuna inandırılan üvey kardeşini bile elde etmeyi başarmıştı. Bunun neticesinde Zülfikar Han, bir gece yatağında uyurken üvey kardeşi tarafından şehid edildi. Kapılar da ansızın, Şahın elde ettiği adamlar tarafından açılınca, İran askeri şehre akmaya başladı. Fakat Beşel İzzet Ağa kumandasındaki 250 Türk askeri, henüz açılmadık bir kapı dan müthiş bir çıkış yaparak bir kama gibi İran saflarına girdiler ve onları paramparça ederek kanlı bir yol açmayı başardılar. Bu sırada birkaç bin İran askerini doğramak zorun da kaldılar. Açtıkları bu yoldan yıldırım gibi geçip çöle doğru izlerini kaybettirdiler.Kanuni Sultan Süleyman Han, Avusturya ile 1533 yılında bir anlaşma imzalayıp gözlerini doğuya çevirdi. Kendisi Avrupa’da Hristiyanlarla meşgul iken Osmanlıları arkadan vurarak Bağdad’ı ele geçiren Şah Tahmasb’a çok kızgındı:-Bre ben bunu onun yanıan komam! Diyerek Bağdad üzerine sefer hazırlılarına başlanması emrini verdi.1534 yılı Mart ayında, kış olmasına rağmen ordu, Veziriazam İbrahm Paşa kumandasında sefere çıktı. Önce Halep’te, sonra da İran’a tabi olan, sınır boyundaki Ahlat, Adilcevaz, Erciş  ve Van kalelerinde asayiş sağlanıp yeniden Osmanlı topraklarına katıldı. Daha sonra Tebriz’e gelindi. Osmanlı ordusunun, başkenti Tebriz’e gelmekte oldu ğu haberini alan Şah Tahmasb, şehri terkederek kaçtı. Böylece Tebriz kolayca ele geçiril di. Fakat İbrahim Paşa burada uzunca bir müddet kalınca padişah kendisi bu işi bitirmek için “Irakeyn Seferi” adı verilen sefere çıktı. 28 Eylül günü Tebriz’e geldi. İbrahim Paşa ise, padişahın gelmekte olduğu haberini alınca ondan önce davranarak Bağdad üzerine yürümüştü. İran’ın Bağdad valisi, muazzam Osmanlı ordusu ile baş edemeyeceğini anla yınca şehri terkederek kaçtı. Böylece boş kalan kale kolayca ele geçirildi. Bu sırada Tebriz’den hareket eden Kanuni de Bağdad önlerine gelmişti. Şehre girer girmez, Şiilerin tahrip ettiği İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerinin türbesini ziyaret etti ve kabrinin yeni den yapılmasını emretti. Daha sonra buradaki diğer bütün evliyaların da kabirlerini ziya ret etti. Eskiden beri Evliyalar Burcu diye anılan Bağdad’ın fethedilmesini, bu seferde hazır bulunan meşhur şair Fuzûlî, Kanuni Sultan Süleyman’a takdim ettiği kasidesinin son satırında şöyle anlatır:Geldi burc-u evliyaya Padişah-ı nâmdâr
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:40:31
SULTAN II. ABDÜLHAMİD VE YAVUZ SULTAN SELİM HÂN�IN TÜRBEDÂRI

Çarşamba, 10 Kasım 2004
Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarlarından biri, bir oğlan çocuğunun dünyaya gelmesini çok istiyordu. Bu yüzden hâmile bulunan hanımının bir isteğini iki etmiyordu. Ancak hanımı o sabah, kendisinden kiraz istemişti. O da, hâmilelerde bu gibi isteklerin olacağını zâten biliyordu. Lâkin kirazın henüz çıkmaya başladığı bu günlerde, çok pahalı olduğu da muhakkaktı. İmkânsızlıklarına rağmen, ümit vererek evden ayrılmıştı. Şimdi türbeyi süpürüyor, hem de bunu düşünüyordu. Akşam eve varınca hanım, “kiraz aldın mı?”diye sorarsa, ne diyecekti. İçinden her türlü fikir geçiyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Çünkü pahalı kirazı alacak parası yoktu. Tam bu esnâda, elindeki süpürgenin sapıyla, yıllardır hizmetini gördüğü Yavuz Sultan Selim Hân’ın sandukasına vurdu ve şöyle söylendi: “Hey Koca Sultan!Sana senelerdir hizmet ediyorum, bir defacık olsun himmet etmedin. Ne olacak şimdi benim hâlim? Kiraz alacak param yok. Hanımın hâli de meydanda!..”Akşam olur süklüm-püklüm eve gelir. Başka hâdiseler sabahki isteğin üzerini örttüğü için kiraz unutulur. Ertesi sabah yine âdeti olduğu üzere türbeye gelir, kapıyı açıp beklemeye başlar. Bir anda karşısında Sultan Abdülhamid Hân’ın adamı belirir:—Efendi,Sultan seni huzura çağırır, hemen faytona buyur!der.Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hâle gelir. Sultan, kendisini niçin çağıracak? Kendisi bir türbedârdır. Sultan’ın huzuruna çıkacak kimselerden değildir. Olsa olsa bir şikâyet, bir suç haberi vardır; o yüzden çağırır.Emri tebliğ eden adam fazla sabırlı değildir.—Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana!Bakar ki ağırdan almanın zararı olacak... Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna inerler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar.Abdülhamid Hân, kendisini şöyle tepeden aşağı bir süzer. Sonra, kelimelere basa basa fakat yumuşak bir edâ ile sorar:—Ceddim Yavuz Selim Hân’ın türbedârı sen misin?Güçlükle cevap verir:—Evet Sultanım!—Söyle bakalım dün türbede neler oldu?Derdin nedir? Bir meselen olmalı?Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acabâ Sultan neyi sormak istiyor, neyi kastediyor? Hangi derdimi soruyor? Şaşkın ve ürkek bir edâ ile:—Sultanım birşeyler olmadı, bir derdim de yoktur. Sağlığınıza duâcıyım.Abdülhamid Hân sesini hem yükseltir, hem de sertleştirir:—Türbedâr efendi! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle!Bir şeyler hisseder bu defa. Ama söylemeye cesâret gerek. İster istemez hâdiseyi anlatır:—Sultanım, zevcem hâmile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velînimetim Sultan Selim Hân’ın sandukasına dokundum; bunca yıldır hizmetini görürüm, bir himmetini görmedim, dedim.Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür... Neden sonra daldığı âlemden çıkan Abdülhamid Hân, söylenmeye başlar:—Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha böyle şeyler için SelimHân ceddimi rahatsız etme, doğruca bana gel!Bundan sonra emir subayına dönen Abdülhamid Hân:—Selim Hân’ın türbedârının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:41:09
VALİDE SUYU

Perşembe, 11 Kasım 2004
Sultan II. Osman zamanı. İstanbul’da Hacı Mehmed Efendi isminde bir tüccar vardı. Günün birinde, dinine bağlı bir hanım ile evlenmek istedi. Fakat alacağı hanımın şu üç şartı kabul etmesini istiyordu:1-Sırtına giydiği siyah örtü, öldükten sonra tabutunun üstüne örtülecek2-Beş vakit namazını zamanında eda edecek, velev ki ben yemeksiz kalayım3-Cenâb-ı Hak evlat verir de ölürse, üzerindeki gelinlik ile benim önüme gelecek ve müjdeleyecekBu şartlarla talip olduğu birinci hanım, ilk ikisini kabul etti ve üçüncüsünü kabul etmedi. İkinci olarak istediği hanım da ilk iki şartı kabul etmedi. Nihayet üçüncü olarak is temeye gittiği hanım, bu şartların üçünü de kabul etti ve Mehmed efendi onunla evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu oldu. Fakat üçü de daha yaşlarını doldurmadan vefat et tiler. Hanımı söz verdiği gibi, herbirinin vefatında da gelinliğini giyerek efendisini karşıla dı. Hacı Mehmed efendi de Cenâb-ı Hakk’a şükür secdesine kapandı. Üçüncü çocuğunun vefatında hanımının sol gözünden bir damla yaş aktı. Çocuğun defninden sonra Mehmed efendi hanımına:-Ey hatun! Giy bakalım şu başörtünü, dedi. Hanımı da:-Aman Hacı efendi! Ben ettim, sen etme, diye yalvardı. Mehmed efendi:-Hayır hatun, kalbini bozma. Cenab-ı Hakk’ın izniyle şöyle ufak bir gezi yapacağızOtakçılardan çıkarak Topçular tarafına geldiler. Burada hanım susadı ve Mehmed efendiden su istedi. Mehmed efendi de:-Ey Hatun! Ben acizim. Cenab-ı Hak’tan iste, dedi.Hanım da mübarek ellerini açtı ve gökten billur bir bardak içinde su geldi. İkinci defa tekrar istedi. Mehmed efendi, yine, ben acizim dedi ve hanım ellerini açınca gökten bir bardak su geldi. Üçüncü defa yine su isteyince, gökten bir nida geldi:-Ey valide! Önümde muazzam bir nehir verdır ki, geçmeme imkan yoktur.Mehmed efendi de bu sesi işitti. Hemen hanımına seslendi:-Hanım! Ayağının sağ topuğunu yere vur!Hanım, ayağını vurur vurmaz yerden su fışkırdı. Bu suya Valide Suyu denilir ve hâlâ akmaktadır. İçenler doyamaz. Fakat eve götürülürse birkaç gün sonra acılığından içilmez hale gelir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:41:35
KENAN BEY 

Cuma, 12 Kasım 2004
Kanuni Sultan Süleyman zamanında başlayan Osmanlı-İran savaşları, Sultan I. Ahmed devrinde de devam ediyordu. İranlılar Tebriz’i almışlar ve Kars’ı kuşatmışlardı. 15 Haziran 1604 yılında Cağaloğlu Sinan Paşa kumandasında bir ordu Kars’ı kurtarmak için İstanbul’dan yola çıktı. Beylerbeyi Osman Bey, az bir kuvvetle Kars’ı müdafaa ediyor, yar dım gelinceye kadar kaleyi düşmana teslim etmemeye çalışıyordu. Bir gece, genç subay larından biri olan Kenan Beyi yanına çağırdı ve:-Bak yiğidim! Cenab-ı Hakk’ı ve Resûl-ü Ekrem’i memnun etmenin, şecaat göster menin zamanıdır. Bir gece gizlice kaleden dışarı çıkıp düşmanın içine dalacaksın ve kaç kişiler, erzakları, topları ne kadardır, öğrenip bize haber edeceksin. Haydi göreyim seni.. diyerek uğurladı. Kenan Bey, bu vazifeyi sevinerek kabul etti ve ertesi gece kaleden gizlice çıktı. Sürünerek düşman safları arasına girdi. Birinci gün kendisini tanıyan olmadı. Fakat ertesi gün, daha evvel çatıştıkları bir İran askeri onu tanıdı. Hemen üstüne çullandılar ve yaka layarak Şah Abbas’ın huzuruna getirdiler. Şah, elleri ayakları bağlı Kenan beye sordu:-Kalede kaç asker ve ne kadar silah var?Kenan beyin ağzından bir kelime bile çıkmıyordu. Para, altın, gümüş, zümrüd tek lif ettiler, yine sustu. Şah kuduruyordu. Bunun üzerine Kenan bey bir çift laf etti:-Şahım üzülme. Karşındaki adamın ağzı mühürlüdür.Bunun üzerine İranlılar, yiğit Osmanlı askerine işkenceye başladılar. Fakat Kenan bey yine sustu. Azgın düşman, onu konuşturamayınca kol ve bacak kemilerini kırdıktan sonra beline kadar yağlı paçavralara sarararak bir top namlusuna tıktılar. Sonra da topu ateşleyerek cesedini Kars’a doğru fırlattılar. Kars bir müddet İranlıların eline geçtiyse de, yetişen Osmanlı ordusu kaybettiğimiz yerleri geri aldı. Fakat Kenan bey unutulmadı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:41:54
VARNA ZAFERİ

Cumartesi, 13 Kasım 2004
Sultan II. Murad ile Macaristan arasında imzalanan Segedin anlaşması (12 Temmuz 1444), kral Ladislas tarafından bozuldu. Maksat, Osmanlıları Balkanlardan atmaktı. Bu sebeple bir çok Avrupa devletinin katılmasıyla Osmanlılara karşı bir haçlı ordusu teşkiledildi ve harekete geçtiler. 100.000 kişilik bu ordu, Tuna’yı geçerek Bulgar istan’a girdi ve Varna’yı muhasara etti. Bu tehlikeli durum karşısında ordusunun başına geçen Sultan II. Murad, 10 Kasım 1444’de Varna limanı karşısında haçlı ordusuyla karşı karşıya geldi. Muharebe başlamadan önce Sultan Murad iki rekat namaz kıldı ve:“Yâ Rabbi! Mü’min kullarını benim günahımın çokluğundan dolayı düşman karşı sında aciz bırakma! Habibin hürmetine bizleri muhafaza et ve bizleri muvaffak eyle!” diye dua etti. Savaşın başında haçlılar, Osmanlı ordusunun sağ ve sol kollarına saldırarak bozgu na uğrattılar. Bunun üzerine heyecana kapılan Ladislas, Osmanlı ordusunun merkezine hücum etti. Maksadı, Padişahın otağına kadar ilerleyip onu öldürmek, bu suretle Osmanlı ordusunu kısa zamanda dağıtmaktı. Fakat bir ara kendi askerinden daha öne çıkan kral, bir anda yalnız kaldı ve Osmanlı askeri tarafından sarıldı. Timurtaş adındaki bir asker, kralın ayağına baltasıyla vurarak atından düşürdü. Kralın düştüğünü gören Koca Hızır is mindeki bir Yeniçeri de onun başını keserek bir mızrağa taktı ve düşman askerine göster di. Krallarının öldüğünü gören haçlılar, geri dönüp kaçmaya başladılar. Fakat çoğu Varna bataklıklarına sıkıştırıldı ve orada boğuldular. Geri kalanlar da esir edildiler.Varna’da kazanılan zafer, Balkanlardaki Osmanlı hakimiyetinin iyice yerleşmesini sağladı. İslam dünyasında da büyük sevinçle karşılandı. Bu haber Kahire’ye ulaştığı gün Memlük Sultanı Çakmak, “Allah yardımcın olsun Osmanoğlu” diyerek zafer şenlikleri yap tırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:42:35
GALİÇYA CEPHESİNDE BİR TÜRK ÇOCUĞU 

Pazar, 14 Kasım 2004
I. Dünya Savaşında 15. Kolordunun 20.Tümeni, bugün Polonya’da bulunan Galiçya’da Ruslara karşı çarpışıyordu. Bu Tümende çarpışan bir Osmanlı subayı, hatıralarında, şöyle nakleder:Daha önceden siperler, müttefikimiz olan Avusturyalıların müdafaasındaydı. Fakat şiddetli Rus taarruzları karşısında tutunamayacaklarını anlayınca, Zeotilipa çayının bir kıyısındaki siperleri bize teslim ederek geri çekildiler. Rus taarruzları çok şiddetliydi. 20. Tümenimiz orada Rusları çileden çıkaran bir müdaffa yaptı ve inatla dayandı. Fakat bizimkilerin dayanışı da ancak dokuz gün sürdü. Dokuzuncu gün öğ leden sonra, Alman obüs bataryasının gizleme ateşi altında, takriben bin metre geride önceden hazırlanmış yeni siperlere çekildik. Çekilirken bizi vurmak için eski siperlerimizi aşarak üstümüze doğru at süren süşman süvarileri, Alman bataryalarının hizasına geldikleri için hedefleri ni değiştirerek topçularımıza saldırdılar. Topçular, yakın mesafeden ve ansızın bastıran süvari birliklerine karşı ne yapabilirlerdi ki? Nitekim, çekilişimizi isabetli atışlarıyla gizleyen Alman topçularının hemen hepsi, kısa bir zaman sonra Rus süvarilerinin kılıçları altında can vermişlerdi. Onların bize saldı racaklarını beklediğimiz bir anda, atlarını Almanlardan ele geçirdikleri toplara koşarak ka rargahlarına geri dönmeyi tercih etmişlerdi. Anlaşılan, on buçukluk Alman obüs bataryalarına sahip olmayı, bize saldırmaya tercih ediyorlardı. Gözlerimizin önünde arka larından topları çeke çeke şoseye çıkıyorlardı ki, bu felaketi buğulu gözlerle seyreden 62. Alayın 4. Taburunun borazancısı Süleyman galeyana gelerek, “Kumandanım!” diye teğmenine seslendi, “Bana bir manga asker verin de bizi korumuş olan Alman toplarını şu Moskof domuzlarının fiyaka yaparak götürmelerine mani olayım!"Daha çocuk yaştaki bu borazancının cesareti, Teğmeni duygulandırdı. Kendisine, istediği bir manga askeri verdi. Süleyman, iyi bir menzile yaklaşana kadar düşmana so kuldu. Hiç ummadıkları bir anda, keskin nişancılardan kurulu manga ateşe başladı. Her attıkları mermi bir Rus askerini deviriyor, hiç biri boşa gitmiyordu. Hele Süleyman’ın makinelisi düşmana ölüm saçıyor, taradığı düşman birlikleri bir an içinde yerle bir oluyor du. Rus topçuları, bu bir avuç Türk’ün, bilhassa Süleyman’ın makinalısından çıkan mermi lerin hedefini şaşmazlığından yıldıklarından, kurtuluşu kaçmakta buldular. Biraz önce fiyaka ile çektikleri topları, hatta onlara koştukları atları bile bıraktılar.Ertesi gün siperler Alman askerine teslim edilirken yapılan merasimde Süleyman’ ın göğsüne madalya takan Alman Generali, “Şimdi Türklerin ansıl bir millet olduklarını an lamış bulınıyorum. Onların doğuştan asker bir millet olduklarını alamak için göğsüne takılan bu madalya, kelimenin gerçek manasında layık olan şu çocuğu tanımak için kâfi dir. Küçük Süleyman’a bir hayranlık sembolü olarak takarken, onun şahsında dünyanın en cesur askerlerini yetiştiren Türk milletini ve kahraman Türk çocuklarını hürmetle selamlarım.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:43:11
SAKIZ ADASININ FETHİ VE NASUHİ EFENDİ�NİN DUASI 

Pazartesi, 15 Kasım 2004
Daha önceden fethedilen Sakız Adasını Venedikliler yeniden istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Mezomorto Hüseyin Paşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız'ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız'da çarpıştıkları bir sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar'daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına; "Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu." buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu. Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bunun, bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler. Sakız Adası zaferinden sonraydı. Muhammed Nasûhî Efendi borçlarını ödemekle meşgûl olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; "Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak." dedi. Çünkü Mezomorto HüseyinPaşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; "Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?" dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, MezomortoHüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.Tamâmen Nasûhî Efendinin mülkü olan dergâhta, Cumâ namazı kılınmaya başladı. 1704 (H.1116) senesinde Vezîriâzam Dâmâd Hasan Paşa bu dergâha imâm, hatîb, müezzin, kayyım tâyin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat ayırttı. AyrıcaHadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:43:30
TÜRKLERDE NAMUS 

Salı, 16 Kasım 2004
Fransız seyyah A. de la Motraye 1727’de İstanbul’a yaptığı seyahati bir yazısında şöyle anlatır:“...Türklerin nâmuskârlığını yazmak için kendime vazîfe bilirim. Bir çok tanıdıklarımın başına geldiği gibi, dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hâl vardır: Bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkânlarında hiç bir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkâncılar peşimden koşturmuşlar ve hattâ eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönmemişsem, unuttuğum şeyi iâde için Beyoğlu’ndaki ikâmetgâhıma kadar adam gönderip bir çok defâlar, beni aratmışlardır. Meselâ bir yelpazeci dükkânında Türklerin sıcaklarda kullandıkları yelpâzeler satılıyordu. Bir çoklarına baktım; düz deriden ve en harc-ı âlem olanlarından birini alıp parasını verdikten sonra çıkıp gittim.Bir gün tesâdüfen o dükkânın önünden geçerken yelpâzeci beni görür görmez çağırıp saatimi elime teslim etti.Ben bu Türk nâmuskârlığının daha yüzlerce misâlini sayabilirim: Bizzât kendi başımdan geçen vak’alar 30’dan fazla olduğu hâlde, bunların hiç birinde hiç bir zaman Türklerin nâmuskârlıktan ayrıldıklarını görmedim. Rumları bu bakımdan medh ü senâ edemiyeceğim için pek müteessirim...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:43:51
LÂ İLÂHE İLLALLAH 

Çarşamba, 17 Kasım 2004
I. Dünya savaşının ilk yıllarında Doğu cephesinde Ruslara karşı çetin bir mücadele verildi. Bu çatışmalar sırasında bir çok Osmanlı asker ve subayı da esir düştü. Ruslar bu esirleri, sür’atle cephe gerisine, Kafkasya’ya naklettiler. İlk durak, Azerbaycan’daki Bakû şehrinin karşısındaki Najin adasıydı. Oradaki kamplarda toplananan esirler daha sonra Sibirya’ya naklediliyordu. Sibirya’da 4 uzun yıl geçti. Bu 4 yıl boyunca kamplarda konuşulan tek şey “Firar” idi. Hep onu düşündüler, konuştular, planladılar. Neticede küçük gruplar halinde kaçılma sı kararlaştırıldı. Binbaşı İbrahim Bey, Sivaslı Mülazım Ahmed Bey, Havran’lı Hamdi bey ve Sivas’lı Yedek Asteğmen Küçük Ahmet bey, beraber kaçacaklardı. Diğer arkadaşları da böyle gruplar yapmışlardı. Cuma gecesi son hazırlıklarını yaptılar. Peksimetlerini, kavurmalarını kontrol ettiler. Fakat İbrahim Bey son anda bu grubun ikiye bölünmesini teklif etti. Yakalanırlarsa, hiç olmazsa diğer arkadaşlarının kurtulması ihtimalini düşünüyorlardı. Öyle yaptılar.-Nikolinski kasabasına vardığınız zaman ekmekçi Klement size yardım edecek. Para ve rapiska (kimlik) verecek. Kendinizi belli etmeden onu bulun. Kimseyi şüphelendir meyin. Belki orada buluşuruz. Oradan da trenle ver elini Anadolum. İnşaallah vatanımıza kavuşuruz.Sonra da helallaştılar. Binbaşı İbrahim Bey ve arkadaşları 2 gün önce hareket ettiler. Küçük Ahmet Bey ve Hamdi bey Nikolinski’ye nasıl geldiler, ne kadar zamanda geldiler pek hatırlamıyorlar dı. Fakat işte ekmekçi Klement’in fırınının karşısındaydılar. İki arkadaş sevinçten az daha bayılacaklardı. Fakat sevinçleri fazla sürmedi. Çünkü Klement yoldaş kendilerini tanımı yordu. Ruble ve Rapiska kelimelerini duyunca daha da telaşlandı. Fırın tezgahına iki hamur ekmek koydu ve “Alın bunları, istasyona yollanın” demekle yetindi. Belki de fırın da çalışan işçilerin kendisini ihbar etmelerinden korkuyordu. İstasyona vardıkları zaman saat gece yarısını geçiyordu. Komünist ihtilali sonrası bütün Rusya’da olduğu gibi Nikolinski istasyonu da karmakarışıktı. Mujikler, askerler, kı zıllar, köylüler, göçmenler, kaçaklar, hepsi de oradaydılar. Kimin nereli ve kim olduğu bel li değildi. Bizimkilerin de kıyafetleri tam manasıyla hırpâni idi. Saçları, sakalları iyice uza mıştı. Güneye doğru hareket edeceği söylenen bir tren, istim üzerinde soluyup duruyor du. Bilet almaları lazımdı. Fakat bunun için ruble ve rapiska gerekliydi. Üstelik gişe önün de çok uzun bir kuyruk vardı. Küçük Ahmet bilet kuyruğuna giriverdi. Arkadaşı da yanında yürüyordu. Sabaha kadar kendilerine sıra gelmeyecek gibiydi. Sibirya’nın ilikleri donduran soğuğuna rağmen boncuk boncuk terliyorlardı. Küçük Ahmet o kadar bunalmıştı ki, çaresizlik içinde başını Salladı ve:-Lâ ilâhe illallah... deyiverdi. Arkasından bir ses:-Muhammedün resûlullah... diyerek kelime-i tevhidi tamamladı. Hiç ummadığı bir anda ve bir mekanda böyle bir sözü işiten Küçük Ahmet dönüp arkasına baktı. Bir tatar kendisine gülümsüyordu:-Müslüman mısın? Diye sordu. Küçük Ahmet ve arkadaşı “evet” mânâsında hare ketler yaptılar. Meğer o Tatar, Sovyet ordusunda görevliymiş ve diğer Müsülmanlarla irti bat kurabilmek için, Kelime-i Tevhidi aralarında parola olarak kullanıyorlarmış. Hemen bizimkilere sahip çıktı ve sonra da, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Müsülmanın din kardeşine yapacağı şeyler yapıldı. Küçük Ahmet bey ve arkadaşı salimen vatanlarına döndüler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:44:18
BEN AĞLAMAYAYIM DA KİM AĞLASIN 

Perşembe, 18 Kasım 2004
Emekli bir albay anlatır: Sultan Ahmet camiine gidiyorum her sabah, ne kadar erken gidersem gideyim mihrabın bir kenarında saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam ümitsizce bedbin durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki ağlamadığı tek dakikayı yakalayama dım. Nihayet bir gün yanına sokuldum: “Muhterem dedim, Ah Efendim dedim, Allah’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?” Bana: “Beni konuşturma” dedi, “kalbim duracak”. Ben çok ısrar edince ağlıya ağlıya anlattı. Dedi ki : “Ben Abdulhamid Cennetmekân devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir birliğim vardı benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum. Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi. Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha dilekçe verdim yine aynı cevap geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifai olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik, kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz? Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Sultan Abulhamid faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim. Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi. Israrıma da dayanamadı, öfekeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa ettirdik” dedi seni. Ben döndüm sevinerek geldim işimin başına. Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Resul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yıldızın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalatu Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri vardı. Sultan Abdulhamid’de edeble, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr’ının arkasında duruyordu. Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı. Efendimiz döndü Sultan Abdulhamid’e dedi ki “Abdulhamid! Nerede bu ordunun kumandanı?”, Sultan Abdulhamid “Ya Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.” Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın !?..”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 14:44:48
YAHYA AĞA

Cuma, 19 Kasım 2004
Şafak sökmek üzereydi. Fakat tipi yüzünden gökyüzünün aydınlandığı anlaşılmıyordu. Sabah namazını henüz bitirmiş bulunan Budin Paşası sofadan gelen ayak seslerini işitti. Sonra kapı vuruldu. -Gel...Kanat açıldı. Ocaktaki alevler içeri giren sipahinin yüzünü aydınlattı. -Ne var oğlum?-Yahya Ağa gelmiş Paşa Baba! Seni görmeyi diler.Budin Paşasının yüzü aydınlandı. Serhadlerde bile ender görülen emsalsiz cenga ver Yahya Ağa, demek ki ölmemişti. Paşa derin bir nefes aldı. Sevinmişti... Ama Yahya Ağa onu bu vakitte niçin görmek istiyordu? -Haydi evlat, onu emen yanıma getir...Az sonra kapı açıldı. Üstünde başımda hâlâ kar tanelerini muafaza eden iri boylu, gayet yakışıklı bir babayiğit içeri girdi. Yeri titreten adımlarla ilerledi. El öptü.-Hayrola evlat, hoş geldin. Lakin ne var? -Paşa Baba! Estonibelgrad baskına uğrayacak. Düşman bu iş için 90.000 kişilik bir ordu düzdü. Gayri sen ne yapacağını iyi bilirsin. Haber vermekte biraz...Tam bu anda Paşa elini kaldırıp onu susturdu. Dışarıya kulak verdi. Derinden deri ne gürlemelere geliyordu. Hem de devamlı olarak. Acaba gök gürültüsü müydü? Hayır. Serhadlilerin kulakları top seslerini, benzerlerinden ayırdetmekte zorluk çekmez di. Belliydi... Kafir gelip dayanmıştı. Estonibelgrad top atışlarıyla işaret veriyor, yardım is tiyordu. Şimdi Yahya Ağa bir şeyler söylemek isteyerek hık-mık ediyordu. Onu pek iyi tanıyan Paşa bıyık altından gülüp keyifledi:-Haydi, haydi söyle....Yahya Ağa nihayet bakalyı ağzından çıkardı. Kızara bozara:-Destur verirsen... Komşu kalenin ahvalini öğrenmek için birini göndereceksin...-Anlaşıldı, anlaşıldı...Üzülme... Oraya seni göndereceğim...İşte, Yahya Ağanın 2.000 akıncı ile Estonibelgrad’a gidişi böyle olmuştu. Bu imdat kuvveti, korkunç tipi içinde gizli kapıdan kaleye girmeye muvaffak olmuştu. Ama ne yazık ki, ne gelen bu imdat kuvveti, ne de gösterilen müthiş kahramanlık, durumu düzeltemedi. Düşmanın bu kaleyi kış ortasında kuşatmasının sebebi vardı. Bura daki müdafiler, sularını ve yiyeceklerini dışardan almak zorundaydılar. Asıl Osmanlı ordu su her zamanki gibi güneye, kışlağa çekilmişti. Kışı ise pek amansızdı.Kafir, kuşatmadan sonra daha ziyade hareketsiz beklemeye başlamıştı. Kalede sadece 4.000 serhadli vardı. Ama, Osmalılardan hücumla kale almanın nelere mal olacağı nı iyi bilen kafir, sabırla beklemeyi tercih ediyordu. Osmanlılar eninde sonunda aç ve su suz kalacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Serhadliler, bir çıkış yaptılarsa da, üstün başarı larına rağmen azar azar eriyeceklerini anladılar. Akıncılar, düşmanı doksan binden sek sen bine indirebildiler ama kendileri de kırk kadar şehid verdiler. Bir müddet sonra açlık ve susuzluk bastırdı. Kuru soğuk vardı. Kar da yağmıyordu ki, eritip içsinler...Kale kumandanı:-Baharda burasını nasıl olsa tekrar zaptederiz, diye düşünerek, vire işini tatbike koymaya başladı. Vire, serhadlerde bazen tercih edilen yumuşak bir usuldür. Kaleyi, silah larıyla beraber kaleyi terketmeye izin vermek şartıyla, savaşsız olarak düşmana teslim et mek demektir. Paşanın teklifine düşman tarafı da pek memnun oldu. Zira hiçbir zafer, Osmanlıya karşı kazanılan zafer kadar pahalıya mal olmazdı. Düşman kumandanı Osmanlı elçisine sordu:-Vire için şartlarınız nedir?-Vire şartları bellidir. Silahlarımızla çıkıp gideceğiz.-Çok memnun oldum. Kabul ettim.-Yalnız bir husus var!-Nedir o?-Kaledeki akıncılardan biri sekiz arkadaşı ile beraber Vire’yi kabul etmiyor. Bizler çıkıp gidince onlar kalede kalıp sizinle cenkleşecekler.Düşman kumandanının ağzı bir karış açık kalmıştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Kekeledi:-Seksen bin kişiye karşı sekiz kişi mi?Elçi son derece sakin:-Elbette, dedi. Öyle!Kumandan büsbütün afallamış halde mırıldandı:-Eh... Öyle olsun...Olsun...Amma iş ha...Etrafındakiler de bu işe pek şaşmışlarsa da fazla ehemmiyet vermediler, belki de ciddiye almadılar.Yahya Ağa ve sekiz kafadar, sabah namazından sonra kaleden çıkan akıncıların, iyice uzaklaşıp uzak ufukta kaybolmalarını beklemişlerdi. Zira cenk hemen başlarsa, onla rın dayanamayıp geri dönmelerinden ve düşmana saldırıp sonuna kadar döğüşerek boş yere yok olmalarından korkuyorlardı. Kül rengi semada belirsiz hissedilen güneş azıcık yükseldiği sırada kale kapısı açıl dı. Sekiz Osmanlı göründü. O zamana kadar hâlâ inanamayan düşman askerleri şaşkın şaşkın bakakaldılar. Seksenbin askere karşı sekiz kişi. -Yok canım...Olamaz böyle şey...Belki de teslim olmak için geliyorlar.Osmanlılar, efsanevî ejderhalar gibi heybetle adım atarak yaklaştılar ve ansızın yaylarına el attılar. Kahredici bir ok ağmuru ile düşman saflar birbirine karıştı. Osmanlı lar, âdeta talim yapar gibi gözle zor takibedilen bir hızla ok çekiyor, gezleyip gezleyip fırlatıyorlardı. Düşman askeri, osmanlıların mesafesine ok düşüremiyorlardı. Yanaşmak isteseler de vurulup düşüyorlardı. Sonunda oklar bitti. Bu sefer palalarına sarılıp, kuzuyu gören kurtlar misali:-Yâ Allah!... diyerek düşmana daldılar. Seksenbin kişilik ordu, ancak onlarla burun buruna geldiği zaman şaşkınlıktan kurtulabildi. Şimdi Osmanlı serdengeçtilerinin karşısında, toz duman içinde kümeler mey dana geliyor, ama bu kümeler, birkaç saniye içinde içinde infilak edercesine dağılıyor ve orta yerden “Allah” sadasıyla bir bahadırın önce palası, sonra kendisinin yükseldiği görü lüyordu.Alman tarihçilerinin kaydettiğine göre, Yahya Ağa, 160 kişiyi yere sermişti. Okla rın verdiği telefat bilinmiyor. Osmanlılara sokulamayan düşman, sonunda mızraklarını fırlatmaya başlamıştı. Her yanı kan içinde, bir kolu kopmuş olarak fırtına gibi esen Yahya Ağa nın vücuduna bir anda dokuz mızrak birden saplandı. O ise mızrakların boşta kalan tarafı ile çarparak hâlâ düşmanı tepelemeye uğraşıyordu. Ne var ki, bir sürü mızrak havada ıslıklar çalarak uçuyor ve bu esnada bir tepe gibi yığılan düşman ölüleri üzerinde şahla nan Yahya Ağanın mübarek vücuduna gömülüyor, bu müthiş bahadırın dudakları kelime-i şehadeti söylüyordu.Koca Osmanlı akıncısı, vücuduna saplanan mızraklar yüzünden koca bir kirpiyi andırıyor, bu yüzden yere düşmüyor ve mızraklara dayanarak boşlukta asılı gibi hareket siz kalıyordu. Diğer akıncılar da birer birer şehid düştüler. Fakat sekiz kişi, düşman asker lerinden en az sekiz bin kişiyi haklamışlardı. Alman tarihçilerinin kaydettiklerine göre Avusturya ordusunun kumandanı, benze ri görülmedik bir cesaretle mücadele eden bu kahramanlara büyük bir cenaze merasimi tertip etti ve bütün düşman askerleri, uzun taburlar ve alaylar halinde bu şehidlerin karşı sında şapka ve miğferlerini çıkararak sancakları ile saygı gösterme kadirşinaslığında bulunmuşlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:03:27
SEHZÂDELERIN SÜNNET DÜGÜNÜ 

Cumartesi, 20 Kasım 2004
Belgrad seferinden dönen Fâtih Sultan Mehmed, Edirne'deki ikameti esnasında biri (Bâyezid) Amasya'da, diğeri (Mustafa) Manisa'da sancakbeyi olan iki şehzâdesinin sünnet edilmelerine karar verir. Bunun üzerine her iki şehzâde de merkeze çağrılır. Bu düğün için Fâtih, çevre hükümdarlara dâvetiyeler göndererek, onların da bu mutlu günlerinde yanlarında bulunmalarını arzu eder. Fâtih'in, ilim adamları ile halka karşı nasıl davrandığını, nasıl bir protokol uyguladığını göstermesi bakımından önemli olan bu düğünden, bütün Osmanlı kaynakları bahsederler. Âşık Paşazâde'nin verdiği malumat şöyledir: “O vakit, Sultan Bâyezid Amasya'da idi. Onu getirtti. Mustafa Çelebi dahi o vakit Manisa'da idi. Onu dahi getirtti. Bunlar hep Edirne'ye geldiler. Düğüne basladilar, Etrafa ağır lıkla davetçiler gönderdiler. Bütün sancak beyleri ve her şehrin uluları geldiler. Nice günlük yollar düğüncülerle dolmuştu. Edirne'nin çevresine konup doldular. Pâdişahın otağ ve çadırlarını Ada'ya kurdular. Pâdişah dahi devletle Ada'ya geçip oturdu. Her tarafın halkı, tayfa tayfa geldi. Önce ulemâ davet olundu. Pâdişah dahi gelip tahta oturdu. Sağ tarafına fâzıl kimselerden olan "Mevlânâ Fahreddin" oturdu. Solunda ise "Mevlâna Tosyavî" oturdu. Pâdişahin karşısında ise "Mevlâna Şükrullah" oturdu. Onun yanına Hızır Bey Çelebi oturdu.Emr olundu: Hafızlar, Kelâm-i Kadim-i Rabbanî (Kur'an-i Kerim) okudular. Ulemâ, okunan bu âyetlerin tefsirini yaptılar. İlmî sohbetler olundu. Ondan sonra izin verildi: Edipler, güzel medihler ve gazeller okudular. Pâdişaha layık sohbetler yapıldı. Ondan sonra izin oldu: Sofralar kuruldu, nimetler yenildi. Yemekten sonra yine edebiyatçılar okudular. Ondan sonra tekrar Kur'an okundu. Ondan sonra şekerli şeyler getirdiler. Her ilim ehlinin önüne sini koydular. Bu ulemânın hizmetkârları futalar doldurdular. Fakir (ben) dahi bir futa doldurdum, hizmetkârıma verdim. Ondan sonra pâdişah, gelen bu hürmete lâyık kişilere ihsanlarda bulundu. Niceleri fakir geldi, zengin gitti.İkinci gün fukara tayfası davet olundu. Onlara da gereği gibi hürmet olundu. Pâdişahın ihsanları bunlara da yetişti. Bunlar da "Fukarâ Kanunu" geregince saygılarını gösterdiler.Üçüncü günü beğler (emîr) davet olundu. Bunlara dahi Pâdişah kanunu nasılsa öylece yapıldı. Bu düğünün tarihi hicretin 861'inde vaki oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:03:45
MİMAR SİNAN�IN YUMURTALARI 

Pazar, 21 Kasım 2004
Dönemin padişahı Sultan II. Selim, Mimar Sinan'a şanına yakışır bir camii inşa etmesini buyurdu. Sinan hemen kolları sıvadı ve Selimiye camisini inşaya başladı. Temeller kazıldı, iskeleler kurulmuş. Çalışmalar sürerken Mimar Sinan bir gün elinde bir yumurtayla çıkageldi. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, aklından hesap yapıyormuş gibi bir hali vardı. Sonra eğildi ve yumurtayı inşaat kumuna kırıp başladı karıştırmaya.. Görenler şaşırdı tabii. Bir müddet sonra "Bütün inşaatta bu harcı kullanacacağız" diye buyurdu. Sırf bu harç olayı için Edirne Karaağaç'ta bir çiftlik kurdurtdu. 30.000 tavuğun her gün düzenli olarak yumurtaları toplanıp kumla ve kille karıştırılıp camide kullanıldı. İnşaat hızla ilerliyordu. Ama Mimar Sinan bir gün ortadan kayboldu. Her yeri aradılar, ama Mimar Sinan'ı kimse bulamadı. Tam 8 yıl sonra Mimar Sinan çıkageldi. Caminin kaldığı yerden devam etmesini buyurdu. Sultan Selim inşaatın 8 yıl beklemesine çok sinirlendi: "Tez getirin Sinan'ı" diye emretti. Sultan Selim bu tüm saray efradı korkudan tir tir tiriyor, Selim'in gazabından korkuyorlardı. Mimar Sinan gayet sakin huzura çıktı. Selim "anlat" dedi.Mimar Sinan kendinden emin, temelin sağlam olması için zaman gerektiğini söyledi ve ekledi: "Hesaplarıma göre 8 yıl gerekiyordu" demiş. Sultan Selim, Mimar Sinan'ın dehası karşısında diyecek bişey bulamadı
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:04:08
SEYDİ AHMED PAŞA

Pazartesi, 22 Kasım 2004
Seydi Ahmed, eşsiz bir cengaver, içi dışı bir, sözünü sakınmaz biriydi. Sultan İbrahim Han’ın huzurunda cirit oyununda işi sertiğe döküp, Padişahın sevdiği kişilerden birini öldürüp birini de hastanelik edince gazab-ı şâhâneye uğradı. Birkaç gün saklanıp, padişahın hayatını bağışlaması üzerine ortaya çıktı. İbrahim Han, bu lafını sakınmaz, ele avuca sığmaz kahramanı Budin’e, Siyavuş Paşa nın yanına “Çaşnigirbaşı” payesiyle gönderdi. O da onu Şamatorna sancağına tayin etti. Dağ istan’dan olan Seydi, burada Avrupa’yı titreten akıncılara kumanda edecekti. Bu ise tam ona göre bir işti. Kısa zamanda akıl almaz bir hırs ve şiddetle çok geniş bir ülkeyi baştan başa harap etti. Bu arada ya bilerek veya kazara Avusturya İmparatorluğunun bazı bçlgelerini de tarumar etti. Arada anlaşmalar vardı ama sanırız Nemçeliler Seydi’yi kızdırmışlardı. Avustur ya İmparatoru İstanbul’a elçiler göndererek Seydi’yi Bâbıâlî’ye şikayet ettiler. Sultan İbra him bu şikayetleri pek dikkate almamış olacak ki, İmparator, İstanbul’daki Büyükelçisine bir haberci göndermeye karar verdi. Yeni bir şikayet mektubu hazırlandı. Haberci, üç kişilik maiyeti ile yola çıktı. Haberciler, emniyette olduklarına dikkat etmek mecburiyetinde değillerdi. Zira Os manlı hudutlarından girdikleri anda tam manasıyla görülmemiş bir mal ve can emniyeti baş lıyordu. Eğer aberciler bir mücevher sandığı taşısalar ve bunun kapağını açık bırakıp dağ ba şında uyusalar bile dokunan olmazdı. Bunu bütün Avrupa biliyordu. Hristiyan tebaa ise, Os manlı idaresinde dürüst olmak mecburiyetinde kalıyorlardı.Osmanlılar, bazı kırlık yerlerde küçük açık hava mescidi diyebileceğimiz namazgah lar ve bunun yakınına, gelen geçen dinlensin diye, sâyeban denilen çardaklar kurmuşlardı. Avusturya İmparatorunun habercileri de böyle bir sayebana girdiler. Uzakta bir kasaba ve onun girişinde bir han bulunuyorsa da adamlar burasını tercih etmişlerdi. Zira Osmanlı han ve kervansaraylarında adama içki içirtmezlerdi. Haberciler, orada oturan bir Türk’ü selam ladıktan sonra yerleştiler. Yük atlarından birindeki hurçtan çıkardıkları şaraptan içmeye baş ladılar. Türk’ün canı sıkılmıştı. Kalkıp gidecekti ama yabancılara ayıp olur diye azıcık oyalan dıktan sonra oradan uzaklaşmaya karar verdi. Adamlar kısa  zamanda sarhoş olup ileri geri söylenmeye başladılar. Birisi:-O Seydi denilen adam bu sefer cezasını bulacak. Avusturya topraklarını harap et mek ne imiş öğrenecek. Onun cezasını biz de veriridik ama anlaşmaya aykırı davranmak istemiyoruz. Onun hakkından Osmanlı Hakanı gelsin...Orada konuşulanlara kulak kabartan Osmanlı, gayri ihtiyari kızmıştı. Lakin yabancı lar Osmanlı ülkesinde emin olmalıydılar. Bu sebeple kendisini tutuyordu. Biraz daha yaklaşa rak konuşmaları dikkatlice dinlemeye başladı. Evet, bu Osmanlı, Seydi Amed’den başkası de ğildi. İçinden:-Gidi kefereler sizi! Bakalım daha neler yumurtlayacaklar, diyordu.Diğer haberci, Seydi’nin ta kendisi olduğunu aklının köşesinden biel geçirmediği ada ma laf attı:-Padişaha mektup götürüyoruz. Mektubu okuduğu anda Seydi’nin işi bitiktir. Öyle şeyler yazılı ki... O kadar olur...Seydi bu mektubu şiddetle merak etmişti. Onu sille tokat alıp okuyabilirdi. Ama Osmanlı ülkesinin emniyetteki şöhretine hainlik etmiş olurdu. Seydi cin gibi de zeki idi:-Yok canım...diye sarhoşları kışkırttı. Öyle iki satır yazı ile Padişahımız kelle almaz. Seydi'yi de pek sever. Bu kadar tesirli mektuba pek inanmam.-Sen öyle san. Bu mektubun yazılmasını İmparatorumuzdan isteyen, Verjurim kalesi kumandanıdır. Konuşması, yazması, bütün hristiyan dünyasında eşsizdir.Seydi, gaddarlığı, hainliği ve Müslüman düşmanlığı ile, Osmanlı esirlerine yaptığı akıl almaz işkencelerle şöhret salan Verjurim hakimini tanıyordu. İçinden:-Demek öyle ha...O herif yalacıdır da. Kimbilir neler yazmıştır.Sonra yüksek sesle:-Bir insanın bu derece güçlü mektup yazabilmesi için sihir yapması gerek. Çünkü Padişahımızın Seydi’yi çok sevdiğini söylerler, dedi.Habercilerin başı olduğu anlaşılan sarhoş herif-Heyt be!...diyerek bir nâra attı ve heybesinden mektubu çıkardı. Mühürlü ama, usta lığı bana ait. Al işte oku da gör, diyerek mektubu ona uzattı. Seydi’nin istediği olmuştu. Mektuba göz atar atmaz kan beynine fırladı. İçinden:-Olamaz...Bu kadar çirkin iftiralar olamaz! Kundaktaki çocukları diri diri kebap ediyor diye yazmış. Vay bre! Vay bre! Daha neler neler. Aptal herif! Bu kadar da aşırı uydurulur mu? Padişah hemen anlar. Ama dur sen! Verjurim hakimine gösteririm ben!...Sonra büyük bir soğukkanlılıkla mektubu geri uzatırken:-Seydi’nin bu marifetlerini bilmimyordum. İmdi dediğinize inandım. Bu mektup padi şaha tesir eder, dedi. Sonra hızla oradan uzaklaştı.Sultan İbrahim, Avusturya Büyükelçisinin kendisine takdim ettiği mektubu okuyunca şaşkınlığını gizlemedi. Önce kızacak gibi oldu. Sonra kendini tutamadı, güldü:-Bre adam! Hangi akılsız hanginizin aklına uydu da bu nameyi yazdı? Seydi bu iddia ettiğiniz nâmertlikleri yapmış olsaydı, benim fermanıma lüzum kalmaz, yoldaşları onu pa ramparça ederlerdi. Yıkıl, gözüm görmesin seni! Bu nameyi Seydi’ye ver de görelim neyler.Diğer taraftan Seydi Ahmed, adamların yanından ayrılır ayrılmaz o gece akıncılarıyla beraber yola çıktı. Verjurim kalesi yakınlarında 65 akıncısını pusuya yatırdı. Kendisi de 5 kişi ile apaçık, doğruca kaleye saldırdı. Atıyla hendeği aşıp kapıya dayandı. Hendeğin üstün deki köprü tam kaldırılmamıştı. Bir çırpıda ortalığı tertemiz ettikten sonra gırtlağından sü rüklediği birinin göstermesiyle kale hakiminin odasına daldı.Her zaman yanında bir sürü muhafızları olan kale hakimi uyuyordu. Seydi, topuzu ile bunlara, niçin buraya geldiğini izah ederken, kale hakimi de dolu tabanca ile arkadan sokul du. Kapıda bekleyen diğer bir akıncı bunu gördü ve:-Bre Seydi!.. diye gürledi. Seydi, tabanca patladığı sırada eğilip, savurduğu gürzü ile kale hakiminin göğsünü olduğu gibi çökertti. Adam ancak:-Seydi ha!... diyebilmişti. Sonra gık bile diyemeden kanlar içinde yere yığıldı.Bundan sonra Seydi dışarı fırladı. Muhafızlar sağa sola kaçışmaya balşayınca, Seydi de kovalamaya başladı. Bu arada kaçanları çevirmeye çalışan onbeş kadar senyoru da kelle paça kanlar içinde yere uzatıverdi. Ortalık karışıvermişti. Nihayet kaleden, şaşkınlık içinde toplar atılmaya başlandı. Derken 350 kişilik süvari grubu, Seydi ve 4 arkadaşına saldırdı. O da zaten bunu bekliyordu. Hemen geri dönüp kaçmaya başladı. Fakat düşman süvarileri biraz sonra pusuya düştükleri ni anladılar. Geride gizlenen 65 akıncı, hemen yalınkılıç yerlerinden fırladılar.-Allah Allah...sadalarıyla gürzlerini de işleterek 350 düşmandan 200’den fazlasını öldürdüler. 50 tanesi kaleye kaçabildi. Geri kalanlar da esir edildi. Bunlar silahları ve atları ile beraber Siyavuş Paşa’ya götürüldü. Siyavuş Paşa, Seydi Ahmed’e hil’at giydirip murassa bir at ihsan etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:05:29
FETİH SABAHI

Salı, 23 Kasım 2004
20 Cemaziyelevvel (29 Mayıs) Salı sabahı ezan ve namazdan sonra, Türk ordusunun büyük ve tarihî hareketi başladı. Ordu, hem kara, hem de denizden bütün cephelerden harekete geçti. Toplar, hep birden şehir üzerine çevrilerek ateşlendi. İlk hamlede iki bin merdivenle 50 bin yiğit ileri atılmış, harbin en şiddetli anında, Akşemseddin ile Molla Güranî ateş hattına girerek, gazâ yolunda şehidlik mertebesine ulaşmayı taleb ile askere önderlik edip örnek olmuşlardı. Bizzat genç hükümdar dahi, askeri tehyic edici sözlerle, elinde kılıç ile Topkapı gediğine saldırmıştı. Bu sırada Ulubatlı Hasan adındaki muazzez nefer, tekbirlerle Topkapı suruna sancak dikti. Böylece İslâm dilâverlerinin ve Oğuz kavminin, asırlardan beri hayal ettigi mukaddes bir rüya gerçekleşiyordu. Ulubatlı, Hz. Peygamberin müjdesine mazhar olarak 30 kadar arkadaşıyla şehâdet mertebesine ulaştı. Bizans'ın, surlardaki bayrağının indirilip yerine Osmanlı bayrağının dikilmesinden sonra, ezanlar okunmaya başlandı. Sultan Mehmed Han, surlardaki bu manzarayı görünce, atından inerek, Hz. Peygamber'in medih ve senâsına nail olmanın verdigi bir sevinç, ayrıca devletini, İslâm'ın mukaddes şerefine mazhar kılan medhiye-i Resulullah'a kavuşmanın verdiği heyecanla şükür secdesine kapanarak Cenab-ı Hakk'a hamd eder. Sonra otağ-i hümâyununa çekilerek devlet erkânının tebriklerini kabul eder.Bu sırada, şehri koruyan gruplarla birlikte Bizans İmparatoru da öldürülmüştü. O, ayakkabısından tanınmıştı. Fâtih, vatanını müdafaa için ölen bu şerefli askerin cenazesine saygı göstererek onu merasimle defn ettirdi.Fâtihâne bir ihtişam ve büyük tezahüratlarla şehre girmiş olan pâdişah, Hiristiyanlığın şarktaki merkezini teslim almak üzere, Ayasofya'nin önünde atından inmiş ve mâbedin eşiğinde şükür secdesine kapanmıştı. Tursun Bey'in ifadesiyle haraba yüz tutmuş olan Ayasofya, fetih hakkı olarak câmiye çevrilecekti. Rivayete göre Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya'da iki rekat şükür namazı ile ikindi namazını kıldıktan sonra üç gün içinde bu mâbedin Cuma namazı için hazırlanmasini emreder. Cuma günü, Aksemseddin Hazretleri, Sultan Fâtih' in koluna girip minbere çıkartarak hutbe okumasını ister. Fâtih de Hak Teâlâ Hazretlerine hamd ve senâdan sonra hutbeyi okur. Aksemşeddin de Cuma namazını kıldırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:06:48
FATİH VE KAZIKLI VOYVODA (DRAKULA)

Çarşamba, 24 Kasım 2004
1456 yılında Fâtih, Wlad'i Eflâk prensligine tayin etmişti. Wlad, kardesi Radul ile birlikte Osmanlı sarayında rehine olarak bulunmuştu. Hüküm sürdüğü memlekete Fâtih'in yardımı ile sahip olmasına ve Pâdişaha karşı dost kalacağına dair yemin etmiş bulunmasına rağmen Wlad, sözünde durmayarak Osmanlılar aleyhine Macarlarla anlasma yapacaktır.Fâtih'in, Karadeniz ve Trabzon'da bulundugu sıralarda, Eflâk'ta bazı hadiseler olmaktaydı. Burada Türklerin "Kazıklı Voyvoda", Macarlarin "Drakula" (Şeytan), Ulahların "Çepelpuç" (Cellad) dedikleri Wlad adında zulüm delisi bir adam, halka idarenin en korkuncunu tattırmaktadır. Bu çılgın adam, vahşi ve insanlık dışı birtakım zevklere sahipti. O, kazıklara vurulmuş ve işkence içinde can vermekte olan Türklerin meydana getirdigi büyük halkanın ortasında, saray halkı ile birlikte yemek yemekten zevk alırdı. Eline Türk esirleri geçince ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlere tuz ekilmesini, sonra da bunları keçilere yalatmasını emrederdi. Böylece, diri diri ayaklarının derisi yüzülen esirlerin işkencesi, daha büyük olurdu. O, kendisine gönderilen Osmanlı elçilerinin sarıklarını başlarına çiviletmiştir. Fâtih Sultan Mehmed, onu İstanbul'a davet eder. Ancak Wlad, düşmanlarının çokluğundan ve memlekette bulunmadığı bir sırada tac ve tahtının Macarlara verileceğinden korktuğundan, Eflâk'ı düşmanlarına karşı muhafaza edecek bir kuvvetin gönderilmesini rica eder. Bunun üzerine Pâdişah, Silistre Beyi Yunus Bey ile Çakırcıbaşı Hamza Bey'i Eflâk'i beklemek üzere görevlendirir. Yunus Bey ile ÇakırcIbaşı Hamza Bey, Tuna kenarına geldikleri vakit, nehrin donmuş olduğunu görürler. Bununla beraber Tuna'yı geçmek hazırlıkları yaptıkları ve dostluktan başka bir şey ümid etmedikleri, hatta itibar göreceklerini sandıkları bir sırada Wlad'ın büyük bir saldırısına uğrarlar. Bu baskında Yunus Bey şehid, Hamza Bey de esir edilmişti. Wlad, daha sonra Hamza Bey'i öldürerek başını Macar kralına gönderir. Kan dökücü Wlad, aldığı esirlerin tamamını kazığa vurduktan sonra, Osmanlılara ait bazı sehir ve kasabaları tahrip etmekten de çekinmez.Bütün bu olanları haber alan Fâtih Sultan Mehmed, hiddetinden ve üzüntüsünden yerinde duramayarak 150 bin kişilik bir ordu ve 25 büyük, 150 küçük parça deniz kuvveti (nehir donanması) hazırlayarak, Allah'ın kullarına zulm eden bu zâlimi ortadan kaldırmak için Eflâk seferine çıkar (H. 866/1462 M.) Fâtih, Eflâk ortalarına kadar gittiği halde, Wlad'in kuvvetleri ortalarda görünmüyorlardı. Wlad, Fâtih'in, casusları vasıtasiyle önceden haber aldığı bir gece baskını düzenleyerek Pâdişahı öldürmek ister. Fakat bunda muvaffak olamadığı gibi, perişan bir halde canını zor kurtarıp kaçabilir. Osmanlı akıncıları onu bulmak için bütün Eflâk’ı tararlar. Pâdişah da ordusuyla prensliğin başkentine yürür. Şehrin yakınında kazıklanmış 15 bin adamdan kurulu korkunç bir orman görünce nefretle "Devlet kuvvetini böyle kullanmış, tebeasına ve Allah'a karşı bu denlü cinayetler islemiş bir adam, asla itibara layık değildir" der.Yaralı olarak kaçıp Macarlara sığınan Wlad, onlardan yardım ister. Fakat Macar Kralı, hiç yoktan Osmanlılarla bir anlaşmazlığa düşmek istemediğinden bu yardımı yapmamış, hatta Wlad'i yakalayarak haps etmişti. Öte taraftan Osmanlılar, Wlad'in kardeşi Radul'u oniki bin duka yıllık vergiye bağlayarak Eflâk prensliğinin başına getirdiler. Böylece Eflâk, mümtaz bir eyâlet haline getirilerek, Osmanlılara sıkıca bağlanmış oldu. Wlad, Radul'un ölümü üzerine zindandan kaçıp tekrar idareyi ele almak istediyse de öldürülerek kesik başı memleket memleket dolaştırılır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:07:34
ADAM 

Perşembe, 25 Kasım 2004
Ayasofya Câmii’nin yanında kendi adına bir medresesi bulunan Câfer Ağa, ahbaplarını evine dâvet etmek için uşağını birine yollamış...Uşak adamın evine varmış, kapıyı sür’atle çalarak. “Kalk, kalk; hemen toparlan... Ağa seni istiyor!” şeklinde kaba davranışlarda bulunmuş, Adam:— Ağanın bana gönderecek bir adamı yok muydu ki, senin gibi bir eşeği yolladı? deyince, uşak cevabı yapıştırmış:— Câfer Ağa diğer adamlarını öteki “adamlara” gönderdi. Beni de “sana” yolladı!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:07:55
BENİM GÖZÜM GÖRECEKLERİNİ GÖRDÜ

Cuma, 26 Kasım 2004
18 Mart 1915 günü. İngiliz donanması en büyük savaş gemileriyle Çanakkale boğazını geçmek için zorluyor, yoğun topçu ateşi ile boğazın iki tarafındaki Osmanlı tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyordu.O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti. Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip: “ Ne var evlat ?” diye sordu. Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu. “ Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?” O zaman nefer tok sesiyle “ Üzülmeyin efendim” diye cevap verdi. “ benim gözlerim göreceğini gördü” Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket edemez hale getirilmişti. Fakat düşman mermilerinden birinin isabetiyle bu kahraman asker gözlerini kaybetmişti.

Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:08:18
BEDELİ ÇANAKKALE�DE

Cumartesi, 27 Kasım 2004
Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi (1909 ve 1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da maksureli (tecilli) tutulmuş gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden “ maksureli” ettiği gibi, Balkan Harbi sırasında mer’i olan 1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade kılmaktadır.Bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısmında, bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversite lerinde tahsildeyken, birbir leriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak Cephesi’nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve “ 1 Numaralı Gönüllü” yazılmak şerefini elde emiştir. Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini (Mehmet Muzaffer’in Destanını) Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor:Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi” olarak Çanakkale’de idi. (Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’ de uğradıkları mağlubiyetler den ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede (1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü. Paranın altında "bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir" yazılıdır. Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz, 1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozca ada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan’ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar “hiç mesabesindeydi.” Çanakkale’deki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cepheleri ne sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay ’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübaya lar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey “itimat” ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler. O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy’ de bir Yahudi’de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti , ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşma ya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam Yarbay’ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan, “Ne alınacak” dedi. “ Oto kamyon lastiği” cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı :“Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git, insanı günaha sokma para mara yok!”Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay’ın ihtiyacı vardı. Elindeki (Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lazımdı... Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu. Doğru tüccar Yahudi’ nin yanına gitti:“Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam. Gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...” Tüccar “peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti. “Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler”Yahudi yine “peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme şat’a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu. Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi. Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyeci lerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: “Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.” Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:“ Bedeli Çanakkale ‘de altın olarak tesviye olunacaktır.” Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi. Sahte paraya gelince...Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi ’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:09:01
SAĞ KOLUMU KAYBETTİM AMA SOL KOLUM VAR

Pazar, 28 Kasım 2004
Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük kahramanlarından biride Bombacı Mehmet Çavuş 'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu ,İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuz ca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş 'un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastahaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:"Sağ kolumu kaybettim, zarar yok,sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yüne kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastahaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affedeniz muhterem kumandanım.."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:09:56
BÖYLESİNİ HİÇBİR İNGİLİZ YAPAMAZ

Pazartesi, 29 Kasım 2004
Çanakkale Harbi sırasında Karagah-ı Umumi Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Mülazım-ı Evvel Ruhi Bey, Mehmetçiğin ağzından şu hatırayı kaydeder: Bizim mıntıka kumandanı Süvari Kaymakamı Mahmut Bey tayyarelere pek kızar efendim. Daima ateş ettirir onlara; katiyyen üzerimize sokmaz onun zaten tabiatı böyledir. Bir tayyare geldi miydi,haydi ütün bataryaya ateş ettirir.Evet efendim; tayyare düştü. Hava hafif sisli olduğu için tabii gemiler bu sükutu  (düşüşü) görmüyorlardı. Tayyareciler kendilerini denize attılar. Kendi gemilerini istikametine yüzmeye başladı. Bunu gören bataryamız düşmanın kendi gemilerine iltihak etmemesi için efendim, ateş etti ki tayyareciler geriye dönsünler. O vakit gemilerde tayyarenin burada düştüğünü anladılar. Onlar da ateş açtılar. Tayyare tahrip edildi. O vakit de bizim hiç olmazsa bir esire fevkalade ihtiyacımız vardı. Çünkü düşmanın o dakikadaki vaziyetini anlamak istiyorduk. Zira düşman Anafartalar'dan çektiği askeri Seddülbahir'e ihraç yapmak istiyor gibi göstertiyor du. Yani açıkçası bunu blöf olarak yapıyordu. Ve gemiler de (eliyle işaret ederek) bakın işte böyle daima Seddülbahir etrafında bir kavis şeklinde duruyordu. Mıntıka kumandamız Kaymakam Mahmud Bey bu tayyarecinin neye mal olursa olsun mutlaka kurtarılmasını istiyordu. Tayyareciler en nihayet bir buçuk kilometre kadar sahile yakın geldiler. Tabii sahil mayın döşeli olduğundan kimse giremiyordu. Düşmanın vaziyetini öğrenmeye şiddetle ihtiyaç vardı. Bu sırada bir düşman tayyaresi düşürülmüş ancak bizimkiler başka taraftan o tarafa hala ateş etmekte idiler. Düşman tayyarecileri hem mayınlı hem de ateş altında ölüm kalım mücadelesi vermekte idiler. Bu noktada teessüratımı söylüyorum: o iki adam bağırıyordu. Yani ölüyorlardı artık. Ve sahilden hala imdat umuyorlardı. Tabii bir kumandan emir verdiği vakit süngü üzerine top üzerine gidip ölmek vazifemizdir. İşte o vakit mıntıka kumandanı Kaymakam Mahmut Bey " Kim girer?" diye bir sual sordu. Bu İngilizlere sırf acıdığım için düşman olsalar da onları kurtarmak bana bir vazife-i vicdaniye oldu. Yüzmek de bilirim.-Nerelisiniz efendim?-Çanakkale'liyim. Bir an evvel girmek için telaşımdan fanilayı da çıkarmamışım. bir fanila bir iç donu kalmıştı. Daldım. O zaman arkadaşım Mülazım Kaşif'de : "Ben de girerim " diye bendenize refakat etti. O çocuk aynı zamanda sınıf arkadaşımdır. Şimdi Rusya'da esir zavallı. Beraber girdik. Muttasıl düşman topları ateş ediyor. Monitörler, karşımızdan eksilmi yor. Tayyareler tepemizde dönüyordu. Fakat biz tabii pek alçağa düşüyorduk. Sular da biraz dalgalıydı. Ne bizimkilerin ne de onların makas atışları bizi kıstıramıyordu. Gülleler hep ötemize berimize düşüyordu. Bize hiç ziyan vermiyordu. Maateessüf o tayyarecilerden birisi boğuldu. Çünkü bizde takat kalmamıştı. Ötekini kurtardık beyim. Mıntıka kumandanı Mahmut Bey kendisini aldı. Mıntıkasına götürdü. Orada İngilizce mesaj yapıldı. Güzel baktılar sonra Beşinci Orduya teslim edildi. Giderken İngiliz mıntıka kumandanı Mahmut Bey'e demiş ki:"Türkleri şöyle cesurdurlar, böyle alicenaptırlar diye kitaplarda okurdum. Bu defada cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu derece fedakarlıklarını bilemezdim. Bu derecesini bir İngiliz bile yapamaz."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:10:26
BİR KURÂN-I KERİM, BİR SELÂM-I ŞAHANE VE HİLAFETİN GÜCÜ 

Salı, 30 Kasım 2004
“Hilafet nedir ve niçin bu kadar önemlidir?” Bu soruların enteresan cevaplarını Rıza Tevfik şöyle anlatıyor;İngilizlerin parmağı olan 31 Mart Hadisesinin tertipçilerinden olan Rıza Tevfik, bu ihtilal sonrası İngiliz sefaretine gittiğinde çok soğuk karşılanır. Rıza Tevfik bunlara bir mana veremez. Bir süre sonra ingiltereye gittiğinde ingilterenin Türkiye büyükelçisi Lord Nicholson'ı ziyaret eder ve bu soğuk karşılamanın nedenini sorar ve şu ibretli cevabı alır: -Biz jön Türkleri teşvik ettik çünkü ihtilal olacak ve sultanla hilafet alaşağı edilecekti. Fakat aldandık, beklediğimiz neticeyi alamadık. Gerçi Kanun-i Esasi geldi fakat sultan ve hilafet yerinde kaldı." Bu cevap üzerine Rıza Teyfik şu soruyu sorar; -İngiltere Devleti'ni hilafet müessesesi neden bu kadar ilgilendiriyor.?"-Haa biz Mısır'da, Hindistan'da İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlar ca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki sultan yılda bir defa bir selam-ı şahane, bir de hafız Osman hattı Kur'anı Kerim gönderiyor, bütün İslam ümmetini hudutsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde tutuyor."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:10:48
BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN SON MEKTUBU

Çarşamba, 01 Aralık 2004
Valideciğim,Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi! Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı. Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu. işte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.-Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönder diği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi." Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür. Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu. Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:-Ey Yüce Rabbim! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur. Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahret tin ya, bütün bütün mahveyle!" Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi. Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı? Kadir'e mektup yazdım. Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir. Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister. Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.OğlunHasan Edhem4 Nisan 1331 (17 Nisan 1915)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:11:13
MİNARE EĞRİ Mİ?

Perşembe, 02 Aralık 2004
Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk: "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı. Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona: "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi. Çocuk da: "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı ve:"Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı. Çocuğa da: "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver" dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra: "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı. İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri, herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti: - Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi: - Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:16:54
EV SAHİBİNİN İŞİNE KARIŞILMAZ

Cuma, 03 Aralık 2004
Sultan II. Mahmud ile vezîri tebdîl-i kıyâfet dolaşıyorlarmış. Dağ bayır giderken, bir çobanın kulübesine rastlamışlar. Varıp kapısını çalmışlar. Çoban da misâfirlerini 'Kimsiniz?' demeden içeri almış. İçerisi bir hayli soğukmuş. Sobada da yanan bir şey yokmuş. Çoban bakmış ki misâfirleri üşüyecekler, “Bismillâh” demiş, köşedeki iskemleyi kaptığı gibi parçalamaya başlamış. Vaziyeti anlayan pâdişâh hemen müdahale etmiş:-Aman efendi, biz üşümüyoruz. Isınmak için iskemle yakılır mı?Çoban pâdişâhın sözünü duyunca, bir kızmış. Gelip pâdişâhın ensesine bir tokat patlatmış.-Bre densiz, bilmez misin ki ev sâhibinin işine karışılmaz?! Vezir kıpkırmızı olmuş. Ama tebdil-i kıyâfet olduklarından ne pâdişâh, ne o vaziyeti idâre etmişler. Neyse biraz oturup hoş beş etmişler. Pâdişâh çobanın ağzını aramış, ahâlinin vaziyeti hakkında epeyce konuşturmuş. Derken iskemle yanıp bitmiş. Bunu gören çoban da, bu sefer kendi oturduğu iskemleyi kaptığı gibi parçalamaya başlamış. Pâdişâh yine dayanamamış:-Dur ne yapıyorsun, bâri onu yakma, diye atılmış. Tabiî yine tokadı yemiş:-Demedim mi size ev sâhibinin işine karışılmaz, demiş çoban. Pâdişâh bu işe içerlermiş. “Ben de sana göstermezsem...” diye içinden bir plân kurmuş. Artık ayrılık vakti gelip vedâlaşırlarken pâdişâh çobana ismini, yurdunu söylemiş, eline kâğıt tutuşturmuş ve “Biz de seni bekleriz efendi” demiş. Pâdişâh sarayına dönmüş, aradan zaman geçmiş. Derken bir gün bizim çoban, yolları dolana dolana saraya gelmiş. Pâdişâhın misâfiri olduğunu söyleyip, elindeki kâğıdı göstermiş. Hemen pâdişâha haber vermişler. O da sarayın boğaza bakan bir balkonuna mükemmel bir sofra kurdurup, misâfirini buyur etmiş. Çoban, vezir ve pâdişâh birlikte sofraya oturmuşlar. Çoban iştahla yemeklerden yiyormuş. Pâdişâh da biten yemek lerin çok kıymetli gümüş, porselen tabaklarını tutup denize fırlatıyormuş. Yemek devâm ediyor, pâdişâh boşalan tabakları atıyormuş ama çobandan hiç ses çıkmıyormuş. Sanki böyle bir âdet varmışçasına denize giden güzelim tabaklara sesini çıkartmıyormuş. Sonunda vezir dayanamamış ve bir aralık pâdişâh yine bir tabağı atarken “Aman pâdişâhım, bütün tabakları
denize attınız. Onlar hazînenizin çok kıymetli parçalarıydı.” demiş. Çoban dönmüş ve vezirin ensesine bir tokat patlatmış:-Hâlâ öğrenemedin mi vezir efendi, ev sâhibinin işine karışılmaz!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:17:39
GAZİ OSMAN PAŞA�NIN İSTANBULA DÖNÜŞÜ

Cumartesi, 04 Aralık 2004
Sultan II Abdülhamid Han, Serasker Müşir Rauf Paşa'yı seraskerlik vazifesi uhdesinde kalmak üzere, yaveri ekremilik ve fevkalade büyük elçilik payeleriyle hem Rusya 'da bazı görüşmelerde bulunmak ve hem de Gazi Osman Paşa'yı alıp İstanbul'a getirmek üzere Petersburg'a göndermiştir.Yapılan görüşmeler neticesinde Gazi Osman Paşa 'nın İstanbul'a dönmesine müsaade olunmuştur. Yolculuk esnasında mihmandarlık vazifesinde bulunmak üzere meşhur General Nemikof, Gazi Osman Paşa nın maiyetine verilmiş ve ayrıca Rus Çarı tarafından Paşa'ya, kahramanlığını takdir manasında, çifte nişan takılmıştır.Gazi osman Paşa nın gelmekte olduğunu haber alan İstanbul halkı sahile dökülerek tüm geceyi ayaküzerinde sabaha kadar geçirmeye razu omuş ve büyük bir Çoşku ile kendisini beklemeye koyulmuştur. Kız Kulesi açıklarına gelen Rus vapurunun bordasına, mevcut izdihamdan Gazi Osman Paşa’yı kurtarmak için, süslü ve ihtişamlı bir sürü saltanat kayığı yanaşmış ve kendisini buradan alarak Paşa İskelesi ne götürmüşlerdi.Gazi Osman Paşa, refakatinde Serasker Rauf Paşa ile birlikte saltanat kayığından çıkarken, Padişahın Başyaveri ve Sultan Aziz'in damadı Müşir Dağıstanlı Mehmet Paşa eline sarılmış ve: "Namınamü akdesi padişahiye beyanı hoşamediye memur" olduğunu belirterek heyecanla elini öpmüş Gazi Osman Paşa da kendisini hasretle kucaklamıştı.Bu sırada iskeleyi dolduran halk: "Hoş geldin ey namuslu kahraman, çok yaşa Gazi Osman " nidaları ile ortalığı inletmiştir.Sultan Abdülhamid, koşumları altın ve gümüşle işlenmiş bir çift iri yağız Rus katanası koşulu landosunu, binmesi için Osman Paşa'ya tahsis etmişti. Bu ilk saltanat arabasına Gazi Osman Paşa tek başına binerek sağ tarafa oturmuş, Serasker rauf Paşa ve Gazi Osman Paşa nın yaveri Tevfik Paşa da ikinci arabada yeralmkış, mabeyn erkanının da yerlerini almalarıyla halkın heyecan içerisinde doldurduğu ve kapladığı Beşiktaş Caddesi, Serencebey Yokuşu geçilerek Yıldız Sarayı'na doğru hareket edilmişti.Gazi Osman Paşa nın bulunduğu araba Yıldız Sarayı'ndan içeri girince: "Gazii meduhul-efali bizzat kendim istikbal edeceğim!" diyen Sultan Abdülhamid kendini tutamayarak teşrifat ve merasim hudutlarını dinlemeyerek Divanı Hümayun merdivenlerinin ortasına kadar kollarını açarak yürümüş ve Gazi osman Paşa'yı "Gel benim kahraman Osmanım! Berhüdar ol! şanı milleti ancak sen muhafaza ettin. Vatan uğurunda yaptığın gazaya bütün cihanı hayran eyledin. Osmanlı askerliğinin şerefini sen göklere çıkardın. Senin gözlerini öpmek için hasretle ahdetmiştim. Gel ahdımı yerine getireyim. Gözlerini öpeyim", diyerek karşılamıştır.Merdivenleri ağır ağır inmekte olan Padişahın kendisine doğru gelmekte olduğunu gören Gazi Osman Paşa ileriye doğru atılmış ve: "Şevketli Padişahım! Sağ kaldığım için gönlümde tek bir sevinç varsa o da zatı şahanelerinin ayak türabına yüzümü, gözümü sürmek için nice yıllar dır kalbimin en mahrem hücresinde cevheri can gibi sakladığım bir emeli mukaddesenin husulü içindi. Allahu Teala hazretlerine hamdolsun ki bugün o şerefe de kavuştum " demiştir.Uhdesine taşıdığı vazifelerin ve II. Abdülhamid'e olan yakınlığının kendisine kazandır mış olduğu avantajlardan yararlanarak siyasi çalışmalarda da bulunan Osman Paşa'nın en büyük mücadelesi ordunun ıslahı konusunda olmuştur. Yapılması düşünülen ıslahat hareketinin kendi değerlerimize dayanan ve dış bağımlılığı doğuracak her türlü teşebüsten uzak bir program dahilinde yapılması gerektiği fikrini savunmuş ve bu fikri benimseyenlerin temsilcissi durumun da olmuştur. Onun bu davranışı İngiliz yanlısı bir politika izleyen başta Tunuslu Hayredin Paşa olmak üzere Fuat ve Nusret Paşalarla anlaşmazlığa düşmesine sebep olmuş, bu durum ise kendisini Sultan II. Abdülhamid’in gözünden düşürmek ve İstanbul dan uzaklaştırmak için, aleyhinde birtakım suçlamalar ve ithamlarda bulunulmasıyla neticelenmiştir.Osman Paşa nın saray muhiti içerisindeki önemli çalışmalarından biri de ülema sınıfı ile işbirliği içerisinde olması ve dini sınıfın liderliğini yapmış bulunmasıdır. Muhalifler tarafından her türlü girişimlere rağmen Osman Paşa yirmi üç yıl süren (1877-1900) Saray hayatı esnasında kendisi II. Abdülhamid’e sadakatle bağlı kaldığı gibi Abdülhamid' e de Ona karşı güven beslemiş , iki oğlunu iki kızına damad etmiş, cuma ve sair selamlıklarda karşısına almak suretiyle kendisine olan itimadını ızhar etmiş ve hatta başta İngiliz elçisi Mr. Layard olmak üzere, muhalifleri tarafından aleyhinde söylenen sözlere fazla iltifat etme miştir.Askerlik sanat ve dehasının kendisinde toplandığına şahit olduğumuz fazla uzun olmamakla birlikte vakur ve heybetli bir görünüm, iri ve kuvetli tıknaz bir vücudun sahibi olan Gazi Osman Paşa'nın 1900 (1833-1900) yılındaki ölümü gerek yurtiçinde gerekse yurt dışında büyük bir teesürle karşılanmış, kendisine duyulan sevgi ve saygının bir neticesi olarak adına şiirler ve marşlar söylenmiş, ismi kasabalara , semtlere ve okullara verilmiştir. Osmanlı askeri tarihinde yapmış olduğu başarılı hızmetlerinden ve kazanmış olduğu haklı şan ve şöhretinden dolayı o her zaman için saygı ve hürmetle anılmaya devam edecektir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:18:05
İNGİLİZLERİN EL KOYDUKLARI OSMANLI GEMİLERİ 

Pazar, 05 Aralık 2004
Osmanlı Devlet’i İngiltere’ye kırka yakın irili ufaklı gemi siparişinde bulunmuştu. Başlan gıç için o günün parasal karşılığı dört milyon Sterlin’e iki drednot ısmarlanmıştı. Biri Reşadiye olacak drednotlardan diğeri ise Sultan Osman I adıyla alınacaktı. Sultan Osman gemisi, Yunanlıların da katıldığı ihalede Osmanlı Devleti tarafından alınan Rio adlı gemiydi. Süvarisinin kimliği bile saptanmıştı: Hamidiye’nin efsanevi kahramanı Rauf Bey.Bu gemilerin alınabilmesi için yeterli bütçe olmadığından geniş çapta bir bağış kampanyası düzenlenmiş, o zamanın olanaklarıyla kahvelerde, halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, müsamere ve eğlencelerde sürekli olarak para toplanıyordu. Bayram gibi vesilelerle öğrencilerin ellerine kumbaralar veriliyor ve bu kumbaralarla para topluyorlardı. Önemli para yardımlarında bulunanlara “Donanma İane Madalyası” adı altında bir de madalya veriliyordu.Fakat işler umulduğu gibi gitmiyordu. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ile sürüklendiği bu günlerde İngiltere gemileri verip vermemekte tereddüt ediyordu 27 Temmuz 1914’te Reşit Paşa vapuru ile Sultan Osman’ı teslim almak üzere, Bahriye Nazırlığı’nı ve Osmanlı Devleti’ni temsilen Rauf Bey Newcastle’ a varmıştır. Churchill Sultan Osman’a el koymanın çok büyük bir diplomatik karmaşaya neden olacağını bilmektedir ama İngiliz Armadasının önüne çıkabilecek böylesi bir gemiyi teslim etmek de istememektedir. Ve 3 Ağustos 1914’te Churchill’in açıklaması ile Sultan Osman ve Reşadiye’ye el konduğu resmi olarak açıklanmıştı. Rauf Bey anılarında şöyle diyordu: “....Geminin son taksiti olan yedi yüz bin Lira da ödenmişti. İşleri bir an önce bitirmek için denemelerin bir kısmından vazgeçerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin, bize teslimi konusunda anlaşmıştık. Fakat parayı verişimizin ertesi günü için kararlaştırılan sancağımızı çekme töreni zamanından yarım saat önce İngilizler Sultan Osman’a el koydular.”“....Gerektiği şekilde şiddetle protesto edildiyse de kimse oralı olmadı....”Bu gemiler paraları ödendiği halde teslim edilmemiş, paraları ise iade edilmemiştir. Sultan Osman gemisi derhal İngilizleştirildi ve ismi “Agincourt” olarak değiştirildi. Reşadiye ise Erin ismini aldı. Fakat kaderi oldukça hazin oldu. 22 Ağustos’ta seyre hazır olan geminin denenmesinde görülür ki silahları iyi çalışmamaktadır. 26 Ağustos 1914’te onarım için çekilir. Başarısız bir gemi olarak bir daha kimseye satılamaz ve 1922 yılında gemi sökücüler tarafından parçalanmaktan kendisini kurtaramaz
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:18:52
AKILLILARIN DURAĞI 

Pazartesi, 06 Aralık 2004
Fâtih Sultan Mehmed Han'ın vezirlerinden Mahmûd Pasa'ya yakınlığı ile tanınan Molla, Vildân anlatır: "Bir gün Mahmûd Paşa, söz arasında beni çok sevdiğinden bahsetti. Ben de, onun Molla Abdülkerim Efendi'ye olan ilgisinden bahisle; "Siz, benden çok Abdülkerim Efendi'yi seversiniz" dedim. Bunun üzerine; "Evet, doğru söyledin" dedi. Ben; "Molla Abdülkerîm sizin Cennet'e girmenize sebeb mi olacak ki, bu kadar çok seviyorsunuz?" deyince, Mahmûd Pasa; "Cennet'e sokacak desem de olur. Çünkü o, benim günahlardan tövbe etmeme vesile oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kapıcıbaşısı iken, bir günâha mübtelâ olmustum. Bir sabah Abdülkerîm Efendi, evimizi şereflendirdi. Bir müddet sohbetten sonra, ayağa kalktı. Hürmet ve tazimle kapıya kadar yolcu ederken, bana döndü ve; "Dünyâ ve âhiretine yarar bir sözüm var ki, iyi dinleyip kötülüklerden sakinasin" dedi. Ben de; "Buyurun" dedim. Sözüne devamla; "Elhamdülillah, ilim sahibisin ve pâdişâhın da yakınlarındansın. Çok geçmeden vezirlik makamına yükseleceğin aşikârdır. Ne yazık ki, içini ve dışını günâh pisliklerinden temizlemeye gayret etmezsin. Vezirlik makamı, akıllı kimselerin durağıdır. Osmanlı Devleti'nin yüce dîvânı, temiz insanların toplandığı bir yerdir. Gel kerem eyle, içini o günâh pisliklerine bulama ve dalâlet çukurlarına düsüp çabalama!" dedi. Bana bu nasihatleri verirken, hava soguk olmasına rağmen boncuk boncuk ter döktüm ve o ânda tövbe ederek bildirdiği yoldan ayrılmadım" dedi. Bunun üzerine; "Gerçekten onu sevmek yalnız size değil, bize de vâcib oldu demekten kendimi alamadım."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:19:52
ALLAH YOLUNU AÇIK ETSİN

Salı, 07 Aralık 2004
Sene 1915. Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünyâ harbi bütün cephe lerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu. Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor, ihtiyari, genci savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza düsman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah'a dua ediyor. Cepheye durmadan takviye kuvvetleri gidiyor, işte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik istasyonunda beklemektedir. Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler. Ama şehîd olmak inancı gönüllerine huzur veriyor. Sevkiyat subaylarından biri vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla, şüpheyle yaklaşır. O anda çakan şimşeğin aydınlığında şunlara şâhid olmustur: Ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli, başı yasmakli, ihtiyar bir Türk anası çakılmış gibi orada duruyor. Yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşu içinde beklemektedir. Anadolu' nun cefakâr vefa timsâli ve sabırlı anası ile yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:"Valide! Yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?""Trende oğlum var. Onu selâmetlemeye geldim.""Oğlun kimdir, nerelidir?""Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmedoglu Hüseyin.""Onu görmek ister misin, çağırayım mı?""Sana dua ederim. Ona söyleyecek tek bir sözüm var."Hüseyin kısa zamanda bulunur. Elini öpen oglunu bağrına basan ana son olarak;"Hüseyin'im, yiğit oglum benim!.. Dayın Şipka'da, baban Dömeke'de, ağaların Çanakkale'de şehîd düştüler. Bak son yongam sensin. Eger, minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şipka'ya ugrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin" dedi.Hüseyin, son defa anacığının elini öptü. Yaşlı gözlerle oğluna bakan Türk anası son evlâdını da dualarla bu şekilde cepheye ugurladı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:20:26
BARBAROS HAYREDDİN PAŞA�NIN KORSANLIK YILLARI 

Çarşamba, 08 Aralık 2004
Gerçekte korsan olarak vasılandırılması ve isimlendirilmesine rağmen Türk korsan sınıfı, âdi bir deniz haydudu sınıfı değildi. Bunlar, karadaki Akıncılar’ın denizdeki mukabiliydi ler, yani “Deniz akıncıları” idiler. Bunlar denizde düşman gemilerini tâkip eder, düşman ülkelerin sahillerini vurur, onların deniz kuvvetlerini tesirsiz hâle getirmeye çalışırlardı. Kendileriyle barış hâlinde bulunmayan hıristiyan devletlerin ekonomik ve moral bakımından sarsılmasını, bu devletler arasındaki deniz irtibatının kesilmesini hedef alırlardı. Bu sınıf içinde başta Barbaros olmak üzere Osmanlı denizciliğinin en büyük amiralleri yetişmiştir ki, bunlar 18. yüzyıla kadar Türk denizcilik tarihinin en parlak sahifelerini yazmışlardır. Binaenaleyh, Türk korsanlarını âdi birer deniz hırsızı olarak değerlendirmek, hem tarihi vak’aları yanlış değerlen dirmeye yol açar, hem de müslüman Türklerin tarihi başarılarını büyük bir taassupla hâlâ hazmedemeyen hıristiyan Avrupalılara iştirak etmeye sebep olur. Hızır Reis, kardeşlerinin intikamını almak için korsanlarla mücadele etmeye başladı. Bir süre sonra, ağabeyi Oruç Reis’in esaretten kurtulduğunu, Tunus kıyılarına yakın Cerbe adasını üs yaptığını öğrendi. Bunun üzerine kendisi de Cerbe adasına geldi. Zamanla iki kardeş başarı üzerine başarı elde etmeye başladılar. Öyle ki karşılaşılan gemilerin çoğu, Barbaros’ların forsunu görünce, karşı koymaksızın teslim oluyorlardı. Zamanla Türkiye’den birçok namlı kaptan gelerek, Barbarosların hizmetine girdi. Barbaroslar, az zamanda Akdeniz’deki donanmaların en güçlülerinden birine sahip oldular. Armatörlükten korsanlığa geçen Barbaroslar’ın deniz kuvvetleri, birkaç yıl içinde dünyanın beşinci deniz gücüne ulaşmıştı. Kısa zamanda elde edilen bu netice, şaşılacak bir şeydi.İşlerini çok genişletmiş olan Barbaroslar, artık kesin bir şekilde Türkiye’nin resmî ve gayriresmî yardımına ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun için Pîrî Reis’i, çok miktarda hediyelerle birlikte Yavuz Sultan Selim Han’a gönderdiler. Yavuz, Pîrî Reis’i bizzat kabul etti. iki elmaslı kılıcı Pîrî’ye teslim ederken: “Kılıçların birin Oruç lalam ve birin Hayreddin (Hızır) lalam kuşansınlar, gazâ eylesinler!” dedi ve 2 savaş gemisini yardım olarak Pîrî Reis’e teslim etti. Böylece ilk adım atılmış oldu. Bundan böyle anavatanın her türlü yardımı beklenebilirdi.Bu arada Barbaroslar, Kuzey Afrika’yı hıristiyanlara karşı savunmakla kalmıyor, Endülüs Müslümanları’nı İspanya’dan taşıyor, iskân ediyor, fakir halka yiyecek dağıtıyorlardı. Kuzey Afrika camilerinde Barbaros kardeşlere cuma hutbelerinden sonra dua ediliyordu. Bütün bu olaylar Barbaros kardeşleri İspanyollarla karşı karşıya getiriyordu. Ancak onlar İspanyollara üstünlük sağlayarak önce Cicelli’yi, ardından Becâye ve Cezâyir’i fethettiler. Bütün Cezayir’den gelen Arap kabile şeyhleri ve başkanları, Oruç Reis’e biat ettiler. ‘Sultan’ sanını takınan Oruç, kendini Cezâyir hükümdarı ilân etti. Ekim 1518’de Tlemsen şehrini İspanyollar’a karşı savunurken şehid edildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:20:59
BİR SALKIM ÜZÜM

Perşembe, 09 Aralık 2004
Avrupa hristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün sultânı Kanunî Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefe re çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hristiyan beldesinden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; "Al beni, ye beni" dercesine duruyordu. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayi bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arka sından, kan ter içinde Hristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve; "Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulundugu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz" demekten kendini alamadı. Hristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan; "Eger o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı" dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti.Orduya Belgrad yakinlarinda bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çesmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çesmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çesmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çesme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duyan Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri yoktu, kadına kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı; "Ey haçlı kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden, Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet'tir. Kadına kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtlarını döndüler. Mala mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terk ederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız, elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden baska bir şey geçmez. Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için adetâ birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:21:42
HABİB BABA 

Cuma, 10 Aralık 2004
Doğu Anadolu'dan, Habib Baba isimli bir şahıs, 4.Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için İstanbul'a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. "Bunda da vardır bir hayır" demiş içinden... Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gelmiş. Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han'ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler, diye cevaplamış hamamcı. Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya: -İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler farketmez beni. Hamamcı, yaşlı adamın ısrarlarına dayanamamış, vezirlere görünmeden yıkanması için sıkı sıkı tembihte bulunduktan sonra içeriye almış. Biraz sonra, hamama, tebdil-i kıyafet, Sultan 4. Murad Han'da gelmiş, yıkanmak istediğini söylemiş. Hamamcı aynı şekilde, tanıyama dığı bu gence de durumu anlatmış, içeri alamayacağını söylemiş. Sultan'ın ısrarları hamamcıyı bir kez daha yumuşatmış, O'nu da sıkı sıkı tembihledikten sonra, Habib Baba'nın yanına göndermiş. Başlamışlar beraberce yıkanmaya. Birbirlerine su döküyor, sırayla sırtlarını keseliyorlarmış. Bir ara 4. Murad ihtiyarın düşüncelerini öğrenmek amacıyla sormuş: -Sen de istemez miydin baba şöyle vezir olmayı? Baksana koskoca hamamı kapatmış, gönüllerince yıkanıyorlar. Biz ise şu daracık alanda debeleşip dururuz. -A be evladım, demiş Habib Baba. Böyle vezir olacaksında ne olacak? Şu dünyada öyle bir Sultana vezir olacaksın ki, vezirlerinin bile karşısında tir tir titrediği Sultana, senin uyuzlu sırtını keseletsin...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:22:01
PARLAYAN KILIÇ 

Cumartesi, 11 Aralık 2004
Venedik elçisi Antonio Giustiniani, Yavuz Sultan Selim'in huzuruna girer. Yeri öpüp itimatnamesini sunar, görüşmesini tamamlar. Ülkesine döndüğünde herkes, adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde canlandırmaya çalıştığı Cihan Padişahı Sultan Selim Han 'ın nasıl birisi olduğunu sorar:-Göremedim, der Giustiniani...Merak ederler : -Odasına girdiğin, yanına kadar gitiiğin halde nasıl göremedin?Giustiniani şu müthiş itirafda bulunmak zorunda kalır:-Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.Venedik elçisinin bu sözlerini duyan haşmetli hünkar:-Paşalarım, der. Osmanlı 'nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima öne eğik kalır. Amma Allah korusun, bu kılıç bir kınına girerde paslanmaya başlarsa, o zaman işte bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bize birgün yukardan bakar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:22:20
YAKIŞANI YAPMAK 

Pazar, 12 Aralık 2004
Sultan IV. Murad Han zamanında, adamın birisinin eşeği yolda çamura batmış. Oldukça sulak olan araziden eşeğini bir türlü çıkaramayan gariban köylü, öfkeyle hem eşeğe hem Padişaha sövmeye başlamış. Tam o sırada tesadüfen ordan geçmekte olan Padişah, köylünün söylediklerini duymuş. Maiyetindekiler hemen, Padişaha küfreden kişinin kellesinin vurulması gerektiğini söyleseler de Padişah onlara kulak asmamış, içinden; “Ne ister ki benden? Ben mi batırdım eşeğini çamura? Hele bir soralım” demiş.Köylüyü getirmişler padişahın huzuruna, demişler: “Anlat bakalım, nedir bu celalli halin? Ne diye küfredersin kudretli Hükümdara?”. Köylü korkmuş, sıkılmış, kapanmış Padişahın eteğine, af dilemiş çaresizce. Görenler iç geçirmişler haline, demişler:“Yakındır kellesine veda etmeye”. Ama öyle olmamış, Padişah, bekledikleri gibi vurun dememiş kellesini, üstelik affetmiş bu gariban köylüyü. Şaşırmışlar görenler. Nasıl oldu da affetti diye meraklanmışlar. Önce sormuşlar köylüye: “Niye küfür ediyordun Padişaha?”“Çok sinirliydim demiş gariban köylü. O anda kendime yakışanı yapıyordum.”“Peki demişler nasıl olduda affetti Padişah seni?”“O 'da aynısını yaptı” demiş köylü.“Yani?”“Yani O da kendisine yakışanı yaptı... “
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:22:38
GARİP BİR KOŞU 

Pazartesi, 13 Aralık 2004
 1912 yılında Avrupa'dan meşhur bir şampiyon koşucunun geldiği ve Türkiye'de kendisi ile boy ölçüşecek yarışçı aradığı haber alınmıştı. Düşünülüp danışıldı ve nihayet Anadolu hisarı tulumbacılarından (itfaiye erlerinden) "Kıvırcık Ahmed" namıyla anılan biri bulundu. Mukavemet yarışı Fenerbahçe'de yapılacaktı... Meraklıların doldurduğu geniş çayırın kenarında, İngiliz atlet bacağında şortuyla bekliyordu. Kıvırcık Ahmed'e : -Haydi, dediler. Soyun!-Ne soyunacağım? Denize mi gireceğiz?-Sen de üzerindeki elbiseyi çıkarıp, onun gibi çıkacaksın!-Ama ben onun gibi soyunmam , utanırım!...-Etme Ahmed, ayıp olacak.-Bırak beyim, ben evde yalnız başıma gusulhaneye girsem, yine de peştamal kullanırım.  Kıvırcık Ahmed'in kıyafeti şöyle idi: Başında kâhkülü saçları üzerinde sol kaşa düşürülmüş, kalın ibrişim püskülü sıfır numara kalıplı siyah fes. Sırtında kartal kanat kısa ceket, altına giymiş patatuka denen önü iri düğmeli fermâne. İşlemeli camedan yelek. Daha içinde göğüs kısmı bal peteği şeklinde oyuklu mintan. Belde ipekli Trablus kuşağı. Fransız denilen yukarısı dar, dizden aşağı genişleyen ve arka paçası koyu mor kadife kaplı kıvrık pantolon. Ayaklarında beyaz çorap üstüne, yan lâstikleri yürek biçiminde yumurta ökçeli, basık arkalı yarım şıpıtıklar.İngilizler'in şampiyon atletine durum anlatılmış, bizimkinin elbisesiyle koşması onun işine geleceği için bir mahzur görmemiş. Böylece mukavemet yarışı başladı... Yalnız ceketini, çıkaran Kıvırcık Ahmed, "Yâ Bismillâh!" diyerek ilk hamlede öne geçti. Fazla gayret sarfetmiyor, âdeta ceylân gibi süzülüyordu. Bir türlü öne geçemeyen İngiliz atletde az sonra yorgunluk alâmeti başlamıştı. Bizimki koşarken yan gözle ona bakıp gülümsüyordu. Yorgunluktan her tarafından su sızan İngilize karşılık o, bir kere işlemeli çevresini çıkarıp, çenesinde toplanan birkaç damla teri silmişti...Nihayet müsabaka sona ermeden atlet pes edip yere yığıldı. Bizimki ise hâlâ koşuyordu. Tezahürat yapan halk, hep birden:"Kıvırcık!..Yarış bittiii..."İkazlarına aldırmayıp, aynı tempoda koşan Ahmed'in verdiği cevap herkesi şaşırtmıştı:-Bitsin ne çıkar? Ben daha hızımı yeni aldım. Şimdi duramam!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:23:21
ÖYLEYSE SULTANIMIZI ÜZME !

Salı, 14 Aralık 2004
 Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir. Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?" İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:-Hiç istemez miyim?-Öyleyse Sultanımızı üzme!Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:23:46
YAHYA EFENDİ VE RUM DENİZCİ

Çarşamba, 15 Aralık 2004
 İstanbul'lu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’ da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir. Hâl böyle olunca Yahya Efendi’nin dergâhına denizciler sık gelir, giderler. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi!” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergâhına en pahalısından bir fıçı şarap...” Eh, o telâşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergâha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın!” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:24:07
BULGAR PEHLİVANI     

Perşembe, 16 Aralık 2004
 Kanuni spora meraklıdır. Bir gün saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır ve Yahya Efendi'yi alıp, Yeniköy Çayırı'na götürür. Burada güreşler vardır. Ancak hiç hesapta olmayan şeyler olur. Nereden geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan bizimkileri duman eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi. Koca koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden kıpırdatamazlar. Adam her yıktığı Türkün ardından kahkahalar atar, haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar sevinçten çıldırırlar. Kanuni mi? Kahrolur tabii. Yahya Efendi bakar Padişah çok üzülüyor, çıkar meydana ve akıllara durgunluk bir pazarlık yapar. "Yenilen, yenenin dinini kabul edecek" der, "tamam mı?" Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler, teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:24:26
NEME GEREK ?

Cuma, 17 Aralık 2004
 Bir gün Kanuni, Yahya Efendi'ye: "Ağabey sen ilahi sırlara vakıfsın" diye haber yollar. "Acaba devletimizin encamı n'ola?" Yahya Efendi iki kelime yazar: "Neme gerek!" Kanuni bu cevaba şaşırır. Halbuki sır o kelimelerde gizlidir. Eğer zulüm yayılır, fukaralar feryada başlarsa ve şahısların menfaati devletin çıkarının üstüne çıkarsa. Üstelik görüp işitenler "Amaaan neme gerek" derlerse bil ki yıkılış yakındır! Gün gelir Kanuni vefat eder. 2. Selim kendini bir anda devletin başında bulur. Saltanat yükü omuzlarını çökerttiğinde sığınacak gölge, tutunacak dal arar. Birden aklına baba dostu Yahya Efendi gelir. Yüce Veliyi gördüğü an içi bir hoş olur. Onun bir bakışı ile öylesine rahatlar ki tarifi ne mümkün. Devletini ve milletini güvende hisseder ve ayaklarına kapanmamak için zor tutar kendini. Mübarek onu kulaklarından yakalar: "Söyle bakalım!" der, "abdestin var mı?" Sultan edeple başını eğer, zor duyulan bir sesle: "Var efendim" der. Yahya Efendi, tonunda şefkat hissedilen bir sesle:"Hayır!" der, "benim sorduğum tövbe abdestidir. Şimdi seninle tövbe edeceğiz ve bundan böyle birbirimize eksiklerimizi söyleyeceğiz tamam mı?" Ve öyle de olur.Yahya Efendi mükemmel bir şairdir. Şiirlerini "Müderris" mahlası ile yazar ve her bahane ile ölümü hatırlatır, ölüme hazırlanır. Mübarek, kabrini elceğizi ile kazar ve döner dolaşır kendi mezarına okur. Ona göre müminin ölümü bayram olmalıdır. Bakın şu işe ki bir bayram gecesi vefat eder, cenaze namazı bayram namazını müteakip kılınır ve defnolunur bayram günü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:24:46
FATIMA SULTAN�IN RÜYASI

Cumartesi, 18 Aralık 2004
 Yıldırım Bayezid Han, Rumeli’de sefere çıkmıştır. O  yıl Edirne’de konaklar. Ailesi Bursa’ dadır. Bâyezid’in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz’i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kız cağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve “Eğer” buyururlar, “Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!”
Hundi Fatıma Sultan’ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan’la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan’ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba? Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa “olmaz!” demez; ama öyle demeye getirir: “Söyleyin ona” der, “kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!” Emir Sultan sakindir, “Öyleyse!” der, “göndersin develeri!”  Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek: “Doldurun!” der, “Hatta kendi keselerinizi de.”Devecilerden bazıları “bunda bir hikmet olmalı” der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri:“N’olacak bunlar” deyip aldığı çakılları geri döker. Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan’ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: “Nasıl istiyorsan öyle olsun!” Nikah haberi Edirne’ye ulaştığında Yıldırım çok hiddetlenir: “Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?” der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa’yı Bursa’ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bayezid’in Molla Fenari hazretlerine olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri. Aradan aylar geçer. Bayezid Bursa’ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerin den tutup sorar: “Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?” Emir Sultan hazretleri Feth suresinden bir ayet okur: “Allah’ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” Bayezid tekrar sorar: “Ya mendilin öbür yarısı?” Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır: -Adını bağışlar mısınız?-Muhammed!-Yanında Buharisi’de var mı?-Var!-Yoksa?-Elinizi öpebilir miyim baba.-Hayır. Öpülecek el seninki.Ve kucaklaşırlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:25:08
TİMUR MAĞLUBİYET TATMAMIŞ BİR HAKANDIR

Pazar, 19 Aralık 2004
 Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden birşey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehr illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde. -Sen babamın manevi zırhı değil misin?-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.-Ne yapmalıyız peki?-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?-Diyelim ki öfkesi galip geldi.-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.Ankara savaşında yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda birşeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:25:27
EMİR SULTAN�IN HİMMETİ

Pazartesi, 20 Aralık 2004
 Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bayezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bâyezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara savaşının ardından Anadolu çok karışır. Şehzedelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devletini silbaştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)...Ve öyle de olur!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:25:46
ZOR ŞEHZADE

Salı, 21 Aralık 2004
 Şehzade Mehmet (Fatih) çok zekidir, ancak ele avuca sığmaz. Derslerini bellemekte zorlanmaz, ama hiç çalışmaz. Hele ezberle işi olmaz. Çok hocada okur, ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini alaya alır. Hatta bir keresinde hocasını durdurur: -Aman efendim, ne yapıyorsunuz? der.-Anlayamadım?-Mermere basıyorsunuz!-Eee ne var bunda?-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Validemiz İsa Aleyhisselam’ı taş üstünde getirmedi mi dünyaya. Öyleyse mermere hürmet gerek.-Ya... Öyleyse çıkar bakayım çorabını.-Niye hocam?-Bilmiyor musun aynı Meryem validemiz. İsa Aleyhisselamın beşiğini de yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.  Ama bütün hocalar böyle hazır cevap olamazlar. Mehmed bir padişah oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez ona. Murat Han sıkıntının farkındadır. Evet Molla Yegân, Molla Fenâri, Molla Ayas muhteşem âlimlerdir. Ancak bu haşarı şehzadeyle uğraşmak, on medrese yönetmekten zor olmalıdır. “Acaba onu kim yola getirebilir?” diye düşünürken Molla Gürani’nin siması belirir gözünde. O ana kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Tabii, öyle ya. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. “Hadi bakalım” diye mırıldanır, “Şimdi derslerini kır da, göreyim seni”Padişah Molla Gürani hazretlerini yollarken “Eti de senin” der, “kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle!” Mübarek Manisa’ya vardığı saat, şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder, ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve “Otur!” der, “Hayır oraya değil, şuraya!” O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: “Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım!” Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürani’nin kaşları yıkılır, kafasını “olmadı” gibilerden sallar, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir: “Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!...” Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder. “Darabtühü cidden şediden.” İnanın döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde. Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri “Arabi ve Farisi bilmek yetmez” der, “Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!” Nitekim Fatih Latince, Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar. Ardından “kafirdir” demez, Şehzadeyi İtalyan asıllı Anconal Giriaco’nun önüne oturtur, Avrupa tarihini okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez, aritmetiğe, geometriye, astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan, kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır. Bir ara Manisa’ya gelen Sultan Murat, oğlunu tanıyamaz. Fatih görünüşte çocuktur, ama çok olgun dur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri, ideâlleri vardır. Ki İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır ona. Sultan Murat Molla Gürani’ye şükranlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübarek boş versene gibilerden omuzunu silker. “Onu isteyene verin Sultanım” der, “Yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra!” Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkânıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır, apar topar Kahire’ye döner. Belki de vebâlden kaçar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:26:08
GENÇ KADIASKER

Çarşamba, 22 Aralık 2004
 Feramerz bir Fransız subayıdır. Türklerle nerede ve ne zaman tanışır bilemeyiz ama ecdadımıza hayran olur. Nitekim kendi rızası ile İslâm’ı seçer ve Feramuz adını alır. O devir Fransa’sında Müslüman olmak zor, Müslümanca yaşamak daha zordur. Mübârek kalkar Anadolu’ya gelir ve Sivas, Tokat civarında bir kuytuya yerleşir. Oğluna âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin adını koyar. Kızını Osmanlı Emirlerinden Hüsrev Bey’e verir. Feramuz bey vefat edince, oğlu Muhammed ablasının yanına sığınır. Eniştesi bu çocuğun müthiş zekasına hayran kalır. Tahsili için ne gerekiyorsa yapar. “Yeter ki sen oku” der, “gerisini düşünme!” Küçük çocuk bu teveccühün altında kalmaz, gecesini gündüzüne katar, akranlarına fark atar. Nitekim molla olur. Hem eniştesinin adıyla anılan bir molla. “Molla Hüsrev!”  Bakın şu Osmanlının güzelliğine, eğer bir kimse ehil ise önü açılır. Devlet kademelerine ışık hızıyla tırmanır. Nitekim Molla Hüsrev genç yaşta müderris olur. Önce Edirne Şahmelik, sonra Çelebi Medreseleri ondan sorulur. İkinci Murat Han ondaki cevheri farkeder. Devlet hizmetinde saçını sakalını ağartmış onca yaşlı dururken, tutar Kadıasker yapar. Günler geçer... Murat Han, oğlu Mehmed’i (Fatih’i) Manisa’ya yollamaya niyetlenir. Şimdi ona hem babalık, hem hocalık yapacak birilerini arar. Ancak bu kabına sığmayan hırçın çocuk ulemanın korkulu rüyasıdır. İnanın bir mektep dolusu talebeyle uğraşmak daha kolaydır. Çoğu bir bahane bulur, geri durur. Gelgelelim Molla Hüsrev bu işe gönüllü talip olur. Onu yetiştirmeyi çok arzular, hem de getirildiği muhteşem makamı terk edecek kadar. Nitekim genç müderris ile hırçın şehzade arasında tarifi zor bir muhabbet başlar. Tabiri caizse abi, kardeş olurlar. Molla Hüsrev onun ufkunu açar. Kendini aşmayı, büyük düşünmeyi öğretir. Zaman zaman Spil Dağı’nın sarp yamaçlarında oturur hâyâl kurarlar. Karadan gemi yürütür, Haliç’e köprüler atarlar. Sonra minare yüksekliğinde kuleler ve devasa toplar düşünürler. Hani manda iriliğinde gülle atan koca toplar... Onlar sadece İstanbul’un değil, Roma’nın fethini planlar, buruşuk kağıtlar üstüne Viyana’yı, Paris’i karalarlar. Belki çizgiler çerden çöptendir, ama zafere inançları tamdır, sütun gibi.Aradan yıllar geçer. Fatih hayallerinin bir kısmını gerçekleştirir (mesela İstanbul’u alır) Molla Hüsrev ise Bursa medreselerinde yeni Fatihler yetiştirir. Genç padişah hocasını hiç unutmaz. Unutamaz! Fırsatını bulduğu an, bir ilim adamının gelebileceği son noktayı gösterir ona. Şeyh-ül İslâm yapar. Molla Hüsrev tam 20 yıl bu makamda kalır ve kelimenin tam manası ile vazifesinin hakkını verir. Fatih’in ifadesiyle, “zamanın Ebû Hanifesi”dir. Molla Hüsrev’in bakılmaya doyulmayan asil bir siması vardır. Duyguludur, merhametli dir, insana kıymet verir. Sade ve temiz giyinir. Diğer devlet adamlarının aksine küçük ve basit bir sarık sarar. Talebeleri onu öylesine severler ki, seher vakti kapısında birikirler. Etrafında halka olup medreseye götürürler, gece yarısı yine eşikte toplanır, getirirler evine. Zira yolda geçen her an yeni bir şeyler öğrenirler. Molla Hüsrev Hazretlerine tahsis edilen konakta elbette aşçılar, seyisler, hademeler vardır. Ancak o, hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz. Odasını elceğizi ile süpürür, camlarını kendi siler. Esvaplarını yıkar, lambasını yakar. Mübarek gündüzleri ilim anlatır, geceleri ilim yazar. Ki her biri ömre bedel onlarca kitabın sahibidir. Sultanlara lala olmak... Ona göre alimler lala olmalı ve lala yetiştirmelidirler. Sultana hakkı, hakikati, eğriyi, doğruyu gösterebilmenin tek yolu budur. Nitekim kendileri Fatih’e iyi bir lala olur ve gelecek nesiller için mükemmel lalalar yetiştirirler. Meselâ Bâyezid’e, Yavuz’a ve Kanuni’ye istikamet çizen Zembilli Ali Cemali Efendi bunlardan biridir. Molla Hüsrev, Bursa'da (Emir Sultan yakınlarında) kendi yaptırdığı medresenin bahçesinde medfundur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:26:29
MUAVENETİ MİLLİYE

Perşembe, 23 Aralık 2004
 Muavenet-i Milliye , Çanakkale'de yaşanan en önemli olaylardan birinin, Goliath'ın batırılışının kahramanıdır. Müttefik ordularının komutanı olan General Ian Hamilton'un "Düşman madalyayı hak etti!" diye günlüğüne not düşmesine neden olan Muavanet-i Milliye' nin başarısı, Müttefik donanmasının Mondros limanına çekilmesine neden, Türk askerleri için de moral olmuştur. Çanakkale Seferi süresince İngiliz donanmasının maruz kaldığı en büyük felaket Goliath'ın batışıdır. 13.150 tonluk ve yedi yüz elli mürettebatı olan bu muharebe gemisinden ancak yüz seksen kişi kurtulabilmiştir. Beş yüz yetmiş personeli, gemi ile beraber sulara gömülmüştü.  Bu geminin batışı ile verilen zayiat büyük olmuştu, ama asıl önemlisi bu felaketin doğurduğu olaylardı. Goliath'ın batırılışı üzerine İngilizler, Boğaz'ın zorla geçilmesi fikrinden tamamen vazgeçtiler. 18 Mart Harekatı'ndan sonra donanmayla Boğaz'ı bir kere daha zorla mayı planlıyorlardı. Çünkü kara harekatı da istenilen sonucu vermemişti ve kısa sürede de vereceği tahmin edilmiyordu. Bu geminin batırılışı, bu plandan vazgeçilmesine sebep oldu. Ayrıca geminin batırılışından iki gün sonra 15 Mayıs 1915'te, İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Fisher, ardından da 17 Mayıs'ta, Çanakkale Seferi'nin fikir babası Churchill'in isifasına vesile oldu. Küçük bir Türk muhribi olan Muvanet-i Milliye Muhribi'nin başarısı, görüldüğü gibi, İngiltere kabinesinde kriz çıkaracak şekilde etkili olmuştu. Olayın amacı, İngiliz gemisinin batırlışı ve gemi komutanının kim olduğu Türk kaynaklarında şöyle yer almaktadır:"13 Mayıs 1915 tarihi, Muavenet muhribinin Morta koyunda demirli Goliath İngiliz muharebe gemisini batırması, Çanakkale Muharebeleri tarihinde önemli bir yer tutar.
Fransızların Kerevizdere'de ele geçirmiş oldukları mevzileri geri almak için yapılan devamlı taarruzlara karşı, Fransızların harp gemilerinin yardımını istemeleri üzerine, her akşam iki muharebe gemisi Morto Koyu açığına gönderilmekteydi. Bu gemilerin ateşinden hayli zarar görülmesi üzerine, 5 nci Ordu Komutanlığı Boğazlar Genel Müfettişliği'ne başvurarak bu kötü durumun giderilmesini istedi. Bu amaçla, Muavenet Muhribi'nin görevlendirilmesine karar verildi. Marmara'da denizaltı karakol görevi yapan Muavenet, Kıdemli Yüzbaşı Ahmet Saffet komutasında olarak 10 Mayıs saat 1330'da Çanakkale'ye geldi. 12 Mayıs'ta sona eren hazırlık lar arasında, kıyı boyunca seyir sırasında geminin dibe değmemesi için kömür ve yağın yarısı gemiden çıkarıldı. Doksan kilo şarjlı üç Schwartzkopf torpidosu kovanlara sürüldü; bir tanesi de yedek olarak güverteye alındı. Torpidolar, 1.200 metre mesafe, 34 mil sürat ve iki metre derinliğe ayarlandı. Düşmanın torpido ağı kullanmadığı saptanmış olduğundan, torpidolara ağ makası takılması ihtiyaç görülmedi. Bu sırada Morto koyunda Goliath ve Kornvolis muharebe gemileri demirli bulunmakta , iki İngiliz muhribi Rumeli, diğer ikisi Anadolu Kıyısında ve biri de boğaz ağzının ortasında karakol yapmakta idi. Müstahkem mevkideki bataryalar ile ışıldaklar ve diğer bütün ilgili birlikler, yapılacak taarruzdan haberdar edilmiş, Anadolu ışıldaklarının Muavanet'in seyir hattının aydınlatmamaları, Muavenet'i izlemeleri ihtimali olan düşman muhriplerini karşılamak üzere, bataryaların hazır bulunmaları, Muavenet'in dönüşte seyir fenerlerini yakacağı ve eğer izleniyorsa, baş tarafından beyaz işaret fişekleri atacağı bildirilmişti. Havuzlar mevkiinde demirli olan bir filika da kırmızı bir fener gösterecekti. 12 Mayıs saat 18.40'da harekete geçen Muavenet, saat 19.00-19.30 arasında mayın hatlarını geçtikten sonra , 19.40'ta Soğanlıdere önlerindeki mayın hatlarının hemen dışında demirleyerek, taarruz saati olan gece yarısını beklemeye başladı. Morto'daki (Morto-Soğanlı dere=7 mil) gemilerin ateşi ve ışıldaklarla yaptıkları aydınlatma, saat 23.30'a kadar sürdü.
13 Mayıs saat 00.30'da demir alan Muavenet, sekiz mil hızla Rumeli kıyısına sürünürcesine seyre başladı. Onbeş dakika sonra, iskele tarafından 600-800 metre mesafede rastlanan ve ağır yolla karşı rotada seyreden bir düşman muhrip takımı, Muavanet'i görmedi. Saat 01.00'da tam pruvada, Eskihisarlık burnuna bordalarını vermiş yatan iki muharebe gemisi fark edildi. Torpido kovanları sancağa çevrilmiş durumda ağır yolla seyre devam olunurken, öndeki geminin (Goliath'ın) pırıldakla (O) işareti verdiği görüldü; görülmüş olan Muavanet'ten parola sorulmaktaydı. Bu işarette aynen karşılık veren Muavenet, vakit kaybetmeyerek hemen hücuma kalktı ve saat tam 01.15'te birbiri ardından üç torpidosunu işaretledi. Bu anda mesafe 300 metre kadardı. Torpidolardan biri Goliath'ın komuta köprüsü, ikincisi baş baca altına ve üçüncüsü de kıç tarafına vurdu. Kısa zamanda batan Goliath, yedi yüz elli kişilik mürettabatından, gemi komutanı dahil, beş yüz yetmişini de birlikte götürdü. Muavenet, saat 05.00'te Çanakkale önüne demirlediği vakit, büyük sevinç gösterileriyle karşılandı. Aynı gün İstanbul'a hareket eden muhrip, ertesi günü istinye üssüne döndü ve merasimle karşılandı. İngiliz harp tarihinin, (atak ve ustalıklı bir hareket) olarak kaydettiği bu olay, 14 Mayıs'ta toplanmış olan İngiliz Harp Meclisi'nde tam bir bomba etkisi yaptı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:26:58
SIRPLARA OSMANLI HOŞGÖRÜSÜ

Cuma, 24 Aralık 2004
 Osmanlılar devletlerini kurarken, din hürriyeti ilkesini temel olarak benimsemiş bir millettir. Avrupada Engizisyon işkenceleri altında inlerken, tüm dinler, Osmanlı idaresinde barış ve huzur içinde yaşamışlardır. İşte sizlere çarpıcı bir örnek:Fatih Sultan Mehmet Rumelideki seferlerine devam ediyordu. Sırbistan sınırların adoğru geldiği sırada Sırp prensi Brandoviç'ten bir mektup aldı. Bu sırada Sırplar, Katolik Macarlarla Osmanlılar arasında kalmışlardı. Sırp prensi Brankoviç, bu iki güçten birine birine tabi olarak kendi hükümdarkığını sürdürmek istiyordu. Ama hangisini seçecekti? Bunu tayin edebilmek için, önce Macar kralı Hünyad'a bir heyet yollayarak sordumuştu:  "Sırbistan idarenize bırakılırsa, sırp milletinin mezhebleri hakkında ne gibi müsaadede bulunacaksınız? "Macar kralı Hünyad bu soruya şu cevabı vermişti: "Sırbistan'daki Ortodoks kiliselerini yıkıp, yerine Katolik kiliseleri inşa ettiririm."
Aynı soruyu Fatih Sultan Mehmed ise şöyle cevaplamıştır:"Her Ortosoks kilisesinin yanı başında bir cami yapılmasına ve buralarda herkesin kendi dinine göre ibadet etmesine müsade ederim . "İşte bu nedenle Hristiyan Sırplar da Osmanlı idaresini benimsemişler ve uzun zaman sadakatle bağlı kalmışlardır 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:27:18
SOMUNCU BABA 

Cumartesi, 25 Aralık 2004
 Şeyh Hamîdüddîn Aksarayî, Bursa'da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; "Somun! Müminler somun!" diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hamîdüddîn hazretleri durumunu Bursa'da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa'da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan'a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; "Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir." diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi. "Şöhret âfettir." hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan'ın yanına gelince; "Ey Emîr'im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?" dedi. O da; "Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım." cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamâna kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba'nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha'nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba'nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öpmekle şereflendim." diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî'ye, Molla Fenârî; "Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat bâzı anlıyamadığım yerler vardı. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum." dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba'ya; "Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum." deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî'nin, Somuncu Baba'dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mûteber bir tefsîr olduğunu söylemişlerdir.Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; "Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı." diyerek, Bursa'dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba'nın Bursa'yı terketmekte olduğunu işiten MollaFenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa'da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa'ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa'da bu çınarın bulunduğu bölgeye "Duâ çınarı" denildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:27:39
SULTANI ZAFERE ZORLAYAN MÜDERRİS

Pazar, 26 Aralık 2004
 
1590’lı yıllarda Avusturyalılar’la aramız açılır. Hatta Estergon, Kili ve İbrail kaleleri düşmanın eline geçer. Avrupa’da zor günler yaşanır. Sultan III. Mehmed Han bizzat başında kendisinin bulunacağı bir sefere çıkmak ister, ancak etrafındakiler:
“Aman Sultanım Allah esirgesin” derler, “Eğer zat-ı şahanelerinizin başına bir hal gelecek olursa devletimiz ipi kopmuş tesbih gibi dağılır. Al-i Osman’a yazık olur”. Saadettin Efendi ise Sultana cesaret verir. “Asker sizi başında görmeli!” der. Zira Kanuni’den bu yana sefere çıkan sultan yoktur ve saraydan yönetilen ordular sıradan rakipler karşısında bile bocalar. Hoca Saadettin “Bu son fırsat” diye çizer altını “Eğer cihad ruhunu kaybedersek, bir daha iflah olmayız!” Sadece Hoca Saadettin değil, omuzunda yük hissedenlerin alayı öyle düşünürler. Mesela Anadolu’nun üç güneşinden (Şems-i Tebrizi, Akşemseddin, Kara Şems) biri olarak tanınan Şemseddin Sivasi hazretleri, o yaşına rağmen kılıç kuşanır, katılır saflara. Görünüşte bir garip ihtiyardır, ama ruh kazandırır orduya. Himmeti ona keza.  Sultan Mehmed’in hocasına itiraz etmesi düşünülemez, nitekim 100,000 kişilik bir ordu kurar, çıkar yola.
Hoca Saadettin Padişah’ın yanındadır. Sultan Mehmed, Ösek önlerinde Rumeli Beylerbeyi Sokolluzade ve Kırım Kuvvetleri ile buluşur. Bazı vezirler padişahı gayrete getirir Viyana’yı kuşatmayı teklif ederler. Hocaefendi mükemmel bir tarihçidir, geçmişi iyi bilir. “Hayır!” der, “Bunu daha önce denedik. Avusturyalılar Almanya içlerine çekiliyor ve bizim muhasaradan yıldığımız demlerde düşüyorlar tepemize. Bana sorarsanız Eğri kalesini alalım. Avusturya ile Romanya’yı ayıralım. Öyle de olur. Osmanlılar Eğri kalesini alıp Romanya’dan gelebilecek yardımlara mani olurlar. Ancak Avusturyalılar hâlâ çok güçlüdürler ve Haçova denilen meydanda yerlerini alırlar. Yanlarında Arşidük Maksimilyan gibi becerikli bir komutan, seçme Macar ve Alman askerleri vardır.
Mehmed Han’ın bünyesi çok zayıftır ve aylar süren yolculuk padişahı eritip bitirir. Birileri yine fısıldamaya başlarlar. “Aman Efendim!” derler, “Sıhhatinizden endişedeyiz, yetkilerinizi sadrazama devredin, dönün geri.” Hoca Saadettin ise “Yoldan bizar olmayan var mı ki?” der, “Meşakkatsiz zafer kazanıldığı nerede görülmüş. Bir kale feth etmekle yılanın kuyruğuna bastınız, artık başını ezmeden dönemezsiniz geri!” Hoca Saadettin dahasını yapar, Kur’an-ı kerimi açar ve “Düşmanlarınız aman dileyip silahlarını terk edinceye kadar onlarla savaşın. Hasmınıza sırtınızı dönmeyin!” mealindeki ayet-i kerimeleri okur. Padişah hakikaten bitkindir. At üzerinde duracak mecali yoktur. Hoca Saadettin olmasa bir gün ordugahta durmayacaktır ama... İkbâl hesabı olanlar “Ah canım sultanım, siz bu hallere düşecek insan mıydınız” diye ağıtlar yaka dursun, mübarek, padişaha “Bu güne kadar bir sultanın gaza meydanından çekildi ği görülmemiştir!” diye çıkışır, “Siz Osman Gazi neslisiniz. Ecdadınızın ruhunu incitemezsiniz!” Ve gelir dayanır muharebe günü. İki ordu Haçova’da yerlerini alırlar ve cenk başlar. Zırhlı düşman süvarileri direkt merkeze yüklenirler. Çelikten dalgalar saflarımızı kağıt gibi ezerler. Öyle ki padişah otağına girmek üzeredirler. Sultan Mehmed, Efendimizin (sallallahü âleyhi ve sellem) hırkasına bürünür ve imdadı ilahi için yalvarır. Bu arada sağ cenah tamamen dağılır ve haçlılar ordugahı yağmalamaya başlarlar. Hatta Cephane sandıklarının üstüne çıkarlar. Padişah ağlamaklıdır, Hoca Saadettin’e döner. “Peki Hocam” der, “Şimdi ne yapsak gerek?” Sesinde teessür vardır… Belki de biraz teessüf. Mübarek eriyip giden safları görmez bile. Bir bildiği olan insanların rahatlığı ile “Bu cenk halidir” der, “Siz gönlünüzü hoş tutun, Zafer ehl-i İslâmındır!” Ama manzara hiç de öyle görünmez. Haçlılar çadırlara girerler ve askerimizde panik başlar. Hoca Saadettin kargaşanın ortasına koşar. Geri hizmetlere bakan aşçı, yamak, deveci, katırcı takımını toplar ve haçlılara tava, kepçe, kamçı, değnek öyle bir saldırırlar ki, bir anda kavganın seyri değişir. Nitekim Çağalazade komutasındaki süvariler pusudan çıkar, hücuma geçerler. Osmanlı’nın sağ kolunu bozan düşmanı bataklıklara sokarak helak ederler. Haçlılar bu savaşta tam 50,000 seçme askerlerini kaybeder. Silahları ve hazineleri Osmanlıların eline geçer. Tarihçi Hammer sebep ve neticelerini ortaya dökerek der ki: Bu zafer Osmanlı için öyle kıymetlidir ki, ne Mohaç, ne de Çaldıran onunla mukayese edilemez. Öyle ki Avusturya diye bir devlet kalmaz, imparator yıllarca asker bulamaz. Hoca Saadettin sefer dönüşü kendini kitaplarına ve sevenlerine verir. Ulemanın kutbu haline gelir ve ilerde her biri birer Hoca Saadettin olacak onlarca talebe yetiştirir. Hoca Efendi benzeri az bulunan bir tarihçidir. “Tac üt Tevarih” adlı eseri bir hazinedir. Mehmed Han, Hocasının himmetini unutamaz. Bostanzade Mehmed Efendi’nin vefatı üzerine onu Şeyhülislâm yapar. Hoca Saadettin insanlarla iç içedir. Türkçe sorana Türkçe, Arabî sorana Arabî cevap verir. Mübarek, güleryüzlü ve latifelidir. İnsanları eğlendirerek eğitir.Hoca Saadettin Alemlerin Efendisi gibi, o hikmetli eşiğe takılır. Tam 63 yaşında vefat eder. O sıra Ayasofya camiinde bir hatim cemiyetindedir. Mübarek yaşadığı gibi ölür ve elbette öldüğü gibi haşr olunur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:28:01
BU İTİBAR SADECE İLME Mİ?

Pazartesi, 27 Aralık 2004
 Ahmet Şemseddin, Tokatlı’dır. Annesi, İbn-i Küpeli’nin kızı Yusuf Sinaneddin hazretleri nin yeğenidir. Ancak o, babası ve dedesi gibi bir asker olmak ister, orduya girer. İkinci Bâyezid Han’ın yanında seferlere katılır. Ama görünen o ki, bu ocağa ömrünü de verse, geleceği son nokta sıradan sipahiliktir. Zira askerliği sevmesine rağmen, çelebi meşreplidir. Kışlada Evranosoğlu Ahmed adında bir komutan vardır ki tam bir liderdir. Kara yağız, heybetli bir adamdır. Hani “dağ gibi” derler ya, işte öyle. Gözleri çakmak çakmaktır, sesi yıldırımları andırır. Her silahı maharetle kullanır ve tam bir kurmaydır. Vezirler ardınca yürür, paşalar selâma durur.İhtiyar bir âlimin ordugâha yolu düşer. Libası soluk, hırkası yamalıdır. Çarıkları dağılacak kadar eskidir sonra. Evranos bey hürmetle eğilir, ellerini öper. Vezir İbrahim Paşa kalkar, yerini gösterir. Kemalpaşazade sorar: “Bu zat kim?”-Ona Molla Lütfü derler, Filibe medresesinde muâllimdir.  -Komutan bey hürmet ettiğine göre bir özelliği olmalı. -Ne gibi? -Ne bileyim, padişaha yakındır belki. -Yo hayır. -Bu itibar sadece ilmine mi yani? -Ya sen ne sanıyordun? Kemâlpaşazade Ahmed’in mütevazı dünyasında hırsa yer yoktur. Ama o an ilme karşı dayanılmaz bir merak uyanır. Yüreğinde tomurcuklar açılır. İçi sığmaz olur içine. Rüyalarında kitaplar, rahleler görür, nur yüzlülerin önünde diz çöker. Dayanamaz, Molla Lütfü’yü bulur. Mübârek Kemâlpaşazade’yi hevesli görünce “Hiç durma!” der, “İlme niyetlenen soluğunun hesabını yapsa gerek.” Ahmed Kemalpaşazâde’de öylesine hızlı bir kavrayış kabiliyeti ve öylesine güçlü bir hafıza vardır ki Molla Lütfü hayretler içinde kalır. Bu genç bir cevherdir. Hâzâ cevher. Tozu alındığında göz kamaştıracak. Işığı cihanı saracaktır. Nitekim talebesinin elini tutar, onu zamanın alimlerinden Kestelli Muslihiddin ve Hatipzâde Muhyiddin ile tanıştırır. Derken Muarifzâde... Sultan İkinci Bâyezid âlimlere çok kıymet verir. İbn-i Kemâlpaşa’nın hızlı çıkışından haberdârdır. Onu Edirne’deki Taşlık medreselerine tayin eder ve İdris-i Bitlisi’nin Heşt Behişt’ ine benzer bir Osmanlı Tarihi yazmasını ister. Eser kısa sürede biter ve kelimenin tam manası ile mükemmeldir. Sultan öylesine hislenir ki anlatılamaz. Söyleyecek söz bulamaz. Onu derhâl Üsküp’teki İshak Paşa medreselerine tayin eder, sonra Edirne’deki Halebiye medreselerine terfi ettirir. Bayezid Han bu zinde âlimi çok sever. Elinden tutar, önünü açar. Ama Kemalpaşa zade’nin gönlündeki aslan Şehzade Selim’dir. Zira o günlerde doğu illerinde kanlı bir kavga sürer ve Dersaadet vahametin farkında değildir. Bâyezid ve paşalarının dikkati hâlâ Avrupa’ dadır. Halbuki İranlı askerler köylere kasabalara girer. Kınalı gelinleri, beşikteki bebekleri keserler. Ortalık mezbahaya döner.  İbn-i Kemâlpaşa kışlayı iyi tanır. Anadolu’da yayılan fitneyi ancak Selim’in bastırabilece ğine inanır. Zira İslâm âlemini tek bayrak altında toplayabilecek dirayet onda vardır. Evet Bayezid Han dervişdir, âlimdir, gönül ehlidir. Ama şimdilerde devlet Şehzade Selim gibisine muhtaçtır. Kemâlpaşazâde kimseden çekinmeden hak bildiğini söyler. “Hünkâr dediğin güzel silah kullanmalı ve hatip olmalıdır” der. “Düşmanını küçük görmemeli ve bin tedbir bilmelidir. Evet, idarecilik mukaddes bir vazifedir, ancak her iyi kimse bunu yapamaz. Allahü teâlâ bazı kaabili yetleri bazı kullarına bahşetmiştir. Ki onlar doğuştan liderdirler! Kişiden iş sorarlar, yaş değil!” Gün gelir İbn-i Kemal hazretlerinin rüyaları gerçekleşir, Selim ağabeylerine rağmen sultan olur. Ancak o tahtına oturmadan yollara çıkar. Irak ve Horasan illerine yayılan ateşi söndürmeye koşar. Osmanoğulları görünüşte ona biat ederler, ama çadır şartlarında geçecek bir ömre hazır değildirler. “Şimdi sırası mı” diyenlerle, zaferden tereddüt edenler el ele verir, dedikodu üretirler. Öyle ya her seferin bir bedeli vardır ve İmparatorluk maceraya giremeyecek kadar büyüktür artık. İşte bu noktada ilim adamları girer devreye. İdris-i Bitlisi ve İbn-i Kemalpaşa sokak sokak, konak konak dolaşır, cihadı anlatırlar. Kışla kışla gezer, itimat sağlarlar Yavuz’a. İşte genç sultan onların gölgesinde güçlenir. İbn-i Kemâlpaşa, Akkoyunlu, Dulkadiroğulları ve Gürganilerin yaptığı zulümleri halka anlatır. “Korkmayın!” der, “Her Firavun’a bir Musa bulunur!” Ve bir beyti sıkça söyler: “Kısmetindir gezdiren yer yer seniArş’a çıksan âkıbet yer yer seni”Çaldıran seferinde padişahın yanı başındadır. Sıkıntılı anlarda destek olur ve zafer ümidini sürekli canlı tutar. Zaferi müteakip yeni hedefler gösterir. Şimdi İslâm âleminin güçlü bir halifeye ihtiyacı vardır. Dünya Müslümanları Türk’ün dinamizmine muhtaçtır. Hakikaten o devir Memluklu yönetimi çok kan kaybetmiştir. Bırakın dünya Müslümanlarının meselelerini, kendi sıkıntılarını çözmeye mecâli yoktur. Bir nöbet tesliminin vakti gelmiştir gayri. Öyle ya, gözü uzaklarda olan, içi içine sığmayan yiğitler neden bu köhne devletin emrinde kalsınlar ki?
İbn-i Kemâlpaşa Yavuz’u sefere ikna eder. Hoş, Yavuz buna çoktan niyetlidir ama edebe mugayir iş görmekten çekinir. Zira karşısındaki güçsüz de olsa bir halifedir ve kalbini kırmak istemez. Lâkin manevi işaretler Kemâlpaşazade’yi haklı çıkarır. Ayan beyan Halifeliğe memur olunurlar. Mübârek Suriye ve Mısır seferlerinde padişaha gayret verir. Hatta Şah Tahmasb’a gönderilen mektupları o yazar. Birgün, olacak bu ya İbn-i Kemâlpaşa'nın atı çamura saplanır. Hayvan bir gayretle çıkar, ama yanı başındaki sultanı çamura boyar. Mübârek mahçup olur. Yavuz "Üzülmeyin Efendim!" der, "Sizin atınızın ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir!" Sonra Hasan Can'ın kulağına eğilir. "Vasiyyetim olsun!" buyurur "Bu çamurlu kaftan kabrimin üstüne serile!" Ve öyle de olur. Şüphesiz, bu ikilinin başka düşünceleri de vardır. Ama Yavuz genç yaşta rahmet-i Rahman’a kavuşur. Kânuni, baba yadigarının kıymetini bilir. Onu, Zembilli Ali Efendinin ardından Şeyh-ül İslâmlık makamına getirir. Kanuni imparatorluğun gücünü gösteren muhteşem mescidlere meraklıdır. Ama İbn-i Kemâlpaşa öncelikle eğitimden yanadır. Hatta “Taş ile, ağaç ile oyalanmak sultanlara yakışmaz” der, “insan yetiştirmek, Kâbe yapmak kadar sevaptır” İbn-i Kemâlpaşa bir deryadır. Öyle ya sadrazamı Sokullu, şairi Baki, mimarı Sinan, kaptanı Barbaros olan muhteşem bir devletin müftüsüdür o. Ulema yazdıkları kitapları huzuruna getirir, olurunu alır. Bırakın insanları, cinler bile fetva sorarlar. O, sadece büyük bir fakih değil güçlü bir edip ve benzeri az yetişen bir tarihçidir. Hepsi bir yana Allah dostudur, gönül eridir. İbn-i Kemal Hazretleri yıllar evvel “Ya Ehad, neccina mimma nehaf” (Ey Allah’ım! Bizi korktuğumuzdan kurtar!) buyururlar. (ki talebeleri bunu ebced hesabına vururlar, ölüm tarihini bulurlar.) O sultanların çekindiği sultan Allah’tan çok korkar, gecesiyle gündüzüyle çalışır, ölüme hazırlanır. Mübârek, mütevazı bir kabire defnedilir. Kefenine “Hiye ahirü’l libas” (Bu son elbisendir) yazılır, taşına tek cümle kazınır: “Hâzâ makam-ı Ahmed” (İşte Ahmet’in makamı!)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:28:38
TEK BAŞINA BİR ORDU: EBUSSUUD EFENDİ 

Salı, 28 Aralık 2004
 O gün Süleymaniye Camii cemaate dar gelir. Muazzam kalabalığın bir ucu Mercan yokuşundadır, bir ucu Vefa sokaklarında. Kolay değil bir devre mührünü vuran sultan, Muhteşem Süleyman yoktur artık. Ebussuud Efendi “Allah için namaza” diye bağırır, Mübelliğler haykırırlar “Er kişi niyetine” Ses dalga dalga yayılır uzaklara. Kanûni, Zembilli Ali Efendi, İbn-i Kemâlpaşa, İmam-ı Birgivî gibi zirvelerin sohbetinde yetişir. Yahya Efendi gibi bir derya ile süt kardeştir. Eh böylesi biri ölümü çok düşünse gerektir. Nitekim kabrini sağlığında kazdırır. Ölmeden toprağını avuçlar, fatihalar okur kendi mezarına.  Sultanın naaşı tam mezarına bırakılacaktır ki, elindeki çekmeceyi tabutun yanına sıkıştırmaya çalışan bir saray ağası Ebussuud Efendi’nin dikkatini çeker, mübârek derhal müdahale eder “Dur bakayım!” der, “Neler oluyor orada?”  -Bu emaneti mezara bırakmam gerek.-Olmaz! Böyle bir şey caiz değil.-Sultanımız vasiyyet ettiler ama.-Vasiyyet mi? İçinde ne var acaba?-Bilmiyorum efendim.-Ver bakayım şu çekmeceyi.Adamcağız uzatır, Şeyhülislâm uzanır. Lâkin tam o sıra kalabalık dalgalanır, çekmece yere düşer. Ortalığa yüzlerce kâğıt yayılır. Ebussuud Efendi bunlardan birini eline alır. Altında kendi mührünü görmez mi? Gözü kararır, rengi uçar. Benzinde tek damla kan kalmaz, bildiğiniz kül kesilir. Hemen oracığa çöker, yumruklarını şakaklarına dayar. Zor duyulan bir sesle “Ah Süleyman ah!” der, “Sen kendini kurtardın. Bakalım Ebussuud ne yapacak?” Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdi Uluğ Bey’in yanında yetişmiş birer zirvedirler. Hem gökleri kitap gibi okur, hem de hastalıkları teşhis ederler. Şairdirler, ediptirler. Tarihi, coğrafyayı iyi bilirler. Timuroğulları dağılınca Akkoyunlular’ın hizmetine girerler. Uzun Hasan bunları elçi olarak Fatih’e gönderir. Fatih insan sarrafıdır. Uzun Hasan’ın mesajıyla ilgilenmez bile. Ama gözünü elçilerden alamaz. Bu iki âlime hayran olur ve ne eder eder onları Osmanlı’ya kazandırır. Gel zaman git zaman Mustafa İmâdinin oğluyla Ali Kuşçu’nun kızı evlenirler. Bu kutlu izdivaçtan, nurlu Ahmed (Ebussuud Efendi) doğar. Ebussûud Efendinin babası Şeyh Yavsi (İskilipte medfundur) hünkârların şeyhi, şeyhlerin hünkârı diye tanınır. Özellikle II. Bayezid ona çok hürmet eder. Eh böylesi bir ailede gün boyu ilim konuşulur, hele çocuk Ebussuud Efendi gibi bir zeka küpüyse minicikken ilim ehli olur. Dahası Müeyyedzâde ve Mevlâna Seyyidi Karamâni’nin tedrisinden geçer. Nitekim Akşemseddin’in halifelerinden İbrahim Tennûri Hazretleri’nin feyzli sohbetlerine kavuşur, ulaşır kemâle. İbn-i Kemâlpaşa, Ebussuud Efendiyi gördüğü gün bir kenara yazar. Onu genç yaşta İshâkpaşa Medreselerine müderris yapar. Sonra Bursa ve İstanbul kâdılığına getirir ki bunlar büyük makâmlardır. Zira o devrin kâdıları aynı zamanda belediye başkanıdırlar. Mübarek çok sıkı çalışır, ona ayak uydurmak çok zordur. Ancak öylesine ehil ve öylesine çalışkandır ki ara basamakları atlaya atlaya yükselir ve genç yaşta kadıasker olur. Kânuni ile Macaristan seferine katılır, askerle bıkıp usanmadan sohbet eder, onları zafere inandırır. Budin’de ilk hutbeyi o okur. Süleymaniye’nin temeline ilk taşı o koyar. Sultanı Kıbrıs’ın fethine ikna eder. Nitekim bir ilim adamının varacağı son noktaya getirilir ve tam 30 yıl (dile kolay) şeyhülislâmlık yapar. Ebussuud Efendi sade giyinir ama çok heybetlidir. Güler yüzlü ve tatlı dillidir. Üslubu latifelidir ve çocuklarla yakından ilgilenir. Arapça sorana arapça, farisi sorana farisi cevap verir. Şiirli suallere çok sanatlı karşılıklar hazırlar. Sıradan insanları bile ciddiye alır, basit sualleri dahi savuşturmaz, muhatap anlayıncaya kadar izah eder. Ebusuud efendi sadece insanların değil cinlerin de meseleleri ile ilgilenir. (Mübareğin cinlere yazdığı fetvalar Eyüp’de Yazılı Medresenin duvarlarında bulunuyordu. Ancak hem Hind, hem Arap harflerine benzeyen bu esrarlı yazılar okunamadı ve zamanla boyatılarak kapatıldı) Ebusuud Efendi Sultan Süleyman’a “Kânuni” adını kazandıran kânunların mimarıdır. Özellikle o devirde şiddetle ihtiyaç olan ârazi kanunnamesini yazar, Tımar ve zâametleri sisteme sokar. Devlet işlerinde yanındakilerin tahâmmül edemiyeceği bir süratle çalışır. Mübarek çok prensiplidir. Yapılması na karar verilen işleri asla unutmaz. Vakitli vakitsiz teftiş eder, eksiklikleri aksaklıkları gözüyle görür ve yerinde giderir. Ebussuud Efendi 20 mükemmel kitap hazırlar ve zaman zaman içli ve mânâlı şiirler yazar. Hepsi bir yana Mâlulzâde, Hoca Sadettin, Bostanzâde Mehmed ve Bostanzâde Mustafa, Şair Bâki, Kınalızâde, Fudayl bin Ali Cemali ve Ataullah Efendi gibi pırlantaları yetiştirir. Eh elbette ibadet ehlidir. Uykusuz geçen geceler, onlar için meziyyet değildir. Belki de bu yüzden onu İmam-ı âzam Efendimize benzetirler. Eğer yaptığı işleri, yaşadığı günlere bölerseniz şaşırırsınız. Bir insan hem halkla uğraşsın, hem sultanı yalnız bırakmasın. Seferlere çıksın, merasimlere katılsın, kitap yazsın, fetva versin, talebe yetiştirsin, devleti sisteme oturtsun, adli ve idari mes’uliyetleri olsun, müesseseleri kontrol etsin, fikir üretsin, tıkanan işleri yerinde düzeltsin. Hem de hiçbirini aksatmasın. Vallahi zor! Çok zor. Hoş onlar bu yüzden büyüktürler ya. Eh, mimarı Sinan, kaptanı Barbaros, Şairi Baki, seyyahı Piri Reis, tarihçisi Hoca Saadettin, velisi Yahya Efendi olan bir devrin Şeyhülislâmı da böyle olmalıdır. Ebussuud gibi. (Kuddise sirruh) Ebussuud Efendi bir sahabe aşığıdır ve Eyyûb Sultan civarına defnedilmeyi vasiyyet eder. Halid bin Zeyd'i (radıyallahu anh) ziyarete gelenler, büyük velinin önünden geçerler.
Ebussuud Efendinin nurlu kabri Eyyûb Meydanı'nda adıyla anılan Dar-ül Hadis'in bahçesindedir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:28:59
ZEMBİLLİ ALİ CEMALİ EFENDİ�NİN ZEMBİLİ 

Çarşamba, 29 Aralık 2004
 Ali Cemali Efendi Anadolu’yu nurlandıran velilerden Cemaleddin Aksarayi’nin torunudur ve tedrise beşikte başlar. O, misli zor görülen bir hafızaya sahiptir. Üstün körü geçilen kitapları bile harekesi harekesine ezberler ve yaşından beklenmeyecek sorular sorar. Hocaları böyle bir kabiliyetin önünü tıkamaktan çekinirler “Sen buralarda zâyi olma” derler, “Büyük âlimlerde oku, meselâ Molla Hüsrev’e git!” O da öyle yapar. Molla Hüsrev ona bildiklerini öğretir, ancak “bunlar işin zahiridir” der, “şimdi sırlara ersen gerek. Bir Hakk aşığı bul ve ona köle ol!”  Hani derler ya, Allahü teâlâ vermek istemeseydi, istek vermezdi. Ali Cemali Efendi’nin ihlâsından olacak, Ebûl Vefa gibi bir veli çıkar karşısına. İşte böylesi genç ve bilgili biri, adı sofuya çıkan padişahın gözünden kaçmaz. II. Bayezid O'nu sürekli takip eder. Bursa, İznik ve Bâyezid medreselerinde ders verdirir. Sonra tutar şehzadeler şehri Amasya’ya Müftü atar.
Görünen o ki Ali Cemali Efendi’nin önü açıktır. Ancak o devlet erkânı ile haşır neşir olmaz. Gecesini gündüzünü işine verir. Hâlbuki bulunduğu mevki birileri ile iyi geçinmeyi gerektirir. Mübarek mâkamında gözü olanları farkedince “Merâklısına mübarek olsun!” der, devlet kapısını terkeder. Çeker çarığını, düşer yollara. Ali Cemali Efendi, Resulullah aşığıdır. İçindeki coşkunun seline kapılır Haremeyn’e gider, hacceder. Mükerrem Mekke’de ve Münevver Medine’de ilim meclislerine katılır. Feyz devşirir dervişçesine. Derken Kahire’nin ilim iklimi onu cezb eder, tam bir yıl kütüphane kütüphane gezer, medreselerde ders dinler. Osmanlı tedrisatı ile Arab tedrisatını mukayese eder. Buralarda daha ne kadar kalmayı düşünür bilemeyiz, ancak II. Bayezid onu Dersaadet’e çağırır. “N’olur, Buyurun Hocam!” der “Şeyh-ül İslâm oldunuz!”Ali Cemali Efendi zühdü ve takvası ile tanınır. Onda zerre kadar rütbe, şöhret hırsı yoktur. Hal böyle olunca doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Belki de bu yüzden ölünceye kadar (tam 24 yıl) makamında kalır. Bayezid-i Veli’nin ardından Yavuz ve Kanuni gibi iki zirveye hizmet eder.Mübarek mütebessimdir, refiktir, yumuşaklığı sever. Ufacık çocukları bile muhatap edinir, onlara nasihat eder. İnsanların çekinmeden soru sorabilmelerini çok ister. Ancak üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun şeyhülislamı halkın gözünde destan kahramanı gibidir. O, ne kadar mütevazı olursa olsun, karşısındakileri ter basar, huzurda sıkılırlar. Mübarek pratik bir yol bulur. Zembilini camdan sarkıtır. Sorusu olan bir kağıda yazıp zembile bırakır. Mübarek derhal cevabını yazar ve yine zembille sallandırır aşağı. Düşünürseniz zor iştir. Her gün önünüze gelen yüzlerce kağıt ve birbirine benzeyen sıradan sualler. Ama o bunu kurtuluşunun sermayesi bilir. Öyle ya, insanlara Allah’ın dinini öğretmekten güzel iş mi vardır?Mübarek çok merhametlidir, kendisine ve çevresindekilere yapılanları görmezden gelir, ancak mukaddesatımıza saldıranlara acımaz. Hatta sultanı tavır koymaya zorlar. Yavuz’u Çaldıran savaşına sürükleyenlerden biri odur. Yine Mısır Seferini sonuna kadar destekler.Kanuni bütün Avrupa'yı hizaya sokar. Ancak Rodos hâlâ Akdeniz'in çıbanıdır. Zembilli Ali Efendi Padişah'ı sefere inandırır. Mübarek gözü kara bir cihad sevdalısıdır. Hatta yiğitlere yoldaş olur, adanın fethine katılır. Eli kanlı eşkıyalara, fitneci şovalyelere karşı savaşır. Rodos ele geçince burada kalmaya niyetlenir. Ömrünün son demlerini yerli halka İslâmiyeti anlatmakla geçirir. Burada medreseler, imaretler kurar ve ileri yaşına rağmen yıllarca imamlık yapar. Nice Rum'un hidayetine vesile olur ki, Rodoslu Müslümanların mayasında onun gayret leri vardır. Mübareğin sonu hoş olur. Ayan beyan ölüme hazırlanır. O gün görülmedik şekilde neşelidir ve çevresindekilerle tek tek helalleşir. Talebeleri ayrılık vaktinin geldiğini anlar, çok ağlarlar. Nurlu kabri Zeyrek yokuşunda kendi dergâhının bahçesindedir
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:29:21
HEMHAL OLMAK

Perşembe, 30 Aralık 2004
 Biliyorsunuz hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz, genç yaşında küçücük bir çıbana boyun eğer. Son nefesini verirken Hasan Can yanındadır. Yavuz sorar:-Hasan bu ne hal?-Şimdi Allah ile olacak zamandır sultanım.-Ah be Hasan. Sen bunca zamandır, bizi kimle bilirdin? Yavuz’un konuşmaya mecâli yoktur. Mushaf-ı şerifi işaret eder. Hasan Can o berrak sesiyle Yasin-i Şerif’e başlar. Yine volkanlar coşar, sular akar. Sultanın yüzünde huzurun izleri hâlelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır. Koca sultan ayan beyan güler, belki de ilk kez böyle güler... “Nasıl bre?” Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır. “Hasan Can kahvaltı yaptın mı?”  Hasan Can cevap verir “Beli (evet) sultanım!”-Yumurta seversin değil mi?-Beli sultanım!Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul’a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu’nadır. Sultan ansızın Hasan Can’a döner:“Nasıl bre?” Cevap ışık hızıyla gelir: “Rafadan sultanım!”Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... “Hemhâl olmak” denilen şey bu olsa gerek.Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Türbe haziresinde medfûndur. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:29:39
ALLAH İÇİN VURMUŞTUM

Cuma, 31 Aralık 2004
 Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri Çaldıran Zaferini kazandıktan sonra ölüler arasında dolaşıyordu. Ölülerin içinde düşman askerlerinden birisinin kellesinin hiç zedelenmeden kesildiğini görüp merak etti. Ve yanında bulunan vezirlerine emrederek: - Bu kelleyi tek vuruşta kim kesti ise onu bulun bana getirin, dedi. Paşalar hemen asker içine dağıldılar ve bu yiğit askeri aramaya başladılar. Sora sora nihayet o asker bulundu ve Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin huzuruna getirildi. Yavuz, o askere: -Evladım bu başı böyle sen mi kestin? diye sordu. Meselenin ne olduğunu anlayamayan asker biraz durakladıktan sonra: - Ben kestim, Sultanım, dedi.  Yavuz askerden memnun olmuştu... Belinden kılıcını çekerek askere verdi ve orada bulunan ölüme mahkum esirlerden birisini göstererek: - Şunun başını da öyle bir vurmaya kesebilirmisin? diye sordu. Asker soğukkanlılıkla kesebileceğini söyledi. Hazreti Yavuz Selim Han, haydi görelim bakalım nasıl kestin diyerek bir vuruşta kesilmesi için emir verdi. Elinde kılınç olduğu halde bekleyen genç yiğit bütün gücüyle vurduysa da kelle kopmadı, yani asker harpte kestiği gibi adamı ensesinden kesememişti. Oradakiler şeşkınlık içinde iken Yavuz askere, niçin kesemediğini sorduğunda, aldığı cevap çok dikkat çekiciydi. Asker, Yavuz Sultan Selim'e: -Hünkârım , harp meydanında Allah için kılıç vurdum ve bir vuruşta kestim. Fakat şimdi senin rızan için kılıç çekiyorum ve onun içinde bir vuruşta kesemedim. Allah rızası için yapılan bir işle padişah rızası için yapılan bir iş aynı olmasa gerektir, dedi. Büyük kumandan hazreti Yavuz: -Ben anlamıştım zaten ondan olduğunu, seni tebrik ederim evladım, dedi ve bir kese altın hediye etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:30:06
HURİ KIZI İSTİYORUM 

Cumartesi, 01 Ocak 2005
Binlerce Türk askerine mezar olan Çanakkale savaşlarında, emir eri olarak hizmet gören bir mehmetçik, bir gün kumandana çıkarak: -Komutanım, asker olmazdan evvel köy imamından dinlemiştim. Harp meydanında şehid olanlara Cennette huriler verilir demişti. Bende fakir olduğum için köyde evlenemedim. Bana da müsaade edin de, harbe girip huri kızı ile evleneyim der. Komutan askerin bu sözlerini gülerek karşılar ve memnun olduğu bir askerin ölmesine razı olmadığı için göndermek istemez. "Sen işine bak!" diyerek geri gönderir. Fakat mehmetçik, huri kızıyla evlenmeyi kafasına koymuştur. Bir kere vazgeçmez davasından. Tekrar gelir: -Komutanım, bütün arkadaşlar ölüp huri kızları alıyorlar. Ne olur banada müsaade et de ben de huri kızına kavuşayım, der. Komutan onun safça sözlerine yine aldırış etmez ve kafası çalışsa böyle söylemez diyerek yine müsaade etmez. Mehmetçik bir, iki üç derken komutanı bıktırır ve ister-istemez: -Haydi git de, ne halin varsa gör, demesini sağlar. Komutanından müsadeyi alan asker, doğru cepheye koşar ve en ön saflarda çatışmaya girer. Takdir-i İlahi o gün de şehadet şerbetini içer. Akşam olur, savaş meydanını teftiş ve ölüp kalanları kontrol etmek için subaylar ölülerin arasında gezmeye başlarlar. Bu arada o askerin subayı , kendisinden zorla izin alıp harbe giren askerini aramaktadır. Bir müddet dolaştıktan sonra emir erini görür, biraz üzgün biraz da kızgın vaziyette: "Bu kadar ısrar etmen bunun içinmiydi?" der ve askerin cesedine bakarak: " Aldın mı huriyi?" diye konuşur kendi kendine... Bu sırada komutanına cevap vermesi lazım gelen asker, iki parmağını yukarı doğru kaldırarak; bir değil iki huri verdiler demek ister. Askerin bu halini gören komutan hata ettiğini anlar ve emir erinin üzerine kapanarak:" Beni affet, sana karşı bu sözleri söylemekle hata ettim" diyerek ağlar. Ondan sonra kendisi de büyük bir iştiyakla savaşarak sehid olur. (Allah Rahmet eylesin.)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:30:27
HELAL LOKMA GEREK 

Pazar, 02 Ocak 2005
Sultan II. Murat zamanında, henüz Osmanlılarda hazine teşkil edilip padişahlar saraylar da gönlünce harcama yapmazlar ve onlarda haplerde elde edilen ganimet ve haraçlardan ve madenlerden başka devletin bir geliri yoktu. Halktan vergi toplayıp saray erkanı için harcanmazdı. Hal böyle olunca , padişahlar da zaman zaman parasız kalabiliyordu.Bir gün Fazlullah Paşa, II. Murad'ın Çandarlı Halil paşa'dan borç para istediğini görüp:
Sultanım, Padişahın vezirlerden ve şundan bundan para istemesi yerinde olmaz. Müsaade buyurursanız bir hazine teşkil edilsin ve oradan saraya tahsisat ayrılsın, dedi.

 Fazlullah Paşa'yı dinleyen Sultan Murad Hazretleri:- Bu parayı nereden ve kimden toplayacaksın? diye sordu.Fazlullah Paşa:-Sultanım bu memlekette çok zenginler var, bir fermanla bazılarından bir miktar mal toplamak mümkündür, dedi.Sultan Murad:- Sen nice teklif edersin Fazlullah Paşa! Bize ve bizim askerimize helâl lokma gerektir. Bizim askerimizin boğazına helâl lokma girmez de, onun bunun hakkı girerse bu askerle, meydan-ı gazada nasıl harp edebiliriz? Haram üzerine bina kurulursa ayakta durma imkanı varmıdır? Diyerek Fazlullah Paşa'nın teklifini reddetti ve Çandarlı Halil Paşa'dan bir miktar borç alarak iader etti ve sonra ödedi. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:30:58
HACI MESUD

Pazartesi, 03 Ocak 2005
Çanakkale savaşı'ndayız. Mülazım Emin , çiçeği burnunda bir harbiye'li. Mektebi bitir miş, cepheye sürülmüş. Gönderildiği alay, ateş hattında kırılıyor, ama ne kırılıyor, gençler yiğitler biçiliyor. Bir zaman, geriden ikmal getirerek işi idare etmek istiyorlarsa da gün oluyor, ikmalde yetmiyor. Alaydan arta kalanları derleyip, toplayıp İzmir'in Alipınar köyüne getiriyor lar. Acemiler gelecek , alay tamamlanacaki talim görecek ve yine cepheye sevkedilecek... Alay tamamlanırken, durumun nezaketi gereği, alışılmış kurallara pek aldırılmıyor, eli silah tutan herkes toplanıp Alipınar'a getiriliyor. Gelenlerin içinde Hacı Mesud da var. Yaşlıca, sessiz, sadasız, kendi halinde bir habeş. Trablusluymuş. Mülazım Emin'in Konyalı Aziz Çavuş diye bir çavuşu var, nedense bu Hacı Mesud'u hiç sevmiyor. Her sabah Emin Efendi'ye tekmil verirken sayıyor, döküyor, sözün sonunu" Bir de, hiç bir işe yaramayan şu pis Arap var" diye bitiriyor. Pis Arap aşağı, pis arap yukarı... Günün birinde, mülazım Emin: -Bırak Aziz şu Adamı diyor. "O zaten yaşlı, sen onu talime çıkarma, koğuş temizliğine ver!" Böylece günler geçip giderken, bir gün Mülazım hastalanıyor. Ama durumu çok ağır. Ne doktor, ne ilaç, ne sıhhiye memuru. Hastaya yardım edecek hiç kimse ve hiç bir şey yok. Akşama doğru Emin Efendi kendini kaybediyor, ateşten cayır cayır yanıyor, bir günde sanki eriyor. Yapılcak bir şey yok, işi duaya kalmış. Görenler, sabahı bulamaz diyorlar. Bir ara, Hacı Mesud, Aziz çavuşun yanına gelerek:" Bir nefes edeyim mi?" Diye soruyor. Mülazımın işi bitmiş ama, etsin bakalım ne olacak? Hacı Mesud, Emin Efendi'nin yanında durmuştur, dudaklarının güç farkedilen hereketin den başka bir kımıldanış, bir ses yok. Saatler geçiyor. Hasta terliyor, Hacı Mesud terliyor. Bekleşenlerde artık takat kalmamış , kendilerini tutmasalar, "Pis arabı" yeninden yakasından tutup tartaklayacaklar. Sonunda, Hacı Mesud gözlerini Aziz çavuş'a çevirip fısıldıyor: "Tamam, kurtuldu, ne isterse verin , yesin" Yemek mi? Mülazım ölü gibi serilmiş, gülesi geliyor Aziz çavuş'un. Tam o sırada yataktan bir inilti duyuluyor: "- Su!" Artık ona kimse, "Pis Arap" diyemez. Mesud'da bir başkalık sezmekte olan bir kaç kişinin gözleri iyice açılıyor. Onun peşinden ayrılmıyorlar. Şu kadarını anlıyorlarki, Hacı Mesud, Abdüsselâm Esmerî'nin kıymetlilerindendir. Allah Katında itibarı büyüktür, ama o işi oluruna bağlamış, kendini açığa vurmamıştır. Hacı Mesud'un çevresindeki halka her gün biraz daha büyüyor, bir kere onun sevgisine yakalanan artık kendini ondan kurtaramıyor. Hacı Mesut'ta tuhaf bir şey var. Hani çavuş yokmu, şu Aziz çavuş ... Asıl o; utanmasa işini gücünü bırakacak ve sabah ezanlarına kadar süren aşıklar sohbetinden ayrılmayacak... Bir gün , Hacı Mesud Mülazım Mehmet Efendi'ye, Aziz çavuşla haber gönderiyor: "Yarın, davul dövdürsün, pilav zerde döktürsün, Çanakkale'de savaş bitti zafer bizimdir!" Mülazım Emin, bu haberi biraz tuhaf buluyor, Çünkü, vaziyet, hiç te öyle Hacı Mesud’un dediği gibi değil, gelen haberler kötü! Ordu müfettişi de tam o sıralarda Alipınar'dan geçiyormuş. Mülazım: "Acaba vaziyet ne merkezde?" diye sorunca, ordu müfettişi: "Orduyu geri çekecekleri söyleniyor, öyle olursa İstanbul düşer, vaziyet çok fena!" Ordu müfettişi yansın yakılsın, Hacı Mesud gene haberi salıyor: "Davul dövdürsün, helva..." Akşamın geç saatlarında Alipınar'a kan ter içinde bir atlı girip Mülazım Emin Efendinin önünde selamı çakıyor: "Gözümüz aydın efendim, çok şükür muzafferiz, Çanakkale'yi kurtardık..." Bu kadarı yeterlidir; duyan Hacı Mesud'a koşuyor. İlk müjdeyi veren sanki o değilmiş gibi , Hacı Mesud, masum gözleriyle etrafını saranlara gülümsemektedir. Alam bu gülümsemede, sevinçten fazla bir şey, sırlı, anlaşılmaz bir şey olduğunu o zaman telaş ve heyecandan, kimse anlayamıyor. Bu anlamlı tebessümün kokusu bir kaç gün sonra çıkıyor. Davullar dövülmüş, helvalar yenilmiş, İzmir'in yiğit efeleri diz vurup zeybek oynamıştır. Ortalığın sakinleştiği bir sabah Hacı Mesud, artık bütün alay gibi önünde el bağlayıp niyaza varan Çavuş'a : "Aziz Çavuş çocukları topla, bir diyeceğim var" diyor. Aziz Çavuş'un içinde bir ateş, ne yaptıysa Hacı Mesud'u fazla konuşturamıyor. Akşam karavanasından sonra etrafında toplanıyorlar. Hepsinin yüreği kuşkuda, ama kimse sebebini bilmiyor. Sebep Hacı Mesut'ta! "Evlatlarım! Benim görevim burada bitti. Trablustan sizin alayı uyarmak, yüzünüzü Hak yüzüne çevirmek için gönderilmiştim. Şeyhimin dediğini yaptım. Hepiniz Abdüsselâm Esmerî' nin himayesindesiniz. Beni duâdan unutmayasınız. Ya Allah!" Evet! Hacı Mesud "Ya Allah" demiş, yürüyüvermişti. Alay karışıyor, birbirine giriyor. Gözlerinin önünde olanlara inanamıyor. Bir insan bir anda gözden kaybolabilir mi?Aradan seneler geçer. Hacı Mesud, İzmir’in Alipınar köyüne döner ve orada vefat eder. Kabri, onu tanıyanların ziyaretgahıdır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:31:17
O ZAMAN KILIÇ VE OK DEVRİ İDİ

Salı, 04 Ocak 2005
 Yavuz Sultan Selim Hân, “Mısır’ı fethettiğinde, cesâretini çok beğendiği Mısır ordusu başkumandanı Kurtbay’ı karşısına almış ve onunla harbin neticeleri hakkında uzun bir konuşma yapmıştı.Kurtbay, Yavuz’un muvaffak oluşunu şöyle izâh ediyordu:—Hünkârım, bizi yenen, sırf sizin yiğitliğiniz değil, ölüm saçan o dehşetli toplarınızdır. Memleketimizin elimizden çıkmasına onlar sebep oldu. Venedik’ten getirdiği topu, Mısır hükümetine satmak isteyen bir Berberî’yi bizim devlet adamlarımız:“Top, Hazret-i Peygamber Efendimiz’in kılıç ve ok kullanınız emrine aykırıdır, bid’attır, kullanmak câiz olmaz” diye reddetmişlerdi. O zaman Berberî bu fikre çok kızmış ve:“Yaşayan görecektir ki bu memleket, toplara sahip olan bir millet tarafından elinizden alınacaktır”diye bağırmıştı. Zaman Berberî’yi haklı çıkardı.Kurtbay’ın bu sözlerine Yavuz Sultan Selim Hân, şu karşılığı vermişti:—Kuvvet ve kudret Allah’ındır, bunda şüphemiz yok. Mâdem ki Kitab’a ve Sünnet’e bu kadar bağlıydınız, Resûlüllah Efendimiz’in “Silaha, aynı silahla mukâbele edin”, meâlindeki emrine neden riâyet etmediniz? Resûl-i Ekrem Efendimiz’den bu yana 900 sene geçti. O zaman kılıç ve ok devri idi. Şimdi top devri...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:31:38
ATTIĞI HER TAŞ HEDEFİNE ULAŞIYORDU 

Çarşamba, 05 Ocak 2005
 İmâm Efendi adıyla meşhur olan Osman Bedrerddin, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi yaşındaydı. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877'de vukû bulan bu savaş, târihte Doksanüç Harbi adıyla bilinir. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi minâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezânı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sadâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum'un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve cesâret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidâlarıyla, Azîziye tabyalarını işgâl etmiş olan Moskofların üzerine hücûm etti. İlk hücûmda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; "Urun kardaşlarım, dadaşlarım urun!" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Muhammedî'yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâverlerine emretti.Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum'un Abdurrahmân Ağa mahallesin den HocaSelman Sükûtî Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın;"Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor" diyordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm."Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; "Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle berâberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır." dedi. Bunun üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: "Şu anda o, şehîd düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Beyin başındadır." dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık "İmâm Efendi" diye tanındı
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:32:04
BİZLER ASÂKİR-İ OSMÂNİ�YİZ

Perşembe, 06 Ocak 2005
 Çanakkale Harbi'nin dehşetli günlerinden birinde, Tayyar Paşamız; ordunun içinde sesi güzel ne kadar asker varsa, sabah namazından önce hep birden ezan okumaları emrini verir. Emri alan onlarca asker, şafak kızıllığı ile birlikte, davudî sadalarıyla o lahutî nağmeleri Çanakkale'nin kanla karışık soğuk sularına kadar dinletirler.Çok geçmeden düşman mevzilerinden taşa sarılmış kağıtla bir mesaj gelir. Açıp bakarlar, Farsça yazılmış bir not:"Bizler Hindistanlı Müslüman askerleriz. İngilizler bize, Almanlar'a karşı Osmanlı'nın yanında savaşacağımızı söylediler. Fakat biraz önce bir ezan sesi duyduk, siz kimsiniz?"Mehmetçiğin kanı donar adeta... Tarih, kandırılmışlığın böylesine pek az şahit olmuştur. Hemen cevap verilir:"Burası Osmanlı payitahtının kapısı... Bizler de asâkir-i Osmanî'yiz...."Evet, aynı Allah'a inanan ve aynı kıbleye yönelen nice din kardeşimiz. İngilizler tarafından işte böyle kandırılmış, dünyanın öbür ucundan karşımıza getirilerek kardeşi kardeşe kırdırmak için kullanılmaya çalışılmıştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:32:37
KINALI KUZU 

Cuma, 07 Ocak 2005
Birinci Cihan Harbi patlak verip yedi düvelle savaşa girildiğinde, Anadolu coğrafyasının eli silah tutan gökçek yüzlü bütün yiğitleri askere çağrılır. Bu daveti alanlar arasında, bıyığı henüz terlemiş Murat isminde bir delikanlı da vardır. Yozgat'ın Sorgun kazasının Karayakup köyünden olan bu yiğidi, önce başını kınalar öyle selametler anacığı...Murat 3. taburda yerini aldığında, komutanı Sabri Bey'in dikkatini çeker. Başı kınalı bu Anadolu çocuğunu çağırır ve kınanın sebebini sorar. Murat, mahcup mahcup boynunu büker önce... Komutanına cevap veremez bir türlü... Ardından, bölükteki tıbbiye öğrencilerinden Şükrü'ye bir mektup yazdırır:"Anacığım! Kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına koyma... Zabit efendi bana sordu da cevap veremedim. Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar..."  Bir müddet sonra, Murat'ın anasından cevabî bir mektup ulaşır. Ama ne mektup..! Dupduru bir ananın gönlünden dökülmüş şuur dolu ifadelerdir okunanlar:"Ey oğlum! Gözümün nuru Murat'ım... Zabit efendiye selam söyle. Biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasında kurbansın. Sen İsmail'sin. Orada şehit olacaksın inşaallah... Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa, ben de onun için, senin saçını kınalayıp öyle gönderdim."Mektup Murat'ın birliğine ulaştığında, annesi tarafından Çanakkale'ye gönderilen koçun kınalı başı, çoktan Allah'ına kurban gitmiştir bile...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:32:59
ACELE TÖVBE ET

Cumartesi, 08 Ocak 2005
Sarayda vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: "Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar'daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Doğancılar'da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu. Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu. Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; "Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz." dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; "Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!" buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur'ân-ı kerîm okudu. Sevaplarını Nasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğancılar'a geldi.Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur'ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. HanımıAğadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti."Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olanAğa, dergâhının devamlılarından oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:33:18
SULTAN IV. MEHMED VE CAHİDİ EFENDİ

Pazar, 09 Ocak 2005
 Bir gün Ahmed Câhidî Efendi, Çanakkale'ye geçmek için Kilidü'l-Bahr iskelesine geldi. Parası olmadığı için zamânın kayıkçıları kendisini kayığa almadılar. Üzgün bir hâlde dönüp evine geldi. Kendisini gören hanımı Kerîme Hâtun niçin gitmediğini sordu. Câhidî hazretlerinin kayığa alınmadığını söylemesi üzerine de; "Al şu seccadeyi de bin üzerine, Çanakkale'ye geç-gel." dedi. Bu şekilde Çanakkale'ye geçen Câhidî Efendiyi gören kayıkçılar şaşırıp kaldılar. Böylece onun büyük bir velî olduğunu anladılar.Talebelerinden birisinin sohbet esnâsında kalbin ne şekilde terbiye edileceğine dâir sorduğu suâle Ahmed Câhidî hazretleri şu cevâbı verdi:  "Tarîkatlarda asıl olan kalbin çeşitli hastalıklarından temizlenerek şifâ bulmasını temin etmek, onu güzel sıfatlarla süslemektir. Allahü teâlâyayaklaşmanın yolları tövbe, nefsini hesâba çekme, yaptığı işlerden gurura kapılmama ve ümitli olmak gibi kalbî makamlarla, doğruluk, samîmiyet, ihlâs, sabır gibi güzel hasletlerdir. Tasavvuf yolunda yürüyen kimse bu vasıflarıyla cenâb-ı Hakk'a yaklaşırsa, mârifet ehlinden olur ve bu sûretle en yüksek derecelere kavuşur."Ahmed Cahidî hazretleri bir soru üzerine de tarîkatlerde esas olan zikri dört madde halinde özetledi.1. Dilin zikri: Kalpten kötülüklerin izale edilmesini sağlayacak olan cenâb-ı Hakk'ın anılması.2. Kalbin zikri: Allahü teâlâyı kalpten tefekkür etmek, düşünmek ve O'nun kalbe nazar ettiğini bilmek.3. Nefsin zikri: Harf ve ses yerine his ve hayâl ile içten, kalpten Allah'ı anmak.4. Rûhun zikri: Cenâb-ı Hakk'ın kâinâtta tecellî eden, güzel sıfatlarının netîcesine bakarak O'nu tefekkür etmek, düşünmektir.Bu zikir çeşitleri kişiyi kemâl mertebesine ulaştırmak için en kuvvetli yoldur. Bunlar tarîkatta zikir çeşitlerinin özetidir. Gayrisi teferruâttan ibârettir."Ve talebelerine; "Lâ ilâhe illallah, diyerek kalbinizin pasını siliniz." dedikten sonra, şu şiiri söylerdi:Her kelâmın âlâsı, Lâ ilâhe illallahCümle varın mevlâsı, Lâ ilahe illallahCümle derdin dermânı, koma dilinden anıMüminlerin îmânı, Lâ ilâhe illallahTâliblerin şükrüdür, kalplerinin fikridirDillerinin zikridir, Lâ ilâhe illallah.Devrin Osmanlı sultanı Dördüncü Mehmed Han rüyâsında Ahmed Câhidî hazretlerini gördü. Bunun üzerine derhâl Kilidü'l-Bahr'e gelerek onu ziyâret etti. Sohbeti ile şereflenerek duâsına mazhar oldu. Ahmed Efendi, Sultanın hiç bir maddî ikramını kabûl etmedi. Dördüncü Mehmed Han bunun üzerine Ahmed Câhidî hazretlerine "Sultan" ünvânını verdi. Bundan sonra Evliyâ Sultan ve Ahmed Câhidî Sultan diye de anıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:34:24
SULTAN BAYEZİD VE ARAB MOLLA 

Pazartesi, 10 Ocak 2005
Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa'dan İstanbul'a dâvet etti.Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul'da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine reislik etti.O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle "Yiğitbaşı" lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul'da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa'ya döndü. Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa'ya akın ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.  Ahmed Şemseddîn hazretlerinin kerâmetleri Mısır'da Arab Molla nâmıyla tanınan bir zâta kadar ulaştı. Arab Molla, ilmiyle mağrur bir zâttı. Ahmed Şemseddîn'i imtihan etmek üzere Mısır'dan Manisa'ya geldi. Ahmed Şemseddîn hazretlerini çekemeyenler derhal Arab Molla'nın etrafında tâzim, hürmet ve îtibâr halkası meydana getirdiler. Ona, Yiğitbaşı Velî aleyhinde pek çok sözler söylediler. Bu hal, Arab Molla'nın nefsini ve gurûrunu okşadı. Onlara:"Siz onu bana bırakın. Onun hakkından ben gelirim ve şeyhlik ne imiş ona gösteririm." dedi. Benlik dâvâsıyla mağrur Arab Molla, ertesi gün Yiğitbaşı Velî'nin dergâhına geldi. Dergahın bahçesinden içeri girmek üzereyken kapıda iki derviş kendisini karşıladı ve; "Ey Molla! Şeyh hazretleri dergahında sizi bekliyor." dediler. Arap Molla geleceğinden hiç bahsetmemiş ve bu dervişlerle de daha önce karşılaşmamıştı. Şaşırdı ve dayanamayıp sordu:"Ey Canlar! Yanlışlık olmasın. Siz kimi karşılarsınız. Ben ziyâret edeceğimi bildirmemiş tim." Dervişler tatlı tatlı gülümseyerek sordular: "Mısır'dan gelen Arab Molla siz değil misiniz?" Molla daha büyük bir şaşkınlıkla; "Evet." diyebildi ve dervişlerin îkazıyla dergâhtan içeri girerek kendisini bekleyen Şeyh hazretlerinin huzûruna vardı.Yiğitbaşı hazretleri birkaç talebesiyle sohbet etmekte, onlara İslâmiyetin güzel ahlâkından bahsetmekteydi. Molla Arab'ın oturması ile sözüne devam etti:"Ey dostlarım kibirden sakınınız. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennet'e giremez." buyurdu. Kibir, Allah'ın kullarına hakâret, aşağılık gözü ile bakmaktır. Kendini herkesten üstün görmektir. Ebû Hâşim Sûfi hazretleri; "Dağı iğne ile kazıp yerinden yok etmek, kalpden kibri söküp atmaktan daha kolaydır." demektedir."Bunca nasîhata rağmen Arab Molla'nın hâlâ inkâr çukurunda olan nefsi, Yiğitbaşı ile yarışmak ister. Onun bir müddet duraklamasını fırsat bilerek gururlu bir edâ ile ve kelimelerin üzerine basa basa:"Ey Şeyh, sizin erbaîninizi, çile çekmenizi, nefsinizi yola getirmekteki gayretinizi çok medhettiler. Birlikte erbaîne, çile çekmeye girsek ne dersiniz?" diye sordu. Ahmed Şemseddîn hazretleri tebessüm ederek:"Hay hay!.. Biz misafirimizi kırmayız." buyurdu.Arab Molla:"Ancak benim bir şartım var. Yemek içmek serbest, fakat dışarıya çıkmak ve ihtiyâcınızı görmek yasak olacaktır." diye ekledi. Şeyh hazretleri:"Kabul. Her şartınızı kabul ediyorum." deyince, birlikte bir hücreye girdiler. Yiğitbaşı hazretleri talebelerine kendisine kuzu dolması getirilmesini ve misafirine de ne isterse verilmesini istedi. Ancak Arab Molla sadece birkaç zeytin ile iktifâ etti. Şeyhin kuzu dolmasını yemesini seyrediyor ve biraz sonra dayanamaz dışarı çıkar diyerek için için gülüyordu. Ancak zamânın su gibi geçmesine, Şeyh hazretlerinin nefis, leziz yiyecekleri birbiri ardısıra bitirmesine rağmen, Molla'nın beklediği an bir türlü gelmedi: Bir, iki, üç ve nihayet dördüncü gün o nefis yiyecekleri yiyen sanki Şeyh hazretleri değil de oymuş. Kendisini nasıl dışarıya atacağını bilemedi. İhtiyâcını gördükten sonra dışarıda kendisini bekleyen dervişlere; "Yahu! Ben iki üç zeytin tanesiyle dayanamadım. Bu zat bunca yemeği nasıl yiyor ve nasıl duruyor?" diye söylendi. Dervişler ise şu cevâbı verdiler"Bu, mollalıkla şeyhlik arasındaki farktır."Arab Molla hatasını anlamıştı. Derhal Yiğitbaşı hazretlerinin ellerine sarılarak affedilmesini diledi ve; "Ey zamânın Yûsuf'u, sen Mısır'a sultan olmuşsun. Bu günâhkârı da bendelerin arasına kabul et" dedi. Tövbe ve istiğfâr ettikten sonra talebeliğe kabûl edilen Molla Arab, Ahmed Şemseddîn hazretlerinin en büyük halîfelerinden oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:34:45
AKBIYIK SULTAN VE FATİH

Salı, 11 Ocak 2005
 İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşamış olup, asıl adı Ahmed Şemseddîn'dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. Onun feyz ve bereketi ile kemâle erişti. Kalblere şifâ olan sözleri ile ileri derecelere kavuştu.Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han'ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli'deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a;  "Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol."Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;"Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?"Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur." buyurdu.Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.Akbıyık Sultan'ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.Ve nihâyet... Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.Bu arada dînine hizmet etmek, İslâmiyeti küffâr diyârına duyurmak aşkı Akbıyık Sultan'da hiç sönmeden için için gittikçe alevlendi. 1444'te Varna'da haçlı sürüleri perişan edilirken o, mânevî liderlerin en önündeydi.Nisan 1453... Osmanlı ordusu son defâ İstanbul önlerinde göründü. Peygamber efendimizin fetih müjdesi gerçekleşmek üzeredir. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi gönül erenleri ordunun en önündeler. Akbıyık Sultan, Akşemseddîn hazretleri ile berâber Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanında bulunuyor ve devamlı askeri teşcî' edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu.Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul'da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa'da talebe yetiştirmek, zikr, tâat ve ibâdetle meşgûl olmak ve yine fakir fukaraya yardımda bulunmak sûretiyle geçirdi. 1455 (H.860) de âhirete göçtü. Arkasında pekçok hayır müesseseleri bıraktı. İstanbul'da bir, Bursa'da iki mahalle ve dergâh ve câmisi Akbıyık Sultan'ın adı ile anılmaktadır. Kabri, Bursa'da Akbıyık mahallesi Akbıyık Çıkmazı'nda yaptırmış olduğu dergâhının yanındaki türbededir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:35:04
ABD'DEN HARAÇ ALIYORDUK

Çarşamba, 12 Ocak 2005
A.B.D. bandıralı ticaret gemileri, Akdeniz’de 1773’den itibaren seyretmeye başlamışlardı. Fakat bilhassa Akdeniz, tamamiyle Osmanlı Denizcileri’nin kontrolunda idi. Bu görevi, Cezâyir Beylerbeyliği’mize bağlı, filolar sürdürüyordu. İşte bu yüzden A.B.D. gemileri de, Cezâyirli görevlilerle anlaşmak mecburiyetinde idiler. Yeni kurulan A.B.D. harp gemileri ise, kendi teknelerini korumaktan uzaktılar. Durumu gözden geçiren, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti, Cezâyir Beylerbeyimize müracaata karar verdi. Yapılan müzakereler sonunda, anlaşmaya varıldı. 21 Safer 1210 (5 Eylül 1775) tarihinde, bir Anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre; Amerika Birleşik Devletleri, her yıl Cezâyir Beylerbeyliği’mize 642000 Altın dolar ve 12000 Osmanlı Altını Vergi (Haraç) ödemeyi, kabul ve taahhüt etti. Buna mukabil Cezâyir de, Amerikan Bandıralı hiçbir ticaret teknesine dokunmamayı kabul ve taahhüt etmişti.A.B.D. tarihinde, yabancı dille (Osmanlı Türkçesi) imzalanan tek antlaşmadır. Ayrıca başka bir devlete, vergi (haraç) ödemeyi taahhüt eden de, tek antlaşmadır. Bu tarihi vesikayı, devletleri adına imza eden görevliler:George Washington (A.B.D. Cumhurbaşkanı) ve Hasan Paşa (Cezâyir Beylerbeyi ve Dayısı).
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:36:05
BİR AVUÇ BULGUR

Perşembe, 13 Ocak 2005
 Osmanlı Sultânı Dördüncü Murâd Han, Bağdât seferine giderken Misâlî Baba'nın bulunduğu köyün yakınında bir yerde ordusunu istirâhate çekmişti. Bu sırada çevreyi dolaşan Sultan, onun köyüne uğradı. Köyün alt tarafında küçük bir kulübe gördü. Yaklaşıp kapısını çaldı. Kulübenin kapısı açılıp, Sultanı, nûr yüzlü bir zât karşılayıp, tebessüm ederek içeri aldı. Onun velîlerden olduğunu fark eden Sultan, hürmetle huzûrunda oturup, bir müddet sohbetini dinledi ve duâsını aldı. Ayrılıp giderken Sultana birkaç avuç bulgur ve bir torba da saman verdi. Sultan bunları alıp ordusuna döndü.O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi.  O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. Sultanın emri üzerine bulgur, pilav yapıldı. Bu bulgur pişirilirken gitgide artıp çoğaldı ve kazanlar dolusu pilav oldu. Bütün ordu bu pilavdan yiyip doyduğu halde yine de arttı. Samanı da atlara vermişlerdi. Saman da artıp atları doyurdu.Sultan, Misâlî Baba'nın bu kerâmeti üzerine tekrar huzûruna gitti. Ona bâzı hediyeler verdi. Misâlî Baba, Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup, daha yeni açılmış tâze bir gül çıkardı ve Sultana verdi. Sultan gül mevsimi olmadığı halde kışın böyle bir gül vermesinin de başka bir kerâmeti olduğunu görerek, bir müddet daha sohbetinde kaldı. Sonra duâsını alıp elini öptü vedâlaşıp ayrıldı.Bağdât seferine giden Dördüncü Murâd Han, Misâlî Baba'nın ve yol boyunca ziyâret ettiği velî zâtların duâsı bereketiyle târihte benzeri az görülen bir zafer kazandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:36:26
KANUNİ�NİN VEFATI VE CELALZADE 

Cuma, 14 Ocak 2005
 Kânûnî Sultan Süleymân Hanın son seferinde müteferrika olması dolayısıyle, onun maiyyetinde bulundu. Zigetvâr muhâsarası esnâsında Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed Bey vefât ettiğinden, Celâlzâde ikinci defâ Nişancı tâyin edildi. Kendisi, ihtiyarlığını ileri sürerek kabûl etmek istemedi ise de, kesin emir üzerine kabûle mecbur kaldı. Nişancılığa tâyini esnâsında Sultan Süleymân Han vefât etmişti (1566). Fakat vefât haberi pek gizli tutulduğun dan hâriçten duyulmamıştı. Celâlzâde, pâdişâhın ölümünden haberdâr olmadığı için, nişancılık hil'atı giymek için otağ-ı hümâyûna girdiği vakit, hayatta zannettiği kadirşinâs pâdişâhının öldüğünü anlayınca, kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. Fakat Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşanın îkâzı üzerine kendisini toplayan Mustafa Çelebi memuriyet hil'atını giydikten sonra pâdişâhın vefâtını kimseye sezdirmemek için içi kan ağlar olduğu halde memnun bir şekilde sevinerek otağ-ı hümâyûndan dışarı çıktı. Onun bu hâlini görenler, pâdişâhın sıhhatte olduğu zannı ile şüphelerini giderdiler.  Mustafa Çelebi, ordu ile berâber İstanbul'a döndü ve Sultan İkinci Selîm Han zamânında da kısa bir müddet, yâni on üç ay kadar nişancılıkta bulundu. 1567 (H. 975) senesi Rebîulâhir ayında, yaklaşık 75 ilâ 80 yaşları arasında vefât etti. Eyyûb Sultan Nişancası'nda yaptırdığı câminin bahçesine ve kendisinden evvel vefât eden kardeşi Sâlih Çelebi'nin yakınına defnedildi. Vefâtı hakkında, Deli Kâdı'nın söylediği manzum târih, mezar taşına hâkkedilmiş, yazılmış olup, aynen şöyledir:Celâl oğlu nişânî ki cihânın, Fenâsın gördü azmetti bekâya.Teni hâki olup aslına râci, Karıştı rûh-ı pâki asfiyâya.Yeri Cennet ola diyu melekler, Feleklerden el açtılar duâya.İşitip rûh-ı kudsî dedi târih: İlâhî rahmet eyle Mustafa'ya!Celâlzâde Mustafa Çelebi, câmiden başka, yine o civarda bir hamam ve Halvetiye tarîkatı için bir tekke yaptırdı.Celâlzâde, uzun süren Reîs-ül-küttâblık ve nişancılığı zamânında çok adam yetiştirdi. Bunlar, gerek kendi zamânında ve gerekse sonradan devlet işlerinde mühim mevkilere geldiler. Kendisinin maiyyetinde bulunmuş olan Nevbaharzâde, Celâlzâde'nin nişancılığı zamânında onun divitdârı idi. Sonradan süratle yükselerek, defterdâr oldu. Defterdârlar, kânun üzere Dîvân-ı Hümâyûnda nişancının üst tarafında otururlardı. Bundan dolayı Nevbaharzâde'nin, nişancı Celâlzâde'den daha yüksekte oturması îcâbediyordu. Fakat Nevbaharzâde'nin; "Senelerce karşısında el kavuşturup durduğum devletlünün üst tarafına oturmam, azl-i ihtiyar ederim." demesi üzerine, keyfiyet, Kânûnî Sultan Süleymân Hana arzedildi. Pâdişâh, Nevbaharzâde'nin bu kadirşinâslığına memnûn olmuş ve bundan sonra nişancı ve defterdârdan hangisi kıdemli ise, o tekaddüm etsin (üst tarafta o bulunsun) diyerek, kânunu değiştirmiştir.Celâlzâde Mustafa Çelebi, fevkalâde cömert bir zât idi. Tezkire sâhipleri ve Atâî, eserlerinde onun hâlinden çeşitli örnekler kaydetmektedirler. Bundan başka, çok merhametli ve iyilik sever bir zât olduğunda da, zamânının âlimleri ve bütün halk ittifâk etmişlerdir. 1558 senesinde, Eyyûb Sultan'daki konağında kendisini ziyâret etmiş olan Mekke Emîrinin elçisi Kutbüddîn-i Mekkî, Mustafa Çelebi hakkında; "Bu zât, huyunun güzelliği ve cömertliği ile o günkü insanların hepsinden üstün idi. Beni dâvet ile çok ihsânlarda bulundu. Ezcümle İstanbul'dan çıkacağım sırada bana; "Karadan mı, denizden mi gideceksiniz?" diye sordu. Ben de, denizden gideceğimi söyledim. "Niçin deniz tehlikesini tercih ediyorsunuz?" dedi. Ben de; "Elim dardır, onun için." diye karşılık verdim. Derhâl bana yüz altın liradan ziyâde para ile, gâyet latîf çuhalar ve güzel elbiseler verdi. Bir gece onun konağında yattım. Pek ziyâde ikrâm gördüm. Cenâb-ı Allah da onu azîz etsin, ona ikrâmda bulunsun, onun şânını yükseltsin!" diyerek, fevkalâde cömertliğini dile getirmektedir. Celâlzâde'yi tanıyan ve meclislerine devâm eden ve çeşitli hediyelerine kavuşan Latîfî, Tezkire sâhibi Âşık Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi gibi zâtlar da, onun ilmî kudretini uzun uzun medhettikten sonra, cömertlikte de zamânının en üstünü olduğunu, güzel ahlâk ile şöhret bulduğunu, ihsân ve ikrâmlarının bolluğunu, zayıfların ve fakirlerin hâmisi olduğunu yazmaktadırlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:39:22
DİN VE DEVLETİN AYAKTA KALMASI İÇİN 

Cumartesi, 15 Ocak 2005
 Osmanlı Devleti içerisinde yeniçeri isyân ve zorbalıklarının önü alınamaz bir hâle gelmişti. Tâlim ve eğitim kabûl etmiyorlar, savaşa çıkmayı da reddediyorlardı. Kendilerine harp fenlerinin öğretilmesini isteyen din ve devlet adamlarına karşı harekete geçtiler. Bunun üzerine İkinci Mahmûd Han vezirleri ve ulemâ sınıfını toplantıya çağırdı. Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri de bunlar arasında idi. Yeniçerilerin artan zorbalıklarından bahisle ne yapılması gerektiği soruldu. Mesele son derece nâ***. Yeniçeriler tekrar isyân ederek devlet ileri gelenlerinin kellelerini istemeye başlamışlardı. Tamâmen bid'at yuvaları hâline gelen bektâşî tekkeleri de kendilerini tahrik ediyordu. Sonuçta ulemâ birlik içerisinde bunların öldürülmeleri câizdir diye fetvâ verdi. Savaşın başlangıcı olmak üzere sancak-ı şerîfin çıkarılması kararlaştırıldı. Fakat sancağı şerîfin açılması çok önemli bir olaydı. Bu işin dönüşü yoktu. Yeniçeriler ile yapılacak mücâdelenin sonu ise kestirilemiyordu. Bu sebepten karar alınmasına rağmen herkeste bir tereddüd vardı. İşte bu devlet adamlarının çekingen ve kararsız hâlleri sırasında Abdurrahmân Harpûtî hazretleri söz aldı."Bu din ve devletin ayakta kalması Allahü teâlânın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok ederiz. Değilse biz de bu din ile berâber batıp gideriz, daha ne ihtimâl kaldı?" diyerek kalplerdeki şüpheleri giderdi. Herkes tek bilek tek yürek oldu. Nitekim bu inanç ve îmânla harekete geçerek yeniçeri ocağını ortadan kaldırdılar ve bozulmuş bektaşî yuvalarını kapattılar
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:40:20
AMERİKA�YA OSMANLI YARDIMI

Pazar, 16 Ocak 2005
 Amerika ile Türkiye arasında resmi ilişkiler II. Mahmut döneminde 7 Mayıs 1830 yılında imzalanan dostluk ve ticaret anlaşması ile başlamıştır. Ticari ilişkiler ise 1785 yılından beri devam etmekteydi. İlk Amerikan gemisi II. Selim devrinde, 1797 tarihinde İzmir’e ve 1800 yılında İstanbul’a gelmiş ve ilk Amerikan Konsolosluğu 1802 tarihinde İzmir’de açılmıştır. Türkiye ile Amerika arasında resmi bir anlaşmaya dayanan ilişkiler kurulmadan önce, Andrew Jackson’un Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı’na seçilmesi dolayısıyla dönemin padişahı olan II.Mahmut, kendisine bir tebrik ve iyi niyetler mesajı göndermiş, Andrew Jackson’da bunu büyük nezaket ve içtenlikle cevaplamıştı.  Amerika Birleşik Devletleri’nin güney komşusu Meksika, uzun süren bir iç savaş ve kargaşa içindeydi. Bunun sonucu olarak, Texas’a gelip yerleşmiş olan Amerikalılar’ın organize ettikleri bir ayaklanma sonucunda, bu eyalet 29 Aralık 1836’da Meksika’dan ayrılıp Amerika’ya katılmıştı. Meksika bunu önlemeye çalıştıysa da başarılı olamamıştı. Bu olay iki devlet arasında bir seri anlaşmazlıkların başlangıcı oldu. Bu anlaşmazlıklar zamanla çözümlenemeyerek, 8 Mayıs 1846 tarihinde başlayan bir savaşla sonuçlandı. Bu savaş Amerika’nın askeri gücünü önemsemeyen Meksika’nın yenilgisiyle sonuçlandı. 2 Şubat 1848 tarihinde imzalanan Guadalupe Hidago Barış Andlaşması sonunda Meksika, topraklarının yarısını (California, Nevada, Utah, Arizona, New Meksiko eyalatleriyle Colorado eyaletinin bir kısmını) Amerika’ya terk etmek zorunda kaldı.Bu savaş, büyük kısmı çorak ve kayalık bölgeleri, vahşi ve ıssız çölleri kapsayan ve çoğunlukla insanların yaşamadığı sahalarda geçti. Motorlu araçların mevcut olmadığı devirde, savaş sırasında Amerikan ordusu en büyük sıkıntıyı nakliye ve ikmal konusunda çekti. Savaşan birliklere yiyecek, su, cephane ve yaralılar için gerekli sıhhi malzemenin ulaştırılması büyük bir problem oldu.Savaştan sonra, Meksika bu problemi kesin bir şekilde çözmeye karar verdi. 19. yy.’da Avrupa devletlerinin Ortadoğu’da giriştikleri sömürgecilik savaşlarında nakliye için çöllere ve çorak alanlara olağanüstü dayanıklılık gösteren develerden faydalandıkları biliniyordu. Amerika da ordu nakliye sistemini deve katarlarıyla takviye etmeye ve hatta bunu ön plana almaya karar verdi. Ancak bu sırada develerin bol olarak bulunduğu bölgelerde fazla temas ve resmi ilişkileri bulunmadığı için, bu hususta Osmanlı Devleti’ne başvurmaya karar verdi ve Amerika donanmasının bir nakliye gemisi 1855 yılı Ekim ayında İstanbul’a geldi. Bu geminin kumandanı David Nixon Porter’dı. David Nixon Porter daha sonra Amerika deniz kuvvetlerinde amiral olarak hizmet etmiş ve 12 Nisan 1861 yılında başlayıp dört yıl süren kanlı ve yıpratıcı iç savaş sırasında büyük şöhret kazanmıştır. Babası Kumandan David Porter ise Amerika’nın ilk Türkiye Büyükelçisidir. 1831-1843 yılları arasında bu görevle İstanbul’da bulunmuş, Türk-Amerikan dostluğunun temelini atmış, II. Mahmut’un şahsi dostluğunu kazanmış, Türkiye’de çok sevilmiş ve kendisinin de çok sevdiği İstanbul’da vefat etmiştir. Amerika’nın İstanbul Elçiliği, Osmanlı Dışişleri Bakanlığı’na 29 Ekim 1855 tarihinde gönderdiği bir yazıda şöyle diyordu: “Amerika Birleşik Devletleri tarafından bundan sonra Meksika ve California’da deve kullanılmasına karar verilmiş ve İstanbul’dan otuz beş devenin getirilmesi için bahriye subaylarından Mr. David’in kumandasındaki bir gemiyi bu tarafa göndermiş olduğundan, Türkiye ile Amerika arasında mevcut bulunan iyi ilişkiler ve dostluk dolayısıyla Osmanlı devleti bir çift erkek ve bir çift dişi deve verdiği taktirde bunun büyük bir memnunluk doğuracağını Amerika Elçisi arza ve beyana cesaret eder.”Sadrazam olan Mehmet Emin Ali Paşa, bunun üzerine, meseleyi ve kendi düşüncelerini Saray Başkatipliğine şu yazı ile bildirir: “Amerika Devleti’nde deve kullanılmasına karar verilerek otuz beş devenin getirilmesi için İstanbul’a bir gemi yollanmıştır. Bir çifti erkek ve bir çifti dişi olmak üzere iki çift devenin verilmesi ricasına dair elçilikten gelen yazının tercümesi Padişah hazretleri tarafından görülmek üzere arz ve takdim olundu. İstenen iki çift deve aslında pek az bir şey olduğundan ve verilmesi padişahımızın şanı gereği bulunduğundan alasından tedarik edilerek elçiliğe verilmesi ve bedelinin devlet hazinesinden ödenmesi hakkında hünkarın, iradesi nasıl çıkarsa ona göre hareket edilecektir.”Sultan Abdülmecit’in bu husustaki olumlu iradesi, sadrazama Saray Başkatipliği’nce şu şekilde bildirilmiştir.“Sadakat tezkeresi ve elçiliğin yazısı padişah tarafından görülmüş ve istenen iki çift devenin alasından tedarik edilerek bedelinin hazinece ödenip elçiliğe verilmesi uygun görülmüştür. 13 Kasım 1855”Böylece, Amerika’nın damızlık için istediği deve bedelsiz olarak verilmiş, öbür 31 deve de bedeli karşılığında piyasadan satın alınıp Amerika’ya götürülmüştür. Bunlar ordu hizmetinde kullanılacakları için böylece Türkiye Amerika’ya askeri bir yardımda bulunmuş oluyordu. Nitekim bu develer üretilip nakliye katarları kurulmuş ve Amerika, iç savaşında büyük ölçüde bunlardan yararlanmıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:43:04
SULTAN III. MEHMED VE KARABAŞ ALİ EFENDİ 

Pazartesi, 17 Ocak 2005
 Bir gün cihân pâdişâhı Sultan Mehmed bin Sultan İbrâhim Hanın çuhadarlarından Kara Mehmed isminde birinin dizlerine sızı inip, kötürüm oldu. Pâdişâh, hekim başısı Sâlim Efendiye; "Şu çuhadarımız iyi olmalıdır." diye tenbih etti. Sâlim Efendi bu ferman üzerine çuhadar efendiye çeşitli ilaçlar tatbik etti ise de fayda vermedi. Saray hekimleri ve şehirdeki diğer tabibler ona faydalı ilaç bulamadılar. Pâdişâh bir gün çuhadarının yattığı odayı teşrif ettiler, hâlini sordular ve; "Mehmed nicesin, iyi olabilecek misin?" dedi. Çuhadar da; "Pâdişâhım, bana verdikleri hiçbir ilaç fayda vermedi. Çâre olarak sâlih bir kimsenin şifâlı duâsına muhtâcım." dedi.Pâdişâh;  "Şimdi böyle şifâlı nefes sâhibi ve ağzı duâlı kimdir?" dedi. O da; "Pâdişâhım, Üsküdar'da Vâlide Atik Câmiinde Şeyh Karabaş Ali Efendi mâlumunuzdur." dedi.Pâdişâh hemen hatırladı. Zîrâ onun vâzlarını dinlemişti. Hemen Haseki Ağaya emredip; "Hemen Üsküdar'a var. Şeyh Karabaş Ali Efendiye selâm ve hürmetlerimi arzet. Eğer kendileri gelirler ise teşrif edip çuhadarımıza duâ etsinler. Yok, gelemeyip halîfesini, vekîlini gönderirlerse, onu saygı ve hürmetle getiriniz." dedi. Haseki Ağa derhal Üsküdar'a geçti. Şeyh Karabaş Ali Efendinin huzûruna çıktı. Pâdişâhın ricâsını bildirdi. Şeyh hazretleri, Hasan Efendiyi çağırttı, ona; "Hasan Efendi! Var şu hastayı bir gör ve ona duâ okuyuver." buyurdu. Hasan Efendi;"Peki efendim!" deyip Haseki Ağa ile birlikte saraya geldiler. Hasan Efendi, çuhadarın odasına girdi. Hasta Kara Mehmed Ağa, Hasan Efendiyi gördüğü an ağlamaya başladı."Efendim sizlere hürmet için ayağa kalkamadım. Af buyurun." dedi. Hasan Efendi ona teselli verip; "Sakın üzülme, gam çekme. İyi olursun. Hemen ayaklarını önüme uzat!" dedi. O da bu yakınlıkla söyleneni yaptı. Hasan Efendi okuyup duâ etti ve Fâtiha dediler. Bir mikdâr daha teselli verip; "İnşâallah bir daha gelmemize hâcet kalmaz." buyurdu ve oradan ayrıldı. Hasan Efendi odanın kapısından çıktığında hemen hasta ayağa kalkıp gezinmeye başladı. Birkaç gün sonra da pâdişâhın huzûrunda yürür oldu. Bunun üzerine Pâdişâh Sultan Dördüncü Mehmed Han çok sevindi. "Varın haber verin. Şeyh Hasan Efendi, sarayda vâz eylesin." dedi. Haber iletildikte Hasan Efendi; "Hocamdan izin almadıkça imkânı yok. Saraya bile onun izniyle gelmişiz." dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, Karabaş Ali Efendiden izin isteyince, o da, vâz etmesine izin verdi.Hasan Efendi iki sene sarayda vâz etti. Sarayda kim varsa, Enderûn ağaları dâhil hepsi Hasan Efendinin talebesi oldular. Sonraları bunların da birçok talebe ve vekilleri oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:47:26
HAYIRSIZ VE BAHTSIZ İSEM

Salı, 18 Ocak 2005
 Uzun yıllar mesane hastalığından ıstırap çeken Sultan Reşat Han’a ölümünden iki yıl önce, Alman profesör İsrail tarafından başarılı bir ameliyat yapılmıştı. Yıldız sarayında bitkin halde yatmakta olan Padişah, ameliyat odası haline getirilen salona götürüldü. Doktorlar ve yardımcıları salonda bekliyorlardı. Ameliyat odasına girdiklerinde Padişah, oradakilerle ayrı ayrı helalleşti. Sonra da kıbleye dönerek:“Ey Büyük Allah’ım! Eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem beni şu ameliyat masasının üzerinden sağ kaldırma!” diye dua etti. büyük bir cesaret ve tevekkül ile ameliyat masasına uzandı. Yapılan başarılı ameliyat sonunda sıhhatine kavuştu ve iki yıl daha yaşadı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 15:48:58
III. MURAD HAN VE HAZRET-İ ÜFTADE

Çarşamba, 19 Ocak 2005
 Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ile Üftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; "Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir?" diye sordu. O da; "Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk." buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:55:04
KANİJE KALESİNİN FETHİ VE MUSLİHUDDİN EFENDİ�NİN YARDIMI

Perşembe, 20 Ocak 2005
 Rumeli’de yaşamış olan evliyanın büyüklerinden Şeyh Muslihuddîn Efendinin vefâtından yıllar sonra, İbrâhim Paşa, 1600 senesinde Kanije kalesini kuşattı. Muslihuddîn Efendiyi seven lerden Dimitrofçalı Gaybî ve Belgratlı Münîrî Efendiler, Dimitrofça'da Muslihuddîn Efendinin kabrine vardılar. Selâm verip, kabrini ziyâret ettiler. Sonra da; "Şeyh Efendi, nice üstünlüklerini duyduk, nice hâllerine şâhid olduk. Tahkîkim neticesin de meydanların arslanının sen olduğunu anladım. Kanije'nin de Allahü teâlânın yardımı, Enbiyâ ve Evliyânın himmetiyle fetholması murâdımızdır." dedikten sonra, Muslihuddîn Efendinin rûhu için Fetih sûresini okumaya başladılar. Sûre-i şerîfin yarısına doğru, Münîrî Efendi;"Elhamdülillah, kalenin fethine dâir işâret verildi." deyip, sûre-i şerîfin tamâmını okuyup ruhûna bağışladı. O haftanın Cumâ günü, Kanije'yi koruyan düşman kuvvetlerine yardım geldi. Bir hafta savaş oldu. Kalenin barut deposuna ateş düşmesi netîcesi meydana gelen patlamada kale muhâfızlarının mâneviyâtı iyice bozulup, Cumâ gecesi bir kısmı firâr etti. Kalede kalanlar, Cumartesi günü aman taleb edip, 8 Kasım Pazar günü kale teslim alındı.Burçlara Osmanlı sancağı dikildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:55:52
II. ABDÜLHAMİD HAN�IN İSLAMİYETE SALDIRAN PİYESİ FRANSA�DA YASAKLATMASI

Cuma, 21 Ocak 2005
 Fransız yazar Bornier’in iftira ve uydurmalarla dolu ''Muhammed'' isimli piyesi, Fransa 'da oynatılma izni alınca, Osmanlı hükümeti, derhal Fransa nezdinde harekete geçmiş ve piyesi yasaklatmayı başarmıştı. 1888 yılında, meşhur Fransız yazar Vickonte Henri de Bornier'in (1825- 1901) kaleme aldığı ''Muhammed'' adlı 1800 mısralık iftira ve uydurmalarla dolu bir piyesin Fransa, İngiltere ve ABD'de oynatılması girişimlerinin başlaması karşısında, başta II. Abdülhamid olmak üzere Osmanlı yönetiminin karşı girişimleri ve engelleme faaliyetleri de başlamıştı, Osmanlı Hariciye Nezareti'nde ''Hz. Muhammed Aleyhisselatü vesselam hazretlerinin nam-ı kudsiyelerine karşı tertip olunan oyuna dair" başlığı ile bu konudaki girişimlerin engellenmesi ne dair yazışmalar dosyalanmıştır. Daha önce ''Roland'ın Kızı" piyesi ile İslam düşmanlığını ortaya koyan Bornier, meşhurluğunu ve akademi üyesi olmasını da kullanarak Fransa'da piyesini oynatma izni almıştı. Bunun üzerine Paris sefirimiz Esad Paşa'nın teşebbüsleri, Fransa-Hariciye ve Maarif Nezaretlerince geçiştirilmek istenmiş, ısrar üzerine Fransa Maarif Nazırı tarafından ''oyunda bazı değişiklikler yapılarak'' oynanması kararı alınmıştı. Ancak II. Abdülhamid bunu da kabul etmeyerek, oyunun kesinlikle oynanmamasını, oynanırsa bunun Türk-Fransız ilişkilerinin sonu olacağını, İstanbul'daki Fransız Büyükelçisi Kont E. Montebella'ya duyurmuş ve hükümeti nezdinde girişimde bulunmasını istemişti. Bu istek üzerine yapılan girişimler sonuç vermiş ve Fransa Hükümeti Bornier'in menfur piyesini tüm Fransa sınırları içinde yasaklamıştı. Osmanlı yönetimi de bu husustaki anlayışı nedeniyle Fransa Cumhurbaşkanı Sadi Carnot'ya bir nişan vermişti.Osmanlı Hariciye Nezareti'ne, II. Abdülhamid'e ulaştırılmak üzere verilen bilgi notunda özetle şöyle denilmektedir:''Mösyö Bornier'in yazdığı 'Muhammed' adlı facianın daha önce Paris Tiyatrosu'nda oynatılmasının kararlaştırıldığı için bunun önlenmesi için hazret-i padişahîden (II. Abdülhamid'den) defaatle bunu engelleme teşebbüsünde bulunmam için uyarı aldığımı hükümetime (Fransa'ya) bildirmiştim. Cevaben şimdi aldığım telgrafta, Meclis-i Vükelâ'nın (hükümetin) bu sabahki toplantısında, bu facianın Fransa'nın bilcümle tiyatrolarında oynatılmasının yasaklanmasına karar verilmiştir. Girişimlerimin olumlu neticesinin, vakit kaybedilmeden hazret-i hünkâra arzı için sizden (Osmanlı Hariciye Nazırı'ndan) daha uygun bir aracı olamayacağından eminim, Hazret-i hünkârın, hükümetim (Fransa) tarafından alman bu kararı, hem kendilerine, hem de Osmanlı hükümetine karşı hükümetimin dostluğuna bir delil olarak değerlendireceğine inanıyorum. Bu karar yeniden başlayacak dostluğumuzun teminatı olur ümidindeyim,''Daire-i Hariciye11 Mart 1306HususîMösyö Bornier'in telifkârânesi olup kariben Paris tiyatrosunda oynatılması mukarrer olan facia-i mahude hakkında kendisine tebliğ olunan emr ü ferman-ı hümayun-ı hazret-i şehriyarî iktizâ-yı âlisince hükümet-i metbuuna icra eylediği vesaya-yı ekideye cevaben mezkur facianın Fransa'nın bi'1-cümle tiyatrolarında oynatılmasının men'ine Fransa Meclis-i Vükelâsınca karar verildiği Paris'ten alınan telgrafnammede iş'ar olunacağını ve o1 babda bazı ifadâtı havi Fransa sefiri tarafından varid olan tezkire-i hususiyenin tercümesi leffen takdim kılınmak1a emr ü ferman hazret-i men-lehü’l-emrindir.2 Şaban 1307Hariciye Nazırı namınaİmza Y.PRK.HR.12/77
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:56:35
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VE PİR ALİ HAZRETLERİ

Cumartesi, 22 Ocak 2005
Sultan Süleymân Han İran'a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; "Aksaray'da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor." demişlerdi. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Duru mu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; "Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?" diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler. Pâdişâh Aksaray'a uğradığında ziyâret edip; "Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik." dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmişti: "Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap."Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul'a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; "Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim." dedi.Pâdişâh İstanbul'a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil'i ve birkaç mürîdini İstanbul'a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:56:58
NASUHİ EFENDİ VE MEZOMORTO HÜSEYİN PAŞA

Pazar, 23 Ocak 2005
 Sakız Adası zaferinden sonraydı. Muhammed Nasûhî Efendi borçlarını ödemekle meşgûl olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; "Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak." dedi. Çünkü Mezomorto Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; "Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?" dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, MezomortoHüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.Tamâmen Nasûhî Efendinin mülkü olan dergâhta, Cumâ namazı kılınmaya başladı. 1704 (H.1116) senesinde Vezîriâzam Dâmâd Hasan Paşa bu dergâha imâm, hatîb, müezzin, kayyım tâyin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat ayırttı. Ayrıca Hadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:57:55
ŞAH SULTAN VE MERKEZ EFENDİ

Pazartesi, 24 Ocak 2005
 Yavuz Sultan Selîm Hânın kızı Şâh Sultan, zevci Sadr-ı âzam Lütfi Paşa ile Yanya'dan İstanbul'a gelirken, yolda eşkıyânın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamânın evliyâsından Merkez Efendi karşılarına çıkıverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendiyi gören haydutlar, şaşkına döndüler. Eşkıyâ reisi, Merkez Efendinin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta buldu. Diğerleri de kaçıp orayı terkettiler. Eşkıyânın ortadan çekilmesiyle Merkez Efendi de bir anda kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfi Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendiyi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendinin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul' da Eyüb Bahariye'de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendiyi buraya tâyin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendiye Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Burada da aynı hizmete devam eden Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hânın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa'ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa'da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa'da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcun yaptı. Bu mâcunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcunu diye şöhret bulan bu mâcun, şimdi de yapılmaktadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:58:29
MOLLA ARAB VE II. BAYEZİD HAN 

Salı, 25 Ocak 2005
Sultan İkinci Bâyezîd Han, Molla Arab'ın şöhretini işitip dersine geldi. Vâzını dinleyip, tesirli konuşmalarına hayran oldu. Çok defâ ziyâretine gelip, devletin bekâ ve devâmı için duâlarını taleb etti. Molla Arab, Peygamber efendimizin hayâtını ve güzel ahlâkını anlatan Tehzîb-üş-Şemâil ve tasavvufa dâir olan Hidâyet-ül-İbâd ilâ Sebîl-ir-Reşâd adlı eserlerini yazıp, Sultan Bâyezîd Hana hediye etti. Ayrıca Sultanın gazâ sevâbına kavuşmasını istedi. Kur'ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi 95. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Müminlerden özür sâhibi olmaksızın cihaddan geri kalanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar bir olmazlar. Allah, mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan çok üstün kıldı. Bununla berâber Allah, ikisine de Cennet'i vâdetmiştir. Fakat Allah, savaşanlara, oturanların üstünde pek büyük bir mükâfat vermiştir." buyrulduğu üzere, Sultanı gazâya teşvik etti. Modon şehrinin fethine katıldı. Fetih sırasında konuşmalarıyla ve duâlarıyla askeri coşturdu. Kaleye ilk giren mücâhidler arasında yer aldı. Gazâdan dönüşünde, İstanbul'da vâzlarına devâm etti. Vâzlarında küfür ehlinin, sapıkların ve tarîkatçı geçinen bozuk kimselerin kötülüklerini anlattı. Sonra çoluk-çocuğuyla Haleb'e gitti. Orada Çerkes beylerinden Hayr Beyden çok hürmet gördü. Hayr Bey onun bütün ihtiyâcını karşılamak istedi. Fakat o, takvâsın dan, hiç bir şeyini kabûl etmedi. Haleb'de üç yıl kadar vâz, hadîs ve tefsîr ile meşgûl oldu. Bid'at ehli ve bozuk fırkaların zararlarını anlattı. Safevîler ona çeşitli düşmanlıklarda bulunduklarından İstanbul'a döndü. Yavuz Sultan Selîm Hanı, şiirlerle cihâda teşvik ve tahrik eyledi. Bu maksadla Es-Sedad fî Fedâil-il-Cihâd kitabını yazdı. Çaldıran seferine katılıp, askere vâz ederek cesâret verdi. Muhârebede duâ eder, Pâdişâh âmin derdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:59:03
III. MEHMED HAN VE ABDÜLMECİD SİVASİ EFENDİ

Çarşamba, 26 Ocak 2005
 Üçüncü Mehmed Han, Abdülmecîd Efendiyi İstanbul'a dâvet ederken, kendi el yazılarıyla şu mektubu yazmışlardı:"Fazîlet ve kerâmet sâhibi Sivaslı Abdülmecîd Efendi! Merhûm amcan Şemseddîn Efendinin, Eğri seferinde maddî ve mânevî çok yardımlarını gördüm. Döndükten sonra İstanbul'da kalmasını istemiştim. Fakat o arzu etmeyince, ihtiyârlığı sebebiyle memleketine gitmesine izin verdim. Şimdi sizin söz, fiil ve diğer özelliklerinizle ona tam olarak benzediğinizi duydum. İstanbul'u teşrifinizi cân-ü gönülden istiyorum. Hatt-ı şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz."  Bu mektup üzerine Abdülmecîd Efendi İstanbul'a geldi. İstanbul'daki ilk vâzını Ayasofya Câmiinde verdi. Bir müddet Ayasofya civârında oturdu.Sonra kendisine talebe olan Reis-ül-küttâb La'lî Efendinin hediye ettiği, Eyüb Nişancası'ndaki bahçe içindeki eve yerleşti. Dâr-üs-seâde ağalarından Mehmed Ağa tarafından, Çarşamba'da yaptırılan Mehmed Ağa Dergâhında, insanlara doğru yolu anlatmakla vazifelendirildi. Şeyhülislâm Sun'ullah Efendi tarafından câmi hâline getirilen Atpazarı'ndaki Hüsam Bey Mescidinde de Cumâ vâizi olarak vazife yapıp, insan lara hak ve hakîkati anlatmaya devâm etti. İstanbul halkının vâz ve nasîhatlerine gösterdiği yüksek alâka üzerine, Şehzâde Câmiine vâiz olarak nakledildi. Bir müddet orada insanlara yüce dînimizin emir ve yasaklarını, sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlattıktan sonra, Yavuz Sultan Selim Câmiine Cumâ vâizi olarak görevlendirildi. Sultan Selîm civârında bir mescid ve Sivâsî Dergâhını inşâ ettirip, hizmete devâm etti. Sultan Ahmed Câmii yapılırken, temel atma merâsiminde bulunup, duâ etti ve temele ilk taşı koydu. Sultan Ahmed Câmiinin yapımı tamamlanıp ibâdete açılınca, ilk vâzı Abdülmecîd Efendi verdi. Ölünceye kadar bu câminin vâizliğini yürüttü.Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, Genç Osman ve Dördüncü Murâd Han devirlerinde yaşadı. İnsanlara hep Hakkı tavsiye edip, kötülüklerden sakındırdı. İlmi, irfânı ve olgunluğuyla sultanlar ve diğer devlet erkânı yanında büyük bir nüfûz sâhibi oldu. Pâdişâh ve diğer devlet erkânı, önemli hususlarda sık sık görüşlerine başvururlardı. Karayazıcı ve Uzunbölükbaşı isyanlarının bastırlmasında önemli rolü olmuş, hükümete faydalı tavsiyelerde bulunmuştu.Sultan Dördüncü Murâd Hâna Bağdât'ın İranlılardan geri alınacağını müjdelemiş, pâdişâh sefere çıkarken de hazret-i Ömer'in kılıcını beline kuşatmıştı.Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin birçok kerâmetleri ve halleri görülmüştür. Şeyh Lütfi Efendi Hediyyetü'l-İhvân adlı eserinde bildiriyor ki: Lemezât kitâbı sâhibi Şeyh Hulvî Mahmûd Efendi şöyle nakletti: "Kocamustafapaşa Dergahında irşâdla vazîfeli olan hocam Necmeddîn Hasan Efendi ikinci defâ hacca gittiklerinde vedâ edecekleri zaman bana; "Hulvî Çelebi! Olgun ve olgunlaştırabilen kardeşlerimizden kime kalbin meylederse ondan tasavvuf yolculuğunu tamamla!" deyince, kalbimde Sivâsî Abdülmecîd Efendiye karşı bir meyl ve muhabbet peydâ oldu. Bilâhare Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna varıp hâlimi arz ettim. Bana Halvetiyye yolunun usûlüne göre zikir telkîn etti ve hocana teveccüh et buyurdu. Onun bildirdiği şekilde zikirle meşgûl oldum. 1610 senesi Rebîulevvel ayının on beşinci günü tekrar huzûruna vardığımda zikir telkîninde bulunduktan sonra bana; "Bundan sonra bize teveccüh et!" dedi. Ben, kendi kendime, her defâsında hocana teveccüh et diyordu bunda ise "Bize teveccüh et." dedi. Bunun bir hikmeti vardır. diye düşündüm. Aradan bir müddet geçince, hocam Necmeddîn Hasan Efendiyle hacca gidenler döndü. Fakat hocamı onlar arasın da göremedim. Sorduğumda, Necmeddîn Hasan Efendinin, Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin; "Bize teveccüh edin." buyurduğu zaman Yemen'de vefât ettiğini öğrendim. Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin huzûruna girip; "Sultanım bu ne büyük kerâmettir." dediğimde; "Hulvî Efendi! Görünen kerâmete îtibâr edilmez. Asıl kerâmet mânevî kerâmet olup İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktır." buyurdu.Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sâhibi olan Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştı. Birinci Ahmed Hâna sunduğu manzum şikâyetnâmede memleketin ve milletin içinde bulunduğu hâli anlatmış, muvaffakiyet için kendisine adâlet ve meşveret tavsiye etmişti. İslâm dîninin hep ilerlemeyi emr ettiğini anlatmış, gelişmelere karşı çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla tarîkatçi geçinen câhil ve sapık kimselerle ve bid'at ehliyle mücâdele etmişti. İstanbul'da vâz, irşâd ve ilim öğretmekle meşgûl iken 1639 (H.1049) senesinde vefât etti. Eyüp Nişancası'ndaki evinin bahçesine defnedildi. Vefâtından iki yıl sonra gördüğü bir rüyâ üzerine, Mahpeyker Kösem Sultan, kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı. Bu türbe bugün müminler tarafından ziyâret edilmekte, vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl olunmaktadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 19:59:46
SÖZÜMÜZÜN NETÎCESİNİ GÖRÜRSÜN 

Perşembe, 27 Ocak 2005
 Uzun Hasan, Fâtih Sultan Mehmed Hanla harb etmezden önce, Pîr Muhammed Efendiye gidip harb için izin istedi. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretleri ona; "Sana ve askerine lâzım olan onlarla harb etmemektir. Zîrâ onlar müslüman gâzilerdir. Onlarla harp etmemek akıllıca bir iştir." buyurdu. Uzun Hasan, Pîr Muhammed hazretlerinden bu sözleri işitince, harb etmek istediğini belirtip dışarı çıktı. Pîr Muhammed hazretleri, Uzun Hasan'a arkasından; "Bizim sözümüzün fayda ve zararını, hayır ve şerrini bu taraflara gelince anlarsın. Gerçi şimdi bize kırılırsınız ama ne yapalım siz bilirsiniz." buyurdu. Çok geçmeden yapılan harpte Uzun Hasan'ın askeri bozguna uğrayıp kendisi ve yakınları perişan bir hâle düştü. Sonra yine Pîr Muhammed hazretlerine gelerek âkıbetinin nereye varacağını sormadan edemedi. Pîr Muhammed Erzincânî hazretleri ona; "Fâtih Mehmed Han, şânı büyük affı seven bir sultandır. Sizi incitmezler. Edep ile hareket edeni rencide etmezler." buyurdu. Sonra çok sevdiği talebelerinden Pîr Ahmed Efendiyi Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderip Uzun Hasan'la arasında sulh yapılmasını sağladılar
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 20:00:16
ÖRDEĞİNİ DE BERABER AL

Cuma, 28 Ocak 2005
 Sultan Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesi için, bir "fetva" gerekliydi! Bunun da yolu ilmiye sınıfının başı, Şeyhülislâm'a imzalatmaktan geçerdi. İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş ya, Meclis-i Mebusan da, sultanı tahttan indirip, yeni bir "padişah"ı seçmek için gereken fetvayı almak üzere, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önde gelenlerinden, Edirne mebusu Talat Paşa, sabahleyin Fetva Emini, Nurî Efendi'nin evine gider. Akşama kadar bir şey yemeğe vakit bulamayacağından olacak ki, kendisine bir-iki yumurta pişirilmesini istemiştir. Ve Meclis-i Mebusan'a gelmesini "ihtar" etmiştir. Nuri Efendi ise, fetva vermek kendisinin görevi olmadığını, bu hususun Şeyhülislâmın görevi olduğunu söyleyip, mazeret beyan etmişse de bunu kabul etmeyen Talat Paşa, yanına alıp, Şeyhülislamlık makamı'na gidip, Tikveşli Ziyaeddin Efendi ile görüşmeyi emr etmiştir. Mecburen Talat Paşa'nın peşinden, Şeyhülislamlığa gitmişlerdir. Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi, Meclis-i Mebusan'a gitmemek için: -Ben hastayım, gidemem!.. diye mazeret beyan etmiştir. Talat Paşa da: -Neniz var? diye sorup; -İdrarımı tutamıyorum, diye cevap alınca da: -Efendi, iş bu hale geldikten sonra donuna da işesen, ben seni zorla alıp götürürüm. Ördeğini de beraber al! yollu tehdit eder. Ve Meşrutiyet şeyhülislâmını alıp götürür.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 20:00:58
EĞRİ SEFERİ VE ŞEMSEDDİN SİVASİ HAZRETLERİ

Cumartesi, 29 Ocak 2005
 Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.  Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar.Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben:"Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu.Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi.Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü MehmedHan, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilirse, hezîmet zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun."Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 20:02:04
SULTAN II. MURAD VE ŞÜCAEDDİN KARAMANİ

Pazar, 30 Ocak 2005
 Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne'de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne'nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî'yi buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.Şücâeddîn Karamânî, kendi mezarının duvarını, kendi eliyle kerpiçden yaptı. Her kerpici, yerine üç defâ İhlâs sûresi okuyarak koydu.Kânûnî Sultan Süleymân Hân, pâdişâhlığı zamânında Edirne'ye geldiğinde, mescidini büyültüp câmi hâline getirdi. OrayaKur'ân-ı kerîm okuyan hâfızlar, müezzin ve hatîb tâyin etti. O sırada dergâhında vazifeli olan Cerrahzâde Mustafa Çelebi, Şeyh Şücâeddîn Karamânî hazretlerinin yaptığı duvarı yıktırmayıp, bereketlenmek için olduğu gibi bıraktırdı.Şücâeddîn Karamânî, dergâhını ve mescidini büyütüp îmâr eden müslüman olmayan mîmârın rüyâsına girip, onu İslâma dâvet etti. O da ertesi gün İslâmı kabûl edip, hidâyete kavuştu ve ismini "Hidâyet" olarak değiştirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 23 2008, 20:02:32
II. ABDÜLHAMİD HAN VE TAŞKESENLİ AHMED EFENDİ

Pazartesi, 31 Ocak 2005
Ahmed Efendi görüşmediği halde Sultan Abdülhamîd Han tarafından tanınmakta olduğu bilinmektedir. Erzurum Pasinler’in Tuylar köyünden bir zât, Sultan Abdülhamîd Hanın ikâmet ettiği Yıldız Sarayında diğer bir arkadaşı ile birlikte nöbet tutmakta iken, Sultan bir ara balkona çıktı ve askerleri yanına çağırdı. Balkonun yanına gittiklerinde, Sultan diğer nöbetçiye hiçbir şey sormadan bir miktar para vererek hamama gitmesini söyledi. Sonra bu askerin gusletme imkânı bulamadan nöbete geldiği anlaşıldı. Erzurumluya dönerek; “Siz tarîkat ehlisiniz. Hocanız kimdir?” diye sordu. Erzurumlu asker de; “Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi.” cevâbını verince; “Evet o zâtla tanışıyoruz.” diyerek içeri girdi. Biraz sonra da elinde bir Kur’ân-ı kerîm ile geri gelerek Erzurumlu askere; “Bu Kur’ân-ı kerîmi hocan olan kardeşime verirsen memnun olurum.” dedi. Erzurumlu, memleketine döndüğünde Ahmed Efendinin huzûruna gitti. Ahmed Efendi onu görünce;“Emânetimi getirdin mi?” diye sordu. O zât da, Sultanın verdiği Kur’ân-ı kerîmi hemen hocasına teslim etti. Bu Kur’ân-ı kerîm hâlen âile kütüphânesinde muhâfaza edilmektedir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:12:14
ÜMİD BEKLER 

Salı, 01 Şubat 2005
Bir gece Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi, fener hazırlatıp saraya gitti. Saraya varınca, kapıda bulunan görevliler içeri aldılar. Kanuni Sultan Süleyman Han’a durumu arzedilince, kendisini kabûl etti. Pâdişâhla uzun müddet sohbet ettikten sonra şu rüyâsını anlattı: "Bu gece Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Emir buyurdu ki: "Süleymân'a bizden selâm söyle; İslâmın düşmanlarıyla farz olan cihâdı niçin terk etti? Benim şefâatimden ümit bekler ve rızâmı almak isterse, İslâm askerini hazır bulundurup, İslâm düşmanlarını ihtar etmekten uzak durmasın!" Bunun üzerine Pâdişâh yerinden saygı ile kalkıp, şevkle ve gözleri yaşararak nîmete şükür ettikten sonra; "Efendim, şimdi Peygamberlerin Sultânı bu tâkatsız ve güçsüz kölesine ismiyle zikr edip emir buyuruyorlar. Bu emre boyun eğmemiz gerekmez mi? Buna binlerce hamd olsun" deyip, gazâya gitmek üzere niyet etti. Ertesi gün Zigetvar seferine gitmek üzere hazırlıklar yapıldı. Ordu, İslâmın düşmanlarıyla cihâd etmek üzere yola çıktı.Kânûnî Sultan Süleymân bu sefere katılıp, orada vefât etti. Şehîd olmak sûretiyle Resûlullah efendimizin muhabbetine lâyık oldu. Kânûnî'nin Zigetvar seferine, Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi de katılmıştı. Sultan Selîm'in İstanbul'da tahta çıkıp Belgrat'ta orduyu ve babası Kânûnî'nin cenâzesini karşılamasından sonra, cenâze, Muslihuddîn Efendi ve yanındaki dört yüz kişiye teslim edilip İstanbul'a gönderildi
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:12:38
BALTACI MEHMED PAŞA VE ÜNSİ HASAN EFENDİ

Çarşamba, 02 Şubat 2005
 Ünsî Hasan Efendi dâimâ ibâdetle meşgûl olur, inzivâ hâli yaşar, devlet adamlarıyla görüşmek istemezdi. 1711 senesi Vezîriâzam olan Baltacı Mehmed Paşa bir müddet sonra Moskova seferine tâyin edilmişti. Sefere çıkmazdan önce duâ için nice kere Şeyh Ünsî Efendiyi dâvet etti. Ünsî Efendi özürler bildirip, dâvetine gitmedi. Vezir Mehmed Paşa; "O halde biz onun yanına gideriz. kapısı açık olsun." diye haber gönderdi. O gece tebdîl-i kıyâfet edip yatsıdan sonra dergâha geldi. Vezir tevâzu gösterip Ünsî Hasan Efendinin ellerinden öptü. Huzûrunda edeb ile oturdu. Sonra da; "Efendim! Benim babam da Halvetî tarîkatının önde gelen büyüklerindendir. Bana duâ ediniz. Kerem ve himmet ediniz. Ömrümde sefer nedir, asker idâresi ve sevki nedir bilmem. Sizin duâ ve yardımlarınıza muhtâcım. Yoksa ben bu işin ehli ve erbâbı değilim. Bu işin hakkından dahi gelemem." dedi. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi ona; "Moskof kâfirlerinin mağlub olacağını, aman dileyeceğini, hor ve hakîr olacağını, sulh isteyeceğini, başından sonuna olacak şeyleri açıkça bildirdi. Baltacı Mehmed Paşa üç saat kadar orada kalıp, sonra edeb ile ayrıldı. Ertesi gün evde bulunan hanımlar, Hasan Efendinin vezîriâzama olan sözlerini etrâfa söylediler. Hakîkaten bir zaman sonra dedikleri meydana çıktı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:13:00
KIYMETİ TAKDÎR 

Perşembe, 03 Şubat 2005
 Sultan Abdülmecîd Hân, Selânik'e giderken fırtına sebebi ile gemi Limni'ye sığınmak zorunda kaldığı zaman, uzaktan gördüğü türbenin kime âid olduğunu sordu. Yanındakilerden birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî'ye âid olduğunu söyledi ve onun başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecîd, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek için türbeye gitti. Türbede, Niyâzî-i Mısrî'nin rûhâniyetine hitâben; "Ey Niyâzî-i Mısrî, kıymetini takdir edemeyen kimselere bedduâ eylemişsin. Sonra gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere, feyzli nazarının geldiği âşikâr olmadıkça, türbenden dışarı çıkmam" diye yalvardı ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak rûhuna hediye eyledi. Sultan Abdülmecîd Hân, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin feyz dolu nazarlarına kavuşunca dışarı çıktı ve türbenin tâmir edilmesi için emir verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:13:24
HAFIZ MEHMED�İN OĞLU

Cuma, 04 Şubat 2005
 Hafız Mehmet Akkoyunlu sarayının mescidine bakan kendi halinde bir müezzindir. Ancak onda öyle bir ses vardır ki, bülbüller bile imrenir. Kâh volkanlar gibi coşar, kâh akar sular gibi. O yanık Kahire aksanı ile okumaya başladı mı, dinleyenler bir hoş olur. Cemaatin gözleri dolar, yanaklardan sıcak damlalar kayar. Şah İsmail’in fitne kaynattığı günlerde doğu Anadolu’da cinayetler, baskınlar birbirini izler, halk canından bezer. Geceleri kapı sürgüler, camlara kepenk çekerler. Havada tarifi zor bir ağırlık vardır. Hani sıkıntı, kasvet karışımı bir şey. Kargaşa gitgide büyür ve gün gelir Akkoyunluları da sarar. Öyle çok cami yıkılır ve öylesine mâsum katledilir ki, görenler haçlı geçti sanır.  İşte Yavuz’un “İslam âlemine birlik” parolasıyla yola çıktığı demlerde Hafız Mehmet Tebriz’e gider. Büyük Veli Kemâleddin Erdebili’nin hizmetine girer. Çaldıran zaferinden sonra Erdebili Hazretleri’nin ziyaretine gelen Sultan’ın gözü onca insan arasında Hafız Mehmed ile oğlu Hasan’a takılır. Bunlar isimsiz insanlardır, ancak yüzlerinde iç ferahlatan bir samimiyet vardır. Birden kanı kaynar ve niye öyle yapar bilemez, onları İstanbul’a davet eder. Hafız Mehmed’in işi bellidir: Müezzinlik! Hasan Can’ı ise yanına alır, nedim edinir. İlerliyen günlerde yanılmadığını görür. Bu genç sıradan biri değil, hem gönül ehli, hem âlimdir. Bir çok lisan bilir. İkisi arasında tarifsiz bir yakınlık başlar. Sırdaş, yoldaş olurlar. Hani o, beyninden geçenleri kafatasından saklayan Selim sadece ona açılır. Yavuz’un Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mütevekkilallah ın gücü yoktur, ancak yine de onu incitmekten çekinir. İbn-i Kemâl Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya çalışırlar. Evet bu seferin lüzumuna herkesten çok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten içmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller çizer. “Ah!” der, “Ah bir işaret gelse.”İşte uykusuz geçen bir gecenin ardından Hasan Cana sorar:-Nerelerdeydin?-Azıcık dalmışım efendim.-Öyleyse rüyanı anlat.-Dikkate değer bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.-Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da rüya görmesin. İyi düşün görmen lâzımdı!Hasan Can çıkar. “Tuhaf” der, “Sultan bir işaret bekliyor ama ne?” Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcıbaşı Hasan Efendi) yaklaşır. “Ben” der “garip bir rüya gördüm, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?” Hasan Can onu adeta aparır, koparır, çıkarır Yavuz’a. Sultan “buyur!” der, o başlar anlatmaya:-Hünkârım akşam çadırınızın önünde nöbetteydim. Bir ara içim geçti. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Zira mekân aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dört atlı çadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, önlerine çıktım. Güya “Kimsiniz, necisiniz?” diye sorgulayıp çevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar çok asildi ve yere basmıyor lardı. Süvariler hem çok heybetli, hem çok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini öpmek için yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretçiler hünkârımızı sordular. Çadırdan ışık sızıyordu. “Meşgul olmalı” dedim. Öndeki “İyi” dedi, “Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi söylersin. Biz Server-i Kâinatın eshabındanız. Efendimiz Selim Han’a selâm söyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!” Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam “bunlar kim ola?” diye düşünüyordum ki bir ses “Nasıl tanımazsın” dedi. “Öndeki Hazreti Ebubekir, yanındakiler, Ömer, Osman ve Ali! Radıyallahüanhüm ecmain. Yavuz heyecanlıdır. Rüyayı tek kelimesini kaçırmadan dinler ve nedimine döner. “Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkça kıpırdamayız. İşte şimdi tamam. Artık çıkabiliriz yola.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:13:50
ORHAN GAZİ�NİN OĞLUNA NASİHATİ 

Cumartesi, 05 Şubat 2005
Büyük oğlu Süleyman’ın vefâtına ziyâdesiyle üzülen Orhan Gâzi rahatsızlandı. Veliahtlığa getirdiği Murâd Beye şu nasîhatlarda bulundu:“Oğul, saltanatına mağrûr olma. Unutma ki, dünyâ, hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şefâatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir. Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır, sen o cânibe yürü. Rumeli fethini tamamla. Kostantiniye’yi ya fethet, yâhut fethe hazırla, civardaki Türk beyleriyle mesele çıkarmamaya çalış. Ahâli her ne kadar bizi istese de başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme taraftârı gözükmez. Daha bir zaman idâre edecekler, lâkin sonunda olmuş meyve gibi avucuna düşecekler. Anadolu’da gâile çıkmazsa Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennetmekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibâret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah’ın izniyle beyliği hanlığa çevirip sultanlığı ikmal ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ i’lâ-yı kelimetullah azmi dünyâya sığmayacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi Roma’nın vârisi de biziz. Oğul, Kur’ân-ı kerîm’in hükmünden ayrılma. Adâletle hükmet. Gâzileri gözet. Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say. Fakirleri doyur. Zâlimleri ise cezâlandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adâlet, geç tecellî eden adâlettir. Sonunda hüküm isâbetli dahi olsa, geciken adâlet zulümdür. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:14:10
BANA BİR TÜFEK VERİN

Pazar, 06 Şubat 2005
 Mâlum, Sultan Abdülhamid Hân, hal'inden sonra Selânik'teki Alâtini Köşkü’ne hapsedildi. Birgün Alâtini Köşkü muhafız kumandanı kolağası Rasim Celaleddîn Bey, Sultan Abdülhamid Hân'la konuşmak için izin isteyip huzûruna geldi dedi ki:-Zât-ı hümâyûnunuzu rahatsız ettim. Beni mâzur görünüz; dört düvelle harp hâlindeyiz.Sultan hayretle sordu:-Dört düvelle mi?.. Kim bunlar Rasim Bey? Allah Ordu-yı Hümayun’a nusret, kuvvet versin, inşâallah zafer bizimdir.Rasim Bey ağlayarak konuştu:-Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan'la hâkanım ve maalesef yenilmek üzereyiz.-Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Rasim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..  -Kiliseler kanunu çıkararak Meclis-i Meb'ûsan ve Ayan bu ihtilâfı hal etti. Başımıza bu işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki? Selânik bugün, yarın düşmek üzere... Sizi İstanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım.Buna çok üzülen Sultan büyük bir öfke ile dedi ki:-Rasim Bey! Rasim Bey!.. Selânik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek tarih ve ecdat bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri buranın tahliyesine râzı mı oldu?.. Hayır, ben râzı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker evlâtlarımla beraber Selanik'i ben son nefesime kadar müdafaa edeceğim!Fakat Sultan Reşad Hân'ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensubu olarak, Pâdişahın irâdesine boyun eğmek durumunda olan Sultan Abdülhamid Hân İstanbul'a nakledilmeyi kabul etti
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:14:31
II. MAHMUD HÂN�IN ASİLERİN ELİNDEN KURTULMASI

Pazartesi, 07 Şubat 2005
28 Temmuz 1808 günü, Topkapı Sarayı, tarihinin en acı olaylarından birini yaşadı. Harem dâiresini basan 20 kadar azılı serseri, tekrar tahta çıkarılacağı anlaşılan III. Selim Hân'ı şehit etmiş, sonra da Şehzâde Mahmud'un peşine düşmüşlerdi. Onu da katledeceklerdi. Câniler, 23 yaşındaki şehzâdenin yanına vardıklarında, karşılarına III. Selim Hân'ın iki sâdık adamı dikildi: Anber Ağa ve Hafız İsa Ağa... Bunlar, kılıçlarını çekmiş, saldırganları durdurma ya çalışıyorlar dı. Ancak, durum ümitsiz ve vahimdi. Çok geçmeden hem kendilerinin hem Şehzâde Mahmud'un ecel şerbetini içmesi kaçınılmaz gibi görünüyordu. O sırada, hiç akla gelmeyecek bir imdat yetişti. Harem gediklilerinden Cevri Kalfa, sevgili şehzâdesinin elden gitmekte olduğunu görünce, hamam külhanından bir tas sıcak kül alıp koşturmuş, saldırganların yüzüne serpivermişti. Adamlar yanan gözlerini silip toparlanmaya çalışırken, o yeniden kül serpiyor du. Bu müdâhale, Anber ve İsa Ağalara yeterli zamanı kazandırdı. Şehzâde Mahmud'u hemen dama çıkardılar, oradan da aşağıdaki arkadaşlarının uzattığı merdivenle yere indirmeyi başardılar. Ertesi gün, genç şehzâde, 30. Osmanlı pâdişahı olarak tahta oturdu. Sultan II. Mahmud Hân, hayatını kurtaran bu kahraman kadını Hazinedar Ustalığı görevine getirdi, ona Çamlıca'da, içinde yeni köşküyle beraber geniş bir arazi bağışladı. Cevri Kalfa ise, zenginleşince kendini hayır işlerine vererek Divanyolu'nda büyük bir Sıbyan Mektebi ve bir çeşme yaptırıp, Üsküdar ve Eyüp'te vakıflar kurmuştur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:14:50
DÜRÜSTLÜĞÜN BEDELİ

Salı, 08 Şubat 2005
Dahiliye Nâzırı Ahmet Reşit Bey anlatır:1902 yılı Ramazan ayının 15. günü Hırka-i Saadet'i ziyaretten dönen II. Abdülhamid Hân, Hazine-i Hümâyûn'da bulunan Sultan III. Mehmet'e ait murassâ sorgucu ister. Sorguç, bir heyet tarafından yerinden alınır ve Bağdat Köşkü'nde padişaha takdim olunur. Hasan Şevkı Bey, huzurdan çıkınca, Başmâbeynci Hacı Ali Paşa'ya dert yanar:"Efendimizin ulu ecdâdı, Hazine-i Hümâyûnlarına birçok şey koymuşlar, vermişler, fakat buradan bir habbe bile çıkarmamışlar ve alamamışlardır. Eğer şevketmeâb efendimiz bu sorgucu götüreceklerse, doğrusu bu âcizi çok mahzun edecekler."II. Abdülhamid Hân, kızı Ayşe Sultan'a yaptıracağı taca örnek tutmak için istemiştir sorgucu. İtiraz kendisine arz edildiğinde, bunu geçici olarak aldığını, bayramın birinci günü iade edeceğini belirtir ve Hasan Şevkı Bey'e teslim edilmek üzere, bir de senet imzalayarak verir. Ve bayram gelir çatar. Yıldız Sarayı'nda yapılan bayramlaşma töreninden sonra, Hasan Şevkı Bey, söz konusu senedi Başmâbeyncinin eline tutuşturur ve "iâdenin temin buyurulmasını" ister. II. Abdülhamid Hân da senedini geri alıp sorgucu verirken şöyle der:"Hasan Şevkı Bey'e selâm-ı şâhânemi söyle ve kendisinin vazifeşinaslığından memnun olduğumu da tebliğ et. Şu yüz altını da ver, bayram harçlığı yapsın."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:15:10
ELÇİMİZİN DEVLET VE TUVALET DERSİ 

Çarşamba, 09 Şubat 2005
Paris’teki Versailles Sarayı’nda o gün iğne atsanız yere düşmez. Salonları dolduranların kalp atışları, nerede ise pencere camlarını zangırdatır. Kral 14. Louis ve eşi ile başbakanı yerlerini almışlar. Perukları pudralı şövalyeler ve dekolte elbiseli asilzâde düşkünü madamlar sıra sıra dizilmişler. Ortalıkta “çıt” çıkmıyor. Birisi bekleniyor. Hele başbakanın arkasında sarı benizli adam, bozuk bir saat gibi. Laf değil, Paris’e ilk Osmanlı elçisi geliyor. Kendisine iki gün evvel, “Huzura kabul edileceksiniz...” demişler. Dudak bükmüş ve:— Biz kabul edilmeyiz, çıkarız... diye cevaplamış. Elçiler, elbette karşılıklı gider gelirler. İlk Fransız elçisi Jean De la Foret İstanbul’a 1534’te gelmiş. Kralının Türk Sultanı tarafından korunmasını istemiş. Bilirsiniz hikâyeyi. Biz Paris’e elçi göndermeye gerek görmemişiz. Aradan 84 yıl geçmiş de, o zaman göndermeyi kabullenmişiz. Sebebi, zevkine doyulur gibi değildir. O günün elçi hazretleri Baron de Sanay Kudüs’e kadar uzanmış. Orada kiliselere müdâhale etmiş. Yani içişlerimize burnunu sokmuş. İstanbul’a dönünce, bu densizliğine cevap olarak kendisini 15 gün Yedikule Zindanı’nda hapsetmişiz. Elçi zindandan çıkınca soluğu Paris’te almış.. Fransa Kralı, “Acaba Türkler af dilerler mi?” diye meraklanıp sual eylemiş. “Olur...” demişiz. Ve işte dostlar, 35 yaşının içindeki ilk elçimiz Hüseyin Çavuş, Paris’e bu sebeple gönderilmiş. Biz ki cihan devletiyizdir. Özür dilemeyi kabullenmişizdir. Vay, vay, vay... Ve kapı açılır. Hüseyin Çavuş girer içeri. Bir uğultudur başlar. Hatta kral bile bir an ayağa kalkar. Saraydaki âdet odur ki, huzura girmeden kılıç dışarda bırakılır, hançer bile belden çıkartılır... Oysa bir de bakarlar ki, o gülle endam Hüseyin Çavuş’un; sarı, eflatun, ipek ve atlas kaftanının altından yatağanının ucu boy verirBakarlar ki Hüseyin Çavuş’un sol eli murassa kuşağının üzerindeki hançerine pençelenmiş. Kavuğunun altındaki erkek çehresi ki, bıyıkları şâha kalkmış küheylan yelesi misâli. Yürür, yürür. Sadece başı ile selâm verir. Ardında renk renk cepkenleri, sarı ve kırmızı çizmeleriyle kendisini tâkip eden yeniçeriler ve sipahiler bir kâğıt verirler eline. Başbakan Richelieu almak için uzanır. Vermez. Padişah’ın nâmesini krala uzatır. Frenkçeye çevirirler. O zaman perukalı kral:— Peki amma, diye sorar, burada sadece sultanınızı temsil ettiğiniz yazılı. Özür dilemekten bahis yok... Hüseyin Çavuş’un dudaklarına bahar yeşili, seher esintili bir tebessüm yayılır. Der ki:— O da var. Onu da ben söyleyeceğim. Cihan sultanının emri nâmede okunmaz, dinlenir sadece. Ve ilâve eder: İstanbul’daki adamınızın haddini aşması sonunda hapsolunmasına karşılık özür dilenmek dilemişiniz. Biline ki, bundan sonraki elçileriniz aynı hataya düşmedikleri takdirde hapsedilmeyeceklerdir. Kralın, asilzâdelerin ve madamların pudralı perukları Akıncı Beyi’ne toslamış şövalye zırhı gibi lime limeleşir. Bilirsiniz sanırım. Elçimiz Paris’e bu kabul merâsiminden üç ay evvel gelmiş. Oysa o salonda çınar endam boy verişi, 29 Aralık 1618 günüdür. Kral bir bina vermiş kendisine. Hâlâ o eski binadır asıl büyükelçiliğimiz. Şânına layık bir yapı. Ama, diklenmiş Hüseyin Çavuş:— Olmaz demiş, nerede o binanın helâsı?..O zaman Fransa’da kralın sarayında bile hela yok. Hemen o gün, önce hela nedir öğrenmişler ve sonra da binanın helasını yapmışlar. Paris’teki evlere tuvalet konması gibi bir usûlü, biz öğretmişiz kendilerine... İhtiyaçlarını görmek için oturak kullanmaktan vazgeçmeleri nice zor gelmiş onlara... Ama vermişiz o devlet ve tuvalet dersini... 380 yıl geçmiş aradan, geçmiş zaman olur ki..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:15:32
KANAAT, AMA NEDEN SONRA? 

Perşembe, 10 Şubat 2005
Adamın biri Sadrazam Koca Râgıp Paşa’ya bir arzuhal vermiş; fakirliğinden bahisle, ihsanda bulunmasını istemişti. Râgıp Paşa, arzuhalin altına; “el-Kanâatü kenzün, lâ yefnâ: (Kanaat tükenmez bir hazînedir)” ibaresini yazarak, adama geri verdi. Arzuhalin sahibi, âlim ve nüktedân biriydi. O da ibârenin altına; “Bâ’de’l-ekli ve’ş-şürbi ve’s-süknâ: (Yeme, içme ve barınaktan sonra)” cümlesini yazıp arzuhali Râgıp Paşa’ya tekrar takdim etti.Paşa, adamın bu hakîmâne ve nüktedân hâlini takdir ederek, isteğinin yerine getirilmesi için emir verdi
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:15:53
MÜBAREK BELDELERİN HİZMETİ ONA VE NESLİNE VERİLDİ 

Cuma, 11 Şubat 2005
Yavuz Sultan Selîm Han pâdişâh olmadan önce, Trabzon'da vâliyken Halîmî Çelebi'yi kendine hoca edinip, talebe oldu ve ondan feyz aldı. Gece-gündüz onun huzûrundan ayrılmazdı ve devamlı sohbetinde bulunurdu. Abdülhalîm Efendiye pekçok iltifât ve ihsânlarda bulundu. Allahü teâlânın inâyet ve ihsâniyle Osmanlı tahtına geçip pâdişâh olunca, onu yine yanından ayırmadı. Devamlı birlikte olmak ister ve kendisiyle ilmî sohbetlerde bulunurdu. Halîmî Çelebi, Yavuz Sultan Selîm Han ile birlikte Mısır Seferine katıldı.Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın." Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi'nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi'yi ziyârete gelenlerden bâzıları Molla Şemseddîn'le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalışmasına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp, dizine yapıştı ve; "Korkma, biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik." dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp, sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: "Arap diyârının tamâmı fethedilip Osmanlı topraklarına katılacak mı? Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek?" O zât dedi ki: "Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendirildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne'nin hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm pâdişâhları arasında makbûl olan Âl-i Osman'dır. Selîm Hân dahî evliyânın dışında değildir." dedi.Molla Şemseddîn dedi ki: Sultan Selîm'in saltanat süresi uzun sürer mi?" O kimse; "Üç yıl vakti vardır." dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: "Konağında oturduğum Halîmî Efendinin sonu nicedir? Yâni ne zaman vefât eder?" O zât dedi ki: Şam'ı öteye geçemez, orada kalır." Şemseddîn Efendi dedi ki: "Ya benim ölümüm ne zaman olur?" O zât; "Kişiye kendi ölüm zamânını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefs nerede öleceğini bilemez." dedi. Şemseddîn Efendi; "Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarınız." dedi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile aynı günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Yavuz Sultan Selîm Hân, üçünüzün de cenâze namazında hazır bulunur." dedi. Koynundan bir arâkiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp, Şemseddîn Efendiye; "Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin." buyurdu. Bir daha çıkarıp; "Bunu da Halîmî Çelebi'ye veresin" dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; "Bana bir hâtıranız olmaz mı." dedi. "Sana bir şey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen, başımdaki arâkiyyeyi vereyim." dedi. Şemseddîn Efendinin istek göstermesi üzerine başındaki arâkiyyeyi ona verip; "Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim." dedi. Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.Bu durumları Hasan Can'a anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaştırması için verdi. Hasan Can da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanın huzûruna vardı. Olanları anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alıp, kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.Pâdişâh Mısır'dan Şam'a doğru yola çıkınca, Halîmî Efendi hastalandı. Hekimlerin ilaçları fayda etmedi. Yavuz Sultan Selîm Han onu zaman zaman ziyâret edip kalbini hoş tutmaya çalıştı. Üçüncü günde, Halîmî Çelebi vefât etti. Aynı gün, Molla Şemseddîn ve Pâdişâhın sarayından bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâze namazı aynı yerde kılınıp, Yavuz Sultan Selîm Han hazır bulundu.Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Hân Anadolu topraklarına ayak basınca, sık sık hocasını hatırlar; "Mevlanâ Abdülhalîm ile sefere çıktık, şimdi ise, sâdece onun hâtıralarıyla dönüyoruz." diyerek, saygı ve sevgisini dile getirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:16:18
MÜBAREK BELDELERİN HİZMETİ ONA VE NESLİNE VERİLDİ

Cuma, 11 Şubat 2005
Yavuz Sultan Selîm Han pâdişâh olmadan önce, Trabzon'da vâliyken Halîmî Çelebi'yi kendine hoca edinip, talebe oldu ve ondan feyz aldı. Gece-gündüz onun huzûrundan ayrılmazdı ve devamlı sohbetinde bulunurdu. Abdülhalîm Efendiye pekçok iltifât ve ihsânlarda bulundu. Allahü teâlânın inâyet ve ihsâniyle Osmanlı tahtına geçip pâdişâh olunca, onu yine yanından ayırmadı. Devamlı birlikte olmak ister ve kendisiyle ilmî sohbetlerde bulunurdu. Halîmî Çelebi, Yavuz Sultan Selîm Han ile birlikte Mısır Seferine katıldı.Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın." Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi'nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi'yi ziyârete gelenlerden bâzıları Molla Şemseddîn'le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalışmasına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp, dizine yapıştı ve; "Korkma, biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik." dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp, sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: "Arap diyârının tamâmı fethedilip Osmanlı topraklarına katılacak mı? Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek?" O zât dedi ki: "Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendirildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne'nin hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm pâdişâhları arasında makbûl olan Âl-i Osman'dır. Selîm Hân dahî evliyânın dışında değildir." dedi.Molla Şemseddîn dedi ki: Sultan Selîm'in saltanat süresi uzun sürer mi?" O kimse; "Üç yıl vakti vardır." dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: "Konağında oturduğum Halîmî Efendinin sonu nicedir? Yâni ne zaman vefât eder?" O zât dedi ki: Şam'ı öteye geçemez, orada kalır." Şemseddîn Efendi dedi ki: "Ya benim ölümüm ne zaman olur?" O zât; "Kişiye kendi ölüm zamânını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefs nerede öleceğini bilemez." dedi. Şemseddîn Efendi; "Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarınız." dedi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile aynı günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Yavuz Sultan Selîm Hân, üçünüzün de cenâze namazında hazır bulunur." dedi. Koynundan bir arâkiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp, Şemseddîn Efendiye; "Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin." buyurdu. Bir daha çıkarıp; "Bunu da Halîmî Çelebi'ye veresin" dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; "Bana bir hâtıranız olmaz mı." dedi. "Sana bir şey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen, başımdaki arâkiyyeyi vereyim." dedi. Şemseddîn Efendinin istek göstermesi üzerine başındaki arâkiyyeyi ona verip; "Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim." dedi. Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.Bu durumları Hasan Can'a anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaştırması için verdi. Hasan Can da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanın huzûruna vardı. Olanları anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alıp, kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.Pâdişâh Mısır'dan Şam'a doğru yola çıkınca, Halîmî Efendi hastalandı. Hekimlerin ilaçları fayda etmedi. Yavuz Sultan Selîm Han onu zaman zaman ziyâret edip kalbini hoş tutmaya çalıştı. Üçüncü günde, Halîmî Çelebi vefât etti. Aynı gün, Molla Şemseddîn ve Pâdişâhın sarayından bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâze namazı aynı yerde kılınıp, Yavuz Sultan Selîm Han hazır bulundu.Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Hân Anadolu topraklarına ayak basınca, sık sık hocasını hatırlar; "Mevlanâ Abdülhalîm ile sefere çıktık, şimdi ise, sâdece onun hâtıralarıyla dönüyoruz." diyerek, saygı ve sevgisini dile getirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:17:22
HARAM LOKMA YİYEN HARÂMÎ OLUR

Cumartesi, 12 Şubat 2005
Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın babası Sultan II. Murad'a bir ara şiddetle para lâzım olmuş, Padişah bu parayı Çandarlı Halil Paşa'dan borç alarak temin etmişti. Padişah'ın Çandarlı'dan borç aldığını görünce Fazlullah Paşa, Sultan Murad'a şöyle bir teklifte bulunmaktan kendini alamamıştı...-Devletlû Sultânım, padişahlara hazîne gerektir. Müsaade eder ve ferman buyurursanız, hazîne cem‘ine çalışalım... Padişah bunun üzerine;-Nasıl ve nereden hazîneye gelir toplayacaksın? diye sormuş. Fazlullah Paşa da cevaben şunları söylemişti:-Bu vilâyet halkının malı ve parası çoktur. Padişahlar için arada sırada bir yolunu bulup onlardan para ve mal toplamak münasip düşer. Padişah, Paşa'nın bu teklifine son derece hayret etmiş, ona şu karşılığı vermişti: -Hay Fazlullah! Bu söz ne sözdür, bu re'y ne re'ydir! Böyle bir şeyi nasıl söyler, nasıl teklif edersin? Bilmez misin, bizim idaremizde üç helâl lokma vardır: Biri madenler, biri haraç, biri de gazâlarda alınan ganîmetlerdir. Bizim askerimiz gâzî askerlerdir. Bunlara helâl lokma gerektir. Bir padişah ki askere haram lokma yedirir, o asker artık harâmî olur. Harâmînin ise sebâtı olmaz. Bir küçük mukâvemetle karşılaşsa, hemen firâr eder. Bundan sonra neticenin ne olacağı ise mâlumdur...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:17:38
RAHMETLİ PEDERİM BAYTAR İDİ 

Pazar, 13 Şubat 2005
Bayburt'lu şâir Zihnî (1797–1859), bir işi için, Bâbıâlî'deki bir daireye gitmiş. Sultan II. Mahmud'un kıyâfet inkılâbı îcâbı memûrîn artık Avrupâî kılık-kıyâfet giymekte, pek çoğunun sırtında İstanbulînler bulunmaktadır. Zihnî ise hâlâ eski taşra kıyâfetleri içindedir. Memurlar bizimkini Cer mollalarından biri sanıp biraz alay etmek istemişler:-Hoca Efendi! Sen akıllı ve bilgili bir zâta benziyorsun. Hele söyle bakalım ben kaç yaşındayım?Sorunun ne maksada mebnî olduğunu hemen kavrayan Zihnî, oradakilerin âmiri durumundaki adama şöyle cevap vermiş:-Zât-ı âlîleri, 30-35 civarında gösteriyorsunuz.Bu sefer diğer memurlar da, saf bir mollaya rastladıklarını vehmederek sormaya başlamışlar. Zihnî, her birini münâsip şekilde 15-20 yaş gençleştirerek gönüllerini hoş etmiş.Böylece dairede ne kadar insan varsa yaşı söylendikten sonra âmir olan yaşlı zât tekrar sözü almış:-Efendi, ne güzel tahminlerde bulundunuz. Hemen herkesi tam isâbetle bildiniz. Sizde bu kabiliyet doğuştan mıdır, yoksa nasıl iktisab ettiniz?Sözün burasında Zihnî, beklediği ânın geldiğini görüp cevabı yapıştırmış:-Hiç düşünmedim; ama rahmetli pederim baytar idi. Bakar bakmaz hangi hayvanın kaç yaşında olduğunu bilirdi. Gâliba ben de ondan tevârüs etmiş olmalıyım.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:17:56
DİLEKÇESİ SIRTINDA 

Pazartesi, 14 Şubat 2005
Ahmet Vefik Paşa, deli-dolu bir insandı ama, bir o kadar da yardım yapmayı severdi. Bir gün, kırk yıl çalıştıktan sonra, kadro darlığı yüzünden işinden çıkarılan bir memur, Paşa’nın karşısına çıkar:— Çok muhterem vâli Paşa’mız hazretleri, diyerek söze başlar. Dilekçe yazmak için gerekli kâğıdı ve pulu alacak param bile yok. Bendenizi münasip göreceğiniz bir vazifeye yeniden tâyin etmenizi arz ve istirham ederim. Adım, falan oğlu filan. dilekçemin tarihi de bugündür, diye sözlü dilekçesini vâli Paşa’ya sunar.Vâli adamı dinler. Hademeyi çağırır ve tebeşir ister. Adama da sırtını dönmesini söyler ve sırtına tebeşirle şunları yazar: “Dilekçe sahibine münasip bir vazifenin verilmesi için defterdar beye…” Sonra da adama, gidip defterdarı görmesini söyler. Adam sevinerek çıkar; ancak, çok geçmeden defterdar vâlinin makamında görülür. Adamın sırtındaki yazıyı okumuştur. Bunun şaka olup olmadığını bir de vâliye sorup, emri bir de vâliden duymak ister.Ahmet Vefik Paşa defterdara:— Bunun şakası-makası yok. Bîçâre adamın dilekçe yazacak ve buna pul yapıştıracak kadar bile parası yokmuş. Onun için dilekçesini sözlü okudu. Ben de bir seferlik pul parasını affettim. Kâğıdı olmadığına göre havâleyi de tebeşirle sırtına yazdım. Zavallı adamı hemen uygun bir işe yerleştiriniz, diye emir verir
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:18:16
MÂDEMKİ ALLAHÜ TEÂLÂNIN EMRİDİR 

Salı, 15 Şubat 2005
Murâd Han döneminde yeniçeri ocağının kuruluşuna ilk adım olmak üzere târihlerde şu vak'a anlatılmaktadır: "Sultan Murâd Gâzi, Edirne'de tahta geçüp oturdu. Bir gün Kara Rüstem derlerdi, Karaman vilâyetinden bir dânişmend geldi. Halil Hayreddîn Paşa ol vakitde kâdıasker idi. Kara Rüstem; Efendi! Bunca sultanlık malı niçün zâyi edersiniz, deyince, Kâdıasker; nice mal zâyi etmişiz, diye sordu. Kara Rüstem, bu gâziler ki gazâlarda esir çıkarırlar, cenâb-ı Hakk'ın emriyle beşde biri hünkârındır, dedi. Çandarlı Halil Hayreddîn bunu hemen Murâd Hana nakletti. Sultan: Mâdemki Allahü teâlânın emr-i şerîfidir şimden sonra alın, dedi... Bundan sonra Gâzi Evrenuz ve Lala Şâhin'e ısmarladılar ki akınlarda çıkan esirden beş başda birin pâdişâh için alalar. Bu usûl üzere hayli oğlanlar toplayıp Murâd Gâziye getürdüler. Halil Hayreddîn Paşa; bunları Türk'e verelüm hem müslüman olsunlar, dedi. Kabul edilip bunlar evvelen Türk köylüsünün yanına verildiler. Hem Türkçe öğrenip ve hem de müslüman oldular. Ondan sonra saray kapısına girüp, ak börk giydirip adını yeniçeri koydular
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:18:32
HANGİMİZ KAZANÇLI ÇIKTIK

Çarşamba, 16 Şubat 2005
1960 yılında Milli Birlik Komitesi üyesi Ahmet Er, Libya’daki Türk sefâretine ‘Devlet Müşaviri’ olarak tayin edilir. kendileri zaman zaman Libya’da seyahate çıkarlar. Bunlardan birinde, mihmandarı, geçtikleri kasabada yaşlı ve meşhur bir şeyhin bulunduğunu, onu ziyaret etmenin faydalı olacağını söyler. Ve giderler. Oldukça ıssız bir yerde, bir ağacın gövdesine yaslanmış olan 80 yaşlarında, beyaz sakallı ve â’ma olduğu ilk bakışta belli olan Şeyh’i görürler. Ahmet Er kendisini takdim eder. Türk olduğunu da söyleyerek elini öpmek için müsaade ister. Bunun üzerine Şeyh, Ahmet Bey’e hitâben:— Ben senin elini öpmeliyim, der.Ahmet Bey’in “Estağfirullah” demesine fırsat bırakmadan onun elini öper. Bilmukabele, muhatabı da onun elini öper. Bunu müteâkip Şeyh, Ahmet Er’e:— Hangimiz kazançlı çıktık? diye sorar. Er:— Ben kazançlı çıktım; çünkü, pîr-i fâni bir Müslüman ulusunun elini öptüm, der. Şeyh, hafifçe gülümser ve şu cevabı verir:— Hayır ben kazançlıyım; çünkü sen, çölde fakir ve nâçiz bir Müslüman’ın elini öptün. Ben ise şanlı, şerefli Osmanlı’nın elini öptüm.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:18:49
ZULM İLE ÂBÂD OLANIN

Perşembe, 17 Şubat 2005
Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın babası Sultan II. Murad Hân devrinde, bir gün sadrâzam askere mûtad ulûfesini dağıttıktan sonra, padişahın huzuruna girmiş ve durumu şöyle rapor etmişti:“Devletlû Hünkârım, asâkir-i hümâyuna ulûfesini dağıttık. Ancak bir miktar akçe arttı. Ferman buyurursanız, ihtiyat akçesi olarak hazîne-i hâssaya koyup saklayalım...” Sadrâzam, paranın artması haberine padişahın sevineceğini umuyordu. Fakat yanıldığını anlamakta gecikmedi. Sultan Murad Hân bu durumdan memnun olmamıştı. Zira o güne kadar ulûfe dağıtıldıktan sonra geriye para kalmazdı. Şimdi kaldıysa bunun bir sebebi olmalıydı. Bu yüzden sadrâzama şu sözleri söyledi:“Lala, her zaman ulûfe dağıtırken geriye akçe kalmaz iken, bu sefer fazla gelmesinin sebebi ne ola ki? Herhal Defterdârım bize yaranmak, gözümüze girmek için halktan fazla akçe toplamış, hazînede her zamankinden fazla akçe cem‘ eylemiş. Padişah'a yaranmak için halka zulmeden, tebaanın malını zorla elinden alan bir Defterdâr bize gerekmez...”Bu sözlerden sonra, Sultan Murad Hân Defterdârı'nı derhal vazifeden aldı. Zira ‘Zulm ile âbâd olanın, kahr ile berbâd olacağı’ hakikatine gönülden inanıyor, halkına elinden geldiğince adâlet ile muâmele etmeye çalışıyordu
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:19:06
BİR ÇAVUŞUN SUBAYINA MEKTUBU

Cuma, 18 Şubat 2005
1913 senesinde yazılan ve Bulgarların Müslüman Türklere yaptıkları zulümleri anlatan "Türkiye Uyan" adlı kitabın 228. sahifesinde; bir çavuşun subayına mektubu şöyledir:Zâbit efendi! Kuvvetli düşman müfrezelerinin Gümülcine'ye indiğini, askerimizden bir kısmının çekildiğini ve bâzısının da esir edildiğini işittim! Geçen gün dört erle bana teslim ettiğiniz Kuruorman sırtındaki mühimmat deposunu hâlen muhâfaza ediyorum. Tabiî Gümülcine'yi işgâl eden düşman buraya da gelecek! Doğrusu devletimin ve milletimin nice fedâkârlıklarla burada yığdığı bu cephaneyi, sapasağlam düşmana teslim edecek değilim! Buna ne askerlik vazifem, ne de vatan sevgim müsaade eder. Elbette burayı havaya uçuraca ğım! Fakat o binlerce liranın hebâ olup gitmesine üzülüyorum. Haydi havaya uçurdum. Sonra ne olacağım? Düşmana esir değil mi? Biz buraya esir olmak için mi geldik? Milletin paralarını, devletin namusunu esâretle ödemek için mi asker olduk? Hayır, hayır! Ben bu zilleti kabûl edemem. Dün bizim idâremiz altında rahat yaşayan bu vahşî çobanların eline esir düşmek! Aman yâ Rabbî! Bu ne müthiş zillet! Ben bu esirlik zilletine düşmektense bin defa ölmeyi tercih ederim. O hâlde ne yapmalıyım? Ben bu cephane deposunun içine saklanacağım. Burayı teslim almaya gelen Bulgarlar, iyice toplanıncaya kadar saklanacağım. Ben de içinde dâhil olmak üzere cephaneyi havaya uçuracağım. Memleketimde bulunan ana ve babama, hanımıma ve çocuklarıma selâmımı yazınız. Onlar seferberlik ilân edildiği zaman beni Subaşı'nda, değirmen kenarında uğurladılar. Bana; "Ya gâzi ol ya şehit ol!" demişlerdi. Cenâb-ı Hak bana şehit olmayı nasip ediyor! Artık şehit olduğumu bildirin....Piyade 4. bölüğünden çavuş Ali
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:19:24
ALLAH İÇİN BENİ YUKARI ÇIKARTIN!

Cumartesi, 19 Şubat 2005
1820’den beri Osmanlı Devletini yıkma planını uygulamaya koyan Batının sömürgeci, soykırımcı milletleri; topuyla, tüfeğiyle, en modern deniz araçlarıyla bu necip milletin kökünü kazımaya gelmişlerdi. İngiliz ve Fransızlar, sömürgelerinden gençleri toplayarak Türklerle savaşmaya getirmişlerdi. Trablusgarp ve Balkan harplerinden yorgun ve yaralı çıkan Türk milletinin elinde, vatan sevgisi güçlü bir sermayesi vardı. Kasım 1914’te Çanakkale ve Maydos yani Gelibolu kıyılarını şiddetli bombardımana tutan bu kan içiciler, binlerce sivili öldürdüler. Marmara’ya giren İngiliz denizaltıları, asker ve malzeme sevk eden birçok gemimizi sinsice vurdular. Binlerce masum askerimizi şehid ettiler. Zeytinburnu’ndaki, top döküm fabrikamızı bombaladılar. İrili ufaklı 407 parça gemi ile, Çanakkale Boğazına 18 Mart 1915 günü sabah 08:30’da girmeye başladılar. Bir gün önceden mayın tarama filolarından aldıkları raporlara göre Boğaz suları mayınlardan temizlenmişti. Ama bir şeyi unuttular... O da Türkün vatan sevgisi imandandır inancı idi. Nusrat mayın gemisi, gece sabaha kadar, karanlık koya modası geçmiş ve elinde kalabilen son 26 mayını sessizce döküvermişti. Her zaman mayınlar, Çanakkale Boğazına, akıntıya dik istikamette döşendiği halde, bu sefer akıntıya paralel bir hat meydana getirilmişti.İşte bu sistem, ev yıkıcı, kan içici Batı kuvvetlerini hezimete uğratmaya yetmişti. Birbiri ardına en modern zırhlılarını kaybetmeye başladılar. Rahmetli Hatice Turhan Sultan’ın kendi parası ile yaptırdığı Sedd-ül Bahir ve Kilid-ül Bahir tabyalarındaki eski model toplarımız, bu mağrurları birer birer boğazın dibine göndermişti. Bir tabyada top başındaki Cideli Mahmud Çavuş, attığı tek gülle ile Fransız Bouvet zırhlısını vurmuştu. Akabinde aynı tabyaya düşen bir mermi, Mahmud Çavuş’un iki ayağını birden koparmıştı. Çok kan kaybediyordu. Hemen geriye, ilk yardım yerine çekerlerken, tabyadan bir nefer “Keferenin gemisi batıyor” diye bağırınca, Mahmud Çavuş kendisini taşıtan kumandanına döndü ve “Allah için beni yukarı çıkartın” diye yalvardı. Durumu çok ağırdı. Son arzusunu yaptılar. Sanki Mahmud Çavuş yaralı değil gibi tatlı tatlı tebessüm ederek Bouvet’nin batışını seyretti ve Kelime-i şehadet getirerek orada ruhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:19:42
İSTANBUL�UN İŞGALİNDE YAPILAN HIRSIZLIKLAR 

Pazar, 20 Şubat 2005
Birinci Dünya Harbi, Mondros mütarekesi ile sona erince, hemen birkaç gün sonra, önceden Çanakkale Boğazını erkekçe geçemeyen MÜSTEVLİLER, ellerini kollarını sallayarak İstanbul’a geldiler. Tam ellibeş gemi Dolmabahçe önlerine demir attılar. Bunların içindeki dört Yunan gemisi, Boğazın Anadolu yakasını kontrolle görevli idi. Gemilerde çılgınca eğlenceler yapılıp, Yunan ve Bizansın büyük boy bayrakları dalgalandırılıyordu. 1854 senesinde Kırım Harbi için gelen İngiliz askerleri arasında 20 yaşlarında William Henry Lyne adında bir genç vardır. Kırım Harbi 1856’da bitince bu asker, sivil olur ve İstanbul’daki İngiliz İkmal birliklerinde iki sene görev yapar. İki sene de Sivil mühendis olarak Osmanlı devlet hizmetinde çalışır. Türkçeyi iyi bilmektedir. Bu William, 1860 senesinde, Haydarpaşa’daki İngiliz mezarlığına, 25 Osmanlı altını aylık maaş ile BEKÇİ olarak tayin olunur. Bekçi Henry, 1914’e kadar tam ellidört sene, mezarlık bekçiliği yapar. Dört kızı ve dört oğlu vardır. Ailesi de yanındadır. Her gün üç defa Meteorolojik rasat, yani keşif, tesbit yapar. Haftada bir gün salı günleri, İstanbul’a inip, İngiliz elçiliği ile görüşür. Bu günlerde, rasatları kızları yapardı. Rasatlar yani ölçümler, bir deftere kaydedilirdi. Mezarlıkta, otuz metrelik bir ahşap direk dikti. Bunun tepesinde rüzgar ve yağış ölçer düzenler kurdu. Direğin dibinde de azami ve asgari sıcaklıları ölçen özel termometreler koydu. Ölçümleri, ELLİ SENE MUNTAZAMAN HER AY İngiltere’ye gönderdi. Bu gün bu defterler, İngiliz Hava Bakanlığının meteorological office’inde üç tane olarak özenle saklanmaktadır. William ölmeseydi belki de Birinci Dünya Harbi sırasında bu rasat casusluğuna devam edecekti. İngiliz bu bilgilerle, Çanakkale’yi zorladı. Bu bilgilerle İstanbul’u ve yurdun bir çok kritik yerlerini rahatça İŞGAL ETTİ. Bir hırsızlık daha: Birinci Dünya Harbi başladığında, İstanbul Silahtarağa’daki elektrik fabrikası ve askeri gemiler kömür sıkıntısı çekmeye başladı. Almanların yardımı ile Terkos-Kilyos hattındaki kömür ocaklarından kömür nakli için, Kağıthane-Ağaçlı (45km) ve Kemerburgaz-Çiftalan demiryolları yapıldı. İşe de çok yaradı. Müstevliler İstanbul’u işgal edince ilk el attıkları, bu demiryolu ile kendi gemilerine kömür taşımak oldu. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman Han zamanından bir hatıra olan, Belgrat ormanlarındaki bütün ağaçları kestiler. Çünkü çift alan hattı bu ormandan geçiyordu. Yüzlerce senelik tarihi ağaçları kesip; kağıthane yolu ile gemilerine taşıdılar. Sonrasında bu ağaçları utanmadan İNGİLTERE’YE TAŞIDILAR. Ne yapsın. Sömürgeci olarak çalmadan duramıyorlardı. Bu keresteleri ülkelerinde kurdukları demiryollarında, TRAVERS yapmada kullandılar. İyi cins olanları ise lordların çocuklarına PİYANO YAPIMINDA değerlendirdiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:20:02
EMİRSULTAN�IN HİMMETİ 

Pazartesi, 21 Şubat 2005
Mücâhid Bahâdır şöyle anlatır: "Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhâsara edilmişti. İslâm askerleri düşman kalesine tırmanıyor lardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynıyamıyor dum. O sırada aklıma Emîr Sultan geldi ve cânu gönülden; "Ey Emîr Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!" diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nûr şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki elbisesini sarkıtıp; "Ey Gâzî! Elbiseye tutun! Sakın korkma!" dedi. Ben de; "Yâ Allah!" deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emîr Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde, gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:20:31
HANGİ DERSİ MÜZAKERE EDİYORSUN?

Salı, 22 Şubat 2005
Bilindiği gibi, şehzâdeler, hususî hocalar tarafından sarayda yetiştirilirdi. Bu hocalara padişahlar tarafından o kadar geniş salâhiyetler verilirdi ki, gerekirse hoca, şehzâdeyi dövebilirdi.Gecelerden birinde Molla Güranî merhum, istikbâlin Fâtih’i Şehzade Mehmed’e mûtad dersini verdikten sonra odasına çekilmişti. Gece namazına kalktığında, şehzâdenin lambasının yandığını görünce, acaba rahatsız mıdır diye şehzâdenin odasına kadar gider, kapısını çalar. Şehzâde kapıyı açınca hoca sorar:— Hayırdır inşâallah, neden uyumadın?Şehzâde Fâtih cevap verir:— Müzâkere ediyordum efendim! Hoca Güranî:— Hangi dersi müzâkere ediyordun? deyince şehzâde cevap vermez. Masanın üzerindeki kâğıtları gören hoca, kâğıtlar üzerinde bir takım notlar ve haritayı hatırlatan askerî plan ve projeler görür.— Bunlar nedir? diye sorunca, şehzâde şu cevabı verir:— Efendim, uykusuz kalışımın sebebini arz edeyim: (Fakat sır olarak sizde kalması ricâsıyla...) Gönlümü ateşler içinde bırakan sır şudur: Taa sahâbe-i kirâm zamanından beri defalarca muhâsara edildiği halde, Kostantıniyye şehri niçin fethedilemiyor? İşte bu gece beni bu saatlere kadar uykusuz bırakan mes’ele bu idi.Bu alevden cümleyi dinleyen Molla Güranî hazretleri, şehzâdeye şu şekilde cevap verir: -Evlâdım, bu büyük zafere ermeni bütün gönlümle arzu ederim. Lâkin ben senin câhil bir kumandan olmanı değil, âlim bir hükümdar olmanı isterim. Zaten Kostantıniyye şehrinin fethini kaç asır evvel Peygamber Efendimiz, “Bir gün gelecek (Şarkî Roma İmparatorluğunun kalesi ve Bizans’ın payitahtı olan) Kostantıniyye şehri fethedilecek. O fetih ordusunun kumandanı, ne mübârek bir insan ve o ordunun askerleri de ne sâlih kimseler olacaklar” buyurmuşlardır. Bu itibarla Peygamber-i zîşan (s.a.v.) Efendimiz’in medhederek müjdelediği bu büyük fethin şanlı zaferi; mutlaka ki âlim, âlim olduğu kadar da âdil ve dirâyetli bir kumandana nasip olacaktır. Bu sebepten senin okuman gereken her şeyi okuyup tekmîl-i nüsah ettikten sonra bu büyük zafere seferber olman, rûhumun en büyük emelidir.Şehzâde, hocasının bu cihan-kıymet nasihat ve vasiyetini yıllar yılı rûhunda en mukaddes bir bayrak olarak dalgalandırırken, durmadan aklî ve rûhî melekelerini kemâle erdirerek, 21 yaşında iken o büyük zaferi kazanmış ve bu cennet vatanı bizlere emânet etmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:21:17
YUNAN ASKERİ HAKİMİNİN İTİRAFLARI

Çarşamba, 23 Şubat 2005
15 Mayıs 1919’da, sinsice İzmir’e çıkan Yunanlılar, bir Haçlı ordusu gibi hareket ediyordu. Çıkarma birlikleri hazırlanırken, askeri yargı teşkilatı da yeni tayinlerle güçlendiril mişti. Yaşı çok genç olmasına rağmen, babası 1897 Türk-Yunan savaşındaölen ve Türklere kini olan Dimitri Ambleas, bu harekatta askeri yargının başına getirilmişti. Öyle ki ölüm cezaları verebilecek, bu cezayı veren mahkemelerin onay mercii olacaktı. Yani Kralın yetkisi ile gelmişti. Bundan maksat, kendi askerlerinin disiplini değildi. Türklerden en ufak bir direnme gösterenleri hemen hukuk yolu ile saf dışı etmekti. Mahkeme derhal göreve başlamıştı. Albay Dimitri, askerlere karşı gelen yaşlıları, ufak bir sorgudan sonra, CASUSLUK suçundan idama mahkum edip; anında infaz ediyordu. Yakalananları bizzat sorguya çekerek; bu direnişin arkasında kimin olduğunu çözmeye çalışıyordu. Kısa zamanda ondört idam olmuş, bunlardan dokuzu ise, köy imamları idi. Şaşırmıştı. Neden imamlar. Yoksa bir örgüt var da onlar mı çözememişti. Yunanlı Albay hatırasına şöyle devam ediyor: “Suçluların içinde yaşı altmışı geçmiş bir Gedizli Yunus hoca vardı. Suçlu zinde ve sağlıklı idi. Sorduklarıma, sanki bu sorgunun sonunda hayatından olmayacakmış gibi rahat cevaplar veriyordu. Gülerek benimle sohbet eder gibiydi. Bana sorgunun sonunda dedi ki: “Evet biliyorum ki beni kurşuna dizeceksiniz. Bu sizin göreviniz. Ben de benim görevimi yaptım. Yani yurdumu, istiklalimi, namusumu ve dinimi korumak için çalıştım. Siz bunu suç bildiniz. Peki ben sizin ülkenize gelseydim, siz bana nasıl davranırdınız. Ben ölüme giderken gelin ölüme nasıl gittiğimi görün de böyle kararların Türkleri yıldıramayacağını anlayın. Bu ülkede tek Türk kalmayıncaya kadar bu direniş sürecektir. Siz bir milletin kökünü kazıyamayacağınıza göre, şimdiden söyleyeyim ki buradan çok pişmanlıklar duyarak ve hezimet şeklinde döneceksiniz.” dedi ve dediği gibi gülerek ölüme gitti. Bir de Sındırgılı Yusuf hoca vardı. Onun sözleri kulaklarımdan hiç gitmedi. Sorgusunda; “Siz geldiğiniz gibi gideceksiniz. Hem de çok zarar görmüş, yıkılmış ve haddini bilmiş olarak gideceksiniz. Bizler de, yani bu uğurda şehid olanların ruhları sizin kaçışınızı seyredece ğiz.Ve işte o zaman boşuna can vermediğimizi anlayıp müsterih olacağız.” dedi.
Şimdi düşünüyorum: Ben bu gerçeği geç de olsa Yunus ve Yusuf hocaların ölüme gidişleri ile anlamış ve uyanmıştım. Ama başımızdakilere bunu anlatmak mümkün değildi.
Onlar da 9 Eylül günü Ordumuzun büyük bir kısmı İzmir limanında denize döküldüğünde anladılar ama iş işten geçtikten sonra. Uşaktan İzmire sürüler halinde etrafı yakıp yıkarak kaçan askerlerimiz, İzmir’e geldiklerinde, Türk askerleri de İzmir’e girmişti. Sokak ve caddelerde her iki milletin askerleri koşuşturuyordu. Bir Türk askerinin, bir Yunan askerini süngülediğini görmedim. Bunlar nasıl insandı. Bizim Askerlerimiz, Türklere kalmasın diye bir savaş boyu bindikleri atlarının ayaklarını kırıp sokaklara bıraktılar. Bazı kadınlarımız ölen çocuklarının cesetlerini bir türlü Türklere teslim etmiyorlardı. Şöyle baktım. Bu Türkler dirimize bir kötülük yapmıyor ki ölüye zarar versin. Kurtulabilen askerlerimiz İngiliz gemilerine binerek en yakın Yunan adalarına kaçtılar. Biz de kaçtık. Vatana dönünce bir çok komutan, savaş suçlusu olarak kısa bir yargıdan sonra Kurşuna dizildiler. Ben suçsuz bulundum. Sonra Üniversiteye geçtim. Şu anda hukuk profesörü olarak öğrencilerime hukuk öğretiyorum. Sık sık da bu savaştan misaller veriyorum. Şimdi düşünüyorum da Fatih Sultan Mehmet, Yunanistan’ı aldığında, bizim Anadolu’da yaptığımızın onda birini yapsaydı, bu gün Yunan milleti diye bir millet olmazdı.” İşte bir Yunan Askeri hakimin hatıralarından, kısa bölümler...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:21:36
HUKUK HER ŞEYİN ÜSTÜNDEDİR 

Perşembe, 24 Şubat 2005
Sultan Abdülaziz Hân devri şeyhülislâmlarından Turşucuzâde Ahmet Muhtar Efendi, makamındayken Vâlide Sultan’ın kahvecibaşısı gelmiş. Vâlide Sultan’ın, Aksaray’da yapılan câmiye ait vakıflardan doğan dâvânın çok uzadığından üzüldüğünü hatırlatmış.Şeyhülislâm’ın cevabı şu olmuş: -Hükme te’sirim olmaz. Şer’-i şerif ne hükmederse, öyle olur.Kahvecibaşı çıkıp gidince etrafındakilere dönüp şöyle demiş:-Ben Vâlide Sultan’ın değil, hukûkun şeyhulislâmıyım… Ne zaman ki hak ve hukûka müdâhale edilmek istenirse, aklıma, vaktiyle Ayasofya Medresesi’nde derse çıktığım zaman pabuçlarımı koltuğuma aldığım gelir. Hak-hukuk bekçiliği zor iştir. Belki makama vefâ getirmez amma, kalbe şifâ verir. Bu sebeple pabuç koltukta olacak, makamı bırakacak, amma hakka dil uzattırmayacaksın!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:21:59
İSTANBUL�UN FETHİ VE İNSAN HAKLARI

Cuma, 25 Şubat 2005
Fetih öncesi Bizans’ın iç durumu hiç iyi değildi. Devlet halkını soyuyor ve çeşitli zulümlerle inletiyordu. Avrupa ve Papalığın yardımını sağlamak için halkını, din değiştirip Katolik olmaya zorluyordu. Vergiler ödenemez büyüklükte idi. Halkın ayaklanmasını önlemek için papazlara, hurafeli inançları körükleme emrini verdiler. Bir yıldız kayması, baykuş ötüşü veya sis basması, felaket habercisi olarak anlatılıyordu. Meryem ana tablosunu bir yerden bir yere taşıyan birisinin ayağı kayıp düşse, halk günlerce yas tutuyordu. Halkı putperest yapmışlardı. Devlet din adamlarını köle gibi kullanıyordu. İşte bir patrik seçimi hikayesi: Rum patrikhane heyetine, imparator, kimi patrik seçeceklerini emirle bildiriyordu. Güya seçilen yeni Patrik, Bizans sarayına gelip durumu arz ediyordu. Sarayın ahırından seçilen bir ata seçilmiş Patrik bindirilerek, tekrar Patrikhaneye gönderilir ve Patrik orada bulunan bütün din adamlarının kendisine sadık kalacaklarına, teker teker yemin ettirirdi. Sonra İmparator Patrikhaneye gelip, elinde üzeri inci ve kıymetli taşlarla süslü bir asa olduğu halde Patriği yanına çağırırdı. Yeni Patrik yalın ayak olarak imparatorun huzurunda, üç defa başını yerlere kadar eğer ve sonra yere çökerek İmparatorun ayaklarını defalarca öper, İmparator da süslü asayı Patriğin sırtına vurarak şöyle derdi: “Bana bu devleti vermiş olan Mesih, seni de Roma Patrikliği ile vazifelendirdi.” Şarap ve ekmek verme ile merasim son bulurdu. Böyle seçilen bir Patrik ne kadar hür bir din adamlığı icra edebilir? Halbuki, Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u alınca hemen halka sordu: Sizin din ulularınız nerededir? İleri gelenler, din değiştirmeyi kabul etmediği için Gennadiosun hapsedildiğini söylediler. Derhal zindandan Gennadios çıkarıldı. Fatih huzura kabul etti. Hal hatırını sordu. Kendi has ahırından kıymetli bir at getirtip hediye etti. Onuruna mükellef bir ziyafet verdi. Gönlünü aldı. Çok süslü bir asayı merasimle ve eğilmeden, etek öptürmeden eline verip, “Patrik olunuz. Her hususta sizden önce gelenlerin hukukuna sahipsiniz. Kavminiz her türlü din işlerinde serbesttir. Varın mesut olun” diyerek bizzat atına kadar refakat edip öyle göndermiştir. Aynı Fatih, Balkanlar’daki fütuhatta elde edilen toprakların büyük bir kısmını, bölge insanına tımar olarak vermiştir. Bilindiği gibi Osmanlı toprak sistemi tımarda, kendisine toprak tahsisi yapılan kimseler, bir savaş esnasında toprağına göre belli miktarda askeri, tam teçhizat donatmaya mecburdur. Bu hak ancak Türkler’e verilirdi. Fatih bu kuralın dışına çıkarak; gayri Türk ve gayri Müslimlere de toprak vermekten çekinmemiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:22:19
İSKENDER BEY KİMDİR

Cumartesi, 26 Şubat 2005
1423 senesinde, Sultan İkinci Murat Han, kendisine isyan ettirilen küçük kardeşi Mustafa’nın taraftarlarını sindirdikten sonra, çoktan beri Papalığın kışkırtmakta olduğu Kuzey Arnavutluk’taki, Mirdita beyi Ghion Kastriyoti’yi yatıştırmaya asker gönderdi. Türk ordusunun başındaki Evrenosoğlu İsa Bey kısa zamanda Mirdita’yı işgal edip, Beyi Kastriyoti’yi esir aldı. Ve bu kişiyi tekrar Beyliğine iade etti. Ancak ilerde yine isyan edebilme ihtimaline karşı, henüz onsekiz yaşındaki en küçük oğlu Georges Kastriyoti’yi, rehin olarak Osmanlı başkenti Edirne’ye gönderdi. Bu Arnavut delikanlısı, kendi isteği ile Müslüman olup, sevdiği İskender ismini aldı. Saray okulundaki diğer kurmaylarla beraber okutulup, Türk subayı yapıldı. 25 sene birçok harplerde bulunup; büyük birlikler idare etti ve kahramanlıkları görüldü. İskender, babası ölünce Mirdita’nın idaresini Sultan’dan istedi. Halbuki önünde üç ağabeyi daha vardı. Saray bunu uygun bulmadı. İskender Bey bir gün saraydaki padişahın fermanlarını yazan Nişancasını, hançerle tehdit ederek; Mirdita yani Akçahisar’ın idaresinin kendisine verildiğini bildiren sahte bir ferman yazdırdı. Sonra da Nişanca’yı şehit etti. Atına atladığı gibi Akçahisar’a varıp, kale komutanı Hasan beye fermanı göstererek; kalenin idaresini eline aldı. Ertesi gün Hasan Bey ve adamlarını, gece baskını ile kılıçtan geçirdi. Sene 1447. Yani yirmidört yıl Müslüman kalmış bir Türk subayı, devletine isyan ederek, ihanete başlamıştı. Adını, her ne kadar George Kastriyoti olarak değiştirdi ise de, bundan sonraki 25 yıllık asiliğinde, Türkler’in kendisine verdiği İskender adını kullanmıştır nam için. 25 sene boyunca hem Arnavut, hem Türklerden binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. Napoli, Venedik ve Papalığın her dediğini yapmıştır. Milletini bun lara köle yapmıştır.  Devletimize bu kadar zararlar vermiş bir isyankar, 1468’de Leş kasabasında 63 yaşında ölmüştür. Ölüsü de, Saint Nicolas kilisesine gömülmüştür.1470 senesinde, Napoli krallığı Arnavutluk’u işgal edip yutmak üzere iken, Fatih Sultan Mehmet Han imdada yetişerek, Arnavutluk’u bu zalimlerden kurtarmıştır. Balkan harbine kadar, Arnavutluk insanı, 441 sene boyunca Türk idaresinde huzur içinde bir ömür sürmüştür. Osmanlı’nın her başarısında, Arnavut kahramanlarının da payı vardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 27 2008, 02:22:39
İTALYA MAHKEMESİ

Pazar, 27 Şubat 2005
1911 senesi Ramazan Bayramı’nın 3. günü, Libya sahillerine çıkan Müstevli İtalyan askerleri, bulabildikleri herkesi öldürdüler. Teslim olanları da öldürdüler.Trablus’ta kurdukları Divanı Harp’te, grup grup getirilen esirlerin yargılanmaları 3’er dakika sürerdi. Karar hemen binanın arkasında duvarın önünde infaz edilirdi.Birgün elleri kelepçeli bir yaşlı, bir orta yaşlı, bir de delikanlı, çöl kıyafeti içinde mahkeme nin önüne çıkarılır. Başkan Albay Carlo Torelli, bu zavallıları yargılamak için tercümana der ki:- Sor bakalım, bu 3 kişi kimdir?Elleri kelepçeli orta yaşlı olanı, gayet iyi bir İtalyanca ile cevap verir: - Reis bey, tercüman istemez. Ben Osmanlı ordusunun albayı Ahmet Alaaddin’im. Bu yaşlı zat emekli Paşa Mehmet benim babamdır. Savaş için görev istedi. Bu delikanlı ise benim oğlumdur. Gönüllü olarak askere gitmiştir.Hakim donup kalır.- Yalan söylüyorsun, bu söylediklerin için belgen var mı?Ahmet albay koynundan, kelepçeli elleri ile bir buruşuk kağıt çıkartıp fırlatır.İtalyan albayı şaşırmıştır. Zira salona, başlarında siyah şapka, boyunlarında asılı fotoğraf makineleri ile, biri İngiliz, biri Fransız 2 gazeteci girer. Hakim sözlerini tarta tarta konuşmaya mecbur kalır:- Siz 26 Ekim 1912 günü bizim askerlerimizi arkadan vurdunuz. Bize bağlı kalacağınıza söz verdiğiniz hâlde bunu neden yaptınız?- Osmanlı hiçbir zaman arkadan vurmaz. Asıl siz bu topraklarda ne arıyorsunuz? Bu Avrupalıların bir haydutluğudur. O harekâtı bizzat idâre ettim.- Suçlu, suçunu itiraf etmiştir. Kurşuna dizilmelerine karar verilmiştir.Bu 3 kişi hemen dışarı çıkartılırken, 2 yabancı gazeteci ayağa kalkıp, bu mahkûmların önlerinde şapkalarını çıkartarak saygıyla selâmlarlar. Biraz sonra binanın arkasından, bir manganın silah sesleri geldiğinde, gazeteciler, mahkeme heyetine arkalarını dönüp dışarı çıkarken; mahkemenin eşiğine tükürmüşlerdir...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:46:04
SULTANLAR RİKÂBINDA YÜRÜSÜN!

Pazartesi, 28 Şubat 2005

 Bir gün Sultan Ahmed Han, mürşîdini ziyâret için Üsküdar'a gelmişti. Çarşıdan geçerken, Hüdâyî hazretlerinin alış-veriş ettiğini gördü. Genç Hünkâr bu esnâda attaydı. Derhal atından indi, hocasının elini öptü ve atına binmesi için ricâ etti. Bir müddetHüdâyî hazretleri at sırtında önde ve Pâdişâh da yaya olarak ardınca yürüdüler. Kısa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî dünyâyı titreten koca bir pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; "Sultanım! Sırf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o; "Pâdişâhlar rikâbında yürüsün." diye duâ etmişti." buyurarak atından indi. Ata tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirdi.Sultan Ahmed Hanın bu hâdiseden sonra aşağıdaki beytleri söylediği belirtilir:

"Varımı ben Hakka verdim, gayrı vârım kalmadı. / Cümlesinden el çekip pes dü cihânım kalmadı. / Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine, / Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı. / Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi, / Sâfiyim, buldum safâyı dü cihânım kalmadı. / Ahmedî der, "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur",
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:46:28
YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILMASI

Salı, 01 Mart 2005
Yunan isyânı sırasında yeniçeri ve sipâhîlerin daha fazla bozulduğunu gören Sultan Mahmûd Han, bu fesât yuvalarını ortadan kaldırmaya karar verdi. Yeniçerilerin artan tecâvüz ve zorbalıkları kamuoyunu da aleyhlerine çevirmişti. Pâdişâh, Yunan isyânının bastırılmasıyla kavuşulan sulh devresinde önce, orduyu ıslâha girişti. Ancak askerî tâlim ve terbiyeye karşı çıkan yeniçeriler, isyân mânâsında kazan kaldırdılar. Buna karşılık Sultan Mahmûd Han da sadrâzam, şeyhülislâm ve devlet erkânını toplayarak yeniçerilerin artık hıyânette bulunduk larını, bu sebeple tedbir alınmasını belirtti. Âlimler, din ve devletin bekâsı için bu fesat yuvasının ortadan kaldırılması gerektiğini bildirdiler. Şeyhülislâmın fetvâsı ile sancak-ı şerîf çıkarılarak, dînine ve pâdişâhına bağlı olanların onun altına gelmesi ve mücâdeleye girişmesi istendi. Böylece eşine ilk defâ rastlanan bir olayla pâdişâha bağlı birlikler halkla bütünleşerek fitne ve fesat yuvası yeniçeri ve sipâhî ocaklarını ortadan kaldırdılar. İstanbul’da âsî, ahlâksız, serseri temizliği yapılarak, yirmi binden ziyâdesi cezâlandırıldı. Yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabûl edilerek Vak’a-i Hayriyye denildi. Kendilerini Bektâşî kabûl eden yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla, hurûfî olan sahte Bektâşî tekkeleri kapatılıp, babaları başka yerlere gönderildi. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adlı asker ocağı kurularak, devrin ihtiyâçlarına göre tâlim ve terbiye edilmesi, silâh verilmesi ve özel kıyâfet giydirilmesi kararlaştırıldı. Topçu, humbaracı ve lağımcı ocakları ıslâh edildi. Mekteb-i Bahriye açıldı. Eğitim ve öğretimi en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar getirildi.Osmanlı Devletindeki bu süratli ve olumlu gelişme, Avrupa devletlerini harekete geçirdi. İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devleti içerisindeki Mustafa Reşid Paşa gibi adamlarını yardım vâdiyle kullanarak Rusya ile harbe sebebiyet verdirdikleri gibi, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşayı da devletine karşı kışkırttılar. Mısır’da Mehmed Ali Paşanın hâkim olacağı bir devleti tanıyacağını bildiren İngiliz ve Fransızlar, onun güçlü ve disiplinli kuvvetlerini Osmanlılara karşı çevirmeyi başardılar. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında, daha ordusu bütünüyle yeniden teşekkül etmemiş Osmanlı Devletinin Suriye eyâleti üzerine asker sevk etti. 1831-1832 yılındaki muhârebelerde, Mısır askeri, çokluğu ve intizamlı olması sebebi ile gâlip gelince, Osmanlılar Rusya’dan yardım istediler. Bu durum, İngiltere ve Fransa’yı telâşa düşürdü. Fransa’nın aracılığıyla 8 Nisan 1833 Kütahya Antlaşması imzâlandı. Antlaşmaya göre, Mehmed Ali Paşaya Mısır vâliliğine ilâveten Suriye, oğlu İbrâhim Paşaya da Adana eyâleti muhassıllık olarak verildi. 8 Temmuz 1833’te Rusya ile savunma ve yardım esâsına dayanan Hünkâr İskelesi Antlaşması imzâlandı. 1839’da Mısır üzerine ordu sevk edildiyse de neticesi gelmeden İkinciMahmûd Han İstanbul’da vefât etti ve Çemberlitaş’daki türbesine defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:47:55
NE OLDUM DEMEMELİ

Çarşamba, 02 Mart 2005
Tahsin Bey, Birinci Dünya Savaşı öncesi İstanbul’da Beyoğlu Mutasarrıfı’dır. Rus Çarı’nın Büyükelçisi, Boğaz’daki elçiliğin önüne dikilen lamba direğinin kaldırılması için haber gönderir. Tahsin Bey merâmını anlatmak için kalkıp elçiliğe gider. İçeri girer. Bahçe merdivenlerinden yukarı çıkarken, Büyükelçi de bahçeye inmektedir. Tahsin Bey’i görünce, yanındaki bahçıvana sorar:-Kim bu adam? Bahçıvan anlatınca, Büyükelçi:-Atın bu adamı dışarıya! diye bağırır. Bir diyecekleri varsa, buraya sadrazamları gelsin!Aradan zaman geçer. Rusya’da ihtilâl olur. İstanbul’u, komünistlerden kaçan Beyaz Ruslar doldurur. Prensesi, kontu, generali ve daha niceleri... Sürünürler. Kadınlar, şimdikiler gibi, İstanbul’da sefâhet âlemlerinin sembolü olurlar.Tahsin Bey çocuklarına Fransızca hocası arar. İlticâcı Ruslar, ucuza ders verirler. Ucuz ücretle bir hoca bulunur. Bulunur amma, Tahsin Bey hocayı görünce hüzünlenir. Zira bulunan hoca, bir süre evvel kendisini kapıdan kovan eski Rus Büyükelçisi’dir. Oturduğu koltukla övünmek, ya da koltuğu kendisine vermiş olanla gururlanmak, ne korkunç şeydir...Kısacası, ne oldum deyip, ne olacağını hiç düşünmemek ne kötü bir hâldir
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:48:26
ORHAN GAZİ VE İZNİK�İN FETHİ

Perşembe, 03 Mart 2005
Bizans imparatoru ile yaptığı Pelekanon savaşını kazanan Orhan Gâzi, İznik şehrinin kuşatmasını şiddetlendirdi. Bizanslıların İznik kumandanı, Pelekanon Muhârebesinin netîcesini öğrenince, artık kendisine yardım edilemeyeceğini kestirdiğinden, Osmanlıların adâletine sığınarak teslim oldu. Kaleyi teslim alan Orhan Gâzi, ahâliden arzu edenlerin eşyâlarıyla birlikte gitmesine müsâade etti. Ayrıca Osmanlı Devletinin tebaası olarak kalıp, yalnız cizye vermek şartıyla, âdet ve ananelerini muhâfaza edebileceklerini de îlân etti. Halkın büyük çoğunluğu Osmanlı idâresini tercih etti. Muhârebe ve kuşatmada eşleri ölen kadınlar, Orhan Gâziye mürâcaat edip, sâhipsiz kaldıklarını, Müslüman olup, Osmanlılardan isteyenlerle evlenebileceklerini bildirdiler. Orhan Gâzi, İznik’in yerli kadınlarının arzularını îlân edip, isteyenlerin bunlarla evlenebileceklerini ve bunlarla evlenenlerin İznik muhâfazasında vazîfelendirileceğini açıkladı. Ayrıca halktan İznik’te kalıp Müslüman olmayanlara, İslâmiyetin gayri müslimlere olan hukûku tatbik edilip, vergilendirildi. Osmanlı Devletinin merkezi, geçici olarak İznik’e taşındı. Şehir îmâr edilip, İslâmî eserlerle süslendi. Orhan Gâzi, İznik’in en büyük kilisesini câmiye çevirtip burada Cumâ namazını kıldı. Manastırını da medreseye çevirtti. İmâret yaptırdı. Orhan Gâzinin hayırsever hanımı Nilüfer Hâtun, imâret; oğlu Süleymân Paşa medrese ve diğer hayır sâhipleri de şehirde pekçok sosyal tesis kurdular. Bundan sonra, bölgenin ticârî bakımdan meşhur şehirlerinden olan İzmit’in kuşatılması şiddetlendirildi. Bizans İmparatoru, deniz yoluyla İzmit’in yardımına geldi. Orhan Gâzi Osmanlı Devletinin ilk sulh antlaşmasını, İzmit’in muhâsarası esnâsında, Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos ile yaparak kuşatmayı kaldırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:49:40
RAVZA-I MURAD�DA AÇAN GÜL

Cuma, 04 Mart 2005
Osman Gâzî’nin, oğlu Orhan Gâzî’ye: “Istanbul’u al, gülzâr yap” diye vasiyet ettigi rivayet edilir. Uzun yıllar sonra, torunlarından II. Murad, bir gün sabah namazını kılmış, seccadesinde Kur’ân-ı Kerîm okuyordu. Sûre-i Muhammed’i bitirmek, Sûre-i Feth’e baslamak üzereydi ki bir oğlunun daha dünyaya geldigini müjdelediler. Murad Han Gazî: “Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammedî açti” dedi ve sevinç gözyaşları döktü. Hicret’in 835. yılıydı. Ve 12 Recep 835 Cuma günü, vezirlerin, emirlerin ve âlimlerin hazır bulunduğu bir toplantıda, iki rekât şükür namazı kıldıktan sonra, kucağına verilen kundaklı bebeğin kulaklarına tekbir ve ezanlarla üçer defa “Mehmed” diye seslendi: “Şu Sehzâde Mehmed’imin kudûmü şânına âleme gülâb-i meserret saçılsın” dedi. Mehmed, iki cihan Peygamberi’nin adıydı ve “gül” Peygamber Efendimiz’in remziydi. Şehzâde Mehmed’in ebesinin adı Gülbahar’dı. Eşlerinden birinin adi Gülşah, birinin adı da yine Gülbahar’di. Ve dünyanın en güzel gülü onun ellerinde açıldı: İstanbul! Osman Gazi’nin vasiyeti yerine gelmis, İslâmbol “gülzâr” yapılmıştı. Bir gün nakkaş Sinan Bey, Hz. Fatih’in bir portresini yaptı; bir gül kokluyordu Hz. Fâtih, pek zarif bir gül. Büyük mânâlar taşıyan bir gül...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:50:19
NAPOLYON VE SULTAN III. SELİM 

Cumartesi, 05 Mart 2005
Sultan Selim Hanın hükümdarlığının üçüncü ayında çıkan Fransız İhtilali’yle, Avrupa devletleri Fransa’ya cephe olmasına rağmen, Osmanlı Devleti meseleye karışmadığı gibi münâsebetlerini de dostâne devam ettirdi. Nizam-ı Cedid için, Fransa’dan teknik ve yetişmiş eleman getirildi. Fransa’nın müstakbel imparatoru General Napolyon Bonapart, memle ketinde görevden alınınca, sultan Selim Hanın dâveti üzerine, Nizâm-ı Cedid Ordusunda vazife kabul etmişti. Osmanlı Devleti; ihtilâlle değişen yeni Fransız idâresini tanıyan ilk devletlerdendi. Fakat, Fransa’nın 1795 Basel Antlaşmasıyla Venediklilerden Dalmaçya kıyılarını almasıyla Balkanlarda başlattığı istiklâl (bağımsızlık) fikri propagandası, tâkip edilen siyâsetin değişmesine sebep oldu. Adâlet-Eşitlik-Hürriyet fikriyle yapılan Fransız İhtilâli, çıkış gâyesinden uzaklaşarak, Fransa’nın yayılma siyâsetine döndü. Hırvat, Rum ve Sırplar arasında ihtilâl fikirlerini yaydılar; Yahûdîleri Filistin’de istiklale dâvet ettiler. Fransa, bununla da kalmayarak, sömürgecilik zihniyetiyle; İngiltere’yi Akdeniz’den çıkarıp, Uzakdoğu’daki İngiliz sömürgelerini ele geçirmek için Hind’e giden yolların en kısası olan Mısır’a sâhip olmak idealiyle, Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü bozmaya çalıştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:50:45
10. YY.'DA BİR BATI'LININ İSLAM HASTANELERİNİ TASVİR EDEN MEKTUBU 

Pazar, 06 Mart 2005
'Sevgili babacığım, benden, para getirmenin lazım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye 5 altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gelmelisin. Ben operasyon salonunun yanındaki ortopedi servisinde yatıyorum. Eğer büyük kapıdan girersen güneydeki revak boyunca yürü. Düştükten sonra beni getirdikleri poliklinik oradadır. Orada her hastayı önce asistan hekimler ve öğrenciler muayene eder. Yatması gerekmeyene reçetesini verirler. O da hastane eczanesinde ilacını yaptırır. Muayeneden sonra beni orada kaydettiler. Sonra başhekime götürdüler. . Daha sonra bir hademe beni erkekler kısmına taşıdı, hamama soktu, tam bir hastane elbisesi giydirdi. Sonra kütüphaneyi sağ tarafta bırakır ve başhekimin öğrencilere ders verdiği büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki koridor, kadınlar tarafına gider, onun için sağ tarafı tutmalısın. İç hastalıkları bölümü ile cerrahi kısmının önünden geçmelisin. Eğer bir yerden musiki ya da şarkı sesi duyarsan, içeriye bir bak. Belki de ben, iyileşmiş olanların toplantı salonundayımdır. Biz orada musiki ve kitaplarla oyalanırız. Başhekim bu sabah, asistan ve bakıcılarla viziteye çıktığında beni muayene etti, servis hekimine anlamadığım bir şeyler not ettirdi. O da sonradan bana, bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcu olabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi. Her odada akar su var, soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor. Hemen her gün midesi kaldıranlara kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Benim yatak komşum bir hafta kendini olduğundan fazla hasta gibi gösterdi. Sadece o yumuşak tavuk göğüs etlerinin birkaç gün daha tadını çıkarmak için...'

 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:51:21
İNANILMAZ ARTTIRMA

Pazartesi, 07 Mart 2005
Sultan IV. Murad Hân, kızını Melek Ahmed Paşa’yla evlendirir. Sultan hanım ve eşi Melek Ahmed Paşa; Boğaziçi’nde Kuzguncuk’ta otururlar. Her yıl tekrarladıkları bir âdetleri vardı. Konaklarındaki fazla eşyâyı, her Ramazan kendi kapu halkına haraç-mezad satmak!... Bu garip mezad’ın iştirakçileri de pek sevinirlerdi. Aldıkları eşyaya karşı vereceklerini, seve seve edâyâ çalışırlardı. Belli günde, münâdi mezadçı bağırır:-Bir altın sahan!... Haydi bir kapaklı, altın sahan..Yok mu tâlibi?-Kaça?...Kaça?...-Bir yetim okutmaya. Hadi bir yetim okutmak isteyen yok mu? İki yetim... Üç yetim... Arttırma başlar. En fazla tâlibine “Altın sahan” verilirdi. Münâdi, “Murassa” mücevherli bir kılıç gösterir. Gözler kamaşır. Böyle böyle yetimler okutulur, dullar korunur, garibler gözetilir; Yasînler, Hatimler indirilir... Dünya ve Âhıret seâdeti yaşanılırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:51:45
BANA BİR TÜFEK VERİN 

Salı, 08 Mart 2005

Mâlum Sultan Abdülhamid Han, hal'inden sonra Selânik'teki Alatini köşküne hapsedildi. Bir gün Alatini Köşkü muhafız kumandanı kolağası Rasim Celaleddîn Bey, sultan Abdülhamid Han'la konuşmak için izin isteyerek huzûruna gelip:

-'Zât-ı hümâyûnunuzu rahatsız ettim. beni mâzur görünüz dört düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor.' deyince Sultan hayretle:

-'Dört düvelle mi?.. Kim bunlar Rasim Bey? Hemen Allah ordu-yı hümayuna nusret, kuvvet versin, inşaallah zafer bizimdir?' diye sordu. asim Bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu:

“Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan'la hâkanım ve maalesef yenilmek üzereyiz.' Sultan:

“Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Rasim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!..Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..' diye sordu.

Rasim Bey:

-'Kiliseler kanunu çıkararak Meclis-i meb'ûsan ve ayan bu ihtilafı hal etti. Başımıza bu işlerin açılacağım kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere... Sizi Istanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emlr aldım' dedi. Buna çok üzülen Sultan Abdülhamid Han büyük bir öfke ile:
-'Rasim Bey! Rasim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek tarih ve ecdad bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu?.. Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selanik'i ben son nefesime kadar müdafaa edeceğim!' dedi. Fakat Sultan Reşad'ın selamı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olarak Padişah'ın iradesine boyun eğmek durumunda olan sultan Abdülhamid Han, İstanbul'a nakledilmeyi kabul etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Eylül 29 2008, 00:52:16
BÖYLE SORUYA BÖYLE CEVAP

Çarşamba, 09 Mart 2005

Avrupalıların 'Muhteşem Süleyman' lakabıyla andıkları Kânunî Sultan Süleyman Hân, 'Muhibbî' mahlası ile çok güzel şiirler yazmıştır. Şiirlerinden bir kısmı toplandı.Bir gün, saray bahçesindeki ağaçların karıncalar tarafından istilâ edildiğini görüp, karıncaların öldürülmesi hususunda, zamânın Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi'den fetvâ istedi. Suâli şiir şeklinde olup, şöyleydi:

Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca, / Zarar var mı karıncayı kırınca.

'Zenbilli Ali Efendi de, bu zarif suâle yine şiirle cevap verip, suâl kâğıdının altına şu beyti yazdı:
            'Yarın divânına Hakkın varınca, / Süleyman'dan alır hakkın karınca.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:27:17
BİR OSMAN EFENDİ�LİĞİ VAR Kİ...

Perşembe, 10 Mart 2005
Moralı Osman Efendi; vakur, şerefli ve haysiyetli bir zâttı. Fakat devrinin affetmez pâdişah müşâviri Hâlet Efendi’ye boyun eğmez, kavuk sallamazdı bir türlü... Hâlet Efendi buna çok kızar; onu İstanbul’da değil, taşra hizmetlerinde süründürmek, küçük düşürmek isterdi. Osman Efendi ise ne yapılsa vakarını bozmaz, ses çıkarmaz, ne iş verilse yapardı.Birgün Hâlet Efendi, İzzet Molla ile otururken Osman Efendi’nin geldiğini söylediler. Hâlet Efendi hemen sofaya kadar koşarak Osman Efendi’yi karşıladı. Giderken de merdiven başına kadar inip uğurladı. İzzet Molla şaşkın bir tavırla:— Bu adama etmediğiniz fenâlık kalmadı, şimdi bu kadar iltifâtınıza sebep nedir? diye sorunca, Hâlet Efendi’nin cevabı enteresandır:— Evet, ona çok fenâlık ettim... Elinden memuriyetini aldım, nüfûzunu kırdım. Fakat üzerinde bir Osman Efendi’lik var ki, işte onu alamıyor ve kendisini gördükçe böyle hürmet etmek zorunda kalıyorum.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:28:09
DİLSİZ DİLİ 

Cuma, 11 Mart 2005
Osmanlı sarayında bîzebân da denilen sağır-dilsiz görevliler bulunur, bunlar devlet işlerinin görüşülmesi esnasında hizmet eder, evrak getirip götürürlerdi. Sağır-dilsiz oldukları için devlet sırlarının işitilmesi ve yayılması tehlikesi ortadan kalkardı.Bunların anlaşmak için kendilerine mahsus işâretleri ve el hareketleri vardı ki, buna 'Dilsiz dili' denirdi. Bütün saray halkı bu dili öğrenmişti. Pâdişahın huzûrunda konuşmak ayıp sayıldığı için saraylılar bu dille anlaşırlar, hattâ başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. Dilsiz dili sarayda neredeyse moda olmuştu. Sağır-dilsiz görevliler Tanzimat'ın ilânından sonra kurulan meclislerde ve Heyet-i Vükelâ denilen bakanlar kurulunda da kullanıldı. Devlet adamları bunlarla anlaşabilmek için dillerini öğrenmek zorundaydılar. Bunlar son derece hassas ve zeki kimselerdi. Hâfızaları çok güçlüydü. Şâhit oldukları tarihî olayları en ince teferruâtına kadar anlatırlar, tarihî şahsiyetleri kendilerine mahsus hareketleriyle karikatürize edebilirlerdi. Sözgelişi, sağ ellerini parmakları açık tuğ gibi başlarına götürdüklerinde pâdişahı, ellerini yumup baş parmağı 'birinci' der gibi dimdik yukarı kaldırdıklarında da sadrâzamı kasdettikleri anlaşılırdı. Günümüzde de bâzı toplantılarda sağır-dilsiz görevliler hizmet etmektedir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:29:05
DOĞUM 

Cumartesi, 12 Mart 2005
Abdülhamid Han'ın uzun yıllar mâbeyn kâtipliğini yapmış Tahsin Paşa, hâtıralarında anlatıyor: -Bir akşamdı. Mabeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım.Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertipleyip huzura çıkmak üzereyken bir telgraf geldi. İstanbul'da Laleli postanesi memurlarından birinin Yıldız'a çektiği bu telgrafta, karısının o gece doğum yapacağı, doğumun çok zor olacağına dair doktorlar tarafından dikkat işareti verildiği, elinde hiçbir vasıta bulunmadığı ve Merhamet-i Şâhâneye sığındığını bildiriyordu. Bu telgrafa kıymet vermedim ve onu listeye almadım. Huzurda Padişah, âdeti icabı her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti: -Başka bir şey var mı? Telgrafı söyledim ve arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı arzettim. Emir verdi: -Hemen getiriniz. Getirdim... Dikkatle okudu ve derhal mütehassis bir tabip ve bir yaverle doğru Laleli'ye giderek doğumu kontrol altına almalarını, benim de kendilerine refakat etmemi ferman etti. Gittik ve işimizi bitirip sabaha karşı döndük. Bir de ne görelim?! Hünkâr, bahçe üzerindeki odasında, ışıkları açık, cama vurarak bizi çağırmıyor mu? Sabaha kadar uyumayıp bizi beklediğini anladık. Neticeyi sordu. Doğumun zor olduğunu, fakat müdahaleyle kadının kurtulduğunu, çocuğa 'Abdülhamid' isminin verildiğini, 'ihsan-ı Şahane'nin de aile reisine teslim edildiğini ve adamın ağlayarak ömür ve devletlerine dua ettiğini anlattım. Bizi ayakta dinledi, sadece rahatladığını gösteren bir 'oh' çekti ve sabah namazına durdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:29:57
FATİH VE PAPAZLAR

Pazar, 13 Mart 2005
Fatih, Rumeli Hisarı gibi, Bizans’ın boğazını sıkacak dev eseri, üçbuçuk ayda tamamladı. Başta kendisi olmak üzere bütün Vezirler sırtlarında taş taşıdı. Dürüstlükle, harcından çalınmadan yapılan eser, 550 senedir dimdik ayakta. 17 Ağustos’ta moloz yığını olan binaların mimar ve mühendisleri bundan ders almalıdır! Çeşitli yalanlarla suçladıkları fethin babası, din ayrımı gözetmeksizin Rum, Ermeni ve Yahudilere inanç ve icrai sanat hürriyetini tattıran insandır. 52 günlük bir muhasaradan sonra, Türk askerleri İstanbul surlarından, coşkun bir sel gibi akıyordu. Bizans halkı ise, ölüm korkusu ile Ayasofya’da toplanmışlar ve gaipten bir kurtarıcı bekliyorlardı. Zira yıllardır, Papazları onlara , “Türkler Ayasofya’ya kadar geldiklerinde, gökten bir melek inecek ve yanında getirdiği kılıcı, Bizanslı bir cengaverin eline verecek. Cengaver Türkleri bu kılıçla öldürecek” demişlerdi. Halk bu yalana kanmış ve savaşı bırakıp Ayasofya’da tir tir titreyerek, ağlaşarak “kurtarıcı meleği” bekliyorlardı. Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya’ya gelip, bunlara “korkmayınız size hiç zarar verilmeyecektir. Herkes inanç ve ticaretinde serbesttir” deyince, Bizanslılar Fatih’in ellerine sarılıp, ayaklarına kapandılar... Fatih bu insanlara, din büyüklerinin nerede olduğunu sordu... Onlar da Patrik Gennadios’un, bugünkü Zeyrek tarafında bir manastırda hapiste olduğunu bildirdi. Sultan emredip, Gennadios’u getirtti. Ve huzuruna çıkarılınca, “Bundan böyle Ortodoksların Patriki sensin. Bunların din işleriyle meşgul olacaksın” diyerek eline “Patriklik işareti” olan bir de “asa” verdi. Ona Vezirlere (bakan) eş bir makam ile, Hazineden yüksek maaş bağladı. Gennadios, birkaç papazın da Animas zindanlarında bulunduğunu arzetti. Bunun üzerine o papazlar da kurtarıldı.  Sultan Mehmet, yeni gelen bu iki papaza sordu: “Neden zindana atıldınız?” Papazlar da “İmparator Kostantin bize Bizans’ın istikbali hakkında sorular sordu. Biz “Bu ahlaksızlık ve adaletsizlik devam ederse, çok sürmez Türkler burayı alır” dedik. İmparator bizlere pek kızdı. Süresiz olarak zindana attırdı. Senelerdir hapisteyiz” dedi. Fatih, papazlara “Peki benim İstanbul’u aldığımı biliyorsunuz. Bu İstanbul Türklerin elinde ne kadar kalır?” diye sordu. Papazlar Fatih’e “Efendim sizin idare tarzınızı ve adaletinizi tanımıyoruz. Şimdi bir karar verirsek yanlış olur. Bize izin verin bir müddet insanlarınızı ve idarenizi, memleketi gezip görelim size arz ederiz” dediler.  İzin verildi. Papazlar ülkeyi gezmeye çıktılar. Yolları Bursa’ya düştü. Orada bir mahkemeye vardılar. “Türklerin adalet dağıtımı nasıl?” diye merak ediyorlardı. Mahkeme kapalı idi. Kapıda bir köylü, hakimi bekliyordu. Hakim gelmedi. Böylece üç gün, köylü mahkemeye gelip eli boş döndü. Dördüncü gün hakim (Kadı) gelmişti. Köylü davasını hakime anlattı: Komşum filan kimse, haksız yere öküzümü öldürdü. Ödemesini istiyorum deyince, hakim köylüye “Evladım benim hastam vardı. Üç gündür izinli idim. Bugün izinim bitti. Ancak sen üç gün önce öküzünün parasını almalıydın. Bu benim suçum. Öküzünün parasını benim ödemem lazım” diyerek köylünün parasını ödedi. Papazlar şaşırıp kaldılar. Yeter göreceğimizi gördük diyerek İstanbul’a geri döndüler. Fatih’e rapor verdiler: “Türkler, bugünkü gibi adil ve müşfik davranırsa, İstanbul kıyamete kadar elinizden çıkmaz. Adaleti bıraktığınızda, sizin de elinizden çıkar” dediler. Fatih vezirine dönüp “Lala, görüyorsun! Bu söz haklı. Ferman edelim ki hiçbir devlet adamı halka zulmetmeye!” dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:31:13
İLK DENİZALTI

Pazartesi, 14 Mart 2005
1719 yılında Sultan III. Ahmed Hân, şehzâdeleriyle İstanbul'dan 5000 fakir çocuğu sünnet ettirmişti. Bu vesileyle İstanbul'da onbeş gün onbeş gece şenlikler yapılmış, halkın yüzü gülmüştü. Bu şenliklerde bütün halka yemekler verilmiş, herkese hediyeler dağıtılmıştı. Osmanlı tarihindeki sünnet düğünlerinin en muhteşemi olarak bilinen bu düğünde sanatkârlar ve esnaf da olanca hünerlerini göstermişti. Bu gösterilerden biri vardı ki anlatmaya değer:  Düğünün son günlerinden bir gün Pâdişah Aynalıkavak Kasrı'ndaydı. Herkes kayıklarla Haliç'e dökülmüştü. Denizin yüzü kayıklarla örtülmüştü. Kürekleri kımıldatmanın imkânı yoktu. Gemilerin üzeri de mahşer gibiydi. Bu gösteride, Mimarbaşı İbrâhim Ağa'nın yaptığı gemi büyüklüğündeki bir timsah modeli, üst çenesini açıp kapayarak yarım saat kadar deniz yüzünde dolaştıktan sonra denize daldı. Zevkle seyredilen bu gösteri çok da takdir toplamıştı. Fakat o da ne? Bir saat sonra battığı yerden tekrar deniz yüzüne çıkınca, takdirler bu sefer hayrete dönüştü. Timsah ağzını açıp durdu, ağzından rengârek kıyâfetli beş tane çocuk çıkıp oynamaya başladı. Mimarbaşının bu timsahı dünyanın bundan üç asır kadar önce tecrübe edilmiş ilk denizaltı gemisi sayılmaktadır
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:32:28
BİR BAYRAM GÜNÜ 

Salı, 15 Mart 2005

Ayşe Osmanoğlu, babası Sultan Abdülhamid Hân dönemini anlatıyor:

'31 Mart 1901 Kurban Bayramında Dolmabahçe Sarayı'na gitmiştik. Bayramlaşmayı seyretmek için locaya yerleşmiş, seyre dalmıştık. Aniden şiddetli bir yer sarsıntısı başladı. Saray yıkılıyor zannıyle korkup titremeye başladım. Hepimiz yerlerimize mıhlanmış gibi kalıp, 'Allah! Allah!' diye bağırmaya başladık. Bu sırada, ortadaki büyük âvizenin orta kısmı şiddetli bir gürültü ile yere düştü.  Gürültünün şiddetinden birbirimize sarılıyor, aramızda bayılanlar oluyordu. Bu sırada aşağıdan, Müezzin Abdullah'ın gür ve tesirli sesiyle okumaya başladığı ezân, kulaklarımıza aksetti. Cenâb-ı Hakka duâ edip sığındık. O zaman 'Aman, Efendimize bir şey oldu mu?' diye pencerelere koştuk. Salon karmakarışık olmuştu. Hiç kimse yerinde yoktu. Babam, yalnız başına, tahtının önünde kılıcına dayanmış, ayakta duruyor, Ezân-ı Muhammedî'yi dinliyordu. Yavaş yavaş herkese sükûnet geldi. Babam metânetle tahtına oturdu.   Muâyede (yâni, bayramlaşma) başlasın!' emrini verdi. Âvizenin düşen parçasının 700 kilo olduğunu söylediler. Allaha şükür, bundan başka zâyiat olmadığı gibi, kimsenin burnu bile kanamadı...'
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:33:16
KAYIP SAAT

Çarşamba, 16 Mart 2005
Osmanlı Devleti zamanında Bursa'da yaşlı bir hanımın saati kaybolmuştu. Kadıncağız ertesi gün,  doğru vilâyet konağına koştu. Vâli Ahmed Vefik Paşa'nın huzûruna çıktı. 'Vâli paşam, dedi. Benim baba yâdigârı bir saatim kayboldu. İşittim ki sizin sihirli bir gözlüğünüz varmış, onu gözünüze takınca bütün  kayıp şeyleri görüp bulurmuşsunuz. Ne olur benim saatimi de bulun!' dedi.Vefik Paşa, hükûmete ve hükûmet adamına karşı duyulan bu saf ve temiz inancı sarsmak istemedi. Kadıncağıza saati iyice târif ettirdi. Sonra:'Peki hanım teyze. Sen şimdi git, yarın gel. Ben inşaallah bu gece saatini bulurum.' dedi. Sonra çarşıya bir adam gönderip târif edilene en yakın bir saat satın aldırdı. Ertesi gün gelen yaşlı kadına bunu teslim ederken:'Al saatini teyze. Yalnız saatine mukayyet ol. Bir daha kaybedersen bizim gözlük de artık işe yaramaz!' yollu tenbihte bulunmayı da ihmal etmedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:33:51
KARA MEHMET PAŞA 

Perşembe, 17 Mart 2005
Mehmet Paşa, Ulukışlalı bir Türkmendir. Asıl lâkabı “Oğuz” olmasına rağmen, İslâm harf lerindeki Kef ve Kaf harflerinin karıştırılmasından dolayı, hasımları onu “Öküz” diye anarlar. Babası Kumkapı semtinde öküz nalbantlığı yaptığı için, kendisini aşağılamak maksadı ile de kullanırlar bu sıfatı. Politikanın cilvesi işte. Ama tarihler, Mehmet Paşa’dan “Edib-i vakûr, vezir-i sahip-şuur” olarak bahsederler.Mısır Vâliliği, Osmanlı Devleti’nin ilk sırada yer alan gelir ve vergi kaynağıdır. O yüzden, hemen herkes, kısa zamanda zengin olabilmek için Mısır’a tayinlerini isterler. Kara Mehmet Paşa, bu göreve 27 yaşında iken tayin edilir. Sultan I. Ahmet Hân, yakışıklı ve namuslu genç vâliye, 17 yaşındaki kızı Gevher Sultan’ı verir. Hanımı yanında olduğu hâlde yola çıkar. Paşa, Mısır’da makamına oturur oturmaz, tebrikler başlar. Huzura önce vergi tahsildarları girerler. El öper ve yanyana sıralanırlar. Kapıdan çıkacakları vakit, birlikte getirdikleri sandığı bırakırlar. Paşa, onlar kapıdan çıkarken müdâhale eder:- Fazla heyecandan olacak herhâlde, şu sandığı unuttunuz.Kendisine âit olduğunu söylediklerinde, paşa anlar ki, daha ilk gün, bir ayak bastı hediye si getirmişlerdir. Hemen sorar:- Ne var bu sandıkta?- Dörtyüz kese altın Paşa hazretleri.Vâlinin suratı asılır. Devam ederler:- Canımız size kurban Paşam. Bir o kadarını da Sultan hanıma gönderdik.Mesele anlaşılır. Mısır’ın zengin hazinesini toplayanlar, halkı bundan sonra da istedikleri gibi soyacaklardır.Paşa, salonu titreten sesiyle bağırır:- Bre reziller! Bre Allahtan korkmazlar! Bre vicdansızlar! Sizde hiç mi ahlâk kalmadı? Defolun! Hepinizi görevden aldım!Sonra beraberinde getirdiği Divan’dan Hasan Çavuş’u çağırır ve emreder:- Bu altınları hazineye irad kaydedin ve İstanbul’a gönderin! Bu rezilleri de sürün! Bir daha Mısır’da görünmesinler
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:34:54
TEMİZLİK

Cuma, 18 Mart 2005
Kanûnî Sultan Süleyman zamanında İstanbul'a gelen bir Alman râhibi, 1560 tarihinde yazdığı bir eserde şöyle demektedir:(İstanbul'daki temizliğe hayran oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binalar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler.) Bugün ise, müslüman diyarları denilen yerlerde seyahat eden yabancılar, neşrettikleri kitaplarda, (Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman, evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rastlanılır. İnsan böyle bir doğu memleketinden geçerken iğreniyor ve müslümanların iddia ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor.) demektedirler.Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabâhat, İslâm dininde değil, İslâm dininin esasının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakirlik, pis olmak için bir mazeret teşkil etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslüman, dinini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, müslüman memleketleri ziyâret ettiklerinde, tıpkı orta çağda olduğu gibi, müslümanların temizliğine hayran kalırlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:39:18
HER KİM BU TAŞI KALDIRIRSA

Cumartesi, 19 Mart 2005
Osmanlı Devleti zamanında, İstanbul Okmeydanı, birçok ünlü atıcılar görmüştür. Bunların en namlılarından biri de Tozkoparan İskender'dir. O sıra İran'dan Bahtiyar adını taşıyan bir pehlivan gelip, hükümdarın yanında sert yaylar çekmiş, birçok aynalar (metal levha) vurmuş ve büyük hünerler göstermiş. Hükümdar; "Bizde buna gâlip olan kimse yok mudur?" deyince,"Pâdişahım bir nice gün izin verin tedârik olunur." demişler. Atıcıların ileri gelenleri bir yere toplanıp görüşmüşler ve şu tedâriki görmüşler: Birkaç kantar ağırlığındaki bir top taşına demirden bir halka yapıp Bab-ı Hümayun'dan içerideki meydana koymuşlar ve; "Her kim bu taşı kaldırırsa, çok büyük ihsan vardır!" diye etrafa haber yaymışlar. Bileğine güvenen herkes o demir halkaya yapışıp ancak yerden iki parmak kadar kaldırabilmiş. Ziyade kaldırabilen ancak bir karışı bulabilirmiş. Tozkoparan İskender ise o devirde Acemi Oğlanlardan Bakraç Oğlanı imiş. Günün birinde oradan geçerken, birçok adamın toplanarak taşın yanında durduklarını ve kaldırmaya çalıştıklarını görmüş. Hemen bakraçlarını yere koyup, taşın halkasına yapışmış ve 3 defa göğsü üzerine kadar çıkarıp yere vurmuş. Bunun üzerine pâdişah Tozkoparan'a 1000 altın ihsan ederek; "Göreyim seni!" der. Tozkoparan, Okmeydanı Tekkesi' ne götürülür. Kendisini yetiştirmek için hocalar tâyin edilir. Böylece Tozkoparan İskender, 6 ay çalışır. Muhkem idman yapar. Geceleri sol kolu ve kalbi üzerine yatmasın diye sabaha kadar iki adam Tozkoparan'ın başında bekler. İşte böyle sıkı bir hazırlanmadan ve çalışmadan sonra Tozkoparan'ı pâdişahın huzuruna çıkarırlar. Yabancı pehlivanı da çağırırlar. Tozkoparan, İran'dan gelen pehlivanın çektiği yayların üstüne kuvvetli bir yay daha koyduktan sonra bunları kolayca çeker ve Bahtiyar'ın deldiği aynaların üzerine bir ayna daha koydurarak onu da kolayca deler. Böylece sultanı ziyadesiyle memnun eder.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:40:23
MÜCEVHERLİ MİNARE

Pazar, 20 Mart 2005
Kanuni Sultan Süleyman tahta geçip adına bir cami yaptırmaya karar verdiğinde bu caminin şimdiye kadar yapılanların en muhteşemi olmasını istedi. Düşüncesini Mimarbaşı Sinan'a açtı. Sinan: 'Buyruğunuz başım üstünedir. Yalnız önce şehri gezmek isterim. Bana bir hafta izin verin padişahım dedi.' Padişah yarı kızgınlıkla 'Sen İstanbul'u bilmez misin Sinan?' dedi. 'İşe başlamak için neden beklersin?' 'İşe şu anda başlamış bulunuyorum Sultanım. Bir hafta boyunca şehri dolaşarak caminizin yerini tespit edeceğim...'Mimarbaşı bunu dedikten sonra padişahın yanından ayrıldı. Ertesi sabah şehri bir baştan bir başa dolaşmaya başladı. Cami, Ayasofya'nın bulunduğu tepe gibi bir tepeye yapılmalıydı. Süleymaniye ilk bakışta göze çarpmalıydı. Bir sabah, dolaşırken yolu Beyazıt'a düştü. Hava ılıktı. Ağaçların altından Eski Saray dedikleri bu günkü üniversite binasının bulunduğu alana yürüdü. Alanın sonuna gelince şaşkınlıkla durdu. Aradığı tepenin ta kendisiydi burası. Marmara Denizi de, Haliç de tabak gibi görünüyordu buradan. İstanbul'a tam tepeden bakılabiliyordu. Mimarbaşı, sevinçle sakalını sıvazlayarak konağına döndü. Odasına kapandı. Planı hazırladı. Caminin yeri hazırdı. Plan tamamlanınca padişaha sunuldu. Padişah seçilen yeri de planı da çok beğendi. Mimarbaşına artık hiç vakit geçirmemesini söyledi. Sinan önce baş eğerek buyruğu yerine getireceğini belirtti. Sonra ak sakallı başını kaldırarak 'Sultanım,' dedi. 'Üzülerek şunu belirtmek isterim. Sizden yine bir süre izin istemek zorundayım.' 'Bu kaçıncı izin böyle mimarbaşı? Bu kez derdin ne ola?' 'Caminin taşları Sultanım. Taş ocaklarını gezip gerekli olan taşı ve öteki aletleri seçmeliyim.' 'Pekala, bildiğin gibi yap. Yalnız çok uzamasın.' Mimar Sinan, herşeyi önceden hesaplamıştı. Hesapladığı gibi de yaptı. Temelden başlayarak camiye koyacağı her taşı bir bir seçti. Temel için bir çok taş ocağından taşlar getirtti. Ortadaki büyük, geniş ve yüksek kubbeye destek olacak dört büyük sütun gerekiyordu. Mimar Sinan, bunlardan ikisini İstanbul'da arayıp buldu. biri Fatih'te Kıztaşı adı verilen Bizanslılardan kalma bir dikili taştı. Sütun oradan söktürüldü. İri mandalarla yapım yerine çektirildi. İkincisi, yine Bizanslılardan kalma, Topkapı Sarayı dolaylarında bulunan bir başka dev sütundu. O da oradan kaldırılıp yapım yerine çektirildi. Öteki iki sütundan birinin İskenderiye'den, ikincisinin Balbek kalıntılarından getirtilmesi için haber salındı. Böylece temele konulacak dört ana sütun tamamlanmış oluyordu. Geri kalan sütunlardan kimileri Sultan Ahmet'teki Bizanslılardan kalma koşu yerinden (hipodrom) söktürüldü. Kullanılacak olan ak mermerlerin tamamı Marmara Adası'na ısmarlandı. Yeşil mermerler de Arabistan'dan getirildi. Bu sırada ülkenin dört bir yanından ırgatların en güçlüleri, taş ustalarının en hünerlileri, duvarcıların en ünlüleri aranıp bulundu. Hızlı bir çalışma başladı. Haliç'e bakan bu çıplak tepe, bir anda arı kovanına dönmüştü. Önce temel kazılmaya başlandı. Kazmacılar durup dinlenmek bilmiyordu. Gece gündüz demeden çalışıyorlardı. Temel kazma işi bitecek gibi görünmüyordu. Ne kadar kazılsa yeterli bulmuyordu Sinan. 'Daha derine, daha derine!' diyordu. Temeller, iyice derine indikten sonra kazma işi durduruldu. Bu kez, duvarcılar işe girişti. Temeli, kesme taşlarla örmeye başladılar. Bu iş bitince Mimar Sinan işi durdurdu. Birçok ustayla işçiyi paralarını ödeyip memleketlerine gönderdi. Zaten kış gelmişti. İşin birdenbire durdurulması herkesi şaşırtmıştı. Daha yerin üstünde yükselmiş ne bir tek duvar, ne de dikili bir mermer sütun vardı. Gelen bütün taşla, karılan harçlar, hepsi temele harcanmıştı. Toprağın üstü bomboştu daha. Yapıma hiç başlanmamıştı sanki. Tepe bir yıl önceki gibi çıplaktı. Yapımın durması hem ülke içinde, hem de ülke dışında türlü dedikodulara yol açtı. Sinan'ı çekemeyen bazı kimseler, mimarbaşının tembellik ve beceriksizliğinden bahsediyorlar, işi gevşek tuttuğunu, artık çok yaşlanıp bunamış olduğunu söylüyorlardı. Akıllı bir padişah olan Kanuni, yapının temelin yerleşmesi için bir süre özellikle durdurulduğunu biliyordu. Mimarbaşına güveniyordu o. Nitekim, kışın bitiminde memleketlerine giden taş ustaları, duvarcılar, ırgatlar İstanbul'a dönmeye başladılar. Öte yandan Mısır içlerinden Nil yolu ile İskenderiye'ye getirilen sütun, Balbek'ten gönderilen dev sütunla beraber, İskenderiye'de saldan gemilere bindirildi. İstanbul'a yollandı. Unkapanı'ında kıyıya çıkarılan sütunlar, oradan Vefa yolu ile yokuş yukarı çekilerek caminin yapım yerine getirildi. Yapıma yeniden başlanmıştı. Yapımın bir süre durdurulması, İran Şahı Tahmasb Han'a caminin yapımından vazgeçildiği biçiminde yansıtıldı. Şah, oturduğu yerde, yapımın durmasını Kanuni'nin paralarının tükenmesine yordu. Hemen çok değerli mallarla değerli taşlardan oluşan bir sandık mücevher hazırlattı. Bunları bir elçinin eşliğinde İstanbul'a armağan olarak gönderdi. Padişaha bir de mektup yazdı. Mektubunda şöyle diyordu: 'Duyduk ki camiyi tamamlamaya gücünüz yetmeyip vazgeçmişsiniz. Size dostluğumuza dayanarak bunca mal, para ve mücevher gönderdik.Bunlarla caminin tamamlanmasına çalışın. Böylece, bizim de hayratınızda katkımız olsun. 'Kanuni, mektuba da, armağanlara da çok kızdı. Tahmasb'ın davranışını saygısızca bulmuştu. Gönderilen malları elçinin ayakları dibine döktürdü. Mimarbaşını çağırtarak değerli taşlarla dolu mücevher sandığını ona verdi. Elçiye dönerek şunları söyledi: 'Senin şahının ne böyle bir cami yaptıracak gücü, ne de böyle bir camiyi yapacak mimarı vardır. Ben her ikisine de sahibim. Şahına söyle, onun değerli taşları, benim camimin taşları yanında bir hiçtir.' Kanuni, elçiye bunları söyledikten sonra Mimarbaşı Sinan'a döndü: 'Sana verdiğim bu mücevherleri tez yapım alanına götür. Hepsini öteki taşların arasına katıp caminin yapımında kullan.' Elçi, duydukları karşısında şaşkına döndü. Aklı başından gidecek gibi oldu. El etek öpüp padişahın yanından ayrıldı. Mimar Sinan da mücevher dolu sandığı yapım alanına taşıttı. Ertesi gün, elçi yapım alanına geldi. İşçiler her yanda harıl harıl çalışıyordu. Mimarbaşı da ordaydı. Elçinin yapıyı gezmeye geldiğini görünce, mücevher sandığını ortaya getirtti. Kapağını açıp iki avuç mücevher aldı. Büyük bir taş havana koydu. Havanın başında ellerinde tokmakla bekleyen işçilere işaret etti. İşçiler ağır tokmaklarla taş havanın içindeki değerli taşları un ufak ettiler. Mimar Sinan, elçinin hayretten açılmış gözlerinin içine baka baka havandaki mücevher parçacıklarını bir avuç kum gibi, işçilerin kardığı harcın içine kattı. Bunu gören elçi orada daha fazla duramadı. Aynı gün memleketine dönmek için yola çıktı. Derler ki, Sinan, gelen mücevherlerden bazılarını minarelerden birinin taşları arasına süs olarak yerleştirdi. Bu yüzden o minare güneşte parıl parıl yanmaya başladı. Onun için de Mücevherli minare adını aldı. Yazık ki, Mücevherli Minare'nin parıltısı uzun sürmedi. Güneş, yağmur, kar bu süs taşlarının parıltısını köreltti. Mücevherli Minare parıldamaz oldu. Ama yüzlerce usta elin yonttuğu, bir o kadar işçinin sırtında taşıdığı, sonra da üst üste dizdiği ak taşlarla kara taşlardan oluşan aynı minare, kara, yağmura, fırtınaya, depremlere bana mısın demeden dimdik ayakta kaldı. Sağlamlığı ile güzelliğini günümüze kadar korudu. Mücevherin aldatıcı parıldıtı yerine, sağlamlık güzelliğin simgesi oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:42:35
NEDENDİR BU?

Pazartesi, 21 Mart 2005

Yavuz Sultan Selim Han mübârek, bir gün nasıl olduysa gönül ehli olan Şâir Hikmet'i yanlışlıkla üzüp, yanından uzaklaştırmış. Şâir Hikmet de, diyâr diyâr dolaşıp yerleşecek yer aradıktan sonra, nihâyet Van Müftüsü'nün yanında kâtip olarak çalışmaya başlamış. Aradan zaman geçtikten sonra, Sultan Selim Han şâiri tekrar bulmak istemiş. Fakat ara ki bulasın... Şâir sanki yer yarılmış da içine girmiş. Düşünmüş, taşınmış ve aklına bir fikir gelmiş. Demiş ki, 'Ben bir mısrâ yazayım ve bir yarışma düzenlensin. Benim mısrâmı beyte tamamlayan en güzel mısrâyı yazana mükâfât vereceğimi îlân edeyim. Şüphesiz ki Şâir Hikmet de dayanamayıp, katılacaktır. O vakit, onu üslûbundan tanırım.' Ardından şu mısrâyı yazmış:

'Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?'

Hemen münâdîler çıkartılmış ve Devlet-i Âl-i Osmân'ın her köşesinde Sultan'ın başlattığı yarışma îlân edilmiş. Tabiî katılan çok olmuş. Her eli kalem tutan, Sultan'ın mısrâsına bir mısrâ katıp, saraya göndermiş. Fakat pâdişah hiçbirisini kabul etmiyormuş. Her gelene 'Hayır' diyormuş, 'aradığım bu değil.'Van Müftüsü bu hâli işitince, 'Şansımı bir de ben deneyeyim, nasipse olur' deyip, koyulmuş bir mısrâ yazmaya. Kendince bir şeyler yazdıktan sonra, bir de kâtibine göstermiş, 'Nasıl olmuş?' diye. Şâir Hikmet de, 'Şurası şöyle olsa nasıl olur?', 'Şurasını da şöyle değiştirseniz güzel olmaz mı?' derken ortaya aşağıdaki mısrâ çıkmış:

'Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.'

Pâdişah Van Müftüsü'nden gelen beyti okuyunca birden durmuş. 'Tamam' demiş, 'işte aradığımı buldum. Hemen haber salın bu mısrânın şâirine, saraya gelsin.' Müftü büyük bir heyecanla gelmiş saraya. Pâdişahla bizzat görüşmek üzere huzûra alınmış. Pâdişah aradığını bulmuş olmanın rahatlığıyla sormuş : 'Bak a müftü efendi. Bu mısrâ ile mükâfâtı hakettin. Lâkin... lâkin eğer ben üslûptan şu kadar anlıyorsam, bu mısrâın şâiri sen değilsin.' Müftü efendi hiç uzun etmemiş. 'Doğrudur hünkârım' demiş.  'Kimdir o halde?' Söylemiş müftü, 'Kâtibimdir' demiş. 'İsmi nedir kâtibinin?' 'Hikmet...' 'Doğru, Hikmet'dir. Elhamdülillâh, çağırın öyleyse gelsin.' Çağırmışlar tabiî. Târihin kahramanlıkları ile yâd ettiği Yavuz'u şiirden, edebiyattan da böylesi anlarmış işte...Bize de aşağıdaki beyit, yâdigâr kalmış:

'Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?       

Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.'
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:44:31
KANLI ZARF 

Salı, 22 Mart 2005
27 Mart 1916 tarihinde, Irak Cephesi Felâhiye Muhârebesi'nde boğazından ağır yaralanan 18. Kolordu, 51. Tümen, 9. Alay emir subayı İstanbullu üsteğmen Muzaffer, hayatının son dakikalarına geldiğini görünce, sükûnetle son görevini yapmaya başlamış ve konuşamadığından cebinden çıkardığı bir mektup zarfının üzerine, kurşun kalemle önce: Kıble ne yöndedir?" diye yazıp o tarafa dönerek, kalbindeki şehâdeti dille söyleyeme diğinden, kana boyanan zarfın ortasına, okunaklı bir şekilde kelime-i şehâdet-i yazdıktan sonra, zarfın üç yerine; "Bölük cihada devam etsin! Benim kanım da yerde kalmasın!" cümlesini yazmış, ikisini imzalayıp üçüncüyü imzalayamadan son nefesini vermiştir.
Muzaffer efendinin bu yüce davranışı, yâni bir Türk subayının hareketi olan o kanlı zarf, Askeri Müze'ye gönderilerek, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere cevher değerinde bir miras olmuştur. 6. Ordu Komutanı Halil (11 Temmuz 1916)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:46:03
At binenin, kılıç kuşananın Şah'ım!

Çarşamba, 23 Mart 2005
Osmanlı Devleti'nde, yabancı devletlere gönderilecek elçilere çok dikkat edilirdi. Devlet-i Aliyye'nin itibarını gözetecek Serdengeçtiler aranırdı. 1736'da İran Şahı Tahmasb'a da bir elçi göndermek icabetti. İmrahor Mustafa Paşa münasip görüldü. Şah tarafından kabul edilen Mustafa Paşa, görevini yerine getirdi. Sonra, âdeti olduğu için Şah biraz eğlenmek, biraz da denemek kastıyle dedi ki: -İmrahor Paşa!.. Benim bir derdim var. Acaba sen halledebilir misin?-Hayırdır İnşâallah.-Bir atım var. Fakat, çok haşarı. Üstüne bineni yere fırlatır. Şuna bin de fikrini söyle!Mustafa Paşa, sükût etti. Biraz sonra iki seyis, iki tarafından yakalamış atı getirdiler. Önüne geleni kapar, ardında kalanı teper bir hayvandı. Şah sinsi sinsi güler, at yerleri eşeler, seyisler korkuyla bekleşirlerdi. Bütün İran devlet büyükleri meraktaydı. Mustafa Paşa, gayret kemerini kuşanıp, seyislere işaret etti. Azgın hayvanı, apıl apıl getirdiler. Bir adım kala: “Bismillah..." deyip üstüne sıçradı. Sonra da seyislere: "Bırakın!" diye bağırdı. Beygir bütün marifetlerini gösterdi. Sıçradı, çifte attı, şâha kalktı. Fakat, İmrahor Paşa'yı sırtından atamadı. Sonunda kuzu gibi uslanıverdi. Osmanlı elçisi, İran Şâhı'nın önüne geldi. Attan aşağı sıçradı. Gemleri uzatırken dedi ki:"At binenin, kılıç kuşananın Şah'ım!"
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:47:02
VİYANA MUHÂSARASI VE MURAD GİRAY HÂN�IN İHÂNETİ 

Perşembe, 24 Mart 2005
Yıl 1683, Eylül başları... Ordu-yi Hümâyun Viyana önlerinde... Hücum emri verilse, şehir belki 24 saatte düşecek. Ancak Serdâr-ı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gereksiz yere zâyiat vermemek için, şehrin kendiliğinden teslim olmasını beklemeyi tercih ediyor. Bu arada Avrupa’nın her tarafından Viyana’yı kurtarmak için Alman ordusuna katılmak üzere çeşitli büyüklükte ordular yola çıkarılmıştır. Polonya Kralı III. Jan Sobiesky de 40 bini süvari olmak üzere yüz otuz beş bin askerle yoldadır ve Alman ordusuyla birleşmek üzeredir. Ne var ki, ordusunun gücünden son derece emin olan ve müttefikleri âdeta küçümseyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Tuna üzerindeki İskender köprüsünü korumakla vazifelendirdiği Kırım Hân’ı Murad Giray’ın, kendisine karşı derin bir kin beslediğinden habersizdir. Murad Giray, kendince Merzifonlu’ya ders vermek için müttefik ordusunun köprüden geçmesine seyirci kalır ve ihânetini iki ordu Kahlenberg’de korkunç bir meydan savaşına tutuştuktan sonra da devam ettirir. Aslında kıymetli bir vezir olan ve sağ kanada kumanda eden Uzun İbrahim Paşa ise, henüz bozgun başlamadığı halde sebepsiz yere geri çekilince, müttefik ordusu merkeze yüklenerek Ordu-yi Hümâyun’u ric‘ate mecbur eder. (12 Eylül 1683) Viyana paçayı kurtarmıştır.Ordu-yi Hümâyun’un ric‘at ederken harp meydanında bırakmak zorunda kaldığı ağırlıklar, müttefikler arasında paylaşılır. Polonya Kralı Sobiesky, Fransız asıllı eşine yazdığı mektupta, Mustafa Paşa’nın otağındaki göz kamaştırıcı zevk ve inceliği büyük bir hayranlıkla anlatmıştır.Ganîmetten Sobiesky’nin payına düşenler Polonya’ya götürülür: Muhteşem çadırlar, halı ve kumaşlar, değerli taşlarla süslenmiş kılıç, kalkan, miğfer, zırh gibi savaş âletleri, kaftanlar, koşum takımları, altın ve gümüş eşya ve muhtelif yazma eserlerden meydana gelen benzersiz bir hazîne... Velhâsıl, Ordu-yi Hümâyun’un Viyana seferi ric‘atle neticelenmiş ve bu muhteşem zenginlikleri de Viyana önlerinde bırakmak zorunda kalmıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:48:20
ENİ KANUNA ŞİKAYET EDERİZ

Cuma, 25 Mart 2005
Kul hakkına özen gösteren Sultan Süleyman, bu konuya duyduğu titizlik nedeniyle 'Kanuni' lakabını almıştır. Budin Seferinden dönen ordu, yolların darlığı sebebiyle tarlalardan geçmek zorunda kalmıştı. Bu sırada bir köylü, elindekini padişahın atının geçtiği yere fırlatınca at ürkmüş, köylü de yakalanarak padişahın huzuruna getirilmişti. Sultan Süleyman köylüye:
            -Derdin nedir de böyle yaptın? diye sorunca, köylü: -Biz fakir köylüleriz. Askerlerinizden bazıları, bizim yeni ektiğimiz tarlalardan geçtiler. Ya bu zararı ödersiniz, ya da sizi şikayet ederim. demiş. Bunun üzerine Kanuni köylüye: -Peki bizi kime şikayet edeceksiniz? diye sormuş. Köylü: -Siz Kanuni değil misiniz? Sizi kanuna şikayet ederiz. deyince Sultan Süleyman çok memnun olmuş ve hemen köylülerin zararlarını hesaplattırıp zararı ödemiş.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ekim 17 2008, 23:51:43
ULTAN ABDÜLAZİZ İNİTHAR MI ETTİ, ŞEHİD Mİ EDİLDİ?

Cumartesi, 26 Mart 2005
30.5.1876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir. Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitâben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır. Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V. Murad için yapılan dairelere getirilmiştir. Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir. Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir. 4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefât ettiği öğrenilmiştir. Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, “Sultân Abdülaziz’in sabahleyin vâlidesini ve câriyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığını” söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir. Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur.Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir. Zira; Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur. İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alel-acele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni Paşa, muâyene taleplerini şiddetle reddetmiştir. Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani vâlide sultân ve câriyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Vâlide Sultân’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır. Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V. Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir. Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir. Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinâyet olduğu yönündedir.Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayr-i meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:11:09
SULTAN ABDÜLHAMİD�İN HAL�İ 

Pazar, 27 Mart 2005
Sultan Abdülhanid Han’ı hal’ için saraya gelen Hâl heyeti karşısında sultanın vakur ve soğukkanlı tutumunu hadisenin canlı şahidi kızı Ayşe Sultandan dinleyelim: 'Cevat Bey içeri girerek Millî Meclis'ten heyet geldiğini haber verdi. Babam 'Buyursunlar' dedi. Başkâtip önde olarak gelen heyet içeri girdi. Dört kişi idiler. Babamın karşısına sıra ile durup kısa birer selâm verdiler. Babam mukabele etti. Gelenler Arnavut Esat Toptanî, Laz Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi ve Yahudi Karaso Efendi idi. Başta duran Esat Toptanî yekten, -Millet seni azletti, dedi. Babam metin ve gür bir sesle, -Zannedersem hâl'etti demek istiyorsunuz. Pek âlâ!. Buna gösterilen sebep nedir, diye cevap verdi. O zaman ikinci askerî şahıs ki bunun da Arif Hikmet Paşa olduğunu sonradan öğrendik, fetva suretini okumaya başladı. Fetva şöyle başlıyordu: -'İmam-Müslimin olan Zeyd bazı mesail-i mühimme-i şer'iyyeyi Kütüb-i şeriyyeden tayy ü ihraç ve kütüb-i mezkûreyi men ü hark ü ihrak...'Bu 'Kütüb-i şerr'iyeyi hark ü ihrak' yani şerî kitapları yırtıp yakma sözleri geçince babam yüksek sesle,-Ben hangi kütüb-i şeri'yyeyi yakmışım Hasbinallah derim, dedi ve fetvayı sonuna kadar dinledi. Fetvanın okunması bitince: -Bu kararı hangi makam verdi, diye Arif Hikmet Paşa'ya sordu. Arif Hikmet: -Meclis-i Millî, diye cevap verdi.Bunun üzerine babam:-Ya... öyle mi, dedikten sonra şu sözleri söyledi:-Otuzüç sene millet ve devletim için, memleketimin selâmeti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek te Resulullahtır. Bu memleketi nasıl buldumsa öyle teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetlerime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak oldular.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:11:50
SULTANIM ÖZÜR DİLERİZ 

Pazartesi, 28 Mart 2005
İhtiyar Sultan Abdülhamid Han, mushaf-ı şerifi üç kere öptü başına koydu ve kendi elleri ile yaptığı zarif dolaba bıraktı. Sonra edeple eğilip seccadesini topladı. Cebinden kehribar tesbihini çıkardı, sedire ilişip cama yaklaştı. Beylerbeyi Sarayı’nın arka tarafına bakan bu kuytu odanın seyre değer bir manzarası olduğu söylenemezdi. Hem gecenin bu vakti ne görülebilirdi ki? Ama o beş yıldır bakmakta olduğu avluya aşinaydı. Çiçekler bakımsız, çınarların dalları çıplak ve ıslak olmalıydı. Oynaşan gölgeler onu hatıralara çağırdı. Evet, şaşırtacak kadar hareketli geçen saltanat yıllarından sonra, bitmek bilmeyen sürgün hayatı başlamıştı. Tahttan indirildiğinden bu yana tam sekiz sene geçmişti. Üç koca yıl Selanik’te Alatini Köşkü’nde kalmış sonra Beylerbeyi Sarayı’na yollanmıştı. Şimdi iyi yürekli annesi Tir-i Müjgân Sultan’ın yaşadığı ve öldüğü mütevazı odadaydı. İdarenin elinde olduğu 30 yıl boyunca, 7 300 000 kilometrekareyi aşan imparatorluk topraklarını aynen muhafaza etmişti. Millet barış, bolluk ve huzur içinde yaşamıştı. Yorgun sultanın gözünde, tahta çıktığı ilk günler canlandı. Batıya hayran, batılıya maşa olan muhterislerin devlet kademelerine sızmaları babası Sultan Abdülmecit Han zamanında başlamıştı. Amcası Sultan Abdülaziz Han zamanında bu türediler iyice gemi azıya almış, sonunda işi, padişahı tahtından indirmeye ve bileklerini keserek öldürmeye kadar vardırmışlardı. Bir an vücudu ürperdi. Yüce Allah’ım!... Bu ne garabetti? Devletin imkânlarıyla yetişenler, devleti yıkmaya çalışanlara nasıl alet olabilirlerdi? Mal, mülk ve makam hırsı cehaletle birleşince, düşmanların gerçek amacını görememişlerdi. Devrin ruhu Padişah derin bir nefes aldı, camdan bakmaktan vazgeçip arkasına yaslandı. Her devrin kendine has şartları ve “ruhu” vardır. Şartlar sizi mecbur kılar. O günün “ruhu” icabı amcasının katledilmesinde rol oynayan Mithat Paşayı sadrazam yapmıştı. İçine sinmemişti ama halkın beklentisi bu yönde idi. 93 Harbi yürek sızlatıcı bir felâketti. Alt yapısı Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından hazırlanan harbe girmemek için çok direnmiş, ancak gücü yetmemişti. Sadece Nikşik kazasının Karadağ’a bırakılmasıyla önlenebilecek bir savaşa, üç beş gafilin ihtirası yüzünden girilmiş, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın da dâhil olduğu 240 bin kilometrekare vatan toprağı kaybedilmişti. Padişahın gözleri buğulandı... Halbuki o milletini savaştan uzak tutmak için var gücüyle çalışmıştı. Zira zaferle biten savaşlar da, yenilgiyle bitenler kadar bitirir ve yorardı. Bu otuz yıl içinde sadece “Yunan Harbi” olmuştu. 32 gün süren savaşın sonunda Rum ordusu yok edilip Atina kapılarına dayanılmış, Rusya’nın ricası üzerine barışa yanaşılmıştı. Bu sürede her vilâyete okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler yaptırmıştı. Din, fen ve edebiyat üzerine çok kitap bastırmış, bunları ücra köylere kadar ulaştırmıştı. Şu 30 küsur senelik barış devresi batılı ülkelerin seviyesine yetişmek için bulunmaz fırsattı. Ama gençler fırsatı kaçırmıştı. Söyleyin şimdi, ciğerleri nasıl yanmasındı... Onlar kızıl görmemiş Yaşlı sultan huzursuzca kıpırdandı. Uyuşan dizlerini ovaladı. Açtığı okullarda okuyup adam olan nankörler, ona “akla ve bilgiye düşman” iftirasını atmışlardı. “Hayır! Hayır!” diye mırıldandı, “Ben okumuş adamdan korkmam!” Fakat kendini alim sanan cahillerden hep çekinmiş, çok çekmişti. Elin mektebine, lâboratuvarına imreneceğine, kılığına, kıyafetine, dansına, içkisine özenen şaşkınlara itibar etmemişti. Her köyde bir mektep görebilmek için bu kadar yıldır çabalayan bir sultan, hiç bilgi düşmanı olabilir miydi? Ülkesinin başına gelenleri düşündükçe çene kasları geriliyor, çehresi kararıyordu. “Beni ‘evhamlı’ sanıyorlardı. Hayır! Ben, sadece ‘gafil’ değildim o kadar. Yarısı gayrimüslim diye o kasabaya Hıristiyan kaymakam ve memurların seçilmesini adaletin icabı görenler, koskoca Hindistan’ın İngiltere parlamentosunda neden temsil edilmediğini düşünemeyecek kadar ahmaktılar. Bu zararlı fikirleri gazetelerde yazmak, memleketi karıştırmak istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman ‘zalim’ diye saldırıyorlardı. Sebeplerini ve sonuçlarını bilmeden Fransız İhtilâli’ne özeniyor ve halkı ayaklandırmayı vatanseverlik sanıyorlardı. Ülkemin düşmanları gibi davranıyor, bana ‘Kızıl Sultan’ diyorlardı.”Şehadet parmağı imameye değince tesbihine baktı. Sonra tekrar gözünü yumdu, dudakları kıpırdadı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti tekrar ortaya çıkmış, Selanik’teki genç subayları para ve makam vaadi ile aldatmıştı. İttihatçıların kumandan paşayı telgrafhaneden çıkarken öldürmeleri ve yerine gönderilen paşayı kaçırarak dağa kaldırmaları nasıl da canını sıkmıştı. Ama o fitnenin azmaması için meşrutiyeti ikinci defa ilân etmekten kaçmamıştı. Meclis yeniden açılmış ve yönetim otuz bu kadar yıl sonra elinden alınmıştı. Lâkin çok hata yapıyorlardı, nitekim Bulgaristan, Osmanlı’dan ayrılmış, Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i ilhak etmişti. Bir anda 148 bin kilometrekare elden çıkmış ve nihayet 31 Mart hadisesi patlamıştı İstese kırıp geçirebilirdi. Selanik’ten toplanan Bulgar, Sırp, Yunan ve Arnavut yağmacılar İttihat ve Terakki tarafından İstanbul’a yollamıştı. Kumandanları, kendisinden müsaade istemiş, Hareket Ordusu denilen bu derme çatma kuvveti Birinci Ordu ile beş on dakikada dağıtacaklarını söylemişlerdi. Ama o, yalnız padişah değil, halife idi. 30 küsur senedir kan dökmemişti, bu yaştan sonra da dökemezdi. Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söylemiş, tevekkül etmişti. Dahası paşalara, çetecilere karşı koymamaları hususunda yemin ettirmişti. Gelgelelim çapulcular, 11 gün boyunca İstanbul’da terör estirmiş, bir sürü masumu öldürmüşlerdi. Telgraf memurluğundan, dâhiliye nazırlığına yükselen Talat Bey, İttihat ve Terakkî Partisinin başı olarak Meclise tamamen hakimdi. Pek çok milletvekili ve senatörün tereddüt içinde bulunmasına rağmen Meclisi tehdit ederek “hal” kararı aldırmıştı. Ona da katlanırdı ama İttihatçılar, kararı kendisine bildirmek üzere seçtikleri dört kişilik heyete Yahudi ve Ermeni sokmasalardı. Göz göre göre İhtiyar sultan hafifçe doğruldu. Nefesini azad ederken “Lâ havle...” okudu. Alatini Köşkü’nde mahpus iken İtalyanlarla savaşılmış, 1.200.000 kilometrekarelik Trablusgarb vilâyeti ve Bingazi sancağı İtalya’ya bırakılmıştı. Hükümetin gafleti yüzünden dört Balkan devletçiği, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ anlaşmış ve koca imparatorluğa savaş açmışlardı. Selanik, Manastır, Kosova, İşkodra, Yanya, Girit ile Edirne vilâyetinden 2 sancak ve Sisam adası elden çıkmıştı. Selanik’in düşmesinden az önce onu Alatini Köşkü’nden almışlardı. Alman imparatorunun gönderdiği sefaret gemisinin kamarasında olup bitenleri anlamaya çalışırken gemi süvarisi yanına gelmiş ve “İmparatorumuzun size hususî selâmları var. Gemi emrinizdedir. Majesteleri nereye gitmek isterler?” demişti. İyi de bir Âl-i Osman mensubu, bayrağının dalgalandığı yerden başka nereye gidebilirdi? Beylerbeyi Sarayı’nda geçen son 5 yılda felâket haberleri birbirini kovalamıştı. İttihatçıların çoğu, hatta şeyhülislâm bile mason idi. Memleket, idamlar, suikastlar ülkesi olmuştu. Her vilâyette zalimler türemiş, can, mal ve namus emniyeti kalmamıştı. Halk onun zamanındaki huzur ve refaha hasretti... Hasretti ama iş işten geçmişti...Bitmeyen muhasebeler Hapis tutulduğu her gün ve her gece 76 yıllık ömrünün ve 33 yıllık saltanatının muhasebesini yapmıştı... En belirgin kusuru, -eğer kusur ise- düşmanlarına bile merhamet etmesi ve kan dökmeme konusunda, tutku derecesindeki duyarlılığı idi. Önce cep saatine baktı, sonra seccadesini serdi. 465 yıldır payitahtın semalarında yankılanan ezanlar bir kez daha gecenin sessizliğini deldi. Yorgun sultanın elâ gözleri geçmişten, geleceğe yöneldi. Zaman dediğiniz nedir ki, 84 yıl hızla geçti, 2000’lere gelindi...-Siz neredensiniz güzel evlâdım?-Dedem sizin zamanınızda, Selanik vilâyeti, Serez sancağına bağlı Razlık kazasının Babek köyünde doğmuş efendim. -Tahsilliye benziyorsun?-Efendim liseyi, sizin sancak merkezlerine yaptırdığınız Sultanîlerden Bursa Erkek Lisesi’nde, üniversiteyi de yine sizin Mekteb-i Şahane-i Hendese-i Mülkiye olarak açtığınız İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okudum. Biliyor musunuz kullandığımız mikroskoplarda tuğranız kazılıydı. -Seni hatırladım. Sık sık ruhuma Fatiha okuyorsun.-Sizi çok üzmüşler efendim, çok acı vermişler. Bizi lütfen affedin.-Biz, bize ihanet edenleri bile bağışladık evlâdım. Sakın düşmanların parlak sözlerine Kapılıp benliğinizden olmayın. Onlara aldanmayın. -Olur efendim, peki efendim, baş üstüne efendim! Duanızı bu nankör evlâtlarınızdan esirgemeyiniz efendim! Elinizi öpmeme müsaade eder misiniz efendim?...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:12:06
PİŞMEMİŞLER CELVETİ OLAMAZLAR 

Salı, 29 Mart 2005
Sultan I. Mahmud devrinde Ruslarla yapılan bir savaşta, Celveti dervişlerinden Molla Mehmed esir düşer. Diğer Osmanlı esirleriyle birlikte cephe gerisine götürülür. Bir müddet sonra esirler bir meydan da ictima edilir. Rus kumandanı General Plotanof, esirleri tek tek süzerken, Derviş Mehmed’in önünde durur. “Sen kimsin, hünerin nedir, ne iş yaparsın” gibi sorular sormaya başlar. Tercüman tarafın dan Derviş Mehmed’e izah edilen sorular üzerine: “Ben Hazret-i Üftade dergahının dervişiyim ve o varlığa bağlıyım. Celvetiye müntesibi olanlar suda boğulmazlar ve ateşte yanmazlar.” Şeklinde cevap verir. Bu söze alaylı bir kahkaha atan kumandan, “Ateşte yanmadığına ve suda boğulmadığına göre kazanda da pişmemen gerekir” der. Derviş Mehmed buna karşılık: “Pişmemişler Celveti olamazlar. Biz elhamdülillah pişmişiz. Tekrar pişmeyiz. Fakat sizin ulularınızdan bu mertebede bir kimse var mıdır?” diye sorar. Bunun üzerine Rus kumandanı, yanında bulunan Başpiskoposa dönerek: “ Bizde de bunun gibi manevi olgunluğa erişmiş kimseler var mıdır?” der. Başpiskopos: “Bizde de böyle altı tane papaz vardır” der. Kumandan, hemen o papazları çağırtır ve meydana yedi tane büyük kazan kurulur. İçine su doldurulan kazanların altlarına odun yığılarak ateşlenir. Sonra da Derviş Mehmed ile papazlara kazanlara girmeleri söylenir. Aradan saatler geçer. Kazanların kapakları kaldırıldığında papazların tamamen haşlanmış, hatta erimiş olmasına rağmen Derviş Mehmed, Rus kumandanı ve askerlerinin şaşkın bakışları arasında sapasağlam kazandan çıkar. Ne söyleyeceğini bilemeyen Rus kumandanı Derviş Mehmed’i serbest bırakır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:12:25
ÖRNEK BİR MÜSLÜMAN BARBAROS HAYREDDİN PAŞA

Çarşamba, 30 Mart 2005
Hayatı denizlerde su üstünde geçen Barbaros Hayreddin Paşa; dinine bağlı, kâmil bir müslümandı. Geceyi üçe ayırırdı. Birinci kısmında Kur’an-ı kerim okur, ikinci kısmında ibadet eder, kalan kısmında da istirahate çekilirdi.Rumca, İtalyanca, Arapça, Rusça, İspanyolca gibi dilleri çok iyi konuşurdu. Oniki sene şeref ve zaferlerle Osmanlı’ya hizmet eden Kaptân-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa, Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi. Serveti ile, İstanbul’un muhtelif semtlerinde hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırarak, gelirlerini hayır kurumlarına ve kurduğu medresede kalan öğrenci ve muallimlerin masraflarına tahsis etti. Vasiyetine göre 30 büyük harp gemisini ve en seçkin 800 esirini Kanuni Sultan Süleyman’a, servetinin bir kısmını Beşiktaş’taki cami, türbe ve başka hayrâtının bakım ve vakıflarına ayırmış, bir kısmını akrabalarına paylaştırmış, ayrıca yaşı 15’i geçen bütün erkek ve kadın esirlerini, hepsinin hayat boyu geçimlerini temin ederek azad etmiş ve ölümünde fakir ve muhtaçlara büyük ölçüde sadaka verilmesini istemiştir. Nihayet 4 Temmuz 1546’da, 80 yaşına yaklaştığı halde İstanbul’da Beşiktaş’taki sarayında ebedî ahiret yurduna göç etmiştir.Cihadla geçen uzun bir ömür... O, yaşadıkları ve geride bıraktıklarıyla müslüman ümmeti için gerçek bir numunedir. Yabancı ülkelerin kralları kendisine tahtlar, taçlar, servetler teklif ettiği halde o bunlara hiç iltifat etmemiş, hayatı boyunca Allah ve Resul’ünün rızâsı ve hoşnutluğunu kazanmak için gayret sarfetmiştir. Hazret-i Allah’ın sevgililerinden bir tanesine mânen “Barbaros’a benziyorsun” buyurulduğunu öğrendiğimiz zaman, ona olan muhabbetimiz ve hayranlığımız bir kat daha artıyor.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:12:40
SULTAN II. MAHMUD HAN�IN TAKDİRİ 

Perşembe, 31 Mart 2005
Sultan I. Mahmud Han, bütün saltanatı boyunca devam eden İran, Rus, Avusturya muharebelerini değerli kumandanları ile idare etti. Bilhassa hayatı muvaffakiyetlerle dolu Hekimoğlu Ali Paşa gibi yetişkin ve tecrübeli vezirleri, sadarette ve ordu seraskerliklerinde kullanarak muvaffak oldu. Sultan Mahmud Han hizmet edenleri takdir edip, kıymetli vezirlerini ufak tefek kusur ve hataları ve hatta mağlubiyetleri yüzünden derhal azil ve sair suretle cezalandırmaz ve hatalarını tashih için kendilerine imkan tanırdı. Bağdat Valisi Ahmet Paşa, İran seferleri dolayısıyla salahiyeti haricinde, izin almadan devlet tevcihatını istediği gibi yapması sebebiyle buradan alınarak Rakka valiliğine tayin olunmuştu. Bunun üzerine korkarak katledileceği vehmine kapılan Ahmet Paşa, Veziriazam Hekimoğlu Ali Paşa’ya mektup yazarak korkusunu bildirdi ve yardımını istedi. Ali Paşa bu mektubu Padişaha arzedince, Sultan Mahmud kendisine şunları yazdı:“Sadrazam tarafına gönderdiğin mektubun manzar-ı hümayunum olup, bazı fikir lere sahip olduğun anlaşılmıştır. Sen bu kadar zamandan beri seraskerlik ve tevcihat ile istediğini yapmış olmana rağmen, bundan sonra senden üstün başarılar ümid edilerek, bu hataların affolunmuştur.”Bu ferman ile Sultan Mahmud Han, Ahmet Paşanın hizmetlerini takdir ettiğini ve ufak tefek bir kusur ile en ağır cezanın verilmeyeceğini bildirerek kendisini rahatlattı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:13:03
ŞEHZADE III. SELİM�İN KUR�ANI KERİM HATMİ İÇİN TERTİB EDİLEN MERASİM

Cuma, 01 Nisan 2005
Tesbit edilen günden iki gün önce sarayda İncili Köşk’ün önün de bulunan alana sadrazam için bir otak, şeyhülislam için bir oba, nakibü’l-eşraf ve sadreyn efendiler (Anadolu ve Rumeli kadıaskerleri) için de obalar. Yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisü’l- küttab efendi ve çavuşbaşı ağa için çerkeler, müteferrikalar ve diğer görevliler için de on beş kadar çadır kurulup döşenmek üzere mehterhaneden gönderilir. Matbah emini ağa tarafına da yemek hazırlaması için iki–üç gün önceden tenbih edilir. Tayin edilen günden bir gün önce adı geçen zevat belirtilen vakitte sarayda kurulu çadırlarında davetiyeleri ile hazır bulunmaları için çavuşbaşı ağa tarafından davet olunurlar. İstanbul’da bulunan vezirlerin de bu törene davet edilmeleri mu‘tad dır. Davetlilerin hepsi mevsim gereği erkan samur kürk, âdi destar (sarık) ve divan bisatlı (tören eğerli) atlarıyla, ulemâ büyük merasim elbiseleri ile, selimî erbabı selimîleri ile, mücevveze erbabı da alay için mücevvezelerini beraberlerinde getirmek üzere yazılır. Gedikli müteferrikalar ve çavuşların mücevveze ve erkanlarıyle mevcut olmaları tenbih olunur. Dua için ancak Ayasofya şeyhi davet edilir. Sultan Selim bed’i Besmele buyurdukların da yirmi kadar kapıcıbaşı ağalar da alay için davet edilmiş. Sadrazam, mevsimlik erkan kürkü, adi destarı, divan eğerli atı ve kapı takımıyla sadaret makamından binip Bab-ı Hümayun’dan girip hastalar kapısından İncili Köşk’ün yakınında bulunan otağa teşriflerinde bütün zuama (zeamet sahibleri) ve yeniçeri ağası, defterdar efendi otağ önünde rütbelerine göre selama hazır bekledikleri halde otağa iner. Şeyhulislam, nakîbüleşraf, Anadolu ve Rumeli kadıasker leri, yeniçeri ağası ve defterdar efendi -İncili Köşk’e- davet olunur. Darussaade ağası da oraya daha önce geldiğinden bu misafirlere Eski Saray teberdarları tatlı ve kahve ikram ederler. Bu ikramlar devam ederken sofra da hazırlanırdı. Sadrazam, şeyhulislam ve darussaade ağası bir sofrada, yemek yerken, nakîbüleşraf, Anadolu ve Rumeli kadıaskerleri ile Ayasofya şeyhi kendi obalarında, yeniçeri ağası, defterdar, reisül küttab, çavuşbaşı ve tezkireci kendi çerkelerinde yemeklerini yerlerdi. Aynı şekilde zuema ile müteferrikalara kendi çadırlarında pilav ve zerde ikram olunurdu. Yemekten sonra padişahın İncili Köşk’e geleceği haber verilince sadrazam kallavî kavuk ve erkan kürkünü giymiş olarak, şeyhulislam başında örfü (ulemaya has büyük kavuk) ve makam kürkü (ferve-i beyza) ile ulema da aynı şekilde örfleri ve erkan kürkleriyle, yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisü’lküttab efendi ve çavuşbaşı ağa selimî kavuk ve erkan kürkleri ile diğerleri mücevvezeleriyle sadrazamın otağı önünde padişahı selamlamak üzere dizilirler. Padişah görülünce maiyyetinde bulunan ağalar hızlıca hareket ederler. Buna mukabil yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisü’lküttab efendi ve çavuşbaşı ağa yürüyerek padişahı karşılamağa giderler. Sadrazam ise on beş yirmi adım kala padişahı karşılayıp huzurda eğilince çavuşlarda alkış ederler. Şeyhulislam ise hünkarı binek taşında selamlar. Binek taşın da sadrazam padişahın atını tutarak inmesine yardım eder. Çavuşlar bu sırada tekrar alkış ederler. Silahtar ağa hünkarın solundan yürüyerek padişah kasra girip oturur. Ondan sonra hünkarın izni ile bütün süvariler ve hazırlanmış olan alay hareketle hastalar kapısından orta kapıya varılınca atlardan inilip yaya olarak babüssaadeye ulaşılır. Burada sadrazam ve şeyhülislam efendi ve sairleri rütbelerine göre kapıcıbaşıların oturdukları uzun sofada oturarak şehzadeyi beklemeğe başlarlar. Çeyrek saat sonra şehzade hazretleri destarında (sarık) sorguç ve beyaz–siyah kaplı kapaniçe (elmaslı samur kürk) ve mücevher rahtlı (eğerli) atıyla göründü. Yanı başında darussaade ağası selimî, hazinedar ağa ise kallavi kavuğu ile ona refakat ediyordu. Sağında, solunda, ve önündeki musahib ağaların da başında selimî kavuk vardı. Önde giden lalaların başı üstünde al telli, çekme örtülü rahle ile Mushaf-ı Şerif taşınıyor du. Bu şekilde babüssaadeden çıkan şehzade için nakıbüleşraf önce dua eder. Duayı müteakip sadrazam, ulema ve saire şehzadenin elini öper. Hepsi birden rütbe sırasına göre yürüyerek orta kapıya gelinir. Atlı müretteb alay, maiyyetindeki peykan (atın yanında koşarak giden asker) ve üzengi solakları ile aynı şekilde hastalar kapısından geçerek İncili Köşk’ün binek taşına gelir. Buraya varılınca alayda yer alan görevliler çabuk davranıp selam vaziyeti alırlar. Babüssaade’den binek taşına kadar olan mesafede arkadan gelen musahib ağalar etrafa çil para saçarlar. Binek taşında sadrazam, şehzade Selim’i kucağına alıp padişahın huzuruna götürerek el öptürür ve hünkara yakın bir yere oturtur. Bu sırada hakanın emriyle nakibüleşraf tekrar bir dua daha eder. Padişah oturulmasını işaret edittiği zaman sadrazam, şeyhülislam, nakibüleşraf, Anadolu ve Rumeli kadıaskerleri, Ayasofya şeyhi ile padişahın birinci ve ikinci imamları oturur. Yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttap, çavuşbaşı, birinci ve ikinci tezkireciler ile mektubçu ve teşrifatçı ise ayakta dururlar. Padişahın minderine yakın bir yere iki ihram serilip üzerine de rahle konur. Ondan sonra sadrazam şehzade Selim Efendi’yi kucağına alıp serilen ihram üzerine getirirken padişah hariç herkes ayağa kalkar. Şeyhülislam tarafından- şehzadeye ilk pratik ders gösterildikten sonra şeyhülislam ve Ayasofya şeyhi tarafından ayrı ayrı dualar edilir. Hünkar müezzinleri ise yüksek sesle âmin! derler. Merasim sonunda alimlerden başkası dışarı çıkarlar. Padişahın huzurunda giydirilmesi gereken aşağıda yazılı kürkler giydirilir. Eskiden beri gelenekleşmiş olduğu üzere Ayasofya şeyhine, teşrifatçı efendi ye, halifeye ve kesedara atıyyeler verildikten sonra hünkar dışarı çıkar. Sadrazam otağında ise yeniçeri ağasına, defterdar efendiye ve saireye ruznamçe defterinde yazılı olduğu şekilde hil’atler giydirilir. Arz ve takdim olunması âdet olan hediyeler darussaade ağası aracılığı ile arz ve takdim olunur. Giydirilmesi gereken bir kısım hil’atler ise darussaade ağasının huzurunda giydirilir. Yine sadrazam tarafından verilmesi âdet olan atıyyeler teşrifatçı aracılığıyla hak sahiblerine verilir. Şehzade, padişahın izniyle tekrar ata bindirilip alay ile getirildiği şekilde orta kapıya kadar götürülür. Orta kapıda, kubbeye yakın harem kapısında attan indirilen şehzade Selim Efendi selamlanır. Herkes de işine- gücüne döner.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:13:22
MAHMUD ŞEVKET PAŞA SUİKASTİ 

Cumartesi, 02 Nisan 2005
13 Haziran 1913 Çarşamba günü saat 11.oo sıralarında Sadrazam ve Hariciye Nazırı Mahmud Şevket Paşa, bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Binası olarak kullanılan, o zamanki Harbiye Nezareti binasından makam otomobiline binip Babıâlî’ye gelirken, Bâyezid meydanını geçip Divanyolu’na vardığı bir sırada “Sakalar Çeşmesi” denilen yerde kalabalık bir cenaze alayı yüzünden durmak zorunda kalmıştı. Tam bu sırada, tamir bahanesiyle yolun kenarına park etmiş başka bir otomobilin içinde ve dışında bulunan yedi kişi hemen tabancalarıyla ateş etmeye başladılar. Bunlar, Topal Tevfik Çerkes Ziya, Nazmi, eski Bahriye Yüzbaşısı Şevki, Teğmen Mehmed Ali, Gelenbevî Mektebi Başmubassırı Abdullah Safa ve Abdurrahman adlı kişilerdi. Bu hareket, 23 Ocak 1913 Perşembe günü yapılan, İttihad ve Terakki Partisini bir dikta halinde iktidara ve Mahmud Şevket Paşayı da Sadrazamlığa ve Harbiye Nazırlığına getirip, tarihe “Babıâlî Baskını” diye geçmiş olan hadiseye kanlı bir cevaptı. Diğer bir görüşe göre de, artık Mahmud Şevket Paşa’dan kurtulmak isteyen İttihad ve Terakki’nin gizli bir tertibiydi. Mahmud Şevket Paşa ilk anda yanağından yaralandı. Yaveri İbrahim bey ise hemen öldü. Başyaver Eşref Bey ile Paşanın uşağı Kazım Ağa dışarı fırlayıp tabancalarıyla karşılık vermeye başladılar. Bu kargaşa arasında Topal Tevfik Mahmud Şevket Paşanın yanına kadar sokulamyı başarıp kafasına dört kurşun daha sıktı. Suikastçiler bu karışıklıklardan faydalanıp otomobillerine binerek kaçtılar. Ertesi yakalanan suikastçiler ve onlara yardım ettiği iddia edilen muhaliflerden üç kişi, Divanı harpte yargılanarak idama mahkum edildiler ve hemen Sultanahmed meydanında halkın gözü önünde asıldılar.Bu suikastin akabinde Said Halim Paşa yeni hükûmeti kurdu. Bu hükûmette İttihadcılar ağırlıktaydı. Bilhassa Talat Bey, dahiliye vekilliğine getirilerek, kendilerine muhalif gördüğü kimseleri tutukladılar. Bu suikast bahanesiyle ilk anda 350 kişi tutuklanarak Sinop kalesine hapsedildi. Bundan sonra memlekette İttihad ve Terakki diktası başladı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:13:44
KÜÇÜK KIYAMET

Pazar, 03 Nisan 2005
Hicrî 915 senesinin Rebiülahir ayının 25. Salı gecesi (l4 Agustos l509) Memaliki-Rûm denilen Amasya, Tokat, Sivas, Çorum ve havalisinde başlayıp 45 gün şiddetle devam eden depremde halk, iki ay kadar dışarda çadır ve örtüler altında kalıp hayatını devam ettirmek zorunda kalmıştı. Bu deprem, aynı şiddette İstanbul ve Edirne'de de oldu. Gerçekten, l4 Eylül l509'da İstanbul, Osmanlı tarihinin kayd ettigi en şiddetli ve hızlı depremine maruz kalmıştı. Küçük kıyamet denilen bu depremde İstanbul'da yüz dokuz cami ve mescid ile bin yetmiş ev harab olmustu. Halktan da beş bin kadar insan ölmüstü. İstanbul'un, Eğrikapı'dan Yedikule'ye kadar olan üç kat suru yıkıldığı gibi, Yedikule'den de başlayıp deniz kenarındaki İshak Pasa Semti kapısına kadar harab oldu. Bunlardan başka Fâtih Camii'nin kubbesi ve direklerinin başları çatladığı gibi imâret, hastahane ve Sahn Medreseleri'nden bazıları ile diğer medreseler den bir kısmının kubbeleri yıkıldı. Fâtih civarındaki Karaman Mahallesi, bastan basa harab oldu. Sultan Bâyezid Camii'nin kubbesi dağıldı. Hadim Ali Pasa Camii'nin (Divanyolundaki Atik Ali Pasa Camii) kubbesi düştüğü gibi Atmeydanı'ndaki sütunlardan altı tanesi devrildi. Yeni Saray (Topkapı Sarayı )'ın deniz tarafı yer yer harab oldu. Bu büyük depremde binlerce insan yıkıntılar altında gömülü kalmıştı. Sadece Vezir Mustafa Paşa'nın konağında atları ile birlikte üçyüz süvari hayatlarını kayb etmişti. Köpürmüş ve azgın bir hal almış olan deniz dalgaları, İstanbul ve Galata surlarını asarak sokaklarda tufan meydana getiriyordu. Bu arada eski su bentleri de yıkılmıştı. Sultan II. Bâyezid, sarayının duvarlarına güvenemediğinden bahçesinde gayet hafif ve tehlikesiz bir çadır kurdurarak orada on gün kadar ikamet eder. Kırkbeş gün kadar aralıklarla devam eden bu deprem, İstanbul, Rumeli ve Anadolu eyaletlerinin sâkinlerini sürekli bir heyecan içinde yaşattı. Çorum halkının üçte ikisi, şehirlerin deki toprak kaymaları yüzünden yarılıp açılan topraklar içinde yok oldular. Yine bu esnada Gelibolu istihkâmlari da yıkıldı. Sultan II. Bâyezid'in doğduğu şehir olan Dimetoka bir toprak yığını halini almıştı. Sultan Bâyezid, bu deprem (zelzele) münasebetiyle devletin ikinci payitahtı olan Edirne'ye gittiyse de ayni sene Receb ayinin dokuzunda, yani İstanbul zelzelesinden l5 gün sonra İstanbul'dakinin benzeri olan ve ayni şiddette bir deprem meydana geldi. Mimar Hayreddin, onbeş gün içinde Pâdişah için Edirne'de ahşab bir ev yaptı. Pâdişah, bu ahşab evde ikamete başladı. Ayni sene Şaban'in üçünde Edirne'de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu. Tunca Nehri taşarak ve yatağını da asarak depremin yıkıntılarını kapladı. Üç gün geçit vermeyen Tunca'nın taşmasıyla da bir çok insan öldü.İstanbul'un tamiri için neler yapılmaşı gerektiği hususunda ilgililerle istişarede bulunur. İstişare sonunda Istanbul'da yıkılan yerleri yeniden yapmak veya tamir etmek için yirmi evden bir kişi ve ev başına yirmi ikişer (yirmi beşer olduğu görüsü de bulunmaktadır) akça takdiriyle "Cerahor", yani ücretli amele tedarik edildi. Bu şekilde Anadolu'dan 37 bin, Rumeli den de 29 bin cerahor çıkarılıp üç bin kadar mimar ve marangoz getirildi. Bunlardan başka "Yaya”lardan sekiz bin, "Müsellem"lerden de üç bin kişi kireç yakmakla görevlendirildi. Böylece devlet ve millete ait olan yerlerin insaatı, 9l5 senesinin l8 Zilhiccesi'nde ( 29 Mart l5l0) başlamış ve altmış beş günde sona ermişti. Bu inşaat ve tamiratta, İstanbul surlarından başka Galata'daki mahzenler, Galata kulesi, Kız kulesi, Rumeli ve Anadolu hisarları fenerlik leri, Çekmece köprüleri ile Silivri kalesi gibi önemli yerler de vardı. Sultan II. Bâyezid'in bu çabaları üzerine İstanbul kısa bir sürede adeta yeniden inşa edilmiş oldu. Bu inşaat, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezâreti altında yapılmıştı. İnşaatın tamamlanmasından sonra hükümdarın emri üzerine üç gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:14:00
ŞEMSEDDİN SİVASİ HAZRETLERİ�NİN SULTAN III. MEHMED�E NASİHATİ

Pazartesi, 04 Nisan 2005
Şemseddîn Sivâsî bir gün talebelerinden Receb Efendi’yi odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu. Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâh tan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar.Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmese niz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzım dır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu.Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcı başımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi.Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım!Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredil diği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü giderenAllah'a hamd olsun."Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:14:20
OSMANLI DEVLETİ VE ENDÜLÜS 

Salı, 05 Nisan 2005
711 tarihinde Kuzey Afrika'yı baştan başa kat eden Müslüman mücahidler, İspanya'ya girdikten sonra orayı terk edinceye kadar İberik yarımadasını medenî eserlerle süslemiş, çok sayıda kültürel ve sosyal müesseseler meydana getirmişlerdi. Müsümanlar, İspanya topraklarına ayak basar basmaz, ırk, din, dil, mezheb ve soy farkı gözetmediler. Got, Vandal, Romalı, Hristiyan ve Yahudi demeyip herkese Müslümanlar gibi haklar tanıdılar. Endülüs ( III. Abdurrahman, II. Hakem gibi) büyük hükümdarlar gördü. Parlak devirler yaşadı. Orada (Kurtula Camii gibi) âbideler, (Medinetü'z-zehra gibi) saraylar yapıldı. Doğuda Bağdad, batıda Kurtula, dünya yüzünde İslâm medeniyetinin gözler kamaş tıran merkezleri haline geldi. Kurtuba'da kadınlardan alimler, sairler ve muallimler yetişti. Yedi asrı aşkın bir süre bütün İspanya, Portekiz ve hatta Güney Fransa'da hükümranlığını kabul ettirmiş olan İslâm hakimiyeti, bütünüyle yok edilmek isteniyordu. Halbuki bu medeniyet, bütün medenî sahalarda Avrupa'nın üstadı, hocası ve mürebbisi olmuştu. Bu hâkimiyet öyle bir medeniyet vücuda getirdi ki, cihanın en yüksek medenî seviyesine ulaştı. Bu medeniyet, İnsanlığın yüz aklarından olan ilim, fen, edebiyat ve felsefe dahileri yetiştirmişti. Medreselerinde okuyan Hristiyan öğrenciler, sonradan Avrupa'da kral ve Papa olmuşlardı. Endülüs Müslümanları, Avrupa'daki Hristiyanlara sadece maddî değil, manevî hasletlerde de öncülük yapmışlardı. Insanlik, başkalarını da düşünme, müsamaha gibi konuları anlayıp kavramada onlara hocalık yapmışlardı. Bilindiği gibi Endülüs (Vandelozya veya Andalousie), İspanya'nın güney eyaletinin adı idi. Müslüman orduları İberik yarımadasını (günümüzde İspanya ve Portekiz devetlerinin bulundukları yarımada) feth etmeye başladıkları zaman bu topraklara "Endülüs" adını verdiler.İstanbul'un l453 senesinde fethi, diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Beni Ahmer Devleti nde de büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Zira, İstanbul'un fethi, Endülüs'teki bu son İslâm devleti açısından, Hristiyan dünyasının tehdidlerine karşı yardım taleb edebilecekleri yeni ve büyük bir Müslüman gücünün doğuşu anlamına gelmekteydi. Böylece Endülüs Müslümanları ile Osmanlılar arasında hissî bir alaka tesis edilmiş oluyordu. Gerçi l477 sene sinde Gırnata halkının, Hristiyanlarin baskıları yüzünden içinde bulunduklari zor şartlardan haberdar etmek ve yardım istemek üzere, Fâtih Sultan Mehmed'e bir elçi gönderdikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, Endülüslülerle Osmanlılar arasındaki bilinen bu ilk doğrudan ilişki ve haberleşme hakkında daha fazla bir bilgiye sahip değiliz. İç çekişmelerden dolayı küçülüp Hristiyanlara yem olmaktan kurtulamayan Endülüs'ün (Beni Ahmer Devleti), son şehri olan Gırnata da Kral Ferdinand ile Kraliçe İzabella'nin eline düsmek üzereyken Gırnata'nin son hükümdari Ebû Abdullah es-Sagir, Afrika hükümdarlarindan oldugu gibi İstanbul'dan da yardım ister. Ebû Abdullah es-Sagir, 89l ( l486) yılında İstanbul'a bir elçi göndererek Bâyezid'den yardım istiyordu. Elçinin elinde parlak bir de kaside vardı. Ebu'l-Beka Salih b. Serif er-Rundî'ye ait olan bu mersiye, Hristiyanlar tarafından Endülüs'teki Müslümanlara yapılan zulüm ve işkenceyi anlatıyor, onların çektikleri ızdırabı dile getiriyordu. Manzum olarak Türkçe'ye de çevrilen bu mersiyenin bir kısmı söyledir: Hengam-ı tamamında gelir her şeye noksan, Ömründeki hoşluklara aldanmasın insan,Her şey mütehavvil, bu fena sence de meşhûd, Bir lahza meserret göreni, kahreder ezman......Siz, Endülüs'ün halini hiç duymadınız mı? Her kafile etmişken onu âleme destan,Acizleri, sizden ne kadar istedi imdad, Hep öldü, esir oldu, kımıldanmadı insan.......Dün, her yere sultan iken onlar, bugün eyvah...Küfr ellerinin hükmüne kulluk ile nalân,Görseydin eğer onları bikes ve mütehayyirEylerdi sana zilletin envaini ilan......Görseydin o ağlaşmayı onlar satılırken,Şaşkın hale getirirdi seni ahval ile ahzânYa Rabbi! Ayırdılar mâder u tıflı (çocuk ile annesini)Eylerse teferruk nasıl ervah ile ebdân (ruhla bedenin ayrılması gibi)....................Osmanlı Devleti, XVI. asrın ortalarından itibaren bu işi Cezayir beylerine bırakmıştı. Bunun için, Kaptan-ı Derya ve Cezayir Beylerbeyi olan Kılıç Ali Paşa'ya gönderilen Zilkade 977 (Nisan-Mayıs l570) tarihli bir hükümle İspanya'daki Müslümanlara yardım etmesi emredilmişti. Bunun sonucu olarak birçok Müslüman ve Yahudi Afrika sahillerine geçirilmisti. Bunlardan bir kısmı da Adana, Uzeyr, Tarsus, Sis ve Trablusşam sancaklarına yerleştirilmiştir. Bu muhacirler, kendilerini toplayıp üretici bir hale gelineye kadar beş sene müddetle bütün vergi ve resimlerden muaf sayılmışlardır.Müslümanların, İspanya ve Portekiz'in bulunduğu İber yarımadasındaki hâkimiyetleri sekiz asra yakın sürmüştü. Bu hâkimiyet, 2 Ocak l492'de Girnata'nın Katolik hükümdarlara teslim olması ile son bulmuştu. Böylece, tarihin bir devresi kapanmış oluyordu. Zira Ispanyol ların Gırnata'yı işgalleri ve bu esnada işledikleri cinayetler, medeniyet tarihi bakımından silinmez bir leke olarak kalacaktır. Onlar, yaptıkları ile tam bir barbarlık örneği sergilemişlerdir. Kendilerine medeniyet öğreten ve bu konuda üstadları olan Müslümanların seviyesine ulaşa madıklarını isbat etmişlerdir. Katolik bir Kardinal'in emriyle Gırnata şehrinin büyük meydanında 500.000 küsur cild yazma kitap yakılmıştı. Müslümanlar, bütün Avrupa kütüphanelerindeki kitapların yekûnundan fazla olan bu kitapları, sekiz asırdan beri dünyanın her tarafından toplamışlardı. İnsanlık âlemi, bu kitapların yakılmasından doğan boşluğu, bugüne kadar telafi edememiştir. En değerli müelliflerin en değerli eserleri, ateşe atılmıştı. Bu tarihlerde Avrupa' da l0.000 cild kitabı bir araya getiren hiç bir kütüphânenin bulunmadığını belirtmek gerekir.Kral Ferdinand ile Kraliçe İzabella'nın, Müslümanlara verdikleri sözlerini tutmadıklarını, medeniyet ve kültür ürünü kitapların nasıl yakıldığını, Müslümanların nasıl işkencelere tabi tutulduğunu Hristiyan bir araştırmacı şu sözlerle ifade eder: "Katolik majesteleri Ferdinand ve İsabella, Müslümanların tabi tutuldukları teslim şartlarına bağlı kalmada başarı gösteremediler. Kraliçenin özel günah çıkarma papazı Kardinal Ximenes de Cisneros'un komutası altında tertiplenen ve geride kalan Müslümanların kılıç ve zor kullanılmak suretiyle irtidad (Islâm'dan dönme) ettirilip Hiristiyan dinine sokulmaları maksadına matuf bir askerî harekat l499 yılında başlatıldı. Bu kardinalin ilk işi, Islâmî konularda kaleme alınmış el yazması kitapları toplatıp yaktırmak suretiyle piyasadaki dolaşımı nı durdurmak olmuştur. Şimdi artık Gırnata şehri, Arapça yazılmış bu kitapların yığınlar halinde yakılmasından olusan "şenlik ateşleri"ne sahne oluyordu. Engizisyon adı verilen işkence ve zulüm hareketleri, müessesevî bir hale getirilmiş ve yoğun bir biçimde devamlı işler halde tutuluyordu." Bu yazar, Müslümanlara karşı yapılan işkence ve yakılan binlerce cild kitabın maruz kaldığı insanlık dışı davranışı ne kadar yumuşatmaya çalışsa da yine de dindaşlarının işlediği bu câniyane hareketten bahs etmeden geçemiyor.Gırnata, Arapların her türlü dinî hürriyetlerine, can ve mallarına dokunulmamak şartıyla teslim olmuştu. Fakat Katolikler'e göre "Kâfir Müslümanlar"a verilmiş  sözün hiç bir ehemmiye ti olamazdı. Böylece, Yeniçağın eşiginde beşer tarihinin en büyük yüzkaralarından biri irtikâb edildi. İnsanlığın müşterek malı olması icab eden medeniyetin, o çağ için en zarif olan dalların dan biri sistematik bir şekilde imhaya başlandı. Hele cihanın en büyük kütüphânesinin mera simle yakılması, yakın zamanlarda bütün İspanyollar tarafından bile lanetlenmiş bir hadisedir.Yahudilerin hâmisi Osmanlılar oldu...Yahudilerin İspanya’dan kovulmalarını hazırlayan gelişmeler 1391 yılında başladı. Egice Başpiskoposunun çalışmalarıyla başlatılan Yahudi aleyhtarı hareket, çok sayıda Hristiyan papazın da destek vermesiyle hızla yayıldı. Bu hareketin etkisiyle ülke çapında çok sayıda Yahudi cemaati yok edildi. Bazı Yahudiler de varlıklarını sürdürebilmek için Hristiyanlığı kabul etmiş görünerek gizlice kendi inançlarını sürdürmeye başladılar. Ancak daha sonra Hristiyan papazları, kendilerine marranolar (dönmeler) adı verilen bu Yahudi asıllıların Hristiyanlıklarından şüphe etmeye başladılar...
1464 yılında devlet ile kilise bir araya gelerek bu Yahudi asıllı Hristiyanların gerçekten Hristiyanlığı kabul edip etmediğini araştırmaya karar verdi. Bu amaçla bir engizisyon heyeti oluşturuldu ve mahkemeler kuruldu. Daha sonraki dönemde Kastilla Kraliçesi İsabella ile Aragon Kralı Ferdinand, devletlerini birleştirdiler. İsabella ve Ferdinand engizisyon mahkemelerinin yetkilerini artırarak çok sayıda Yahudinin bu mahkemeler tarafından ağır şekilde cezalandırılmalarına imkan tanıdılar. O dönemde baş engizitör olarak tayin edilen Thomas de Toquemada’nın kararıyla çok sayıda Yahudi yakıldı. En son Kraliçe İsabella’nın kararıyla 31 Mart 1492 tarihinde bütün Yahudilerin İspanya’yı terk etmelerini isteyen ferman çıkarıldı. Aynı yılın Mayıs ayında yürürlüğe sokulan ferman ülkedeki bütün Yahudilerin 2 Ağustos 1492 tarihine kadar İspanya’yı terk etmelerini istiyordu. İşte bu Yahudiler kendilerine yeni bir yurt bulabilmek için birçok ülkenin kapısını çaldılar ama sürekli kalmaları üzere kendilerine Osmanlı İmparatorluğu’ndan başka kapıyı açan olmadı...İspanya’dan sürgün edilen Yahudilerin 150 bin kadarı ilk etapta Osmanlı topraklarına sığındılar. Diğerlerinin de önemli bir kısmı Polonya ve Rusya’ya geçtikten sonra onlar da Osmanlı’ya iltica ettiler... Kendilerine “Sefarad” adı verilen bu Yahudilerin büyük çoğunluğu Selanik ve İstanbul’a yerleştirildiler. Göç olayının yaşandığı sırada Osmanlı Sultanı olan II. Bayezid Han, Yahudilerin iyi karşılanmaları için bütün illere haber göndermiş, hatta bunlara zarar verenlerin en ağır cezaya çarptırılacaklarını duyurmuştu...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:14:38
MİDİLLİ MÜDAFAASI 

Perşembe, 07 Nisan 2005
Venedik, İnebahtı, Modon, Koron ve Navarin gibi yerlerin ellerinden alınmasının yanın da, iki sene üst üste inen Osmanlı darbesine karşı koyamayacağını anlamıştı. Bu sebeple Osmanlılara karşı Alman İmpraratoru, Papa, İngiltere, Fransa, İspanya, Napoli, Lehistan ve Macaristan'dan yardım talebinde bulunur. Bu yardımla Osmanlılar aleyhine bir "Haçlı Ittifakı" ortaya çıkmış oluyordu. Baslangıçta, menfaatleri gereği Türkleri, Venedikliler aleyhine hareke te geçiren Papa, bu sefer de çağrısı üzerine Osmanlılar aleyhine bir ittifak kurmaya çalışıyor du. . Papa IV. Aleksandr, Venedik'e verdiği cevapta kendilerine yardım göndereceğine değindikten sonra, Türklerin yaptıklarını, kiliselerin uğradığı hakaretleri ve Hiristiyanlığın içine düştüğü tehlikeleri tasvir ederek Haçlı Birliğini sağlayacağını açıklıyordu. Papa'nın bu şekil deki davranışı, kutsallık perdesine bürünmüş olan nefret, gönlünde Padisah II. Bâyezid'e karşı yakıp yıkmalardan gelen bir üzüntüden çok, Sehzâde Cem'in tahsisatını kaybından dolayı öfkelenen Aleksandr Borciya'nın öfkesine benziyordu. Sonunda ortak menfaatler, Venedik, Papa ve Macaristan Kralı'nı saldırma ve savunma konusunda bir anlaşma ile birleşmeye götürdü. Bunun için Venedik, Papa ve Macaristan arasında l500 yılında bir muahede imzalanır. Bu anlaşma, Roma'da 1501 yılında Papa Kilisesi'nde Pantekot Yortusu' nun Pazar gününde ilan olundu. Bu, Hristiyan devletlerin, Türkiye aleyhindeki ikinci ittifaklarıdır. Bu şekildeki taahhütler, Osmanlılara karşı "Haçlı Savaşları"nın yerini almıştı. Buna göre müttefik kuvvetler denizde Osmanlıları mesgul ederken, Macarlar da karadan taarruz edeceklerdi. l500 senesi sonbaharında Venedik Âmirali Pisaro, Osmanlılara ait Egine adasını işgal ederken, İspanya ve Venedik donanması da Kefalonya adasını zaptetmişlerdi. Bu arada Fransa Kralı'nın yeğenini komutan olarak tayin ettiği ve l5 bin kişilik askerî gücü bulunan Fransız donanması da Zanta adasına gelip demirlemişti. Bundan başka, Aragon ve Sicilya Kralı'nın donanması da Korfo adasına yanaşmıştı. Amiral Ravestayn komutasındakı donanma ile birleşen Venedik gemilerinin de dahil bulundugu donanmanın mevcudu 200 kadırgadan ibaretti. İste "Haçlı İttifakı"nın meydana getirdiği bu muazzam donanma, Ege Denizi'ne açıla rak Midilli adasını kusatma altına almıştı.Midilli'nin kuşatılma haberi, İstanbul'a ulaşır ulaşmaz, bir anda büyük bir kargaşanın yaşanmasına sebep oldu. Çünkü buranın düşman eline geçmesi, diğer adalar halkiıın isyanına ve dolayisiyle onların da elden çıkmasına sebep olabilirdi. Bunun için adaya büyük bir kuvvetin gönderilmesi gerekiyordu. Asker toplanması için memleket içine seksen "Ulak" gönderildiği gibi Pâdişah bizzat bu işle meşgul olarak, şehirliden ve sanat erbabından adam yazıp Hersekzâde Ahmed Paşa komutasında 300 parça gemi ile adaya gönderildi. Bu esnada, müttefik donanmasının bir kısmı, Ege sahillerini tahrib ederken Rodos Şövalyelerinin reisi emri altındaki donanma da Akdeniz'deki Osmanlı adalarını vuruyordu. Gerçi İstanbul'dan önce, Midilli'nin Haçlılar tarafından kuşatılma haberi, buraya en yakın olarak Saruhan Sancakbeyi Şehzâde Korkut tarafından duyulur duyulmaz o, Kethüdası komutasında 800 kişi ile Karesi Sancakbeyi maiyetindeki tımarlı sipahi kuvvetlerini derhal adanın yardımına gönderir. Ayazmend'e gelen Şehzâde'nin kuvvetleri karanlık bir gecede düşman saflarını yararak hisara girerler. Bununla beraber, askerlerden bir kısmı, kaleye girmeye muvaffak olduysa da bir kısmı giremedi. Bu esnada Şehzâde'nin Kethüdası şehid olur. Ahmed Paşa, Cemaziyelevvel (Aralık l50l)'de Midilli yakınına geldiği zaman kâfirler, Midilli Kalesine dogru yürüyüşe geçtiler. Fransa birliklerinin komutanı ve Kralı'nın yeğeni, kaleye girmek için koşup öne çıktığı zaman, İslâm gâzilerinden bir yiğit, bu gâvuru öldürüp kellesini kuleye dikti. Bunu gören Fransız askerleri bozulmaya başladılar. Fransız Amirali, kendisine yardıma gelmekte olan Rodos Şövalyelerinin 29 parçadan müteşekkil donanmasını beklemeden demir alıp kaçar. Yolda Cerigo adası civarinda fırtınaya tutulan Fransız donanma sı, tamamen batar. Artık, Venedik askerlerinin yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Müttefikleri nin kaçtıklarını görünce onlar da gemilerine binip memleketlerine doğru yol almaya başladılar. Bütün çabalarına rağmen, Midilli'yi ele geçiremeyen Birleşik Haçlı ordusunun çekilmesi üzerine Midilli kalesi, yeniden tamir edilerek muhafaza için buraya asker konur.Fransız donanması Midilli'den kaçarken, Rodos ile İspanya donanmaları Ege'ye girip Çanakkale Bogazı'na kadar sokulmuşlardı. Amiral Gonzalvo de Cordova'nın komutasındaki İspanyollar, Kemal Reis'in yaptıklarının öcünü almak için çalışıyorlardı. Fakat Fransız donanması ile birleşemedikleri ve tanımadikları bu yabancı sulardan ürkmüşlerdi. Bu yüzden de umduklarını bulamadan ve hiç bir sey yapamadan dönüp gittiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:14:54
VERİN BANA ŞU YILAN YAVRUSUNU!

Cuma, 08 Nisan 2005
Oğlu Âbid Efendi'nin kaleminden Abdülhamid Hân'ın esâret hayatı...“... Selanik'e gidişimizle alâkalı olarak, zihnimde sadece, saraydan Sirkeci'ye yahut Selanik Gar'ından Alâtini Köşkü'ne kapalı bir araba içinde hareketimize dair belli-belirsiz bir hayâl kalmış. Karanlık bir arabada babamın karşısına oturduğumu ve siyah sakalını görür gibiyim... Alâtini Köşkü'ne girişimizde, annemin kucağındaydım... Annemin beni taşımaktan yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir subay, sonradan Paşa olan Emniyet Genel Müdürü Albay Gâlip Bey, kucağından almak nezâketini gösterdi ve alırken de, ‘Verin bana şu yılan yavrusunu!’ dedi... Bu kahraman (!) zâbit, anlaşılan tam mânâsıyla bir centilmendi!.. Bunu söyleyen, Hareket Ordusu'nun genç ve toy subaylarından biri olsaydı affederdim; lâkin bu adam, o zaman albaydı ve en az kırk yaşlarındaydı... O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar), ‘Zavallı çocuk!’ diyerek beni kucağına aldı, gözünden bir damla yaş düştü. “... Muhâfız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi... Bunlardan Sâlim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!.. Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar... Meselâ, bir hâdiseyi gâyet iyi hatırlıyorum: Hasan Efendi isminde bir vekilharç vardı... Haremdekilerin çarşıdan aldırttığı şeyler, onun vâsıtasıyla gelirdi... Dışarıdan getirdiklerini subayların önünde harem ağalarına teslim eder, ağalar hareme götürürlerdi... Bana alınan oyuncakları da, tabiî o getirirdi... Bir gün yeşil, mavi, sarı rengârenk oyuncak bastonlar getirmişti... Her nedense, bu değneklere çok imrenirdim... Bastonları tam bana vereceği sırada, subaylar ‘Babana ‘eşek’ de, ondan sonra gel al!’ diye tutturdular... Daha çok ufak olmama rağmen, yaptırmak istedikleri işin fenâ bir şey olduğunu hissediyordum; ama, bastonlarda da gözüm vardı... Nihâyet, ağlaya-ağlaya köşke gittim, hareme girdim... Bereket versin ki, karşıma kalfa kadınlardan biri çıktı, niçin ağladığımı sordu, ben de meseleyi anlattım... ‘Aaa! O da ne demek? Sana hiç yakışır mı?’ diye bir güzel haşladı; bu sayede gidip babama o hezeyânı etmemiş oldum... Subaylar da yaptıklarına utanmış olacaklar ki, bastonları sonradan içeri yolladılar...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:15:12
SULTAN İKİNCİ BAYEZİD VE SARI SALTUK

Cumartesi, 09 Nisan 2005
Sultan İkinci Bâyezîd Han, Kili ve Akkermân kalelerinin fethine çıktığında, Baba Dağına gelince; sâlih kimselerden bâzıları; “Pâdişâhım! Burada Sarı Saltuk adına nûrlu bir türbe vardı. Kâfirler yıkıp üzerine taş, toprak, çöp dökerek kabrini kaybettiler.” diye şikâyette bulundular. Sultan Bâyezîd-i Velî o mezbeleliğe gitti. Bir seccâde üzerinde Kara Şems (Şemseddîn Sivâsî) ile ikişer rekat namaz kılıp hakîkatı öğrenmek üzere o gece istihâreye yattı. Hemen Sarı Saltuk, sarı renkli sakallı ve yeşil sarığı ile görünüp; “Yâ Bâyezîd! Hoş geldin. Akkermân ve Kili kalelerini ve vilâyetlerini Boğdan kâfirleri elinden harp yapmadan fethedeceksin. Oğulların Mekke ve Medîne’ye hizmet edecek. Beni bu pislikten kurtar.” dedi. Sultan uyanınca; Kara Şems’e; “Efendi! Gördüğün rüyâyı bir kâğıda yaz. Ben de yazayım. Şeyhülislâma gönderelim. Bakalım ne cevap verir.” dedi. Herbiri gördükleri istihâreyi yazıp mühürlü olarak şeyhülislâma gönderdiler. Allahü teâlânın hikmeti ikisinin de görüp anlattıkları rüyâ aynıydı. Şeyhülislâm hemen; “Padişâhım! O yere büyük bir türbe yaptırasın.” diye haber gönderdi. Sultan Bâyezîd Han, o yeri temizlettirdi. Temizlenirken üzerinde; “Hâzâ Kabr-i Saltuk Bey Seyyid Muhammed Gâzi” diye yazılmış bir mermer sanduka göründü. Mîmâr ve mühendisler toplanıp nûrlu bir türbe ve câmi ile diğer hayır yerlerinin inşâsına başladılar. Bâyezîd Han, Kili ve Akkerman kalelerini hakîkaten harpsiz fethedip, oraların fâtihi oldu. Zaferle Baba Dağına döndü. Bir sene orada kışladı. Etrâfı düzene koyup, Baba Dağı şehrini îmâr etti. Bütün hayır yerlerini Baba Sultan’a vakfetti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:15:27
BARBAROS�UN İSTANBUL�A GELİŞİ

Pazar, 10 Nisan 2005
Cezayir’i zaptederek burada üs kuran Barbaros, Kanuni’nin kendisini davet etmesi üzerine, yanına 18 amiralini de alarak İstanbul’a gelmeye karar verdi. Bu sûretle Osmanlı’nın bir eyâleti olan Cezâyir’in, fiilen imparatorluğa katılmasına da rızâ göstermiş oluyordu. Barbaros’un İstanbul limanına vardığı 27 Aralık 1533 günü, güzel bir kış günü idi. Soğuğa rağmen bütün sahil boyunca bir-iki yüzbin İstanbullu birikmişti. Yıllardan beri adı efsanelere karışan ve daha hayatında bir masal kahramanı hâline gelin Barbaros’u görmek için halk, birbiri üzerine yığılıyordu. Ünlü denizci, 18 amirali, yâverleri ve kalabalık maiyyetiyle top ateşleri ve halkın tezâhüratı arasında karaya ayak bastı. Bu, onun İstanbul’a ilk gelişiydi. Barbaros, halka güzel bir zafer alayı seyrettirdi. Alayın önünde 200 esir gidiyordu. Bunlar, altın ve gümüş ganimet eşyası taşıyorlardı. Sonra, 30 Avrupalı esir asilzâde geliyordu. Bunlar, Avrupa’nın hemen her milletine mensup seçkin kişilerdi, kimi amiraldi, kimi general. 200 köleden müteşekkil bir delikanlılar kafilesi bunu takip ediyordu. Daha sonra 200 esir çocuk geliyordu. Başları ve boyunları mücevherlere boğulmuştu. Omuzlarında altın ve gümüş teller çekilmiş pek kıymetli kumaş topları vardı. Bu kafileyi, Avrupa’nın en güzel kızlarından oluşan 200 cariye takip ediyordu. Bunlar, en değerli elbiseler giymişler, mücevherlere boğulmuşlardı. Daha sonra 100 develik bir kervan geliyordu ki, ağırlığına ganimet eşyası yüklüydü. Bunu Afrika’nın en nadir hayvanlarından oluşan bir topluluk takip ediyordu. Altın ve gümüş zincirlere bağlanmış olan bu hayvanları, bakıcıları sevk ediyordu. Bu muhteşem kafilelerden sonra, gayet basit bir şekilde giyinmiş, Barbaros ve maiyyeti ile Türk levendleri geliyordu. Bu sûretle Toprapı Sarayı’na kadar yüründü. Ertesi sabah Kanuni Sultan Süleyman ile görüşüldü ve padişahın büyük iltifatlarına mazhar oldu.Kaptân-ı Derya’lık görevine tayin, devlet reisi olan padişaha değil, hükümet reisi olan sadrazama ait bir işti. Padişah, sadrazamın yaptığı tayini ancak usûlen tasdik ederdi. Kanuni Sultan Süleyman, bu hususta kanunu değiştirmedi. Barbaros’a Halep’e gidip Sadrazam İbrahim Paşa ile görüşmesini emretti. İbrahim Paşa, Barbaros’a Kaptân-ı deryalık tevcih edecekti. Bunun üzerine Barbaros İstanbul’da ancak 3-4 gün kaldı, padişahtan izin alarak Halep’e doğru yola çıktı. Çabuk gidebilmek için atla yol aldı. Kuşuçuşu 880 km. olan İstanbul-Halep yolunu 10 günde aldı ve yine aynı şekilde 10 günde geriye döndü. Bu, bize orta yaşını geçmiş olan bu büyük zâtın beden gücü hakkında bir fikir verebilir. İstanbul’a döndükten sonra merasimle Barbaros Hayreddin Paşa’ya hil’at giydirilip Kaptân-ı deryalığa tayin fermanı verildi.Osmanlı İmparatorluğu’nun hizmetinde Mayıs 1534’te Kaptân-ı Derya sıfatı ile ilk seferine çıkan Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz’e açıldı. İtalya kıyılarını vurduktan sonra Tunus’a yöneldi. Tunus Beyi Hasan’ı mağlup ve Osmanlı’ya itaate mecbur etti. Tunus Beyi’nin Avrupa’dan yardım isteği üzerine hazırlanan ordu Kuzey Afrika’ya gönderildi. Tunus’tan Cezayir’e çekilen Barbaros, tekrar denize açılarak Mallorca ve Minorka adalarını, İspanya kıyılarını vurduktan sonra İstanbul’a döndü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:15:43
SELİM�E TABİ OLASIN     

Pazartesi, 11 Nisan 2005
Memlûklerin Safevîleri desteklemesi yüzünden Osmanlılarla arası açılmıştı. Sultan Gavri, İbrâhim Gülşenî hazrelerinin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlarının ısrarı üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını kaybetti. Onun yerine tahta çıkan Tomanbay, İbrâhim Gülşenî'ye gelip duâ istirhâm eyledi. Şeyh dedi ki: "Siz duâya kâbiliyet ve istidâd hâsıl eyleyin ki duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın kitâbı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü teâlânın emri üzere hüküm etmez ise zâlimdir. Sultanım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm'e tâbi olasın." Bu nasîhatlere rağmen Tomanbay Ridâniye'de Yavuz'un karşısına çıktı. Bozguna uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi. Sultan Selîm Han böylece Mısır'ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu:Azîzim hayr-ı makdem ömrümün vârı safâ geldin.Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin.Diyerek karşıladı. Yavuz Sultan Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerin den istifâde etmeye çalıştılar.Mısır'da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamânın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Hana erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul'a dâvet eyledi. İstanbul'a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlarda bulundu. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyordu. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi. Sultan da Kehhâlbaşı'na (Sürmeci başına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini emretti. Kehhâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde halka vâz ve nasîhat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî'ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir ettiler. Bir müddet İstanbul'da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan izin alarak tekrar Mısır'a döndü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:16:06
BOĞAZKESEN (RUMELİ) HİSARI'NIN YAPILMASI

Salı, 12 Nisan 2005
Osmanlı Sultanı İkinci Mehmed, gerkek dedelerinin ve gerekse babasının girişmiş olduk ları büyük ve cür'etli teşebbüsü gerçekleştirmek istiyordu. Tabiat ve cografya, İstanbul'u, doğu ve batıdaki Osmanlı ülkelerine merkez yapmıştı. Kostantiniyye, başka bir devletin elin de kaldıkça Osmanlı ülkesi, Hristiyan istilasına açık bulunacağı gibi, Avrupa ile Asya arasında ki bağ ve alaka da emniyete alınamazdı. Böylece devlet, tam ve sağlam bir vücud olacak yerde, gövdesi ortasından ikiye bölünmüş olarak parçalanmak tehlikesine maruz kalırdı. Gerçekten şu ana kadar, Osmanlılar tarafından İstanbul'un fethi için yapılan tesebbüs lerin her birinde bir engel çıkarak veya çıkarılarak muvafakiyet önlenmişti. Fakat burası, imparatorun elinde bulundukça Osmanlıların Rumeli'ye tamamen hakim olmaları mümkün değildi. Nitekim, Varna muharebesine gidilirken, Çanakkale'nin ve hatta Sarayburnu ile Boğaz a dogru olan yerlerin düşman tarafından tutulmuş olması, bu arada İstanbul'un da, düşmanı teşvik eden imparatorun elinde bulunması yüzünden büyük tehlikeler altında Ceneviz gemilerine 40 bin duka altın verilerek Rumeli sahiline geçilebilmişti. Su halde, iki kıtadaki Osmanlı hakimiyetinin, devamlı olarak sinsi bir siyasetle, Osmanlılar aleyhinde çalışan Bizanslılar yüzünden, ne kadar korkunç tehlikeler arzettiğini hadiseler göstermektedir.İkinci Mehmed, Karaman seferinden dönerken Çanakkale Bogazı'nın Frenk gemilerince tutulduğu haberini alınca, İstanbul Boğazı'na gelip babasının geçtiği yerden Rumeli sahiline geçer. Bu geçiş esnasında, Anadolu Hisarı'nın karşısına bir kale yapılmasını emreder. İstanbul'un fethinden baska bir şey düşünmeyen Sultan Mehmed, bütün planlarını onun üzerine koruyordu. Bunun için atılan ilk adım, Bogazkesen Hisarı'nın inşası oldu. Askerî ehemmiyeti kadar âbidevî değeri de yüksek olan bu muazzam kalenin inşası, Türk tarihinin varmış oldugu seviyeyi göstermesi bakımından önemlidir. Dört buçuk ay gibi akıl almaz derecede kısa bir zamana sığdırılan bu inşaat, gerek tuttuğunu koparan bir teşebbüs, teşkilât, idâre ve ikmal dehası olarak hükümdarın; gerek yardımcı ve tatbikatçı olarak fikri, madde planında gerçekleştiren kütlenin yüksek bir teknik seviyesine şehâdet etmektedir.Osmanlıların, iki kıta arasındaki gidip gelmeleri esnasında, tehlikelerle karşı karşıya gelmelerinin kazandığı tecrübeleri, henüz kuvvetli bir donanmaya sahip olamayan bu devlet için, İstanbul'a sahip olmaktan başka çare olmadığını ortaya koymuştu. Zira tehlikeli durum lar, ancak bu sayede atlatılabilirdi. Böylece, pâdişahın emri üzerine, Karadeniz'den gelecek her türlü yardıma mani olmak ve iki sahil arasında karşıdan karşıya geçmeyi sağlayabilmek için, Boğazkesen Hisarı denilen Rumeli Hisarı'nın yapılmasıyla ise başlandı. Sultan Mehmed, Karaman seferinden Edirne'ye döner dönmez, Anadolu ve Rumeli'ye fermanlar göndererek bin kişilik bir inşaat ustası kadrosu ile o miktarda amele ve kireçci istediği gibi inşaata ait malzemenin ilk bahara kadar hazırlanmasını emir ile boğazda bir hisar yaptırılacağını bildirir. Bizans tarihçisi Dukas, bu haber üzerine gerek İstanbul, gerekse diğer yerlerdeki Hristiyanların nasıl büyük bir telaşa kapıldiklarını şu cümlelerle belirtir:"İstanbul'da, bütün Asya ve Trakya ile adalarda bulunan Hristiyanlar, bu haberi duyun ca çok üzüldüler. Aralarındaki konuşmalarda bundan baska bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak "artık İstanbul'un son günü geldi, milletimizin yok olma çanları çalmaya başladı. Deccal in günleri geldi, ne olacağız? Veya, ne yapalım? Ey Allah'ımız! Canımızı al ki, bu kulların, şehrin yok oluşunu kendi gözleri ile görmesinler. Senin düşmanların, bu şehri muhafaza eden azizler nerededirler demesinler." Bu münacatı yalnız İstanbul halkı değil, Anadolu'da dağınık surette ikamet eden, adalarda ve garp vilayetlerinde bulunan Hristiyanlar aglayarak bağırıyorlardı.""Kulle-i cedide" diye de isimlendirilen günümüzdeki Rumeli Hisari'nda, Fâtih'in vakfiyesinden anlaşıldığına göre bir de cami vardı. Bu camide vazife gören imam (hitabet vazifesi dahil), bu hizmete karşılık her gün 6 akça, müezzin (temizlik işleri dahil) 4 akça ücret alıyordu. Adı geçen hisarın yeri tesbite çalışılırken boğazın en dar yerindeki (660 m.) bu noktanın seçimi, askerî sevk ve idare bakımından önemli idi. Bu yeni hisarın, karşısındaki hisar ile birlikte boğaz geçişini kapatabilmesi tasarlanmıştı. Geçişi, makaslama ateş ile önlemek ve akıntılar yüzünden gemilerin burada, yani hisarın bulunduğu kıyıya yaklaşmak zorunda kalacaklarından istifade ediliyordu. Hisar, yaklaşan hedefleri toplarının en uzak mesafesinden karşılayarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.Sultan Mehmed'in kale yaptırmak istediği mevki, Bizanslıların Hermaneum Promontarium dedikleri, boğazın en dar yeri olup, milattan beş asır önce İran Şahı Dârâ, muazzam ordusu ile buradan Avrupa kıtasına geçmişti.Hisarın yapılması ile ilgili hazırlıklar üzerine telaşa düşen imparator, Edirne'ye elçiler gönderdi. Bunlar, aldıkları talimat gereği, Pâdişahla anlaşabilmek için her fedakârlığa katlana caklardı. İmparator, elçiler vâsitasiyle I. Murad'dan itibaren gelip geçmiş bütün pâdişahların, İstanbul'un hariminde bir kale yapmak ve hatta bir kulübe bile yapmak istemedik lerini, Yıldırım Bâyezid'in, Manuel'in muvafakati üzere Türklerle meskun olan Anadolu sahilinde ki kaleyi (Anadolu Hisarı) yaptırdığını bildirdikten sonra, kale yaptırmak suretiyle Frenklerin gidip gelmelerine mani olmak ve gümrük resimlerini (vergi) hiçe indirip İstanbul'u aç bırakmak istediğini beyanla bunu yapmaması için ne istiyorsa onu vereceklerini bildirmişti.Sultan Mehmed, imparatorun gönderdiği elçiler vâsıtasiyle söylenilen şeyleri dinledik ten sonra: "Ben, şehirden bir sey almıyorum. İmparator, sehrin hendeğinden dışarı hiç bir şeye malik değildir. Sayet Mukaddes Ağız'da (Boğaz'da) bir kale inşa etmek istersem, beni men etmeye hakkınız yoktur. Her yer benim mülküm altında bulunuyor. Anadolu yakasında bulunan kaleler benimdir ve bunların içinde oturanlar da Türktürler. Garpta meskûn olmayan yerler de benimdir. Bizans'ın orada oturmaya hakları yoktur. Macar Kralı üzerimize yürüdüğü zaman o karadan gelirken, Frenklerin kadırgaları Ege Denizi Boğazına gelerek Gelibolu Boğazını kapatarak, babamın Trakya'ya geçmesine mani oldular. O zaman babam, Mukaddes Ağız'ın yukarısı na çıkarak babasının inşa eylediği kaleye yakın bir yerden Allah'ın inayeti sayesinde kayıklar ile boğazı geçti. Binaenaleyh, babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını ve ne sıkıntılara girdiğini pekala bilirsiniz. Babamın, İstanbul Boğazını geçmemesi için imparatorun kadırgaları keşiflerde bulunuyorlardı. Ben, daha çocuktum. Edirne'de oturuyor, Macarların gelmelerini bekliyordum. Macarlar, Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı. Bunları gören imparatorunuz seviniyordu. Müslümanlar ise ızdırap çekiyorlardı. Kâfirler de sevinç ve meserret içinde idiler. Çok büyük tehlikeler ile boğazı geçen babam, karşı tarafa geçer geçmez, Anadolu kıyısında bulunan kalenin karşısına, garp tarafında diğer bir kale yaptıra cağına yemin etti. O, bu yemini yerine getirmeye muvaffak olamadı. Allah'ın inayeti ile bunu ben yapmak istiyorum. Neden buna mani olmak istiyosunuz? Memleketimde istediğimi yapma ya gücüm yetmiyecek mi? Gidiniz ve imparatora deyiniz ki, şimdiki pâdişah eski pâdişahlara benzemiyor. Onların yapamadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir. Onların istemedikleri şeyleri, bu isteyecek ve yapacaktır. Şimdiden sonra bu husus için gelenlerin derisi yüzülecektir."Dukas'ın, bu ifadelerinden anlaşıldığına göre Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı'nın inşasına mani olmak isteyen Bizans İmparatoru'na, tarihî hadiseleri hatırlatmak suretiyle bu teşebbüsündeki haklılığını isbat etmeye çalışır. Onun için bu işten vaz geçmesinin mümkün olamayacaığını tehdid yollu bir tarzda ona bildirir. Rumeli Hisarı'nın yapılması hazırlıklarına 1451-52 kışında başlanmıstır. İlkbaharın başlangıcında Mart ayının sonlarına doğru, Rumeli tarafına Anadolu Hisarının karşısına bol miktarda insaat malzemesi, usta, amele ve kireççi gelmişti. Kereste İzmit ile Karadeniz Ereğlisi'nden, taşlar ise Anadolu tarafından getirilmişti. Çalışmak üzere külliyetli miktarda insan gelmişti. Sultan Mehmed, bu sırada kara yolu ile boğaza gelerek bilirkişilerle (teknik eleman, mühendis) o havaliyi gezdi. Denizin akıntısı hakkında malumat aldı. İki sahil arasındaki mesafeyi ölçtürdü. Kalenin yapılacağı sahayı kendisi tayin ile hududunu tesbit ettirdi. Bundan sonra bir rivayete öre önce kıyıda, hisarın güney-doğu köşesindeki kule inşa edilerek malzeme ve çalışmaların selameti emniyete alınmıştır. Fâtih Sultan Mehmed, hisarın duvarlarının "Muhammed" kelimesi seklinde olmasını iste diğinden planını da ona göre tasarlamıştı. Buna göre her "Mim" (M) harfinin yerinde bir kule bulunmasını arzuluyordu. Kulelerden ikisi, birbirinin yanında ve burunun eteğinde idi. Üçüncüsü denize daha yakındı. "H" ve "D" harflerinin bulundukları yerlerde istihkamlar yapıldı. Pâdişah, bunların yapılmasına özen gösteriyor ve bizzat nezâret ediyordu. Gerçekten üç köşeli olarak düşünülen hisarın projesi, bizzat Sultan Mehmed tarafından tasarlanmıştı. Eski an'ane ye uyularak, hisarın yapılmasında devletin ileri gelenlerinden de faydalanıldığı ve bunların, masraflara katıldıkları görülür. Bu insanların, kule ve surların bir kısmının yapılmasına nezâret ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim hükümdar, kale inşasını üç vezir arasında taksim eder. Üç köşenin doğuda, yani deniz sahilinde olan bir köşesine akropol olarak gayet metin bir burç yaptırma vazifesini Halil Paşa'ya verdi. Yamaçta, yani güneyde bulunan diğer köşeye büyük bir burç yapılmasını Zağanos Paşa'ya, ve üçüncü köşeye, yani kuzeye düşen tarafa yapılacak burcu da Saruca Paşa'ya verdi. Vezir Şehabeddin Paşa da bütün inşaata nezâret etti.21 Mart 1452'de inşaatına başlanan Boğazkesen (Rumeli) Hisarı, Temmuz ayının sonlarında tamamlandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:16:26
SULTANZADE GAZİ HÜSREV BEY�İN TÜRBESİ 

Çarşamba, 13 Nisan 2005
Bosna’da İslam kültür ve medeniyetinin kurucusu Gazi Hüsrev Bey’dir. Kanuni’nin hala oğlu olan Hüsrev Bey, babası Ferhad Bey şehid düştüğünde o henüz kundakta idi. Hüsrev Bey, İstanbul’da Enderun mektebini bitirdikten sonra dedesi Bayezid Han’ın yaptırdığı medresede yüksek tahsilini yaptı. Kanuni, 1521 senesinde Belgrad seferine onu da götürdü ve fetihten sonra onu oraya sancak beyi tayi etti. Fakat orada az bir müddet kaldıktan sonra Bosna sancak beyi oldu.Bosna’da henüz fethedilmemiş kaleleri Avusturyalıların elinden aldı. 1526 Mohaç seferinde bir Osmanlı akıncı birliğine kumanda etti ve Macaristan’ın fethinde Osmanlı ordusu nun önünü açtı. Bu seferde, en  ünlü akıncı beyi olarak şöhret yaptı.Bosna’daki adil idaresi sayesinde binlerce Hristiyan Hırvat ihtida etti, müslüman oldu. Şimdi bunlara Boşnak deniyor. Binlerce Türkmen ailesini de Anadolu’dan getirtip oralara iskan etti. Babasından büyük bir miras kalmıştı. Gazalarda da çok ganimet eline geçti. Bütün bu servetini Bosna için harcadı. Ülkeyi, Osmanlı devletinin en mamur eyaleti haline getirdi. Saraybosna’da kendi yaptırdığı camiin yanına inşa ettirdiği medrese, yüksek tahsil kurumu idi. Bunun yanında da halvetî dergahı inşa edildi. Kendisi bu tarikate mensuptu. Hüsrev Bey vefat edince , kendi inşa ettirdiği camiin avlusuna defnedildi ve üzerine de büyük bir türbe yapıldı. Bu türbenin kapısı ile penceresi arasında kalan duvara bağlı vitrin içinde Peygamber Efendimizin sakalı şerifi ile Kâbe örtüsünden bir parça bulunur. Bu hediyeleri, Sultan Abdülaziz 1876’da, 4 tabur askerle İstanbul’dan buraya gönderdi. Emânât-ı Mukaddese şehre girerken 101 pâre top atışı ile selamlandı. Günlerce bütün Bosna halkı gelip ziyaret ettiler. Her sene Kadir gecesi bu emanetler halkın ziyaretine açılırdı. Hacca gidemeyen Boşnaklar, hayatında en az bir kere Hüsrev Bey türbesine gelip bu merasimde bulunurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:16:42
SULTANZADE GAZİ HÜSREV BEY�İN TÜRBESİ

Perşembe, 14 Nisan 2005
Bosna’da İslam kültür ve medeniyetinin kurucusu Gazi Hüsrev Bey’dir. Kanuni’nin hala oğlu olan Hüsrev Bey, babası Ferhad Bey şehid düştüğünde o henüz kundakta idi. Hüsrev Bey, İstanbul’da Enderun mektebini bitirdikten sonra dedesi Bayezid Han’ın yaptırdığı medresede yüksek tahsilini yaptı. Kanuni, 1521 senesinde Belgrad seferine onu da götürdü ve fetihten sonra onu oraya sancak beyi tayi etti. Fakat orada az bir müddet kaldıktan sonra Bosna sancak beyi oldu.Bosna’da henüz fethedilmemiş kaleleri Avusturyalıların elinden aldı. 1526 Mohaç seferinde bir Osmanlı akıncı birliğine kumanda etti ve Macaristan’ın fethinde Osmanlı ordusu nun önünü açtı. Bu seferde, en  ünlü akıncı beyi olarak şöhret yaptı.Bosna’daki adil idaresi sayesinde binlerce Hristiyan Hırvat ihtida etti, müslüman oldu. Şimdi bunlara Boşnak deniyor. Binlerce Türkmen ailesini de Anadolu’dan getirtip oralara iskan etti. Babasından büyük bir miras kalmıştı. Gazalarda da çok ganimet eline geçti. Bütün bu servetini Bosna için harcadı. Ülkeyi, Osmanlı devletinin en mamur eyaleti haline getirdi. Saraybosna’da kendi yaptırdığı camiin yanına inşa ettirdiği medrese, yüksek tahsil kurumu idi. Bunun yanında da halvetî dergahı inşa edildi. Kendisi bu tarikate mensuptu. Hüsrev Bey vefat edince , kendi inşa ettirdiği camiin avlusuna defnedildi ve üzerine de büyük bir türbe yapıldı. Bu türbenin kapısı ile penceresi arasında kalan duvara bağlı vitrin içinde Peygamber Efendimizin sakalı şerifi ile Kâbe örtüsünden bir parça bulunur. Bu hediyeleri, Sultan Abdülaziz 1876’da, 4 tabur askerle İstanbul’dan buraya gönderdi. Emânât-ı Mukaddese şehre girerken 101 pâre top atışı ile selamlandı. Günlerce bütün Bosna halkı gelip ziyaret ettiler. Her sene Kadir gecesi bu emanetler halkın ziyaretine açılırdı. Hacca gidemeyen Boşnaklar, hayatında en az bir kere Hüsrev Bey türbesine gelip bu merasimde bulunurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:16:57
OSMANLILARIN İNDONEZYA MÜSLÜMANLARINA YARDIMI

Cuma, 15 Nisan 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han, Portekiz donanmasının taarruzlarına karşı imdat isteyen Hind müslümanlarına bir donanma göndererek yardımda bulundu. Bu donanma Portekizlileri bu denizlerden kovaladıktan sonra Mısır’a dönerken, bu donanmada bir filoya kumanda eden Hayreddin Mehmed Reis, bu donanmanın kumandanı Süleyman Paşa tarafından iki gemiyle doğu denizlerini keşfe gönderildi. Osmanlı denizcileri ilk olarak Siyam (Tayland)’a geldiler ve kral tarafından çok iyi karşılandılar. Kral onların Siyam’da istekdileri kadar kalabileklerini ve misafirleri olduğunu söyledi. Tam 15 yıl burada kaldılar ve onlara yılda 12.000 altın ücret verildi. Bu zaman zarfında başkent Ayuthia’da (bugünkü başkent Bangkok’a yakın) 7 cami açtı lar. Yalnız başkentte 30.000 aile, onların örnek ahlakı sebebiyle müslüman olmakla şereflendi. Bugün Tayland’daki 2,5 milyon müslümanın menşei bunlardır. Hindistan’dan kovulan Portekiz donanması bu sefer İndonezya’ya saldırdı. Bu tarihlerde bu adalarda birçok müslüman devlet hüküm sürüyordu. Bunlardan biri olan, Sumatra adasının kuzey ucunda bulunan Açe devletinin sultanı Alâeddin Riâyet Şah, İstanbul’a elçi gönderip, Portekiz saldırılarına karşı Osmanlı Padişahından yardım istedi. Mektubunda şunları yazmıştı:“Hükmettiğim adalarda, siz padişahımın adına hutbe okunmaktadır. Seylan hükümdarı kafirdir. Ama Seylan adasında da tebeâ-i şahanenizden olan Müslüman cemaati ve 14 camileri vardır. Hutbe orada da ism-i şerifinize okunmaktadır. Hindistanın cenubundaki Malabar racası da keza kafirdir. Orada da 25 camide müslümanlar sizin adınıza hutbe okuturlar. Yine Hindistan’daki Gücerat racasının veziri Karamanoğlu Abdurrahman Bey’dir ve orada dahi cami lerde zatıâlinizin adı hutbelerde okunur. Bunların hepsi de sizden denizci ve topçu isterler. Son gönderdiğiniz 8 topçuyu başımın üzerinde taşıyorum. Şimdi kadırga yapmasını bilen gemi mühendisleri ile kale yapmasın bilen inşaat mühendisleri göndermeniz için şahane eşiğinize yakarıyoruz.”Alâeddin Şah, İstanbul’dan gönderilen 300 Osmanlı denizcisiyle birçok fetihler yaptı ve İndonezya adalarının çoğunu fethetti. Ayrıca Malezya’ya da çıkarak, burada İslamiyetin hızla yayılmasını sağladı. Kanuni’den sonra padişah olan II. Selim Han da Osman Bey isminde bir Tümamiral kumandasında bir filoyu daha İndonezya’ya gönderdi. Açe Sultanı, II. Selim Han’a yazdığı mektupta: “Taht şehrim Açe bir Osmanlı köyü ve bütün tebeam da padişahımın kullarıdır” diyordu. Buralara gelen Osmanlı denzicileri ise, bir daha geri dönmediler ve İndonezyalı kızlarla ve prenseslerle evlenerek orada işeref ve itibarla yaşadılar. 1898 yılında Sultan II. Abdülhamid Han’ın İndonezya’ya gönderdiği ajanlardan Abdülaziz Efendi, burada Türk mezarlığını ziyaret etti ve Türk olduklarını söyleyen, fakat Türkçe konuşamayan İndonezyalılarla görüştü. Kanuni’nin Alâeddin Şah’a gönderdiği Osmanlı sancağı, mukaddes sayılarak asırlarca İndonezya’da hürmet gördü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:17:15
FATİH�İN AKINCISI MALKOÇOĞLU BÂLÎ BEY BEY

Cumartesi, 16 Nisan 2005
Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından 1456'da Eflak prensliğine tâyin edilen ve Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Vlad, Pâdişâha bağlı kalacağına dâir söz vermesine rağmen, sözünde durmayarak Osmanlılar aleyhine Macarlarla anlaştı. Fâtih Sultan Mehmed Han'ın Trabzon seferini fırsat bilerek, Tuna'yı geçti ve Bulgaristan topraklarını yağmaladı. Daha sonraki bir zamanda da Tuna kenarında bulunan Osmanlı kuvvetleri üzerine baskın düzenleyerek, kumandanlarından Yûnus Bey'i şehîd, Hamza Bey'i de esir aldı. Daha sonra da Hamza Bey'i şehîd ederek başını Macar kralına gönderdi. Aldığı esirlerin hepsini kazıklattıktan sonra, Osmanlılara âid bir takım şehir ve kasabaları tahrîb etti. 25.000 esir alarak memleketine döndü. Hamza Bey'in ve bir çok Türk' ün pek vahşice şehîd edildiğini haber alan Fâtih Sultan Mehmed Han, Vlad'ın üzerine yürümeye karar verdi. 1462 baharında Widin'e kadar nehir yolu ile geldi. Fakat Kazıklı Voyvoda'ya tesadüf edemedi. Bunun üzerine Evrenosoğlu Ali Bey'in oğlu Ali Bey'i Eflak içlerine akına me'mur etti. Kazıklı Voyvoda Osmanlı akıncılarını vurmak üzere kuvvetler gönderdi. Mahmûd Paşa tarafından muharebe düzenine sokulan ve sağ kanatta Malkoçoğlu Bâli Bey'e bağlı birliklerin de yer aldığı akıncı kuvvetleri, ağaçlıklar altından birdenbire ortaya çıkarak Eflaklıları bozguna uğrattı. Yapılan muharebede, yedi bin kişi olduğu tahmin edilen bu kuvvetlerin pek azı kurtulabildi. Daha sonra yapılan muharebelerde Eflak tamamen Osmanlı hâkimiyetine girdi.Fâtih Sultan Mehmed Han 1475'de Malkoçoğlu Bâli Bey'i Macaristan üzerine akına gönderdi. Semendire ve civarının muhafızı Malkoçoğlu'nun emrine kapu halkından iki bölük garip yiğit ile Rumeli beylerinden Hasan Beyoğlu îsâ Bey de gönderildi. Malkoçoğlu Semendire civarından Tuna'yı geçerek, Szerem ovasına yâni Tuna ile Sava arasındaki zengin bölgeye girerek akınlar düzenledi. Geri dönecekleri sırada yolları üzerinde Macar kuvvetlerinin toplandığını duydu. On bin kişi kadar olan Macar kuvvetleri, Türk akıncı kuvvetlerinin yorulmasını bekliyorlardı. Kendi yolları üzerinde Macar kuvvetlerinin toplandığını anlayan Malkoçoğlu harbe girmekte tereddüd etmedi. Akıncıların bir kısmı Malkoçoğlu Bâli Bey'in idaresi altında pusuya girerken diğer kısmı Hasan Beyoğlu îsâ Bey'in idaresinde harbe atıldılar. Fakat savaş Türklerin aleyhine bir hâl aldı. Hattâ savaşa kumanda eden Hasan Beyoğlu îsâ Bey atından düşürüldü. İsa Bey tam bu anda; "Hay Bâli! Hay Bâli!" diye haykırdı. Bu sesi duyan Malkoçoğlu Bâli Bey kuvvetleri pusudan fırlayarak Macarları beklemedikleri anda bozguna uğrattılar. Fâtih Sultan Mehmed Han'ın 1478'deki İşkodra seferine katılan ve Venedik dolaylarına akınlarda bulunan Malkoçoğlu Bâli Bey, 1479'daki Macaristan seferinde kahramanlıklar gösterdi ve önemli hizmetlerde bulundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:17:32
KUZEY AFRİKA�YI İSPANYOLLARDAN KURTARAN OSMANLILAR

Pazar, 17 Nisan 2005
Osmanlı Devleti, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Cezayir’i fethedince, batısında bulunan Fas ile komşu oldular. O tarihlerde Fas sultanı olan II. Muhammed, Osmanlıların kendi devletini de ele geçireceğinden korkarak, 80.000 kişilik bir ordu ile Cezayir üzerine yürüdü. Cezayir valisi olan Kazdağlı Salih Paşa bunu haber alınca derhal harekete geçti ve Sebû denilen yerde 5 Ocak 1554 günü yapılan harpte Fas kuvvetlerini bozguna uğrattı. Ertesi gün de Fas sultanlığının başşehri olan Fes şehrine girdi. Burada 4 ay kadar hüküm sürdü. Fas sultanı güneydeki Merakeş şehrine kaçmıştı. 4 ay sonra Salih Paşa buradan çekilerek Cezayir’ e dönünce sultan, tekrar Fes şehrini ele geçirerek tahtına oturdu. Osmanlıların tekrar kendi ülkesine saldırmasından korktuğu için, kuzey komşusu İspanya ile bir işbirliği anlaşması yaptı. Ayrıca, Osmanlı Padişahlarını Halife-i Müslimin olarak tanımadığını da bildirerek, hutbe lerde onların adının okunmasını yasakladı. Fakat bir yerde hata yapmıştı; hükümdar olduğu sıralarda, Faslılara güvenemediği için, kendi muhafız birliğini, dürüst ve cesur olarak tanıdığı Türkmenlerden kurmuştu. Sultanın Osmanlılarla savaşması ve onlara karşı hristiyan İspanyol larla işbirliği yapması, bu Türkmen muhafızların tepkisine sebep oldu. Bir Cuma namazından sonra, hutbede Osmanlı sultanının adının okunmadığını gören muhafız alayı kumandanı Salih Kahya, hemen saraya gitti ve bir şey arzedecekmiş gibi hükümdarın yanına yaklaştı, sonra da aniden elindeki baltayı kaldırarak sultanın kafasını uçurdu. Onun yerine de Osmanlı dostu olan I. Abdullah’ı sultan ilan etti ve sabık sultanın kesik başını İstanbul’a gönderdi. Bu hadiseler sırasında Cezayir valisi Salih Paşa öldü ve yerine Barbaroszade Hasan Paşa Cezayir valiliğine tayin edildi. Kanuni’nin emriyle Hasan Paşa derhal ordusuyla Fas’a girdi ve yeni sultanın Osmanlı hükümdarına itaatini kabul etti. Bundan sonra Osmanlılar Fas’ın kuzey sahillerinde, muhtemel İspanyol saldırılarına karşı muhkem kaleler inşa ettiler ve buralar çok sayıda asker yerleştirdiler. Bu hadiseler Avrupa’da büyük korkuya sebep oldu. Osmanlıların Fas üzerinde İspanya’ya geçeceği söylentileri yayıldı. Nihayet 1578 senesinde İspanyol, Portekiz ve diğer Avrupa devlet lerinden kurulu kalabalık bir haçlı ordusu, Osmanlıları kuzey Afrika’dan atmak için büyük bir donanma ile Fas sahillerine çıktı. Cezayir valisi Ramazan Paşa, bunu haber alır almaz hemen harekete geçti ve 4 Ağustos 1578 günü Vâdi-üs-Seyl denilen yerde haçlı ordusu ile karşı karşıya geldi. Burada tarihin akışını değiştecek olan müthiş bir savaş başadı. Ramazan Paşa kumandasındaki 30.000 kişilik Osmanlı ordusu, 80.000 kişilik haçlı kuvvetlerini iki saat içinde perişan etti. 40.000’i öldürüldü, 20.000’i esir alındı. Kalan 20.000 haçlı da sahilde bekleyen gemilerine kaçmayı başardı. Fakat, pusuda bekleyen Osmanlı donanması derhal haçlılar üzerine saldırdı ve düşman gemi lerinin büyük bir kısmı imha edildi. Bu savaşta Portekiz kralının baş kumandanı Sebastian ile bütün Portekiz ve İspanyol generalleri öldürüldü. Eğer bu savaşı osmanlılar kaybetseydi, belki de bugün Kuzey Afrika, bir zamanlar Müslüman memleketi olan İspanya gibi, Hristiyanların eline geçecek ve bir hristiyan ülkesi olacaktı. O tarihe kadar dünyanın en kuvvetli devletleri arasında sayılan ve bilhassa muazzam donanmasıyla Müslüman devletlere çok zararlar veren Portekiz, büyük devletler arasından silinerek, bir çok denizaşırı toprağını kaybetti. Bilhassa uzakdoğudaki Müslüman devletler rahat bir nefes aldılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:17:47
OSMANLI TÜCCARI 

Pazartesi, 18 Nisan 2005
İstanbul’da uzun seneler kalmış olan ve hatıralarını kaleme alan İtalyan asıllı Avusturyalı general Kont Marsigli, 1737’de yazdığı eserin de Osmanlı tüccarlarını şöyle anlatıyor:“Osmanlı devletinde yaşayan tüccarlar, gayet mahir ve bilgili dir. Devlet, ticaretle uğraşanlara her türlü kolaylığı gösterir. Osmanlı nın prensibi, mümkün olduğu kadar ticaret malı girip çıkmasıdır. Zira mal ne kadar gelip giderse, devletin geliri de o derecede artmakta, halk da o kadar zenginleşmektedir. Osmanlı hükûmetleri ağır ticari vergilerden kaçınmışlardı. Ağır verginin, hem malın dolaşmasını engel lediği, hem de kaçakçılığı doğurduğu, devletin ve halkın kazancını azalttığı fikrindedir.Hükûmet kaçak mala hazine adına el koyar. Hiçbir tüccar, beyan etmediği, vergisini ödemediği malı kaçırmaya cesaret edemez. Zira ticaret müsaadesi elinden alınır. Osmanlı halkının hangi sebeple Avrupa milletlerinden daha müreffeh olduğunu düşünürdüm. Bunun sebebi, ticaret ve ticari aktivitedir. Topraklarının verimliliği ikinci planda kalır. Türk halkı, Avrupalılara göre çok varlıklı oldukları halde gayet tasarrufludur. Evlerinin masrafları, bizimkilere göre çok azdır. Yaşayışları sade ve gösterişten uzaktır. Günlük masraflarından artan bütün kazançlarını hayır işlerine sarf ederler. Sokakta dilenen yoktur. Yoksul vardır, fakat hepsi yardım görür. Osmanlı sanayii de oldukça ilerlemiştir. Fakat ticaret önce gelir. Dış ülkelere o kadar çok mal satarlar ki, sade yaşantıları sebebiyle dışarıdan fazla bir mal ithal etmelerine ihtiyaç kalmadan, sadece hoşlarına giden birkaç çeşit mal alırlar. Dünyada hiçbir devlet yoktur ki, savaş veya başka bir sebeple Osmanlı devletiyle ticaretini kestiği takdirde sıkıntıya düşmesin. Birçok Avrupa devleti bazı maddeleri kesin olarak Osmanlı’dan almağa mecburdur. Osmanlı kerestesi gelmezse, Avrupa’daki tersaneler durur. Osmanlı tarım ürünleri bütün Avrupa’yı besler. Osmanlı ipek kumaşları, bakırı, derisi, dünya piyasa larına hakimdir. Osmanlı silahları ve cephaneleri, Avrupa’daki dükkanlarda çok pahalıdır. Bu sebeple Avrupalının Osmanlı’ya sattığı mal, ondan satın aldığı için yetmez. Üstelik, Amerika’daki maden ocakların dan çıkardığı altın ve gümüşü de Osmanlı’ya kaptırır. Asya’dan Osmanlı ülkesine gelen mallar, burada mamul hale getirilerek Avrupa ya büyük kârlarla satılır.Bazı mamullerde Osmanlı sanayii ile rekabet dahi mümkün değil dir. Silah, halı, ileri teknoloji ile yapılmış boya ve çeşitli kimyevi maddeler bunlardan birkaçıdır. Osmanlı hükûmetleri, Avrupa’dan büyük paralar çektiğinin idraki içindedir. Buna karşılık Avrupalı tüccarlara da her türlü kolaylığı sağlar. Formaliteleri asgariye indirmiştir. Gümrük vergilerini düşük tutar. Bir Avrupalı tüccarın mallarını getiren gemi, malını bir Osmanlı limanına boşaltır. Bundan sonrasını devlet yapar. Koca Osmanlı ülkesi nin en ücra köşesine kadar, Avrupalı tüccrına istediği her noktaya o mallar mahirane bir organizasyonla sevkedilir ve bundan da devlet büyük kazanç sağlar. Aynı şekilde, Avrupalı tüccar Osmanlı ülkesinin herhangi bir yerinden mal almak isterse, üretici ile muhatap olmaz. Osmanlı tüccarı o malı onun adına oradan alır ve limana getirerek Avrupalı tüccara satar.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:18:03
OSMANLI ORDUSUNDAKİ TERTİP VE DÜZEN 

Salı, 19 Nisan 2005
Uzun seneler İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisi olan Lord Paul Ricault, Sadrazamın daveti ile Eylül 1663’de Uyvar seferine gözlemci olarak katılmıştı. Sefer sırasında gördüklerini şöyle anlatır:“Gerek Veziriazamın, gerekse diğer büyük kumandanların otağ larına çadırdan ziyade saray demek doğru olur. Muhteşem ve harikul âde süslemeleri, çeşitli oda ve daireleri ile saraylardan fazla masraf edilmişti. Bu seyyar saraylar ve ağır kazıkları, parçalar halinde menzil den menzile taşınıyordu. Osmanlı ordusu günde 5-6 saat yürüyordu. Daha fazla yürüyüşe cebrî yürüyüş denir ki, fevkalade hallerde olur. Ordu ağırlıklarını at, katır ve develer taşır. Otağ kurucular ordudan daima bir menzil önde giderler. Otağ sahipleri bir menzile gelince otağlarını kurulmuş bulur lar. Her otağ çifttir. Biri kullanılırken diğeri bir menzil sonrasında kurulmaktadır. Sanıyorum bu muhteşem otağları Osmanlılar, ne kadar zengin ve kudretli olduklarını gösterip, düşmanın gözünü korkutmak için kullanıyorlar. Orduda düzen, tek kelime ile harikuladedir. İçki içen tek kişi yoktur. Gürültü, münakaşa, yüksek sesle konuşma duymak mümkün değildir. Bizim ordularımızdaki şamatadan eser yoktur. Her ülkenin halkı, Osmanlı ordusu geçerken endişe duymaz. Ordu, geçtiği yerlerde her şeyi para ile satın alır. Bizde olduğu gibi ordugâh, kızlarına sataşıldığı, malları yağma edildiği için şikayete gelen ana ve babalarla dolmaz. Bu düzen, Osmanlıları hep muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazaman büytmüştür.Osmanlı ordugahları çok temizdir. En küçük çöp bile görülmez. Her çadırın yanına ihtiyaç için çukurlar kazılır ve ordu hareket eder ken çukurlar toprakla örtülür. Osmanlı ordugahları kadar temiz hiçbir şehir görmedim.Yazın sıcak günlerinde yürüyüş, gece saat 7’de nakliye katarları nın haretketiyle başlar. Veziriazam ve maiyeti, gece yarısını hemen takibeden dakikalarda atlara binerek orduyu harekete geçirirler. Bu suretle gündüz sıcağından kaçınırlar. Serin gecelerde yürüyüş tercih edilir. Bir aksaklık da olmaz. Zira her birliğin önünde öyle bol meşale yakılır ki, gökyüzü gündüz gibi aydınlanır. Meşaleciler ayrı bir sınıf teşkil ederler. Subaylarına da “Meşalecibaşı” denir. Belgrad’dan geçiyorduk. Genç Sırp kızları ordugaha, çeşitli mallar satmak için geldiler. Bayramlık elbiselerini giymişlerdi. Alımlı kızlardı. Getirdikleri malların hepsini sattılar. Osmanlı askeri, istedik leri ücreti münakaşa etmeden ödediler. Bu esnada kızların yüzlerine bile bakmadılar. Halbuki bunların asıl maksatları, kendilerini Osmanlı askerine beğendirmekti, mallarını değil. Hangi ülkeden geçtiysek, köylülerin, orduyu sevinçle karşıladığını gördüm. Zira Osmanlı ordusu geçtiği yerlere altınlar saçıyor, halk büyük paralar kazanıyordu. Ordu-yu Hümayun bu düzen içinde Edirne’den Uyvar’a (bugün Slovakya sınırları içinde) kadar geldi, Avusturya ordusunu yendi, yeni ülkeler fethetti ve geri döndü.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:18:22
MİMAR KOCA MEHMED AĞA

Çarşamba, 20 Nisan 2005
Sultanahmed Camii mimarı Mehmed Ağa, 1563’de Rumeli’den İstanbul’a geldiğinde çocuk yaştaydı. 5 sene orta tahsilinden sonra Hâssa Mîmârî Mektebinde 21 sene mimarlık eğitimi gördü. Çeşitli vazifelerde bulunduktan sonra Sultan III. Murad Han tarafından, Rumeli, Mısır, Arabistan, Kırım ve Macaristan’a, buradaki mimari eserleri incelemek maksadıyla gönderildi. Daha sonra Suyolları Nâzırı oldu. I. Ahmed Han padişah olunca onu Hâssa Sermimarlığı makamına getirdi. Mehmed Ağa, 23 Eylül 1611’de İstanbul’dan hareket ederek, 4 Mart 1612’de Mekke-i Mükerreme’ye vasıl oldu. Şimdi ilk büyük icraatını gerçekleştiriyordu; Meşhur “Altın Oluk”u, Kâbe’ye yerleştir  dikten sonra, 82 kilo saf altınla işlenmiş örtü ile Kâbe-i Muazzamayı kapladı ve oradan Medine-i Münevvere’ye geçti. Sultan Ahmed Han, Şeb-çerağ yani Gece Aydınlatan isimli meşhur elması Ravza-i Mutahhara’ya takılmak için göndermişti. Bu meşhur elmas kalın bir altın bir muhafaza içine alınmış, etrafı da 227 küçük elmasla işlenmiş ti. Mehmed Ağa bu elmas askıyı, büyük bir merasimle Peyagamber Efendimizin başucuna astı. Ayrıca Hazret-i Fâtıma  validemizin kabrini de baştan başa yeniledi. Daha sonra İstanbul’a döndü. Nihayet, Sultan Ahmed Han, o güne kadar yapılanların hepsinden daha büyük bir cami yaptırmaya karar verdi ve bu işi ile de Mehmed Ağayı görevlendirdi. Cami, Osmanlı’nın haşmetini göstermek için Ayasofya’nın tam karşısına yapılacaktı. Bu iş iiçn önce istimlaklara başlandı. O havalide bulunan 5 saray ile eski bir kilise ve birçok ev yıkıldı. Bu saraylardan yalnız Ayşe Hanım Sultan’ınki için 30.000 altın istimlak bedeli ödendi. Padişah, Mehmed Ağanın gösterdiği Cami maketini çok beğendi ve “Âferin Mimar Ağa, bu camiyi yap” emrini verdi.9 Kasım 1609 günü yapılan temel atma merasimine, Hünkar Şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri de geldi ve dua etti. 8 sene süren inşaat, 8 Haziran 1617 günü bitti. İlk kılınan Cuma namazında cemaat, bu muhteşem camiye sığmadı ve caddelere taştı. O zamanda, dünyadaki 6 minareli ve 14 şerefeli tek cami idi.Mehmed Ağa, inaşşatı büyük bir tedirginlik içinde tamamladı. Çünkü, inşaatın tam karşısındaki Topkapı sarayında padişah, hergün onu takip ediyordu. Bir elinde tesbih, bir elinde cedvel, saatlerce inşaatı geziyordu. Cami inşaatı için, padişahın kendi şahsi hazinesinden 1.509.191 altın harcandı. Camiyi 22.000 kandil aydınlatıyordu. Cami ve müştemilatı için 750 görevli tayin edilmişti. Vakıfları ise akıl almaz zenginlikteydi.
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:18:38
DOĞU AFRİKA FATİHİ ÖZDEMİR PAŞA

Perşembe, 21 Nisan 2005
Özdemir Bey, Mısır’daki Memlûk Türk beylerindendi. Yavuz tarafından Mısır’ın Osmanlı idaresine geçmesiyle o da Osmanlı ordusuna katıldı ve vali Süleyman Paşa’nın hizmetinde Sancak Beyi (Tümgeneral) rütbesine yükseldi. Bu vazifedeyken, 1541 senesinde emrindeki kuvvetlerle güneye ilerleyerek önce Sudan, sonra Habeşistan, Eritre, Somali topraklarını fethetti. Bu ülkelerin kralları Osmanlı tâbiyetini tanıdılar. Buraların ahalisi putperest idi. İslamiyeti bu insanlara ilk tanıtan Özdemir Paşa oldu. Kısa bir zaman içinde, bazı hristiyan Habeş kabileleri dışında bu memleketlerin ahalisi tamamen Müslüman oldu.Özdemir Paşa’nın bu başarıları padişaha kadar ulaştı. Kanuni Sultan Süleyman Han, onu İstanbul’a davet ederek görüşmek istedi. Sevimli, zeki, konuşkan ve yüksek bir terbiye ve edeb sahibi olan Özdemir Paşa’yı çok sevdi ve ona Beylerbeyi (Orgeneral) rütbesini verdi. Bir süre İstanbul’da kalan Paşa, bu zaman zarfında padişah ile bir çok defa, hem de bir dost muamelesi görerek sohbet etti. Kanuni’ye, Afrika’nın stratejik önemini, buralarda Portekiz donanmasının görülmeye başladığını, eğer Osmanlı devleti olmazsa, hristiyanlığın yayılabile ceğini padişaha anlattı. Kanuni de onu “Habeşistan Beylerbeyi” tayin ederek tekrar Afrika’ya gönderdi. Böylece Afrika’da yeni bir Osmanlı eyaleti kuruluyordu. Özdemir Paşa Afrika’ya dönünce, eyaletinin merkezini Eritre’deki Musavva limanına kurdu. Paşa sarayı ile camiini yaptırdı. Türbesi de bu caminin avlusundadır ve bugün de hâlâ mevcuttur. Daha sonra fetihlerine devam ederek, bugünkü Uganda’yı ele geçirdikten sonra Kenya ve Tanzanya sahilleri boyunca güneye doğru ilerledi ve buralarda da İslamiyeti yaydı. Ayrıca Portekiz hücumlarından korumak için de bir çok kaleler inşa etti. Bunlardan, Somali’nin doğu ucunda, Hind Okyanusuna hakim bir tepede kurulu Zeyla kalesi, ihtişamlı görünüşü ile görenleri hayrette bırakırdı. Özdemir Paşa vefat edince, Musavva şehrinde yaptırdığı caminin avlusuna defnedildi ve üzerine türbe yapıldı. Yerine oğlu Osman Paşa, Kanuni tarafından Habeşistan Beylerbeyi tayin edildi. O da babasının izini takip etti ve güneydeki Mozambik’e kadar Doğu Afrika sahillerine Portekizlileri sokmadı. Bu topraklar tam 250 sene Osmanlı idaresinde kaldıktan sonra, 1800 ’lerin başından itibaren İngilizlerin eline geçti. Özdemir Paşa’nın Eritre’deki merkezi olan Musavva şehri ise, 1890 yılında hâlâ bir Osmanlı beldesiydi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:18:53
SALTANAT TAHTINA OTURACAKTIR

Cuma, 22 Nisan 2005
Sultan İkinci Selîm Hân’ın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anla mak üzere, bir mektupla hizmetçisini Uşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haber ci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi. Haberci, hemen Manisa'ya dönerek müjdeyi Şehzâde'ye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul'a hareket etti. Balıkesir'e geldiğinde, Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, Sadrâzamın mektubunu Şehzâde'ye verdiler. Mektubu okuyan Şehzâde, bu mektuptan babası Sultan İkinci Selîm'in vefât ettiğini, Sadrâzamın ölüm haberini halktan sakladığını ve kendisini tahta çıkarmak üzere dâvet ettiğini öğrendi. İstanbul'a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin haber verdiği zamanda, Sultan Üçüncü Murâd Hân nâmıyla tahta geçti. Bu hâdiseden sonra, Sultan Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve kendisini İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak'tan ayrılıp, İstanbul'a geldiğin de; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı. Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak'a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul'da kalması için ricâda bulundu. Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul'da kalmağa karar verdi. Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin adına bir dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine, halka doğru yolu göstermeleri için gönderdi.Hasan Uşâkî İstanbul'a geldiği zaman, evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinân hazretleriyle görüştü. Ümmî Sinân ona Halvetîlik tarîkatında hilâfet verdi. Şeyh Ahmed-i Semerkandî ise, ona "Kübreviyye" ve "Nûr-i Bahriyye" yolunun hilâfetini vermişti. Hüsâmeddîn Uşâkî de bu yolları birleştirerek Uşâkîlik tarîkatını kurdu.Şöyle anlatılır: "İnsanların kalabalığından rahatsız olanHüsâmeddîn Uşâkî, Pâdişâhtan hacca gitmek ve Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için izin istedi. Pâdişâh kendisine izin verdi. Sefere çıkmadan önce, oğlu Mustafa Efendiye hanımının hâmile olduğunu söyleyerek; "Bizim bu fânî âlemi terketmemiz yakındır. O saâdetli oğlumun ismini Abdürrahîm koy ve kendisinin ilim ve terbiyesi ile meşgûl ol." diye vasiyette bulundu.Hüsâmeddîn Uşâkî, hac farîzasını yerine getirip geri dönerken, Konya'da rahatsızlandı ve 1594 (H.1003) senesinde orada vefât etti.Cenâze namazı Konya'da kılındı. Vasiyeti üzerine İstanbul'a götürülmek üzere yola çıkarıldı. Konya vâlisi, yola çıkmadan önce Hüsâmeddîn Uşâkî'nin cesedinin kokmaması için ilâçlatmak istedi. Fakat oğulları ve talebeleri buna karşı çıkarak, Uşâkî hazretlerinin kokmıyacağını söylediler ve ilâçlatmadılar. Mübârek bedeni, hiç kokmadan İstanbul'a getirildi şimdiki kabrinin bulunduğu yere defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:19:08
NAİME SULTAN 

Cumartesi, 23 Nisan 2005
1912 senesinde İstanbul’a gelen İngiliz kadın yazarlardan Grace Elliot, bir prenses ile görüşmek için temaslara başladı. Fatma Hanım isimli bir kadınla tanışmıştı. Onun vasıtasıyla, 3 sene önce tahttan indirilmiş olan Sultan II. Abdülhamid Han’ın ikinci kızı, 36 yaşındaki Naime Sultan’dan randevu alabildi. Birlikte, onun Ortaköy’deki Sahil sarayına gittiler. Grace Elliot, Naime Sultan tarafından kabulünü şöyle anlatır:“Bahçe kapısında 5 ağa tarafından karşılandık. Sarayın cephe kapısına kadar bizi getirdi ler. Burada başka beş ağa bizi selamlayıp içeri soktu. Harem kısmına geçtik. Divanhane denilen büyük kabul salonunda Sultan’ın cariyeleri, altışarlı gruplar halinde dimdik duruyorlar dı. Her grubun başında yaşlı bir cariye vardı. Görevleri ayrıydı. Hepsi 24 cariye idi ve mücev herler içindeydiler. Sonradan bu mücevherlerin kendi malları olduğunu ve hizmetlerine karşılık kazandıklarını öğrendim. Altı cariye yaşmaklarımızı aldı. Diğer altısı kahve getirdi. Kahve ve diğer ikramlar, som altın 5 tepsi içinde getirildi. Cariyelere yakından baktım, hepsi de güzel kızlardı. Sırma ile işlenmiş kaftanları birer sanat eseriydi. Bir cariye büyük bir altın kâse içinde menekşe reçeli getirdi. Birçok altın kaşık vardı ve bir kaşık ancak bir defa ağıza götürülüp bırakılıyordu. Reçelden sonra su içtik. Billur bardaklar, inci, yakut ve zümrütler kakılmış altın mahfaza lar içindeydi. Kahve fincanları da aynı şekilde mücevherli kılıflar içindeydi. Kahve, büyük bir altın cezveden gözümüzün önünde fincanlara konuyordu. Bu ikramlardan sonra yan bir salona davet edildik. Kapısında Sultan Hanımefendi Hazret leri bizi ayakta karşıladı. Fatma hanım Sultanı etekledi. Protokolün bööyle olduğunu zannedip ben de aynı şeyi yapmaya kalkınca, Sultan tebessüm ederek beni engelledi, elimi tutup iki yanağımı öptü. Salonda bir taht vardı, oraya oturdu. Bize de iki koltuk gösterdi. Ancak Fatma hanım koltuğa oturmayıp tahtın önündeki mükellef halıya bağdaş kurdu. Sultanın ricasıyla koltuğa oturdu.Sultanın benden hoşandığını hemen anladım. Zira gittikçe tebessümü fazlalaştı. Tahtının sağındaki koltuğu gösterip oraya gelmemi rica etti. Çok güzeldi. Fevkalade zarif giyinmişti. Mânâ dolu gözleri simsiyahtı. Yüzünün hatları işlenmiş bir minyatür gibiydi. Uzun saçları, ince örgüler halinde uzanıyordu. Pembe atlastan elbisesinin etekleri yerleri süpürüyordu. Oturur ken ayakarını gördüm, çocuk ayağı gibi küçüktü. Elleri kadar güzel el görmediğimi itiraf ederim. İnci küpeleri ve inci kolyesi vardı. Biraz sonra çaylarımızı içip yemek salonuna geçtik. Masa, 20 kişinin yemek yiyeceği şekilde düzenlenmişti. İki taraf limon çiçekleriyle bezenmişti. Masanın üzeri bol ve değerli yemeklerle donatılmıştı. Hepsi de Osmanlı mutfağındandı. Yemekten sonra başka bir salona geçtik. Burada kahvelerimizi içtikten sonra çeşitli meyvalar dolu tabaklar geldi. Naciye Sultanın 40 cariyesi, birkaç harem ağası ve hayli uşağı vardı. Hepsi de sultanları na hayran ve ona severek hizmet ediyorlardı. Bu hizmeti şeref kabul ettiklerini anladım. Osmanlı devletinin bizce çöküş kabul ettiğimiz bir devrinde, bir hanedan mensubu hanımefendinin yaşantısı beni çok etkilemiş ve Osmanlının ne muhteşem bir medeniyete sahip olduğunu isbat etmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:19:22
İYİLİĞE KARŞI KEMLİK

Pazar, 24 Nisan 2005
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra, merkezi Trabzon olan Pontus devletinin kralı David Komnenos, şimdi sıranın kendilerine geldiğini anladı ve Osmanlılara karşı Doğu Anadoludaki Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan’a, Osmanlılara karşı  ittifak yapmayı teklif etti. Aralarındaki dostluğu güçlendirmek için de yeğeni Katerina Despina’yı Uzun Hasan ile evlendirdi. Bu ittifaktan cesaret alan David Komnenos, Osmanlılara vermesi gereken vergiyi vermediği gibi, evvelce verdiklerini de geri istedi. Bu durumu da Uzun Hasan’a bildirerek gereğinin yapılmasını istedi. Uzun Hasan da yeğeni Murad’ı Fatih Sultan Mehmed Han’a gönderdi. Huzura kabul edilen Murad Bey:-Padişahım, Trabzon Pontus Devleti, ödediği bütün vergilerin geri verilmesini istiyor! Dedi. Fatih Sultan Mehmed:-Siz gidiniz, ben gelir borcumu öderim...cevabını verdi.Bunun akabinde hemen savaş hazırlıklarına başlayarak her zaman olduğu gibi kimseye bir şey söylemeden Doğuya doğru sefere çıktı. Öncü kuvvetlerinin başında Gedik Ahmed Paşa, evvelce yola çıkmıştı. Yolda bir kısım Akkoyulu kuvvetleriyle karşılaştı ve bunları bozguna uğrattı. Bu durumdan telaşlanan Uzun Hasan, annesi Sârâ Hatun ile Çemişgezek beyim Şeyh Hüseyin’i Fatih Sultan Mehmed’e gönderip barış teklif etti. Bu barış teklifi, Trabzon Rum Devletine yardım etmemek şartıyla kabul edildi. Gelen heyetten Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun misafir kabul edilerek ağırlandı ve diğerleri geri gönderildi. Bu, bir nevi rehine almak idi. Osmanlı ordusu yüksek dağlardan, sarp yamaçlardan ve ormanlardan zorlukla geçiyor ve Fatih Sultan Mehmed çoğu zaman yaya yürümek zorunda kalıyordu. Sârâ Hatun, gelini Katerina Despina’yı düşünerek Trabzon Rum Devletine taarruz edilmemesi için Fatih’in huzuruna çıkıp:-Ey oğul, bu Trabzon için bunca zahmet nedendir? Deyince, Fatih:-Ey ana, bu zahmet din yolundadır. Çünkü bizin elimizde İslam kılıncı vardır. Bu zahmeti yapmaz isek bize gazi demek yalan olur... dedi. Pontus kralı David Komnenos, Osmanlı askerine karşı koyamayacağını idrak ettiğinden, denizden Trabzon’a yaklaşmış bulunan Mahmud Paşa’ya bir elçi göndererek teslim olacağını bildirdi ve birkaç gün sonra ordusu ile birlikte vasıl olan Fatih Sultan Mehmed Han’a şehri tes lim etti. Kral ve ailesi de bir gemiyle önce İstanbul’a, oradan da bir Rumeli sancağı olan Serez’ e gönderildi. Burada bir müddet kalan Fatih, daha sonra İstanbul’a döndü. Yolda Akkoyunlu sınırından geçerken Sârâ Hatun’a da bir çok hediyeler verilerek memleketine gönderildi. Bu arada Uzun Hasan’ın karısı Katerina Despina,  Serez’de sürgün bulunan amcası David Komnenos’a bir mektup göndererek, oğullarından birini ve ya ölen kardeşinin oğlu ile Midilli hakimi olan Gattiluzzio’nun akrabası Alexi’nin göderilmesini istedi. Maksadı ise, Osmanlı ordu su Rumeli’de seferde iken Uzun Hasan’ı Trabzon üzerine gönderip, burasını tekrar ele geçirerek Pontus krallığını yeniden kurmak ve yeğenini kral yapmakdı. Fakat Fatih’in casuslarından Yorgi Amuraki, bu haberleşmeleri anında saraya bildirdi. Fatih Sultan Mehmed hayret içinde kaldı. Zira David Komnenos ve ailesine çok iyiliklerde bulunmuştu. Bunun üzerine hemen idam edilmeleri emrini verdi. David Komnenos ile 4 oğlu Edirne’ye getirilerek idam edildiler.

 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:19:47
YAVUZ SULTAN SELİM�İN ERLİK SÖZÜ     

Pazartesi, 25 Nisan 2005
Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail’in Anadolu’da yaptığı şiilik propagandaları yüzünden ulemadan aldığı fetvalarla İran üzerine, 15 Mart 1514 günü sefere çıktı. İzmit’e ulaştığında Şah İsmail’e bir mektup gönderip, ulemadan fetva aldığını, bu sebeple kendisi üzerine sefere çıktığını ve Osmanlı atlarının ayak bastığı yerlerden geri çekilmesini istedi. Şah İsmail bu mektuba gönderdiği cevapta:-Er isen meydana gel. Biz de seni beklemekten kurtuluruz...dedi ve Yavuz’u tahkir için mektupla birlikte bir de kadın elbisesi gönderdi. Kadın elbisesini gören Yavuz, hiddetinden hemen elçiyi öldürttü. Hemen Şah İsmail’e bir cevap yazdı ve mektupla birlikte bir hırka-asa-külah-tesbih de gönderdi. Bunlar, Şahın dervişlikten gelme olduğunu ifade ediyordu. Bu cevabı alan Şah İsmail hayretler içinde kaldı. Yavuz’un kendisine bu şekilde edepli ve nazik bir cevap göndereceğini ummuyordu. Hemen Yavuz’a temkinli ve itidalli bir cevap yazıp anlaşma yapmak istediğini de bildirdi. Bu cevap geldiği sıralarda Erzincan’a ulaşmıştı. Buralar o tarihlerde İran hakimiyeti altındaydı ve Şah İsmail’in, Osmanlı ordusu nu sınırdan içeri sokmaması gerekiyordu. Fakat ortalıkta İran ordu sundan eser görünmüyordu. Osmanlı askeri, uzun zamandır düşmanın peşinde oldukları halde, hâlâ onlarla karşılaşamadıklarından canları sıkılmıştı ve bazıları geri dönmek istiyorlardı. İşte bunlardan biri Yavuz’un çadırına bir mektup bıraktı. Mektupta şunlar yazılıydı:-Ortada düşman yok. Bu harap memlekette ilerlemek, askerin telef olmasıdır. Geri dönelim...Yavuz bu mektubu çok sinirlendi ve hemen atına binip askerin arsına girdi. Yüksek bir yere çıkarak onlara:-Henüz düşmanla karşılaşamadık. Bizden kaçıyorlar. Bunun için geri dönemeyiz. Ne yazık ki, Şahın yanında olanlar onun için can verdikleri halde, bizler İslam için, Hak yolu için buralara kadar geldik. Kalbleri zaif olanlara izin veriyorum, karılarının yanlarına dönsünler. Er olanlar benimle gelsin, yoksa tek başıma da giderim...dedikten sonra atını ileri sürdü. Bütün asker şaşkınlık içindeydi. Hepsi de onun arkasından yürüdüler. İki gün sonra Çaldıra ovasında Şah Simail’in ordusuyla bekle diği haberi geldi ve Yavuz’a itiraz edenler mahcup oldular. 23 Ağustos 1514 günü Erzincan’ın Çaldıran ovasında yapılan savaşta Osmanlı ordusu büyük bir zafer kazandı.

   
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:20:01
EĞER SAKALIMIN BİR KILI BİLSEYDİ!

Salı, 26 Nisan 2005
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u almadan evvel Cenevizlilerle iyi ilişkileri geliştirmişti. İstanbul’a giren Osmanlılar, Ceneviz kolonisi olan Galata’yı da işgal etti. Bu durum karşısında Cenevizliler Osmanlı lara cephe aldı ve ilişkilerini kesti.Akdeniz ve Karadeniz ticaret yolları Venedik ve Cenevizlilerin kontrolleri altında bulunuyordu. Bundan endişe eden Fatih, Cenevizli lerin elinde bulunan Amasra üzerine sefere çıktı. Ayrıca 150 gemiden kurulu bir donanma hazırlayıp, Mahmud Paşa’ya:-Kurduğum bu donanma ile Karadeniz sahilini takibedeceksin! Emrini verdi.Mahmud Paşa Karadeniz’e açılırken, Fatih’te ordusuyla İzmit- Sapanca-Akyazı üzerinde sefere çıktı. Seferin nereye ve kim üzerine olduğunu herkes merak ediyordu. Ordu kadılarından biri:-Haşmetlû Sultanım, sefer nereye ola ki? Diye sordu.Fatih Sultan Mehmed bu soruya şu tarihi cevabı verdi:-Bana bak efendi! Zihnimden geçenleri şu gördüğün sakalımın bir teli sezecek olsa, bütün sakalımı keserdim!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:20:15
ŞAH İSMAİL�İN HAYRETİ

Çarşamba, 27 Nisan 2005
Çaldıran savaşı başladığında Şah İsmail, yüksek bir tepeye çıkarak ordusunun hareketi ni takip ediyordu. Öncü kuvvetlerinden esir düşen bir Osmanlı süvarisini de yanına alıp ondan Osmanlı askeri hakkında bilgi almaya başladı:-Şu karşı tepelerde kan ırmağı gibi görünen kırmızı sancaklar nedir?-Bunlar Mihaloğlu’nun kumandasındaki Niğbolu süvarileridir.-Ya şimdi ovaya inen şu yeşil sancaklılar?-Onlar da İsfendiyaroğlu’nun emrindeki Bolu ve Kastamonu süvarileridir.-Bu yükselen toz bulutları arasındakiler kimlerdir?-Bunlar da Azeblerdir. Şah İsmail’in merak edip de sormaya cesaret edemediği en mühüm husus da, Yavuz Sultan Selim’in nerede olduğu idi. Bu sırada sırmalı eğer kayışları parıldayan, yağız atlara binmiş süvarileri görünce:-Bu gelen Sultan mı? Diye sordu-Hayır, bunlar Rumeli, Karaman ve Anadolu süvarileridir. İşte o anda kırmızı, sarı ve yeşil sancaklar arasında Osmanlı ordusunun ortasına doğru gelmekte olan yeniçeriler ve bunların taşıdığı kırmızı ve beyaz sancakları gören esir Osmanlı süvarisi, Şah İsmail’in sormasını beklemeden, göğsü gururla kabararak birden heyecanla bağırdı:-İşte saadetlû Hünkar göründü!Bu manzara karşısında Şah İsmail hayretler içinde kaldı. Çünkü böyle bir ordunun varlığını tahmin edememişti. O anda, savaşı kaybedeceğini anladı.11 saat süren savaş, Osmanlı ordusunun parlak bir zaferiyle neticelendi. Şah İsmail, kolundan ve bacağından yaralanmış halde, adamlarının fedakarlığı sayesinde kaçabildi. Şöyle ki, kendi kıyafetlerini, kendisine çok benzeyen bir adamı giydi ve Osmanlı askerine “Şah benim” diyerek kendisini ölüme attı. Şah İsmail, başkenti Tebriz’e zorlukla gelebildi. Fakat Yavuz onu takibederek 5 Eylül günü Tebriz’e girdi. Bunu önceden haber alan Şah İsmail ise memlektinin doğu taraflarına kaçtı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:20:28
BİZ FETVA ALMADAN BİR ŞEY YAPMAYIZ      

Perşembe, 28 Nisan 2005
Yavuz Sultan Selim, 22 Ocak 1517 günü yaptığı Ridaniye savaşı ile Mısır’ı fethetti. Memlûk hükümdarı Tomanbay, ordunun kumandanlarından Kurtbay, Alanbay ve Şadi bey ile birlikte Kahire’ye kaçtılar. Yavuz, bir aylık kuşatmadan sonra Kahire’yi de fethetti. İlk işi kaçan hükümdar ve ileri gelen kişileri aramak oldu. Tomanbay, Hasan Merî isminde bir seyyahın evinde saklanıyordu. Yavuz’un onu aramakta olduğunu haber alan Hasan Merî, Osmanlı’ya artık mukavemet etmenin beyhûde olduğunu anladığı için Tomanbay’ı yeniçeri ağası Ayas Paşa’ya ihbar etti. Ayas Paşa da onu evine giderek Tomanbay’ı yakaladı ve  Yavuz’un huzuru na getirdi. Yavuz onu görünce:-Elhamdülillah, işte Mısır fethedilmiş oldu, dedikten sonra Tomanbay’a dönerek:-Niçin elçilerimi öldürttün? Dedi-Bunu beylerim yaptı, benim bir kabahatim yoktur. Ey Sultan Selim, bu haksız taarruzun dan dolayı Cenâb-ı Hakkın huzurunda kendini nasıl temize çıkaracaksın? -Biz ulemadan fetva almadan bir şey yapmayız, Mısır’a da fetva alarak geldik, dedi. Sonra da Ayas Paşa’ya:-Tomanbay’ı misafir edin ve kendisine gerekli hürmeti gösterin, emirini verdi. Böylece tahtını kaybetmiş olsa da bir müslüman hükümdara olan saygısını belli etti.Birkaç gün sonra da yiğitliği ile meşhur olan Şadi bey yakalanıp Yavuz’un huzuruna çıkarıldı. Yavzu ona:-Dünyayı nasıl buldun?dedi:-Hiçbir şey ifade etmeyen bir varlık gibi-Öyleyse değeri bu kadar az olan bir şey için neden döğüştün?-Ben dünya için döğüşmedim. Kur’ân ve Sünnete uymak için böyle hareket ettim. Fakat sen ne hakla bizim şerefimize saldırdın?-Ben sizin üzerinize, ulemadan aldığım fetva ile yürüdüm. Siz hükümdarlarınıza karşı zalim kesildiniz. Sultanlarınızı kendi isteklerinize göre tahttan indirip, ya hapseder, veya öldürürdünüz.Şadi bey gayet vakur ve cesurane bir tavırla şu cevabı verdi:-Bu iftiradır. Biz Eşref Kaytbay’a 30 sene itaat ettik. Kanunları çiğnediği için onun oğlunu öldürdük. Çünkü murad-ı ilahi budur. Her hayatın sonu ölümdür. Bu dünya bize bâkî olmadığı gibi sana da bâkî değildir, dedi. Bu sözler Yavuz’un hoşuna gitti ve onu serbest bıraktı.Ne var ki, birkaç gün sonra Yavuz şeri gezeken yol üzerinde bir adamın:-Allah Tomanbay’ımızı muzaffer kılsın, başımızdan eksik etmesin, diye bağırdığını duydu Mısır ahalisinin hükümdarlarına ne kadar sadık olduğunu ve onu tekrar hükümdar yapmak için gayret edeceklerini anladı. Hemen emri vererek Tomanbay ile Şadi beyi Kahire kalesi surlarına asarak idam ettirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:20:43
NEMİZ KALDI BİZİM MÜLK-İ ARAB�DA

Cuma, 29 Nisan 2005
Yavuz, sert mizaçlı olduğu kadar şair ruhluydu. Birçok şiirleri vardır. Bu yüzden şiir ile ifade edilen duygulara ehemiyet verirdi. Mısır’ın fethinden sonra uzunca bir müddet Kahire’de kalınması, devlet erkanının ve askerin canını sıkmaya başladı. Fakat bu durumu padişaha bildirmeye kimse cesaret edemiyor du. Birgün çok sevdiği Kemalpaşazade Ahmed Efendi ile konuşurken:-Mısır’da ve asker arasında neler oluyor?-İyilik, Sultanım. Yalnız dün Nil nehri kenarında iki askerin şöyle bir türkü söylediklerini duydum:

          Nemiz kaldı bizim mülk-i Arabda          Cihan halkı kamu ayş ü tarabda          Nice biz dururuz Şam ü Haleb’de          Gel ahî gidelim Türk illerine                         

Yavuz bir hayli düşündü, fakat hiçbir şey söylemedi. Birkaç gün sonra İbn-i Kemal’e:-Geçen gün bana söylediğin türküyü sen mi uydurdun?-Evet Sultanım...Yavuz bu cevaba kızmadı ve Kemalpaşazade’ye 500 altın vererek, hemen şu emri verdi:-Ordu hazırlansın, İstanbul’a dönüyoruz...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:20:59
ŞANLI BİR ZAFER İÇİN �BİLMEM NE KAZANDIK� DİYENİN HALİ 

Cumartesi, 30 Nisan 2005
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettikten sonra buranın idaresine veziriazam Yunus Paşa’yı tayin etti. Fakat onun, rüşvet, irtikab ve birçok haksız işler yaptığını duyunca hemen azletti ve yerine Hayrbay’ı tayin etti. Memlûk kumandanlarından olan Hayrbay, Mısır’ın fethin den sonra Yavuz’a itatini bildirip Osmanlı hizmetine girmişti. Mısır valiliği müddetince Osmanlı ya bağlı kaldı ve büyük hizmetleri oldu.Yavuz Sultan Selim Han, 12 Eylül 1517 günü İstanbul’a dömek üzere Kahire’den ayrıldı. Ertesi gün, yolda giderken Yunus Paşa’ya dönerek:-Eee Paşa, Mısır da arkada kaldı, dedi.Mısır valiliği görevinden alındığına üzüldüğünden, iradesine hakim olamayan Yunus Paşa, şu karşılığı verdi:-Evet Hünkarım, pekçok zahmetler çektik. Çok asker telef ettik. Fakat mesaimizin mah sulünü bir vatan haininin elinde bırakıp gidiyoruz. Bilmem ne kazanmış olduk?Bu yersiz cevaba hayli öfkelenen Yavuz, hemen şu emri verdi:-Bunu burada idam edin!Muhafızlar hemen Yunus Paşa’nın kafasını uçurdular. Bir süre Yunuz Paşa’nın cesedini yanlarında taşıdıktan sonra, Katye mevkiinde Memlûk hükümdarlarında Sultan Halil tarafından yaptırılmış olan kervansaraya geldiler ve buraya defnettiler. Daha sonra orasının adı Yunus Paşa olarak anılmaya başlandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:21:12
MES�UL OLURSUNUZ     

Pazar, 01 Mayıs 2005
Yavuz Sultan Selim Han, padişah olduğu zaman, babasının çok değer verdiği büyük alim Zembilli Ali Efendi’yi Şeyhülislam yaptı. Kendisi asabi olduğu halde ona büyük hürmet gösteri yor, her işini onun fetvasını alarak yapıyordu. Bir gün Yavuz İstanbul’dan Edirne’ye giderken, Zembilli Ali Efendi onu uğurlayıp geri dön düğünde 400 kişinin elleri bağlı götürüldüklerini görünce, başlarındaki adama:-Bunlar kimlerdir, diye sordu.-Bunlar, ipek satın aldıklarından dolayı idama mahkum olan tüccarlardır.Bu cevap karşısında Zembilli Ali Efendi hemen geri dönüp Yavuz’a yetişerek:-İpek satın alan 400 kişinin idamını emretmişsiniz. Bu caiz değildir. Katletmeyiniz, mes’ul olursunuz.-Halkın üçte birinin nizam için üçte ikisinin katli caiz iken, üç-beş kişi için neden mes’ul olayım?-Padişahım, bunların suçu halkın nizamını bozacak mahiyette değildir. Yavuz kendi emrini, halkın nizamı olarak kabul ettiğine inandığından, şu cevabı verdi:-Ya benim emrime karşı gelmek halkın nizamını bozmaz mı?-Hayır bozmaz! İpek emininin bu tüccarlara ipek vermesi, sizin rızanıza alamettir. Suçları yoktur, dedikten sonra selam vermeden Yavuz’un huzurundan çıktı.Yavuz bu hareket çok sinirlendi ise de hiçbir cevap vermeden yoluna devam etti. Edirne ye varınca İstanbul’a haber gönderip, bu 400 kişinin affedildiğini bildirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:21:26
KENDİ RE�YİMİZLE İŞ YAPMAYIZ

Pazartesi, 02 Mayıs 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han, Mohaç savaşına başlamadan bir gün evvel, 28 Ağustos 1526 Pazartesi günü, Veziriazam İbrahim Paşa’yı yanına çağırarak:-Serhad beylerini buraya çağırın, onlarla müşavere edeceğiz, dedi.İbrahim Paşa huzurdan çıkar çıkmaz kumandanlara ve beylere haber gönderip padişa hın yanına çağırdı. Huzura ilk gelen Bosna Beylerbeyi Gazi Hüsrev Bey oldu. İbrahim Paşa, padişahın huzurunda Hüsrev Beye:-Serhad beylerisiniz. Saadetlû Padişahımız sizlerle müşavere ister. İşte Mohaç meydanı ve düşmandan eser yok. Tedbir nedir?Tecrübeli bir akınce beyi ve tok sözlü bir yiğit olan Hüsrev Bey padişaha dönerek:-Saadetlû Hünkârım, biz Serhadlerde müşavereyi, Serhaddin umur görmüş ihtiyarlarıyla yaparız. Kendi re’yimizle tek başımıza iş yapmayız. Ferma olunursa gidip kendi aramızda müşavere ettikten sonra gelip vaziyeti size arzedelim. -O müşavere yapacağınız adamları buraya getirin, biz de müşavere yapalım.Padişahın bu emri üzerine Hüsrev Bey, başını geriye çevirip, tepenin aşağısında bekle mekte olan ağalardan birine seslendi:-Çabuk koşun! Koca Alaybeyini, Adil Koca’yı, Kara Osman’ı, Mehmed Subaşı’yı, Balaban Çeribaşı’nı, Bâlî Bey’i çağırın, hemen buraya gelsinler.Kısa bir süre içinde hepsi padişahın otağında hazırdılar. Hüsrev Bey, gelenler içinde en yaşlı olan Adil Koca’ya:-Beri gel Adil Koca! Saadetlû Padişahımız müşavere emretti. Fikrin nedir?-Buraya kadar gelmişiz, döğüşmekten başka çare var mıdır?  Bu sırada 13 yaşından beri akınlara katılan yaşlı akıncı beyi Bâlî Bey söz aldı:-Kâfirler geldiler ve sahraya bakan boğazda atlı alaylarını mevzilendirdiler, demesi üzeri ne, Kanuni:-Bu vaziyete göre anlaşıldı ki, herkes harbe hazır olsun. Yarın harp başlasın! Dedi.Ertesi gün 29 Ağustos 1526 sabahı savaş başladı. Akşama doğru Macar ordusu büyük bir hezimete uğratıldı. 120.000 kişilik orularından çok az kimse sağ olarak kurtulabilmişti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:21:39
PİRİZADE MEHMED BEY�İN CEVABI 

Salı, 03 Mayıs 2005
Kanuni Sultan süleyman Han’ın Macaristan seferi sırasında Anadolu’da isyanlar çıktı. Bunların en mühimlerinden bir de Kalenderoğlu isyanı olup, Anadolu’nun bir çok şehirlerini ele geçirdiğini öğrenen Kanuni, Veziriazam İbrahim Paşa’yı isyanı bastırmak için Anadolu’ya gönderdi. İbrahim Paşa, uzun mücadeleler neticesinde isyanı bastırdıktan sonra bütün beyleri ve valileri huzuruna çağırdı. İlk olarak Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa’ya sert bir şekilde şöyle dedi:-Yarı çıplak, serseri, haneberduş takımının önünden nasıl kaçtınız?Behram Paşa bu suale korkusundan bir cevap veremedi. Veziriazam diğer beylere de sordu, fakat hepsi suçu birbirlerinin üzerine atıyorlardı. Veziriazam çok hiddetlendi. Artık cellada teslim edileceklerini anlayınca, vaziyeti kurtarmak için, içlerinden Adana Valisi ve eski veziriazamlardan Pirizade Mehmed bey, Veziriazam İbrahim Paşa’ya:-Eskiden dedelerimiz harbe girecekleri zaman Allahü Teâlâdan yardım diledikten sonra tecrübeli ihtiyarlarla müşavere etmek geleneğine uyarlardı. Biz ise ne onu yaptık, ne de bunu. Gurur ve kendimize olan aşırı güvenimiz, başımıza bu musibetleri getirdi. Cezamızı çekmek için işte kılıcım ve işte başım...deyince, Veziriazam , bu asil ve hakikat olan sözler karşısında susup hiçbir şey yapmadı. Eski veziriazamın bu konuşmasını haber alan Kanuni, Pirizade’yi çağırıp ona ihsanlarda bulundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:21:58
FATİH SULTAN MEHMED HAN�IN PAPAZLARA FERMANI 

Çarşamba, 04 Mayıs 2005
Fatih, Bosna’yı fethettiği zaman, Osmanlı kanunlarına göre bölge halkına dini serbestlik verdi. 1478 senesinde buradaki Latin papazlarına gönderdiği fermanda şöyle buyuruyor:“Nişan-ı Hümayunum sudur ki; Ben ki Sultan Mehmed Han’ım; üst ve alt tabakalardaki bütün ahali tarafından şu şekilde biline ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahip lerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum;Mevzubahis rahiplere ve kiliselere hiçkimse tarafından mani olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan, gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gereksu kaçanlara emn-ü eman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerde yerleş sinler, ne ben, ne vezirlerim, ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışarıdan memleketimize getire cekleri kimselere, yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için, Peygamberi miz Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkı için, yedi mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin Peygamber hakkı için ve kuşandı ğım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarıda belirtilen hususlara mevzu olan rahipler, benim hizmetime ve benim emrime itaatkar olduğu müddetçe hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:22:12
HEPSİ OSMANLI PADİŞAHININ GÖLGESİNE SIĞINMIŞLARDIR 

Perşembe, 05 Mayıs 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han, Mohaç savaşında Avusturya ve Macar müttefik ordusunu perişan ettikten sonra, Macaristan Krallığına, Osmanlılara yardımcı olan Macar asilzadelerin den Yanoş Zapolya’yı tayin ederek İstanbul’a dönmüştü. Fakat Avusturya Kralı Ferdiand, bu tayini tanımadı ve kendi adamlarından birinin, yine kendisine niyabeten Macar kralı tayin edil mesi için harekete geçti. Eğer kendi adamı kral yapılmaz ise, ordusuyla Macaristan’a girecekti. Bunun üzerine Yanoş Zapolya, Feron Laçki isimli bir elçiyi, durumu padişaha bildirmesi için İstanbul’a gönderdi. Elçi önce Veziriazam İbrahim Paşa ile görüştü. Veziriazam elçiyi pek hoş karşılamadı. Daha sonra İkinci Vezir Mustafa Paşa, elçiyi çağırarak:-Senin efendin, bizim Padişahımızın istirahat ettiği Budin köşküne oturmağa nasıl cür’et etmiştir? Padişahımızın istirahat ettiği, atının göründüğü her yer daima hükmümüz altında demektir. Sen, vergisiz olarak ve Padişahımızın kullarından biri tarafından geliyorsun. Bilmez misin ki, padişahımızın hükmü her yerdedir. Bir hafta sonra Veziriazam, elçiyi tekrar kabul etti. Ona:-Biz, eski kralınız Layoş’un ordusunu yendik ve onu öldürdük. Sarayında yemek yedik ve uyuduk. Krallar, taç giymekle kral olmazlar. Hüküm süren, altın değildir. Şunu iyi bil ki, demir dir. Kılıç ile kazanılan yerleri kılıç ile korumak gerekir. Sen, padişahımızdan yardım iste. Dağ larınızı, atlarımızın ayakları altında ova yaparız. Şunu iyi bilesin ki, bizim şahin pençesinden daha müthiş pençelerimiz vardır. Ellerimizi koyduğumuz yerlerin geri alnması zordur. Söz lerimi hatırında tutasın...Bu şekildeki sözleri işiten elçi çok müteessir oldu ve hiçbir cevap veremeden odadan çıktı. Bir ay kadar İstanbul’da kaldı. Bu müddet zarfında hiçbir netice alamayan elçi üzülüyordu Nihayet Kanuni Sultan Süleyman elçiyi huzura çağırıp teselli mahiyetinde şunları söyledi:-Yanoş Zapolya’ya git söyle, ona dostluğumuzu isbat edeceğiz. Bilirsin ki, Hristiyan kral ları, atalarımın ve Müslümanların üzerine tehdit bulutları yığmışlardı. Ancak bu bulutlardan yıldırımlar çakmıyordu. Onlar sebep olmasalardı, insan kanı dökülmeyecekti. Fakat her vesile ile üzerimize yürüdüler. Onları yok etmek gerekliydi. Senin efendin , hristiyan hükûmetlerinin önemli veya önemsiz bütün durumlarında bize bilgi ulaştırsın. Bütün kuvvetlerimle onun düşmanları üzerine yüryeceğim. Allah’ın sevgilisi Hazret-i Muhammed ve kılıcımın üzerine yemin ediyorum. Şimdi size 50 top ve 50 kantar barut verilecek. Bütün sancak beyleri Avustur ya üzerine sefer için hazırlanacaklar. Şimdi yurdunuza gidiniz...Daha sonra Osmanlı ordusu sefere çıktı ve Avusturya ordusunu perişan ettikten sonra, bir daha Macaristan meselesi ortaya çıkmaması için, orası bir Osmanlı eyaleti haline getirildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:22:28
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN�IN FRANSA KRALINA MEKTUBU 

Cuma, 06 Mayıs 2005
Alman İmparatoru Büyük Karl (Şarlken), 24 Şubat 1525 tarihinde Fransa’ya saldırdı ve yaptığı savaşta Fransa kralı François’i (Fransua) mağlup ederek, bütün Avrupa kıtasına hakim olduğunu ilan etti. Zira daha önceden de, İspanya krallığı ile Felemenk’i (yani, Belçika, Hollanda ve Lüxemburg) ele geçirmişti. Savaş sonunda Fransa kralı esir düştü. Bunun üzerine François’nın annesi, dünyanın en büyük hükümdarı olarak tanıdığı Kanuni’ye, Jean Franqipani ismindeki elçisiyle bir mektup gönderdi. “Padişahlar Padişahı” diye başlayan mektubunda şun ları yazıyordu: “Oğlum Fransa Kralı, Alman İmparatoru tarafından hapsedilmiştir. Oğlumun kurtuluşunu İmparator Karl’ın insafına bırakmıştım. Halbuki kendisi, umduğumuz bu insanlığı yerine getir medikten başka,  hakaretle muamele etmektedir. Şimdi, dünyaca tasdik edilen azamet ve şanınızla, oğlumu düşmanın pençesinden kurtararak büyüklüğünüzün gösterilmesini siz Şahlar Şahından istirham ediyorum.”Bu mektubu okuyan Kanuni, yardım dileyen bir kimse için Türk gelenek ve göreneklerini nazarı itibare alıp, şu şekilde bir mektup yazarak elçiye verdi:“Allahü Teâlâya ham-ü senâlar ve onun sevgili Resûlü Muhammed Mustafâ’ya (Sallallahü aleyhi ve sellem) dua ve selamlarımızdan sonra, ma’lûmunuz olsun:Ben ki; Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve vilayet-i Zül-Kadriyye’nin ve Diyar-ı Bekr’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısr’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Küds’ün ve Yemen’in ve külliyyen diyar-ı Arab’ın ve dahî nice memleketlerin ki, âbâ-i kiram ve ecdâd-ı izâmım (şerefli atalarım) kuvve-i kâhireleriyle (kahredici kuvvetleriyle) fetheyledikleri ve cenab-ı celâdetmeâbım (saltanat sahibi zatım) dahi tîğ-i âteşbâr (ateş saçan kılıç) ve şemşîr-i zafer-nigârım (zafer sağlayan kılıcım) ile fetheylediğim nice diyarın Sultanı ve Padişahı; Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım... Sen ki, Fransa vilayetinin kralı Françesko’sun Dergâh-ı Selâtîn-penâhıma yarar âdemin Frankipani ile mektup gönderüp, bazı ağız haberleri dahi ısmarlayup, memleketinize düşman müstevlî olup, el’ân hapiste idüğünü i’lâm idüp, halâsın hususunda inayet ve meded-i isti’dâ eylemişsin. Her ne demiş isen, benim pâye-i serir-i âlem-masîrime arzolunup tamam ma’lûm oldu. Padişahlara, sığınmak ve habsolunmak aceb değildir. Gönlünü hoş tutup âzürde olmaya sın. Öyle olsa bizim âbâ-i kiram ve ecdâd-ı izâmımız (Nevverallahü merâkidehüm) daima def’i düşman ve feth-i memalik için seferden hâlî olmayup, bizim dahî anların tarîkine sâlik olup, her zemanda memleketler ve kaleler fetheyleyüp, gece gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hayrlar müyesser eyleyüp meşiyyet ve irâdâtı neye müteallik olmuşsa vücûde gele...Bâkî ahvâl ve ahbâr ne ise mezkûr âdeminden istintâk olunup ma’lûmun ola”Bu mektup gönderildikten sonra, Kanûni sefer hazrlıklarına başladı ve Viyana üzerine yürüdü. Bu mektptan haberdar olan Alman İmparatoru, Viyana’nın savunmasını Avusturya kralı Ferdinand’a bırakıp kendisi, Almaya’nın kuzeyine çekildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:22:45
SAVAŞ İÇİN PLANINIZ VAR MI?

Cumartesi, 07 Mayıs 2005
 Barbaros Hayreddin Paşa Preveze’de, Alman İmparatoru Büyük Karl’ın (Şarlken) amirali Andrea Doria kumandasındaki haçlı donanmasını imha ettikten sonra, daha önceden Osmanlı Devleti himayesine sığınarak yardım isteyen ve Kanuni’nin Viyana seferi ile Alman İmparatoru nun esarerinden kurtularak tahtına tekrar oturan Fransa kralı François (Fransua), Osmanlı devletiyle yaptığı ittifaktan ve Barbaros’un kazandığı zaferden cesaret alarak, Almanlarla müttefik olan komşusu Savoie (Kuzeybatı İtalya’da) dükalığının eline geçmiş olan Nice şehri nin onlardan alınarak Fransa’ya geri verilmesi için Kanuni’den yardım istedi. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Han Barbaros Hayreddin Paşa’yı çağırarak:-Akdeniz’e sefere çıkcaksın. Nice şehri ve civarındaki kaleleri fethedeksin! Emrini verdi. Bunun üzerine Barbaros, Fransa elçisi Paulin de Lagard’ı yanına alarak İstanbul’dan hareket etti. Önce Sicilya adasındaki bazı kaleleri, Napoli’yi ve İtalya’nın batısındaki bazı şehir leri ele geçirdikdikten sonra 20 Temmuz 1543 günü 115 parça gemisiyle Marsilya limanına demirledi. Osmanlı donanmasının Marsilya’ya gelişi Fransa’da büyük heyecan uyandırdı. Başta saraya mensup olmak üzere bütün ahali, Akdeniz’i Türk gölü haline getiren muhteşem Osmanlı donanmasını görmek için limana akın etti. Tecrübeli ve kurt bir denizci olan Barbaros, donan masının başına bir felaket gelmemesi için  85 parça gemisini açıkta demirletip 30 gemisi ile limana girmişti. Fransa donanmasının kumandanı olan, henüz 24 yaşındaki Duc d’Enquienne de Bourbon Barbaros’un gemisine gelerek kral namına onu selamladı. Barbaros:-Savaş için bir planınız var mı? Diye sordu. De Bourbon:-Hayır. Herhangi bir planımız yok... karşılığını verdi.Bu cevap Barbaros’u hayretler içinde bıraktı. Ertesi gün Fransa kralı, Barbaros için bir ziyafet vererek, donanmalarının hazırlanması için birkaç gün beklemelerini rica etti. Barbaros bu duruma fena halde sinirlendi ise de bir şey söylemedi. Zira zaman kaybına gerek yoktu.Nihayet onbeş gün gecikme ile zayız bir Fransız filosu 5 Ağustos 1543 güün Brbaros’un donanmasına katılarak Nice şehrini zaptetmek üzere sefere çıktı. Yolda, Fransız amirali Barbaros’un yanına gelerek:-Barutumuz yok, bize barut verir misiniz?Barbaros beyninden vurulmuşa döndü. Savaşa giden bir filodaki hiçbir gemide barut yoktu. İnanılır gibi değildi. Fransız amiraline sordu:-Niçin limandan ayrılmadan önce barutunuzu almadınız?-Denzicilerimiz, barut fıçıları yerine şarap fıçılarını yüklemişler.-Şu Françe askerine söylenecek söz yok. Harp etmeye niyetiniz olsaydı barutunuzu alırdınız...diyen Barbaros, yine de Fransız gemilerine barut verilmesini emretti. Birkaç gün sonra Nice şehri önlerine gelen Barbaros, bombardımana başladı. Zayıf Fransız filosu, yaptığı yanlış manevralarla Osmanlı gemilerini müşkül durumlara düşürüyordu. Bu duruma çok sinirlenen Barbaros, Fransız elçisi Paulin de Lagard’a bağırarak:-İstanbul’da iken Fransız devletinin büyük hazırlıklarda bulunduğunu bana söylediğin zaman benimle alay mı ettin?Bu kuşatma sırasında Fransızların, Nice şehri ileri gelenleriyle gizlice haberleşip, ganimetlerin Osmanlı askerinin eline geçmemesi için müşterek tedbirler aldıklarını, şehrin Osmanlılara değil Fransızlara teslim olmasını planladıklarını haber alan Barbaros çok üzülüyor du. Çünkü Hristiyanların birbirlerini tutmaları neticesinde çok Müslüman kanı dökülecekti. Nihayet Nice şehrinin dış kaleleri 20 Ağustos 1543 günü ele geçirildi. Müslüman kanının fazla dökülmesine vicdanı razı olmayan Barbaros da, iç kaleyi zaptetmeye lüzum görmeyip donanmasını geri çekti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:22:58
KANUNİ ADINA YEMİN EDEN ÇAVUŞ

Pazar, 08 Mayıs 2005
Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan Kralına Yanoş Zapolya’nın tayin edildiğini bütün Avrupa’ya bildirmişti. Fakat Avusturya kralı Ferdinand bunu tanımıyor, kendisinin aynı zamanda Macaristanın da kralı olduğunu iddia ediyordu. Zapolya’nın ölümünde onbeş gün önce bir oğlu olmuştu. Ferdinand bunun gayrimeşru olduğunu, kendi çocuğu olmadığını ileri sürerek yeniden Macarisan tahtı üzerindeki hak iddia etmeye başladı. Kanuni, bu durumun ne derece doğru olduğunu araştırmak için Macaristan’a bir çavuşun gönderilmesini emretti. Çavuş, Budin’e gelince, Zapolya’nın karısı İzabella kucağında çocuğu ile onun yanına geldi ve:-İşte Zapolya’nın ve benim oğlumu Padişah’ın himayesine bırakıyorum...dedi.Bu sözler üzerine Çavuş:-Çocuğunuz şu andan itibaren Macaristan kralıdır ve Osmanlı himayesi altındadır. Bunun için Padişahımız Sultan Süleyman Han adına yemin ediyorum...dedikten sonra İstanbul’ a döndü ve padişaha hadiseyi arzetti. Bu konuşmayı haber alan Ferdinand, telaşa kapılarak hemen Kanuni’ye bir elçi gönderdi Gelen elçiyi öfkeyle karşılayan Kanuni:-Ferdinand’a söylemedin mi ki, Macaristan işlerine karışmasın. Orası bana aittir. O halde buraya ne yapmaya elçi gönderiyor? Dedikten sonra elçiyi huzurdan çıkardı.Daha sonra vezirlerini toplayıp şu emri verdi:-Avusturya kralı Ferdinand’ın üzerine yürüyeceğiz. Sefer hazırlıklarına başlansın!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:23:11
KANUNİ�NİN MERHAMETİ 

Pazartesi, 09 Mayıs 2005
Ferdinand’dan sonra Avusturya kralı olan Maximillian ile Osmanlı himayesi altında olan, komşusu Erdel kralı Sigismund, sürekli birbirlerine saldırıp huzursuzluk çıkarıyorlardı. Oysa ki Erdel kralınının her hareketinde Osmanlı hükûmetine danışması ve müsaade edildiği kadar faaliyet göstermesi gerekiyordu. Avusturya kralı Erdel kralını, o da Avusturya kralını Kanuni’ye şikayet ettiler. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Han, 72 yaşında olduğu halde sefere çıktı. Belgrad’a geldiklerinde, Zemun konağında Erdel Kralı Sigismund, padişahın huzuruna çıktı ve hemen önünde diz çöktü. Kanuni:-Ayağa kalk...dedi. Sigismund ayağa kalkıp:-Eski kul oğlu kulum. Ferman padişah hazretlerinindir, diye boyun büktü. Kanuni ona:-İyilik üstüne iyilik göreceksin. Asker ve cephane tedarikine çalış. Seferimizde bize katıl. Ne zaman bir ihtiyacın olursa bildir ki, çaresine bakalım...Sigismund böyle bir hareket karşısında şaşkına döndü. Çünkü padişahtan ağır bir ceza bekliyordu. Başını önüne eğip cevap veremeden huzurdan çıktı. Dışarı çıkınca adamlarına:-Padişahın muhabbeti beni sarhoş etti, konuşmaya takatim kalmadı...dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:23:25
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN�IN VESİKALARLA KONUŞMASI

Salı, 10 Mayıs 2005
Kanuni Sultan Süleyman’ın Budin Beylerbeyliğine tayin ettiği Aslan Paşa, emir almadan, arada anlaşmalar olmasına rağmen Avusturya’ya ait Paloto kalesine hücum etti fakat mağlup oldu. Bu hareket üzerine Avusturya kralı Maximillian da Osmanlı toprağı olan Macaristan’a girdi ve Vesperm ile Tato kalelerini zaptedip, oralarda yaşayan yüzlerce Macar ve Türk ahaliyi katletti. Bu haber İstanbul’a ulaşınca Kanuni son derece üzüldü. Çok sevdiği Veziriazam Sokol lu Mehmed Paşa’yı çağırıp:-Budin Beylerbeyi ile ettiğiniz hünerler nice tedbir ve tedarikdir? -Şevketlû Padişahım, nice defadır ki Aslan Paşa’ya emirler ve yarar adamlar gönderdim ki, “Şevketlû Padişahımız memleket serhaddine geldi, senden bu vakte kadar hiçbir haber ve eser yoktur.” Bu haberi gönderdikçe asla cevap gelmiyordu. Fakat Aslan Paşa eskiden beri yararlık ile nam salmış olarak Devlet-i Hümayununuzda nice hizmet ve yoldaşlıkta bulunmuş bir kişidir...şeklinde Aslan Paşa’yı metheden konuşması üzerine Kanuni hiçbir şey söylemeden yanındaki çekmeceden bir mektup çıkararak Sokollu’ya verdi. Bu mektubu Aslan Paşa, Sokollu’ yu şikayet için padişaha yazmıştı. Sokollu mektubu okurken renkten renge giriyordu. Padişah:-Bu mektubu yakasın. Benim saltanatımın halkı senin ensendedir. Ona leke kondurmak isteyenin nâpâk vücudu alem sahnesinden gidip cezasını vermek gerektir. Emrimi yerine getiresin!..Kanuni’nin kendisi hakkındaki fermanını duyan Aslan Paşa, padişahtan affını istemek için İstanbul’a geldi. Onu gören Sokollu Mehmed Paşa:-Niye buraya geldin? Askeri kime ısmarladın? Sözün nedir? Padişah sana Beylerbeyilik ihsan etti. Yazık senin namına. Tedbirsizlik ile İslam kal’alarına kafir üşürdün bre mel’un. Padişah senin için siyaset buyurdu (idamını istedi)...dedikten sonra Çavuşbaşına:-Kaldır şu mel’unun vücudunu ortadan...emrini verdi.Padişahın, Sokollu aleyhinde yazdığı mektubu ona verdiğini anlayan Aslan Paşa:-Padişahıma arzlarım vardı, fakat ferman böyle imiş, diyerek Çavuşbaşına döndü:-Usta...Taşıdığın kılıç aşkına tezce beni kurtar. Yalnız serçe parmağını sağlam tut, dedi.Çavuşbaşı, kılıcını çekip bir vuruşta Aslan Paşa’nın başını gövdesinden ayırdı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:23:39
DESTİLERİ KIRMASINLAR 

Çarşamba, 11 Mayıs 2005
Bir gün Azapkapı’da... Keyif bu ya Hatice Turhan Sultan, İstanbul’u dolaşmaktan çok hoşlanır. Yanına sadık nedimesini alır, güzergahı arabacıya bırakır. İhtiyar faytoncu Valide Hanım’ın huyunu iyi bilir. Daha ziyade fukaranın içine sürer ve gezi bir garip gönlü yapılarak sonlanır. İşte yollarının Azapkapı’ya çıktığı günlerden birinde, boyu büyüklüğünde destiyi sürükleyen minik bir kız dikkatini çeker ve dizginlere asılır. Arabanın perdesi belli belirsiz aralanır ve bir çift meraklı göz küçük kıza takılır. Kızcağız güç halle destiyi kucaklar, lüleye dayar. Alttan diziyle destek verip doldurur ama indirmesi çok zordur. Nitekim beklenen olur, ağır desti yalağa çarpar ve parçalanır. Minik kız kısa bir şaşkınlığın ardından kırıkları toplamaya başlar. Bir yandan içli içli ağlar, bir yandan dizini döve döve ağıt yakar. Valide Sultan dayanamaz, gelip küçük yavrunun başını okşar. “Üzülme güzelim” der, “ben sana daha güzel bir desti alırım. Tamam mı?” Küçük kız “Ben destiye üzülmüyorum ki” der, “kendime kızıyorum. Kocaman oldum ama eve hayrım dokunmuyor. Söyleyin, eğer çeşmeden su bile getiremiyorsa, Saliha neye yarar?” Destilerini kırmasınlar yeter. Bu olgunluk, bu iş yapma hevesi, bu mesuliyet şuuru ve bu berrak lisan Valide Sultan’ın dikkatini çeker. Sorar soruşturur, Saliha’nın civar konaklardan birinde yaşayan bir besleme olduğunu öğrenir. Hemen kararını verir, onu saraya yerleştirir. Bir “kadınlar akademisi” olan Harem’de onlarca cariye vardır, ancak Saliha Dilaşup şefkati, merhameti, becerikliliği ile akranlarına fark atar. Hiçbiri cömertlikte onla yarışamaz. Kaldı ki benzersiz nakışlar yapar, mânâlı şiirler yazar. Nitekim 2. Mustafa’ya eş, 1. Mahmud ve 3. Ahmed’e anne olur. Saliha Sultan (ikbaline vesile olduğundan mıdır bilinmez) su hayrına çok para harcar. Yine bir gün oğlunu çağırır ve Azap kapı’ya bir çeşme yaptırmak istediğini söyler. 3. Ahmet sorar “İyi ama anne, nasıl bir çeşme?” Saliha Sultan “Orasını mimarlar bilsin” der, “yalnız küçük kızlar destilerini kırmasınlar yeter.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:23:57
KAZLIÇEŞME

Perşembe, 12 Mayıs 2005
Ordumuzun İstanbul önlerine dayandığı günlerdir. Henüz bahardır ama hava iyi sıcaktır. Yedikule önlerinde toplanan askerler kırbaların dibinde kalan son damlaları da yudumlar ve su sormaya başlarlar. Öyle ya bu çocuklar daha yıkanacak, paklanacak, abdest alacaklardır. Fatih bu sıkıntıyı nasıl halledeceğini düşünürken üzerinden yaban kazları geçmesin mi. Genç sultan, süvarilerden birine kuşları işaret eder. Delikanlı okuna davranır, elini sadağına atar. Fatih “Hayır, hayır!” diye fısıldar, “Onları takip et. Kim bilir, belki de bir göle uçuyorlar.”  Süvari bir hamlede atına çıkar, hayvanını topuklar. Artık kazlar nereye, o oraya. Kuşlar Atışalan taraflarında alçalır alçalır ve berrak sulu bir gölceğize konarlar. Delikanlı önce suyun tadına bakar, sonra matarasını doldurup ordugaha koşar. Doğrusu bu su beklenenden ziyade ve umulandan tatlıdır. Mimarlar, ustalar derhal işbaşı yapar, rütbeliler bile künk taşırlar. Çok değil 5-10 gün sonra lülelerden su akmaya başlar.  Fatih bu mutluluğu paylaşmak ister, çeşme başına gelir. O sıra bir sanatkârın kitabeye “adını” kazıdığını görür. Ustaya döner “niye ama” der, “suyu bulan ben değilim ki?” Vezir araya girer ve usulünce sorar: “Peki bu çeşme kimin adı ile anılsın?”-Kazların!Öyle de olur. Çeşmenin adı “Kazlıçeşme” kalır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:24:12
SİZLER ŞAHİD OLUN 

Cuma, 13 Mayıs 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han, Mimar Koca Sinan’ı çok sever değer verirdi. Onu devletin baş mimarı (Ser-mîmârân-ı hâssa) tayin etmişti. Her çıktığı sefere onu da götürürdü. Gittiği yerlerde mimari eserleri inceleyerek, padişahın emriyle bir çok eserler inşa etti.Kanuni nihayet Mimar Sinan’a:-Bir çok hayrlı eserler inşa eyledin. Bir de benim ismimle yad edilecek bir cami inşa eyle-Emredersiniz Hünkârım, baş üstüne...Hemen çalışmalara başlayan Mimar Sinan, kısa bir zaman içinde, cami inşası için uygun yeri tesbit ettikten sonra, caminin planlarını hazırladı ve bir de maket yaparak padişaha arzetti:-İşte Sultanım. Yapılacak camiin şekli. İnşaalah 6 senede bitirilecektir, dedi. Kanuni:-Hemen başlayın! Emrini verdi. İstanbul’daki 7 tepeden biri olan, bugünkü Süleymaniye camiinin bulunduğu tepede, önce temel atılarak cami inşaatına başlandı. Binanın çok sağlam olmasını arzu eden Mimar Sinan, temelleri kazdırdıkça kazdırdı, öyle ki, bir rivayete göre deniz seviyesine kadar inildi. Daah sonra temel inşa edilerek beklemeye bırakıldı. Ne kadar uzun zaman beklenirse, temel o kadar çok oturacak ve bina da o kadar sağlam olacaktı. Aradan 6 sene geçti. Mimar Sinan’ı çekemeyen bazı kimseler padişaha giderek, bunca zaman hiçbir iş yapılmadığını gammazlayınca Kanuni, Mimar Sinan’ı çağırıp hiddetle:-Niçün benim câmîm ile mukayyet olmayup, mihim olmayan nesnelerle ta’tîl-i evkât eylersün? Ceddim Sultan Mehemmed Han’ın ma’mûreleri sana nümûne yetmez mi? Bana, bu bina ne zamanda tamam olur, tîz haber ver. Yoksa gerisini sen bilürsün.Mimar Sinan padişahın bu hiddeti ve gazabı karşısında kendine güvenerek şu cevabı verdi:-Saadetlû Padişahım...Devletiniz ile inşaallah iki ayda temâm olur, cevabını verdi. Padişah, orada bulunanlara:-Sizler şahid olun, diyerek onlara tasdik ettirdi.Mimar Sinan, bu konuşmadan tam iki ay geçtikten sonra, 15 Ağustos 1566 günü ki, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın vefatından 22 gün önce, huzura gelerek:-Saadetlû Padişahım, cami temâm oldu, deyince Kanuni:-Yarın inşaallah oraya geleceğim, dedi. Ertesi gün, yani 16 Ağustos 1566 Cuma günü padişah caminin önüne geldi. Mimar Sinan, caminin anatarını Kanuni’ye verip ellerini kavuşturduktan sonra kenara çekildi. Padişah, yanın da duran Hasodabaşı ağaya:-Feth-i Bâb-ı Câmî’e aceb kim elyak ola? Deyince odabaşı:-Hünkârım, Mimar ağa Pîr-i azizdir. Bu bâbda cümlede elyak ol emekdar kulunuzdur, deyince Kanuni:-Biz dahi böyle düşünürdük, diyerek anahtarı Mimar Sinan’a uzattı ve:-Binâ eylediğin bu Beytulah’ı sıdk-u safâ ve dua ile yine sen aç...buyurdu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:24:27
SOKOLLU MEHMED PAŞANIN MAHARETİ 

Cumartesi, 14 Mayıs 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han Zigetvar kalesini kuşatmıştı. O sırada 74 yaşına basmıştı. Kalenin bir an evvel alınmasını istiyordu. 33 gün geçtiği halde halen fetih gerçekleşmedi. Bu duruma çok üzülen padişah, zaten hasta halinde buralara kadar geldiği için yataklara düştü. Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa’ya bir yazı göndererek şöyle yazdı:“Bu ocak hâlâ yanmakta devam edecek midir? Zafer davulları hâlâ sesini işittirmeyecek midir?”Bu yazıyı alan Sokollu, bütün gücüyle kaleye hücum etti. 6/7 Eylül 1566 gecesi Kanuni Sultan Süleyman Han vefat etti. Aynı gün öğleden sonra da kale fethedildi. Sokollu son derece ihtiyatlı ve tecrübeli bir devlet adamıydı. Padişahın vefat haberi asker arasında yayılırsa, bir kargaşalık çıkacağından endişe ediyordu. Bu yüzden, soğukkanlı bir şekilde o gün, silahtar Cafer Ağa’yı padişahın otağına oturttu. Cafer Ağa’nın el yazısı da padişahınkine çok benzediğinden, Sokollu, Cafer Ağa’ya yazılar yazdırıp ilgili yerlere emirler gönderiyordu. Sokollu kendi serkatibi Feridun Bey’i çağırarak:-Padişahımızın vefat ettiğini biliyorsunuz. Kütahya’da vali olan oğlu Selim’e vefat haberi ni kiminle bildirelim?-Hasan Çavuş’u gönderelim.Sokollu, Hasan Çavuş’u çağırıp şu talimatı verdi:-Kütahya’ya gidip Şehzade Selim Han Hazretlerine bu mektubu iletip fetih haberini veresin. Saadetlû Padişah hazretleri kaleyi tamam yapmayınca göç etmez diyesin ve afiyet ve selamet haberini veresin!..Öbür taraftan, kale alındığı halde Padişah’ın görünmemesi asker arasında huzursuzluğa yol açtı:-Saadetlû Padişah Hazretleri namaza çıksa da ihsanda bulunsa...sözleri söylenmeye başlandı. Bunun üzerine Sokollu, asker arasında tellallar çıkararak:-Beyler, ağalar, yarın divan vardır. Hazır olasınız...Padişahın vefatı üzerinden 20 gün geçtiği halde, vefat haberini yalnız 12 kişi biliyordu. Bunlar da padişahın namazını kılanlar, naaşı tahnit eden ve tabuta koyanlardı.Sokollu, serkatibi Feridun Bey’i çağırarak:-Selanikli Mustafa Efendi’yi yanına veriyorum. Vezirlerin çadırlarını ayrı ayrı gösterecek. Divan toplantısı olduğunu bildireceksin.Feridun Bey, gece yarısı Mustafa Efendiyi de yanına alıp, ilk defa Üçüncü Vezir Ferhad Paşa’nın çadırına girince, Ferhad Paşa:-Hay medet, iyi ki geldin, Veziriazam ne aceb divan eylemek tedarikini etti? Bu usûl nice olur?Feridun bey, şu karşılığı verdi:-Divan etmek makul değil midir? Eskiden bunlar nasıl olmuştur bilmez misiniz? Dedikten sonra üzüntülü bir şekilde oradan çıkıp Dördüncü vezir Ahmed Paşa’nın çadırına geldiler. Ahmed Paşa, Feridun Bey’in geliş sebebini tahmin ettiğinden:-Karındaş, yüreğiniz taştan, demirden midir? Ne divan edecek halimiz vardır? Ettiğiniz ne iştir? Ne günümüze dururuz? Ben cümle eşyamı gönderip hazır oldum.Bu hakiki sözler karşısında Feridun Bey şaşkına döndü. Ona şu cevabı verdi:-Sizin böyle tedbir ve tedarikiniz askerin dedikodusuna sebep olur. Eski vezirler, padişahlarına bunun gibi hal vaki olunca nasıl hareket etmişler? Şimdi siz bütün halka, “Padişahımız iyicedir” derseniz, kimse sizi tekzib etmez. Herkes doğrudur diye tasdik ederler. İnayet ve ihsan edip, tereddüdü terkedip, kalbi kuvvetli olun. Düşman içindeyiz.Ahmed Paşa, düşünceli ve müteessir bir şekilde Feridun Bey’e:-Yarınki günü görelim...Feridun Bey, oradan ayrılıp, Beşinci Vezir Mustafa Paşa’nın çadırına girince Paşa:-Safa geldin, kadem getirdin. Sadrazama Allah kuvvet versin.Feridun Bey bu sözlerden çok memnun oldu. Ertesi gün 12 direkli bir çadır kuurlarak divan toplandı. Yeniçeri ağası askere hitaben:-Yoldaşlar! Padişah hazretleri buyurdular ki “Berhudar olup yüzleri ak olsun. Gazaları mübarek ola. Kaleyi tekmil edeler. Cümlelerinin terfileri ve rütbeleri ve bahşişleri verilecektir.” Askerler:-Bahşişlerimiz nice olur? Diye bağırdılar. Yeniçeri Ağası onlara:-Cümlesine ben kefilim. Sözleriniz başım üstüne. Yeter ki padişahımızın dileği yerine gelsin. Bu konuşmalardan sonra asker sakinleşti. Bu arada Şehzade Selim’e gönderilen haberci hızla yol alıyordu. Nihayet Kütahya’ya ulaşarak padişahın vefat haberini ulaştırdı. Selim Han da hemen yola çıktı ve gece gündüz yol alarak Zigetvar’a ulaştı. İşte o zaman Sultan Süleyman Han’ın vefat ettiği herkese ilan edildi ve Selim Han padişah ilan edildi.Sokollu Mehmed Paşa, siyasi dehasını burada da göstererek, Osmanlı Devletini muhte mel bir felaketten kurtardı.                      556. ZORLUKTAN SONRA KOLAYLIK OLUR İnebahtı’da Osmanlı donanmasının imha edilmesi Sultan II. Selim Han’ı çok üzmüştü. Bu üzüntüsünü er zaman söylüyordu. Sohbet arkadaşlarından olan Celal Bey’e:-Bu def’a İslam askerine vaki olan perişanlık, zorluktan sonra kolaylık olmaktır...Celal Bey, padişaha şu cevabı verdi:-Malumunuz, Seyyid Muhterem’in duasına ve onun tavsiyelerine ihtiyacımız vardır. Kendisi zaman görmüş, işbilir, eskilerden kalmış tecrübeleri olan bir zatdır.Celal Bey, bu sizleriyle padişahın istişare yapması gerektiğini anlatmak istiyordu. Bunu anlayan padişah:-O bizim eski dostumuzdur. Ona ve Sadrazama bildir, yarın Bayezid Han köşkünde buluşalım.Ertesi gün Seyyid Muhterem ve Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, belirtilen yere geldiler. Sultan II. Selim oraya gelince, Seyyid Muhterem’e hitaben:-Gel Efendi, aşinalık seninle ezeldir. Padişahlar vezire muhtaçdır. Siz dahi Mehmed Paşa kulları gibi makamın eri olan zatı elden çıkarmayıp bu sene din ve devlet düşmanlarına tama mının galebe çalmasına sa’y ediniz.Ertesi gün Sokollu Mehmed Paşa, bütün vezirleri, paşaları ve beyleri toplayarak, padişahın bu sözlerini onara da bildirdi ve büyük gayretlerle çalışmaları gerektiğini anlattı. Onlar da bütün Osmanlı ülkesinden kereste, demir, zift, halat gibi gemi yapımına lazım olacak malzemeleri kısa zamanda tedarik ettiler. Bir taraftan da gemi inşası için işçi topladılar. Bu sayede üç ay gibi çok kısa bir zamanda, birkaç senede inşa edilemeyecek olan büyük bir donanma vücuda getirildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:24:41
SADRAZAMLIK MAKAMI HERKESİN HIRSINI TAHRİK EDEN MAKAMDIR 

Pazar, 15 Mayıs 2005
Osmanlı padişahları içinde en küçük yaşta tahta çıkan, IV. Mehmed’dir. 7 yaşında padişah olmuştu. Fakat reşid oluncaya kadar devletin idaresine annesi Valide Turhan Sultan vekalet edecekti. Hayırseverliği ve cömertliği, şefkati, zerafeti ve akıllığı ile sarayda ve devlet erkanı arasında sevgi ve hürmet gören bir hanım olan Valide Turhan Sultan, sadarete tecrübe li, dirayetli ve namuslu bir devlet adamını getirip, devletin idaresini ona bırakmak istiyordu. Kendisine Köprülü Mehmed Paşa’yı tavsiye ettiler. O da, icraatına hiç müdahale edilmemesi ve kendisi çekilinceye kadar vazifeden azledilmemesi şartıyla sadrazamlık vazifesini kabul etti. İlk iş olarak, Anadolu’da isyanlar  çıkaran zorbaları yakalatarak idam ettirdi. İstanbul’ da huzur ve sükûnu sağladı. 1657 senesinde, Erdel’de  (Romanya) çıkan isyanı bastırmak için sefere çıktı. Yerine vekaleten bakmak üzere Ankebut Ahmed Paşa’yı bıraktı. İsyanı bastıran Köprülü, istanbul’a dönmeden önce Osmanlı Devleti için stratejik önemi olan Sebeş, Logoş ve Yanova kalelerini de zaptetti. Bu harekât bir sene kadar devam etti. Bu sırada Anadolu‘da Abaza Hasan Paşa isyanı çıktı. Köprülü bu sefer onun üzerine yürümek için Rumeli’den İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Bu isyanı fırsat bilen Ankebut Ahmed Paşa, Valide Turhan Sultan’ın huzuruna çıkarak:-Sultanım, âsi paşalar Köprülü’yü istemiyorlar, bu yüzden isyanlar çıkıyor. Onu azledip yerine bendenizi tayin ederseniz, hepsi isyandan vazgeçeceklerdir...dedi. Akıllı bir hanım olan Valide Sultan:-Bu teklifiniz için bir tezkere (dilekçe) yazıp veriniz...dedi.Köprülü Mehmed Paşa İstanbul’a dönünce Valide Turhan Sultan’ın huzuruna çıkıp ona sefer hakkında malumat verdi. Konuşması bitince Valide Sultan:-Vekil olarak bıraktığınız Ahmed Paşa’nın bıraktığı şu tezkereyi okuyunuz. Şartlarınızdan biri olan, işlerinize müdahale edilmemesi olmasaydı, onu hemen cezalandırırdım. Tezkereyi okuyan Köprülü:-İsabet olmuş Sultanım. Ben zorabalarla, asilerle mücadele ediyorum, onları yakalayıp, aldığım fetvalar ile idam ettiriyorum. Ahmed Paşa ise namuslu bir vezirdir. Bu devlete hizmet edecek adamdır. Yaptığı işde ise mazurdur. Çünkü Sadrazamlık makamı, herkesin hırsını tahrik eden bir makamdır...Ankebut Ahmed Paşa bunu haber alınca çok mahcup oldu ve gidip Köprülünün elini öperek özür diledi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:24:53
I.ABDÜLHAMİD HANIN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ

Pazartesi, 16 Mayıs 2005
Osmanlı devletinin askeri ve ekonomik sahalarda gerilemeye başladığı bir devirde hükümdar olan Sultan I.Abdülhamid, ilerleyen yaşlarında tahta çıkmıştı. O yaşlarına kadar okumuş, bilhassa yabancı yayınları takibetmiş ve Avrupa devletlerindeki teknik ve askeri saha lardaki ilerlemelerden haberdar olmuştu. Padişah olunca en yakın arkadaşı Mehmed Paşayı Sadrazam yaptı. Fakat kısa bir süre sonra o vefat edince Halil Hamid Paşayı Sadrazamlığa getirdi. Ona da, Avrupa’ nın teknolojisini, bilhassa askeri sahadaki yenilikleri incelemesini ve Osmanlı Ordularının da aynı şekilde yetiştirilmesi emrini verdi. Halil Hamid Paşa hemen harekete geçerek, Fransa’dan uzmanlar getirterek 20 Ekim 1784 tarihinde İstihkam Okulunu açtı. İki ay sonra padişahın huzuruna çıkarak:-Padişahım, İstihkam Mektebinde yetişen talebeler çeşitli aletler kullanarak tatbikat yapacaklar. Görmenizde fayda mülahaza ediyorum.-Gelip göreceğim. Padişah hemen hazırlanıp tatbikat sahasına gitti. Tatbikatı görünce Halil Hamid Paşa’ya:-Avrupa’dan çok geride kalmışız. Sadece İstihkam mektebi açmakla iş bitmez. Orduyu her sahada Avrupa seviyesine getirmemiz lazımdır. Lüxemburg Dükalığı ordusu topçuluk sahasında ileri gitmiş tir. Oradan da uzman getirin. Bu emir üzerine Halil Hamid Paşa Lüxemburg’a adamlar gönder di ve yapılan müzakereler sonunda Baron de Tott başkanlığında askeri bir heyet İstanbul’a geldi. Baron, Halil Hamid Paşa’ya:-Emrime 200 kişi verin, Rodos ve Girit adalarında bunlara talim yaptırayım. Sonra da onlar sizin askerinizi yetiştirirler.Baron de Tott’un, topçuluk eğitimlerini İstanbul’da değil de Girit ve Rodos’ta yaptırmak istemesi Bâb-ı Âlî’de kuşku ile karşılandı ve müsaade edilmedi. Haliç’te, Camialtı civarındaki Mühendishane tahsis edilerek burada ilk topçu okulu eğitime başladı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:25:07
ABDÜLAZİZ HAN�IN TAHTA ÇIKMASI 

Salı, 17 Mayıs 2005
17 yaşında tahta çıkan Sultan Abdülmecid, Hariciye Vekilliğine tayin ettiği ve sonradan da Sadrazam yaptığı Mustafa Reşid Paşa’nın, Osmanlı Devletini âdeta batılılara satmasına son derece üzülüyordu.  Hiçbir şey yapamamanın verdiği elem ile verem hastalığına yakalanıp 25 Haziran 1861 günü 39 yaşında vefat etti. Hayatının son dakikaların da baş ucunda Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Paşa, Serasker Rıza Paşa, Evkaf Nazırı Hasib Paşa ve Kaptanıderya Mehmed Ali Paşa bulunuyor du. Abdülmecid Han son nefesini verdiğinde Sadrazam, Hasib Paşa’ya:-Sen burada bekle...diyerek Serasker Rıza Paşa ve Kaptanıderya Mehmed Ali Paşa ile birlikte hemen Abdülmecid Han’ın küçük kardeşi olan Şehzade Abdülaziz’in yanına gittiler. Sadrazam:-Efendimiz, başınız sağ olsun. Biraderiniz vefat ettiler. Taht ve saltanat teşriflerinizi bekliyor...dedi. Şehzade Abdülaziz buna şaşırdı. Çünki, devlet erkanı ve halk, Abdülmecid Han’ın büyük oğlu Murad’ın padişah olacağını biliyordu. Kaptanıderya ve Serasker:-Buyurun Padişahım, sizi Topkapı sarayına götüreceğiz... demeleri üzerine:-O halde gidelim, dedi.Hemen Topkapı sarayına gelinerek Cülûs ve Bîat merasimleri yapıldı. Buradan Dolmabahçe sarayına gelinerek Abdülaziz Han tahta oturtuldu. Abdülaziz Han ilk olarak:-Ağabeyimin oğulları Murad ve Abdülhamid’i getirin, dedi. Huzura geldiklerinde Abdülaziz Han onlara:-Sizler Şehzadelere layık şekilde yaşayın. Kendinizi iyi yetiştirin. İleride padişah olcaksınız. Bilginizi ve görgünüzü arttırın...diye nasihatlerde bulundu.Daha sonra oğlu Yusuf İzzeddin’i çağırdı. O sırada 5 yaşında bulunan Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi’ye:  -Bunların ellerini öp, dedikten sonra, Şehzade Murad ve Şehzade Abdülhamid’e:-Oğlum ve ailem benden sonra size emanet, onlara iyi bakasınız.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:25:20
BU ASKER SAĞ OLDUKÇA BU KALE SİZE VERİLMEZ 

Çarşamba, 18 Mayıs 2005
Budin kalesi 15 Temmuz 1684 günü Avusturyalılar tarafından kuşatıldı. Budin valisi Kara Mehmed Paşa askere seslenerek:-Hemen küffar ile cenge başlıyoruz. Ben şehid düşersem yerime İbrahim Paşa kaleyi müdafaa etsin! Emrini verdi. Nitekim birkaç gün sonra Mehmed Paşa bir top güllesi isabetiyle şehid oldu. İbrahim Paşa hemen kumandayı ele aldı. Cesareti, kahramanlığı, askere şefkati ve merd hareketleri düşman kumandanlarını bile şaşırtmıştı. Bu durumu anlayan Avusturya ordusu kumandanı Arşidük Maximillian bir mektup göndererek:“Sen ki kale muhafızı İbrahim Paşasın. Efendine hizmet ancak bu kadar olıur. İhtiyar, gün görmüş, bahadır, tedbir ve tedarike sahip ve namlı bir askersin. Padişahına senin kadar kimse hizmet etmemiş tir. 100 gün oluyor, bu kadar askeri kırdığın yetişir. Senin ve askerlerinin yüzü ak oldu. Arabalar ve gemiler tedarik ettik. Sizi emniyet ve selametle dilediğiniz yere gönderelim. Kaleyi teslim edin. Kılıç ile girersem, kadın, erkek, çocuk cümlenizi kılıçtan geçiririm.” İbrahim Paşa, mektubu getirene şunları söyledi:-Sultan Süleyman Han bu kaleyi fetheylediğinde buranın müdafaasını paşalara değil askerlere emanet etmişti. Şimdi de asker konuşsun...dedikten sonra askerleri topladı ve mektubu getiren elçiyi onların yanına götürdü. İbrahim Paşa, mektubu askere de okuyup düşüncelerini elçiye söylemelrini istedi. Asker arasından birkaç kişi ileri çıkarak:-Padişahımız bizleri bu kaleyi düşmana teslim etmek için değil, düşmana karşı korumak için gönderdi. arak Yâver-i Sultânî yaptı. 1 Haziran 1863’de de Sadrazamlığa getir di. Bu suretle iki rütbeyi birden üzerinde bulunduran Fuad Paşa, devrin en üst rütbesine çıkmış oldu.Ne var ki, o devirdeki aydınların çoğu gibi Fuad Paşa da Avrupai düşünceye sahipti ve o zamanın modasına uyarak o da mason olmuş tu. Bunun neticesinde Osmanlı Devleti daha çok batıya yaklaştırıldı, fakat batının teknolojisi yerine örf ve âdetleri alındığı için bu durum çöküşü hızlandırmaktan başka bir netice vermedi.
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:25:38
ALDIĞIMIZ FİYATA 

Perşembe, 19 Mayıs 2005
27 sene süren kanlı savaşlarla alınan ve uğrunda 50.000’den fazla şehid verilen Girit Adasında, tam 200 sene sonra, Yunanlıların ve batılı devletlerin kış kırtmaları neticesinde isyanlar başladı. Hatta yerli Rumlar 2 Eylül 1866 günü adayı Yunanistan’a ilhak ettiklerini ilan ettiler. Bunun üzerine Osmanlı hükûmeti bu isyanı bastırmak için hemen adaya askeri birlikler gönderdi. Bu sırada Paris’te Milletlerarası fuar açılışı vardı ve bu münasebetle Fransa İmparatoru III. Napolyon, Sultan Abdülaziz’i de davet etmişti. Abdülaziz Han, bu daveti kabul etti ve Osmanlı tarihin de ilk defa yurt dışına resmi gezi yapmak üzere 21 haziran 1867 günü İstanbul’dan hareket ederek vapurla Fransa’nın Marsilya şehrine, oradan da trenle Paris’e gitti. Yanında Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa da bulunuyordu. III. Napolyon, Abdülaziz Han’ı büyük bir merasimle karşıladı. Birkaç gün sonra padişahın şerefine bir ziyafet verdi. Bu ziyafet esnasında bir ara Fuad Paşa, III. Napolyon’a, Yunanlı ların Girit’te alçakça hareketlerinden ve kanlı savaşlardan bahsedince III. Napolyon:-Paşa Hazretleri, başınıza dert olan şu adaya müşteri bulup satsanız olmaz mı? Diyerek nükte yapmaya kalkışınca, Fuad Paşa:-İmparator Hazretleri, bu güzel bir fikir, deyince III. Napolyon:-Öyleyse kaça satarsınız? Dedi. Fuad Paşa, bu suale karşılık, İmparatorun suratına şamar gibi inen şu cevabı verdi:-Aldığımız fiyata Ekselansları...III. Napolyon beklemediği bu cevap karşısında şaşkına dönerek susmayı tercih etti. Çünkü Girit’in 27 sene süren kanlı savaşlarla Osmanlı’nın kanı pahasına alındığını biliyordu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:25:51
YOĞURTLARIMIZ BİLE VAR

Cuma, 20 Mayıs 2005
 Şanlı Plevne müdafaası tarihimizin en büyük destanlarından biridir. Osmanlı askeri, kendisinden defalarca kalabalık Rus ve Romen ordularına karşı, soğuğa ve açlığa rağmen uzun zaman kahramanca savaşarak bir destan yazdı.Uzun süren kuşatma, dışarıdan ikmal gelmesini engellediğin den, bir müddet sonra bütün yiyecek stokları tükendi. Soğuğa ve müthiş düşman ateşine aldırış etmeyen Türk askeri, açlıkla pençeleşi yordu. Askere günde 100 gram tayın verilebiliyordu. Bu da bitince, mısır koçanları suda haşlanıp ezildikten sonra yemek olarak verilmeye başlandı. Rus ve Romen askerleri, Osmanlı siperlerine 10-15 metre kadar yaklaşmışlardı. Askerlerimizin yiyceklerinin tükendiğinin farkındaydı lar. Bu yüzden askerimize laf atmaya başlamışlardı. Plevne yakınlarında bulunan Griviçe köyünden yaşlı bir Türk kadını, birkaç çanak yoğurt alarak, ölümü göze alıp yoğun ateş altında siperler arasından geçerek en ileri hattaki askerlerin yanına kadar geldi ve çanakları Gazi Osman Paşa’ya verdi. O da ileri hatlardan birin de bulunan Ahmed Çavuş’a gönderdi. Bu taze yoğrutları gören askeri bir sevinç kapladı. Çünki günlerdir midelerine bir lokma girmemişti. Askerler çanakların etrafında toplanıp, tam kaşıklarını daldıracakları sırada biraz ilerideki Romen askerlerinin siperlerinden biri bağırdı:-Heeey...Türk oğlu...Türk oğlu...-Ne var be Ulah oğlu...ne istiyorsun?-Nasılsınız, eyi misiniz? Ekmeğiniz, yiyeceğiniz var mı?-Ekmeğimiz de var, yiyeceğimiz de...-İnanmam. İşte sana bizim peksimetlerden atıyorum. Sen de yediklerinden at da inanayım...Birden, ortalarına bir peksimet düştü. Bizim askerlerin ise yoğurttan başka yiyecekleri yoktu. Ahmed Çavuş ve askerler, kısa bir süre birbirlerinin yüzlerine bakındıktan sonra, daha tadına bile bakamadıkları yoğurt çanaklarını ellerine aldıktan sonra, Ahmed Çavuş bağırdı:-Heeey...Ulah oğlu...Ulah oğlu...Bizde yalnız ekmek değil, yoğurt larımız bile var...dedikten sonra yoğurt çanaklarını hep birden düşman siperlerine fırlattılar.Askerimizin bu fedakarlığı sebebiyle düşman, Osmanlı ordusu nun daha uzun müddet savaşacak kadar yiyecek ve cephanesi olduğuna inanmaya başladı ve moralleri bozuldu.

 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:26:06
ESKİ İFTARLAR

Cumartesi, 21 Mayıs 2005
Sultan Abdülmecid Han devri. Ricâl-i Devlet-i Aliyyeden bir beyzadenin konağında iftar daveti var. Kibar ve ricalden davet edileceklere rütbelerine, mevki ve hassasiyetlerine göre davetiyeler yazıldı ve yollandı. Bunlar, pek ziyade arifane kaleme alınırlardı. Bunların yazılarına sarfolunan emek dolayısıyle iftar davetlerinin neza ket dereceleri anlaşılabilir. İftar sofrası selamlıkta kurulmuştu. Ama bütün levazımat haremden veriliyordu. Hatta iftariye tepsisi de. Harem kileri tepsiyi saat 11.30’da tanzime başlamıştı. Evvela on iki kişilik büyük değirmi, yaldızlı sini geldi. Önce, Bursa bezinden kalem işlemeli sofra örtüsü yere yayıldı. Sonra da altı bacak denilen sofra iskemlesi açılıp sini bunun üzerine oturtuldu. Bu sininin etrafına on iki tane de tekerlek denilen yer şilteleri dizildi. Her şilte karşısına Karamürsel bezinden küçük havlularla, küçük tabaklar içinde el, ağız silmeye mahsus sabunlu el bezleri kondu. İftar tepsisinde biri siyah, diğeri yeşil olmak üzere iki çeşit zeytin vardı. Yeşlili, yağlı ve sirkeli, siyahı da vakit girince iftar etmek için sade idi. Bunlardan başka, yalı, susamlı olmak üzere kırılmış iki türlü simit, pastırma, sucuk, ünnap, ceviz, turunç ve erik reçelleri, humas şerbetleri ile hurma ve zemzem konulmuştu. Kaşıklar iki çeşitti: ucu mercanlı şimşir kaşık, bağa kaşık. Ezan okununca iftarlar açıldı, sonra da kalkılıp, hep beraber  akşam namazı kılındı. Sonra da tekrar sofraya oturuldu. Yemekte Yaver ile Dilaver nöbetleşe hizmet ediyorlardı. Selam lık hizmetkarlarına ekseriya bu isimler verilirdi. Biri sahan veriyor, diğeri de su, ekmek gibi sofra levazımatını ikmal ediyordu. Yemeklere gelince: Önce çorba, sonra pastırmalı sucuklu yumurta, bunları mütekip hindi dolması, etli kereviz, pirinç pilavı, su böreği ve nihayet hünkar beğendi tatlısı ikram edildi. Yemekten kalkınca çubuklarla beraber âlâ Yemen kahveleri geldi. Teravihe kadar âfâkî sohbetler edildi. Büyük sofada kılınan teravihden sonra gülsuları serpildi, dondurmalar yenildi. Bu minval üzere sohbet, sahur vaktine kadar devam etti. Sonra da sofra yeniden kuruldu ve sahur yemekleri yenildi. Misafirler, hane sahibinden müsaade isteyerek kalktılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:26:42
PREVEZE DENİZ ZAFERİ 

Pazar, 22 Mayıs 2005
Almanya İmparatorluğu ve İspanya Krallığı, Papalık ve Venedik hükûmetleri, Müslüman Türkleri Akdeniz’den atmak için, Osmanlı Devletine karşı ittifak kurdular. Bunun üzerine Kânûnî, 1537-38 kışında yeni bir donanma hazırlanmasını emretti. Dört elle işe başlayan Kaptan-ı deryâ Barbaros Hayreddîn Paşa, daha hazırlıklarını bitirmeden Mısır’dan yola çıkan hazînenin muhâfazası için kırk gemiyle denize açılmak mecburiyetinde kaldı. Mısır’dan gelecek gemileri vurmak için Girit sularında kırk gemiyle pusuya yattığı haber alınan Andrea Doria, Barbaros’un geldiğini duyunca kaçtı. Fakat Osmanlı donanması, geri dönmeyip, Şira, Patnos, Naksos vs. adalarını aldı. Bu esnâda tamamlanan doksan gemi de donanmaya katıldı. Mısır’dan gelen Sâlih Reis komutasındaki yirmi parça gemi de Barbaros’un gemileri arasına katıldı. Gemi sayısı yüz elliye ulaştı. Barbaros’un korkusundan, Akdeniz kıyılarındaki koylara hapsedilmiş bir vaziyete giren Haçlı devletleri, Osmanlılara karşı sıkı birlik kurdular. İrili ufaklı filolardan muazzam bir Haçlı donanması meydana getirdiler Denizlerdeki Müslüman hâkimiyetini ortadan kaldırmak için bir araya gelmiş olan müttefik Haçlı donanması, Korfu civârında toplanarak, Osmanlı donanmasını nasıl yeneceklerini tartıştılar. Kara harekâtı teklifine karşı olan Andrea Doria’nın isteği kabûl edildi. Haçlı donanmasının mevcûdu 162 kadırga ve 140 bârça olup tamâmı 302 idi. Bu gemilerde 2500 top ve 60.000 asker vardı. Türk donanması ise, kürekli, yâni çektiri sınıfından olarak 122 parçadan ibâretti. Gemilerin baştarafında üçer adet uzun menzilli 166 adet top bulunuyordu. Ayrıca donanmada, gemi mürettebâtı yanında yeniçeri ve tımarlı sipahilerden olmak üzere toplam 20.000 asker bulunuyordu. Görüldüğü gibi Türk donanması adet îtibâriyle düşmana nazaran üçte bir ve top îtibâriyle on altıda birdi. Bundan başka Türk donanmasında sekiz bin cenkçi askere karşı, müttefiklerin gemilerinde altmış bin silâhlı asker bulunuyordu. Müttefik donanması henüz Preveze önüne gelmeden evvel Barbaros, kumandanları toplayarak görüştü.Nihâyet 27 Eylül günü devrin iki muazzam donanması karşı karşıya geldi. Osmanlı donanmasının merkezinde Kaptan-ı deryâ Barbaros Hayreddîn Paşa; sağ kanadında Sâlih Reis; sol kanadında büyük coğrafya ve matematik âlimi meşhûr denizci Seydi Ali Reis; ihtiyâtta da, Turgut Reis, Murâd, Sâdık, Güzelce reislerle gönüllüler vardı. Müttefik Haçlı donanmasının başında Avrupa’nın en meşhur amirâli Andrea Doria ve Venedikli Marco Grimari ilePapalık donanma komutanı Vicent Capallo bulunuyordu. Haçlılar çeşitli devlet ve milletlerden meydana geliyordu. AralarındaTürk düşmanlığı hissinden ve Haçlı dayanışmasından başka birliği teşkil eden unsur yoktu. Osmanlılar ise kumandanlarına son derece hürmetkâr olup, mâneviyâtları pek yüksekti.Muhârebe başlamadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa bütün reisleri, Kaptan-ı deryâ baştardasına toplayıp, gemi, silâh ve sayıca fazla olan düşman donanmasının tâbiye üstünlüğünün safdışı edileceğini anlattı. Gâlip gelindiği taktirde Akdeniz’de mutlak bir Osmanlı hâkimiyetinin tesis edileceğini ifâde edip, mâneviyâtlarını yükseltti. Gemilere üçer top yerleştirip, hilâl şeklinde muhârebe nizâmına soktuHaçlı komutanı Andrea Doria’nın yaptığı harp nizâmında Venedik ve Papa filoları önden gidiyor, İspanya ve Ceneviz filoları onları tâkip ediyordu. Rüzgâr Haçlı donanmasının arkasından esiyor, Osmanlı donanmasına adım atma fırsatı vermiyordu. Preveze önündeki limanın girişini kapatarak Osmanlı donanmasının çıkışını engellemek isteyen Haçlı donanması, kuvvetli rüzgârı arkasına alıp Preveze’ye doğru hareket etti. Hava çok sisliydi. Rüzgârın Osmanlı donanması lehine yön değiştirmesi ve sisin dağılması ile, Haçlı donanması kendisini Türklerin önünde buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, kırk gemilik bir filoyla Haçlı müttefik donanmasına saldırıp, onları ikiye ayırdı. Andrea Doria geri çekilerek, Korfu Adasına döndü. Müttefik donanma amirallerinin ısrârı ile gemileri üç saf halinde tertip edip, tekrar taarruza geçti. Haçlı donanmasının en önünde büyük savaş gemileri olan kalyonlarla karakalar, ikincisinde kadırgalar, üçüncüsünde de küçük gemiler arka arkaya dizilmişti. Andrea Doria, birinci safı kendisine siper alıp, ikinci safta savaşı idâre ediyordu. Her türlü manevra imkânı olan Osmanlı gemileri önünde can derdine düşen Venedik kaptanı, geriden gelen Andrea Doria’dan yardım istedi. Fakat Haçlı gemilerini yakalamakta usta olan Barbaros bu fırsatı kaçırmayıp, bâzısını batırıp, kimisini de esir aldı. Geri kalanlar kaçtı. Andrea Doria, durumun kötüye gittiğini görünce, müttefiklerinin imdât istemelerine bakmayarak selâmeti kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, batırdıklarından başka yirmi dokuz gemi ve üç bine yakın Haçlı askerini esir aldı. Osmanlılar ise, dört yüz şehit ve sekiz yüz yaralı verdi. Bir Osmanlı gemisi de hasar görmüştüAldığı gemileri tâmir edip, yaraları sardıktan sonra, kaçan düşmanı aramak için yola çıkan Barbaros, Korfu Adasına, sonra Avlonya’ya gitti. Fakat Haçlıları yakalayamadı. Kışın yaklaşması üzerine Preveze’ye, Turgut Reis’i bırakarak İstanbul’a döndüPreveze Zaferi, Boğdan Seferinden dönüşte Barbaros’un oğlu başkanlığında gönderilen bir heyet vâsıtasıyla Yanbolu’da iken Sultan Süleymân Hana arz edildi. Bu zafer haberine çok sevinen Sultan Süleymân Han, Barbaros ve arkadaşlarına duâdan sonra, kaptan paşa haslarına yüz bin akçe zam yaptı ve bütün ülkelere fetihnâmeler gönderdiPreveze Zaferinden sonra Akdeniz Türk gölü hâline geldi. Herbiri birer deniz kurdu olan Osmanlı leventlerine denizler dar gelip, okyanuslara açıldılar. Avrupa krallarının desteğindeki deniz korsanlığının önüne geçilip, deniz seyâhati, ticâreti ve sâhildeki halkın emniyet ve huzûru sağlandı. Kuzey Afrika’daki İslâm devletleri Avrupa devletlerinin tecâvüzlerinden korundu. Deniz yoluyla hac farîzası emniyet altına alınarak, hacılar korsan taarruzundan emin olarak hac yaptılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:26:58
MİMAR SİNAN VE İSTANBUL�UN SUYU

Pazartesi, 23 Mayıs 2005
İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki: "Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"Mimarbaşı der ki:"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut sulan İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm." Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyılan dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan sulan tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar. Sultan sorar:"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:"Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var.""Nedir o mimarbaşı?""Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."Kanuni'nin cevabı şu olur:"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki sulan Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkanr, der ki: "İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin." Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur. Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.
Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der. Gelen meçhul ihsan: "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider. Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler: "Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış." "Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade etmişti de almıştım.""O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmeme sine rağmen, sizinki devam etsin."Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor." Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın." Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."
Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur: "Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil. Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:27:13
ÜÇ AHBAB ÇAVUŞLAR

Salı, 24 Mayıs 2005
Osmanlı İmparatorluğu o günlerde çok bunalımlıdır. Abdülhamid Han tahttan indirilmiş, Beylerbeyi Sarayında köhne bir odaya kilitlenmiştir. Yönetime el koyan Enver, Talat ve Cemal Paşalar maceracı ve gözü karadırlar. Almanlar özellikle Enver Paşa'yı avuçlarına alırlar. Öyle ki İstanbul'a kalkan trenlerin üstüne bile "Berlin-Enverland" yazarlar. Talat Paşa idadi (ortamektep) diploması bile olmayan bir postacıdır. Ancak mason olunca önü açılır. "İttihat ve Terakki militanlığı"ndan, "Dahiliye Nazırlığı"na çıkarılır. Ancak o komitacılıktan vazgeçmez. Rakiplerini katlede katlede yükselir ki kanlı Babıali baskını bunlardan sadece biridir. Cenab Şehabeddin'e göre Tâlat paşa, ünlü Bulgar komitacısı Sandasky'e taş çıkartacak kadar "habis zekalıdır" ünlü yazar onu "ağ ören, tuzak kuran, pusuya yatan, harmanyola çeviren bir hilekâr" olarak tarif eder. Cemal Paşa ise gittiği her yerde darağacı kurduran, karışıklıklarda önce Müslümanları astıran, müstehzi, kibirli ve zalim biridir. Yanına yaklaşılmaz. Ermeni hayranıdır ve bunu saklamaz. Arabları şirazeden çıkarmak için ne gerekiyorsa onu yapar. O günlerde Almanya'nın İstanbul sefiri Baron Van Wangenheim toplantı üstüne toplantı düzenler, nefis Türkçesi ile pembe tablolar çizer. "Siz doğudan biz batıdan bastıralım. Hudutlarımız birbirine kavuştuğu zaman bizi kim tutabilir?" der. Bu kurt politikacı ne yapar yapar bizimkilere bir anlaşma imzalatmayı becerir. Buna göre Rusya itilaf devletlerine katılır ve Almanya savaşa sürüklenirse Osmanlılar da harbe girecekdir. Halbuki imzaların atıldığı saatlerde Rusya çoktan cephede yerini almış ve Almanya resmen savaş ilan etmiştir. Enver Paşa'nın bunu bilmemesi mümkün değildir. Sırf "Wangenheim'in tatlı hatırı için" koca imparatorluğu maceraya sürüklemek akılla, mantıkla izah edilebilecek bir gaf değildir. Çok geçmez Goeben ve Breslau adlı iki Alman zırhlısı Cezayir kıyılarındaki Fransız hedeflerini saldırır, İngiliz donanması tarafından sıkıştırılınca bize sığınırlar. İngilizler efendi efendi gelir ve bu iki geminin karasularımızdan çıkarılmasını isterler. Ancak Enver Paşa bu iki zırhlıyı satın aldıklarını söyler. Alman gemicilerine fes giydirmekle meseleyi halledeceğini zanneder. Midilli ve Yavuz adını alan zırhlıların kumandanı Amiral Souchon bizim safları kolay kandırır ve Kara deniz'de talim izni çıkarır. Souchon halatları toplar toplamaz Rus limanlarına dayanır. "Osmanlı bayrağı altında" Odessa, Kefe ve Novorossisky'i bombalar. İki Rus gemisini ve bir Fransız vapurunu batırır ki artık savaş kaçınılmazdır. Rusya hemen Osmanlı Devletine bir ültimatom verir ve arkasından da harp ilan eder. Böylece “Üç Ahbab Çavuşlar”, bir heves uğruna koca imparatorluğu sonu belirsiz bir maceraya sürüklediler. 4 sene süren bu harbin neticesinde, Osmanlı  Devleti sona erdi ve 3,5 milyon vatan evladı bir hiç   uğruna can verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:27:30
ÇANAKKALE İÇİNDE AYNALI ÇARŞI 

Çarşamba, 25 Mayıs 2005
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına girmesiyle cepheler genişledi. Ruslar Kafkaslara saldırınca Osmanlı Hükumeti oraya asker yığdı. Fakat batıdaki Rus birliklerinin bir kısmı oraya kaydırılınca Alman cephesi zayıfladı. Rus Çarı hemen İngiltere’den yardım istedi. Bunun üzerine Churchill, Çanakkale'ye yüklendi. Hesaplarına göre ikinci bir cephe Osmanlıları Kafkaslar'dan çekecek, hele Boğazlar ele geçerse savaş çabucak bitecektir. İngiliz Harbiye Nazırı Lord Kitchener bu fikri şiddetle destekler. Avustralya ve Yeni Zelanda' dan getirilen askerlerin (Anzakların) yöreye ulaşması ile saldırıya geçerler. 19 Şubat sabahı bombardıman başlar. Donanma birkaç ehemmiyetsiz isabet alır ama bizim dış tabyalarımız tamamen elden çıkar. Çanakkale savunmasını önceleri Esat Paşa yönetir, ancak ıslah olmaz bir Alman muhibi olan Enver Paşa komutayı ondan koparır casına alır Mareşal Liman von Sanders'e bağışlar. Liman Paşa riski sever, düşmanın karaya çıkmasına müsaade eder. Evet böylece İngilizler'e daha fazla zayiat verir ama bizim kayıplarımız da büyük olur. Ama o kırabildiği kadar düşman kırmaya bakar, fidan boylu çocuklarımızın ölümünü umursamaz. Zaten o devir savaşları gereğin den fazla kanlıdır. Anadolu'nun gayretkeş çocukları gözlerini kırpmadan dövüşür, süngü ile makineli tüfeğin üzerine yürürler. Mehmetçikler, savaşı düşman mevzilerine girip gırtlak gırtlağa boğuşmak sanırlar. Ölüm mü? Zerre kadar gözlerinde yoktur. Askerlerimiz aç ve çıplaktır. Soğuk dayanılmaz olunca, kum torbalarını bozup elbise yamar, sırf bu yüzden savunmasız kalır, hedef olurlar. İşin en acı yanı yükselme hırsı ile dikkat çekmek isteyen genç subaylar gereksiz çıkışlar yapar, beyhude riskler alırlar. Mesela Seddülbahir çarpışmalarında düşmanın 10 bin, bizim ise 16 bin kaybımız vardır. Halbuki savunan tarafın az zayiat vermesi temel kuraldır. Hele bir ara cepheye gelen Enver Paşa aklı sıra şov yapar. 19 Mayıs günü düşmanı denize dökmek için göstere göstere taarruza kalkar. Yalınayaklı kalabalıkları muhkem mevzilerin üstüne salar. O gün İngilizler sadece yüz ölü verirler, biz ise 9 bin yiğidimizi kaybederiz. Malzeme kaybı tam bir felakettir. 20 Mayıs günü 4 koca tümen tanınmayacak haldedir. Ama denizde güzel şeyler olur. Muavenet-i Milli adındaki küçücük bir torpidobot koskoca Goliot zırhlısını batırır. Bunun üzerine Amiral Fisher elinde kalan son güçlü gemiyi (Quenn Elizabeth'i) İngiltere'ye yollar. 25 Mayısta Majestic, 26 Mayısta Triumph zırhlısı batırılınca donanma tamamen çekilir. Savaşın en kahredici yanı İngilizler'in tam 400 topu, 15 bin hayvanı ve 140 bin askeri yanıbaşımızdaki mevzilerden (tek zayiat vermeden) tahliye etmesidir. O mangalda kül bırakmayan Almanlar ayakta uyur, kurmaylarımız düşmanı topluca imha edecekleri "yegane" fırsatı ellerinden kaçırırlar. Halbuki bazı noktalarda mevziler fısıltıları duyacak kadar yakındır. Hatta zaman zaman nöbetçiler birbirlerine sigara atarlar. Hasılı Çanakkale'de çeyrek milyon evladı mızı kaybederiz ki bunların kahir ekseri yedekzabittir. Doktordur, mimardır, baytardır, ressamdır, öğretmendir, mühendistir. Abdülhamid Han'ın yıllardır Avrupai bir tedrisatla yetiştirdiği değerli gençler kitleler halinde ölürler. Eh, bu saatten sonra cehalet, işsizlik, fakirlik ve gerilik kaçınılmazdır ve öyle de olur. Çoğumuz "Aynalı çarşı" türküsünü Çanakkale havası sanarız, halbuki bu yanık ezgiler Kastomonu'da dile gelir. Düşünebiliyor musunuz Kastamonulu kadınların neredeyse tamamı dul kalır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:27:45
İKİ YUSUF�UN HİKAYESİ

Perşembe, 26 Mayıs 2005
1-18. asırda, Osmanlı sarayında Vâlide Sultan olarak 40 yıla yakın yaşamış olan 4. Sultan Mehmed Hân'ın annesi Turhan Sultan, Ukraynalı bir köylü kızı idi. 9-10 yaşlarında Tatarlar tarafından kaçırılmış ve Osmanlı sarayına Süleyman Paşa isminde bir vezir tarafından verilmişti. Turhan Sultan, esircilerin eline düştüğü zaman, köyünde 1 yaşında bir erkek kardeş bırakmıştı. Bu çocuk da 8-9 yaşında iken Tatarlar tarafından çalınıp İstanbul'da bir manava satıldı. Yusuf adı verilen ve Müslüman olan bu çocuğu, manav, bir baba şefkati ile büyüttü. Yusuf büyüyünce, İstanbul'da Manav Güzeli lakâbı ile şöhret buldu. Birgün bu dükkânın önünden geçen Vâlide Sultan, Manav Güzeli'ni uzaktan görür görmez kardeşi olduğunu anladı. Çocuğu saraya getirdi. Vâlide Sultan kardeşini bulunca pek çok sevindi. Manavı memnun edip, Yusuf'a devrin kıymetli hocaları elinde ciddî tahsil yaptırttı, fakat devlet işlerine karıştırtmayarak kendisini kâhya tâyin etti. Manav Güzeli Yusuf, ölünceye kadar İstanbul'da zengin ve kibar bir hayat sürdü. 2-Dalmaçya'nın Nadin kasabasında Sancak Beyi'nin ahırında uşak olarak çalışan 13 yaşında bir çocuk vardı. Bu kimsesiz çocuğa bir dul kadın acı***, çıplak ayaklarına bir çift kocaman partal kundura giydirmişti. O sıra Nadin'den bir Kapıcıbaşı geçti. Bu çocuğun zekâ ile parlayan gözleri ve güzelliği dikkatini çekti. Çocuğu İstanbul'a getirdi. Onu saraya verdi. Enderun'a verdi. Çocuğa, güzelliğinden ötürü Yusuf adı verildi. Nadinli Yusuf kısa bir zamanda yükselerek Kaptan Paşa oldu. Birgün Nadin'e, Paşa'nın bir adamı geldi ve Sancak Beyi'ne mühürlü bir meşin torba verdi. Bu mektupta da şunlar yazılıydı: 'Falan yerde oturan Marya isminde bir dul kadın vardır; bu torba, eğer sağ ise, o dul kadına verilecektir.' Kadın sağ idi, çok fakir düşmüştü. Torba kendisine teslim edildi. Torbanın içinde bir çift kocaman partal kundura vardı ve içleri altın doldurulmuştu. Paşa, torbanın içine kısa bir mektup yazmıştı: 'Anacığım, bir kış günü, donmuş çıplak ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin kimsesiz çocuk, ölünceye kadar seni unutmayacaktır.'
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:28:05
YARA

Cuma, 27 Mayıs 2005
Sultan Abdülhamid Han’ın Suriye’deki çiftliklerinden birinde vazife yapan bir mülazim, yani teğmen, hatıratında şöyle bir hadise nakleder:Güneş çoktan batmıştı. Fakat çiftlik yine, sabah oluyormuş gibi coşkunlu ğunu kaybetmeyen bir aydınlık içinde kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesizdi. Emir erime nargilemi hazırlatmış, kahvemi bekliyordum. Birden avluya dört atlı girdi, dört silahlı bedevi...Gelenlerden en yaşlısı kısrağından inip karşımda dikildi. Sordum:-Hayrola yâ Şeyh? Her zaman olan işlerdendi. İki aşiret arasında silahlı çatışma çıkmış, bu dört kişi güç bela baskından kurtulup buraya gelmişlerdi. Geceyi burada geçir mek istiyorlardı. Dördü de silahlarını bırakıp damın toprak zeminine çömeldiler. Yaşlı olanı maşlahıydı. Diğerleri entari giymişlerdi. Hiç konuşmadan öylece bekliyorlardı. Bir aralık genç olanlarından biri hafifçe inledi. Şeyh sordu:-Hasta mısın?-Hayır!-Yaralı mısın?-Galiba...dedi ve omzunu işaret etti.Emir erime seslenip feneri getirttim. Oralarda fener, ancak böyle mühim işlerde kullanılır. Ay olmasa da yıldızlar yakından parıldaşırdı. Bedevinin omzuna baktık, sol tarafından bir kurşun yemiş. Kan içine sızmış olacak ki, entarisi boyanmamış. Yalnız yaranın ağzına kurumuş kahve telvesini andıran pıhtılar birikmişti.-Kurşun içerde kalmış...dedim.Şeyh, başıyla doğruladı. Sonra hiçbir şey demeden erin elinde feneri aldı, avluya indi. Yere eğilmiş, uzun uzun bir şeyler aradığını yukarıdan görüyorduk. Neden sonra, bir çürük değnek parçası ve pis bir paçavra ile geldi. Yoğurt süzdü ğümüz eski, yırtık torbadan atılmış bir paçavra ile...Bu paçavrayı değneye iyice, sıkıca sardı, dişleriyle bir de düğüm yaptı. -Zeytinyağı bulunur mu?-Olacak...Gençlerden birine döndü, bir şeyler söyledi. O, aşağıya indikten biraz sonra burnuma mutfakta yanan, tavada yakılan zeytinyağ kokusu geldi. Anladım ki ameliyata hazırlanıyoruz.Yaralının sırtından entarisini çektiler. Şeyh, benden çakımı istedi ve uzun ağzını açıp birden yaranın içine daldırdı. Bir kavunun bereli, acı yerini oyup nasıl atarsak öyle yaptı. Fakat bu parçanın lifleri gövdeden tam ayrılmamıştı ki, çekti ği zaman çıkmadı, çakının ucundan kayıp tekrar yaradaki yerine girdi. Çekip koparmak gerekmişti, hem de epeyce asılarak...Yaralı “of” bile demedi, sadece omzunu, şöyle sinek konmuş gibi oynattı. Şeyh buna bile kızdı:-Ayıp...dedi. Genç taş kesildi. Şimdi, Şeyhin iki parmağı yaranın içine paslı bir kıskaç, bir kerpeten gibi sokulmuştu. Kurşunu bulmuş, yakalamış olacak ki, tıpkı tahtadan çekiçsiz ve kesersiz bir çivi çıkarmaya uğraşırsak, öyle, iki tarafa sallamaya, ırgalamaya başladı. Sonra büktü...Sağa büktü...Sola büktü...Her büküşünde yaradan koyu, kalın bir kan tabakası kabarıyordu. Sönük, petrol lambası ısığının altında katran gibi görünen ve sıcaklığı duyulan bir kan tabakası. Sade sıcaklığını değil, öğürtü cü kokusunu da duyuyordum. Şeyh, yere, ayaklarımızın altına bıraktığı deminki tıkacı eline aldı. Ben gözlerimi istemeyerek kapadım. Açtığım zaman bu tıkaç yaranın içindeydi. Belli ki biraz güçlükle girmişti, zor işliyordu. İşliyordu diyorum, çünkü şeyhin merha metsiz eli bunu taş ocaklarında barut deliği açanların küsküsü gibi sert, delikan lının granit sırtına daldırıp daldırp çıkarıyor ve her çıkarışında çevresine kan serpiştiriyordu. Bir aralık kan fazlalaştı. Tıkanmış bir musluk yalağına nasıl bir tel veya değnek soktuğunuz zaman, aşağıdan yer bulamayan su taşarsa, öyle yalaksız bir ka kabartısı...Bu kan yavaş yavaş azaldı, duruldu, kesildi.O zaman Şeyh yaralıya ilk defa merametle:-Sabret evlat!...dedi.Bedevi genç cevap vermedi, “Gık” demedi, hatta kımıldamadı. Tek bir kası bile titremedi. Anladım ki, müthiş bir şey olacak! İşte oldu; İsli tavasıyla kaynar zeytinyağı getirmişlerdi. Yağ pek ustalıklı bir şekilde, bir damlası etrafa sıçratıl madan, dar ağızlı bir şişeye hunisiz sıvı aktarılır gibi yaray ağır ağır boşaltıldı.Zavallı bedevi buna da dayanmaya çalıştı. Fakat sonunda:-Ya Allah!... dedi ve diz üstü çöktü. Ben:-Mût! (öldü) diye haykırdım. Şeyh cevap verdi:-Halas (kurtuldu) dedi.Ertesi sabah uyandığım vakit avluda dört at ve dört bedevi duruyordu. Veda ve teşekkür için beni bekliyorlardı. Yaralı solgun, süzgün ve ateşler içindey di. Elimi öptü ve:-Şu bindiğim kısrak gebedir, yavrusu senindir...dedi.Kısrağına atlarken ona kimse yardım etmedi. Arkalarından baktım, dördü de dik, dinç  görünüyordu. Üç yıl sonra...Ben çiftlikte yokken, bir bedevi gelip bir tay bırakmış, “Paşa’ya söz vermiş tim, kendisi bilir...” demiş gitmiş.Paşa dediği benim...Daha o zaman mülazım (Teğmen)dim. Fakat bedevi nin gözünde bir Osmanlı teğmeni, her zaman Paşa’dır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:28:22
I. VİYANA KUŞATMASI

Cumartesi, 28 Mayıs 2005
Mohaç’ta Macaristan ordusunu tamâmen imhâ edip, bölgeyi Osmanlı Devleti sınırları içine katan Kânûnî Sultan Süleyman Han, savaştan sonra Budapeşte’ye gelip Macaristan’ın yeni statüsünü tespit etmişti. Buna göre Macaristan, Osmanlı Devletine bağlı bir krallık olarak bilinen ve Mohaç Muhârebesine katılmayan Transilvanya (Erdel) Voyvodası Zapolya’ya verilecekti. Nitekim Kânûnî Sultan Süleymân Han, 16 Ekim 1526’da Macaristan tâcını Zapolya’ ya veren târihî fermanını imzâladı ve Budapeşte’de Macaristan tahtına geçirdi. Ancak Zapolya Osmanlılar sâyesinde Macar Kralı seçilmesine rağmen kral olduktan sonra Osmanlı lara fazla yaklaşmaktan çekindi. 1527 baharında toplanan Regensburg İmparatorluk Meclisin de Osmanlılara karşı yardım dahi istemişti. Ancak bu sırada Alman İmparatoru Şarlken’in tahriki ve desteğiyle Avusturya Arşidükü Ferdinand büyük bir ordunun başında olarak harekete geçti. Tokaj’da Zapolya’nın kuvvetlerini yenerek 20 Ağustos 1527’de Budin’e girdi. Lehistan kralına sığınmak zorunda kalan Zopolya tekrar Osmanlılardan yardım istemeye mecbur kaldı. Zapolya yardım isteğinde bulunmasa dahi Osmanlıların bu duruma müsâade edebileceği düşünülemezdi. Ancak onun yardım talebi, Osmanlıların daha fazla işine yaramış ve durum Zapolya’nın müdâfaası şekline dönmüştür. 10 Mayıs 1529’da 200.000 kişilik bir ordu ile sefere çıkan Kânûnî, 7 Eylül’de Budin’e girdi. Zopolya’yı Macar tahtına oturttu. Şehirde altı gün kadar kaldıktan sonra Ferdinand ile karşılaşmak niyetiyle Viyana’ya doğru yürüme kararı aldı. Avusturya-Macar sınırındaki Ovar kasabasını alan Osmanlı ordusu, Viyana önlerinde toplanmaya başladı. Bu arada Ferdinand ise kuvvet toplamak için Avusturya içlerine çekilmişti. Çok iyi tahkim edilmiş olan Viyana şehrinin muhâsarası 27 Eylülde kesin olarak başla dı. Fakat Osmanlı ordusu hazırlıksızdı ve muhâsara için gerekli büyük toplarla malzeme geti rilmemişti. Surlar altından lağım açma teşebbüsleri de başarılı olmuyordu. Yine de aralıksız süren çalışmalar sonucu surlarda gedikler açılıp buralardan hücumlarda bulunuldu ise de, havaların soğumaya başlaması, kışın yaklaşması ve erzak sıkıntısının had safhaya varması askerin gücünü ve dayanıklılığını etkiledi. 14 Ekim 1529’da yapılan umûmî hücum sırasında birçok gedik açıldı. Avusturyalıların meşhur komutanları yaralandı ve müdâfilerin dayanma güçleri büyük ölçüde kırıldı. Ancak havanın bozulması üzerine Osmanlı ordusu tekrar bir hücumda bulunmayıp acele hareketle toplanarak Budin’e geri döndü (16 Ekim 1529).Bu seferle Macaristan’ın ve Almanya’nın kuvveti kırıldı. Osmanlı târihinin en büyük akın hareketi gerçekleştirildi. Avusturya, Güney Almanya toprakları Türk akıncılarınca çiğnenerek, bütün Avrupa Osmanlıların azametini, şâşaasını gördü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:28:38
GEMİLER KARADAN YÜRÜDÜ 

Pazar, 29 Mayıs 2005
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul kuşatmasının uzamasına üzülüyor, zayıf olan Haliç tarafındaki surların yıkılabilmesi için, gemilerin haliçe geçmesini istiyordu. Bizans'ın, Haliç tarafından da tazyiki için limana girişe mani olan zincirin kırılması denenmisşe de başarı sağlanamamıştı. Bunun üzerine ince donanmanın Haliç'e karadan geçirilmesi genç hükümdar tarafından düşünülmüştü. Bizans Rumları arasında da "Gemilerin karadan yüzdürüldüğü görülünceye kadar İstanbul'un zaptının kimseye müyesser olmayacağı" hususunda bir inanç ve anlayış bulunduğundan, kuşatılanların bütün ümitlerini kırmak için bu işe teşebbüs edilmiştir. O sırada, Galata, Cenevizlilerin elinde bulunup ayrı bir kalesi vardı. Bura sakinleri, Türklerle dost olmakla beraber geceleri de Bizanslı lara yardım etmekteydiler. Haliç'e denizden girmenin imkansızlığı yüzünden 50-70 kadem uzunluğundaki 15-22 sıra kürekli 70 kadar gemi, 22 Nisan gecesi sabaha kadar Haliç'e geçirildi. Solakzâde bunu "Himmet-i merdân ile Beşiktaş dedikleri yerden Kasım Paşa deresine doğru, dağ parçası gibi gemilerin altına rugan (yağ) ile terbiye olunmus kütükler döşeyip, bir rivayette yelkenler açarak yürüttüler ve gemileri birbirine bağlayarak üzerine metrisler koydular" cümleleri ile anlatır. Bu sevkiyat yapılırken Beyoğlu tepelerine yerleştirilen bataryalar la Haliç'teki Bizans donanması taciz edilip hareketsiz bırakıldığı gibi surların etrafında da bombardımana devam edilip, esas faaliyet, iyi bir şekilde gizlenmiş ti. Sabahleyin 70 parça kadar geminin, Haliç'te yelken açtığını gören Bizanslılar, hayret ve dehşetle bu manzarayı seyre baslamışlardı. Bu şekilde, karadan gemi yürüterek denize indirme tekniği büyük bir başarı idi. Fâtih, bununla da kalmadı, ihtiyaç karşısında büyük dehâsının yeni bir keşfini de ortaya koydu. Havan topları döktürdü. Onların, balistik hesaplarını bizzat yaparak tecrübelerinde bulundu. Beyoğlu sırtlarından ve Galata surlarından aşırma atışlarla Haliç'teki düsman gemi lerini batırmaya başladı. Böylece yeni bir cephe açılması ve Bizans'ın her taraftan sıkıştırıl ması, İmparator'u, en ağır şartları kabul ederek barış teklifinde bulunmaya zorladı. Fakat Fâtih, İmparator'un gönderdiği elçilere: "Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni" diyecek kadar, fetih işinde azimli olduğunu ve teslimden başka bir teklifi kabul etmeyeceğini bildirmisti.Gemilerin Halic'e indirilmesinden sonra Defterdar ile Kumbarahane İskelesi arasında bin kadar duba üzerine, beş askerin yan yana yürümesine imkân verecek ve top geçirile bilecek şekilde muntazam, sağlam döşemeli bir köprü kurdurdu. O dönem tekniğinin bir harikası kabul edilen bu köprü, Rumların mâneviyatlarını yeniden ve esaslı bir şekilde sarstı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:28:52
GÖRDÜN DEĞİL Mİ? 

Cumartesi, 30 Nisan 2005
Kânûnî Sultan Süleyman Han, Yahyâ Efendinin pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâmla görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır:Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmışt??. Ortaköy hizâsına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindi, birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı Kânûnî’nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” diye uzattı. O zât yüzüğü aldı, evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultan’a uzattı. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük görünüyordu. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayret ettiler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönerek; “Ağabey, neler oluyor?” deyince; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâmdı.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince; Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız!” buyurdu.Yahyâ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim ve irfân âşığı kimselerdi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında aynı türbeye defnolunmuşlardır.Yahyâ Beşiktâşî hazretlerinin şâirliği de kuvvetliydi. Müderris mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb Dîvân’ı vardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:29:09
YAVUZ SULTAN SELİM HAN�IN ŞEHZADELİĞİ     

Salı, 31 Mayıs 2005
Trabzon’da başlayan devlet idâreciliğinde, pehlivan yapılı vücûdu, devrin silâhlarını kullanmadaki mahâreti, Müslümanlara hayranlık ve rahatlık, düşmanlara korku ve dehşet verdi. İdâreciliğini Trabzon dışına da taşırarak, Osmanlı Devleti aleyhine propaganda yapan âsileri tâkip ettirdi. Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. 1508 Kütayis Seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeriyle on beş mahalli fethederek Osmanlı toprak larına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldu. Diğer taraftan Şah İsmâil in Doğu Anadolu’da artan ve Akdeniz sâhilleriyle İç Anadolu içlerine ve Rumeli’ye kadar varan propagandasına karşı, gâyet şiddetli tedbirler aldı. Şah İsmâil’in gâyesi ve propagandasının neticesini iyi tespit ettiğinden, daha köklü tedbirler alınması gerektiğini teşhis etti. Vâlilik selâhiyetiyle bütün ülkede, Şâh İsmail’in faaliyetlerinin önüne geçilemeyeceğini bildiğinden, şehzâdeler meselesinden faydalanarak, Osmanlı tahtına namzed oldu. Babası İkinci Bâyezîd Han hayatta olmasına rağmen, Şehzâde Ahmed ve Korkud Osmanlı Sultanı olmak için faaliyetlerde bulunduğundan, Şehzâde Selim de harekete geçti. Uzun mücâdelelerden sonra, 24 Nisan 1512 târihinde, Osmanlı Sultanı olup, babası İkinci Bâyezîd Hanı yılda iki milyon akçe tahsisatla Dimetoka’ya, büyük hürmet göstererek maiyetiyle berâber yolcu etti. Babası 26 Mayıs 1512 târihinde yolda vefât edince, cenâzesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına türbe yaptırıp, buraya defnettirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:29:21
II. ABDÜLHAMİD HAN'IN İMZASI 

Çarşamba, 01 Haziran 2005
Saray kâtiplerinden Esad Bey anlatır:Bir gece önemli bir şifre almıştım. Bunu Sultan Abdülhamid Hân'a imzalatmak için, yatak odasının kapısını çaldım. Kapı açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra, tekrar çaldım. Yine açılmadı. Üçüncü defa vuracağım sırada kapı açıldı. Karşıma çıkan sultan, havlu ile yüzünü siliyordu. bana şöyle dedi:"Evlâdım, beklettim kusûruma bakma! Daha kapıyı birinci çalışında kalktım. Gecenin bu saatinde geldiğine göre, mühim bir evrak olduğunu anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Abdest almak için geciktim. evrakı oku da dinliyeyim!..." Evrakı okudum. Besmele çekerek imzaladı. "Hayırlı olur inşâallah!" dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:29:34
RUH VE CESET 

Perşembe, 02 Haziran 2005
Keçecizâde Fuad Paşa’nın sadrâzamlığında İstanbul’un Ermeni zenginlerinden biri ölmüştü. Katolik Ermeniler, bu kişinin ölümünden az evvel Katolik mezhebine girdiğini söylüyorlardı. Gregoriyenler ise, onun kendi mezheplerindeyken öldüğünü iddiâ ediyorlardı.Ölünün çok zengin olması sebebiyle, her iki kilise, iddiâlarında ayak diretiyorlardı. Münâkaşa, ihtilaf ve gürültü çıkaran Katoliklerle Gregoriyenler, büyük kavgalara girmek üzereyken mesele hükümete aksettirildi. İki taraf da sadrâzamdan hakem olmasını ricâ ettiler. İnce zekâ, zarâfet ve hazırcevaplığıyla şöhret bulan Sadrâzam, önce Katolik Ermenileri dinledi ve meseleyi iki soruyla halletti... İlkönce Katoliklere dönerek:— Müteveffânın Katolik olarak öldüğüne emin misiniz? diye sorunca onlar, hemen cevap verdiler:— Tamamıyla eminiz! Sadrâzam ikinci soruya geçti: — Demek ki mütevaffânın rûhuna siz sahip çıkıyorsunuz?— Evet!— O halde insaf edin, cesedi de Gregoriyenlerin olsun!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:29:47
MİLLÎ ŞEHİD KEMÂL BEY

Cuma, 03 Haziran 2005
Birinci Dünya Savaşı’nda Boğazlıyan’da kaymakam olarak bulunan Kemâl Bey, Mütareke olunca, Ermenilere zulüm yaptığı iddiası ve işgalci İngiliz-Fransız makamlarının baskısı ile haksız yere idâm edilmişti. (19 Nisan 1919) Sirkeci Gümrük Müdürlüğü’nden emekli Arif Bey, Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan oğlu Kemâl Bey’e her günkü gibi yemek götürmek için, Kadıköy’deki evinden çıkmış, Beyazıt Meydanı’na varmıştı. Vakit akşam üzeriydi.Birden, meydana toplanmış büyük bir kalabalık gördü. Ne var, ne oluyor, diye merak etti. Kalabalığın arasına sokuldu. Tiplerinden, konuşmalarından, meydanı dolduranlardan çoğunun Ermeni olduğu anlaşılıyordu. İçlerinden birine sordu:- Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?- Bir adam asıldı, ona bakıyoruz.Bu cevâbı duyan Arif Bey, kalabalığı yararak, yaklaştı. Sehpada sallanan, oğlu Kemâl Bey’in cesediydi. Bir feryat kopararak yığıldı. Îdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt’a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif Bey’in perişan hâlini görünce sordu:- Kimsiniz?- Babasıyım, ne olur oğlumu bana verin!Derhal emir verildi. Kemâl Bey’in cesedi sehpadan indirildi. Bahtsız baba henüz tamamiyle soğumamış cesedine kapandı.Arif Bey, evlâdının cesedini Kadıköy’e, teyzesi İsmet Hanımın evine nakletti.Ertesi gün, bütün İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle yüksek tahsil gençleri cenâze evinin önünü doldurmuştu. Cenaze merasimi, terör ve baskıya rağmen, çok mânâlı oldu. Tabut, gençlerin elleri üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili’ne, Mahmut Baba Türbesi’ne götürüldü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:30:00
ZAĞANOS MEHMED PAŞA 

Cumartesi, 04 Haziran 2005
Fâtihin şehzâdeliğinde lalalık yapan Zağanos Mehmed Paşa, ona Rumca ve Lâtinceyi öğretti. Sultan İkinci Murâd Hanın vefâtından sonra pâdişâh olan Fâtih Sultan Mehmed Hanın yakını, en güvendiği devlet adamı olarak vezirliğe yükseltildi. İstanbul’un fethi için genç pâdişâhı devâmlı teşvik etti. Rumeli Hisarının yapımında bizzat çalıştı.İstanbul kuşatmasında Cenevizlilerin harekâtına karşı bugünkü Beyoğlu sırtlarını tuttu. Haliç cephesi tamâmen Zağanos Paşa kumandasındaydı. Kuşatma esnâsında muhâsaranın kaldırılması gerektiğini ileri sürenlere karşı, büyük ve kahraman velî Akşemseddîn, Molla Gürânî, Molla Hüsrev’le birlikte muhâsaranın fethe kadar devâm etmesini istedi. İstanbul’un fethinde büyük faydası görüldü. Fetihten sonra Galata’nın Cenevizlilerden sulhla alınmasını sağlayan anlaşmayı imzâladı.1460’ta Mora’da çıkan isyânı bastırmakla görevlendirildi. 1461’de Fâtih Sultan Mehmed Hanın Trabzon-Rum İmparatorluğuna açtığı sefere katıldı. Trabzon’un fethi üzerine buranın ilk sancakbeyi oldu. Daha sonra Gelibolu sancakbeyi ve kaptan-ı deryâlık vazifelerinde bulundu. 1469’da Balıkesir’de vefât etti. Balıkesir’de yaptırdığı pekçok eserin en önemlileri kendi adını taşıyan câmi ile çeşmesidir. Bir de hamam yaptırmıştır.Zağanos Mehmed Paşa, çalışkan, sadâkatle devletine bağlı, bilgili, hayırsever bir vezirdi. Oğlu Ahmed Çelebi, Sultan İkinci Bâyezîd ile Yavuz Sultan Selim Han devirlerinde iki defâ defterdârlık vazîfesi yapmıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:30:14
HEPİMİZ MEVAŞİYİZ

Pazar, 05 Haziran 2005
Sultan II. Abdülhamid Han zamanında bir nüfus sayımı yapılması kararlaştırılır. Ecnebî sefirler Hâkan’a, hazır sayım yapılırken bir de mevâşî (küçük ve büyükbaş hayvanlar) sayımı yapılmasını tavsiye ederler. Hâkan, insanlarla hayvanların aynı sistem ve aynı zaman içinde sayılmasının insan haysiyetini zedeleyici olacağını belirterek, mevâşî sayımının daha evvel yapılmasını münasip görür. Bunun için vilâyet ve kazâlara telgraflar gönderilir. Meğer bir kazânın kaymakamı o sırada izinde imiş. Vekâlet eden zât, alaylı takımından ve kaymakamla hiç geçinemeyen câhil bir adammış. Mevâşî kelimesinin ne mânâya geldiğini bilmediği gibi, araştırmaya dahi ihtiyaç duymamış. Onu, “Üstün gayret sahibi vatandaş” falan zannetmiş olsa gerek ki, telgraf metnini okuduktan sonra, “Bunun ucunda ya bir nişan; ya bir taltif vardır! İhsân-ı şâhâneyi bu sefer de ben kapayım” diye hemen cevâbî telgrafı yazıp göndermiş:“Ser-kurenâ-yi hazret-i pâdişâhîye, ma‘rûzât-ı kemîneleridir:— Burada kaymakamdan başka hepimiz mevâşîyiz!”Lûgatçe: Kurenâ: Yakınlar; Ser-kurenâ-yi pâdişâhî: Pâdişahın en yakîni, baş mâbeynci; Kemîne: Âciz, hakîr; zavallı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:30:29
İSTERSE SIRTIMDAN GEÇSİN

Pazartesi, 06 Haziran 2005
Dünyada ilk demiryolu 1830'da İngiltere'de Liverpol-Mancester arasında yapılmıştır. Osmanlı Devleti'nde ise 1851'de Kâhire-İskenderun, 1856-60 Köstence-Çernova, 1856-66 İzmir-Aydın, sıra ile; Dedeağaç-Manastır, Haydarpaşa-Ankara, Mudanya-Bursa, Eskişehir-Konya, Adana-Halep-Şam-Kudüs, Adana-Bağdat, Hamidiye-Hicaz... demiryolları yapılmıştır. O zaman dünyada en uzun demiryolu 8334 km ile Osmanlı Devleti'ndeydi. Bugünkü sınırlarımız içinde 4138 km'si kalmıştır.1870'de Avrupa şehirlerini İstanbul'a bağlayacak 1274 km'lik demiryolu yapılmaya başlanır. İlk etapta 15 km'lik Yedikule-Küçükçekmece arası bitmiş ve tren çalışmaya başlamıştır. Fakat, Yedikule'nin şehre uzak olmasından Demiryolu'nu yapan şirket Sirkeci'nin ilk istasyon olmasını ister. Yolun Topkapı Sarayı içinden geçmesi gerekmektedir. Sarayda bulunan bâzı köşk ve bahçelerin yıkılması lâzımdır. Kurulan komisyon bir karar alamaz ve iş Pâdişah Sultan Abdülaziz Hân'a intikal eder. Osmanlı Pâdişahlarının bütün teknolojik gelişmeler için takındığı tavır, verdiği şu ibretli cevaptan anlaşılır: "Memleketime demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin, râzıyım."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:30:45
�MÜFTİ�S-SEKALEYN� NE DEMEKTİR VE KİMDİR? 

Salı, 07 Haziran 2005
16’ncı yüzyıl Türk-İslâm âleminin en büyük âlimi kabul edilen Kemalpaşazâde Ahmed Efendi hakkında tarihler, yazımıza başlık yaptığımız lakabı kullanırlar. Mânâsı, “İnsanların ve cinlerin müftüsü” demektir. Kendilerine bu lakabın verilmesiyle alâkalı olarak Evliyâ Çelebi merhum, Edirne medreselerini yazdığı bahiste, şu ibretli hikâyeyi anlatıyor. Seyahatnâmeden kısmen sâdeleştirerek veriyoruz:“Medrese-i Kemâlpaşazâde: Bu medresede bir hücreyi ecinni zabt edüp içine hiç kimse giremediği için, nîce sene kapısı örtük kalıp boş ve âtıl beklerdi. Nihâyet hicri 888 (m. 1483) târihinde, Sultan Bâyezîd-i Velî asrında, Kemâlpaşazâde Ahmed Çelebi tâlib-i ilm iken Edirne’ye gelip, kendisine kalacak bir yer ararken yolu bu medreseye uğrar. Medresenin dersiâmından bir hücre talep ettiğinde aralarında şu konuşma geçer: — Molla! Medresemizde yalnızca bir tek boş hücre vardır. Onu da cin tâifesi zabtettiği için senin kalabileceğin bir hücremiz yoktur.— Sultânım, o hücreyi bize ihsân eylen de, cenâbınızdan teyemmünen ve teberrüken biraz ilim okuyalım.— Hoş, mollam; sizden hücre esirgemezüz... Ve güzel buyurursuz amma; ol hücreye kim girdi ise, sabahısı meyyiti taşra çıktı.— Ne olursa olsun; siz yine de o hücreyi bize bağışlayınız.Dersiâm bu ısrar üzerine hücrenin anahtarını Kemâlpaşazâde’ye uzatırken üzgün ve düşünceli:— Mollam, der, dünya âhiret hakkını helâl eyle.Kemâlpaşazâde, Eûzü-Besmele ile hücrenin kapısını açıp yerdeki pöstekiyi silkeleyerek üzerine yerleşir. Yatsı vaktinden sonra medresenin vazifeli kapıcı ve müderrisleri Kemâlpaşazâde’nin hücresi önüne, eski âdetleri îcâbı bir teneşir, bir tabut, kazan, tencere ve gayrı levâzımâtı getirip sabah için hazır ederler. Herkes techîz ve tekfîn için hazırlanmaya başlar. Nihâyet gece yarısına doğru, genç molla dersiyle meşgul iken duvarın kıble tarafı birden iki şakk olup, yaşlıca ve zayıf bir ihtiyar, elinden tuttuğu 15 yaşlarında bir kız ile içeri girip, “es-Selâmü aleyk” diyerek bir müddet konuşup sohbet ederler... İhtiyar, sözlerinin sonunda der ki:— Ey oğul! Bu evlâdımı sana Allah emâneti veririm. Buna ilim tâlim edip namazın şartlarını ve rükünlerini öğretesin. Kemâlpaşazâde o gece kızcağıza namazı öğrettikten ve gerekli sûreleri ezberlemek üzere bir kâğıda yazdıktan sonra kendi dersiyle meşgul olur. Sabah ezanlarıyla birlikte duvar yine yarılıp ihtiyar içeri girer ve der ki:— Oğul! Allah senden râzı olup saâdet-i dâreyne nâil olasın. Ben ecinne meliklerinden Esfâil nâm melikim. Her defasında bu hücreye gelip konanlara bu evlâdımı emânet verip giderim. Onlar Allah emânetine hıyânet edip evlâdıma el uzatırlar. Ben de derhal onları katlederim. Şimden gerû var sana bütün gizli ve saklı ilimler, bütün acâibât ü ilmiyyât keşf ola ve müfti’s-sekaleyn olasın. Bu Bâyezid oğlu Selim nâm hükümdar, istikbâlde Mısır fâtihi olacaktır. Onunla bile Mısır’a gidip, orada benim birâderim melikdir, orda dahi ecinneye sol tarafından, benî âdeme sağ tarafından fetvâ verüp şeyhu’l-İslâm-ı sekaleyn ol. Aslâ dünya çirk-âbına tamah etme. Her sabah seccâden altında biner altun bulup fukarâya tasadduk eyle.Bu duâdan sonra ihtiyar, evlâdını yine elinden tutarak, duvardan kaybolur gider. Sabah olup da Kemâlpaşazâde taşra çıkınca görse kim, kapusu önünde imam ve müezzin ve cemaat tabut hazır edüp su ıssı eylemişler. Mollayı görüp hepsi hem hayret, hem şükrederler. O da keşf-i râz (bu sırrı ifşâ) etmeyip daha sonra o hücrede tekmîl-i ilm ile öyle âlim ü fâzıl olur ki; asrının yegânesi, mütebahhirînden mânâ denizlerinin dalgıcı olur. Kemâlpaşazâde hazretleri, Süleyman Hân Gâzî asrında Mısır kadı askerliğinden ma‘zûl İslâmbol’da şeyhu’l-İslâm iken dâr-ı selâmı selâmlayıp yani vefat edip Edirnekapısı hâricinde medfûndur. Masru‘ (sar‘alı) olan canlar yedi cumartesi sabahında ziyaret edüp misk ü anber kokulu toprağından bir tadımlık tenâvül etseler, Allâh’ın izniyle kurtulurlar.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:30:59
ORHAN GAZİ VE PELEKANON SAVAŞI

Çarşamba, 08 Haziran 2005
Osmanlı Devletinin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhan Gâzi, Alâaddîn Paşayı vezir tâyin etti. Devlet Merkezi Yenişehir’den Bursa’ya nakledildi. Askerî, idârî faâliyetlere ağırlık verilip, iktisâdî müesseseler kuruldu. Aşîret kuvvetlerine ilâveten “yaya” denilen piyâde sınıfı orduya dâhil edildi. Orhan Gâzi, 1327’de Bursa’da gümüş akçesini darbettirdi. Tâyinlerde bulunup, Akçakoca’ya Kandıra, Kara Mürsel’e İzmit Körfezinin güneyi ve Abdurrahmân Gâziye de yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idâresi verildi. Bu kumandanlar, bulundukları mevkilerde fetihlerle de vazîfeliydiler. Osmanlıların Boğaz sâhillerine kadar genişlemeleri Bizans’ı telâşlandırdı. Türklerin Sakarya Irmağı sâhilinden Karadeniz istikâmetinde ilerlemesini durdurmak ve İznik kuşatmasını kaldırtmak için, Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos ordu hazırladı. 1329 yılında İstanbul’un Anadolu yakasına geçti. Floken’de karargâhını kurdu. Orhan Gâzi, İznik kuşatmasına bir miktar asker bırakarak, sekiz bin kişilik kuvvetle Bizanslılara karşı harekete geçti. Maltepe (Pelekanon) mevkiinde düşmanla karşılaştı. 1329 Mayısında meydana gelen Osmanlı-Bizans muhârebesi, sabahtan akşama kadar sürdü. Bizans İmpara toru bir günlük muhârebenin sonunda, büyük ümitlerle Rumeli’nden Anadolu’ya geçirdiği ordusunun, Osmanlılar karşısında dayanamayacağını anladı. Gece karanlığından istifâde etmeyi düşünen İmparator, muhârebe meydanından karargâhına dönmek isterken Orhan Gâzi, fırsatı kaçırmadı. Gece muhârebe şartlarını iyi bilen ordusuyla Bizanslıları tâkibe geçti.Bizans ordusu gece taarruzuna uğrayınca, paniğe kapılarak, birbirine girdi. İmpara tor yaralı vaziyette canını kurtarabildiyse de, ordusu imhâ edildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:31:14
ATEŞ PAHASI 

Perşembe, 09 Haziran 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han, bir gün Çatalca'daki uzun bir gezinti sırasında, yanın dakilerle birlikte şiddetli bir yağmura yakalandı. Tebdil-i kıyafet geziyorlardı. Bu yüzden kim oldukları belli değildi. Sığınacak bir yer arandı. Nihayet uzaklarda, kulübe ile ev arası bir yer gördüler. Hava soğuktu. Bir hayli de ıslanmışlardı. Evin kapısını çaldılar. Kapıyı açan ev sahibi, gelenlerin durumlarını görünce hiçbir şey sormadan hemen buyur etti. Evin yanan ocağına biraz daha odun boca ederek ısınmalarına yardımcı oldu. Sultan ve yanındaki birkaç kişi, sedirin üzerinde oturup ısınmanın verdiği rahatlıkla sohbete başladılar. Ev sahibi de ufak tefek ikramlar yapıyordu. Kanuni bir ara muhasibine dönerek:-Şu ateş bin altın değerinde! Dedi. Evin sahibi, sohbette konuşulanlardan, bu misafirlerin sıradan kimseler olmadığını an lamıştı. Hiçbir şekilde hürmette kusur etmedi. Yağmur devam ediyordu. Mecburen o geceyi orada geçirdiler. Sabah erkenden kalkıp ev sahibinden yol (izin) istediler. Ve muhasip kibarca:-Bizi burada güzelce ağırladınız. Karnımızı doyurduk, artık ayrılıyoruz. Size borcu muz ne kadardır? Diye sordu. Evin sahibi de kibarca:-Bin altın efendim...dedi. Herkes şaşırmıştı. Bu miktar para bir servetti. Böyle olmaması gerektiği hatırlatılınca adam dedi ki:-Bu bin altını siz takdir ettiniz. Zira dün ısınırken şu muhterem insan, bu ateş bin altın değerinde, demişti. Sizleri ağırlamak için yaptığım masrafı, hediye kabul ediniz, onu almıyorum. Kanuni Sultan Süleyman Han bu sözlerden çok hoşlandı. Yanındakilere:-Anlaşıldı, bu istenen para, ateş pahası imiş...dedi. sonra ev sahibini memnun ederek oradan ayrıldılar. O zamandan sonra, böyle normalin üzerinde istenen bedeller için "Ateş Pahası" tabiri kullanılır oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:31:28
TURHANOĞLU ALİ BEY

Cuma, 10 Haziran 2005
Sene 1495. Sultan II. Bayezdi han zamanı. Macarlar Osmanlı hudut köylerine saldırı yor ve zararlar veriyorlardı. Bölgede bulunan akıncı beyi Turhanoğlu Ali Bey, Yakup Paşa'ya gelerek:-Böyle eli kolu bağlı ne zamana kadar bekleyeceğiz? Diye sordu. Yakup Paşa:-Mevsim kış ve İstanbul'dan da sabretmemizi istiyorlar, diye cevap verdi. Bu cevap üzerine Ali Bey biraz öfkeli ve haddi aşarak:-Paşa, Macar kafiri hudutlarımıza saldırır durur, köylerimizi yakar. Sen ise ses çıkar mazsın. Yoksa düşmandan korkar mısın? Dedi. Bu söz üzerine Yakup Paşa, okla vurulmuş gibi yerinden sıçrayıp, gözleri yaşlı olarak Ali Beye:-Ben mi korkarım Turhan oğlum? Senden yaşlıyım. Fakat seninle birlikte çok akınlar da bulunduk. Bizden on kat daha büyük ordulara saldırdık. Ben Allahü Teâlâ'dan başka kim seden korkmam. Ama şu anda ne bir akıncı beyi, ne de bir sancak beyiyim. Devlet bize vezir lik verdi. Paşa yaptı. Devletin menfaatleri, kışı onları oyalamakla geçirmemizi emrdiyor. Hele bahar olsun, yine düşman üzerine uçarız.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:31:46
ÇALDIRAN MUHÂREBESİ     

Cumartesi, 11 Haziran 2005
Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran, Âzerbaycan, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun Nehrine kadar hudûdunu genişleten Şah İsmâil, 1510’da doğudaki sünnî Özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yöneldi. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vâsıtasıyla yaptığı propagandalarda Osmanlı hudutları içindeki Şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başladı.Yavuz Sultan Selim Han ise, Anadolu’yu bölüp parçalamak ve batıya açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmak emelinde olan Şâh İsmâil’e kesin bir darbe indirmek niyetindeydi. Nitekim bu gâye ile şehzâdeler ve dâhildeki fesatçıların işini hâlleden Yavuz Sultan Selim Han, 10.000 azab askerinin hazırlanması için Anadolu’ya hükümler gönderdiği gibi, bütün kuvvetlerin Yenişehir Ovasında kendisine katılmasını emretti. Aynı zamanda Manisa vâlisi olan oğlu Süleymân’ı Edirne’ye getirterek Rumeli muhâfazasında alıkoydu. Nisan 1514’te İstanbul’dan Üsküdar’a geçen Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmâil’in halîfelerinden olup esir bulunan Kılıç adında birisi vâsıtasıyla Şah’a Farsça bir nâme gönderdi. Yavuz Sultan Selîm Han bu nâmede; Şah’ın Müslümanlığa aykırı hareketlerinden ve mezâliminden bahsederek, kendisinin Müslümanlığı takviye ve mezâlimi kaldırmak için faaliyete geçtiğini, yaptığı işler sebebiyle Şah’ın katline fetvâ verildiğini ve kılıçtan evvel İslâmiyeti kabul etmesi lâzım geldiğini, bunun için Safer ayında İstanbul’dan hareket ettiğini ve bizzat muhârebeye hazır olacağını, bildirmişti. Elçi Kılıç, Şah İsmâil’i Hemedan’da bularak nâmeyi vermiş ve o da muhârebeye hazır olduğunu bildirmişti. Şah İsmâil bu nâmesinde; “Er isen meydana gelesin, biz de intizardan kurtuluruz.” demişti. Günlerce doğuya doğru yol alan Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmâil ve ordusundan bir haber alınamaması üzerine bu mektuba ağır bir cevap vermiş ve demiştir ki: “Dâvete icâbet edip uzun yolları geçerek memleketine girdik, fakat sen meydanda görünmüyorsun. Pâdişâhların ellerindeki memleket onların nikâhlısı gibidir, erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmazlar. Halbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir haber yok. Bundan sonra da saklanıp görünmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf giyip serdârlık ve şâhlık sevdâsından vazgeçesin.”Yavuz Sultan Selim Han bu nâmesiyle berâber Şah İsmâil’in gönderdiklerine mukâbele olarak hırka, şal ve çarşaf gönderdi. Bir taraftan bu mektuplaşmalar devâm ederken, diğer yandan Yavuz’un ordusu harap yollarda binbir müşkülâtla yol alıyordu. Bu durum Şah İsmâil ile muhârebe aleyhdarlarına fırsat verdi. Bunların yavaş yavaş askeri tahrik etmeye başlamasıyla, orduda fısıltılar çoğaldı. Erzincan’a gelindiği zaman asker, kumandanlar ve vezirler düşmanın meydanda olmamasından dolayı daha ileri gidilmemesini ve geri dönülmesini hükümdâra söylemek istedilerse de, Pâdişâh’ın Âzerbaycan’ın merkezi Tebriz’e 40 merhale yolları kaldığını belirtip o tarafa gidileceğini beyân etmesi üzerine korkularından seslerini çıkaramadılar. Fakat bu durumu Pâdişâh’a arz etmesi için, Karaman vâlisi olup Pâdişâh’ın çok sevip ve itimâd ettiği Hemden Paşayı gönderdiler. Hemden Paşa bu ısrarlara dayanamayarak Pâdişâh’a ileri gidilmemesi hakkında ordunun mütâlaasını arz etti. Ancak şiddetle cezâlandırılarak yerine ümerâdan Zeynel Bey Karaman beylerbeyi oldu. Pâdişâh’ın bu hareketi vermiş olduğu kat’î karârın önlenmesine mâni olmak içindi. Bunda bir ölçüde başarı ve orduda sükûnet sağlandı. Bu arada Bayburt’u zaptetmek üzere Trabzon sancakbeyi Mehmed Bey kumandasında bir miktar kuvvet yollandı.Ordu Eleşkirt civârına geldiği zaman bu defâ yeniçeri ocağı tahrik edildi. Bunlar ayaklandıkları gibi Pâdişâh’ın çadırına; “Düşman meydanda yok, bu harap yerlerde ilerle mek askeri beyhûde telef etmektir, geri dönelim.” tarzında yazılmış mektuplar bırakıldı. Hat tâ daha da ileri giden yeniçeriler bir sabah Pâdişâh’ın çadırına ok atacak kadar işi azıttılar.Bu hâdise üzerine Yavuz Sultan Selim Han derhal atına atladı ve yeniçerilerin içine girdi. Askere hitâben; “Biz henüz kasdettiğimiz yere varmadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimâli yoktur, hattâ bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki Şâh’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri hâlde, biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhâlif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlere kadar gelmişken, bir takım gayretsizler bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz kat’iyyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ulûlemre itâat edenlerle kasdettiğimiz yere kadar gideriz. Kalbleri zayıf olanlar, ehlü iyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahâne edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler. Eğer bahâne düşman gelmediyse, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle berâber gelin ve illâ ben tek başuma da giderim.” diye atını ileriye sürünce yaptıklarına utanan yeniçeriler Pâdişâh’ı tâkib etmeye başladılar.Hakîkaten ordu yiyecekten çok sıkılıyordu. Trabzon yoluyla gelmekte olan zahîre kâfi değildi. Nihayet akıncı kumandanı Mihaloğlu’yla Dulkadiroğullarından Şehsuvaroğlu Ali Beyden gelen haberler netîcesinde Şah İsmâil’in meydâna çıktığı haberi alındı. İki ordu 22 Ağustos 1514’te Çaldıran sahrasında karşı karşıya geldi.23 Ağustos günü Türkiye’nin kaderini tâyin eden târihî günlerden biriydi. Osmanlıların başarısızlığı, Orta Anadolu’nun Kızılbaş Safevîlerin eline geçmesini sağlayacak, bunun netîcesinde ise Şiî hareketi bütün Anadolu’ya yayılacaktı. Çaldıran sırtlarından ovaya inen Osmanlı ordusunun merkezinde kapıkulu askerleriyle berâber Yavuz Sultan Selim Han vardı. Sağ kola Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinân Paşa ve sol kola Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumanda edecekti. Yeniçerinin önüne azaplar sıralanmış ve onların önüne de beş yüz darbezen top yerleştirilmişti.Şah İsmâil, sağ kola en büyük kumandanı Durmuş Han Şamlu ve Nur Ali Halîfe, sol kola Diyarbakır Beylerbeyi Ustaclu oğlu Mehmed Hanı koyarak kendisi muhâfızlarıyla berâber geride, ihtiyâtta kaldı. İki taraf kuvvetleri eşit görünüyordu. Osmanlıların yaya, yâni yeniçeri kuvvetleri çok muntazam olup, buna mukâbil Şah’ın da 60.000 kişilik mükemmel süvârî kuvveti vardı. Osmanlı kuvvetleri açlık ve sıkıntı içinde yaklaşık 2500 kilometrelik yolu kat edip, yorgun bir hâlde gelmişlerdi. Şah’ın kuvvetleri ise zinde ve dinç idi; zâten Şah’ın maksadı Osmanlı ordusunu yormak ve sonra imhâ etmekti.Harp çok şiddetli bir şekilde başladı. Şah’ın sağ cenâhı şiddetli bir hücumla Osmanlıların sol cenâhını bozdu. Beylerbeyi Hasan Paşa bu sırada şehid düştü. Bu bozgun, azapların topların önünden içeri alınamaması ve topların zamânında ateşlenememesi yüzünden meydana geldi. Ancak sağ kol kumandanı Hadım Sinân Paşa tam zamânında topları ateşlemeye muvaffak oldu. Hafif toplar Şah’ın sol kol kuvvetlerini perişan etti. Ustaclu oğlu Mehmed öldürüldü. Bu arada merkezdeki yeniçerilerin Şah’ın gâlip gelen sağ cenâhına yoğun bir tüfek atışı başlatması ile Safevîler tarafında tam bir bozgunluk başgösterdi. Bu sırada Şah İsmâil kurşunla kolundan yaralanarak atından düşmüştü. Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesi an meselesiydi. Tam bu sırada Şah’a benzeyen ve onun gibi giyinmiş olan Hızır adında bir seyis Şah benim diye ortaya atıldı. Osmanlı birlikleri bu adamı esir ederken Şah İsmâil temin ettiği bir atla arkasına bakmadan Tebriz’e kaçtı. Hattâ burada da kendisini emniyette görmediğinden İran içlerine çekildi. Şah’ın bütün eşyâ ve karargâhı ile berâber hanımı Taçlı Hâtun da esir edildi. Muhârebe esnâsında Osmanlılardan Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Sinân Paşa ile berâber dokuz sancak beyi şehid oldu. Safevîlerden ise on dört beylerbeyi ve dokuz sancakbeyi muhârebe meydanında öldü.Çaldıran’da kesin bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim Han muzaffer bir şekilde Tebriz’e girdi ve şehirde sekiz-dokuz gün kadar kaldı. Tebriz’deki sanat erbâbı tüccar ve işe yarayacaklardan bin hâneyi İstanbul’a naklettirdi. Sekiz Eylülde Cumâ namazında Tebriz şehrinde hutbe, Ehl-i sünnet vel-cemâat akîdesine göre ve Sultân-ı iklîm-i Rûm Selîm ibni Bâyezîd ibni Mehmed bin Murâd bin Bâyezîd adına okundu.Yavuz Sultan Selim Hanın tamâmen dehâ mahsûlü bir taktikle on iki saatte henüz hava kararmadan kesin netîce aldığı Çaldıran Muhârebesi târihin en büyük ve nâdir meydan muhârebelerindendir. Çaldıran Zaferi, Anadolu’nun siyâsî ve ictimâî târihi bakımından çok mühim sonuçlar doğurmuştur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:32:00
ORHAN GAZİ�NİN ÖRNEK ŞAHSİYETİ 

Pazar, 12 Haziran 2005
Şahsiyeti nesillere örnek mâhiyette olan Orhan Gâzi, halîm selîm olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Muhârebelerde zâyiât durumuna dikkat ederdi. Zâyiâta sebep olacak yerlerin fethini kuşatmayla kolaylaştırıp, teslimini beklerdi. Çok âdildi. Dîni bütün bir Müslüman olup, ülkede İslâm hukûkunu tereddütsüz tatbik ettirirdi. Orhan Gâzinin İslâm ahlâkına hayrân olup adâletine gıbta eden Hıristiyanlar, kendi soyundan ve dîninden hânedânların yerine, Osmanlı idâresini tercih ederlerdi. İyi bir teşkilâtçı, cesur bir kumandan olduğu gibi mükemmel bir idâreciydi. İlme, âlimlere ve gönül sultanı mânevî şahsiyetlere hürmetkârdı. Âlimlerin sohbetinde bulunup, onlarla istişâre ederdi. Îmâr ve iskân siyâsetine önem verip, devrinde fethedilen beldelere Türk-İslâm nüfûsu yerleştirirdi. Osmanlı ülkesinin nüfûzunu arttırıp, devleti müesseseleştirdi. Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gâzinin vefâtı sırasında Osmanlı Devleti Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civârı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un birkaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Kızılca hamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara Adala rı, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan gibi şehir ve kalelere hâkim bulunuyordu.Orhan Gâzi, Sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerini kurdu. Saltanatının üçüncü yılında hükümdârlık alâmetinden olarak Bursa’da gümüşten akçe kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehâdet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Ali yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı târih olan H.727 ve Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyunun damgası vardı.Osmanlı Devletinde ilk fütûhatı yapanlar aşîret kuvvetleri olup, hepsi atlı idi. Bu kuvvetler uzun süre muhâsara hizmetlerinde bulanamadıkları için muvaffakiyetler gecikiyordu. Orhan Gâzi, bu yüzden Bursa’nın fethinden sonra, askerî teşkilâtta yenilikler yaptı. Türk gençlerinden dâimî ve esaslı bir yaya ordusu kuruldu. Askerî birliklerde onluk sistem tatbik edildi. Piyâde askerler, onar, yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. On kişiye onbaşı ve yüz kişiye yüzbaşı zâbitler tâyin edildi. Bin mevcutlu kuvvetlerin başındakilere de binbaşı rütbesinde subaylar tâyin edildi. Müsellem denilen süvârî kuvvetinin otuz askeri, bir ocak kabûl edildi. İlk plânda biner kişilik birlikler hâlinde kurulan yaya ve müsellem askerlerinin sayıları zamanla arttırıldı. Günlük birer akçe olan ücretleri, iki akçeye çıkartıldı. Ayrıca muhârebe dışında işleyebilecekleri arâziler de verildi. Timar sisteminin tatbikiyle askerî hizmete tâyin edilenlerin miktârı, tertip edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları kânun hâline getirildi. Sefere gitmeyenlere “yamak” denildi. Yamaklara yardım karşılığı ücret verilirdi.Osmanlı devlet teşkilâtı ilk defâ Orhan Gâzi zamânında teşkil olundu. İlk devlet teşkilâtında Anadolu Selçukluları ile İlhanlıların teşkilâtları örnek alınarak bir hükûmet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reisi olan pâdişâh başkanlık ettiği gibi îcâbında pâdişâh adına vezir de başkanlık yapabilirdi. Osmanlı Devletinin ilk veziri Orhan Gâzinin tâyin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâeddîn Paşa idi. Vezirler “paşa” ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idârî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazâlar kâdı ve subaşıların idâresindeydi. Kâdı, idârî ve adlî; subaşı da âsâyişle askerî işlere bakardı. Orhan Gâzi devrinde en yüksek kâdılık makâmı Bursa kâdılığı olup, tâyinlere de bakardı.Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gâzilere aş dağıttı. Ahâlisinden müslim ve gayri müslim hiç kimsenin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtun da; İznik’te bir imâret, Nilüfer Çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pekçok hayrât inşâ ettirdi. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesinin müderrisliğine zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayserî tâyin edildi. Dâvûd-i Kayserî, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem adlı eserini Matla-ı Husûs-il-Kelim fî Şerh-i Füsûs-ül-Hikem adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, güzel İslâm ahlâkının Osmanlı topraklarında yayılmasında rol oynadı.Orhan Gâzi, gâzilerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hazırlıkların yapılmasında, cihâd esnâsında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervişlere de hürmet edip onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zâviyeler yaptırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhurdur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:32:16
DEVLETİN İKİ KANADI 

Pazartesi, 13 Haziran 2005
Orhan Gâzî, Geyikli Baba nâmıyla bilinen zâtın, Bursa'nın fethinde gösterdiği hizmetlerin den dolayı çok memnun olmuştur. Bu sebeple bir gün ziyaretine gelerek, minnettarlığını şöyle ifade eder:— Efendi Hazretleri, askerlerimizin arasında cihâda katılmakla bizi büyük bir zafere kavuşturdunuz. Gâzilerimiz ve biz, bu sebeple size minnettarız. Bu minnettarlığın bir ifadesi olarak da size İnegöl ve civarındaki yeşil yaylayı hediye etmek isti-yoruz. Lütfen kabul buyurun ve şu andan itibaren üzerinize tapulu mülkünüz bilin. Geyikli Baba müteşekkir ve mütebessim... Şu karşılığı verir:— İhsânınıza teşekkür ederim. Lâyık olmadığımız şeyleri teklif buyurmaktasınız. Halbuki, bizler savaşan askerlerimizin arasına girerken, sadece i‘lâ-yı kelimetullahı asıl maksat yapmıştık. Bunun dışında en küçük bir maksat, zihnimize hulûl etmemişti. Şayet bu niyetimizde muvaffak olmuşsak ecrini almış, karşılığına kavuşmuşuz demektir. Başka bir mükâfata hakkımız yoktur. Eğer bu niyetimizde muvaffak olamamışsak, zâten ihsânınıza da lâyık değiliz demektir. Bununla beraber bize münâsip gördüğünüz yeşil yaylayı, tebaanızın göçebe olarak yaşamaya devam eden erenlerine ihsân ederseniz, bize vermiş gibi olursunuz. Allah dostu, mâneviyat eri Geyikli Baba'nın bu kanaat ve ihlâsı, Orhan Gâzî'nin iyice hayranlığını celp eder. Artık Geyikli Baba'dan duâ almaya, nasîhat dinlemeye yönelir. Nitekim bir ziyaretinde, gittikçe genişleyen devletin yıkılmaması için duâ etmesi isteği gelir aklına ve dileğini şöyle ifade eder:— Efendi Hazretleri, devletimiz her geçen gün genişlemekte, fetihlere muvaffak olup ilerlemektedir. Duânızı talep ediyorum; fetih durmasın, zafer dinmesin! Geyikli Baba'nın cevabı şöyle olur:— Her devletin madde ve mânâ olmak üzere iki kanadı vardır. Bu iki kanat sağlam olursa fetih durmaz, zafer dinmez. Yoksa kanadın biri kırılmışsa fetih şöyle dursun, boşlukta duramaz, kanadı kırık kuş gibi düşmekten kurtulamazsınız.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:32:34
HERGÜN BİN AKÇE DAĞITIRDI 

Salı, 14 Haziran 2005
Sultan II. Mustafa tarafından 18 Eylül 1697’de sadrâzamlığa getirilen Amcazade Hüseyin Paşa, ilk olarak 1683 yılından beri müttefik Avrupa devletlerine karşı devâm eden harbe son vermek istedi. Çünki, silah ve teknoloji bakımından Osmanlılardan kat kat üstün olan Birleşik Avrupa Kuvvetleriyle daha fazla harbe devam etmenin Devleti yok olma tehlikesiyle akrşı larşıya getirdiğini biliyordu. Bu sûretle Almanya, Venedik ve Polonya ile sulh yaparak Karlofça Antlaşmasını imzâladı.On altı sene süren muhârebe tabiî olarak memleketin iktisâdî bünyesini bozmuştu. Osmanlı mâliyesi buhranlı zamanlar geçirdiği gibi, artan vergiler de halkı zor durumda bırakmıştı. Amcazâde Hüseyin Paşa, halkın kalkınması ve çalışma sâhasına atılması için savaş sebebiyle alınan bâzı vergileri kaldırdı ve bakâya kalanları da affetti. Bu hal çiftçilere rahat bir nefes aldırttığı gibi sanâyinin gelişmesine de yol açtı. Amcazâde’nin ehemmiyetle tâkib ettiği işlerden birisi de Yörük ve Kürd aşîretlerinin iskânı oldu. Antalya, Alâiye, Manavgat, Urfa ve Malatya taraflarına yapılacak bu iskân hareketiyle, bölgede zirâî faâliyet büyük ölçüde artacaktı. Amcazâde Hüseyin Paşa, Kaptan-ı deryâ Mezomorto Hüseyin Paşa ile el ele vererek deniz kuvvetlerini esaslı bir şekilde ıslaha çalıştı. Donanmada kalyon esâsı kat’î sûrette kabul olunarak, çektiri yâni, kürekli donanma usûlü terk edildi. Böylece Osmanlı donanması, Akdeniz’in en kuvvetli donanmasına sâhib olan Venediklilere karşı üstün vaziyete geçti.Bu sâyede Akdeniz sâhil ve adalarında sükûn ve emniyet tesis edildi. Beş sene süren sadâreti devrinde adlî, mâlî, askerî ve ekonomik durumu büyük ölçüde düzeltmeye muvaffak olan Amcazâde, 1702 yılında vazîfesinden ayrıldı. Aynı yılın sonlarında da vefât etti. Vefât ettiğinde 60 yaşındaydı.Amcazâde Hüseyin Paşa devlet işlerine ve memleket ahvâline vâkıf, tedbirli ve ileri görüşlü bir devlet adamı idi. Adam yetiştirmeği sever, meziyetli ve kâbiliyetli insanları himâye ederdi. Cömert olup hergün ihtiyâç sâhiplerine 1000 akçe ve yılda bir defa da fakirlere 500 kese para dağıtırdı. Başta şâir Nâbî ve târihçi Mustafa Nâimâ olmak üzere devrinin ileri gelen bütün ilim adamlarına refah içinde çalışabilmeleri için her türlü yardımda bulunmuştur. Nitekim Nâimâ; Ravzatü’l Hüseyin adındaki muazzam eserini Hüseyin Paşa’ya ithaf etmişti. Amcazâde Hüseyin Paşa tarafından yaptırılan ve zamânımıza kadar gelen en büyük eser, Anadolu hisarı ile Kanlıca arasındaki yalıdır. Bir çok hayır eserleri arasında Saraçhâne başındaki mescid, medrese, mektep, kütüphâne ve çeşmesi dikkat çekmektedir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:32:51
GİT HÜNKÂRDAN FERMAN GETİR...

Çarşamba, 15 Haziran 2005
 Fâtih Sultan Mehmed Hân hazretleri, bir gün tebdîl-i kıyâfet ederek halkının arasında gezmeye çıkar. Akşama kadar dolaşır. Unkapanı kapısına geldiğinde kale kapısının kapanmış olduğunu görür. Kendisinin çıkardığı fermana göre, kale kapıları akşam ezanını müteâkip kapanıp, sabah ezanı vakti açılmaktadır. Padişah yanındakilerle kapının önüne gelir ve kapı muhâfızı Sinan Çelebi ile aralarında şu konuşma geçer:— Aç şu kapıyı Sinan Çelebi!..— Kimsin sen, bana kapıyı aç diye nasıl emredersin?..— Kim olduğuma ne bakıyorsun, kapıyı aç yeter. — Nasıl bakmam? Niçin bu zamana kadar dışarda kaldınız? Dost musunuz düşman mısınız, Padişah'ın emrini bilmez misiniz? Ben sana kapıyı açmam. Var git, başının çaresine bak. Hz. Fâtih bu cevaba güler ve Sinan Çelebi ile konuşmasını sürdürür. Açarsın açmazsın derken, nihayet Sinan Çelebi;— Git Hünkâr'dan ferman getir. Ancak o zaman içeri girebilirsin, der. Padişah artık dayanamaz:— Yâhu Sinan Çelebi, Hünkâr benim, der. Sinan Çelebi, dikkatlice bakınca Hünkârı tanır ve kapıyı açarken de;— A Hünkârım, kendi kanununu, kendin neye bozarsın? Madem bozacaksın, böyle kanunu ne diye koyarsın? mealinde söylenir. Hz. Fâtih atından iner ve tâvizsiz davranışından ve vazifesine bağlılığından dolayı son derece memnun olduğu Sinan Çelebi'ye;— Sen yavuz bir er, mert bir kişiymissin. Padişah emirlerine bu kadar bağlı ve sâdık adamlar az bulunur. Dile benden ne dilersen? der. Sinan Çelebi de;— Sultanım, der, gerçekten istediğimi yapacaksan, benim adıma bir câmi yaptırıver. Tâ ki kıyâmete kadar hasenât defterim açık kalsın. Hz. Fâtih derhal onun adına bir câmi yaptırır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:33:20
NALINCI BABA VE SULTAN III. MURAD

Perşembe, 16 Haziran 2005
 Sultan III. Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?- Akşam garip bir rüya gördüm.- Hayırdır inşallah?..- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.- Nasıl yani?- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar;- Kimdir bu? Ahali:- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri işte!..- Nerden biliyorsunuz?- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.Bir başkası tafsilata girer;- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..Hele yaşlının biri çok öfkelidir.- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:- Nereye?- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.- Aman efendim, nasıl kaldırırız?- Basbayağı kaldırırız işte.- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.- Şurada bir mahalle mescidi var ama...- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?- Ne bileyim, Ayasofya’dan Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden...- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ne iyi dedin. Hadi yüklenelim...Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha...Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...- Nasıl yani?...- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar.Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...Bizim efendi bir âlemdi, vesselam...Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..- Niye?- Ümmeti Muhammed içmesin diye...- Hayret...- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı İlmihal. Hucceti islam okurdum...- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli...- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün;- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...- Doğru, öyle ya?..- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?- Peki o ne dedi?- Önce uzun uzun güldü, sonra;- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez.Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.İşte NALINCI BABA o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergama’lıdır.1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Harabzade Camii karşısın dadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:33:39
İLK TÜRK UÇAĞININ UÇUŞU

Cuma, 17 Haziran 2005
İlk Türk uçağının uçuşu, Sultan Mehmet Reşat Hân’ın 27 Nisan 1912 tarihindeki cülus töreninde yapılmıştır. Bir Fransız okulu olan Bleriot Uçuş Okulu’ndan 1912 yılında mezun olan Yüzbaşı Feza ve Teğmen Kenan Bey, Tayyare Mektebi’nde göreve başlamışlardı. Bu iki pilotun, Fransa’dan yeni alınan Deperdessin marka iki adet çift kişilik bir uçakla deneme uçuşu yapmalarına karar verilmişti. Fakat şiddetli bir fırtına sonucu Yeşilköy’de bulunan uçakların üzerindeki sundurmalar yıkılarak, uçaklar kullanılmayacak hâle gelmişti. Bu sebeple alınan bu ilk uçaklar uçurulamamıştır.Bunun üzerine birkaç ay sonra, Fransız uçak fabrikasıyla yapılan sözleşmeyle 30 000 franka yeni bir uçak satın alınmıştı. Uçağın 27 Nisan’da yapılacak olan cülus törenindeki şenlik lere katılması isteniyordu. 26 Nisan’da pilot Gordon Bell idaresinde İstanbul’a gelen uçak, Yeşilköy’den havalanarak İstanbul üzerinde 45 dakikalık bir deneme uçuşu yaptı. Cülus törenine katılmak için gelen Mehmet Reşat Hân, törenin yapılacağı yer olan Hürriyet-i Ebediyye tepesine (Okmeydanı) ulaştığında, Gordon Bell tarafından kullanılan uçak da 13.20’de Yeşilköy’den havalanmış, 13.30’da tören alanına ulaşarak tören kıtaları üzerinde resmi geçide katılmıştır
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 19 2009, 02:33:52
HÜKÜMDARLAR VİLÂYET ZABTEDER, BAHŞETMEZ!

Cumartesi, 18 Haziran 2005
Sultan İkinci Bâyezid Hân tâcı ve tahtı Şehzâde Ahmed’e bırakmak istediği zaman, Şehzâde Selim babasına isyân etmiş ve yenilerek Kırım’a ilticaya mecbur kalmıştı. Şehzâde Ahmed, Kırım Hân’ı Mengli Giray’a bir mektup yazıp; eğer kardeşine yardım etmezse, kendisi padişah olunca, bütün Kefe vilâyetini, dokuz kalesiyle birlikte ona bırakacağını bildirmişti. Mengli Giray bu mektuba aldırış etmedi. Çünkü Yavuz’un bir cevher yürek taşıdığını ve er-geç padişah olacağını tahmin ediyordu. Oğlu Mehmed Giray ise, Şehzâde Ahmed’in teklifini kabul etmeye meyilli idi. Nihayet bir gün yemek esnasında sohbet ederlerken Yavuz’a sordu:— Sultânım! İhtimâl ki yakında tahta çıkarsın. O zaman Kefe vilâyetini bize bağışlayıp terk eder misin?Yavuz’un şu ibretli cevabı, Mengli Giray’ın tahmininde ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu:— Hükümdarlar sadece vilâyet zabteder; ama vilâyet bahşetmez. İstediğiniz kadar altın ve gümüş veririm; lâkin benden memleket istemeyin 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:20:09
CEPHEDE BİR BAYRAM NAMAZI 

Pazar, 19 Haziran 2005
Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerde, bir Ramazan Bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9’uncu Tümen’in genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şunları söyledi:— Hâfız, yarın Ramazan Bayramı! Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vaz geçiremedim. Ancak böyle bir şey, pek tehlikeli; yani senin anlayacağın, düşmanın arayıp da bulamayacağı toplu bir imhâ fırsatı olur. Münâsip bir dille bunu erâta sen anlatıver!..İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nûr yüzlü bir zât çıktı ve:— Evlâdım! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allah Teâlâ, nasıl dilerse öyle olur... dedi. Ertesi sabah, herkesi hayrette bırakan İlâhî bir tecellî yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Mevlâ’ya kulluk aşkıyla dolup taşan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka bir mânevî heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga etrafa yayılıyor, semâya yükseliyordu. Nûr yüzlü ihtiyar zât, Fetih sûresinden bir kısım âyetleri tilâvet ederken, Müslüman-Türk askerlerinin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri, birer îman sayhası hâlinde düşman saflarından bile duyulmaktaydı.İşte, tam da bu esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa başgösterdi. Zira muhtelif İngiliz müstemlekelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman askerler, yine kendileri gibi Müslüman bir milletle savaştıklarını, işittikleri tekbir, tehlil ve tevhid seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizmiş, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kalmışlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:20:24
BABA YUSUF SİVRİHİSARİ VE II. BAYEZİD HAN

Pazartesi, 20 Haziran 2005
Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve câmide bulunan cemâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf hazretlerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etkilenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî'nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Sonra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de vermelerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular. İkinci Bâyezîd Han, Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi çok sever, sohbetinde bulunurdu. O da Sultanı çok severdi. Baba ve oğulluk sözleşmesi yapmışlardı. Bir sohbetlerinde pâdişâh ona; "Hacca gideceğin zaman mutlaka bana gel görüşelim." demişti. Bundan sonra Baba Yûsuf memleketine dönüp, orada bir müddet kaldı. Memleketinde iken rüyâsında Kâbe'de Hacer-i esved yanında manzûm bir kitap yazması işâret edildi. O zamana kadar hiç şiir yazmamıştı. Bu rüyâdan sonra şiir yazma kâbiliyeti hâsıl oldu. Sonra hacca gitmek üzere hazırlanıp, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hanı görmek üzere İstanbul'a gitti. Pâdişâh ona bir mikdâr altın verip; "Bunlar helâldir. Kendi elimle kazandım. Bu altınları Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin türbe-i mutahherasının kandillerine harcarsın. Mübârek türbesinin yanında dersin ki: "Yâ Resûlallah! Ümmetinin koruyucusu, günahkâr kul Bâyezîd sana selâm söyledi ve bu helâl altınları türbenin kandillerine yağ almak için gönderdi." de. Sonra; "Bu hediyenin kabûlü için yalvar, senin vâsıtanla kabûl olacağını ümid ediyorum." dedi. O da bu isteğini yerine getirmek üzere altınları alıp, vedâlaştı ve yola çıktı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:20:39
PADİŞAHA NASİHAT 

Salı, 21 Haziran 2005
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler."Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:20:54
DAHA BÜYÜK KERÂMET Mİ OLUR?

Çarşamba, 22 Haziran 2005
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri I. Sultan Ahmed'in de mürşidi idi. Hükümdardan büyük saygı görüyor, kendi de hükümdarı seviyor ve sayıyordu. Arayı pek fazla uzatmadan birbirini ziyaret ederlerdi. Biri din ve maneviyatın sultanı, diğeri devletin sultanı,  bu iki insan uzun süre birbirini görmeden duramazdı. Sultan Ahmed'in en mutlu anları şeyhiyle beraber olduğu anlardı. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ziyaretine geldiğinde onun hizmetini bizzat kendisi yapardı. Aziz Mahmud'un Topkapı sarayında yine padişahı ziyaret ettiği bir gün namaz vakti yaklaşmış, Aziz Mahmud Hazretleri de abdest alıp hazırlanmak istemişti. Derhal leğen ve ibrik istendi. Padişah suyu kendisi dökerek şeyhinin abdest almasına yardımcı oldu. Bu sırada valide sultan (padişahın annesi) de kurulanması için havlu elinde bekliyordu. Valide sultan bu sırada içinden şunu geçiriyordu: "Ah şu mübarek insan bir keramet gösterse de gözümüz açılsa ne olur?" Abdest almayı bitirmiş, kurulanmak üzere valide sultanın elindeki havluya uzanırken, valide sultanın içinden geçenlere vâkıf olan Hüdayi Hazretleri: "Dünyanın en büyük devletinin hükümdarının altın ibrikle su döktüğü, annesinin en nadide iplikten dokunmuş havlusunu tuttuğu insan, hiçbir sıfatı bulunmayan, sıradan bir kul, bir abdi acizdir.  Bundan daha büyük keramet ne olabilir?"
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:22:10
DAHA BÜYÜK KERÂMET Mİ OLUR?

Çarşamba, 22 Haziran 2005
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri I. Sultan Ahmed'in de mürşidi idi. Hükümdardan büyük saygı görüyor, kendi de hükümdarı seviyor ve sayıyordu. Arayı pek fazla uzatmadan birbirini ziyaret ederlerdi. Biri din ve maneviyatın sultanı, diğeri devletin sultanı,  bu iki insan uzun süre birbirini görmeden duramazdı. Sultan Ahmed'in en mutlu anları şeyhiyle beraber olduğu anlardı. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ziyaretine geldiğinde onun hizmetini bizzat kendisi yapardı. Aziz Mahmud'un Topkapı sarayında yine padişahı ziyaret ettiği bir gün namaz vakti yaklaşmış, Aziz Mahmud Hazretleri de abdest alıp hazırlanmak istemişti. Derhal leğen ve ibrik istendi. Padişah suyu kendisi dökerek şeyhinin abdest almasına yardımcı oldu. Bu sırada valide sultan (padişahın annesi) de kurulanması için havlu elinde bekliyordu. Valide sultan bu sırada içinden şunu geçiriyordu: "Ah şu mübarek insan bir keramet gösterse de gözümüz açılsa ne olur?" Abdest almayı bitirmiş, kurulanmak üzere valide sultanın elindeki havluya uzanırken, valide sultanın içinden geçenlere vâkıf olan Hüdayi Hazretleri: "Dünyanın en büyük devletinin hükümdarının altın ibrikle su döktüğü, annesinin en nadide iplikten dokunmuş havlusunu tuttuğu insan, hiçbir sıfatı bulunmayan, sıradan bir kul, bir abdi acizdir.  Bundan daha büyük keramet ne olabilir?"
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:22:25
PADİŞAH AZ VERMEZ 

Cuma, 24 Haziran 2005

 Sultan II. Mahmud, çocukların Kur‘ân-ı Kerim öğrendikleri mektebi gezerken içlerinden bir küçük dikkatini çeker ve yaklaşarak sorar:

— Sen sınıfın kaçıncısısın?Küçük, cevap verir:

— İnsana kendini medhetmek düşmez efendim, hocama sorun. Padişah cebinden bir altın çıkarır ve küçüğe uzatır; fakat o almaz, babasının “nereden buldun?” diye kendisini sıkıştıracağını ileri sürer.

— Padişah verdi, dersin, diye akıl verince de şu karşılığı verir:

— Padişah verseydi böyle az vermezdi, der efendim!Bu defa elini cebine sokup avuç dolusu altın çıkaran hükümdar;

— Sen hakikaten sınıfın birincisiymişsin, diyerek avuç dolusu altını cüz çantasının içine boşaltmak zorunda kalır
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:22:41
ABDÜLHAMİD HÂN�IN ENGİN MERHAMETİ 

Cumartesi, 25 Haziran 2005
II. Abdülhamid Hân'ın en küçük oğlu Âbid Efendi'nin hâtıralarından:“Bir gün, babamın yanında bulunan adamlardan Ali Vehbi Bey'i hapsettiler, sonra İstanbul'a yolladılar... Sebebi, pederle başbaşa kalıp bir şeyler kaleme alınmasından korkulmasıydı...“Alatini Köşkü'nün bahçesinde yuvarlak, çiçekli bir tepecik vardı... Subaylar, bu tepenin etrafında çiçeklerle ‘Hürriyet, adâlet, eşitlik, kardeşlik’ yazmışlardı... Okuyabiliyordum ama, bu sözlerin ne demek olduğunu anlamıyordum... “Köşkün pencerelerinden, tepenin yalnız bir tarafı görülürdü... Babam öbür tarafta ne yazdığını merak etmiş; beni çağırdı, ‘Oğlum, git bir bak bakalım, öbür tarafa ne yazmışlar’ dedi... Gittim, okuyup döndüm, söyledim... Sadece bir “Yaa!..” dedi, başka tek söz etmedi... “İttihatçı subaylar, ‘Hürriyet, adâlet, eşitlik, kardeşlik’ sözlerini toprağa yazmakla işi olmuş bitmiş zannediyorlardı... Haklarını yememek için şunu da ilâve edeyim: Pederime karşı bu derece saygısızlık edenler, benim iyi bir tahsil yapmamı istediler, içlerinden bazılarını, beni okutmakla vazifelendirdiler... İlk hocam, Nâzım Bey isminde bir yüzbaşıydı, beni altı-yedi ay okuttuktan sonra, Cumhuriyet zamanında Siirt Milletvekilliği yapan ve Milliyet gazetesini çıkartan Mahmud Bey hocam oldu... “Balkan Harbi patlayıp Bulgar ve Yunan orduları Selanik'e yaklaşınca, İstanbul'a nakledildik... Alman İmparatoru'nun babamla eski dostluğu vardı, sefâret yatını Selanik'e gönderdi, bu yatla yola çıktık... Alman kaptan, pedere, ‘İstemediği kişileri gemiye almayıp Selanik'te bırakabileceğini’ söyledi... Babam, Alatini'de kim varsa yata aldırdı ama eğer arzu etseydi, kendisine senelerce gardiyan azâbı çektirenleri orada bırakır, onlar da şehre yaklaşan Yunanlılar'a esir düşerlerdi... Başka bir tarafa gitmeleri imkânsızdı, zira Bulgarlar karayolunu kesmişti... Ege'ye açıldığımız zaman, yolumuza Yunanlılar'ın meşhur ‘Averof’ zırhlısı çıktı... Gemimizde Alman bayrağı olduğundan arama yapmaya cesaret edemediler ama, hayli korkulu anlar geçirdik... Gemide Türkler'in bulunduğu belli olmasın diye siviller feslerini, subaylar kalpaklarını çıkardı...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:24:55
TAPUSUNU HANIMIN ÜZERİNE ÇIKARTACAĞIM

Pazar, 26 Haziran 2005
Sultan Abdülmecid devrinin meşhur paşalarından biri, hanımından yana dertliymiş. Paşa, kıskançlığı dillere destan olan bu hanımından dostlarına her fırsatta şikâyet eder dururmuş.Yaşanmış bir vak‘adır; Paşa, eski sadrâzam Benderli Selim Paşa’nın Ağayokuşu’ndaki konağını pek beğenirmiş. Bir gün buranın satışa çıkarıldığını duymuş ve hemen adamlarını gönderip müşteri olmuş. Oysa konak o çevrede uğursuz diye bilinir, hakkında bin türlü ecinni hikâyeleri anlatılırmış. Paşa’nın eski dostu Şerif Abdülmuttalib Efendi durumu bildiğinden kendisini îkaz etmek istemiş ve bir sabah Paşa’nın yalısına uğramış. Söz sırası gelince;— Aman Paşa hazretleri, demiş, siz bu konağı bilmezsiniz. Şimdiye kadar sahiplerine hiç uğur getirmedi. Kim sahip oldu ise yakın vakitte ya bir kazâya kurban gittiler, ya felâketten başlarını kurtaramadılar!Paşa önce bu sözlere aldırış etmemişse de, arkadaşının ısrarları uzayınca, sırtını sıvazlayıp şöyle demiş:— Efendi hazretleri, siz hiç merak buyurmayınız. Ben onu satın alırken, tapusunu hanımın üzerine çıkartacağım!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:27:35
MÜDÜR BEY�E HABERSİZ İFTARA GİDELİM

Pazartesi, 27 Haziran 2005
Zariflerden bir devletlûnün maiyyetinde çalışanlar, “Bizim müdür Bey’e bu akşam habersiz iftara gidelim” diye yola koyulmuşlar. İftara beş dakika kala da kapıya dayanmışlar. Müdür Bey, evdeki hazırlıksızlığı düşünerek, biraz mahcup, “Buyurun!” demiş. Sonra telaşla mutfağa geçip hanımına durumu anlatmış. Kadın bir an düşünmüş ve çareyi bulmuş:— Efendim, sen hiç üzülme. Top patlayınca iftâriyeliklerle orucunuzu açın. Sonra “Bizde âdet yemekten önce akşam namazını kılmaktır” deyip öne geç. İlk rek‘atte zamm-ı sûre olarak “Yâ sîn” sûresini oku. İkinci rek‘atte de “Fetih” sûresini... O sırada ben çorbayı ve pilavı pişirmiş, salatayı hazırlamış olurum. Namazdan sonra da âfiyetle yersiniz. Kadının bu buluşu karşısında her halde müsâfirler, hiç habersiz gittikleri evde, herkese yetecek kadar yemek bulduklarına şaşıp kalmışlardır!..Tabiî akşam namazının neden bu kadar uzadığının da farkına vararak...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:28:02
BU KADAR DİLENCİYE PARA YETİŞTİRMEK KÂBİL Mİ?

Salı, 28 Haziran 2005
Sultan I. Abdülhamid’in Sadrazamlarından Koca Râgıb Mehmed Paşa Mısır vâlisi tâyin edilip Bulak’a vardığında, merâsimle karşılandığı sırada, yolunun üzerine sayısız dilenci sıralanmış. Paşa bunları görünce vazifelilere sormuş:— Bunlar, saraya varıncaya kadar böyle kesret üzere midir (kalabalık mıdır)? — Belî (evet). Eslâfınız (sizden öncekiler) zamanında dahi bunlar böyle dizilirler, iki taraftan beşer-onar adam bunlara sadaka verirdi.Paşa hayret içinde çıkışmış:— Bunca dilenciye akçe yetiştirmek ne kâbil? Eğer bunlara sadaka vermek lâzım gelir ise, saraya varınca biz de sadakaya muhtaç olup, üst başlarında durmamız iktiza eder
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:28:21
TUZLU KAHVE

Çarşamba, 29 Haziran 2005
Sultan II. Abdülhamid'in son senelerinde vefat eden emekli miralay Osman Fevzi Bey'in vasiyetnamesinden bir bölüm:     "Sevgili Refikam Semahat Hanım;     Sizinle ilk tanışmamız, hayli ibretamiz olmuştu. Komşularımızın tavsiyesi ile size talib olduk ve rahmetli validem ile beraber, evinize, sizi istemeye gelmiştik. Âdet üzere, kahve ikram etmeniz icab ediyordu. Biraz sonra kahvelerimizi getirdiniz. Valideminki sade idi, fakat ben bir yudum alınca neye uğradığımı anlamadım. Çünkü kahveye şeker yerine bol mikdarda tuz koymuştunuz. Size bunu hissettirmemeye çalıştım, fakat hemen farkettiniz ve bir çığlık attınız. Ben ise, sizi mahcub etmemek için; "Aman efendim, ne hoş bir tesadüf, bendeniz, asker tabiatli olduğumdan herhalde, kahveyi tuzlu içerim. İnşaallah mes'ud bir yuva kurarız ve siz de bana hergün tuzlu kahve yaparsınız." demişdim.     İşte sevgili Semahatcığım, sizinle tam 50 sene devam eden bu mes'ud izdivacımız, tuzlu kahve ile başladı. Aslında hayatımda o ana kadar hiç tuzlu kahve içmemişdim. Zaten İçilecek gibi de değildi. Siz 50 sene boyunca hergün bana, hoşuma gittiğini zannederek tuzlu kahve yaptınız. Bu kahvenin her yudumu zehir gibi acıydı. Fakat bu azabı size hiç hissettirmedim. Zira, karşımda mahcub bir hale düşmeniz, kalbinizin kırılması bana, tuzlu kahveden daha acı gelecekdi. Bu yüzden size hiçbirşey hissettirmedim.     Artık ahiret yolculuğu başlıyor. İnşaallah dünya hayatındaki beraberliğimiz Cennet'te de devam eder. Çünki, "Dünyada kimi seviyorsanız, ahırette de beraber olursunuz" sözü hadis-i şerifdir. Sizleri Alalhü Teâlâ'ya emanet ediyorum."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:28:36
HIRKA-İ SAÂDET TÖRENİ 

Perşembe, 30 Haziran 2005
Topkapı Sarayı’nın Hırka-i Saâdet dâiresinde bulunan Peygamber efendimize ve yakınlarına ait olan Mukaddes Emânetler, Osmanlı Devleti zamanında her Ramazan ayının 15’inde ziyâret olunurdu. Bu ziyâretten birkaç gün önce Mukaddes Emânetler’in bulunduğu taht odasının temizliği büyük bir hürmetle yapılır, padişah başta olmak üzere Has oda ağaları Mukaddes Emânetleri Taht Odasından Revân Odasına taşırlardı. Bu taşıma esnasında pâdişah da Has oda ağaları gibi hizmette bulunur, herhangi bir sebeple bu törende bulunamazsa maiyetinden birini gönderirdi. Ayın 14’ünde merasimde bulunacaklara dâvet tezkereleri gönderilirdi. Dâvetliler ertesi gün öğle namazından sonra Bâbüs-saâde’ye gelerek sadrazamı beklerlerdi. Sadrazam Bâbü’s-sa’âde’ye geldiği zaman Silâhdar ağa tarafından karşılanır, Silâhtar ağa sadrazamın sağına, Has oda başı da soluna geçerdi. Şeyhülislâmın da yanına birer Has oda ağası gelirdi. Sadrazam ve şeyhülislâm yanlarında bulunan ağalarla birlikte Bâbüs-saâde’den içeri girerler, Arz Odası geçildiği zaman, Bâbüs-saâde önünde bulunan davetliler de protokol sıralarına göre Hırka-i Saâdet’in ziyaret olunacağı yere gelirlerdi. Burada herkes ayakta dururdu.Hırka-i Saâdet sandığının karşısında aşir okuyacak olan birinci ve ikinci imamlarla ayakta duramıyacak kadar ihtiyarsa Şeyhülislâmın oturmasına müsaade edilir. Aşir okunduktan sonra padişah Hırka-i Saâdet sandığını açar. Başta sadrazam ve şeyhülislâm olmak üzere diğer dâvet olunanlar protokol sıralarına göre teker teker gidip Hazret-i Peygamberin Hırkası’na yüz sürerlerdi. Bundan sonra hazır bulunan şeyhlerin herbiri sandığın karşısında yer alırlar, duâ ederlerdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:29:05
OSMANLI PADİŞAHLARI VE İSLAM HUKUKU

Cuma, 01 Temmuz 2005
Osmanlı padişahları, hastahaneler, mescitler, köprü­ler, âlimler, kadılar ve benzeri kamu yararı bulunan âmme hizmetlerini İslam hukukuçularından aldıkları fetvalara dayanarak, devlete ait bir kısım gelirleri bu tip hayır ci­hetlerine vakıf adıyla tahsis ederek yürütmüşlerdir. İslam hukukuna göre haracî arazi denen bir arazi çeşidinin gelirleri, beyt'ül-mal'il-harâc adıyla anılan bütçe faslında toplanır. Bu fonda toplanan gelirler, biraz önce saydığımız kamu hizmetlerine harcanır. Ancak eğitim hizmetleri, sağlık hizmetleri ve sosyal hizmetler gibi hayır cihetlerinden olan bu kamu hizmetlerine, İslamın emrine rağmen iktidardaki idareciler tarafından söz konusu gelir­ler harcanmazsa veya suiistimal edilirse, bu hizmetler nasıl yürüyecektir? İşte bu sorunun cevabı, Eyyubilerin değerli devlet adamlarından Nureddin Eş-Şehid ve Selahaddin Eyyûbî tarafından, İslam hukukçularına da­yanılarak bulunmuştur. Buna göre, haracî arazi denen arazi çeşitlerinin devlet hazinesine ait olan gelirleri, daha sonraki iktidarlar tarafından maksadından saptırılmaması için, devletin devam ve bekâsının sebebi olan hasta­hane, medrese ve benzeri hayır hizmetlerine, vakıf adıyla tahsis edilebilecektir. Sadece devlet reisinin veya onun izniyle diğer yetkililerin yapabileceği bu vakıf tahsisler sayesinde, mezkûr kamu hizmetleri, kesilmeden ve iktidar değişikliklerinden etkilenmeden devam edecektir.İşte Osmanlı padişahları da, özellikle yeni fethedilen arazileri mîrî arazi ilan etmişlerdir. Mîrî arazi bir manada, mahiyet itibariyle haracî arazi demektir. Bu arazilerden devlete ait olan gelirleri, tahsisat kabilinden vakıflar adıyla hayır hizmetlerine tahsis etmişlerdir. Dünyanın ilk üniversitelerinden olan Fâtih Ünivesitesi'nin gelir kay­nakları bu çeşit vakıflar olduğu gibi, Muhteşem Kanûnî'nin Süleymaniye Üniversitesi'nin gelirlerinin çoğu da bu çeşit vakıflardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:29:21
KIRKPINAR'IN DOĞUŞU 

Cumartesi, 02 Temmuz 2005
Kırkpınar, tarihi ve coğrafi gerçeklerle tamamen uyum içinde ve binlerce yılda hâsıl olan, milli vicdandan doğan bir anânevî kutlamadır. Zaman, Osmanlı'ya Anadolu'nun dar geldiği, gözünü Ahmet Yesevi hazretlerinin işaretiyle Avrupa'ya diktiği 1350'li yıllardır. Orhan Gazi'nin şehzadesi Sultan Süleyman, Sarı Saltuk ve Ahmet Yesevi hazretlerinin menkıbeleri, Peygamber efendimizin İstanbul'un fethiyle ilgili müjdesiyle büyümüştür. Avrupa'ya geçmek, İstanbul'u fethetmek ateşiyle yanmaktadır. Ancak, o da İstanbul'un fethinin, Trakya'nın fethinden geçtiğini iyi bilmektedir. Şehzade Süleyman, bir gün babası Orhan Gazi'den, "Oğul, vakit, saat gelmiştir, an, Rumeli'ne geçme anıdır." iznini alır. Şehzade Süleyman ve 40 alperen arkadaşı, bugün Boğaz'ın Anadolu yakasındaki Çanakkale - Lapseki kazasının Çardak Beldesi'ne gelirler. Burada, Salcı Baba'nın nezaretinde karşıya geçecekleri salı inşa ederler.
Şehzade Süleyman ve 40 yiğidi, Edirne'ye doğru yollarına devam ederler. Kırk alperen, fırsat buldukça, savaşa hazır olmak için birbirleriyle güreş tutmaktadır. İçlerinde Ali ve Selim ismindeki iki yiğit, güreşlerini bir türlü ayıramamış, aralarında yenişme olmamıştır.
Bugün, Yunanistan toprakları içinde kalan ve Edirne - Ortaköy yolu üzerindeki Simovina Köyü (Kırkpınar güreşleri 1912 yılına kadar burada yapılmıştır) yakınındaki çayıra geldiklerinde yine güreş tutarlar. Yine güreşlerini ayıramazlar. Yalnız namaz için mola verdikten sonra, güreşlerine devam ederler, ay ışığında da sürdürürler ve ikisi de güreşirken vefât ederler.
Arkadaşları bu iki yiğidi, vefât ettikleri yere defnederler ve Rumeli topraklarından fethe devam ederler. Döndüklerinde bir de bakarlar ki, arkadaşlarını defnettikleri bu yerde kırk pınar fışkırmış akıyor. Bundan sonra, burası, "kırklar", yani evliyalar, şehitler pınarı diye anılmaya başlanır. Söylene söylene "Kırkpınar" şekline dönüşür. Edirne'nin fethinden sonra Alperenler, Selim ve Ali'nin hatırasına vefât ettikleri yerde her yıl güreşler yapmaya başlarlar. Böylelikle Kırkpınar güreşleri, Sarı Saltuk'un Edirne'yi terketmesinden 57 sene sonra tekrar doğar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:29:50
OSMANLI TOPRAĞI OLAN MISIR�IN İŞGALİ

Pazar, 03 Temmuz 2005
Mısır’da 1882’de, Mehmet Ali Paşa soyundan beşinci kuşak İsmail Paşa, başta İngilizler olmak üzere Avrupalılardan mali ve siyasi destek görüyordu. O istedikçe, İngilizler bol bol borç para verdiler. Zaten bir zengin kolay borç veriyorsa ondan korkmalıdır. Mısır Hıdivi yani Başbakanı İsmail Paşa, bu paraları kısa sürede çarçur edip bitirdi. Paşa’da bulunan Süveyş hisselerinin yarısını, İngilizler borca karşılık kaptılar. Ancak Fransa, kendi açtıkları Süveyş’in, İngilizin yönetimine geçmesinden pek rahatsız oldu. Borç alma hızlandı. Artık alınan borç ile yeni borçlar ödenemeyince, İngilizler Mısır ekonomisinde iyileştirmek yapmak için, Mısır’a maliyeciler gönderdi. Mısır’da bir hükûmet vardı. Bu hükûmette Maliye Bakanı İngiliz, Nafia yani Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı da Fransız idi. Bu iki bakan, harcamalarda kısıtlamalar yaptırmaya başladı. 30 bin kişilik Mısır ordusu 10 bin kişiye düşürüldü. Askerî harcamalar iyice kısıldı. 2 500 subay ordudan atıldı. Birçok memurun işine son verildi. Güya Mısır’ı ekonomik sıkıntıdan kurtarmak için yapıyorlardı. Bu uygulamalar Mısır halkını çok üzdü. Yine İngilizin kontr propagandası ile yerli halk, 11 Temmuz 1882’de, Osmanlılar aleyhine ayaklandı. Mısırlı Miralay (Albay) Ahmet İrabî, Vatanî örgütü ile “Mısır Mısırlılarındır” hareketini başlattı. Mısır’ı güya hürriyetine kavuşturacaktı. Avrupalılar Mısır idaresindeki kendi adamlarını hemen geri çektiler. Ve İstanbul’da padişahı, Mısır’daki isyanı bastırmak için asker sevkine zorladılar. İngilizin maksadı; Türk ordusu Mısır’a girip de Mısırlılarla çatışmaya başlayınca; yerli halka “Bakın sizin dininizden olan Osmanlılar sizi öldürüyorlar” diyerek, kendilerini kurtarıcı kabul ettirmek idi. İngiltere ve Fransa, İskenderiye Limanı’na birer zırhlı gönderdi. Albay Ahmet İrabi, İskenderiye’yi kuşatıp, yine İngilizin kontr tahrikleri ile, İskenderiye şehrindeki yüzlerce İngiliz dahil Avrupa insanını öldürüp evlerini yaktırdı. İngilizin müdahalesine yol açıldı. İngiltere ve Fransa bu sefer birer filo göndererek, İskenderiye şehrini, sabahtan başlayıp, altıbuçuk saat topa tuttular. Şehirde taş üstünde taş kalmadı. Burada bir yere dikkat çekmek isterim: İngiliz, Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için, böyle dolaylı bir oyun oynadı. Ve İskenderiye’deki yüzlerce vatandaşının ölümüne, bile bile göz yumdu. İskenderiye’de kıyıya asker çıkararak, isyancıları Kahire’ye kadar kovaladılar. Ahmet İrabî’yi yakalayıp Seylan’a sürdüler. Zira o da İngilizin adamı idi. Görüldüğü gibi müthiş bir şike. Kahire’de, İngiliz ordusu eski Hıdiv’in önünde geçit resmi yaptı ve güya Osmanlı’ya bağlı, ama İngiliz idaresindeki bir Mısır ortaya çıktı. İstanbul ve Padişah bunu kabullenmeyince, Türk devletine boyun eğdirmek için; Sırbistan, Karadağ, Bulgar ve en son Ermeni ayaklanmalarını, Osmanlının başına çorap gibi örüverdiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:40:43
BİNBAŞI MEHMED ALİ BEY

Pazartesi, 04 Temmuz 2005
Avustralya’nın Melburne şehrinden İstanbul’a gelerek Osmanlı hizmetine girmiş olan Doktor Charles S. Ryan, Plevne muharebelerin de, Osmanlı ordusunda Operatör Binbaşı olarak vazife yapmış ve IV. Mecidî, Plevne ve Harp madalyaları kazanmıştı. Daha sonra Fransa’ya gitmiş, I. Dünya savaşı sırasında orada bulunmuş ve Generalliğe kadar yükselmişti. Fakat göğsüne taktığı Osmanlı şeref madalyalarını bir an bile çıkarmamıştı. Daha sonra memleketine döndü ve 23 Ekim 1926’da Melburne’deki evinde, göğsünde Osmanlı madalyaları takılı olduğu halde vefat etti. Charles S. Ryan, hatıralarında Osmanlı askeri nin üstün vasıflarını anlatır. Bunlardan biri şöyledir: “Niş’te Mehmed Ali Bey isimli bir Binbaşıyla tanıştım. Son Osmanlı taarruzunda 7 Sırp askerini kılıcıyla öldürmüştü. Ben hayatım da bu kadar muhteşem bir vücuda rastlamadım. Son derece yakışıklı ve kuvvetliydi.Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa  bir sabah cepheyi teftiş ederken, karşıdaki düşman Sırp birliğinden bir askerin esir alınmasını istedi. Paşanın sözünü işiten Mehmed Ali Bey, atını ileri sürdü ve baş kumandanı selamlayarak bu iş için izin istedi. Paşa, hayret ederek izin verdi. Mehmed Ali Bey, atını derhal geri çevirdi ve üzengilerini hayvanın böğrüne vurarak, en yakındaki Sırp hatlarına doğru dörtnala koşturmaya başladı. Sırp mevzilerine yaklaşırken üzerine yoğun bir tüfek ateşi başladı. Fakat atını zikzak yaparak süren Mehmed Ali Bey, kurşunlardan korunuyordu. Sırp askerlerinden biri, ileri çıkarak tüfeği nin bütün mermilerini onun üzerine boşalttı, fakat hiçbiri isabet etme di. Bunun üzerine geri dönüp kaçmaya başladı. Atını hızla onun üzeri ne süren Mehmed Ali Bey, serçeye hücum eden şahin gibi süzüldü, eğerin üzerinden eğildi ve Sırp’ı demir pençesiyle kavradı. Kendisini hiç sakınmadan herifi kaldırıp eğerini üzerine, kendi önüne attı. Atının boynuna doğru eğilerek düşman kurşunlarından korunuyordu. Kurşun ıslıları arasında dört nala geri döndü. Şaşırıp kalmış esiri, Osmanlı askerinin tezahüratları arasında esiri, başkumandanın önüne bıraktı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:40:57
DELİ HÜSEYİN PAŞA

Salı, 05 Temmuz 2005
Halk arasında “gâzî” ve bilhassa gözünü budaktan sakınmaz tavrı ve hareketleri netice sinde “deli” lakabı ile tanınmış olan Hüseyin Paşa, kuvvetli bir vücut yapısına sâhip, cesur bir vezirdi. Özellikle Revan ve Bağdat seferleri ile Girit’in fethinde gösterdiği kahramanlıklar kendisine büyük bir şöhret kazandırdı. Girit’te 12 yıl geceli gündüzlü cephede kalmış ve bütün parasını adanın îmârına harcamıştı. Bu sebeple halk arasında ziyâdesiyle sayılıp seviliyordu. Bilhassa Girit Rumları arasında İslâmiyetin yayılmasına gayret etmiş ve onun gösterdiği adâlete hayran kalan Hıristiyanlar, kitleler halinde İslâma girmişlerdir. Bu, Arnavutluk ve Bosna-Hersek’tekinden sonra Balkan kavimleri arasında üçüncü toplu İslâmlaşma hareketidir. Bâzı kiliseleri câmiye çevirtip, Hanya ve Kandiye başta olmak üzere pekçok yerde câmi yaptırdı. Hüseyin Paşa son derece kuvvetliydi. Rivâyete göre İstanbul’a gelen İran elçisi memleketinden getirdiği bir yayı Sultan Dördüncü Murâd’a takdim etmişti. Kurulu bir vaziyette bulunan yayın özelliği, boşaltıp yeniden kurmanın son derece zor olmasıydı. Nitekim sarayda tertib olunan bir müsabakada hiçbir şahıs bu yayı boşaltamamış ve pâdişâh yayın Ağa Kapısına asılmasını ve bu işi yapacak olan şahsın kendisine bildirilmesini istemişti. Bu arada Ağa dâiresinde hizmet etmekte olan Hüseyin Paşa yayı kurup boşaltmış ve durum Sultan Murâd’a bildirilmişti. Hüseyin Paşa, daha sonra aynı hareketi Sultan’ın ve İran elçisinin huzurunda birkaç defa tekrarlayınca, Sultan, pek beğendiği bu genci bir daha yanından ayırmamıştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:41:18
GÂZİ HÜSREV BEY 

Çarşamba, 06 Temmuz 2005
Sultan İkinci Bâyezîd’in torunu ve Bosna sancakbeyi olan Gazi Hüsrev Bey, sarayda iyi bir eğitim gördü. Dayısı Şehzâde Mehmed, Kefe sancakbeyi olunca, Hüsrev’i de berâberinde götürdü. Şehzâde Mehmed’in elçisi sıfatıyla Moskova’ya gitti. 1521’de Bosna sancakbeyi oldu. Kânûnî Sultan Süleymân’ın Belgrad Seferine katıldı ve Zemlin Kalesini fethetti. Belgrad’ın fethinden sonra Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya’ya Türk akınları devâm etti. Mohaç Savaşına kadar süren bu akınlara, Sinan ve Bâli beylerle birlikte Gâzi Hüsrev Bey de katıldı. Mohaç Savaşında emrindeki deli kuvvetleri ile ihtiyat birliği olarak geride durdu. Savaştan sonra Obrovaç Kalesiyle birlikte stratejik önemi olan pekçok kaleyi zabtetti. 1534’te Semendre sancakbeyi olan Gâzi Hüsrev Bey, iki yıl sonra tekrar Saraybosna’ya tâyin oldu. 1537’de Venediklilere âit Solin, Kilis ve daha birçok kaleyi fethetti. 1539’da Adriyatik sâhilindeki Kastelnova Kalesi denizden Barbaros Hayreddîn Paşa, karadan da Gâzi Hüsrev Beyin sıkıştırmaları sonucu ele geçirildi. 1540 yılında vefât eden Gâzi Hüsrev Beyin hayâtı İslâmiyeti yaymak yolunda geçti. Emri altında bulunan 10 bin kadar deli kuvveti (serdengeçti) ile devamlı olarak hududlarda cihâd hareketine katıldı. Ancak Hüsrev Bey bu sırada idâresi altında bulunan Saraybosna’yı da îmâr etmekten geri durmadı. Şehirde pekçok câmi, mescid, medrese, çarşı ve köprü yaptırdı. Kurşunlu Medrese diye de anılan Gâzi Hüsrev Bey Medresesi yıllarca bir ilim ve kültür merkezi olarak hizmet verdi. Adâlet ve ihsânı ile halkın sevgi ve saygısını kazandı.
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:41:32
İLK UÇAN TÜRK, HEZÂRFEN AHMED ÇELEBİ 

Perşembe, 07 Temmuz 2005
Fen alanındaki geniş bilgi ve tecrübesi ile halk arasında “Hezârfen” yâni bin fenli diye bilinen Ahmed Çelebi; araştırma yapmaktan usanmayan, yiğit, akıllı ve bilgili bir kişiydi. Hezârfen Ahmed Çelebiden önce havacılık târihinde ilk olarak yine ünlü bir Türk bilgini olan İsmâil Cevher; kollarına kanat takarak ilk uçma denemesini yapmışsa da bu deneme ölümle sonuçlanmıştı. İlk uçan Hezârfen Ahmed Çelebi, bu Türk bilgininin hayâtını ve neden başarısızlığa uğradığını iyice inceledikten sonra aynı düşünceyi gerçekleştirmek için harekete geçti. Bilhassa hava akımları ve kuşların uçuşunu inceleyerek çalışmalarını geliştirdi. Nihâyet târihî uçuşunu yapmak üzere Okmeydanı’na gelen Ahmed Çelebiyi seyretmek üzere Sultan Murâd Han da Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünde yerini almıştı. Ahmet Çelebi Okmeydanı’nda kartal kanatlarıyla birkaç kere havada kalma tâlimleri yaptı. Daha sonra Galata kulesinin en yüksek noktasına çıktı ve kendini boşluğa bırakıverdi. Halk dehşet içinde manzarayı seyrediyordu. Kanatlarını açarak kuşlar gibi yavaş yavaş hareket ettiren Ahmet Çelebi, Boğaz’ı süzülerek geçti ve Üsküdar’da Doğancılar meydanına indi. Bu başarısından dolayı Dördüncü Murâd Han kendisine bir kese altın ihsân etmişti. Sonraları Cezayir’e giden Hezârfen Ahmed Çelebi orada vefât etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:41:47
MISIR�A BEDELDİN EY SİNAN 

Cuma, 08 Temmuz 2005
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı dönüşünde daha önceki isyân teşebbüsleri sebebi ile suçlu bulduğu Veziriâzam Dukakinoğlu Ahmed Paşayı Amasya’da îdâm ettirdi ise de boşalan göreve kimseyi getirmedi. 1515 ilkbaharında Hadım Sinan Paşayı Dulkadiroğlu Alâüddevle üzerine gönderdi. Hadım Sinan Paşa, Alâüddevle’yi mağlub ettikten sonra başını keserek Yavuz Sultan Selim’e gönderdi ve bu başarısından dolayı boş bulunan vezîriâzamlık makâmı kendisine verildi. Bu vazîfede üç ay kalan Sinan Paşanın yerine beşinci defâ olmak üzere Hersekzâde Ahmed Paşa getirildi. Ancak Hadım Sinan Paşanın azledilmesi herhangi bir hatâ sebebiyle olmadığından kendisine karşı Pâdişâh’ın teveccühü devâm ediyordu. Nitekim çok geçmeden Diyarbekir taraflarında İranlıların bâzı hareketlerinden dolayı Pâdişah, Hersekzâde yi azlederek hapsettirdikten sonra yerine tekrar Sinân Paşayı getirdi (1516). Hadım Sinan Paşa, Mısır Seferine hazırlanan ordunun seraskeri olarak Diyarbekir’e gönderildi. Daha sonra Elbistan Ovasında Sultan Selim’in kuvvetlerine katıldı. Mercidabık Savaşının kazanılmasında büyük kahramanlıklar gösterdi (1516). Kansu Gavri’nin yerine Mısır-Memlûklü tahtına çıkan Tomanbay’ın mücâdeleye devâm etmesi üzerine Selim Han, onu dört bin kişilik kuvvetle Gazze üzerine gönderdi. Sinan Paşa, Gazze’yi kısa sürede fethetti. Daha sonra Ridâniye Savaşında Yavuz Sultan Selim, El-Mukattam Dağını dolaşarak Mısır ordularının gerisine sarkarken, Sinan Paşayı ise kendi yerine Osmanlı merkez kuvvetlerinin başında bıraktı. Şiddetli saldırılarla geçen savaşı kaybetmek üzere olduğunu anlayan Tomanbay bütün kuvvetleri ile Selim Hanı öldürmek için otağ-ı hümâyuna saldırdı. Yavuz Sultan Selim düşmanı geriden çeviren kuvvetlerin başındaydı. Memlûkler merkez kuvvetleri başındaki Sinan Paşayı pâdişâh zannederek bütün kuvvetleriyle bu hatta saldırdılar. Sinan Paşa göğüs göğüse yapılan bu çarpışmalar sonucu şehid düştü.Savaşın kazanılmasından sonra Yavuz Sultan Selim, cesur, gözüpek, cihângîr ve aynı zamanda muvaffakiyetli olan bu değerli vezîrinin vefâtından pek müteessir oldu ve “Yûsuf aleyhisselâmın tahtına nâil oldum, fakat Sinân gibi sâdık ve cesûr serdârımdan ayrıldım!” sözleriyle elemini dile getirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:42:01
HUZUR DERSLERİ 

Cumartesi, 09 Temmuz 2005
Osmanlı pâdişâhları zaman zaman ulemâdan ileri gelenleri saraya davet ederler, ilmî mütâlaalarını dinliyerek istifâde ederlerdi. Huzurda âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsir leri anlatıldığı gibi müsbet ilimler, edebî konular konuşulur, ilmî müzâkereler yapılırdı. Sâdece Osmanlılarda görülen ve hangi târihte ihdâs edildiği kesinlikle belli olmayan huzûr derslerinin Osmân Gâzi ile başladığı iddia edilmektedir. Sultan Üçüncü Mustafa 1759 yılında bir kânunla huzur dersleri denilen ve Ramazanın birinden onuncu gününe kadar devam eden bir ders ihdâs etmişti. Ramazandaki huzur derslerinin mevzuu dînî konular olurdu. Kâdı Beydâvî Tefsîri’nin okunması genelde âdet hâline gelmişti. Huzur hocalarını şeyhülislâm seçerdi.Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında huzur dersleri Ramazanda ikindi namazından sonra haftada iki gün esasına göre Yıldız’daki Çit Kasrında yapılır ve Sultan Abdülhamîd Han yüksekçe bir mindere otururdu. Karşıda ders veren ile dinleyiciler bulunurdu. Dâvet üzerine devlet ricali de derste hazır olurdu. Pâdişâh dersi anlatan ile buna sual soranların münâzaralarını dinlerdi. Her derste ders anlatan ve ona sual soranlar değişik olurdu.Huzur dersleri Osmanlı Devleti ve Hilâfetin ilgâsına kadar (3 Mart 1924) devam etti. Son huzur dersi Halife Abdülmecîd Efendi zamânında ve 1923 (H. 1341) Ramazanı’nda yapılmıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:42:16
İNEBAHTI DENİZ MUHÂREBESİ

Pazar, 10 Temmuz 2005
 Papa Beşinci Piyer, Osmanlıların Kıbrıs’ı kuşatması sırasında hummalı bir faaliyet içine girmiş ve bu devlete karşı yeni bir Haçlı ittifakı sağlamaya çalışmıştı. Papanın bu teklifini Fransa, Almanya ve Polonya’nın reddetmesine karşılık; İspanya, Venedik ve Malta kabul etti. Böylece Papanın bu faaliyetleri netîcesinde İspanya Kralı İkinci Filip, Papa ve Malta şövalye leri ile Venedik arasında bir ittifak vücuda geldi. Daha sonra bu ittifaka Toskana, Ceneviz, Savua, Malta ve Ferrara gibi küçük prenslikler de katıldı. Müttefik ordusunun başkumandan lığını İspanya Kralı İkinci Filip’in kardeşi ve Şarlken’in oğlu Don Juan yapmaktaydı. 206 gemi ile 1300 top, 16.000 asker ve 36.000 gemiciden kurulu müttefik donanması, 1570 yılı Eylül ayında Meis Adası önüne geldi ise de fırtınaya tutularak Kıbrıs’a giremedi. Müttefikler bu arada Lefkoşe’nin Türklerin eline geçtiğini haber alınca, Suda Limanına dönüp muhârebeyi gelecek seneye bıraktılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:42:31
İŞTE, İNSAN BUNLARI GÖRÜP GURURA KAPILMAMALI 

Pazartesi, 11 Temmuz 2005
Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han, Avrupa’da büyük devletler arasındaki denge nin bozulmaması için, Fransa Kralı İkinci Fransuva’nın annesinin yalvaran yardım taleplerini karşılamak üzere, Barbaros’un vefatı üzerine Kaptanı Deryalığa getirilen Piyâle Paşa kumandasında büyük bir donanma gönderdi. Piyâle Paşa, 1555’te İstanbul’dan hareket etti. Turgut Reis’in de katıldığı donanma yardımda ve fetihlerde bulunarak, geri döndü. 1556-1557 deniz mevsiminde tekrar Akdeniz’e açılan Piyâle Paşa, bâzı limanları fethettikten sonra İstanbul’a döndü. 1558 sefer mevsiminde Akdeniz’e açılan Piyâle Paşaya Turgut Reis’in de katılmasıyla donanma-yı hümâyun Balear Adalarının hemen hemen her yerini Osmanlı hâkimiyetine aldı. Her seferde olduğu gibi, bu seferde de İspanyol donanması, donanma-yı hümâyûnun karşısına çıkmaya cesâret edemedi.İspanya Kralı İkinci Filip ve Papa’nın teşvikiyle hazırlanan büyük armada Osmanlılar tarafından üs olarak kullanılan Cerbe Kalesini 1560’ta almıştı. Bunun üzerine Piyâle Paşa komutasında hareket eden Osmanlı donanması, 9 Mayıs 1560 günü Cerbe’ye vardı. Turgut Reis’in muhârebenin üçüncü günü yetişebildiği târihin en büyük deniz savaşlarından biri olan Cerbe Muhârebesinde, Piyâle Paşa, kâbiliyetli ve becerikli amiralleriyle Haçlı armadasını iki-üç saat içinde perişan etti. Cerbe Kalesi de alındıktan sonra seferden dönen Piyâle Paşa, İstanbul’ da büyük bir merâsimle karşılandı. Donanma-yı hümâyûn, yanında vezirler ve elçilerle berâber Alay Köşkü’nde bulunan Kânûnî Sultan Süleyman Hanı bütün toplarını kuru sıkı ateşleyerek selâmladı. Bu haşmetli manzara karşısında Kânûnî, yanındakilere; “İşte insan bütün bunları görüp gurura kapılmamalı, her şeyin cenâb-ı Hakk’ın müsâadesiyle olduğunu düşünüp, Allah’a şükürler etmelidir.” diyerek duygularını dile getirdi. Bu muhteşem sefer dönüşünde şehzâde Selim’in kızı Gevher Han Sultanla evlenen Piyâle Paşa, Osmanlı sarayına dâmât oldu.Her sene sefer mevsiminde bütün Akdeniz’i dolaşan Piyâle Paşaya, Malta Seferine hazırlanması görevi verildi. Büyük bir donanma ile Malta kuşatmasına katılan Piyâle Paşa, mevsim şartlarının bozulmasından dolayı ordunun İstanbul’a dönmesiyle geri geldi. 1568 yılın da on dört senedir vazîfesini şanla şerefle yürüttüğü Kaptân-ı deryâlıktan Kubbe Vezirliği ne getirildi. Böylece Osmanlı târihinde vezirlik rütbesini alan ilk denizci oldu. Kıbrıs Seferinde vezir olarak donanmaya kumandanlık etti. Kıbrıs’ın çıkartma ve fethinde büyük hizmetleri oldu. 1573 yılında son deniz seferine çıkan Piyâle Paşa, İkinci Vezir olduktan sonra, 21 Ocak 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Kasımpaşa’daki kendi yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:42:47
DÜĞÜN-BAYRAM ALAYINA GİTMİYOR YA! 

Salı, 12 Temmuz 2005
Koca Râgıp Paşa hem vezir, hem de kitap te’lifiyle uğraşan takvâ sâhibi âlim bir zât idi. Halkın arasından geldiği için, vezirliği esnasında sık sık İstanbul sokaklarında dolaşır, insanlarla konuşurmuş. Nüktedân, şakacı ve âlicenap bir mizâcı varmış. Bir gün yanında birkaç devletlü ile Bayezit’ten Aksaray’a doğru giderlerken arkadaşlarından biri ona, yolları üzerindeki Kuyucu Murad Paşa türbesinde, sözünü dudaktan esirgemeyen bir türbedâr bulunduğunu söylemiş. Paşa, biraz sonra türbeden içeri dalmış. Tabiî diğerleri de... Türbedâr, sadrâzamın geldiğini görünce pek sevinmiş ve onu elinden geldiğince ağırlamış. Lâkin o gün paşanın muzipliği üzerindedir ve adamı sinirlendirip sözdeki cesâretini görmek ister. Sonra aralarında şu konuşma cereyan eder: — Bak a türbedâr! Burada yatanın eski ve büyük bir sadrâzam olduğunu biliyorsundur. Bu sebeple mezarına çok dikkat ve itina göstermelisin.— Biliyorum devletlüm; gösteriyorum da!.. — Haa çok güzel!.. Memnun oldum. Her gün sandukasının ve sarığının tozlarını alıyor musun? — Alıyorum efendim.— Çok iyi, zira rahmetli büyük adamdı. İhmâle gelmez ha, ortalığı her gün silip süpür e mi?Türbedâr bu ısrar karşısında biraz renk değiştirerek cevap verir:— Peki efendim, ihmâl etmeyiz.— Amma bilhassa tekrar ediyorum; kavuğunda, puşidesinde bir zerre toz bulunmamalı.Artık türbedârın tepesi atmıştır:— Olur, olur dedik ya devletlüm! Lâkin şurasında burasında biraz toz olsa ne çıkar sanki? Bu kerata yerinden kalkıp düğün-bayram alayına gitmiyor ya! Paşa, ağzının payını aldıktan sonra kahkahayı koyverip, türbedârın gönlünü almış; bir kese de altın bırakarak, beraberindekilerle birlikte oradan ayrılmışlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:43:02
HATTAT ABDULLAH ZÜHDİ EFENDİ

Çarşamba, 13 Temmuz 2005
Sultan Abdülmecid Han zamanında Hicaz’da yeniden tamir edilen Harem-i şerifin kitabe lerini yazmak için 1858 tarihinde hattatlar arasında açılan müsabakada, kendisi de hattat olan Sultan Abdülmecid Han yazıları gözden geçirirken Abdullah Zühdi Efendinin hattına hayran kaldı ve saraya davet ederek; “Allahü teala feyzini müzdad etsin. Sana kayd-ı hayat şartı ile yedi bin beş yüz kuruş maaş tahsis ettim ve seni Harem-i şerifin yazılarını yazmaya memur ettim.” buyurdu ve Mecidi nişanı ile taltif etti. Bu muvaffakiyet ve padişahın fevkalade alakası henüz pek genç olan Abdullah Zühdi Efendinin en meşhur hattatlar arasına girmesine sebeb oldu. Abdullah Zühdi Efendi bu şerefli vazifeyle Hicaz’a gitti. Sultan Abdülmecid Hanın vefatına kadar Medine-i münevverede kalarak Mescid-i Nebevi’nin tamir edilen kısımlarını güzel yazılarıyla süsledi.Abdullah Zühdi Efendi daha sonraları İstanbul’a döndü. Oradan Mısır’a gitti. Hidiv İsmail Paşa ile tanıştı. Paşa, kendisine çok itibar etti. “Mısır Hattatı” ünvanı ile vazife verdi. Mısır’da cami ve resmi dairelerin kitabelerini yazdı. Mekteplerde hat hocalığı yaptı. Celi ve sülüs tarzında pek çok eserler bıraktı. Mısır’da yetişmiş hattatlardan pek çoğu Abdullah Zühdi Efendinin talebesidir. Devrin vezirlerinden İbn-ül-Emin Hasib Paşaya bir tek mushaf-ı şerif yazmıştır. Paşa’nın terikesinde (mirasında) bu mushaf-ı şerifin 300 altına satıldığı rivayet edilmektedir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:43:17
SELMAN REİS 

Perşembe, 14 Temmuz 2005
1498 yılında Ümid Burnundan dolaşarak Hindistan’a ulaşmanın mümkün olduğunu farkeden Portekizliler, Kızıldeniz ve Atlas Okyanusunda Müslümanlara sıkıntı vermeye başladı lar. Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından Portekizlilerin zararına mâni olmak için teknik ve stratejik malzemeyle birlikte Mısır’a gönderildi. Mısır donanmasını Osmanlı donanmasına benzer şekilde teşkilâtlandırdı. Basra Körfezi ve Kızıldeniz girişlerindeki stratejik noktaları zabtederek Hindistan Ortadoğu ticâret yolunu ele geçirmeye çalışan Portekizlilere karşı mücâdele etti. Gurab adıyla bilinen 50 çektiriden müteşekkil bir Mısır-Memlûk filosuyla çıktığı sefer, Yemen’de ortaya çıkan isyân sebebiyle netîcesiz kaldı. Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim Hanın emri üzerine eli altında bulunan donanmayı Cidde’den Süveyş’e getirdi (1517). Bir süre burada kalarak Süveyş Tersânesini genişletti. Sonra Haliç Tersânesinin genişletilmesiyle vazifelendirildi (1518) ise de, Kânûnî başa geçince, Hind kaptanlığı ünvânı ile doğrudan doğruya Dîvân-ı hümâyuna bağlı olarak Süveyş’teki Osmanlı filosunun başına tâyin edildi. Bir taraftan Süveyş Tersânesini tanzim ederken, diğer taraftan Portekizlilere karşı mücâdeleye devâm etti. Mısır’a gelen Makbul İbrâhim Paşayla bizzat görüşerek, kendi adıyla anılan lâyihâsını sundu. Lâyihâda; Portekizlilerin elinde bulunan limanların durumunu, Hint deniz yolunun Osmanlı ticâretine sağlayacağı faydaları anlattı. İbrâhim Paşanın emriyle Süveyş kaptanlığını kurdu (1525). Süveyş’te inşâ ettiği kırk beş parçadan müteşekkil donanmasıyla Hint Okyanusuna doğru yola çıktı. Aden’i aldı. Fakat ömrü Hind sularında dolaşmaya yetmeyip, gemisinde vefât etti (1529).Osmanlı denizcileri, Selman Reis’in tecrübesinden istifâdeyle Süveyş’ten Endonezya’ya kadar Müslümanların yardımına koştular. Devamlı şekilde Portekiz, Hollanda ve İngiliz donanmaları ile mücâdele ettiler. Osmanlı Devleti güçsüz kalınca, yüz binlerce Müslüman, vahşî Haçlı denizcileri tarafından hayâsızca katledildi
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:43:33
SÂLİH REİS

Cuma, 15 Temmuz 2005
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın, Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a dâvetinde, onunla beraber gelen reislerin arasında Sâlih Reis de vardı. Sultanın huzûruna Hayreddin Paşa ile berâber kabul edildi ve deniz albayı rütbesi verildi. Sonra bahriye sancakbeyliğine (tümamiral) terfi etti. Akdeniz’de korsan gemilerine diğer reislerle berâber göz açtırmayan Sâlih Reis, 1540’ta Korsika’nın bir limanında âni baskın neticesinde Turgut Reisle berâber esir düşüp forsaya vuruldu. Akdeniz’in kendilerine dar geldiği bu korkusuz denizciler üç yıla yakın eziyet ve sıkıntılar içinde kürek çektiler. Barbaros Hayreddin Paşa bunların bulunduğu geminin Cenova Limanında olduğunu câsusları vâsıtasıyla öğrenince yüz parçalık muhteşem donanmasıyla derhal oraya gitti. Şehrin doçunu amiral gemisine çağırarak Sâlih ve Turgut Reislerin akşama kadar teslimlerini istedi. Yoksa Cenova limanında taş taş üstünde bırakmayacağını bildirdi. Bir müddet sonra reisler getirilip teslim edildi.Sâlih Reis, Preveze Zaferinde (1538) Donanma-yı Hümâyûnun sağ kanadına kumanda etti. 1551’de bahriye beylerbeyi (oramiral) rütbesine yükseltilerek Cezayir eyâletinin beylerbeyliğine getirildi. Fas’ın İspanyollarla anlaşmasına meydan vermeden gerekli tedbirleri alması emredilince 1553’te Fas topraklarına girdi. Böylece Osmanlı sınırları Atlas Okyanusuna kadar genişledi.Osmanlıların Akdeniz hâkimiyetlerinde büyük gayretleri görülen Sâlih Reis, çalışkan, zeki, teşebbüs sâhibi, idâreci, kâbiliyetli bir deniz amiraliydi. Barbaros kardeşler gibi dîne, devlete hizmet etmeyi şeref sayardı. Bu meziyet ve kâbiliyetleriyle denizlerde uzun yıllar, şerefli hizmetlerinden sonra 1556 yılında Cezayir’de vefât etti 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:43:49
SELANİK VAK�ASI 

Cumartesi, 16 Temmuz 2005
6 Mayıs 1876 târihinde Avrethisarlı bir Bulgar kızı İslâmiyeti inceleyerek Müslüman olmaya karar vermişti. Bu maksatla Müslümanlığı tescil ettirmek için Selanik’e gitmek üzere yola çıktı. Ancak kızın niyetini öğrenen bâzı Hıristiyanlar telgrafla Amerikan konsolosunu durumdan haberdar ettiler. Telgrafı alan ve koyu bir İslâm düşmanı olan konsolos, kıza mâni olmak için 150 kişilik bir Rum ve Bulgar çapulcusunu istasyona yığdı. Kız, istasyona geldiğinde, konsolosun emriyle harekete geçen kalabalık, kızı, hükümet konağına götürmekle görevli üç zaptiyenin elinden zorla aldılar. Hakâretlerde bulunarak yaşmağını ve ferâcesini parçaladılar. Gözü dönmüş saldırganlar sürüsünün elinden kurtulmak isteyen kız, Müslüman olduğunu haykırmaya ve imdat istemeye başladı. Kızın yardımına koşan birkaç Müslüman fecî şekilde dövüldü. Kız da konsolosluk arabasıyla Amerikan konsolosluğuna götürüldü. Bir Osmanlı şehrinde Bulgar da olsa Müslüman olmuş bir kıza yapılan saygısızca muâmele ve mâni olmak isteyenlerin ağır şekilde hırpalanması havanın elektriklenmesine sebep oldu. Ertesi gün İslâmiyeti kabul eden bir kızın zorla kaçırılıp tutulamayacağını ve bu işe hükümetin karar vermesi gerektiğini belirten Müslümanlar Saatli Câmide toplandılar. Kendilerini yatıştırmak isteyen Selanik Vâlisi Baytar Mehmed Refet Paşanın açıklamalarını yeterli bulmadılar. Refet Paşa ve vilâyet görevlilerinin mâni olmaları ihtimâli üzerine medrese odalarını zapteden Müslümanlar kızı almak gâyesiyle Amerika Konsolosluğuna yürüdüler. Bu sırada Fransa ve Almanya konsolosları kalabalığın önüne geçerek onları engellemek istediler. Ancak kızın müftülüğe teslim edilmesi teklifine karşı Amerika Konsolosunun evinde olduğunu, dolayısıyla kızın teslim edilemeyeceğini söylemeleri üzerine zâten galeyana gelmiş olan halk tarafından öldürüldüler. Ancak İngiliz Konsolosu devreye girip Müslüman olan Bulgar kızını hükümete teslim edince olaylar yatıştı.Selanik olayları üzerine Osmanlı Devletiyle Fransa, Almanya ve İtalya devletlerinin ilişkileri gerginleşmiştir. Bu devletler gemilerini Selanik Limanına göndererek, hâdisenin müsebbiblerinin şiddetle cezâlandırılmasını talep ettiler. Aksi takdirde Selanik’e asker çıkarıla cağı bildiriliyordu. Fakat Sultan Abdülazîz Han bu istekleri kabul etmediği gibi, Balkanlara yeniden birkaç tabur sevk edilmesini ve Selanik’e harp gemileriyle asker gönderilmesini, olayda suçlu olan kimselerin de yabancılara teslim edilmeyip, Osmanlı mahkemelerinde yargılanmasını emretti. Pâdişâhın emri doğrultusunda hareket edildi. Olayda ihmâli görülen Selanik Vâlisi değiştirildi, konsolosları öldüren altı kişi yargılanarak îdâma mahkum edildiler. Fakat olaylara sebebiyet verenlere yâni kızı kaçıranlara hiçbir şey yapılamadı.Dünyânın her tarafına binlerce misyoner göndererek, insanların Hıristiyanlaştırılması için milyarları sarf eden, inanç ve vicdan hürriyetini, insan haklarını savunuyor görünen Avrupa devletleri, İslâm dînini kendi isteğiyle kabul eden bir Bulgar kızının Müslüman olmasını kabul edememişlerdir. Ayrıca konsolosları devletin resmî emniyet görevlisinin elinden güpegündüz kız kaçıracak kadar aşağılık işlere tevessül etmişlerdir. Olaylarla ilgili olarak alınmasını istedikleri tedbirler husûsunda da Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktan geri durmamışlardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:44:08
KIRK YILLIK KÂNİ

Pazar, 17 Temmuz 2005
Ebubekir Kâni Efendi, 18. Yüzyılın tanınmış edebiyatçılarındandı. Bilhassa hiciv eserleri ile meşhur olmuştu. Divan’ı, Hasbıhal isimli hiciv eseri ve Münşeat adlı mektupları edebiyatımızda mühim bir yer tutar. Bu mektuplar arasında, bir kediyi konuşturarak yazdığı Hirername önemlidir. Kâni Efendi, Eflak Voyvodası İskerletzade Konstantin Efendi’nin özel katipliğini yapmak üzere Bükreş’e tayin edilmişti. Burada, Voyvo danın yeğenine de Türkçe öğretmenliği yapmıştı. Daha sonra Limni Adasına gönderilmiş, bir süre sonra da İstanbul’a dönmüştü. Bükreş’teki ikameti sırasında ona muhalif olanlar, Efendi’nin tanassur ettiğini, yani Hristiyan olduğunu söylemeye başladılar. Bu söylenti kulaktan kulağa geçerken şekil değiştirerek, onun bir Romen kızına gönlünü kaptırdığı, onu elde etmek veya nikahına almak için din değiştirdiği şeklinde yayıldı. O sırada 70 yaşında bulunan Kâni Efendi, dedikoduculara, iki asırdır dilimize bir atasözü olarak yerleşen tarihi cevabını verdi:“Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:44:23
CİĞER PÂRESİ, CİĞER YÂRESİ

Pazartesi, 18 Temmuz 2005
Osmanlı’nın son devir edebiyatçılarından olan, fakat derbeder ve serseri bir hayat sürdüğü için şiirlerini yayınlatamayan, bu yüzden de edebiyat sahasında pek tanınmayan Adana’lı Ziya Bey, Afyon Evkaf Müdürü iken, bir gün İstanbul’a geldi ve Sirkeci’de, cebi ve midesi boş bir şekilde dolaşmaya başladı. Açlık canına tak etmiş olacak ki, aç karnına düşünmektense, yok karnına başına geleceklere katlanmaya hazır olarak bir ciğer kebapçısına girdi. Kendisine esaslı bir ciğer ziyafeti çektikten sonra kebapçıya seslendi:-Bak usta, cebimde tek kuruş yok. Bu durumda herhalde döveceksin beni. Hadi elini çabuk tut, hesabımı gör de gideyim.-Yağma yok, dedi kebapçı, seni dövmekten ne kazancım olacak. Ama mutafağa geç, üç gün boyunca bulaşıkları yıka da ödeşelim.Adam dediğini yapacak. Kurtuluş yok. Ziya Bey bunu anlayınca hemen kalemini çıkardı ve bir kağıt parçası bularak yazdığı şu beyti, garson yamağına verip, o civardaki otellerden birinde kalan bir arkadaşına gönderdi:Dağladı aşçı diliyle, ciğerim yâresiniCiğerim pâresi, gel ver ciğerin pâresiniAz sonra para geldi ve Ziya Bey de bulaşık yıkamaktan kurtuldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:44:39
SULTAN II. MAHMUD�UN RUMELİ SEYAHATİ 

Salı, 19 Temmuz 2005
Osmanlı padişahları içinde seferler dışında Avrupa seyahati yapan tek hükümdar Sultan Abdülaziz Han’dır. Bundan başka Sultan II. Mahmud Han’ın da Rumeli seyahati vardır. Bu seyahatinde, Prusya Büyükelçisi Mareşal Von Moltke’de ona refakat etmişti. 1871’de kurulacak olan alman İmparatorluğunun Başvekili olan Von Moltke intibalarını şöyle anlatır:“5 Mayıs 1837 günü Şumnu’ya geldik. Yolun iki tarafında şehrin ileri gelenleri selama duruyorlar, sağda Müslümanlar, solda Hristiyan lar...Müslümanlar, ellerini karınlarına kavuşturmuşdik duruyorlar, fakat Hristiyanlar, hatta yüksek rütbeli papazlar ve piskoposlar yerlere kapanıyorlar ve padişah önlerinden geçinceye kadar kıpırdamıyorlar... Padişah halka hitabetti:-Siz Rumlar, siz Bulgarlar, siz Yahudiler, hepiniz Müslümanlar gibi Allah’ın kulu ve benim tebe’amsınız. Aralarınızda fark yokdur. Padişah, seyahatin bütün masrafını kendi parasından ödüyordu. Duyduğuma göre yanına 2,5 milyon altın lira ve birçok kıymetli eşya almış. Bu paranın çoğunu fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtacaktı. Hiçbir fakirin veya sakatın yanından geçmedik ki, padişah, adamları vasıtasıyla bir altın göndermiş olmasın. Bilhassa Şumnu fakirleri için 10.000 altın bıraktı ve bu paranın fakirlere ve bilhassa adları kendisine bildirilmiş olanların ellerine geçmesi, dağıtanların parmakları arasına pek fazlasının yapışıp kalmaması için kat’î emirler verdi. İmamlar bu hususda malumat vereceklerdi. Geçen gün padişah, pek maharetle bizzat sürdüğü 4 atlı faytonu ile gidiyordu. Fakir bir kadın, değneğin ucuna taktığı istidayı, elinden geldiği kadar ileri uzatmıştı. Fakat pek hızlı gidildiği için onu kimse farketmedi. Yalnızca padişah gördü. Atları durdurdu ve subaylarından birini gönderip kağıdı aldırdı, sonra yine arabasını sürdü.Birer Osmanlı Eyaleti olan Eflak’ın Prensi Sturdza ile Boğdan’ın Prensi Ghika’da padişahı görmek için Şumnu’ya gelmişlerdi. Padişah onları kabul etti. Bu yarı hükümdarlar, iki saat güneşin altında ayakta bekledikten sonra padişahın huzuruna kabul edildiler. İki dizleri üzerine çöktüler ve Şevketmeâb’ın eteğini öptüler. Kendilerine birer şeref kürkü ile şal hediye edildi.Şumnu’dan Silistre’ye, oradan Rusçuk’a, oradan da Tırnova’ya gelindi. Nihayet 21 Mayıs günü Kızanlık’taydık. Burası harikulade yeşil bir yer. Minareler bile iri ceviz ağaçları arasından zor farkediliyordu. Her tarafta pınarlar fışkırıyor ve dereler akıyor. Bütün bahçeler bu derelerle sulanıyor. Her türlü mahsul burada yetişiyor. Fakat hepsin den mühimi, hava son derece güzel kokuyor. Bunun sebebi, her tarafta gül bahçeleri olması. Burası Osmanlı Devletinin Gülistanı. Burada gülleri sadece koklamıyorlar, onları yiyorlar. Gül reçeli İstanbul’da çok makbul tutulur. Bilhassa kahveden önce bir bardak serin su ile gül reçeli yenir, sonra kahveler içilir.Nihayet Varna’ya gelindi ve burada bekleyen saltanat gemisi ile İstanbul’a avdet edildi. Bu seyahat sırasında padişah, konaklama masraflarından artan yanındaki bütün parayı  fakirlere, muhtaçlara ve camilerin tamiratları için dağıttı, geriye bir şey bırakmadı.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:44:54
ALMAN İMPARATORUNUN İSTANBUL ZİYARETİ 

Çarşamba, 20 Temmuz 2005
Sultan II. Abdülhamid Han, dostluk ve ittifak kurmak için Alman İmparatoru Kaiser Wilhelm’i İstanbul’a davet etmişti. II. Wilhelm ve İmparatoriçeyi getiren zırhlı ile beraberin deki savaş gemileri Çanakkale Boğazına gelince Âsâr-ı Tevfik ve Feth-i Bülend zırhlıları tarafından karşılandı. Padişah, Dolmabahçe Sarayının mermer rıhtımında misafirlerini karşıladı. Burada İmparatorla bir müddet görüştükten sonra onları akşam yemeğine Yıldız Sarayına davet etti. Misafirler Dolmabahçe sarayından, kalacakları köşke hareket ettiler.  Akşam saatinde de hizmetlerine tahsis edilen saltanat arabalarıyla Yıldız Sarayına hareket edildi. Yollarda binlerce İstanbullu, İmparatora sevgi gösterisinde buluyordu. Saraya geldiklerinde yine padişah tarafından merdivenlerde karşılandılar. Sultan Abdülhamid han onlara Hânedân-ı Âl-i Osman nişanlarından ikisini ayrı ayrı taktı. İmparatoriçeye ayrıca, hanımlara mahsus Şefkat nişanının murassası verildi. Daha sonra ziyafet salonuna geçildi. Burada İmparator şerefine verilen ziyafete bir çok yabancı büyükelçi ve devlet adamı da davetliydi. Padişahın ve İmparatorun şerefine şampanya kadehleri kaldırılıyor, fakat Abdülhamid Han kadehi yalnızca kaldırıp sonra masaya bırakıyordu. Gece boyunca bütün İstanbul, rengarenk havai fişeklerle gündüz gibi aydınlanıyordu. O haftaki Cuma  selamlığından sonra İmparator şefefine 1. Ordu-yu hümayunun 2. Fırkası (tümeni) tam mevcuduyla resm-i geçit yaptı. İmparator, askerin elbisesinin yeniliği, kumaşı nın kalitesi ve temizliği ile techizatının mükemmelliği karşısında hayran lığını ifade etti. Sultan II. Abdülhamid Han’ı ziyaret gelenler, yalnızca Alman İmparatoru ile İmparatoriçesi değildi:Ondan daha önce, Ekim 1876’da Brezilya İmparatoru II. Pedro ile İmparatoriçe Theresa, daha sonra da kızları Prenses İnfante Donna İzabella da padişahı ziyaret etti. Bu tarihten sonra İtalya Kralı III. Vittorio Emanuelle 29 Temmuz 1900’de sultanı ziyaret etti.Ayrıca İngiltere Kralı VII. Edward, daha Galler Prensi iken eşi Alexandra ile birlikte, ondan sonra kral olan V. George’da, henüz üsteğmen iken eşi ile birlikte Sultanı ziyarete gelenler arasında idiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:45:09
VASIF EFENDİ İSPANYA�DA

Perşembe, 21 Temmuz 2005
Sultan I. Abdülhamid Han, 1787 senesinde Vasıf Efendi’yi Büüykelçi olarak İspanya’ya gönderdi. Bu hadise, Vasıf Efendi tarafın dan “Sefaretname-i Vasıf Efendi” adıyla kitap haline getirildi.Madrid halkı Osmanlı Büyükelçisinin kral sarayına gideceği günü büyük bir merak ve heyecanla bekliyordu. Çünki ilk defa bir Osmanlı göreceklerdi. Güzergah üzerindeki bütün evlerin balkonları ve pencereleri adam almıyordu. Bir pencere 50 altına kiralanmıştı.Nihayet Vasıf Efendi göründü. Halk büyük bir tezahürata başladı. Bu muazzam kalabalık arasından güçlükle saraya ulaştı. Kral onu ayakta bekliyordu. Bu devirde yeryüzünde en geniş topraklara sahip devlet İspanya idi. Brezilya hariç bütün Orta ve Güney Amerika ile bugün Amerika Birleşik Devletlerinin eyaleti olan bir çok memleket o zaman İspanya kralının hakimiyeti altındaydı. Vasıf Efendi, başkatibinin elinden, Padişahın mektubunu aldı. Nâme-i Hümayunu üç defa öpüp başına koyduktan sonra, krala adım adım yaklaşıp önünde durdu:-Kürre-i Arzda mevcud cümle padişahların A’zam ve Ekremi, Şevketlû, Azametlû, Kudretlû, Kerâmetlû Padişahım ve Velinimetim, Efendimiz es-Sultan Abdülhamid Han İbni’s-Sultan Ahmed Han Hazret lerinin, haşmetlû Manzeletlû İspanya Kralı Cenablarına nâme-i hümayun-u inayet-meşhunlarıdır, diye yüksek sesle haykırdı.Kral, 75 yaşlarında bir pir-i ra’şedar idi. Nameyi aldı. Osmanlı devleti ve Osmanlı Padişahı ile, İspanya arasındaki –pek de mevcud bulunmayan- kadim dostluğu hakında kısa bir nutuk söyledi.Daha sonra Vasıf Efendi huzurdan çıktı ve kralın hazırlattığı araba ile, yine kralın, ikametine tahsis ettiği konağa gitti. Ertesi gün İspanya Başbakanını ziyaret etti. Başbakan, Vasıf Efendi’yi kapıda karşıladı ve pek çok ikramlarda bulundu. Altın ve gümüş takımlarla süslü büyük bir salonda beraberce yemek yediler. Sadrazamın mektubunu da Başbakana verdi.Bu sırada İspanya’da kıtlık vardı ve halk perişan vaziyetteydi. Vasıf Efendi, Madrid’den başka Gırnata’ya gitti. Burada Müslümanlar dan kalma eserleri gördü ve içi sızladı. Meşhur kütüphanesini de gezdi ve İspanyol katliamından kurtulabilen 5000 cildlik paha biçilmez kitapları inceledi. 10 kadar nefis bir hatla yazılmış Kur’ân-ı Kerim’den başka, fıkıh, kelam ve hadis kitapları da vardı. Vasıf Efendi hayli “mütehassir ve müteessir” olduğunu beyan ederek kütüphaneden ayrıldı.Bu arada kral da Granada’ya gelmişti. Onu av partisine davet etti. Av meydanında şapkasını çıkarıp Vasıf Efendiyi selamladı. Kral, vurulan bir geyiğin kalbini hançeriyle çıkarıp, dostluk nişanesi olarak ona verdi.Daha sonra Lizbon’a kadar giden Vasıf Efendi, buradan Sevilla, Cartagena ve Murcia şehirlerine giderek eski İslam eserlerini inceledi. Burada bulunduğu müddet zarfında İspanyol halkından büyük birr yakınlık gören Vasıf Efendi, onların orta boylu, esmer, sert karakterli olduğunu kaydediyor ve, sevdaya meyilli, tafrayı çok seven bir millet olarak tarif ediyor. Batıl itikadlarının çok olduğunu ve kendilerini fazla medhetmelerini de hayretle anlatıyor.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:46:36
ŞU ANDA MAHMUD HAN ZAFERE ULAŞTI     
Cuma, 22 Temmuz 2005
Sultan Birinci Mahmûd Hanın İran üzerine ordu gönderdiği sırada, Mehmed Emin Tokâdî hazretleri bir sabah vakti talebelerinden İshakzâde Yahyâ Efendinin evine gitti. Mübârek gözleri âdetâ kan çanağına dönmüştü. "Benim için bir oda ayırınız!" dedi. Sonra kendisi için ayrılan odaya girip, orada tefekküre, murâkabeye başladı. O gün ikindi namazı vaktinde abdest ve namaz için dışarı çıktı. Talebesi; "Bir mikdâr yemek yeseniz münâsib olurdu efendim." deyince; "Yok Yahyâ Efendi. Ben senden yemek isteyecek vakti bilirim." buyurup, tekrar odasına girdi. Ertesi gün ikindi vaktine doğru neşeli bir halde dışarı çıkıp; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ duâlarımı kabûl buyurdu. Şu anda Mahmûd Han zafere ulaştı. Sultan Mahmûd'dan çok ikrâm gördüm. Şimdi de ona duâ ederek zafere ulaşmasına vesîle olduk. Böylece hakkını ödedik. Bu günü bu saati bir yere yazınız." buyurdu.Daha sonra Sultan Mahmûd'un zafere ulaştığı haberi geldi. Tam Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin zafere ulaştığını müjdelediği gün ve saate rastlıyordu. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:46:52
BİR SALTANAT Kİ

Cuma, 22 Temmuz 2005
Bugün İstanbul'da oturup da bu şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur Burada yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır. Bu semt ve cami hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır: Laleli Camiini Sultan III. Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır. Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında bir zatın yaşadığını öğrendi. İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu. Cami inşatını denetleme ye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi. Laleli Baba'ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti. Padişah Laleli Baba'nın sohbetinden çok istifade etti. İçinde Laleli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı. Ayrılacağı sırada bu zata soru sordu: -Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba? Laleli Baba cevap verdi: -Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacetini yapabilmektir Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı. Başından beri hikmetli konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı. Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu. Bundan sonra birşey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü. Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü içini boşaltamıyordu. Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve tedavileri uyguladılar, fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu. Nihayet birinin aklına geldi, Laleli Baba'ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı. Padişaha danışıldı. O da: "Ne gerekiyorsa yapılsın" dedi. Hemen Laleli Baba'ya gidildi ve saraya getirildi. Hükümdar doğum sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu. Laleli Baba'ya yalvardı: "Aman efendi hazretleri, bana yardım et!" Laleli Baba, "O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?" dedi. "Senin semtinde yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim" "Yetmez" dedi Laleli Baba. Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı: "Ben senin için dua ederim, Allah dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı) isterim." Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu "Tamam" dedi "O da senin olsun" Laleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın" dedi ve gerçekten kurtuldu. Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti. Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış olmasının üzüntüsü gölgeliyordu. Laleli Baba sultanın haline baktı baktı da dedi ki: "Bir saltanat ki bir defi hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil, al yine senin olsun."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:47:05
BORCUN VÂDESİ

Cumartesi, 23 Temmuz 2005
 Osmanlı  vezirlerinden biri, fakir ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu. Bu duruma şahid olan bir adam, bir gün Padişaha: "Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı. Bunun üzerine padişah, vezirini Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir, sıradan bir vezir değildi. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu: "Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir"
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:47:23
BELGRAD'IN FETHİ

Pazar, 24 Temmuz 2005
Kanuni Sultan Süleyman, Macar Kralı İkinci Lajos'a gönderdiği elçiye yapılan kötü muameleden dolayı sefer açılmasına karar verdi. Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı Sabach zaptına, Semendre beyi Hüsrev Beyi Belgrad'ın ablukasına gönderdi. Kendisi de o tarafa doğru 18 Mayıs 1521 günü İstanbul'dan hareket etti. Ayrıca Karadeniz Tuna yoluyla bir donanma sevkedilmişti. Kanuni Sultan Süleyman ordusu ile Belgrad yakınlarına ulaşıp Zemun yakınlarında yüksek bir yere otağını kurdurup, muhasara emrini verdi. Günlerce süren şiddetli ateşten ve çarpışmadan sonra Osmanlı kuvvetleri 8 Ağustos, Ramazanın beşinci günü dış kaleye girdi. İç kalenin fethi ise biraz daha uzadıysa da Ramazan'ın 26. Kadir gecesi orası da alındı (29 Ağustos 1521). Fethin ertesi günü Belgrad'a giren Kanuni Sultan Süleyman kiliseden çevrilen camide Cuma namazını kıldı. Kale halkından Macaristan'a gitmek isteyenlere müsade edildi. Cizye vermeyi kabul edenler ise yerlerinde bırakıldı.Tuna ile Sava'nın birleşme noktası olan Belgrad'ın Osmanlılar eline geçmesi ile,Macar Ovası Türklere açılmış oluyordu. Belgrad'ın düşmesi ile etrafındaki bütün kale, palanka ve kasabalar teslim olup, Osmanlı Devletine katıldılar. Belgrad'ın fethi, Avrupa'da büyük yankılar yaptı. Çünkü burası Hıristiyanlık aleminin ele geçirilemez kalelerinden biri kabul ediliyordu. Avusturya elçisi bu fetihten otuz sene sonra şunları yazmıştır: "Belgrad'ın alınışı, Macaristan' ın daha sonra içine düştüğü acı durumun başlangıcı olmuştur."Gerçekten de birkaç sene sonra Kanuni yeniden Macaristan üzerine yürüdü, Hıristiyanlar bir defa daha yenildiler ve Macaristan ortadan kalktı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:47:37
BURAK REİS 

Pazartesi, 25 Temmuz 2005
Cem Sultan meselesinin hallinden sonra, İkinci Bâyezîd Han, Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmek için bâzı kalelerin bir an önce fethedilmesini istiyordu. Bunun için de önce İnebahtı (Leponto)Kalesinin fethedilmesi gerekiyordu. İnebahtı’nın fethi için İstanbul ve Gelibolu’da sefer hazırlıklarına başlandı. Nihâyet Sultân İkinci Bâyezîd Han karadan, Kaptan-ı deryâ Küçük Dâvûd Paşa da, 300 parçadan meydana gelen Osmanlı donanması ile 1499 yılı baharında Gelibolu’dan hareket etti. Devrin meşhur denizcilerinden Kemâl, Burak, Kara Hasan ve Herek reisler de bu donanmaya katılmışlardı. Ancak buralara sâhib olan Venedikliler de boş durmuyordu. Bütün Avrupa devletlerinden yardım alarak 160 parçadan meydana gelen kuvvetli bir filo meydana getirmişlerdi. Osmanlı donanması aylarca sıkıntılı yolculuktan sonra, İnabahtı’ya yaklaştı. İnebahtı’ya ulaşabilmek için, Bradino Kanalını geçmek gerekiyordu. Oysa düşman donanması bu sırada Kanal’da yatmaktaydı. 29 Temmuz 1499 günü, Kaptan-ı deryâ Dâvûd Paşanın gemisinin güvertesinde yirmi kadar kaptan toplandılar. Yapılacak işin müzâkeresini yaptılar. Dâvûd Paşanın bir yanında Kemâl Reis, diğer yanında Burak Reis vardı.Dâvûd Paşa, kaptanlara: "Daha kuvvetli olan düşman donanmasını ikiye bölüp kuvvetini azaltmak için, arkasına sarkmak üzere bir akıncı müfrezesi ayrılacaktır. Ben, bu müfreze ile düşmanın arkasına sarkacağım. Kemâl Reis ile Burak Reis benim yerimde hücûma geçecekler. Bu tehlikeli bir teşebbüstür. Düşman farkına varırsa, kurtuluş Allahü teâlâya kalmıştır." dedi. O zaman Kemâl Reis: "Bu işi senin yapman olmaz Paşam!" diye cevap verdi. Kırk beş yaşlarındaki Burak Reis, hemen ileri atıldı: "Paşa kardeş, sen serdârsın, donanma-yı hümâyûn sana emânettir. Bu akını benim gemim yapacaktır. Destûr ver! Şehid olmak önce bize düşer. Kara Hasan ile ben giderim!" dedi.Şafak sökerken düşman donanması ile karşılaştı. Burak Reis bir düşman mavnasıyla bir göğesini top ateşi ile batırdı. Donanmadan ayrılarak düşman gemilerinin arkasına sarktı. Fakat bunu fark eden düşman, dört gemi ile Burak Reisin peşine düştü. Bu gemilerin ikisinde biner, ikisinde beş yüzer kişi bulunuyordu. Burak Reis, kendisinden çok güçlü ve sür’atli olan düşman gemilerinin ortasından sıyrılamayacağını anlayınca, mahvolmayı, mağlup olmaya tercih ederek, yakın muhârebeyi seçti. Şan ve şerefle ölmeyi tercih etti. Saldıran düşman gemilerine ateşe başladı. Düşman da karşı ateşe geçerek yaklaştılar. Üç düşman gemisi Burak Reisin gemisine rampa yaptılar. Kancalı halatlarla sıkı sıkıya bağladılar.Kanlı ve çetin bir muhârebe başladı ve saatlerce sürdü. Düşman kalyonları yok olduğu takdirde Venedik donanmasının sevk ve idâresinin de bozulacağını tahmin eden Burak Reis, kendi gemisinin barutluğunu ateşlemeye karar verdi. Böylece kendi gemisiyle berâber kendisine rampa yapan çok kuvvetli Venedik kalyonlarını da yok edecekti. Son nefesine kadar çarpışan leventler, gemiyi neft ile tutuşturdular. Düşman gemilerini de neftlediler. Rüzgârın hızlı olması sebebiyle yangın düşman gemilerini de sardı.Çok geçmeden, deniz ortasında, siyah dumanlarla karışık kızıl alevler içinde Burak Reis ve arkadaşları şehid olurken, düşman donanmasının önemli bir kısmı da yok oldu. İnebahtı yolu da Osmanlıya açıldı. Türk denizcileri Modon limanının güneyindeki Sapienza Adasına Burak Reis Adası adını vererek kadirbilirliğin güzel bir örneğini verdiler
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:47:50
PAŞAM SİZ HAKSIZSINIZ! 

Salı, 26 Temmuz 2005
II. Meşrutiyet Devrinde bir paşa, dostlarından biriyle satranç oynamakta; diğer müsâfirleri de, onları heyecanla seyretmektedir. Bir ara bir hamle hakkında ihtilaf doğunca, paşa müsâfirlerine sorar:— Yâhu oyunu seyrediyordunuz! Kim haklı, kim haksız söyleyiniz! der.Müsâfirler, paşanın haksız olduğunu söylemeye cesaret edemedikleri için, susmayı tercih ederler. Tam o sırada odaya giren zurafâdan (yani zarif, nâzik, nüktedân, hoş konuşmayı bilen zekî kimselerden) bir zât,— Paşam, der, siz haksızsınız!— Peki ama, der paşa, siz henüz geldiniz, bir şey görmediniz ki!Adam hiç tereddüt etmeden cevap verir:— Eğer haklı olsaydınız, bu kadar insan suâliniz karşısında susmazdı!
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:48:04
RUMELİ HİSARININ ŞEKLİ 

Çarşamba, 27 Temmuz 2005
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u almadan önce Boğaz’ın Avrupa yakasındaki en dar yerine, Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Anadoluhisarı’nın tam karşısına boğazları kontrol altına almak için bir hisar yaptırmak isteğindeydi... Buna paralel olarak da 24 Nisan-28 Ağustos 1452 tarihleri arasında 30.000 metrekare alan üzerine ve 17 kulesi birbirine bağlı olan Rumelihisarı’nı yaptırmıştır... Ne var ki Fatih, devrin ünlü mimarı Muslihuddin Ağa bu eserin planlarını çizerken gece gündüz onun başında durarak ona nezaret etmiştir... Fatih özellikle kulelerin yerleri ve hisarın iç düzenlemesi için her yerin konumunu arazi arızalarına uyum göstermeksizin ayrı ayrı belirtiyordu... Fatih’in maksadı neydi?.. Niçin planları Muslihuddin Ağaya bırakmıyor da konumlar üzerinde ısrarla duruyordu...İlliyet kanunlarına göre bunun bir sebebi olmalıydı... Günümüz araştırmacıları, Rumelihisar’ı üzerinde havadan bir inceleme yaptılar. Çok garip ama bir gerçek ortaya çıkmıştı, çünkü yaklaşık 500 metre yükseklikten, deniz tarafından bakıldığında Rumelihisarı’nın konumu, Osmanlıca bir tür el yazısı şekli olan Hattı-Küfi ile yazılmış “Muhammed” kelimesi yazıyordu...Fatih’in bu işin üzerinde titizlikle durmasının mühim sebepleri varmış demek ki! Peki bu sırrı Fatih’e kim, nasıl ve neden vermişti?.. Fatih bir rüya görmüş, ona İstanbul’u alacağı müjdelenmişti, belki Rumelihisarı’nın teknik planları da bildirilmişti, çünkü bu görünümün tesadüf ihtimali oldukça azdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:48:21
ÇIRAĞAN VAK�ASI

Perşembe, 28 Temmuz 2005
Sultan Abdülazîz Han zamânında yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt dışında kaldı. Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tâyin edildi. Mîzâc olarak meşhur olmaktan ve büyük mevkılere gelmekten çok hoşlanırdı. Her renge girerek çeşitli vazîfeler almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazîfesinden atılmıştı. Kendisi gibi, Sultan Abdülhamîd Han zamânında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrâfında toplandılar. Düşünceleri; hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murâd’ı tekrar tahta geçirmekti. Filibeli muhâcirlerden etrâfına topladığı epeyce bir kalabalık ile 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayına girmeyi başardı. Sultan Murâd bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı. Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa topladığı askerlerle derhâl isyancıların üzerine yürüdü. Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü. İki taraf da silah kullanınca kan döküldü. Silah sesleri Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan Sarayına asker sevk etti ve Sultan Murâd’ın kılına dokunulmamasını emretti. Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp, on yedi kişi yaralandı. Olay iki saat içerisinde bastırıldı. Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesîkalar İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, cemiyetine, hükûmet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak saldırı sırasında sağ ele geçenler dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezâlara çarptırıldılar. Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamîd’i sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesâfede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşmasını bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücâdele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamîd Hanı fevkalâde şaşırttı. Sultan alelâde bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesine inanamamıştı. Bu hareketin yurt dışında önemli bir teşkilâtın emri veya muvâfakatiyle yapıldığı tahmin edilmektedir. Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyânından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hâdisesi daha meydana geldi. Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad, ikinci defâ Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi. Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reîsi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstâdı âzamı idi. Üyelerinin büyük bir kısmı Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Kleanti, velîahdlığı zamânından beri Beşinci Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi Sultan Murad’ın annesinin câriyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların îtimâdını kazanan İbrâhim Edhem Paşanın sadrâzamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bâzılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı.Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü. Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde duvarlara Sultan Murad lehine beyânnâmeler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamîd’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi. Şubat 1878’de hazırlanan plâna göre su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile bîat merâsiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulemâ ve devlet erkânı da dâvet edilerek Sultan Murad tahta geçirilecekti.Komite bu plânını gerçekleştirmek için müsâid bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vak’ası meydana geldi. Başarısızlıkla netîcelenen bu vak’a komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi. SultanMurad’ı kaçırmak çârelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ komiteyi ifşâ etti. Komite üyeleri kaçırma hâdisesini hazırladıkları bir toplantı esnâsında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı. Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar. Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı berâberinde götürdü. Diğer üyeler yakalanarak serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler. Dîvân-ı harbin verdiği karâra göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi îdâma mahkum edildiler. Fakat Padişâh tarafından af olunarak cezâları on beş sene kalebentliğe çevrildi. Diğer âzâlar, komite ile irtibâtları ve faaliyetlerine göre sürgün ve hapis cezâlarına çarptırıldılar.Birinci ve İkinci Çırağan vak’alarında ortak noktalar mevcuttu. İki olay da SultanMurad’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulemâ, ordu ve devlet erkânının iştirâki olmadan tertip edilmiştir. Ali Süâvî olayında rol sâhibi olan üç kişi aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir. Ayrıca Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hâdisesinin yurt dışında önemli bir teşkîlâtın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir.                                         659. FATİH’İN RÜYASI Ordusuyla birlikte Otlukbeli’ne giderken bir gece harikuladebir rüya gören Fatih Sultan Mehmed Han, bunu sadrazamına anlattı: “Rüyamda, ya bayram ya da düğün gibi bir kalabalık ortasında bulunuyordum. Kalabalık arasından Uzun Hasan bir pehlivan kispeti giymiş bir şekilde ortaya çıkıp durdu: ‘Var mı benimle güreşecek kendine güvenen pehlivan?’ diye bağırmaya başladı. Bunları bana bakarak ve meydan okuyarak söylüyordu. Ben de bir pehlivan kispeti giyerek meydana çıktım. Dövüş sırasında bir aralık Uzun Hasan benim gafletimden yararlandı. Üzerime hücum ederek beni dizlerimin üzerine çökertti. O anda dünya başıma yıkılmıştı sanki. Uzun Hasan’ın ikinci hamlesini yapmasına fırsat bırakmadan ayağa kalktım. Bana yaklaştığında göğsüne öyle bir yumruk vurdum ki, dayanamayarak sırtüstü yere düştü. Hıncımı alamamıştım. Bir elimi göğsüne sokup ciğerinden bir parçasını koparıp yere attım. Bunun üzerine ter içinde ve heyecanla uyandım.” Sadrazam ise bu rüyayı şöyle yorumladı: “Rüya tabirini bilmem. Ancak buradaki ifadelerden önce bir sıkıntı çekileceğini, sonra ise bizim tarafın galip geleceğini söylemek mümkündür.” Bu tabire üzülen Fatih, aynı rüyayı diğer beylere de anlattığında onlar da sadrazamın tabirine hak verdiler. Gerçekten de Otlukbeli Savaşı, rüyayı tabir edenlerin söyledikleri gibi gelişti. Fatih’in kumandanlarından Has Murat Paşa, ordunun asıl büyük kısmını beklemeden düşmanla savaşarak yenilmiş ve askerlerinin çoğu ölmüştü. Kaçanlar ise ordunun büyük kısmına katılmışlar ve ikinci savaşta Osmanlı Ordusu galip gelmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:48:36
MALKOÇOĞLU VE ROMANYA�YI FETHİ

Cuma, 29 Temmuz 2005
Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında Kili ve Akkerman alınmış, Osmanlılar Boğdan prensliğiyle Karadeniz arasına girerek, Boğdan'ın deniz yolunu kapamışlar, bu sebeple prensliğin ekonomik varlığı tehlikeye düşmüştü. Boğdanlılar bu iki kalenin geri alınmasını düşündüler. Kalenin zabtından sonra, Akkerman'da kalmış olan bâzı Boğdanlılar, Boğdan prensine haber gönderip, onu kalenin alınması için davet ettiler. Boğdanlılar, kale muhafızları nın gafletinden istifâde ile ipler takarak bir kısmı kaleye çıktı. Bir kısmı da iplerin üzerinde iken muhafızlar haber alarak kaleye girenleri yakalayıp, diğerlerinin de iplerini kestiler. Boğdan beyinin bu hareketi üzerine Rumeli beylerbeyi Hadim Ali Pasa'ya Boğdan seferine çıkması emredildi. Hadim Ali Pasa 1485 Eylül'ünde Boğdan'a girdi. Boğdan prensi ise mukavemet edemeyeceğini anlayarak hem yardım istemek hem de hayâtını kurtarmak için Lehistan kralı Kazimir'in yanına gitti. Hadim Ali Pasa kuvvetleri döndükten sonra memleketine varan Boğdan prensi, 1486'da Kili ve Akkerman taraflarına tekrar taarruz etti. Bunun üzerine akıncı kumandanı ve Silistre sancakbeyi Malkoçoğlu Bâli Bey, Boğdan harekâtına me'mur edildi. Malkoçoğlu Bâli Bey'in Boğdan'a girmesi üzerine Boğdan prensi Stefan Çel Mare, Leh ve Macar krallarından yardım istedi. Onlar da bir takım yardımcı kuvvet gönderdiler. Prut nehri üzerine köprü kuran Malkoçoğlu Bâli Bey, kendi akıncılariyle orada durup timarlı sipâhî kuvvetlerini ileri gönderdi. Bu sırada düşman gözcü kuvvetleri, Malkoçoğlu üzerine baskın yaptıysa da hiç telaş göstermeyen bu tecrübeli kumandan, bir taraftan hücumlara karşılık verdi, diğer taraftan da bir kısım kuvvetlerini bayrakları ve mızraklariyle beraber pusuya yatırarak yanındaki az askerle bir müddet çarpıştı. Sonunda, pusudaki askerlerini birdenbire çıkararak, yeni kuvvet geldi zannıyla düşmanın maneviyâtini sarsıp, onlari bozguna uğrattı ve bir hayli ganîmet topladı. Boğdan prensi Stefan Çel Mare, Osmanlılarla basa çıkamıyacağını anlayınca; dört bin altın vergi vermek suretiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi.Lehistan kralı Jan Albert, Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan üzerine 1497 senesinde taarruz etti. Osmanlı hükümeti daha önce Lehlilerle imzalanmış andlasmanın hükmü kalmadığını ileri sürerek Silistre sancakbeyi ve akıncıbeyi Malkoçoğlu Bâli Bey'i 1498 senesi ilkbaharında kırk bin kişilik bir kuvvetle Lehistan'a yolladı. Malkoçoğlu'nun idaresindeki Osmanlı kuvvetleri, Turla yâni Dinyester suyunu nehir gemileri üzerine kurdukları köprüden geçerek Lehistan'a girdiler. Bâli Bey büyük oğlu Ali Bey'i askerine ardçı ve küçük oğlu Tur Ali Bey'i de öncü yaparak Leh topraklarında ilerledi. Dinyester üzerindeki Karkova veya Sorukhisarı daha içeride Dresni, Glagori, Cinanca, Gelebanya ile Leh kralının sayfiyesi olan Braklav kalelerini fethetti. Muhkem bir kale olan Radimin hisarı alınamadı. Bâli Bey burada kalarak, oğlu Tur Ali Bey ile Yahyâpaşazâde bâzı yerleri ele geçirdikten sonra geri döndüler. Hasan Voyvoda ismindeki bir akıncı beyi de, bir günlük yere akın yaptıktan sonra, bir çok ganimetle geri döndü.Bu sırada düşman, Dinyester nehri üzerindeki köprüyü yıkmış, köprüden sonra geçilecek olan dar derbendi (vadiyi) tahkim etmis ve Bâli Bey'in dönüş yolunu kapatmıştı. Mevsimin ilerlemesi sebebiyle geri dönmeye hazırlanan ve köprünün yıkıldığını haber alan Bâli Bey, Hasan Voyvoda'yi gönderip Dinyester nehri üzerine yeni bir köprü kurdurdu. Köprü geçildikten sonra iki gün içinde cereyan eden çarpışmalar neticesinde derbend zapt olunarak, asker orayı selâmetle geçti. Daha sonra, bâzı zor durumları da tecrübesi ve cesaretiyle aşan Bâli Bey, Akkerman yoluyla huduttan içeri girdi. Bu sefer de pek çok ganimet elde edilmiş, sefer esnasında hizmet ve sadâkat gösteren Boğdan voyvodasi Stefan Çel Mare, samur kürklü hil'at, beylerbeyliği rütbesi ile iki tuğlu sancak ve bir de başına giymek üzere yeniçeri orta kumandanlarının serpuşu olan ve kuka denilen tüylü serpuş ile taltif olundu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:48:51
EVLİYA ÇELEBİ

Cumartesi, 30 Temmuz 2005
Sesi de güzel olan Evliya Çelebi, 1630'da, bir Kadir Gecesi, Ayasofya Camii'nde mukabele okurken, Sultan IV. Murat'ın, dikkatini çekmişti. Maiyetiyle camiye gelen Sultan, sesine hayran kaldığı bu genci sormuş, hakkında bilgi almıştı. Silâhdar Melek Ahmed Paşa'nın da aracılığıyla musahip olarak sarayda hizmete alınmasına irade buyrulmuştur. Evliya Çelebi'ye devlet kapısında memuriyet verilmesine aracılık eden Silâhdar Melek Ahmed Paşa, Evliya’nın teyzesinin kocasıydı.O günden sonra dört yıl süreyle sarayda padişah musahibi olarak kalmış, sonunda sipahiler zümresine katılarak, 1640 yılında meşhur seyahatlerine başlamıştı. Kendi ifadesine göre, bir gece düşünde, Ahî Çelebi Camiine gitmiştir. Burada Hazret-i Peygamberi sahabesiyle birlikte görmüş, Peygambere hayran kalarak mübarek ellerini öpmüş: “Şefaat Ya Resulûllah!.” diyeceği yerde, heyecandan dili dolaşmış: “Seyahat Ya Resulûllah!.” diyerek ondan seyahat dilemiştir. Şefkatli ulu Peygamber, onun her iki dileğini de yerine getirmiştir. Bu mutlu rüyadan sonra, gezilerine başlayan Evliya Çelebi, önce İstanbul'un bütün cami ve türbelerini, kahvehane ve divanlarını dolaşmış, gördüklerini, öğrendiklerini bir bir defterine geçirmiştir. Daha sonra Bursa ve İzmir'e gitmiş, ardından Trabzon'a yolcu olmuştur.Evliya Çelebi, kendi anlattığına göre, daha 19 yaşındayken, İstanbul civarında, yürüyerek dolaşmadık yer bırakmamıştır. Gezip gördüklerini, o tatlı sohbetinde anlatırken, oturup bunları yazmak aklına gelmiş ve o günden sonra bütün hâtıralarını kaleme almaya başlamıştır. İşte, ünlü Seyahatname’si böylece doğmuştur.Artık, Evliya Çelebi için bütün kapılar açılmıştır. Askerî seferler, resmî görevler, elçilikler onun için tam bir fırsattır. 1650 yılında, büyük saygı beslediği, aynı zamanda akrabası olan Melek Ahmed Paşa'nın sadrazam oluşu, daha sonra onun azledilerek Rumeli Beylerbeyliğine tayin edilişi ile birlikte gezmek, görmek imkânını bulmuş, gezileri Osmanlı Devleti sınırlarını da aşmıştır.Kendisini (Seyyah-ı âlem ve nedim-i beni âdem Evliya-yı bî-riyâ) yani (Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyâsız Evliya) diye takdim eden Evliya, gördüklerini tatlı üslûbu içinde, biraz da abartarak yazmış, seyahat edebiyatımıza ölümsüz bir eser kazandırmıştır. Ziyaret ettiği yerlerin tarihçesi, eski eserleri, halkının yaşayış tarzı, folkloru, gelenekleri, giyimleri, sanatları, inançları, ne varsa seyahatnâmesinde dile getirilmekte, bu arada günlük, olaylar, bu olayların yorumu da yer almaktadır. On büyük ciltte toplanan Evliya Çelebi Seyahatnâmesi bir kültür, sanat ve inceleme hazinesi olarak büyük önem taşır.Evliya Çelebi'nin soyu, Kütahya'ya uzanır. Seyahatnâme'sinin altıncı cildinde, aile kökünün Germiyanoğulları'ndan Yakup Bey'e, onun sülâlesinin de Ahmet Yesevî'ye ulaştığını yazar.Evliya Çelebi 70 yılı aşkın bir hayat yaşamış ve bu ömrünün 50 yılını seyahatlerde geçirmiştir. Üç yüz yıl önceki Osmanlı İmparatorluğunun hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezen Çelebi'nin, yabancı ülkelere de bol bol seyahat ettiği, ünlü Seyahatname’ sinden öğrenilmektedir. Gittiği başlıca yerler şunlardır: Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Macaristan, Transilvanya, Moldavya, Polonya, Avusturya-Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran.Dolaştığı yerlerin âdetlerini, yaşayışlarını, çarşı-pazar bütün binalarını, ünlü kişilerini, tarihçelerini ve lisanlarını kendine has, samimî üslubuyla ve pek meraklı bir biçimde incelemiş olan Evliya Çelebi'nin zaman zaman hurafe, efsane ve mübalâğalara da geniş bir şekilde yer verdiği görülür. Zaten bunlar, onun eşsiz eserine bambaşka bir renk katmıştır.Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, bu üslûp üzerine köy, kasaba, şehir devam eder, bazen at üstünde, bazen gemiyle, ülkeler aşılır. Bir macera romanı gibi, okuyucuyu sürükler. XVII. yüzyıl tüm yaşantısıyla Evliya Çelebi'nin ekranında görünür. Bu büyük eser, başka milletlerin de dikkatini çekmiş, üzerinde birçok incelemeler yapılmış, 10 dan fazla yabancı dile çevrilmiştir.Evliya Çelebi'nin ne zaman öldüğü, nerede gömülü olduğu belli değildir. Araştırıcılar onun 71 yaşlarında, 1682 yıllarına doğru İstanbul'da öldüğünü kaydederler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Ocak 23 2009, 00:49:08
SEYDİ ALİ REİS

Pazar, 31 Temmuz 2005
Seydi Ali Reis, Galata'da doğdu. Doğum tarihi belli değildir. İstanbul'un fethinden sonra Sinop'a yerleşen denizci bir ailenin oğluydu. XVI. yüzyılın güçlü denizcilerinden olan Seydi Ali Reis gençliğinde iyi bir öğrenim gördü. Denizcilik üzerine bilgileri küçük yaşta edinmişti. Arapça ve Farsça öğrenmiş, metematiğe, astronomiye ve fiziğe karşı büyük bir merak sarmıştı.Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. 1522 yılında Rodos seferine katılan Seydi Ali Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrinde bir çok deniz seferine çıktı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze Savaşı'ndan sonra adı daha çok duyulmaya başladı. Trablusgarp'ın fethi ile biten harekatta Kaptan-ı Derya Sinan Paşa ve Turgut Reis’in emrinde çalıştı. Basra'da, bir Osmanlı donanmasını Süveyş'e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edildi. Seydi Ali Reis 34 parçalık Portekiz donanması ile Güney Arabistan sahillerinde karşılaştı. Fırtınaya ve şiddetli düşman taarruzuna rağmen Demen kalesi önüne gelebildi. Burada karaya oturan üç gemiden sonra, elinde kalan altı gemiyle birlikte Güceret'in başkenti Ahmedabat'a gitti. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis, gemileri ve mühimmatı Güceret hâkimine satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı. Daha sonra karadan Hindistan, Afganistan, Türkistan, Azerbaycan ve İran yoluyla İstanbul’a geldi. Bu seyahati Mir’atü’l-Memâlik adıyla eser haline getirdi.1557 yılında İstanbul'a döndüğünde, mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar yüzünden suçlu görülmedi. Önce müteferrika yapıldı. Ardından Diyarbakır Tımar Defterdarı tayin edildi. Bir süre Şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı. Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu. Seydi Ali Reis, 1562 yılında İstanbul'da öldü.Seydi Ali Reis’in coğrafya, astronomi ve matematik alanında çeşitli eserleri vardır. Eserlerinden birisi Muhît, diğeri de Mir’atü’l-Kâinât adını taşır. Ayrıca Ali Kuşçu’nun astronomiye ait bir eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Seydi Ali Reis’in eserleri Avrupa’da da ilgi görmüş ve Almanca’ya çevrilmiştir.1562’de ölen Seydi Ali Reis’in birçok şiirleri de vardır. O hem âlim, hem sanatkâr
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:53:09
KEMAL REİS

Pazartesi, 01 Ağustos 2005
Tarihçi Alî’nin yazışına göre Kemal Reis Eğriboz Azepler Reisi iken Dip Frengistan’a gitmiş ve bütün sahillerdeki kaleleri vurmuş, gittikçe gemisi çoğalıp levent mellahlarına başbuğ olmuştur. Frenk kıyılarının hakimleri onun korkusundan şaşkına dönmüşler. Bir gece Malta adasına varmış ve bir yol bulup adadaki Beyin oğlunu esir almış, onu bir çok kumaş yükleriyle birlikte önce Gelibolu’da Arnavut Sinan Beye ve onun tavsiyesi ile İstanbul’a saraya getirmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki şöhreti bu hadise ile başlamış görünüyor. Kemal Reis Gırnata’da Beni Ahmer hükümdarlarının sonuncusu olan Mevlâ Hasan’ın Osmanlı devletinden imdat istemesi üzerine donanma ile İspanya sularına gitmiş, nümayişler ve vurgunlar yaparak oralara korku salmıştı. Bu sırada Kristof Kolomb’un Amerika’dan dönen gemilerini ve tayfalarını üçüncü dönüşlerinde esir etmiştir. Bunun delili Amerika keşfine üç defa iştirak etmiş Portekizli bir kölesi bulunması ve Kristof Kolomb’un el yazması haritalarını da ele geçirmiş olmasıdır. Sonraları Pirî Reis Amerika haritasını yaparken bundan istifade etmiştir. Meşhur coğrafyacı Pirî Reis, Kemâl Reis’in kardeşinin oğludur. Kemal Reis, İkinci Bayezid zamanındaki İnebahtı, Modon seferlerinde ve Mora sahillerini Venediklilerden alınması sırasında büyük yararlıklar göstermiştir. İkinci Bayezid tarafından Hicaz’a gönderilen hediyeleri Kemal Reis Mısır’a götürmüştü. Bu sıralarda Şehzade Korkut da Mısır’a kaçmış ve iade olunmuştu. Şehzadeyi getiren Mısır gemileri dönüşte Anadolu’dan kereste götüreceklerdi. Rodos Şövalyeleri Marmaris önlerinde bu gemileri esir aldılar. Kemal Reis de bu şövalyelere hadlerini bildirmek üzere Gelibolu’dan bir donanma ile yola çıktı. Bir Macar dönmesi olan tersane reisi, çürük bir gemiyi boyayıp süsleyerek Kemal Reise vermişti. Çürük gemi Rodos önlerinde ikiye bölündü ve böylece büyük denizci kubbesi gök olan bu engin mezara gömüldü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:53:30
KOCA YUSUF

Salı, 02 Ağustos 2005
Koca Yusuf yalnız Türk güreşinde değil, güreş dünyasında da büyük bir zirvedir. Er meydanları Koca Yusuf'u, güreş tarihimizin en büyük pehlivanlarından biri olan ve 26 yıl Kırkpınar'ın başpehlivanlığını elinden bırakmayan ünlü Kel Aliço'nun karşısında tanıdı ilk kez. 27'inci yılda da başpehlivanlığı rakipsiz alacağını umarak Kırkpınar'a gelen Kel Aliço burada “Başa güreşeceğim” diyen Deliormanlı Yusuf isminde körpe bir çocukla karşılaştı. Herkes er meydanlarının pek yaman kurdu Kel Aliço'nun bu “tüysüz kızan”ı karşısına çıktığına pişman edeceğini umuyordu. Ancak Deliormanlı Yusuf, öylesine yaman bir güreş çıkarıyordu ki, buna Kel Aliço da şaşırmış ve güreş alemindeki meşhur gaddarlığını dahi ortaya koymaktan çekinmemişti. Ancak saatler uzayıp gittiği halde Aliço neticeyi lehine çeviriyordu. Üstelik ilerlemiş bir yaşta bulunan ünlü pehlivanda yorgunluk alametleri başgöstermeye başlamış ve durumu tehlikeye düşmüştü. 26 yılın başpehlivanı Aliço'nun böyle bir pehlivana yenilerek güreş dünyasındaki tahtını kaybetmesine kimsenin içi razı gelmiyordu. Havanın kararmasını fırsat bilenler güreşi yarıda bıraktırmak istediğinde Aliço'nun gür sesi er meydanını kapladı: –A be burası Kırkpınar'dır...Er meydanıdır buncağız. Burada yenişene kadar güreş tutulur. Zift fıçıları, çıralar ne güne duruyor? Tutuşturun oncağazları... Pişmiş güreş bırakılır mı hiç? Bu kızancağıza yenilmek kaderimde varsa bırakın yensin beni...Hem ben artık bu er meydanların dan çekileceğim. Aliço'yu yenmek talihini bir daha bu Yusufcağız nerede bulacak? Aliço'nun bu sözleri Yusuf'u öylesine duygulandırmıştı ki, gözyaşlarını tutamadı ve büyük ustanın eline sarılıp öptükten sonra titrek bir sesle ona adetâ yalvardı: –Ustaların ustası, pehlivanların pehlivanı, koçyiğit ağam benim! Gel bırakalım şu güreşi. Sözlerinle yendin sen beni. Elimde ayağımda derman komadın. Bu söylediklerinden sonra ben seni tutamam gayri. İstersen sen tut beni, vur sırtımı yere... Aliço da meydanı çevreleyen kalabalığı teşkil edenler gibi çok duygulanmıştı. Nerede ise ağlayacaktı. Deliormanlı Yusuf'un alnına sıcak bir bûse kondurdu: – Bu meydan bundan sonra senindir artık. Senin gibi bir pehlivan ortaya çıktıktan sonra gözüm arkada kalmadan ayrılacağım buralardan. Ödül de, başpehlivanlık da senindir. İkisine de güle güle sahip ol. İkisi de sana helal olsun oğul, dedi. Ve o günden sonra Türk güreşinde Koca Yusuf'un devri başladı. Er meydanlarında kasırgalar koparıp rakip tanımayan bir kuvvet olarak ortaya çıkan ve yalnız cüssesinden ötürü değil, güreş değerinden ötürü de “Koca” sıfatını alan büyük Türk pehlivanı yenecek rakip bırakmadı. Bunu fırsat bilen açıkgöz organizatörler onu Avrupa'ya götürdüler. Avrupa'dan sonra Amerika'da yaptığı güreşleri de kazanan ve dünyanın en ünlü pehlivanlarını sıraya dizen Koca Yusuf'a Amerika'da milyoner bir kadın aşık olmuştu. Bu kuvvet timsalinden çocuk sahibi olmak istiyordu. Yusuf bunu işittiği zaman, “Ben buraya damızlık gelmedim” diye kükredi. Avrupa ve Amerika'daki güreşlerinden 800 altın kazanmıştı Koca Yusuf. Bunları kemerine yerleştirip Fransız bandıralı La Bourgogne varupu ile yurda dönerken bindiği gemi Atlas Okyanusu'nda sis yüzünden İrlanda bandıralı Cromartyshre gemisiyle çarpıştı. 721 yolcunun bulunduğu La Bourgogne, kaşla göz arasında sulara gömülüvermişti. Bu kez denizin içinde bir panik başlamıştı. Denize dökülenler, filikalara atlayıp canlarını kurtarmak istiyorlardı. Koca Yusuf da can havliyle bir filikanın kenarına yapışmıştı. Filika'da bulunanlar onun heybetli vücudu ile sandalı devirmesinden korktular. Önce yüzüne, kafasına kürekle vurmayı denediler. Fakat dev yapılı adamın çelik pençeleri sanki filikaya kilitlenmişti. Yarılan kafasından ve suratından akan kanlar posbıyıklarının üzerine doğru iniyordu. Onun bu hali filikada bulunanlara daha büyük bir dehşet vermişti. İçlerinden canavar ruhlu bir tanesi filika içinde bulunan ve ipleri kesmek için kullanılan ufak bir baltayı kaptığı gibi o çelik pençelere vahşi bir ihtiras içinde rastgele indirmeye başladı. Bileklerinden kesilip kopan o çelik pençeler gevşedi ve Koca Yusuf'un o dev vücudu Atlantik Okyanus'unun derinliklerine doğru gümülüp gitti...
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:53:45
İDRİS BABA VE HASAN PAŞANIN HIRKASI 

Çarşamba, 03 Ağustos 2005
Tarihçi Peçevi, kitabında şöyle bir hadise nakleder:Memlektim olan Peç kasabasından Bosna’ya gitmem icab etti. Kasabamızda İdris Baba derler, kerametleri görülmüş bir zat vardı. Yola çıkmadan evvel onu ziyaret edip duasını alayım dedim:-Ben Bosna’ya gidiyorum. Bir şey ısmarlar mısın baba?-Ismarlarım ya!... Oraya gidince Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa’ya selam söyle. Şimdi sefere çıkmak üzeredir. Her nereye giderse yüzü ak olsun. Ervah, Evliya ve Büdela kendisine yardımcı ve onunla beraber dir. Hatta Hazret-i Ali askeri de onunla beraberdir, dedi. Orada, benim le beraber yola çıkacak olanlardan biri:-Bir nesne ister misin Baba, getirelim, deyince:-Hırkam eskimiştir. Bir hırkacık isterim, dedi. Hemen yola çıktık. Daha Saraybosna’ya gelmeden, Banya Luka’ya uğradık. Orada gördük ki, bayraklar açılmış, tuğlar ve sancaklar çözül müş, Osmanlı askeri alay alay dizilmiş ve Hasan Paşa’nın atı hazırlan mış. Demek ki, Hasan Paşa, sefer hazırlığı için Saraybosna’dan buraya gelmişti. Ağaları ve kapıcıbaşıları beni tanırlardı. Zigetvar muhasara sına gittiği sırada Peç’deki çiftliğimizde kalmışlardı. Adamları hiç tereddüd etmeden beni alıp huzuruna götürdüler. Hasan Paşa, kılıcını kuşanmış, çizmesini giymiş halde divanhanesi şehnisinde oturuyordu. Beni görünce iltifatlarda bulundu, hal ve hatır sordu. Ne zaman ki söz söylemek fırsatını buldum, İdris Babanın haberini ve sözlerini anlattım. Onun sözlerinden çok haz etti ve:-Ne dedi? Diye defalarca sordu. Belki on defadan fazla tekrar ettirdi. Sonra yerinden kalkarak, gayet kıymetli hırkasını getirtti. Yanına bir kese de altın koyarak bu fakire verdi ve:-Eğer kabul buyururlarsa, bunu İdris Babaya götür, dedi. İdris Babanın bu kerametini de gördükten sonra ona olan muhabbet ve hürmetimiz daha da arttı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:54:03
BEN YERİMDEN BİR ADIM BİLE KIPIRDAMAM

Perşembe, 04 Ağustos 2005
Birinci Dünya Savaşı'nda, Çanakkale'nin düşmanlar tarafından zorlanması üzerine ittihatçıların telâşlandığı biliniyordu. Bu bakımdan hükümet bâzı tedbirler almayı tasarlıyor du. Meselâ Sultan Reşad’ı Dolmabahçe Sarayı'ndan, eski pâdişahı da (Sultan Hamid) Beylerbeyi Sarayı'ndan kaldırıp, bunların düşman eline geçmeyecek şekilde Anadolu şehirlerine götürülmesi İttihatçıların tasarıları arasındaydı. Sultan Reşad hükûmetin her dediğine boyun eğecek yumuşaklıkta bir insandı. Bu bakımdan onun rızasını almak problem olamazdı. Çetin mesele eski pâdişah Sultan Hamid'in İstanbul'dan Anadolu'ya götürülmesine rıza gösterip göstermeyeceği üzerinde toplanıyordu. Onunla bu temasın gizli yapılması gerek ti. Hattâ o kadar gizli yapılması lüzumluydu ki, bu konuda aracı kullanılması bile mahzurluydu. Sultan Abdülhamid'le temaslar, Sadrâzam Talât Pasa ile Başkumandan vekili Enver Paşa tarafından yapılmıştı. Oğlu Âbid Efendi bu konuyu şöyle özetledi:"- Paşalar babamı, gece kimsenin göremeyeceği saatlerde ziyaret ettiler. Annemle Sultan Hamid'in diger hanımları ve hizmetkârları, böylesine ânî ve gece karanlığında yapılan ziyaretten fazlasıyla endişelendiler!.. Hattâ babama bir su'i-kast yapılacağı şüphesine düştüler, korku içerisinde titreşip durdular. Ben yanlarındaydım. Sahilden gelen paşaların babamın odasına girmelerini, bütün şiddetiyle çarpan kalbimle izledim. Talât Paşa ile Enver Paşa babamın bulunduğu odaya girdiler. Her ikisi de, eski bir pâdişah olan babama -sanki günün hükümdarı imiş gibi- yerlere kadar temennalarla ilerledi. Tarifi ancak görülmekle mümkün olabilecek aşırı bir saygıyla, hattâ riya dolu bir saygıyla elini öptüler. Kapı aralığından iyice gözetleyebildim. Babam Abdülhamid onları ayakta, fakat hiçbir zaman bulunduğu yerden ilerlemeyerek karşıladı.O gün devleti parmaklarında ve dudaklarında tutan bu iki ünlü paşanın beklenmedik ziyaretleri, hele önceden tahmini mümkün olmayan protokol kaidelerinin üstünde aşırı hürmetleri karşısında, babamın zerre kadar şaşırmadığını ve ziyaretçilerine karşısındaki koltuklara oturmaları için eliyle yaptığı isareti bugün olmuş gibi hatırlıyorum.Ben o anda, bu ziyaretin sebebini bilmeden, merak içinde olan annemle; babamın diğer hanımının birlikte bulundugu odaya koştum. Onlara endişe etmemelerini söyleyerek gördükleri mi çarçabuk anlattım. Paşaların jestini ve aşırı saygılarını öylesine heyecanla anlatmış olacağım ki, bundan kendine göre bir mânâ çıkartan annem Naciye Sultan (1887-1923): "Allah büyüktür. İnşaallah Sultanımı tekrar tahta davet ediyorlar" dedi.Ancak, paşaların babamın yanında uzunca müddet oturduklarını biliyorum. Bu misafirlere o gece, Beylerbeyi Sarayı'nda neler ikram edildiğini unutmuş olacağım.Misafirler gittikten sonra Kadın-Efendiler, Muhafız Beyler ve yakın hizmetkârlar odalarda bu ziyaretin neticesini yorumlamaya çalıştılar. Bir gün sonra öğrendik ki, Talât Paşa ile Enver Paşa, Çanakkale'deki savaşın muhtemel kötü neticelerinden bahsetmişler. Sultan Reşad'la babamın ve Veliahdın Anadolu'ya götürülmeleri plânını açıklamışlar. Eski hükümdardan, tecrübeleri nedeniyle mütalâsını sormuşlar. Sonradan babamın anlattığına göre, paşaları büyük bir sükûnetle dinlemiş. Onlara şahsî görüsünü ve tavsiyesini aşağı yukarı şu sözlerle bildirmiş:"- Ben yerimden bir adım bile kımıldamam ve bir yere gitmem. Biraderim Pâdişah (Sultan Reşad) için de tavsiyem, saraydan asla ayrılmamasıdır. Allah göstermesin bir ayrılık hem ordunun, hem milletin mânevîyyatını bozar. Yenilmek mukadderse bu ayrılık onu çabuklastırır.Ben pâdişah iken, Balkan milletleriyle toprağımızda gözü olan ve ülkemizi parçalamak isteyen büyük devletlerle daima barış yolunda yürümeye çalıştım. Pâdisahlıktan ayrılırken yeni idareye miras olarak büyük bir vatan toprağı bırakmıştı. Bu değerli topraklar gün geçtikçe düşmanlarımızın eline geçti. Kala kala elde bugünkü toprağımız var. Şayet Çanakkale'de tutunamazsanız, bu durumunuz İstanbul'un düşman eline geçmesine hizmetten baska bir şeye yaramaz.Ben, büyük ceddim Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri'nin zaptedip milletimizin gözbebeği haline gelen ve devletimizin merkezi olan İstanbul'u düşman işgâli altında görmektense, toprağın altına girmeyi ve onların kurşunları ile bu sarayda ölmeyi tercih ederim. Biraderimin (Sultan Reşad'ın) İstanbul'u terk etmesi yolundaki tavsiyenize gelince, bu husus tarihimize büyük bir leke olarak geçer. Bundan kat'i olarak vazgeçilmesini tavsiye ederim."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:54:19
SULTAN II. ABDÜLHAMİD�İN VEFATI

Cuma, 05 Ağustos 2005
Oğlu Âbid Efendi, babası Sultan Abdülhamid'in son günlerini ve vefatını şöyle anlattı:"- Ölümü, normal bir ölümdü. Zaten yetmiş altı yaşına gelmiş, saltanatı günlerinde de çok tehlikeli olaylar geçirmiş, su’i-kastten kurtulmuş, hele sürgünde yaşadığı yıllarda memleketin ve milletin savaslarla uğradığı toprak ve insan kaybından büyük üzüntü duymuş, her gün yeni bir felâket işittikçe içi içine sığmaz olmuştu!.. İttihatçıların tedbirsizliği yüzünden, koca Rumeli’den İstanbul’a doğru atılmamızı, Arnavutluğun, Trakya’nın bir bölümünün kaybı, Afrika’daki Trablusgarb olayı, Mekke ve Medine gibi Müslümanlığın ocağı olan mukaddes yerlerin kaybı, münbit Mezopotamya’nın elden çıkışı, Suriye’nin karışıklığı babamı son derece üzmekteydi... İleri yaşının normal sayılan hastalıklarına dişini sıkarak katlanabiliyordu. Ancak, memleketin o günkü haline, ecdâd kanlarıyla yoğrulmuş imparatorluk topraklarının erimesine, savaşlarda kaybedilen insanlara öylesine üzülüyordu ki, bu felâket haberlerinin çöküntüsü içersinde âdeta ölümü bekler olmuştu!.. Babam Abdülhamid’in cenaze merasimi de hiç unutamayacağım hazin hâtıralarım arasında mühim bir yer alır. Kat’iyyetle iddia edebilirim ki, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ölen hiçbir pâdişaha bu kadar büyük merasim yapılmamıştır. Oysa, babam öldüğünde hükümdar değildi. Bir fetvâya dayanılarak Parlâmento kararıyla tahtından uzaklaştırılmış, gözaltında tutulan eski bir pâdişahtı. Hükûmet ve millet üzerinde hiçbir tesiri yoktu. Hattâ genis bir topluluğun gözünde, pek de lehinde, olmayan kötülüklerin töhmeti altında bulunuyordu!.. Öyle olmasına rağmen cenazesinde bütün İstanbul sanki ayakta onu uğurluyordu. Sultanahmed’ten Divanyolu’na eller üstünde götürülen tabutunu pencerelerden ve çatılardan izleyen kadınların gözyaşları, gelenin gideni çok çok arattığının bir işaretiydi." Ölmeden bilinmedi kadri babam Abdülhamid Hân’ın Hiç kimseye bâkî değildir itibarı bu fani cihanın (Sultan Hamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:54:33
OSMANLILARIN MÜSLÜMAN DEVLETLERE SİLAH YARDIMI

Cumartesi, 06 Ağustos 2005
1509'da Memlük Sultanı Kansu Gavri, Portekizliler ile Kızıldeniz'de savaşmak için gerekli donanma malzemesini ve ateşli silahı Osmanlı Devleti'nden istemişti. Osmanlı Devleti de, 1511 yılında, 400 top, 40 kantar barut ve bir miktar bakırdan olusan bir yardım yaparak Memlükları Hristiyan Portekizlilere karşı desteklemişti. Bu yardımlar arasında gemi yapım malzemesi yanında asker ve arkebüzler (uzun namlulu tüfek) de bulunmaktaydı. Diğer taraftan İslam dünyasında ateşli silahların kullanımında önemli bir yeri olan Memlüklar, Kansu Gavri devrinde bir reform teşebbüsünde bulunmuşlarsa da Ridaniye'de, Osmanlilar karşısında mağlup olmaktan kurtulamamışlardı. Osmanlılar, Habeşistan'daki Müslüman lider Sultan Ahmed Gran'a 1527 ve 1542 yıllarında bölgedeki Hristiyan lider ve onun destekçisi Portekizlilerle savaşmak üzere birçok ateşli silah ve top yardımı yapmıştı. Sumatra'da Osmanlı Sultanı adına hutbe okuyan Açe Sultanı'na da, Hollandalılar ve Portekizlilerle savaşması için gönderilen yardım gemileri İstanbul'dan yola çıkmış, ancak Yemen isyanı sebebiyle bu yardım yerine ulaşamamıştı. Bunun yerine Osmanlılar, bir grup topçu ustasını Açe'ye göndermişlerdi. Bu top ustalar, burada 200 kadar bronz top dökerek Malakka'da Açe Sultanı'nın Portekizlilerle savaşında muvaffakiyetini sağlamışlardı.Hindistan'da Osmanlı topçularının ayrı bir yeri ve önemi vardı. Sultan Bahadur Şah'ın emrinde çalışan Selman Bey'in yeğeni Mustafa Bayram, Rumî Han ve kölesi Hoca Sefer Selman da Hüdavend Han ünvanlarını almışlar ve bu bölgede oldukça büyük bir üne kavusmuş lardı. Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Hind Şahı'nın isteği üzerine oraya giden İstanbullu Hüseyin Han'ın dökmüş olduğu Maliki Meydan adlı 42 ton ağırlığındaki bronz top 1685 yılına kadar kullanılmıştır.Osmanlıların askerî yardım gönderdiği diğer bir Müslüman devlet Afrika ülkesi olan Bornu Devleti'dir. En parlak dönemini May İdris Elevma (1571-1603) döneminde yaşayan ve gücünü İslam'ın çevreye yayılması için kullanan bu devlet lideri, 1576 yılında III. Murad'a bir elçi göndererek itaat bildirdi ve Osmanlı Devleti'nden askerî ve teknik yardım istedi. Trablusgarb Beylerbeyliği vasıtasıyla yapılan yardımda birçok tüfek ve tüfekçi gönderilmiştir. Elevma, bu yardım sayesinde, çakmaklı tüfeklerle donatılmış bir ordu kurmuştur.Osmanlılar, İstanbul'un fethini müteakip çok sayıda ateşli silahlarla mücehhez bir ordu kurarak dünya devletleri arasında ciddi ve caydırıcı bir güç halini almaya başlamışlardı. Bu gücü onlara sağlayan faktörlerden birisi olan ateşli silahlardaki üstünlükleri sayesinde batıdaki ve doğudaki düşmanlarına karşı pek çok mücadelede muvaffak oldular. Onyedinci asrın orta larına kadar hiçbir İslam ülkesi ateşli silah teknolojisinde Osmanlıların gücüne erişememişti. Avrupa devletlerinin ise Osmanlıları yakalamaları ancak bu asrın başlarında gerçekleşebilmiş tir. Çağın savaş teknolojisini çok iyi takip eden ve bunu en iyi sekilde kullanan Osmanlılar, bu teknolojinin Müslümanların dünyanın dört bir yanında muvaffak olmaları adına kullanılmasında elinden gelen yardımı esirgememiştir. Bir taraftan kendisi Avrupalı düşmanları ile çarpışırken, bir taraftan da, Afrika'dan Sumatra'ya, oradan Asya'nın ve Hindistan'ın ortalarına kadar hakimiyetleri dışındaki çok büyük bir coğrafyaya ateşli silah ve asker yardımı yaparak Müslüman devletleri gayri müslim düşmanları karşısında desteklemiştir. Dünya'nın üçte birine fiilen hakim olan Osmanlılar diğer üçte birinde de, kendilerine sevgi ile bağlanan ülkeler sayesinde söz sahibi olmuşlardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:54:47
SULTAN I. MURAD HANIN OĞULLARININ SÜNNET DÜĞÜNÜ

Pazar, 07 Ağustos 2005
Sultan Murad, Avrupa'da fetihlere devam etmek üzere Bursa'dan hareket etmeden önce üç Şehzadesi Bâyezid, Yakub ve Savcı'nın sünnet düğünlerini yaptı. Gerek bu düğün gerekse Bursa'da yapılan eserler hakkında Hoca Saadeddin Efendi, şu bilgileri vermektedir:Anlatıldığına göre bu mutlu günlerde Bizans İmparatoru, Yalova sahillerini yağmalamak ve İslâm topraklarına zarar vermek için bir kaç gemi ile asker göndermeye cesaret etmişti. Ama Allah'ın yardımı, İslâm askerlerine siper olmus, böylece bu şaşkın gürûh çevrilip yok edilmişti. Bu savaşta ele geçirilenler arasında bazı sanatkârlar da bulunuyordu. Öbür ganimetlerle birlikte bunlar da bağlanarak padişahın otağına gönderilmişlerdi. Bunlar içinde bir de becerikli ve hüner sahibi bir mimarın bulunduğu anlaşılınca hükümdar onu azad ederek yaptırılan hayır binalarına mimar ve usta başı tayin etmişti. Hükümdar, sarayın karşısına derhal bir cami yapılmasını emr etti. 767 (M. 1365) yılında bu hayırlı işe başlandı. Şehrin arka yakasında hâlâ Kaplıca adı ile bilinen temizlik ve güzelliği ile övülen bir hamam yaptırdı. Bunun yanı başında da bir imâret ve misafirhane ile mescid, mescidin üst katında medrese ve öğrenci hücreleri inşa ettirdi. Gerçekte bu iki cami de değer ve yapı bakımından yerlerini bulmuşlardır. Sofa ve eyvanlarının genişliği, sütun ve kemerlerinin yapısı göz kamaştırıcıdır. Yine Bursa'da, Gökdere'nin su taksim yerinde bulunan mescid de bu Gazi Hünkâr'in hayır eseridir. Ayrıca Bilecik'te bir mescid, Yenişehir’de ise Postinpuş demekle şöhret bulmuş olan derviş için de bir hankah yaptırmıştır. Bunlara benzer daha nice yapıları vardır.Padişahlık burcunun yıldızları, devlet göğünün parıltıları olan şehzadeleri ki her biri birer çınar gibiydiler. Yani bunların, Bayezid, Yakub ve Savcî Bey'in Hz. Peygamber'in sünneti gereğince sünnet edilmeleri, ülkeler sahibi sultanın arzusu olmakla saltanat otağında el baglamış kişiler, düğün hazırlıllarını yapmak ve gereken tertibatı almakla görevlendirildi.Sözü edilen yılın ilk baharında, çiçeklerin açtığı demde sevinç ve neş'e içinde öyle güzel düğün ve dernek edildi ki, bu gök kubbe, altın bir sahan gibi parlayan güneş ve gümüs tabağı andıran ay'la donatıldığından beri, mislini görmemiş. İsabetli tedbirler alan kişiler de benzeri ne rastlamamıştı. Dernek kurulup davet edilenler yerlerini alınca şehzadelerin sünnet edilmeleri buyrulmuştu. Ondan sonra şeyhlere, ulemaya kıymetli hil'atler ve hediyeler verildi. Fakir ve fukara da kurulan sofralarda doyuruldu. En sonunda davetliler, kıymetli armağanlarını, sayısız hediyelerini kerem sahibi Şah’ın otağına sundular.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:55:08
MEDİNE VE BAĞDAD DEMİRYOLU PROJESİ

Pazartesi, 08 Ağustos 2005
II. Abdülhamid Han’ın Medine ve Bagdat Demiryolu Projesi, dünya çapında başlı başına bir hâdise teşkil etmektedir. Türkiye üzerinden ve Bagdat-Musul istikâmetinden Medine'ye varacak demiryolu güzergâhı ucuz ve rahat bir ulaşım imkânı sağlayacağı gibi, ticari hareketi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden istifade imkânını geliştirecekti. Bir yandan Musul-Bağdad-Medine fevkalâde imkânlarla merkeze bağlanırken öte yandan Musul ve Suriye üzerinden İran ve Pakistan'a ayrılacak hat. Orta Asya'ya kadar ulaşma fırsatı temin edecekti. İstanbul-Basra arasında yaklaşık 4 bin km'yi bulan bu proje o zamana kadar gercek leştirilen hemen bütün hatlardan daha büyük ve kapsamlıdır. Chicago'dan Los Angeles'a giden Santa Fe hattından (ki bu hat o tarihte 2246 km idi) ve Omaha'dan San Fransisco'ya giden Union Pasific Demiryolu'ndan daha uzundu. II. Abdülhamid Han hatıralarında: "Hicaz Demiryolu inşası benim en eski hülyamdır. Bu yol devletimiz için sadece iktisadi bakımdan büyük fayda etmekle kalmayacak aynı zamanda oradaki kuvvetimizi sağlamlaştır maya da yarayacağından askeri bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır" diyor.Bahsedildiği kadar önemli ve uzun demiryolunun en çetin problemi o gün için devlete yüklediği ağır mali yüktü. Ama sultanın dehası onun da çaresini bulmuştu. Müslümanlar arası dayanışmayı sağlayacaktı. Ama bu muazzam projenin onlara gereği gibi anlatılması icap ediyordu. Sultan, plânını 1900 yılında açılayıca gerekli paranı temini yolları arandı. Herkes fedakârlık edecekti.Örnek olarak önce kendisi şahsi servetinden 2.5 milyon altın bağışladı. Sivil ve asker devlet memurları aylıklarından % 10 vereceklerdi. Bütün dünya Müslümanlarına yapılan çağrı da semeresini verdi. Mısır Hidiv'i, İran Şah'ı, Haydarabat Nizamı, Okyanus adalarındaki Müslüman cemaat ve diğerleri yardıma koştular. Daha sonra İstiklâl Savaşımızda da yardımımıza koşacak olan Hintli Müslümanlar büyük fedakârlık yaparak gerekli paranın üçte birini karşıladılar. Yardım toplamak için hazine pulu ve Düyün-ü Umümiye kanalı ile tahvil çıkarıldı.Ancak Orta Doğu'nun serveti rüyalarına giren ve bu servet için iştahlanan Batılılara karşı uyanık olmak gerekiyordu. Hem ihâleleri almak hem de fırsattan istifade yağmalamaya çalışacak Haçlı zihniyetli iş adamlarını ilk iş olarak Sultan Abdülhamid birbirine düşürdü. Bir hattın ihâlesini birine veriyordu, ardından bir diğerini devreye sokuyordu. Hat güzergâhında çıkarılacak tarihi ve arkeolojik eserlerin kaçırılmaması için gerekli talimatları da verdi. İleride çok değerlenecek bu toprakların elden çıkmaması için ve siyonistlerin eline geçmemesi için gerekli tedbirler alındı. II. Abdülhamid Han hat boyu toprakları Memâliki Şahâne'den sayarak alınıp satılmasına kesin yasak getirdi. Yabancıların topraklarda bir hak iddia etmemeleri için gizlice bir antlaşma yaptı.1904 yılına gelindiğinde 4 yıllık kısa bir dönem içinde 3.5 milyon altın toplanmıştı. Daha sonra bu rakam 15 milyon altına çıktı.Bir yandan dünya pazarlarına girmemizi sağlayan öte yandan demirçelik üretimini artıran bu muazzam proje tatbikat için 18 Mârt 1902 tarihinde Sultanın emri ile Anadolu Demiryolları Kumpanyasına verildi. Yabancıların her an bu güzel esere gölge düşürebileceğini hesaplayan Sultan, hatları mümkün mertebe içeriden geçiriyordu.Asker, köylü, isçi olanlar dahil hatta 6.000 kisi çalışmaya başladı. Sonraları bu rakam 700.000'e ulaştı. İşi bilen yabancılara kilometre başı 1 para verilerek işin çabuklastırılması sağlanıyordu.Bir taraftan umdukları neticeyi bulamayan ve Alman rekâbetine karşı koyamayan İngilizler, Irak ve Kuveyt petrol yataklarından endişe duydukları için her fırsatta kargaşa çikarmayı ihmâl etmediler. Bu sebeple Balfour kabinesinde Demiryolu Şirketinden ayrıldıklarını 1903'te resmen ilan ettiler. Demiryolu 1904'de Hardan'a, Beyrut'a 1905'te ise Hayfa'ya vardı. 1902'de Konya'yı ziyaret eden bir yabancı seyyah orada demiryolu sayesinde bir ziraat makineler sergisi açıldığını, halka ucuz ve taksitle ziraat makineleri verildiğini ve bunların tamiratının da Eskişehir Demiryollarında yapıldığını kaydetmektedir. Abdürreşid İbrahim Efendi adında bir Müslüman seyyah da 1912 yılına ait hatıratında Hindistan, Türkistan, Çin, Japonya ve Rusya'yı baştan başa dolaştığını ifade ederek: "Sultan'ın adı anıldığında her ferdin hürmet gösterdiğini ve Müslümanların Bağdad Demiryolları için gösterdikleri fevkalâde gayreti" dile getirmektedir.Yol çok kısa bir zaman içerisinde yapılmasından sonra (8 yıl) 1908 yılında tamamlan dığında Medine Garı'na yaklaşınca Sultan Abdülhamid Han mukaddes beldeye olan hürmeti dolayısıyla o kısma özel ray dösenmesi ve 56 km'lik güzergâhta sessiz lokomotif çalıştırıl masını emretmiştir. Açılışın Sultanın tahta çıkışınınn yıldönümüne rastlaması için de özel bir gayret gösterilmiştir. Açılıstan 8 yıl sonra 1916'da yıllarca bir Arap şeyhi gibi yetiştirilen İngiliz casusu Lawrens'in tertibi ile ayaklanan Mekke Şerifi Hüseyin'in başkaldırmasıyla Bağdat Demiryolu kundaklandı. Maalesef Şerif yılda 40.000 sterlin için bize arka çevirmişti. Ürdün'deki Maan'dan Medine'ye 680 km kadar yolu İngilizler bombaladılar. Ürdün kendi sınırlarındaki bu yolu günümüzde halen kullanmaktadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:55:22
ÇERKES HASAN BEY�İN İTİRAFNAMESİ

Salı, 09 Ağustos 2005
Sultan Abdülhamid Han devri devlet adamlarından olan tarihçi Ahmed Cevdet Paşa Paşa, Çerkes Hasan Bey’in yakalanıp karakola götürülmesinden sonra verdiği ifadesini şöyle anlatır:“Bugün hanemden çıkarak Bâb-ı Seraskeriye geldim. Beni kumandan paşanın yanına götürdüler ve memur olduğum altıncı orduya göndermek üzere karakol altına aldılar. Akşam üstü Daru'ş-şura-yı Askeri reisi Redif paşa beni çağırub: “Bağdad'a gitmedin mi, neden gitmiyorsun ve serkeşsin" diyerek tekdir etdikden sonra ben dahi: "Eğer yarın gitmez isem tard edin, ne yaparsanız yapın" dedim. Bunun üzerine:"Kumandan paşayı te'min eyler" dedi. Tekrar kumandan paşanın yanına gidüb: "Yarın behemehal gideceğim" diyerek, Cibali’de misafir bulunduğum eniştem merhum Ateş Mehmed Paşa’nın konağına gitdim. Bugün Bâb-ı seraskeride habs olduğumu söyledim ve uşaklara: "Yarın gideceğim, eşyamı hazır edin" dedim. Her ne kadar sair vakitler geldiği yok ise de bu akşam saat yarımda Liva Tayyar Paşa mezkur konağa gelüb:"Serasker Paşa ile Reis Paşaya veda et. Ben de Serasker Paşanın konağına ve andan Kadıköyüne gideceğim" dedi. Ben de uşaklara: “yatağımı yapın hazır dursun" diyerek tenbih edüb on beş gündenberü üzerinde memlû’ olarak taşımakda olduğum iki aded altı patlar rovelver tabanca ve bir aded Çerkes kaması üzerimde bulunduğu halde saat iki raddelerinde konağından çıkub doğru Cibali iskelesinden kayığa rakiben Hüseyn Avni paşanın yalısına gitdim ve: "Paşa burada mı" diyerek ağalarına sordum."Midhat paşanın konağına gitdi ve nişanını dahi aldırdı" dediler. Yine gitdiğim kayıkla Sirkeci iskelesine gelüb, yolda kendi kendime bu işi şöyle yapayım. Böyle yapacağım diyerek doğruca Midhat paşanın konağına giderek ağaların odasında biraz oturdum. Ağalarıdan birine:"Serasker paşayı burdamı?" diye sordum. "Buradadır" dediler."Beni Tayyar paşa gönderdi. Serasker paşayı göreceğim" dedim. Onun ağalarından biri aşağıya gelmekde iken ben yukarıya çıkdım. Vükelanın olduğu odaya girüb bir elimde kama ve diğer elimde rovelver olduğu halde:"Davranmayın!" dediğimde cümlesi ayağa kalkub H.Avni paşa gözüme ilşidi. Heman elimdeki rovelveri ateşledim. Hüseyn Avni Paşayı urdum ve zannıma göre evvelce Hariciye Nazırı Raşid paşayı urdum gibi hatırıma geliyor. Kamayı da Avni paşanın bir kaç yerinden sokdum ve tekrar Raşid paşanın boynunu da kama ile kesdim Bunların ikisinin dahi öldüğünü anladım. O sırada Midhat paşa ve Sadrızam Paşa ve Kayseriyeli Ahmed Paşanın oldukları odanın kapusunu açmak içün uğraşur iken kalabalık gelüb beni yakaladular.Hüseyn Avni paşa ve Hariciye Nazırını ve bir de ağayı urub telef etdim. Üç kişiden başka kimseyi urmadım. Sonra beni tutub bu halde buraya getirdiler.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:55:41
NUSRET MAYIN GEMİSİNİN ZAFERİ

Çarşamba, 10 Ağustos 2005
18 Mart 1915 deniz zaferi, top ve mayın silahlarının müşterek çalışma mahsulü olup bunda mayın başrolü oynamıştır. Mayınların dahice boğaza yerleştirilmesiyle, o tarihin en kuvvetli donanmasını Türk azmi ve cesareti, hayretlere bırakacak şekilde alt etmiş ve boğazı düşman gemilerine kapamıştı. Dönemin Fransa başbakanı; Çanakkale için: "Türkler boğazı kapamakla savaşın iki yıl uzamasına ve müttefiklerin milyonlara varan insan gücü ve yüzlerce milyarlık maddi kayba uğramasına sebep olmuşlardır." demiştir. Peki o esrarlı mayınları kim ne zaman oraya dökmüştür.?Nusret Mayın Gemisi 3 Eylül 1914'te Çanakkale'ye gelmişti. Almanya'da özel şekilde mayın dökme gemisi olarak inşa edilmiş bu tekne dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. Ancak Osmanlı Devleti' nin mali sorunları ona boğazı mayınlayabilmesi için gerektiği miktarda mayın bulamıyordu. Çanakkale boğazında zaten önceden boğazı kesecek şekilde döşenmiş mayın hatları bulunmaktaydı. Ancak, düşman zırhlılarının devamlı şekilde hareketlerinin incelenmesiyle akıllara hayret verecek bir gerçekle karşılaşılmıştı. 6 Mart gecesi Cevat Bey, mayın grup komutanı Hafız Nazmi Bey'e: "Oğlum, diyordu. Sana çok önemli bir görev veriyorum. Vatanın selameti bu görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Yarın akşam, Nusrat'le son 26 mayınını şu gördüğün karanlık limanda kıyıya paralel olarak dökeceksin. Düşman hareketinizi seçer, size saldırıya kalkışırsa kıyı toplarımız önceden aldıkları talimata uygun olarak hareket edecek ve sizi hima ye ateşiyle koruyacaklar. Kendinizi göstermemeye çaba harcayın. Allah yardımcınız olsun." Evet. Bu sefer mayınların boğazı kesecek şekilde değilde kıyıya paralel olarak Karanlık Limanına dökülmesi fikri, mayın uzmanlarının ince bir çalışmayla ortaya çıkardıkları mükemmel bir fikirdi. Çünkü düşman zırhlıları boğaza gurup gurup giriyor ve görevini tamamlayan grup ikmal yapmak için geriye dönerken arkadaki grupların yollarını kesmemek için boğazın en geniş yerlerinden biri olan Karanlık Liman'da manevra yapıyordu. İşte mayınlar da bu manevra sahasına kıyıya paralel ancak manevra hattına dik olarak yerleştirilecekti. Fakat bu işin sonu her ne kadar büyük bir zaferi getirebilecek olsa da bir o kadar zordu. Nazmi Bey, ertesi gün Nusret mayın gemisi komutanlığı yapacak olan Tophaneli Yüzbaşı Hakkı'yı buldu. Her iki subayda çok iyi arkadaştılar. İki gün önce kalp krizi geçiren Nusret'ın genç komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey, sağlığı için yerine bir başkasını görevlendirmeyi önceden Çanakkale müstahkem mevki komutanı Cevat Bey'in ısrarlarına rağmen, savaşın ve ülkenin sorumluluğunu omuzlarında duyarak görevi kabul etti. 7 Mart'ı 8'e bağlayan gece yarısı Nusret demir alarak Çanakkale'den uzaklaştı. Bütün ışıklarını söndürüp kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmış, maskeli ışıklar altında rota izleyerek hedefine doğru ilerliyordu. Gemi daha önce döşenen mayın hatlarından geçiyor ve Karanlık Liman'a giriyordu. Deniz sakin, hava simsiyah, zifiri karanlıktı. Uzaklarda dolaşan düşman devriye gemileri pırıl pırıl yanan projektörleri ile suyun yüzünü aydınlatmaktaydı. Bir an, suyun yüzüne değen ışık silindirler hemen ardından denizi yalayarak, havaya kalkıp yeniden denizin yüzeyinde başka bir noktayı aydınlatıp derinlere inmekte, ardından yine uzaklara gitmekteydi. Daha yakınlarda devriyeye çıkmış düşman gemilerinin projektör ve ışıldakları zaman zaman Nusret'in olduğu kıyının karşısını noktalamaktaydı. Son kontroller bittikten sonra ilk mayın platforma alınmış ve atış anı beklenmeye başlamıştı. Heyecan son haddindeydi. Vatanın selameti için gerekli olan zafer kilidi, Nusret'in elindeydi. Onu mutlaka sessizce yerine bırakmalıydı. Sonunda Anadolu yakasındaki Akyarlara, yeni mayın hattını hazırlanacağı noktalara geldiler. Teker teker sessizce elinde kalan son 26 eski tip mayını suya bırakmaya başladı. Suya düşen her mayın belli bir sıra halinde kendisini asılı tutacak ağırlığın gerdiği teller üzerinde yeralmaya başladılar. Birkaç dakika sonra bütün mayınlar belirlenen rota doğrultusunda dökülmüştü. Makinalar tekrar ulaşabilecekleri en yüksek devirde çok hızlı tempoda çalıştırılmıştı. Şimdi en az mayınların dökülüşü kadar tehlikeli olan geri dönüş yolculuğu başlamıştı. Daha önceki dökülen mayınlar ve düşman devriye gemileri Nusret'in yolu üzerinde kol geziyordu.  Bir an için Nusret'in çok yakınında bir karaltı ortaya çıktı. Düşman gemisi olmalıydı bu. Büyük ihtimalle düşman zırhlıları geri dönmüşlerdi ve devriye görevine devam etmekteydiler. Ara verdikleri projektörle taramaya yeniden başladıkları zaman Nusret'i görecekler ve herşey bitecekti. Bütün personelden buz gibi terler boşanıyordu. Nihayet korktukları başlarına geldi ve düşman gemisinin projektörleri yandı. Karalığı yaran projektör ışığı az öteden, hızla, üzerlerine doğru, denizi tarayarak geliyordu. Işık dalgası kıyıları, dalgaları taraya taraya, arada bir durarak, arada bir gerileyerek ağır ağır üzerlerine geliyordu. Bu ışık silindiri ölüm kılıcına dönüşmüş, Nusret'in böğrüne saplanacaktı ki beklenmedik bir şey oldu. Ölüm ve ışık dalgasını içine girmelerine saniye kala, bizim kıyıda birden bire yanan projektörümüz birkaç saniye içinde, düşman projektörünü deniz üstünde yakaladı. İki projektör şimdi gözgözeydiler. Ortalığı sise yakın yoğun bir beyazlık kapladı. Beklenmedik bu ışık kavgası Nusret'in imdadına yetişti. Şimdi karşıyaşan iki projektör, iki düşman göz birbirin den kurtulmak için olağanüstü bir savaşa başladılar. Düşman projektör, kurtulmak için yoğun çaba harcıyor, bir türlü başaramıyordu. Nusret, bu bazen üstünde, bazen yanında süren ışık çarpışmasının altından sessizce sıyrıldı. Olanca istim üstünde, Çanakkale yönünde yolalmaya başladı. Tehlike geçmiş verilen görev büyük bir başarıyla yapılmıştı. Nazmi Bey büyük bir sevinçle kader arkadaşını tebrik etmek istedi. Ancak Hakkı Bey cevap veremedi. Nusret mayın gemisinin başkomutanının hasta kalbi bu ışık savaşındaki heyecan dayanamamış, heyecan kasırgası içinde duruvermişti; Hakkı Bey, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu.Bu olaydan on gün sonra müttefik donanması saldırıya geçti. Savaş tam istediği şekilde, kontrollü olarak devam etmekteydi ki, birden ikmal için geri dönen gemilerde büyük patlamalar meydana geldi. Bunların nedeni, 7-8 mart gecesinde dökülmüş ve bundan sonrada gerek düşman pilotlarının fark edemediği gerekse 17-18 Mart gecesi mayın gemilerinin yaptığı mayın kontrolünde bulunamayan Nusret'in mayınlarıydı. Düşmanın yüzen kaleleri birer birer batmaya başladı. Önce Bouvet 639 kişilik mürettebatı ile denizin derinliklerine gömüldü. Bu andan itibaren herşey ters gitmeye başlamdı. Bouvet'in battığı yerin yakınında manevra yapmakta olan Inflexible bir mayına çarpıştığını rapor etti ve çok tehlikeli bir şekilde yan yatmaya başladı. Üç dakika sonrada Irrestible'nda yana yatmakta olduğu ve sancak tarafın dan mayına çarpıştığını bildiren yeşil flamanın sancak seren cundasında dalgalandığı görüldü. Daha sonra da mürettebatı kurtarılan gemi boğazın sularına gömüldü. Muhteşem armada üç büyük gemisini (Irrestible, Ocean, Bouve) kaybetmiş, üç tanesi de (Inflexible, Golva, Suffen) ağır yaralanmış şekilde eldeki gücün üçte biri yitirilmişti. Nusret'in yapmış olduğu görev tarihi değiştirmişti. Müttefik donanması 18 Mart günündeki başarısızlıklarından çok şey öğrendiler. İngilizler bu yenilginin tüm faturasını son keşfini yapıp mayın yoktur raporunu veren pilota çıkardılar ve onu idam ettiler. Nusret'in 7-8 Mart gecesi bir şehit vermek uğruna yaptığı iş ve Türk topçusunun başarısı, bir vatanın selametini sağlamış ve düşman donanmasının Marmara'ya bayraklarını dalgalandırarak girmesine izin vermemişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:55:58
BURSA İPEĞİ 

Perşembe, 11 Ağustos 2005
1432 yılında Anadolu'yu ve bu arada Bursa'yı ziyaret eden Fransız seyyah Bertrandon da la Broquier hatıralarında şunları nakleder: "Bursa'da ipekten güzel kumaşlar yapılır. İpek Venedik ve Lucca'ya götürülür ve oralarda güzel kadife yapılır. Çok faal bir grup olan Floransalı tüccarlar, Bursa'yı ihmal etmediler ve zengin ürünlerin ticaretini yaptılar. Sürekli bir şekilde devlet merkezi ile yazıştıkları ve haklarının korunması için istekte bulunduklarından, malzeme çoğalmaktadır: Özellikle de 1484 ile 1488 yıllarında bunların Bursa'da kaleme aldıkları hesap defterlerinin incelenmesi sayesinde, ipek ticaretinin ne kadar etkili olduğu anlaşılıyor. Bursa şehrinde bulunan Floransalı tüccarlar veya onların temsilcileri, çoğu hallerde doğrudan Türk tüccar meslekdaşları ile temas halinde idiler ve iki devlet arasında yapılan ithalat ve ihracat sürekli bir şekilde artıyordu. Bu tüccar ailelerden birisine mensup Bartolomeo di Piero di Simone adlı biri, 30.6.1484 günü Bursa'ya geldi ve dört yıl süre ile mallarını sattı. Bu zatın tuttuğu hesap defteri Floransalı tüccarların faaliyetlerini ve bu arada ipek satışını belgelemektedir. Bu işi 1497 yılına kadar devam ettirdi ve piyasalara sürdükleri veya satın aldıkları ipek kumaşlar muhtelif isimler altında satışa verildi. Venedikliler bu ilişkileri dikkatle izleyip, yerine geçmek istediler. Venedik ve Osmanlı devleti arasında hazırlanan ahidnâme metinlerinde, bir tücarın Bursa'ya gitmesinin, temsilcileri olan, "Balyos"dan özel izin alarak mümkün olacağı, aksi halde zabıta görevlilerinin engel olması özellikle belirtilmiştir.Floransalıların ipek ticaretinin güvence altına alınması için iki taraf arasında hazırlanan ahidnâme metinlerine özel madde konuldu:"Bunların bazirgânları Bursa'da ibrişim alub anda resm-i simsarı kanun üzere verdikten sonra gâh olur imiş ki bazirgân bunda gelub İstanbul'a gelüb kurudan göndermek isterler imiş bunda İstanbul'da olan simsar âmilleri incidüb tekrar resim almak isterler imiş ol bâbda dahi buyurdum ki anın gibi olıcak bunların tekrar resimlerin almayalar ve taleb kılmayalar"Bu metin Kânunî Sultan Süleyman zamanında verilen metnin 12. maddesidir. Floransa Devlet Arşivin'nde bulunan İtalyanca metinde madde şöyledir:"Che comprando seta in Bursia et pagando il comerchio o vero resima, venendo poi qua non sia tenuto a pogarlo di nuovo et etiam mandando via fuora delle Castella che nessuno lo molesti"Günümüz Türkçesine tercüme edildiğinde: "Bursa'da ipek satın alan Folaransalı tüccar her türlü gümrük vergisini burada ödeyecek, İstanbul'a getirdikleri zaman ikinci bir vergi ödemeyecekler".Floransa şehri bu girişimleri sonucu çok zengin oldu ve yetişen sanatkârlar burayı eserleriyle süslediler, fikir adamları hâlâ değerini koruyan Rönesans hareketini gerçekleştirdi ler ise, bu canlı ticaretin sağladığı iş hacminin bir uzantısıdır. Buraya hükmeden Medici ailesinin de yerini belirtmek gerekir. Devlet yönetimini ele geçirdikten sonra, katı bir yönetim kuran bu aile mensupları, birikimlerini ilim, sanat, din, felsefe alanlarında da gösterdiler. Floransa şehrinin yakınındaki Luccu şehri de bu faaliyetlerden nasibini aldı. Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait bir ferman, bunların da ticaret yapmasına izin veriyordu. XVII. yüzyıla ait bir eşya listesinde "luka" kumaşının adı geçer.Malların taşınması için kullanılan ticaret hattı: Bursa - İstanbul ve buradan da kara veya deniz yolu ile olması ihtimali vardır. Bunun yanında Çeşme Limanı'na buradan da Sakız Adası yolu ile, Pisa veya Livorno limanlarına sevk edilir. Ardiyatik Denizi'nde bulunan Ancona Limanı, Floransa şehri ile ticaret yapan Türk tüccarların da bazı zamanlar işine yaradı ise, Venedik Cumhuriyeti'nin katı ve sert önlemleri sonucu fazla ekonomik olmadı.Osmanlı Devleti ile Floransa Büyük Dükalığı arasında ilişki hiçbir zaman durmadı. 1599 yılında Sakız Adası'na baskın yapan ve bir süre burayı işgal eden Floransalı denizciler, Antalya limanı ve çevresine de zarar verdiler ise de dostluk kesilmedi. İstanbul'da bulunan ve Osmanlı belgelerinde "Balyos" diye geçen temsilci, ilişkilerin devamı için çaba gösterdi. Değişik tasniflerde bulunan belgelerin derlenmesi, tarihin karanlıklarında kalmış çok sayıdaki konuyu aydınlatacaktır. İpek ticareti ile ilgili belgelerin de düzenli olmaması, XV. yüzyıldaki canlı ticaretin benzerlerinin devamı hakkında kesin konuşmayı engeller. Avrupa'da gelişen siyasi ortamı da göz önüne almak gerekir. Toskana Büyük Dükalığı bazı yıllar büyük bunalımlar içine düşüp Avusturya hakimiyetinde varlığını sürdürdüğü yıllar epey fazladır. XIX. yüzyılda bazı Avrupa devletleri ile yeni diplomatik ilişkiler içine giren Osmanlı Devleti, Mahmud II. zamanında Toskana ile de anlaşma yaptı. Bu yüzyıl içinde hazırlanan benzerleri gibi, Toskana ile de bir "gümrük" listesi hazırlandı. Bursa ipeği sıradan bir yer tuttuğu gibi, İtalya ile hazırlanan 1861 tarihli ilk gümrük listesinde önemsiz bir yer kaplar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:56:13
BROKEN HILL SAVAŞI 

Cuma, 12 Ağustos 2005
1914’ün Kasım ayında İngiltere ve müttefikleri Osmanlı İmparatorluğuna savaş açtı. Britanya İmparatorluğu , Avustralya ve Yeni Zellanda’nın Anzak birliklerini de savaşa çağırdı. Bunun üzerine kıtanın dört bir yanına gençleri cepheye davet eden afişler asıldı.1914 yılı sonunda on binlerce Anzak, gemilere doluşup yola koyuldular. Hiç bilmedikleri bir ülkeye, hiç tanımadıkları yaşıtları ile savaşa gidiyorlardı. İşte o günlerde Osmanlı padişahı ve Halife Sultan Reşat, imparatorluğa savaş açan düşmanlara karşı dünyanın her yanındaki müslümanlara cihad çağrısı yaptı. Bu çağrı okyanuslar aşarak, Avustralya’da yaşayan iki Müslüman’a kadar ulaştı. 1915 yılının ilk günü bir cuma idi. O gün Afgan kökenli iki Müslüman, Halife’nin çağrısına uyup Avustralya’ya cihat kararı aldılar. Biri 40 yaşlarındaki Gül Badsha Muhammed’di. Diğeri ise 60 yaşındaki Molla Abdullah... Avustralya’ya İngiliz Hindistan’ının kuzeybatısından yani bugünkü Pakistan’dan yıllar önce göçmüşlerdi. Molla Abdullah ‘helal’ et satan bir kasap dükkanı açmış, Gül Muhammed ise dondurma satıcılığına soyunmuştu. Yaşadıkları yer Avustralya’nın maden bölgesiydi.Genç Avustralyalıların yola çıktığı günlerde, onlar da savaş hazırlığına giriştiler. Gül’ün dondurma tezgahının kırmızı kumaşından ay yıldızlı bir Osmanlı bayrağı hazırladılar. Fişekliklerini boyunlarına asıp, bir dua kitapçığını göğüslerine yerleştirdiler ve Broken Hill kasabasının 4 kilometre dışında, savaşa sevk edilen askerleri taşıyan trenin geçeceği yola pusu kurdular.Sabah saat 10.00 da kalkan tren az sonra ufukta belirdi. Trendekilerden bir kısmı uzaktan ay yıldızlı bayrağı gördüler. Sonra da üzerlerine dom dom kurşunu yağmaya başladı. Bunlar 1.Dünya Savaşı’nın Avustralya’daki ilk kurşunlarıydı.Birkaç dakika içinde biri kadın biri erkek 2 sivil ölmüş, 3’ü kadın, biri genç kız, 22 si erkek, biri 14 yaşında bir delikanlı olmak üzere toplam 7 kişi de yaralanmıştı. Üstelik bu insanların hiçbiri savaşa giden askerler değildi. Tren yeni yıl kutlaması için Broken Hill’den Silverton’a pikniğe giden 1.200 sivili taşıyordu.Silah sesleri üzerine tren durdu, saldırganlar kaçmıştı. Olay yerine gelen polis ekipleri iki saldırgan için bir sürek avı başlattılar. Bir süre sonra iki Afganlı kasabanın batı eteklerindeki alçak tepeliklerde kuşatıldı. Çatışma tam üç saat sürdü. Saat 13.00 ‘te Molla Abdullah bir sivilin tüfeğinden ateşlenen kurşunla can verdi. Gül Muhammed ise açılan ateşte yaralandı ve kaldırıldığı Broken Hill hastanesinde öldü.Olay yerinde yapılan incelemelerde iki saldırganın orada karalayıp bıraktıkları iki not bulundu. Muhammed’in bıraktığı notta: “Bunu yaptık, çünkü sizin halkınız benim ülkemle savaşıyor " diye yazıyordu.Osmanlı tebası herkes Türk sanıldığından ve saldırganlar Türk bayrağı taşıdıkları için olay, ertesi günkü gazetelerin manşetine,”2 Türk’ün katliam ateşi” başlığıyla yerleşti.Olaydan sonra yükselen milliyetçi duygular, çok sayıda gencin savaşmak üzere orduya katılmasına neden oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:56:27
UÇAN OSMANLI: LAGARİ HASAN ÇELEBİ 

Cumartesi, 13 Ağustos 2005
Sultan IV. Murad devrinde Evliya Çelebi, Cemşid Hezarfenlerden bahsederken bir de Lagari Hasan Çelebi'yi anlatır. Bu zat hakkındaki kaynak, sadece bundan ibarettir. Evliya Çelebi'ye göre Lagari Hasan Çelebi Sarayburnu'ndan kendi yapısı bir roket fişeğe binerek yükselmiş ve salimen denize inmiştir:“Lagari Hasan Çelebi, Murad Han'ın Kaya Sultan nam duhteri pakizesi vücude geldiği gece akube şadmanlığı oldu. Lagari Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişeng icad etti. Sarayburnu'nda Hünkar huzurunda fişenge bindi ve şakirdleri fişengi ateşlediler. Lagari padişahım seni Huda'ya ısmarladım diyerek temcid ve tevhid ile evci asumana huruc eyledi. Yanında olan fişengleri ateş edip ruyi deryayı çeragan eyledi. Bâm-ı felekde fişengi kebirinin barutu kalmayıp da zemine doğru nüzul ederken, ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinanpaşa Kasrı önünde deryaya indi. Oradan şenaverlik ederek uryan huzurı padişahiye geldi. Zemini bus ederek selam verdi. Bir kise akça ihsan olunup yetmiş akça ile sipahi yazıldı. Sonra Kırım'da Selamet Giray Han'a gidüp orada merhum oldu. Rahmetli yar-i gaar-ı sadıkımız idi. Rahmetullahı aleyh”Evliya Çelebinin verdiği bilgilere göre inceleyecek olursak:Çok evvelinden roket ve fişek bilgisi olan Osmanlılar, barut macunundan yapılı havai fişekleri ve yanış hızının azaltılıp çoğaltılması tekniğini bilmekte idiler. 50 okka barutlu 7 fişekli roket 64 kg. ağırlığındadır ki fişek ağırlıkları birbirine eşitse beheri takriben 9 kg. dır. O zaman yapılan barutun saniyede 450-600 gram yandığı kabul edebilir, o halde 7 fişek beraberce 15-20 saniye arasında yanarak Lagari Hasan Çelebi'ye hız temin edecektir. Hasan Çelebi'nin roket fişekli aracı ve ilkel paraşütü ile ağırlığı 165 kg. farz edilmiştir. Roketlerin cer kuvveti fi şek başına saniyede 25 kg. kabul edilirse tekmil fişek 175 kg. cer kuvveti verecektir. Bu cer kuvvetinin takatli uçuş boyunca sabit kalacağı kabul edilmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:56:49
PLEVNENİN DÜŞMESİ VE GAZİ OSMAN PAŞANIN TESLİM OLMASI 

Pazar, 14 Ağustos 2005
Gazi Osman Paşa, aylardır devam eden Rus kuşatmasına karşı Plevne’yi kahramanca savunuyordu. Fakat kalede erzak ve cephane tükenmişti. Kendilerinden birkaç kat daha kalabalık Rus ve Rumen kuvvetlerine daha fazla direnmek mümkün olmayacaktı. Kaleden çıkış harekatı yapıp, düşman saflarını yararak kurtulmak için çareler aranıyordu.Gazi Osman Paşa 10 Aralık sabahı 40.000 neferden oluşan ordusunu iki eşit kısma ayırmıştı. Bunlardan 20.000 kişilik birinci kuvvet Rus istihkamlarına taaruz ederek muhasara hattını yarıp geçmeye çalışacak , diğer 20.000 kişilik kuvvet ise evvelkinin taaruzunu himaye ederek onlar geçtikten iki saat sonra hücumda bulunacaktı.Kıtalar yavaş yavaş Vid suyunu geçmeye başlamıştı. Sabah saat on sularında Tahir Paşa'nın kumandasına verilen birinci fırkanın hepsi nehrin sol sahiline varmış ve Gazi Osman Paşa nın emrine göre nehirden yüz adım ileride yalnız bir hat üzerine yayılmaya başlamışlardı. Gazi Osman Paşa birinci grubu bizzat kumandasına alarak Vid Suyunu geçmeye ve düşman bataryalarının süvari ateşi altında Rus mevzilerine yaklaşmaya muvafak olmuştu. Kafile ise henüz köprüden geçmeye başlamış şafak söktüğü sıralarda arabaların yalnızca yarısı karşıya geçebilmişti. Fırkanın muharebe nizamına girmesi de ancak öğle vakti saat 1:30 civarında gerçekleşebilmişti.Ruslar huruc hareketinin o cihetlerden yapılacağını haber aldıklarından askeri kıtalarının büyük bir bölümünü o tarafa yığmışlardı. Daha sonra da Dolni-Dubnik cihetinden Plevne kuvetlerini top ateşine tabi tutmuşlardı. Esasen Ruslar, Gazi Osman Paşa nın o günlerde huruc hareketini icra etmek üzere olduğunu, kullandıkları Bulgar casusları vasıtasıyla, her gün muntazam bir şekilde haber almaktaydılar. Gazi Osman Paşa mezkur liva başında umumi hareketi sevk ve idare etmeye çalışırken , diğer taraftan Totleben muhasara ordusunun ricat hattını kesmek için derhal bir çevirme hareketine girişmişti...Muharebe az bir zamanda her tarafa sirayet etmiş, Vid Suyu kenarlarından Plevne içlerine kadar her yer ateş içinde kalmıştı.Plevne kuvetleri 1.500 metre kadar ilerledikten sonra düşmanın keşif ateşi önünde ister istemez biraz duraklamak zorunda kalmıştı. Durumu sezen Gazi Osman Paşa avcı hattını takviye etmek suretiyle bu duraklamayı önlemiş ve kıtaların tekrar ilerlemeye başlamasını sağlamıştı.Plevne ordusu neticede muhasara hatlarının en yakın kısımlarına kadar ulaşmış ve Rusların bulunduğu ilk istihkamlara saldırmıştı. Bu saldırı neticesi birinci fırka düşmanın müdafaa hattını yarmaya başlayarak üç büyük istihkam ve on bir kadar topunu zaptetmişti. Fakat Rusların birinci müdafaa hattının 1 km. gerisinde ikinci bir müdafaa hattı yeralmaktaydı. Bu iki hat arasında durmak ise mümkün değildi. İki kısma ayrılmış olan Plevne ordusunun bu iki kısmı tamamen muharebeye iştirak etmiş, ama kafi derecede destek bulamamıştı.Plevne ordusu Rus mevzilerine karşı büyük bir şevk ve azimle hücum etmişti. Bizzat Gazi Osman Paşa tarafından kumanda edilen askeri bir kıta cephe hattını yararak Sibirya ve Güney Rusya alaylarının müdafaa etmekte bulunduğu tabyaları süngü hücumu ile zaptetmişti,. Fakat huruc hareketini ikmal için ihtiyata bırakılmış olan 20.000 kişilik kuvvete lüzum duyulmaktadı. Bu esnada bu kuvvetler Rumenlerin de muharebeye katılmaları ile Rus kuvvetleri karşısında zayıf düşmüş, Gazi Osman Paşa dan da herhangi bir destek alamamıştı. Bütün asker ve subaylar ellerinden gelen tüm gayreti göstermelerine rağmen, kendilerinden çok daha fazla olan düşman gücü karşısında geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştı.Öğleye doğru Ruslar, gelen takviye kuvetlerinin de yardımıyle, Gazi Osman Paşa kuvvet lerinin zaptetmiş olduğu tabya ve topları tekrar istirdad etmişlerdi. Gazi Osman Paşa ordusu nun diğer yarısını bir müddet beklemiş, nihayet mağlub oldukları haberini alınca, öğle üzeri vakitlerinde Vid Suyu 'ndan ricat karar vermişdi. Fakat bu sırada Rus-Rumen topçularının ateşi sonucu isabet eden bir şarapnel parçasıyla altındaki atı ölmüş ve kendisi de sol ayağından yaralanmıştı.Gazi Osman Paşa yaralı vaziyette harekatı idare edemeyeceğini anlayarak etrafındaki kumandanlara: "Ben bu halimle tam bir isabetle adarede bulunamam. Binaenaleyh, kumandanlığı rızamla kumandanlar arasında en kıdemli olan Adil Paşa ya bırakıyorum. Vaziyet neyi icab ettirise onu yapsın." Dedi, fakat Adil Paşa harb vahim ve nazik bir safhaya gelmiş olduğundan, aczini ileri sürerek bu teklifi reddetmişti. Bunun üzerine bazı erkanı harb zabitleri:"Bu hal ve şerait dahilinde mukavemet imkansızdır. Bizim için düşmana teslim olmaktan başka çare yoktur", diyerek fikirlerini beyan etmişlerdi.Bir türlü teslim olmayı, temsil ordu ve devletin şeref ve haysiyetine yediremeyen Gazi Osman Paşa nın üzüntüsü cidden büyüktü. Fakat kurtulmak için hiçbir ümit kalmamış, her taraftan da sarılmıştı. Neticede içinde bulunulan halin nazikliği ve maiyetinde bulunan kumandanların ısrarı sonucu teslim olmaya karar vermişti.Gazi Osman Paşa yaralandıktan sonra Vid Suyu'nun sağ sahilinde küçük ahşap bir eve nakledilerek burada gelişigüzel yerleştirilmiş olan bir yatağa yatırılmış ve yarasının tedavisine çalışılmıştı. Ateş kesilir kesilmez Vid Köprüsü nden giden yolda beyaz bir bayrak yükselmişti. Bu, teslim görüşmelerini başlatmak amacıyla gelen bir Osmanlı zabitiydi. Bunun üzerine General Skobelef de beraberinde kırk kadar subay ve gazetecilerle köprüye doğru ilerlemişti. Osmanlı subayı Skobelefin tercümanıyla birkaç dakika konuştuktan sonra gözleri bağlı olarak General Ganetski nin yanına götürülmüş, fakat General subayın küçük rütbeli olduğunu öğrenince kendisiyle görüşmeyi reddetmişti. Bunun üzerine Plevne Kıtasından bir başka subay gönderilmişti. Türkçe den başka bir dil bilmeyen bu subaya Ruslar, Gazi Osman Paşa ya hitaben yazılmış Fransızca bir mektup vermişlerdi. Bu mektupta:"Ekselans, burada kumandanlık eden General Ganetski, sizin yaralı olduğunuzu bildiğinden ancak sizi temsil edebilecek bir parlamenteri kabul edeceğini söylememi emretti",denilmekteydi, bu mesaj , ikinci gelen subayla Gazi Osman Paşa 'ya iletilmiş ve mezkur subay da muhatab kabul olunmamıştı.Birmüddet sonra, tümenin önünde General Skobelef maiyetiyle beraber, köprüye varmıştı. Köprünün arkasında gruplar halinde ve ellerinde silahları bulunan Plevne askerleri yeralmaktaydı.Skobelef ve muhabir McGahan köprüye vardıklarında kendilerine yaklaşan bir Osmanlı subayı Osman Paşa'nın bizzat geleceğini haber vermişti. Bu haber üzerine Skobelef heyecan içinde:"Osman Paşa çağımızın en büyük generalidir. Memleketinin şerefini korumuştur. kendisine elimi uzatarak bunu ifade edeceğim", diye hissiyatını dile getirmişti.Gazi Osman Paşa nın gelmesinin beklendiği bir sırada Tevfik Paşa'nın bir at üzerinde yaklaştığı görülmüştü. Tevfik Paşa Rus subaylarına doğru ilerleyerek Fransızca olarak:"Osman Paşa yaralandı!" demiş, Skobelef de:"Ümit ederim ki yarası ağır değildir, değil mi?" diye sormuştu. Tevfik Paşa buna:"Bilmiyorum" karşılığını vermişti. Uzun bir sessizlikten sonra Skobelef bu defa:"Görüşmek istediğiniz biri var mı? Kiminle konuşmak istiyorsunuz?" sualinde bulunmuştu.Tevfik Paşa bu dakikalarda sükur halinde ve durgun bir vaziyette gözlerini ufka dikmişti. Ancak yanlarına Çarlık karargahından General Strokolof geldiğinde Tevfik Paşa,Gazi Osman Paşa ve ordusunun teslim olduğunu, ordusunu teslim etmek görevini başkasına burakmak istemediğinden General Ganetski nin yatmakta olduğu küçük kulübeye kadar gelmesini rica ettiğini belirtmişti. Bunun üzerine haberin General Ganetski ye ulaştırılması için derhal bir subay yola çıkarılmıştı. General Ganetski hemen köprüye gelmiş ve General Strokov a barakaya gitmesi emrini vermişti.Bu emir üzerine genç general, etrafında birkaç subay, Gazi Osman Paşa'nın yaveri ve doktorlarının bulunduğu kırmızı kiremitli barakaya gelmişti.İçeriye giren Srokov, kendisini, ilkinin yaralılarla dolu bir ahıra, ikincisinin subayların bulunduğu küçük bir hücreye açıldığı üç kapı önünde bulmuştu. Odanın sağında bulunan bir ocak, odayı ısıtmaktan ziyade ortalığı dumanla kaplamıştı. Gazi Osman Paşa yaralı bir vaziyette, tahta bir iskemble üzerinde oturmakta ve doktoru Hasib Bey yarasını tedavi etmek teydi. Odanın duvarı boyunca, üzlerinden teesür okunan , paşalar yeralmaktaydı.General Strokov odaya girince Gazi Osman Paşa güçlükle doğrularak elini uzatmıştı. Bunu gören Strıkov: "Paşam yaralısınız, lütfen rahatsız olmayınız" diye ricada bulunmuştu.Bir müddet sonra General Ganetski barakaya gelmiş, şapkasını çıkararak elini bir dost rahatlığı ile Osman Paşa'ya uzatmış ve:"Sizi tebrik ederim. Yapmış olduğunuz hücum fevkaladeydi. Askerlerinize lütfen emrediniz silahlarını bıraksınlar", diyerek Gazi Osman Paşa nın yanına oturmuştu... Saatler ilerledikçe ortalığı derin bir sessizlik ve kasvet havası kaplamıştı.Her iki Generalin odadan çıkması üzerine Gazi Osman Paşa o güne kadar şerefle kullanmış olduğu kılıncını çıkartarak General Ganetskiye uzatmıştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:57:06
PEKİ YIKILMASIN

Pazartesi, 15 Ağustos 2005
Yıl bin beş yüz on ikiydi. Yavuz Sultan Selim, vezirini, vüzerasını, emirini, ümerasını , âlimini, umerasını yanına alıp, Bursa'ya ecdadının kabirlerini ziyarete gitti. O sırada Koca Mustafa Paşa, küçük vezir sıfatıyle hünkârın yanında bulunuyordu. Ziyaret sırası, talihsiz Cem'in türbesine gelmişti. Yavuz Sultan Selim, sandukanın başında uzun düşüncelere vardı. Dedesi Fatih Sultan Mehmet, açıkça onu veliaht olarak göstermişti. Buna rağmen ortalıkta neler neler dönmüş, babası Sultan Bayezid ile amcası birbirine silah çekmiş, sonunda o güzel adam,"küffar arasında" ıstırap içinde can vermiş, belki yanında ağzına bir yudum su verecek kimse yokken ölmüştü. Sultan Selim, bu hikâyede, küçük vezirin oynadığı rolü biliyordu. O aynı oyunu kendisi tahta çıkarken de oynamak istemiş, Şehzade Ahmed'i Selim'e tercih etmişti. Bu hatıraların tazelenişi, Koca Mustafa Paşa'nın katli fermanı için yeter sebepti. Yavuz sanki şimdi, amcası Cem kabrinde daha rahat yatıyormuş gibi geldi. İstanbul'a dönüşte, bu işin henüz tamam olmadığını düşünerek, muhasiblerinden birine emir verdi ki: "Tiz adam göndertip küçük vezirin camisin de, imaretin de ortadan kaldırsınlar, İstanbul'a böyle bir soysuzun yapısı gerekmez!" Balta, kürek, Kocamustafapaşa camisinin avlusuna gelenler orada sanki hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi toprak çapalayan Sümbül Efendi ile karşılaştılar. İşini bıraktı, emir kullarının yüzlerine sakin sakin baktı, "Ne istersiniz?" diye sordu. Böyle soracağına, ellerinden baltaları, kürekleri alsaydı da kafalarına vursaydı, küfretseydi, dövseydi, kovsaydı onları. Gelenler, mahçup, perişan, geldikleri gibi kös kös geri göndüler. Varıp efendilerine:"Biz o camiye elimizi süremeyiz. O camide bir zat var. Yüzümüze bir baktı, ne istersiniz, diye bir sordu Yok, yok, varsın başkaları yıksın, biz bu işte yokuz!" dediler. Haber, büyüye yayıla Hünkâr'ın huzuruna vardı. Selim bir emir versin de yapılmasın? Demek bu da oluyor. Oluyor diyen varsa gelsin de görsün. Hünkar emir saldı, o öfkeyle atlandı, yanına alacaklarını aldı. Yel oldu, esti, sel oldu aktı, vardı Kocamustafa camisine... Sümbül Sultan'ın uyanık kalbi bu haberi almış, derviş hırkasını üstüne, tacını başına giymiş, siyah sarığını dolamış, bir kaç dervişiyle cami avlusunda beklemeye başlamıştı. Uçan atın bir nal seslerini duyunca, gözlerini kapadı, sadece yanık bir sada ile "Hak!" dedi. Hünkar kapı önünde attan atlamış, ok gibi ileriye atılmıştı.. Fakat birdenbire hızı kesiliverdi. Ne oluyordu ki acaba? Onu durduran neydi? Dervişler, niyaz duruşunda, başları yerdeydi. Ortalarında da sarı benizli, kara sarıklı güzelmi güzel bir tanesi var. O başını eğmemiş hükümdara bakıyordu. Bu başka bir bakıştı. Selim'in içine, ta' can evine uzanan bu bakışlar kalbinin sayfalarını bir bir okuyor, dünya alemden sakladığı sırlarını, tasalarını, acılarını , üzüntü ve şevkini katmer katmer açıyordu. Bu bakış biraz daha devam ederse Selimi Kahhar sel sel ağlayabilirdi. Onun için, yavaş bir adım attı, başını yere eğdi ve ancak duyulabilen bir sesle "Peki yıkılmasın" dedi. Bir gönül yapmak için cami yapmak kadar sevaplı, bir gönül yıkmak için bir cami yıkmak kadar veballi bir iştir. Hünkar ise hem cami yıkmadı, hem gönül yaptı. Ancak, bir mesele vardı ki Sümbül Sinan onu ihmal edemezdi. Onun için: "Hünkarım!" dedi, "Padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerekir. Onun için, hiç değilse, ocakları yıksınlar, Hünkar sözü vücut bulsun". Kazmalar, imaret bacalarını indirirken, Yavuz Sultan Selim ne haldeydi, ne düşünüyordu bilmiyoruz. Onu bir kendisi, bir Allah bilir. Fakat şu gerçek tarihlere geçmiştir: Sırtından kendisine pek yakışan beyaz samur kürkünü çıkardı, ihtiramla Sümbül Efendi'ye giydirdi. O anda elinden başka bir şey gelmezdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:57:22
ŞEYH VEFA VE SULTAN BAYEZİD

Salı, 16 Ağustos 2005
Fatih Sultan Mehmet, mürşidi Akşemseddin'den ayrı, İstanbul'da geçirdiği günlerde Şeyh Vefa'ya fazla ilgi göstermiş, yalnızlığına onda deva aramış, fakat ikisi arasında geçen çok ince bir hesapla bu ilgisine, Şeyh Vefa tarafından bir cevap bulamamıştı. İnce bir hesap dedim, böyle bir hesap ancak, söz konusu olan o iki insan tarafından anlaşılabilir. Dışarıdan seyirci olan bizlere işin tartışması düşer. Bir rivayete göre, Sultan Fatih tam üç defa Şeyh Vefa'yı makamında ziyarete gitmiş, fakat, üçünde kendisini görmeden göremeden dönmüştür. Sultan Fatih, Şeyh Vefa'nın tekkesi önündeki demir kapıya gelmiş, fakat kapıyı kilitli bulmuştur. Bahçede ne bir kul, ne bir can... Hükümdar ârif bir kişiydi. Bunun ne demek olduğunu anladı. Rengi kül gibi solmuştu.Bu yapılan ona hükümdar olarak değil,insan olarak dokunuyordu. O, yaralıydı, dinlenecek, dertlerini dökecek bir makam, sığınacak bir yer arıyordu. Sultan Fatih gibi, Şeyh Vefa da bu dönüşleri solgun bir yüzle bekler, indirilmiş hücre pencerelerinin demirlerine başını dayar, mahzun, mükedder, hünkâr alayının evi önünden uzaklaşmasını dinlerdi. Bir gündü, cesareti ve nazı geçer dervişlerden biri:"Şeyhim!" dedi. "Mademki Hünkar'ı görmek dilemezsin, neden gelişinden rengin sararır, Mahzun olursun? Madem Hünkar'ı seversin, neden görmek dilemezsin?" Şeyh Vefa, derin bir düşünceden sonra, konuşmaya karar verdi: "-Benim ona meylim ve onun bana ihtiyacı o derece fazladır ki, bir defa bir birimizi gördükten sonra, o benden ayrılmak istemeyecek, ben onu bırakmayacağım. Halbuki o saltanatı yürütmekle yükümlü. Biz de dünya düzenini korumaya mecburuz. Bizim birbirimizi görmemizin bir sakıncası daha var: Hünkâr gelecek, ziyade şevkinden, ihsanlarda, âtiyelerde bulunacak, biz bunları kendi adımıza kabul etmeyeceğiz. Sizlerin adına da reddetmeyeceğiz. Böylece, ihvanımla benim arama, ister istemez, dünya girecek. Şimdi anladınmı? Gönlüm onu görmek diler, görevim ona kapılarını kapar, beni mahzun eden, benzimi sarartan işte budur!" Şeyh Vefa, bu tavrıyla koca hükümdarı ne darıltmış, ne gücendirmiştir. Darılıp öfkelenme diğini anlamak için şu kadarını söylemek yeter ki Fatih ve oğlu Bayezit, Şeyh Vefa adına İstanbul'da bir cami, bir medrese, halvethane, türbe yaptırmışlar, ona olan bağlılık ve saygılarını böylece ifade etmişlerdir. Sultan Fatih'in ölümünde, Hünkâr'ın cenaze namazını kıldırmak, Şeyh Vefa'ya düştü. Bu güç bir işti. Fakat Şeyh Vefa bu güç görevi, Hünkâr'ın son isteği bilip, üzerine aldı. Sade namazını kıldırmak değil, ihtiyar veli, Hünkâr tabutunu omuzlamış, caminin arkasındaki türbeye kadar götürenlere yardım etmiştir. Fatih'in yerine hükümdarlığa gelen Bayezit, Şeyh Vefa adına ne gördüyse işte o gün gördü. O da babası gibi gördüğünün peşini bırakmak istemiyordu. Fakat Vefa tekkesinin demirli kapısı İkinci Bayezid'e de asla açılmadı.. Ta Şeyh Vefa bu dünyadan göçünceye kadar... Yeni hünkâr, şeyhin vefatını duyunca:"Sağlığında mübarek yüzünü bize göstermek istemedi, bari gidip şimdi kendisini ziyaret edelim" dedi. Derhal dergâha geldi. O geldiği zaman bütün hazırlıklar bitirilmiş gibiydi. Bayezid, yüzünü açıp büyük veliyi görmek arzusunu açıklayınca etraftakiler bunun usule uygun olmadığını hükümdara anlatmak istediler. O, ne de olsa henüz babası gibi olgun değildi. Böyle bir düzeni bozabilirim diye düşündü. ve örtüyü açtı. Fakat yazık ki genede bir şey göremedi. Göremedi, çünkü dünya düzenini korumakla görevli olan Hak ereni elini kaldırp yüzünü peçeleyivermişti. Düşmişem Aşkın oduna ta ezel,Kendi düşen ağlamaz vardır mesel,Ta ebede yanmak bana oldu mahal,Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.      Işkının pervanesiyim pes nidem,     Sen şehin yerin koyam kande gidem,     Şevkin ile tutuşup şer tâ kadem,     Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:57:38
VERMEYİNCE MA�BUD

Çarşamba, 17 Ağustos 2005
Rivayet olunur ki, Sultan II. Mahmud, tebdil gezdiği bir Ramazan gününde Üsküdar'da mücerred bir kunduracının, boş örse çekiç vurarak her hamlede “Tıkandı da tıkandı” dediğine şahit olmuş. Merak saikiyle içeri girip bunun sebebini sormuş. Adamcık anlatmış: Bir gece rüya gördüm. Çeşmeler vardı. Bazılarından şarıl şarıl sular akıyor, bazılarından sızıyor, bir tanesi de tıp tıp damlıyordu. O sırada bir pîr-i nuranî belirdi. Ona bu çeşmeleri sordum. "-Şu şarıl şarıl akanlar, padişahımızın talihidir. Sızanlar devlet erkanından filanca paşaların ve falanca zenginlerin talihleridir. Şu damlayan da senin talihindir." deyip kayboldu. Yerden bir çöp aldım ve benim talihim olan çeşmeye yaklaştım. Çöple biraz kurcalayıp lüleyi açmaya çalıştım. Ah, ellerim kurusaydı! Filvaki çöp kırıldı ve artık eski damlalar da damlamaz oldu. O günden sonra müşterim kesildi, kazancım bitti. İflas ettim, bu hale geldim. Şimdi de talihimden şikayet ile "tıkandı da tıkandı" zikriyle boş örsü dövüyorum. Padişah kendini aşikar etmez ve saraya dönünce adamın söylediklerini tahkike memur gönderir. Meğer adamcağız herkes tarafından "Tıkandı Baba" diye tanınmakta ve nasipsizliği ile bilinmekteymiş. O kadar ki çeşmeden su doldurmaya gitse kurnayı bir kurbağa tıkar; bir mal almak için pazara uğrasa, ona sıra gelmeden mal bitermiş. Sultan, mübarek Ramazan ayında bu garibi sevindirmek ister ve bir tepsi baklava yapılmasını, her dilimin altına da bir sarı altın konulmasını emreder. Sonra tepsiyi, bir zengin konağından iftarlık geliyormuş gibi gönderir. Nasipsizlik bu ya; Tıkandı Baba, bir tepsi baklavayı bir iftarda yiyip bitirmek yerine satıp parasıyla birkaç günler iftar etmeyi düşünerek tepsiyi pazara çıkarmaz mı? Padişah, durumu öğrenip üzülmüşse de niyetine sadakat ile aynı minval üzere ertesi gün nar gibi kızarmış bir hindi dolması yaptırıp yine içini altın ile doldurarak Tıkandı Baba'ya yollar. Baba'dan baklava tepsisini satın alarak parsayı toplayan uyanık müşteri, bu sefer yine kapıya dayanıp Baba'nın aklını çelmenin yollarını aramaktadır. Der ki: - Bre Tıkandı Baba! Sen bir garip ademsin. Tek başına bu hindiyi nice yiyeceksin. Gel sen yine bu hindiyi bana sat. Pazarlık tamam olup hindi de kanatlanınca, padişah bu derece safderunluğa aşırı derece lerde öfkelenip derhal Tıkandı'yı saraya çağırtır. Çavuşlar eşliğinde iftar vaktine yakın, karga tulumba sarayın yolunu tutan Tıkandı Baba telaşlanır. "Bir suç işlemiş olmalıyım, ama ne ola ki!" diye kara düşünceler içinde huzura alındığında neredeyse bayılmak üzeredir. Bu hale padişahın yüreği dayanmaz ve öfkesi merhamete döner. Sultan, olup bitenleri anlattığı zaman Tıkandı Baba hayretler içinde hünkarın ayaklarına kapanıp, dualar, şükürler okumaya başlar. Padişah ona son bir hak daha tanımayı isteyip doğruca hazine-i hassa odasındaki altın ve mücevher dolu sandıklardan birinin huzura getirilmesini buyurur. Sandık gelir. Sultan Mahmud selamlık dairesinin çini sobasının altını yoklayıp küreği eline alır ve: -Tut şu küreği! Sandığa daldır. Ne kadar alırsa hepsini sana bağışladım, der. Tıkandı Baba, makus talihinin böyle bağteten muradına muvafık harekatından fazlasıyla heyecanlanır. Sevinçten titreye titreye küreği sandığa daldırır. Bir müddet iteleyip çalkalar ve itina ile kaldırırsa da kürek ters daldırılmıştır ve sandıktan ancak sap kısmında bir tek kızıl altın ile çıkar. Baba düşüp bayılır. Şair ruhu taşıyan hisli padişah ise seçili bir üslupla o, tarihe geçen sözünü söyler: - Vermeyince Ma'bud, ne yapsın Mahmud?. Hikmetinden sual olunmayan yüce Ma'bud, kim bilir hangi kadere binaen o küreği ters çevirmişti. Onca yıllık Tıkandı Baba, acaba Açıldı Baba olsaydı kendisi için daha mı iyi olurdu? Hem kim bilir belki de sonradan Tıkandı Baba, haline şükretmiş ve hayırlısını istemekten dolayı gani gönüllü bir fakir olarak vefat etmiştir. Öyle ya, nasib işi başka şeye benzemez. Hani ne demiş dedelerimiz: Kısmetinse gelir Hind'den Ye men'denKısmet değil ise ne gelir elden Kısmet ardında koşmak elbette kişinin borcudur; illa kısmeti talepte ısrarcı davranmak ve bu yüzden ayrık yollara sapmak meşru değildir. Kul için en hayırlı kısmet, yine her şeyin hayırlısını talep etmekten geçer. Velev şair: Kara bahtım yoz olurTaşa bassam iz olurAğustosta suya girsemBalta kesmez buz olurdese dahi. Sağlam bir iman ve akıldan nasibini aldıktan sonra, kişioğlu, yürük at misali kendi nasibini kendisi artırır. Sağlam iman, iyi ahlak, huzurlu bir hayat.. hepsi birer nasib işidir ve kıymeti bilinirse mal mülk nasibinden daha evladır. Gerisi kabiliyete bakar. Nitekim, Kabiliyyet dâd-ı Hak'dır her kula olmaz nasîbSad hezâr terbiyye etsen bî-edeb olmaz edîbbuyurulmuştur ve Allah bizi edebini muhafaza eden kabiliyyet sahiplerinden eylesin. Aksi takdirde kısmetimiz, fani dünyanın fani işleri peşinde ömür tüketmekten başka bir şey değildir. Ve yine buyurulmuştur: Kısmetindir gezdiren yer yer seniArş'a çıksan âkıbet yer, yer seni
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:57:53
SULTAN IV. MURAD�IN TASAVVUF EHLİNE HÜRMETİ

Perşembe, 18 Ağustos 2005
Sultan IV. Murad Han, kendi zamanındaki Şeyhlere çok hürmet gösterir ve onlara yardım ederdi. Mesela, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Doğânî Ahmed Dede’ye hürmet etmiştir. Onu sık sık saraya davet etmek suretiyle kendisinden Mesnevî sohbeti dinlemiş ve semâ yapmalarına müsaade etmiştir. Galata Mevlevîhânesi şeyhi Âdem Dede de, yine IV. Murad’ın saraya davet edip Mesnevî sohbetlerini dinlediği ve semâ yaptırdığı mevlevîlerdendir.Antalya Mevlevîhânesi postnişîni Zincirkıran Muhammed Çelebi İstanbul’a geldiğinde IV. Murad’ın ihsanlarına nail olmuştur. Daha sonra Beşiktaş Mevlevîhânesi postnişîni olacak olan Çengî Yusuf Dede, IV. Murad döneminde “Gılmânân-ı Hâssa”ya alınmış mevlevîlerdendir. Revân ve Tebriz Seferi’ne çıkan IV. Murad, Konya’ya geldiğinde, 15 Zilkâde 1044/2 Mayıs 1635 târihinde, Çarşamba günü, Hz. Mevlânâ’nın türbesini ziyâret etmiş, postnişîn olan Ebûbekir Çelebi’nin idâre ettiği semâya katıldıktan sonra şeyhe bir kürk, dervişler için 1.000 akçe verdikten sonra Mevlânâ Âsitânesi için hâs’dan senelik 150 bin akçe ödenek tayin etmiştir. Bağdat Seferi’ne çıkmak için Üsküdar’a hareket edeceği gün, sefere memur olan Hüdâyî Efendi’nin halîfelerinden İsmail Efendi ve Kadızâde, has odada hazır bulundukları halde Pâdişah, kılıç kuşatma ve dua için Abdülmecid Sivâsî Efendi’nin hazır olmasını istemiştir. Bunun üzerine Abdülmecid Efendi has odaya alınmış ve müneccimbaşının işaretiyle hareme davet olunup, elleriyle pâdişahın beline Hz. Ömer’in kılıcını bağlamıştır. Pâdişah da bunun üzerine Sivâsî Efendi’nin sırtına bir samur kürk giydirmiştir. Pâdişah, atın üzengisine ayak bastığında “Sivâsî Efendi ve İsmail Efendi dua etsinler” diye yine bu iki şeyhi tayin etmiştir. Onlar da dua etmişler ve atlarına binerek pâdişahın önünde Üsküdar’a doğru hareket etmişlerdir. IV. Murad’ın tütünün yasaklanması sebebiyle insanların bir araya gelmelerini yasakladığı ve bunun için sık sık teftiş yaptığı bir dönemde vuku bulan bir hadise onun tasavvuf ehline bakışını göstermesi açısından ilginçtir. Naîmâ’nın naklettiği hâdise şu şekilde cereyan etmiştir: Abdülmecid Sivâsî Efendi bir gün Kağıthâne’de Mirahor Köşkü’nde bâzı mürid ve muhibleriyle tasavvufa dair sohbet etmekteyken, Sultan Murad aniden sandalla gelmiş ve hazır bulunanların kitaplarını, üzerlerinde bulunan eşyalarını istemiş. Görevliler orada bulunan kitapları ve ellerinde bulunan tesbihleri toplayıp pâdişaha götürmüşler. Pâdişah getirilen kitaplardan bir cildi açıp Yahyâ Efendi’nin Dîvân’ı olduğunu görünce: “Bu bizim Efendi’nin Dîvân’ıdır” diyerek öteki kitapları ve getirilen eşyaları gördükten sonra: “Kitaplarıyla seyre giden ulemaya, tesbih, seccade ve ridasıyla giden dervişana, divit ve kalem ve levazım-ı kitabet ile giden küttaba bizim sözümüz ve bir vechile taarruzumuz yoktur, alemlerinde olsunlar!” diyerek ayrılmış. IV. Murad İznik Eşrefî Tekkesi şeyhi Sır Ali Sultan’ı ziyaret ederek, sohbetinde bulunmuş tur. Cami ve türbenin yeniden imarını gerçekleştirerek, burayı çinilerle tezeyyün etmiş, kendisine de bir kılıç hediye etmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:58:13
PADİŞAHLAR DA GÜLER!

Cuma, 19 Ağustos 2005
Sehî Bey’in Heşt Behiş’te naklettiğine göre, devrin meşhur mütefekkir ve müderrislerin den Molla Lutfi Efendi ile Sultan Fâtih hazretleri arasında şöyle bir hâdise cereyan eder:Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın hâfız-ı kütüb’ü, yani kütüphânecisi olan Molla Lutfi, pâdişahla sohbetlerde bulunur, hatta işi şakalaşmaya kadar vardırırmış. Bir gün Sultan Mehmed Hân kütüphâneden bir kitap istemiş. İstediği kitap yüksekte olduğu için Molla Lutfi’nin eli yetişmemiş. O sırada yerde duran bir mermer parçasının üstüne basarak kitaba uzanmak isteyen Molla Lutfi’ye Hz. Fâtih, — Hele neyledin? Ol taş, Îsâ aleyhisselâmın üzerinde doğduğu taştır! diyerek mâni olmuş. Neyse bir şekilde kitabına kavuşan Sultan, tetebbua dalmışken, Molla Lutfi’nin aklına muzipçe bir mukabelede bulunmak fikri gelmiş. Kitapların üstüne örtülmüş ve güvelerin delik-deşik ettiği bir bez parçasını, büyük bir edep ve saygı ile eğilerek alıp, Sultân’ın dizinin üzerine, i‘zaz ve ikrâm üslûbunda koymuş... Tabiî pâdişâhın aksülameli (reaksiyonu) gecikmemiş. Bu kirli necis bezi neden üzerine koyduğunu sormuş hiddetle. Molla Lutfi’nin cevabı şöyle olmuş: — Devletlü pâdişahım, neye bî-huzur (huzursuz) olursuz? Bu bez, İsâ Peygamber’in beşiğinin bezidir.Sehî Bey sözlerine, Molla Lutfi’nin pâdişâhın huzurunda yaptığı bu nevi latîfe ve nüktelerin sayılamayacak kadar çok olduğunu da ilâve eder. Gayet tabii ki, tarihe mâl olmuş şahsiyetler de bizim gibi yer-içer, bizim gibi güler-ağlar, yaptıkları hatalardan dolayı pişman olup geceler boyu kendilerini muhasebe ve murâkabeye çekerler. Yerinde ve zamanında latîfeler de yapar, yapılanlara mukabele de ederler. Çünkü onlar da etten-kemikten müteşekkil, aynı hislere sahip birer insan.Demek ki Hz. Fâtih’in de, o otoriter yüzünün gerisinde bu çeşit şaka ve nükteleri kaldıran, zekâ pırıltılarına musâmaha ile bakan bir başka yüzü vardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:58:28
SULTAN ABDÜLHAMİD�E FEMİNİST TEŞEKKÜR

Cumartesi, 20 Ağustos 2005
19. yüzyıl sonlarında dünyanın çeşitli memleketlerinde düzenlenen milletlerarası fuarlar, o devirdeki devletler için kendilerini tanıtma fırsatı sunuyordu. Bu sebeple, Osmanlı Padişahı Sultan II. Adülhamid Han, bu fuarlarda Osmanlı Devletinin temsil edilmesine çok önem veriyordu.1893 senesinde Amerika Birleşik Devletleri Hükûmeti, Sultan Abdülhamid’e  özel bir heyet göndererek, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfinin 400. Yıldönümü dolayısıyla Chicago’da düzenlenecek milletlerarası fuara Osmanlı Devletini de davet etmişti. Osmanlı Hükûmeti, bu fuara Hakkı Paşa başkanlığından bir heyetle katıldı. Fuar alanının, Osmanlı Devletine ayrılan bölümünde örnek bir Anadolu köyü kurulmuş ve burada el sanatları sergilenmişti. Aynı günlerde Amerika’da yaşayan bazı Suriye’li Arabların, turistik maksatlı sema gösterisi yapması, Amerika’daki Osmanlı Büyükelçisinin protestosuna sebep oldu. Diğer taraftan, aynı günlerde Chicago’da toplanan Kadınlar Edebiyat Kongresi’nde İspanyol yazar Esmeralda Cervantes, daha önce İstanbul’da kaldığını söyleyerek, Osmanlı ülkesinde kadınların eğitim ve öğretimimine dair bir bildiri sunmuş, konuşmasının sonunda kadınların eğitimine yaptığı katkılar dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e yazılı bir teşekkür gönderilmesini teklif etmiş, bu teklif bu kongrede alkışlarla kabul edilmişti. Ayrıca, kongreye katılan kadın yazarlardan Teresa Veyle’de, İslamiyetin fazilet ve güzelliğine dair bir bildiri sunmak istediğini belirtmiş, bu bildirinin hazırlanması için fuardaki Osmanlı heyetinden yardım istemişti. Hakkı Bey, oradaki heyet ile birlikte İngilizce olarak, İslamiyeti kısaca izah eden bir bildiri hazırlayıp, Teresa Veyle’e gönderdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:58:45
AZİZİYE MÜDAFAASI

Pazar, 21 Ağustos 2005
24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devletine savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandan lığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” ünvanını almıştı. Askerimiz kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı. Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “Kesinlikle hayır.” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kafirlerine karşı savaşıp vatan ve namuslarını şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanı nın alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya düçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi isbat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.Bu telgraf halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğun da can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaadlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutan ları vazifelendirmişti.Anadolu içlerine doğru yürümelerine Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi şehri ele geçirmekti. Ayrıca yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıcayı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam ettiGece yarısı top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kafirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında Nene Hatun da vardı.Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkamından telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka birşey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra Aziziye istihkamlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri Aziziye’ye gönderdi. Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkamının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hala devam ediyordu. Artık Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkamın içine girdiler. Düşmanla muharebe göğüs göğüse cereyan ediyordu.Bu arada, tabyanın birinci kısmından hala çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takib eden Topdağı’ndaki istihkamlarımız Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında başarı elde edemiyeceklerini anlayan Ruslar geri çekildiler.O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:59:01
EKMEĞE 5 PARA BİLE ZAM YOK

Pazartesi, 22 Ağustos 2005
1899 Haziran ayında buğday fiyatlarında meydana gelen artış dolayısıyla ekmeğe de zam yapılması söz konusu olunca Sultan II. Abdülhamid Han duruma müdahele ederek özel kalem müdürüne şu irade-i seniyyeyi yayınlattırmıştı:“Buğday fiyatının artmasından dolayı ekmeğe beş para zam yapılması lüzumu Şehremaneti’nden (Belediye) duyurulmuştur. Bunun üzerine Padişah Hazretleri derhal emir vererek bir komisyon kurdurmuş ve ekmek fiyatlarının artmasını önleyecek tedbirlerin alınmasını irade buyurmuştur.”Bu minval üzere kurulan komisyon meseleyi görüşüp, tedbir almıştı. Padişah, o kadar gaileler arasında ekmek fiyatlarıyla da ilgilenmişti. Aynı sene Eylül ayında, ekmeğe zam yapamayan bazı fırıncılar, bu sefer üretimi ekmek üretimini azalttılar. Maksatları bu yolla ekmeği karaborsaya düşürüp zam yapmaktı. Fakat Sultan buna da hemen müdahele etti ve askeri fırınlarda, İstanbul halkı için ekmek pişirildi ve fırıncılar pes ederek normal üretimlerine başladılar.1907 senesinde de et fiyatlarında suni bir artış görüldü. Sultan Abdülhamid Han hemen bir irade yayınlayarak, askerin ihtiyacı için et temin eden müteahhidlerden, fazlaca et alındı ve Belediye marifetiyle ucuz fiyatla halka satıldı. Kasaplar bu beklemedikleri durum karşısında geri adım attılar ve et fiyatlarını ucuzlatmak zorunda kaldılar.Aynı sene ekmek fiyatları yeniden gündeme gelmiş ve suni bir artış görülmüştü. Buna sebep olarak da, bu sene mahsulün az olması gösterilmişti. Padişah, hemen tahkikat yaptırdı ve şu iradeyi yayınlattırdı:“Bu sene mahsulün az olduğu şeklinde söylentiler var ise de, yaptırdığımız tahkikatta İstanbul’a gelen zahirenin geçen senelerden daha az olmadığı tesbit edilmiştir. Anlaşıldığın göre bazı muhtekirler, mevcut zahireyi toplayıp stok yapmaktadırlar. Bunların maksatlarının, ellerindeki zahireyi yüksek fiyatla satmak olduğu aşikardır. Devletin görevi ise halkın ihtiyaç larının temini için gerekli tedbirleri almaktır. Bu sebeple fiyatların artmasını önleyecek tedbirlerin alınması irade olunmuştur.”Bundan sonra dışarıdan buğday temin edilerek ucuz fiyatla fırıncılara verilmiş, bu suretle ihtikar yapanların ellerindeki buğdayı pahalı fiyatla satmalarının önüne geçilmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:59:16
BİR YALANLA İKİ KELLEYİ KURTARDIN 

Salı, 23 Ağustos 2005
Osmanlı hükümdarları zaman zaman memleketin dâhilî vaziyetini bizzat teftiş ve kontrol için tebdil-i kıyâfetle halk arasına karışırlardı. Sultan IV. Murad ile III. Mustafa Hânlar’ın sıkça tebdil gezdiklerini tarihler kaydederler.Sultan Mustafa Hân bir bahar günü derviş kıyâfetiyle çarşıyı pazarı dolaşmış ve yorgunluk gidermek üzere kırlara doğru yürümeye başlamış. Samatya taraflarında bir tepecik üzerinde oturmuş dinlenirken, musâhibi Nakşî’nin taşıdığı dürbünü isteyip bir müddet çevreyi temâşâ etmiş. Meğer uzaklarda bir kadınla bir erkeğin sarılıp öpüştüklerini görmesin mi!?.. Nakşî’ye seslenmiş:— Derhal git! Şu karşıdakiler kimlerdir, öğren gel!..Nakşî emri yerine getirip nefes nefese dönmüş ve:— Efendimiz, demiş, bunlar hayli zamandır birbirlerini görmeyen iki kardeş imişler. Oracıkta rastlayınca dayanamayıp sarmaş dolaş olmuşlar. Zât-ı şâhâneye de arz-ı ihlâs eylediler.Pâdişah gülmüş:— Nakşî! Yalan söyledin amma, zararı yok; bir yalanla iki kelleyi birden kurtardın, demiş
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:59:30
SENİ KANUNA ŞİKAYET EDERİZ

Çarşamba, 24 Ağustos 2005
Kul hakkına özen gösteren Sultan Süleyman, bu konuya duyduğu titizlik nedeniyle 'Kanuni' lakabını almıştır. Budin Seferinden dönen ordu, yolların darlığı sebebiyle tarlalardan geçmek zorunda kalmıştı. Bu sırada bir köylü, elindekini padişahın atının geçtiği yere fırlatınca at ürkmüş, köylü de yakalanarak padişahın huzuruna getirilmişti. Sultan Süleyman köylüye:
            -Derdin nedir de böyle yaptın? diye sorunca, köylü:

-Biz fakir köylüleriz. Askerlerinizden bazıları, bizim yeni ektiğimiz tarlalardan geçtiler. Ya bu zararı ödersiniz, ya da sizi şikayet ederim. demiş.
Bunun üzerine Kanuni köylüye: -Peki bizi kime şikayet edeceksiniz? diye sormuş. Köylü: -Siz Kanuni değil misiniz? Sizi kanuna şikayet ederiz. deyince Sultan Süleyman çok memnun olmuş ve hemen köylülerin zararlarını hesaplattırıp zararı ödemiş.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 14:59:48
KOCA SEYİD

Perşembe, 25 Ağustos 2005
18 Mart 1915 sabahı İngiliz ve Fransız gemilerinden müteşekkil düşman donanması Çanakkale boğazına girdi. Burasını kolayca geçip İstanbul’a gideceklerini düşünüyorlardı. Bu suretle Osmanlı İmparatorluğu teslim olacaktı. Öndeki zırhlılar, boğazın Anadolu ve Rumeli yakalarındaki Osmanlı tabyalarını seri ateşli ve uzun menzilli ağır toplarıyla döğmeye başladıkları sırada, düşman filosunun diğer gemileri de hücuma geçtiler. Saat 14.00’de bombardıman müthiş bir hal aldı. Sahil kasabaları ateş içinde kalmıştı. Osmanlı tabyaları kısa menzilli toplara sahip ve cephaneleri sıınırlı olduğundan düşmanın gemilerinin iyice yaklaşmalarını bekledikten sonra mukabil ateşe başladı. Fakat bu pek tesirli olmadığı gibi, düşman bombardımanının sabit hedefler üzerine yoğunlaşması na da sebep oldu. Nereden bir ateş açılsa gemiler hemen namlularını oraya çeviriyor ve ölüm kusuyorlardı. İngilizlerin meşhur Queen Elizabeth zırhlısı kendisine hedef olarak Rumeli yaka sındaki Mecidiye tabyasını seçmişti. Bu yüzden düşmanın kudurmuş toplarına mukabele etmek şöyle dursun, tabyada top başında kalmak bile mümkün değildi. Takım kumanda nı Fahri Bey, “sığınağa gir” emrini vermişti ki, batarya cephaneliğine bir mermi isabet etti. Topçu erlerinden Edremitli Mehmed oğlu Seyit, kendisine gelip de gözlerini açtığın da, arkadaşı Niğdeli Ali’yi başında bekler buldu. Ne olup bittiğini sorunca, cephaneliğin infilak ettiğini, 14 şehid ve 24 yaralı verdiklerini, yaralıların sargı yerine taşındıklarını ve tabyada yalnız iksinin kaldığını öğrendi. Bundan sonrasını Edremitli Seyit’ten dinleyelim:“Deli gibi olmştum. Ayağa kalktım. Gözlerimi şehid arkadaşlarımın üzerinden ayı ramıyordum. Bazılarının bedeninden kopmuş el ayak parçalarına baktıkça tüylerim diken diken olup, hırsımdan zangır zangırt titremeğe başladım. Denize doğru bir baktım, hınzır gavurlar ateş yağdıra yağdıra hâlâ ilerliyorlardı. Toplara baktım, bizim top meydanda. Öteki iki top toprağa gömülmüş. Bizim topun mataforası (mermiyi kaldıran vinç) kopmuş Sonra o topun yanındaki gülleleri gördüm. Onlara bakarken o iri gülleler bana ufacık ufa cık birer oyuncak gibi  gelmeğe başladı. Ali’ye seslendim; “Ali, çabuk yetiş, bana yardım et” dedim ve yürüdüm güllelere doğru. Ali benim ne yapmak istediğimi anlamıştı. “Ne yardımı Koca Seyit? Delirdin mi sen, kaç okkadır onlar bilir misin? Tam 215 okka (275 kilo) İki kişinin harcı mı onları namluya koymak?” dedi. Lâkin benim gözüm kızmıştı bir kere. Belki de Allah, “Yüklen Seyit, gücün kuvvetin bende” diyordu. Ali’ye; “Ali, bu acılara dayanılır mı? Bana çok dokundu bu ya... Hani benim teğmenim, hani benim Mehmed çavuşum, hani benim Konyalı Ömer’im, hani 36 arkadaşım, neredeler onlar?” dedim ve Besmele çekip “Yâ Allah” deyip bir karakcak ettim güllenin birisini, amma havaya kaldır mışım. Ali bunu görünce “Yaşa Koca Seyit” dedi ve koşa koşa yanıma geldi. Namlunun içi ne mermiyi sürerken yardım etti gayrı. İyice yerleştirdik gülleyi namluya. Önde giden geminin birisine nişan aldım. “Ali, dedim, sen öndeki gemiye iyi bak” sonra da “Yâ Allah” deyip de bir ocakladım ona. Ali hemen “Vurdun Koca Seyit” diye bağıra düştü. Ben, “Sahi mi Ali, deme” deyip inanmıya inanmıya gözlerini o tarafa kaydırdım. Geminin olduğu yer de bir duman yayılıverdi. Biraz sonra duman dağılınca bir de gördük ki, gemi yanlamış, içinde bir telaş, bir tarafını su gömmeğe başlamış bile.”Edremitli Koca Seyit, tek başına ateşlediği top ile tek atışta tam isabet kaydede rek, İngilizlerin Ocean zırhlısını sulara gömdü. O günün akşamı düşman donanması ağır zayiat vererek Boğaz’ı terkettikten sonra Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı Cevad Paşa, gazileri tebrik için tabyalara geldi. Koca Seyit’in akıllara durgunluk veren başarısını duymuştu. Mecidiye tabyasına gelince ilk önce bu kahramanı görmek istedi. Yine Koca Seyit’in ağzından dinleyelim:“Akşam geç vakit Cevad Paşa geldi yanımıza. Hem şehidler için gözyaşı döktü, em de benim yanaklarımdan öptü. Bir de onbaşılık nişanı getirmiş, onu da kendi elleriyle koluma taktı ve “söyle oğlum, mükafat olarak başka ne istersin?” dedi. Ben “Sağol Paşa baba, mükafatımı verdiniz, başka bir şey istemem” dedim. Cevad Paşa “Olmaz oğlum, se nin hizmetin çok büyük, iste daha bir şeyler” diye ısrar edince bu defa ben “Çift tayın ve rirseniz memnun olurum” dedim. Paşa “Ne demek oğlum, sana çift değil, beş tayın bile azdır. Hemen bu günden itibaren verilsin” dedi. Birkaç gün çift tatın yedim, fakat herke se tek tayın verilirken çift tayın boğazımdan geçmedi, sonra kumandanlarıma söyledim tek tayın verin diye, tekrar tek tayın yemeye başladım.”Seyit Onbaşı, Çanakkale Savaşından sonra Millî Mücadeleye de katıldı. Büyük Taarruzun üçüncü günü 28 Ağustos 1922’de yaralandı ve terhis oldu. 10 sene askerlikten sonra doğduğu yer olan Edremit’in Çamlık köyüne döndü ve kahramanlara yakışır bir tevazu içinde sade bir hayat sürdü. Kimseden bir lütuf, bir iltifat ve bir yardım bekleme den, meşe kömürü satarak geçimini temine uğraştı. 1939 yılında, yaşadığı zor hayat şartlarının neticesinde zatürreye yakalandı ve bu hastalıktan kurtulamayarak 50 yaşında hayata veda etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:00:01
OSMANLILARDA MEVLİD KANDİLLERİ

Cuma, 26 Ağustos 2005
Sultan II. Murad an, 12 Rebîulevvel 996 (10 Şubat 1588) günü bir tezkire çıkartarak:“Bu gece Server-i Kâinat, Mefhar-i Mevcûdât hazretlerinin dünyaya teşrif ettikleri gecedir. Ta’zîm ü ihtiram etmek gerektir.” Diyerek minarelerde kandiler yakılmasını emretti. Bu vesile ile camilerde ve mescidlerde mevlidler okundu, şenlikler yapıldı. Bu tarihten sonra her mevlid kandilinde aynı şenlikler, bütün Osmanlı Padişahları tarafın dan yapılmaya devam edildi. Önceleri Ayasofya’da yapılan merasimler, daha sonraları Sultan ahmed camiinde yapılmaya başlandı. Halkın büyük rağbetine mazhar olan mevlid kutlamaları zamanla bayram şekline büründü. Bazı camilerde bu gecelerde minareler arasında mahyalar kurulurdu. Padişahın da katıldığı Mevlid merasimlerinde, vezirlere, kadıaskerlere, ulemaya, büyük camilerin imamlarına ve sair devlet erkanına davet yazıları gönderilirdi. Camilere resmi kıyafetleriyle gelen misafirler, kendilerine ayrılan yerlere otururlardı. Daha sonra teşrifatçıbaşı getirdikleri buhurdanlıkları yakarak önlerine koyarlardı. Bu sırada müezzinler Kur’ân-ı Kerim okurlardı. Daha sonra Padişah Hazretleri teşrif eder, bu da hünkar mahfilinin penceresinin açılmasıyla cemaate bildirilince herkes hürmeten ayağa kalkardı. Müezzinlerin “tarif” okuma sından sonra Ayasofya ve Sultanahmed camilerinin hatibleri vaaz verirler, bu arada misafir lere buhur ve şerbetler dağıtılırdı. Vaazdan sonra vaizlere darüssade ağası tarafından hil’atler giydirilirdi. Ardından birinci mevlidhan mevlid-i şerifin birinci kısmını okur, sonra hil’at giydirilir di. İkinci mevlidhan mevlide başaldıktan biraz sonra müjdecibaşı Mekke Şerifinden gelen mektubu sadrazama teslim eder, o da okuması için Reisülküttaba verirdi. Mektub, Padiaşha okunduktan sonra müjdecibaşı ile Reisülküttaba hil’atler giydirilirdi. Daha sonra Padişah, Peşkir Ağası vasıtasıyla Sadrazama Medine’den gelen huramayı ikram eder, o da  bunları dağıtırdı. Üçüncü mevlidhan kürsüye çıkınca sadrazamın, vezirlerin, ulema ve diğer ileri gelenlerin önlerine şeker tabakları konulurdu. Mevlidhan kürsüden indikten sonra Padişah saraya döner, halk da dağılırdı. Ekseriya Sultanahmed camiinde yapılan bu merasimler, daha sonraki devirlerde Bayezid, Beylerbeyi ve Eyyübsultan camilerinde de yapılmaya başlandı.Sultan Abdülaziz zamanında Mevlid merasimlerine gidip gelirken Padişah için askeri merasim yapılmış, gece bütün resmi binalar aydınlatılmış, namaz vakitlerinde Tophaneden ve harp gemilerinden toplar atılmıştı. Sultan II. Abdülamid Han ise, Mevlid kandillerinde İstanbul’daki I. Ordu resmi geçit töreni yapardı. Şehzadeler ve veliahd Padişahın yanında yer alırdı. Gece ise Yıldız camiinde Mevlid-i Şerif okunurdu. Davetlilere gülsuları dökülür, Hacı Bekir Efendiden alınan şekerler dağıtılırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:00:20
İNGİLİZ DESTEKLİ ÇETE İŞİ İHTİLAL

Cumartesi, 27 Ağustos 2005
İstanbul’daki İngiltere Büyükelçisi Sir Henry Elliot, büyükelçilik binasındaki odasının, çıkış kapısına hakim penceresinden dışarıya bakıyordu. Eski sadrazam, yeni Şûray-ı Devlet Reisi Mithat Paşa ile haberleşmelerinde aracı olan kişinin, hızlı adımlarla binadan çıkışını gözleriyle izlerken, dudaklarındaki gülümsemeye engel olamadı. Mesleğinin 35’inci yılını süren 60’lık kurt diplomata, son günlerde elde ettiği başarıların verdiği zevk, donuk mavi gözlerini adetâ canlandırmış, sinsi pırıltılarla doldurmuştu. İstanbul’da geçirdiği 9 yıl boyunca yürüttüğü çalışmalar, sonunda meyvesini vermişti. Birtakım devlet ricaliyle dost olmuş, İngiliz emellerine uygun yönetime bir türlü yanaşmayan padişahın tahtından indirilmesi yönünde, İngiltere hükûmetinin maddî, manevî her türlü desteğini bunlara sunmuştu. Yürüttüğü çalışmaları finanse etmek üzere 1875 yılı İngiltere bütçesinden tahsis ettirdiği 7 milyon İngiliz altınının işe yaradığı bir gerçekti. Büyükelçi Sir Henry Elliot, önce en büyük rakibi olan Rus Büyükelçisi General Ignatiev’e yakınlık gösteren Mahmut Nedim Paşayı, çevirdiği entrikalarla 11 Mayıs 1876 günü sadrazam lıktan düşürmüştü. Gerçi beklediği gibi ondan boşalan yere Mithat Paşa getirilmemişti ama zararı yoktu. Onun yerine, 65 yaşındaki eyyamcı ve ürkek tabiatlı Mütercim Rüştü Paşa sadrazam yapılmıştı. Ama, padişahın düşürülmesinden sonra makam ve para va’dettiği iki paşadan biri serasker (savunma bakanı ve genel kurmay başkanı) ve diğeri devlet nazırı (bakanı) sıfatlarıyla kabineye girmişti. Bu ikili bir adım daha atmış, padişahın hocası Şeyhül islâm Hasan Fehmi Efendiyi de azlettirip yerine padişaha diş bileyen bir başkasını, Hasan Hayrullah Efendiyi meşihat makamına getirtmişlerdi. Böylece padişahı tahtından indirecek dörtlü çete tamamlanmış, kabinede üye olarak yerlerini almışlardı. İngiltere’nin İstanbul Sefir-i kebiri Sir Henry Elliot son günlerde yaptığı bazı görüşmeler üzerine, beklediği sondan artık çok emindi. O yüzden, onun açısından padişahın tahttan indirilmesinin gerçekleşmesini bekle meye lüzum yoktu. Pencerenin önünden çekildi ve masasına oturdu. İngiliz hükûmetine göndereceği, Osmanlı Devleti hükümdarının birkaç gün içinde düşürüleceğini bildiren raporunu yazmaya başladı. Takvimler 26 Mayıs’ı gösteriyordu.Çetenin birinci adamı Hüseyin Avni Paşa, müşir (mareşal) rütbesinde, 55 yaşında bir askerdi. 1 yıl kadar önce seraskerlik de uhdesinde olmak üzere 14 ay müddetle sadrazamlık yapmıştı. Kendinden önceki sadrazam Şirvanizade Mehmet Rüştü Paşaya, Mithat Paşa ile birlikte daha o zamanlar padişahın tahttan indirilmesi hususunu açmıştı. Şirvanizade sadrazam olduktan sonra bu meseleden artık bahsetmez olunca, kendisini padişaha gammaz lamış ve azlettirmişti. Sadrazam olur olmaz yaptığı ilk işlerden biri, Şirvanizade’yi Taif’te zehirleterek öldürtmek oldu. Fakat az sonra azledilmekten kurtulamadı. Çünkü hakkındaki rüşvet iddiaları ayyuka çıkmıştı. Daha sonra çeşitli desiselerle seraskerlik makamını ele geçirmiş, ancak saraydaki hizmetçi kalfa ve kızlarla ilişkisi ortaya çıkmıştı. Bu defa sadece azledilmekle kalmamış, rütbesi ve nişanları alınarak askerlikten tardedilmişti. Ama daha sonraları, o zamanlar yine sadrazam olan Mütercim Rüştü Paşa tarafından affedilmesi sağlanmıştı. Son olarak seraskerlikle birlikte sadrazamlığı da yakalamışken, yine rezil olarak azledilmesi, padişaha beslediği kinini daha da azdırmıştı. Hastalığını bahane ederek güya tedavi maksadıyla Avrupa’daki kaplıcalara gitmişti.Sir Henry Elliot, yazmakta olduğu rapordan başını kaldırdı. Şimdi tekrar serasker yaptırıp ordunun başına geçirttiği paşanın, Londra’da bulunduğu sırada Sultan Abdülaziz Hanın tahttan indirilmesi konusunda İngiliz bakanlarla fikir alışverişi yaptığı haberinin kendisine iletildiği günleri düşündü. Kendi kendine gülümsedi. Evet, evet...Kurduğu mekanizma kusursuz bir şekilde işliyordu. Sultan Abdülaziz Hanın tahttan indirilmesinde baş rolü oynayan dörtlü çetenin ikinci adamı Mithat Paşa, gerçekte beyin görevini üstlenmişti. O çeteyi, onu da Sir Henry Elliot idare ediyordu. Elçinin İstanbul’a geldiği yıllarda Tuna valisi olan paşa bir ara Şûray-ı Devlet reisi olup kabineye de girmişti. Valilik yaptığı dönemlerde sık sık Avrupa basınında boy göstermiş, özellikle İngilizlerce şişirilmişti. Artık o kendince İngiltere’yi de arkasına almış, Osmanlı Devleti’ndeki en yetenekli ve yeterli şahsiyetti. Edirne valiliğine atanınca, padişahın huzuruna çıkmıştı. Bu görüşmede, işi siyasete dökmüş ve mevcut sadrazam Mahmut Nedim Paşayı kötülemeye başlamıştı. Zaten sadrazamı değiştirme niyetinde olan padişah, Mithat Paşayı sadarete getirivermişti. Ancak, açığı olan bütçede gelir fazlası olduğunu söyleyerek padişaha yalan söylediğinden, sadarette daha 3 ayı dolmadan azledilivermişti. Kendisini padişahtan bile büyük gören ve ölünceye kadar sadrazamlık yapacağını uman paşa, neye uğradığını anlamamıştı.Daha o zamandan beri padişahına düşman olan Mithat Paşa, Mahmut Nedim Paşanın bu son sadrazamlığı sırasında, Hüseyin Avni Paşayı Bursa valiliğine sürmesi ve kendisinin de adliye nazırlığından istifa etmek zorunda kalması üzerine telâşlandı. Artık Hüseyin Avni Paşa ile birlikte birkaç yıldır üzerinde çalıştıklarıpadişahı tahtından indirme ve yerine kendilerine yakın gördükleri Veliahd Şehzade Murad Efendiyi geçirme plânını hayata geçirmenin zamanı gelmişti. Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indiren dörtlü ekibin üçüncü şahsiyeti Sadrazam Mütercim Rüştü Paşaydı. Askerlikten yetişerek müşir (mareşal) rütbesine kadar ilerlemiş, daha önce üç defa daha sadrazam olmuştu. Ancak hiçbirinde senesini dolduramamıştı. Ötede beride padişah için “saltanatı zamanında 11 sene azledilmiş bir halde kaldım” der, kinini açığa vururdu. Ekibin en yaşlısı ve kıdemlisi olan ve o tarihte 65 yaşında bulunan paşa, korkak ve sorumluluk taşımaz bir karaktere sahipti. Kıdemi itibariyle ölünceye kadar sadrazam kalmak amacıyla ekibe dahil olmuştu.  11 Mayıs 1876’daki iktidar değişikliğinde, kadronun tamamlanması ve ekibe ilmiye sınıfından bir üyenin de dahil edilmesi için padişaha, “şerrullah” lâkaplı Hasan Hayrullah Efendi’nin şeyhülislâm olması için baskı yapılmıştı. Kendisi Hüseyin Avni Paşanın sadrazam lığı sırasında, 40 yaşında şeyhülislâm yapılmış, ancak sadrazamdan sonra gelen bu yüce makamda 38 gün kalabilmişti. Koruyucusu Hüseyin Avni Paşa gibi o da padişaha derin bir kin beslemeye başlamıştı. Sultan Abdülaziz Han bunun için, (O, sarayda iken, müfsit imam denirdi. Rüştü Paşanın tavsiyesi ile şeyhülislâm yaptık, Allah vere de, bir halt etmese) demişti. Hüseyin Avni Paşa, ihtilâl gününe birkaç gün kala Askerî Şûra Reisi Müşir (mareşal) Redif Paşayı elde etti. O da Harbiye ve Askerî Mektepler Nazırı (Kumandanı) Mirliva (Tümgeneral) Süleyman Hüsnü Paşayı kendisine tavsiye etti. Hüseyin Avni Paşa, 38 yaşındaki bu genç paşayı Seraskerlik’teki makamına çağırdı ve Harbiye’den eski öğrencisini ikna etmekte güçlük çekmedi. İhtilâli gerçekleştirenler arasında, padişahın tahttan indirilmesinin bir vatanperverlik olacağına inanan tek adam da o idi. Ayrıca Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa ve onun aracılığıyla Donanma Kumandanı Bahriye Mirlivası (Tümamiral) Arif Paşa ekipteki yerlerini aldılar. Hüseyin Avni, Mithat, Mütercim Rüştü ve Süleyman Paşalar, padişahın tahttan düşürül mesi için geniş bir propagandaya giriştiler. Padişahı tahttan indirmek için gerekli uydurma fetva, ekip üyesi Şeyhülislâm tarafından kolayca hazırlandı. 30 Mayıs 1876 Salı günü sabahı, saat 04.30’da harekete geçtiler. Merkezi Şam’da bulunan Beşinci Ordu’dan İstanbul’a eğitilmek üzere gelen birkaç bölük Arab asıllı asker ile 300 kadar Harbiye öğrencisi, Dolmabahçe Sarayı’nı çevirdi. Kendilerine, padişaha suikast yapılacağı, bunu kendilerinin önleyeceği, çok şerefli bir görevi yerine getirecekleri anlatılarak yalan söylenmişti. Sultanın her zaman üzerine titrediği donanma da deniz tarafını kontrol altına aldı. Şiddetli bir yağmur yağıyordu. Sultan Abdülaziz Han kayıkla alınıp, ailesiyle birlikte Topkapı Sarayı’na götürülerek, büyük amcası Sultan Üçüncü Selim Hanın şehit edildiği odaya hapsedildi.Abdülaziz Hanı halk sevmekte, ikinci bir Yavuz olarak görmekteydi. Üzerinde durduğu en mühim mesele ordu ve donanmanın yeniden tanzim edilmesi, yeni usullere göre tekâmül ettirilmesiydi. Avrupa’dan elde edilen kredilerin pek çoğu bu sahada sarf edilmişti. Donanma, dünyanın sayılı deniz kuvvetlerinden birisi olmuştu. Saltanatının ikinci yılında Mısır’ı ziyaret etmişti. Kalabalık bir heyetle beraber, Mısır’a yapılan bu gezi çok gösterişli olmuştu. Yavuz Sultan Selim Handan sonra Mısır’a gelen ilk Osmanlı sultanına halk çılgınca sevgi gösterilerin de bulunmuştu. Sultan Abdülaziz Han, Kahire’yi at üstünde dolaşmıştı. Bu seyahat Mısır halkı nın devlete olan bağlılığının güçlenmesini sağlamıştı. 1867 yılında imparator Napolyon’un davetini kabul ederek Fransa’ya gitmişti. Bu seyahatlerinde Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon, İngiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı İkinci Leopold, Prusya Kralı Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Birinci Fransuva-Josef, Romanya Prensi Birinci Karol ile görüşmüştü. 30 Mayıs sabahı top sesleri İngiliz Sefarethanesi’ne kadar gelmişti. Büyükelçi Sir Henry Elliot için, geçen hafta hükûmetine rapor ettiği olayın gerçekleştiğini anlaması zor olmamıştı. Ellerini ovuşturdu. Kara ve deniz ordusunu kuvvetlendiren, memleket içinde ve dışında yaptığı gezilerle ülkenin prestijini artıran bu hükümdarı nihayet bertaraf etmişti.Bu arada sarayın bir başka odasının penceresinden bakan bir çift göz, olayı ağlayarak seyrediyordu. Sevgili amcası, yağan şiddetli yağmur altında ıslanarak kayığa bindiriliyordu. Yeğenleri ve yengeleri görevli subaylarca itilip kakılıyordu. Hatta yengesi, 28 yaşındaki Neş’erek Nesrin Kadınefendinin omuzlarındaki şal, altında mücevher saklıyor bahanesiyle bir görevli tarafından çekilip alındı. Kendini kayığa atan kadınefendi, çıplak kalan omuzlarına yol boyu yağmur yedi. Zaten zayıf bünyeli olan bu hanım, o gün hastalanıp yatağa düşecek ve birkaç gün sonra da ölecekti. İşte bu kadınefendinin kardeşi Erkân-ı Harp Sağ Kolağası (Kurmay Kıdemli Yüzbaşı) Çerkes Hasan Efendi, 15 gün sonra Mithat Paşanın Bayezid’deki konağında yapılmakta olan toplantıyı basmış ve meşru hükümdarı geçerli bir sebep olmadan düşüren ve daha sonra katleden Serasker Hüseyin Avni Paşayı öldürmüştü. Şu an için elinden ağlamaktan başka bir şey gelmeyen bu gözlerin sahibi, daha sonra tahta geçecek ve ihtilâlin sorumlularına hakettikleri cezayı verecek olan Şehzade Abdülhamid Efendi idi. Sir Henry Elliot’un tilki kafasında uçuşan plânların arasında bu ayrıntının da bulunmasına tabiî ki imkân yoktu. Elçi cenapları ve hükûmetinin, Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmeleri için 33 yıl daha beklemeleri gerekecekti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:00:39
DEVLET ADAMLARINA ALTIN ÖĞÜTLER

Pazar, 28 Ağustos 2005
 Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde, Sultan Mustafa ve Sultan III. Ahmed’in saltanat yıllarında defterdar olarak görev yapan Sarı Mehmet Paşa’nın yazdığı “Nesayıhü’l-Vüzera ve’l-Ümera” (Devlet Adamlarına Öğütler) kitabında, günümüz devlet adamlarına da ışık tutacak değerli öğütler bulunuyor:-Devlet adamları, af veya cezalandırma söz konusu olduğunda iyice araştırıp, öyle uygulasınlar ve hiçbir zaman acele etmesinler.-Kendilerine gösterilen saygıdan gurura kapılıp, büyüklük taslamasınlar.-Hükümdarın özel mallarına ve köy halkı ile kamu mallarına karşı aç gözlülük etmesinler. Kanaatkâr olup, mahşer gününü düşünsünler ve Allah’ın kahredici gazabından çekinsinler.-Serhad ağalıkları, dizdarlıkları ve alay beylikleri hak edenlere verilsin. Ölüm yahut azil gerektiren bir durum olmadıkça, bu kimseler keyfi olarak vazifeden uzaklaştırılmasın. Ayrıca, devletin ihtiyacı olmadıkça yeni memurlar alınarak hazineye yük olunmasın.-Sadrazamlar, beş vakit namazı cemaatle evlerinde kılıp, kapılarını halka açsınlar. Mal toplama sevdasıyla halka karşı kötülük, zorlama ve eziyet yapılmasın.-Kanuna göre yapılması lazım gelen işleri rüşvetle geri bırakıp, kanuna aykırı kötü bir işi işlemek kadar büyük bir günah yoktur. Devlet adamları, rüşvet gibi tedavisi zor hastalıklardan kendilerini koruyup, son derece titiz davransınlar
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:00:58
AKKA�DA DURDURULMASAYDIM BÜTÜN DOĞU�YU ELE GEÇİREBİLİRDİM

Pazartesi, 29 Ağustos 2005
Bu söz, Fransızlar’ın ünlü başkomutanı ve tarihin en önemli şahsiyetlerinden bir kabul edilen Napoléon’a ait. 1798 yılında Mısır’ın işgaliyle başlayan Fransız istila programı başarıya ulaşsaydı, kim bilir nerede nihayet bulacaktı. Başarıya ulaşsaydı diyoruz, çünkü Napolyon’un Doğu hakimiyeti hayali küçük bir Osmanlı kasabası önünde yok olup gitti. Bugün İsrail sınırları içinde bulunan Akka kasabası önünde. Kasabayı savunan komutan yetmişlik bir ihtiyar: Cezzar Ahmed Paşa. Ve Batılı tarihçilerin söz etmekten pek hoşlanmadığı bir hezimet. Sahi, Napolyon’u bilmeyen yok. Ama Cezzar Ahmed Paşa ismini kaç kişi biliyor?“Ey Mısır halkı! Ben buraya sizin haklarınızı korumak ve o hakları ihlâl edenleri ceza landırmak için geldim. Allah’a, onun Peygamberine ve Kur’an’a olan saygım Memlûkler’inkin den fazladır. Biz tüm müslümanların dostuyuz. Müslümanlara karşı savaş açılmasını isteyen Papa’ yı mahvetmedik mi? Yüzyıllar boyunca (Allah razı olsun) Padişah Hazretleri’yle dost, onun düşmanlarıyla düşman olmadık mı? Herkes padişahım çok yaşa diye bağırsın! Onun müttefiki olan Fransız ordusu da çok yaşasın! Memlûkler’e lânet olsun! Halka mutluluk gelsin!” Bu sözler Napolyon imzasıyla Arapça yazılı olarak, Fransızların 21 Temmuz 1798’de Kahire’ye girmesinden sonra her köy ve kasaba duvarına asılan bildirilerde yer alıyordu.Sinsilik ve ikiyüzlüğün yeni bir örneği olan bildiride, güya Fransız ordusu Memlûk Beyleri’nin nüfuzunu sona erdirmek maksadıyla gelmişti. Fransızlar güya halis müslüman ve İslâm padişahının halis dostu idiler. Güya Allah’ın evladı ve ortağı bulunmadığına inanıyarlardı. Hristiyanlığın teslis akidesine ters düşen bu son ifade, müslümanların dini hislerini istismar yolunda, ne derece yalana baş vurulduğunu göstermekteydi.Kimdi bu Fransızların iki yüzlü ve sinsi politikasının son mimarı Napolyon?Fransa’nın genç yaşta general olan bu ihtilalci subayı, aslen İtalyan’dı. 24 yaşında yüzbaşılıktan generalliğe yükselmişti. 27 yaşında orgeneral rütbesiyle Alman ordularını yenin ce şöhreti dünyaya yayıldı. Avrupa’nın Sezar’dan sonra yetiştirdiği en büyük komutanı olarak kabul edilen Napolyon, “dünya imparatorluğunu merkezi” dediği İstanbul’a gelerek Osmanlı ordusunda görev almak istemiş, fakat bu arzusuna kavuşamamıştı. Bu amaç için pasaportu bile hazırlanan Napolyon, kardeşi Josef’e, “istersem hükümet beni Osmanlı’ya iyi bir maaş ve parlak bir sefir rütbesiyle göndermeye hazır. Orada büyük Osmanlı’nın topçularını düzenlemek benim görevim olabilir.” diye yazmıştı. Bu ilginin altında yatan, tabii ki öncelikle Fransız çıkarlarıydı. Akdeniz ve Ortadoğu’da İngiltere ve Rusya’nın güçlenmesini önlemek, bilhassa Mısır üzerinden Hindistan sularında stratejik üstünlüğünü artırmak isteyen İngilizler’e engel olmak. Böylece Fransa’nın ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları korunacaktı.Fransa’nın gözü Mısır’da idi. Fransız hükümetleri Ortadoğu’ya hakimiyetin Mısır’da kurulacak bir koloni ile gerçekleşeceğinin farkında olarak, uygun ortam kolluyorlardı. Osmanlı yönetiminde görülen bozukluklar, idarenin Mısır halkını ve Memlûk beylerini küstürmeleri bu fırsatı doğurmuş gibiydi. Devrin padişahı III. Selim, Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordu kurmakla meşguldü. Bu yeni ordu Avrupa’dan getirilen askeri uzmanlara kurduruluyordu. Padişah Avrupa’daki bazı yenilikleri ülkesine taşımak istiyordu. Islahat Lâyihaları olarak anılan yenileşme raporları da hazırlatmıştı. Fakat bu raporları hazırlayan devlet adamları toplumda ve kurumlarda tam anlamıyla incelemeler yapmadan, toplumun ve devletin gerçekleriyle örtüşmeyen raporlarla sadece göz boyuyorlardı. Osmanlı, kendisini tarihe gömmek isteyen Batı’dan batılı reçeteler ithal ederek sosyal ve toplumsal yaralarına çareler aramaya başlamıştı.19 Mayıs 1798’de Toulon limanından ayrılan Fransız donanmasının hedefi son derece gizli tutulmuştu. Osmanlı idaresi Fransız donanmasının bu ani hareketi karşısında Mora, Girit ve Kıbrıs’ı tahkim etti. Mısır hiç akla gelmeyen hedefti. Ne zaman ki 450 parçalık donanmayla 60 bin kişilik Fransız ordusu İskenderiye önlerinde göründü, gerçek o vakit anlaşıldı. Ama iş işten geçmişti.Napolyon Mısır topraklarına ayak bastığında siyasi kurnazlığını göstererek, Türkleri hedef almadan, İstanbul yönetimine kırgın ve hatta kafa tutan Memlûk Beyleri’ne yöneldi. Böl-parçala-yut taktiği uyguluyordu. Önce İskenderiye sonra Kahire’yi ele geçirdi. Kurduğu sivil yönetim, iyi hükümetin bir örneğini oluşturuyordu. Mısır’da yüzyıllardan beri bu kadar iyi yönetim görülmüş değildi. Savaşa rağmen, sulama projelerine başlandı, yeni değirmenler, hastahaneler yapıldı, piyasalarda durum düzeldi ve vergi toplanması iyileştirildi. İyi niyetli bir padişahın İstanbul’dan yararlı görebileceği her reform, Kahire Fatihi’nin imzasını taşıyan emirlerde uygulanıyordu. Minareleri bayrak direği diye kullanma saygısızlığı dışında, Napolyon dindar müslümanları memnun etmek için her türlü çabayı gösteriyordu. Ulema’ya İslâm öğretilerine büyük saygı duyduğunu söyledi, kendisinin de din değiştirmeğe istekli olabileceğini ima ediyordu. Fransızlar’ın girdiği her köy ve kasabaya Arapça olarak özgürlüğe kavuşmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulayan bildiriler asılıyordu.İstanbul, Memlûk Beyleri’nin haddinin bildirilmesine memnun olmakla beraber olayları kaygıyla izliyordu. Kafasına “Doğunun İmparatoru” olma hedefini koymuş bu genç subayın ihtiraslarının önü kesilmeliydi.Mısır harekatını başlattığında Piramitler’in önünde mağrur bir eda ile askerine “Burada dörtbin yıllık tarih sizi seyrediyor.” diye hitap eden, Avrupa’nın en büyük birleşik kuvvetlerini birkaç saatte bozan kumandan Mısır’a ilk ayak bastığı günlerde izlediği hoşgörü politikasını bırakarak asıl yüzünü ortaya çıkartıp, Gazze’ye oradan da Filistin’e doğru ilerlemeye başladı. Yafa’yı ele geçiren Napolyon, şehirdeki on bin kadar asker ve sivili kılıçtan geçirdi. Amacı bu hareketiyle Filistin, Lübnan ve Suriye üzerinde tesir kan ve şiddetle psikolojik bir tesir oluşturmak ve kısa zamanda bu topraklara hakim olmaktı. Ama tam tersi bir durum doğdu. Akıttığı kan Napolyon’un sağlamış olduğu kısa süreli olumlu izleri bir anda sildi.Napolyon 19 martta, Filistin’in kuzeyinde çok stratejik bir konumu olan Akka Kalesi önüne geldi. Napolyon’un Akka muhasarası 18 Mart Pazartesi günü başladı. Filistin’in kuzeyinde küçük bir liman olan Akka, padişah tarafından vezirlik rütbesi de verilmiş olan Cezzar Ahmed Paşa adlı yetmişlik bir komutan tarafından müdafaa edilmektedir ve bu ihtiyar vezir, hayatının elli yılından fazlasını savaş meydanlarında geçirmiştir.Mısır ve Filistin’i kolaylıkla zapteden Napolyon, Akka Kalesi’nin de bir-iki gün içinde düşeceğini hayal etmiş ve Cezzar Ahmed Paşa’ya şu mektubu yazmıştı: “İşte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana birşey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!..”Cezzar Ahmed Paşa’nın bu mektuba verdiği cevap şudur: “Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de, küffar ile cenklerde geçiririz!” Ünlü Fransız generali Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere: “Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız.” demiş ve bu hayal ile 19 mart günü savaş başlamıştır.Napolyon’un Akka muhasarası tam altmışdört gün devam eder. Her gün biraz daha artan baskı hiç bir netice vermez, Fransızlar’ın her hücumu püskürtülür ve ağır kayıplar verdirilir. Yenilmez ünvanı taşıyan Napolyon, kale müdafilerinin akıllara durgunluk veren kahramanlığı karşısında şaşırıp kalmıştır. İki gün içinde şehrin ortasında olacağı hayaliyle saldırıya girişen mağrur general, ummadığı bu durum karşısında yeni bir arayışla yüksek rütbeli bir subayını kaleye gönderir ve direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine güya müsaade edeceğini bildirir. Ama Cezzar Ahmed Paşa’dan aldığı cevap şudur:“Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem!..”Paşa’nın bu cevabı Napolyon’u çileden çıkarır. Yaptığı yeni planlarla topçularına gece-gündüz Akka Kalesi’ni dövdürür. Ne var ki, açılan gediklerden şehre girebilenler Osmanlı süngüsü ile yok edilirler. Bu müthiş hezimetle “kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı!” diye avaz avaz haykıran yenilmez ünvanlı Napolyon, gece bile meşaleler ışığında Akka’ya hücum eder. Cezzar Ahmed Paşa ise, askerlerinin başında bir delikanlı gibi kılıç sallamakta ve saldırganlara göz açtırmamaktadır.Akka kuşatmasında ordusunun yarısını kaybeden Napolyon, nihayet 21 Mayıs’ta geri çekilmeye karar verir ve ağırlıklarını kumlara gömüp, Kahire’ye geri döner.Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında hayatının ilk yenilgisini yaşayan Napolyon o acıyla Kahire’ye doğru çekilirken, işgal altında tuttuğu Mısır’da da işler umduğu gibi gitmemektedir. Mısır halkının gösterdiği infialle otoritesi sarsılmaya başlayınca, ağız değiştirerek gerçek yüzünü orada da göstermeye başlamıştır. İlk geldiğinde Osmanlı idaresine muhalif Memlûk Beyleri için söylediği sözleri Osmanlılar için de söylemeye başlar ve halkı ayaklanmaya teşvik etmeye çalışır. Fakat Mısır’ın perişanlığından Osmanlılar’ı sorumlu tutmaya çalışan bu propagandalar için artık çok geçtir. Padişah’ın “kâfir vahşilere” karşı ilan ettiği cihad fermanı etkisini gösterir. 21 Ekim günü Kahire’de büyük bir isyan patlak verir ve ikibin Fransız askeri öldürülür.Napolyon, 25 Temmuz 1799’de iki gemiyle gizlice Mısır’dan kaçarken, ordusunu Mısır’da bırakmış bir başkomutan olarak ve hayatını en büyük dersini Osmanlı’dan almış olarak acılar içindedir.Tarih, Napolyon Bonapart’ın şu sözünü kaydediyor:“Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!..”Napolyon bir daha Osmanlılar’a karşı savaşmadı. Padişah III. Selim ise bu savaştan sonra Fransızlar’a karşı dirayetli politikalar geliştirmeye çalıştı ise de, artık saraya kadar giren batıcılık hastalığı ile bu siyasetini sürdüremedi. 1802’de Fransızlarla dostluk anlaşmaları yeni lendi. İşin daha da garibi, Napolyon yazdığı mektuplarla Osmanlı politikalarında belirleyici olmaya çalıştı. Bir mektubunda özetle şöyle diyordu:“Büyük Osmanlı soyundan gelen, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin başında bulunan siz, devleti şahsen yönetmiyor musunuz? Ruslar’ın size emir vermesine nasıl izin veriyorsunuz? Kendi çıkarlarınızı gözünüz görmüyor mu? Harekete geç ve seni destek leyenleri harekete geçir Selim!..
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:01:14
FRANSIZ DONANMASININ OSMANLILARA REHİN EDİLMESİ 

Salı, 30 Ağustos 2005
Kanuni’nin esaretten kurtardığı Fransız kralı François ölmüş, yerine geçen II. Henri de, Alman tehdidine karşı Osmanlı himayesinin devamı için İstanbul’daki büyükelçisi Gabriel d’Aramon’u vazifelendirdi. D’Aramon, 1 Şubat 1553 günü Fransa kralı adına Osmanlı devleti ile bir anlaşma imzaladı.Bu anlaşma, tarihte benzeri görülmemiş bir sözleşme niteliğindeydi. Fransızlar, Osmanlı yardımına karşılık senede 300.000 altın ödemeyi taahüd ediyorlardı. Ancak bu para ödenince ye kadar Fransız donanması Osmanlıların elinde rehin kalacaktı. II. Henri, Kanuni Sultan Süleyman Han’ı Avrupa’nın tek imparatoru olarak tanıyor ve kendisinin de onun himayesinde olduğunu kabul ediyordu. Ayrıca gönderdiği mektupta da şöyle diyordu: “Şu anda Fransa’nın hiçbir şeyi kalmamıştır. Padişah hazretlerinden başka hiçbir yerden ümidi de yoktur. Ancak, bundan önce de birçok defa padişah hazretlerinin yrdımlarını görmüş tür. Eğer biraz para ve mal yardımı yaparlarsa, Fransa buna ebediyyen minnetkar kalacaklar ve Osmanlı cömertliği bir defa daha cihana nam salacaktır. Bu yardım, padişah hazretleri için bir hiç mesabesindedir.”Anlaşmanın imzalanmasından 4,5 ay sonra, 15 Haziran 1533 günü Turgut Reis, 45 parça gemiyle Akdeniz’e açıldı. Baron de la Garde kumandasında bir Fransız filosu da onun emrinde idi. Turgut Reis, Temmuz başında Modon’a gelerek Kaptanıderya Sinan Paşa’nın gemileriyle birleşti. Osmanlı gemileri Sicilya açıklarına geldiğinde Fransız gemilerinin de gelmesiyle 150 parçayı bulmuştu. Sonunda 17 Ağustos günü Korsika adası fethedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:01:31
RODOS�TA CASUS OSMANLI KADINLARI

Çarşamba, 31 Ağustos 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han, Rodos seferine çıkmadan önce adanın savunma durumu hakkında esaslı istihbarat almıştı. Çünkü buradaki Osmanlı casusları çok iyi çalışıyor, aralıksız rapor gönderiyordu.
Osmanlı casuslarının başında, Saint Jean tarikatı Şövalyeleri’nin hizmetine girmiş, onların güvenini kazanmış bir doktor bulunuyordu. Kuşatma başladıktan sonra Osmanlı topçuları pek çok hassas noktayı havaya uçurdular. Şövalyeler ise u isabetli atışlar karşısında şüpheye düşerek araştırmaya giriştiler. Nihayet, doktoru ışıklarla işaret verirken yakalayıp öldürdüler. Osmanlılar, bu doktordan başka şövalyeler içinde de bazı kişileri elde etmişlerdi. Bunlardan, İspanyol asilzadesi Don Andrea d’Amaral, arkadaşları tarafından suçüstü ele geçi rildi. Önce tarikattan çıkarıldı, sonra da idam edildi.Ancak, Rodos kuşatması sırasında en verimli çalışmayı esir Osmanlı kadınları yapmıştı. Bunlar, vaktiyle korsanlar tarafından kaçırılmış ve Rodos beylerinin hizmetine sokulmuş talih sizlerdi. Ordumuza sürekli haber ulaştırıyor, kale içinde sabotajlar düzenliyorlardı. Liderleri olan hanım, bir anbarı kundaklamak isterken yakalanmış, işkenceler altında öldürülmüştü. Diğer bir tanesi ise, surlarda işaret verirken yakalandı ve önce gözlerini oyup kemiklerini kırdı lar, sonra da şehid ettiler, fakat ağzından bir kelime laf alamadılar. Rodos Şövalyelerinin “üstad-ı azam” denilen reisleri şehrin güvenliği için 150 kişilik 4 bölüm halinde askerler ayırmıştı. Bunlar aynı zamanda Osmanlı casuslarını takip etmekle de görevliydi. Ama bütün alınan tedbirlere rağmen, bilhassa kadınların faaliyetlerini önleyemedi ler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:01:43
CASUS HERŞEYİ GÖRSÜN 

Perşembe, 01 Eylül 2005
Viyana seferine çıkan Osmanlı ordusu, Budapeşte önlerine gelmiş, şehri kuşatmıştı. O gün, civarda dolaşan bir yaancı yakalandı ve doğruca Veziriazam İbrahim Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. İbrahim Paşa adama Hırvatça sordu:-Sen kimsin?-Kralım Ferdinand’ın subayıyım efendimiz.-Demek casusluk niyetiyle geldin. Ne öğrenmek istersin?-Vazifem, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı.Yakalanan casus, en azından hapsedilir. Ama İbrahim Paşa gülerek:-Var istediğin bilgiyi topla, dedi ve emir subayına dönüp, casusa istediği her şeyin gösterilmesini emretti. Alman subayı böylece âdeta misafir muamelesi gördü. Osmanlı ordugahını baştan başa dolaştı, askeri birlikleri inceledi. Sonra tekrar huzura çıkarıldı. İbrahim Paşa onu salıverirken:-Haydi git, dedi, gördüklerini kralına anlat!... anlat ki, karşısındaki ordunun yenilmez olduğunu anlasın ve bu savaştan vazgeçsin.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:01:58
ASLAN ÖLDÜ!...

Cuma, 02 Eylül 2005
Aslan öldü!... 1522 senesi Eylül ayı... Macarstan’dan İspanya’ya kadar bütün Avrupa çan sesleriyle inliyor. Haçlı dünyasına görülmedik bir sevinç ve neşe hakim. Kakahalar sokakları sarmış, ara sıra “Aslan öldü! Aslan öldü!” sesleri yükseliyor...Neydi Avrupa’yı çılgına çeviren bu sevincin sebebi?Bu “Aslan”, nefes alıp verdiği müddetçe Haçlıları tepeden tırnağa titretmiş olan Yavuz Sultan Selim Han idi. Tahta çıktığından itibaren dur durak bilmeden dinine hizmet için var gücüyle çalışmış, önce Şah İsmail’i yenerek doğu sınırlarını emniyet altına almıştı. Sonra da Mercidabık ve Ridaniye savaşlarıyla Mısır ve bütün mukaddes toprakları Osmanlı idaresi altına almış, kendisi de Halife-i Müslimin ünvanını almıştı. Şimdi sıra Avrupa’ya gelmişti. Osmanlı sancaklarının Mercidabık ve Ridaniye’de dalgalan masının meydana getirdiği rüzgar, Papa’yı titretecek kadar dehşetli esmişti. Osmanlı zaferlerinin yankıları Macaristan, Lehistan, Avusturya, Almanya, Fransa ve İspanya’da yürek leri hoplatmıştı. Hilalin yükselmesi, Haçlı dünyasında tam bir panik havası meydana getirmşti. Fairfax Downey, bu hususta şunları yazıyor:“Hakimiyeti İspanya’dan Macaristan’a kadar uzanan Habsurg Hanedanı için, Roma hükümdarı Papa için, diğer bütün Avrupa kralları için Hilal’in bu parlaklığı uğursuz bir alâmetti  ve adeta hiç rahat ve huzur vermiyordu.”Avrupalılar, Yavuz’dan ve onun temsil ettiği kuvvetten, yani Osmanlı devletinden son derece tedirgindiler. Fakat Eylül ayının sonlarında gelen haber, doğudaki bu tehlikenin son bulduğunu gösteriyordu. Yavuz Sultan Selim Han vefat etmiş, yerine oğlu Süleyman tahta çıkmıştı. Haçlıların tabiriyle “Aslan ölmüş, yerine Kuzu geçmişti.”Yine Fairfax Downey’nin anlattığına göre: “Yavuz Selim vefat edince Papa Leo, bütün Katolik kiliselerinde dualar edilmesini ve halkın kiliselere yalınayak gitmelerini emretmişti.”Fakat Hristiyan dünyası, aradan daha beş sene geçmeden, yeni padişah Kanuni Sultan Süleyman Han’ın hiç de tahmin ettikleri gibi kuzu olmadığını Viyana önlerine geldiği zaman göreceklerdi.                         706. AVRUPA’DA OSMANLI KORKUSU Kanuni zamanında, Alman İmparatorluğunun İstanbul’daki büyükelçiliği vazifesinde 1555 ile 1562 seneleri arasında bulunmuş olan Oger de Busbecq, Osmanlı toplumunu yakından ince leme imkanı bulmuş bir diplomattır. Busbecq’in 1581 yılında Anvers’de basılan; “Askeri işlerde Osmanlılara karşı alınacak tedbirler hakkında tavsiyeler” adlı eserin, Osmanlı ordusunun özel liklerini tanıtan ve Avrupalılaırn derin endişelerini dile getiren bölümünde şöyle deniliyor:“Osmanlı sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, gelecekte başımıza gelmesi muhtemel şeyleri düşünerek titriyorum. Osmanlılarda, tarih boyunca tasavvur edilebilecek orduların en kuvvetlisi mevcud. İmparatorluğun bitmez tükenmez bütün kaynak ları bu ordunun emrinde. Zafere alışkanlık, devamlı seferin tecrübeleri, birlik, düzen, disiplin, kanaatkarlık, uyanıklık, bu üyük ordunun başlıca vasıflarını teşkil ediyor. Bizim ordularımız ise fakir, müsrif, mağlubiyetlerden maneviyatını kaybetmiş, disiplinsiz, başıboş, sarhoş ve tamahkardır. Eğer doğudan İran sürekli olarak Osmanlıları tehdit etmese, Avrupa’nın işi çoktan bitmişti. Osmanlılar, İran ile işlerini bitirdikten sonra bizim boğazımıza atılacaklardır. Buna karşı ne derece hazırlıksız olduğumuzu düşünüp titriyorum.İlk dikkat ettiğim özellik, çeşitli sınıflara mensup askerlerin  kendi karargahlarından dışarı çıkmamalarıydı. Bizim karargahlarda olup bitenleri bilenler, buna inanmakta güçlük çekerler. Onbinlerce askerin bulunduğu karargahlarda mutlak bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kavgadan, tartışmadan, şiddetten, zorlamadan eser yoktu. Yüksek sesle konuşana bile rastlamadım. Her taraf tertemizdi. En küçük bir süprüntü bile yoktu. Bu gibi şeyleri hemen yakıyorlar veya uzak bir köşeye götürüp gömüyorlardı. Bizim ordugahlarımızda ise içki iiçlmeyen, kumar oymayan, kavga çıkmayan çadır yoktur.Osmanlı cemiyetinin mazarası da aynı ordugahlardaki gibidir. Aynı sessizlik, servet içinde sadelik, kudretine güvenenlere mahsus tevazu, halk tabakalarına kadar yayılmıştı. Osmanlılardan alacağımız çok dersler vardır.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:02:13
ÖNCE İMAM, SONRA MAHKEME

Cumartesi, 03 Eylül 2005
Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında Avrupalı yazarların Osmanlılara karşı büyük bir ilgisi vardı. Bunlardan imkan bulabilenler İstanbul’a gelmişler ve hatıralarını yazmışlardı. Bu yazarlardan biri de Fransız asilzadelerinden Baron de Tosqueville’dir. Baron, İstanbul’un birçok mahallesini gezmiş ve Osmanlı aile ve cemiyet hayatı hakkında birçok bilgi aktarmıştı. İşte bunlardan birkaçı:“Evleri hemen hemen ahşap. Çoğu bir giriş avlusu ile kendi iç dünyasına açılır. Türk sokakları, mahalle adını verdikleri bir birimde bütünleşiyor. Mahallenin güvenliği, yine mahalle li tarafından, semtlerin sosyal bir parçası olan kollukçularca tesis edilmiş. Evvela imam...Yani mahalle camiinin imamı. Oradaki en itibarlı kişi. Osmanlılarda mahkemeler, bizdeki gibi sayılamayacak kadar çok değil. Sebebi, bu imamların başkanlığında, âdeta özel yargılama geleneği. Mahalleli, aralarındaki ihtilafları, mahkemeden önce mahalle imamına götürüyor. İmamlar, meseleyi hukuk çapında ele almadan evvel, sulh teşebbüsünde bulunuyorlar. Bu safhaya mahallenin yaşlıları da bir bakıma jüri olarak katılıyorlar. Anlaşmazlık ların tamamına yakın bir kısmı orada hallediliyor. Borç meselesi olsun, aile hukuku veya mülk anlaşmazlığı olsun, bizde olduğu gibi tutanaklı, zabıtlı, bir belge imzalanmıyor. Buna karşılık imamın ve mahallelinin huzurunda haklarına razı olan taraflar, verdikleri sözle kendilerini mutlak şekilde bağlı hissediyorlar. Razı olduğunu beyan ettiği karara riayet etmeyen taraf için bir müeyyide yok. Ama bir başka müeyyide var ki, maazallah uyulmaması halinde hayat cehenneme döner. Şaşacaksınız ama, bu ceza şöyle:Mahallenin özel mahkemesinde verilen söze sadakat göstermeyen taraf, âdeta mahallesine ve evine girmek şansından mahrum kalıyor. Hatta mahallenin kontrol merkezi olan kahvehanesinin önünden bile geçemiyor. Bir bakıma itibarı sıfırlanıyor. Osmanlılarda sadakat mefhumunun ne olduğunu iyi bilenler, ne demek istediğimi anlayabileceklerdir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:02:31
GÜL BABA�NIN CENAZE NAMAZI

Pazar, 04 Eylül 2005
Günlerden 31 Ağustos 1526 Cuma. İki gün evvel Mohaç Meydan Muharebesi kazanılmış, Kanuni Sultan Süleyman Han tebrikleri kabul ediyor. Elbette herkes zafer neşesi içindedir. Kara haber otağ-ı hümayuna bir gülle misali düşer. Akıncı alperenlerinden Gül Baba gaza meydanında şehid düşmüştür. Kendisi şehid düşmüş de, başı yere düşmemiştir. Elinde gürzü ve yatağanı ile vuruşurken, bir kafir sillesi ile başı gövdesinden ayrılmıştır. Ve o aziz kahramana layık efsaneler de o anda destanlaşmaya başlamıştır. Rivayet edilir ki, Gül Baba başsız gövdesiyle atından inmiş, kesik başını koltuğunun altına almış ve etrafını saran Haçlı askerlerini defettikten sonra Mohaç ovasını velveleye veren Kelime-i Şehadet getirdikten sonra şehadet mertebesine erişmiştir. Koca Kanuni’nin zafer neşesi bir anda kaybolur. Tebrikler kesilir ve cenaze namazı hazırlık larına başlanır. Gül Baba’nın tabutu getirilir ve eşi görülmemiş bir kalabalıkla cenaze namazı kılınır. Çünkü bu zat, bütün askerin sevdiği ve hürmet ettiği, hoş sözlü, nüktedan, fakat her sözü hikmetlerle dolu gönül ehli bir derviş-gazi idi. İmam, Osmanlı tarihinin en büyük alimlerin den Ebussuud efendi idi. En ön safta cihan padişahı Kanuni, yanında vezirler, beylerbeyleri, paşalar, akıncı beyleri ve 200.000 kişilik Osmanlı ordusu. Bu hadiseye şahid olan Macar tarihçisi Zuzef Tökeli anlatır ki, namaz sonuna kadar koca Mohaç ovasında tek bir ses duyulmamıştır. Hatta, erdodaki sipahi küheylanları ve toplara koşulmuş olan mandalar bile başlarını önlerine eğmiş, kişnemek ve böğürmek ne demek, yerlerinden bile kıpırdamamışlardır.170 sene sonra, Budin Avusturya ordusunun eline geçer. 1699’da yapılan Karlofça Andlaşması ile artık Macaristan bir Avusturya eyaletidir. Düşman Budapeşte’yi zaptedince ilk işi, camileri ve türbeleri yıkmak olmuştur. Gerçekten de bugün Budapeşte’de tek bir Osmanlı camisi ve türbesi kalmamıştır, bir tanesi hariç; Gül Baba’nın türbesi. Ne kadar uğraşırlarsa da bu türbeye bir türlü dokunamazlar. Sanki görünmez bir kuvvet bu türbeyi koruyor, yıkmaya gelenler ya çarpılıyorlar, ya da deliriyorlar. Bunu gördükten sonra kimse buraya dokunmaya cesaret edemez ve türbe günümüze kadar sapasağlam gelir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:02:45
PROTESTANLIĞIN KURUCUSU MARTİN LUTHER OSMANLI AJANIMIYDI?

Pazartesi, 05 Eylül 2005
İsmail Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi kitabında yer alan bir pasajda: “Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Osmanlıları, Allah tarafından Avrupa’nın cezasını vermek üzere gönderilmiş bir kuvvet saymış ve hatta Osmanlı’ya mukavemetin küfür olduğu nu bile ilan etmiştir. Bu vaziyeti büyük bir alâka ile takip eden Kanuni’nin, sıksık Luther’in sıhhat ve muvaffakiyet derecesi hakkında malumat aldırdığı biliniyor. Bunun yanı sıra, Kanuni’ den arpalık alan ve gizli din taşıyan bir Meşihat-ı İslamiyye vazifelisi olduğu da söylenir.” Hammer’in, Viyana müzesinde saklanan el yazıları arasında; “Luther’in, Muhteşem Süleyman tarafından yetiştirildiği, Kur’ân-ı Kerimi tercümeye giriştiği, ancak çevrenin baskısı altında bundan vazgeçtiği” şeklinde notlar vardır.Osmanlı Develti adına casusluk yapan ve Papa’ya ait en gizli bilgileri İstanbul’a başarı ile ulaştıran papaz Giovanni Paola’nın 1691 yılında Paris’te basılan mektuplarında, Osmanlı Devleti’nin papaz kılığında bazı kimseleri Avrupa’da ajan olarak kullandığı belirtiliyor. Martin Luther’in hayatı ise, onun bu kişilerden biri olduğu hakkındaki şüpheleri kuvvetlendiriyor:Martin Luther, papaz okuluna girinceye kadar gayet fakir bir ailenin çocuğu idi ve geçimini temin etmek için bir gümüş madeninde çok az bir ücretle işçi olarak çalışıyordu. Fakat okulu bitirip papaz olduktan sonra, Almanya’nın Erfurt üniversitesinde bir Kur’ân-ı Kerim meâli bulunduğunu öğrendi. Hemen bunu elde edip okumayı düşündü, fakat çalıştığı kilisenin baş papazı çok disiplinli olduğu için bundan vazgeçti. İşte bu sıralarda Osmanlı casusu olan Papazlarla irtibata geçti ve İstanbul ile haberleşmeye başladı. Bu andan itibaren birden zenginleşiverdi ve çalıştığı madenin sahibi oldu. Nereden, nasıl belli değil. Aslında belli, İstanbul’dan gönderilen altınlarla. Bundan sonra Osmanlı Padişahından aldığı cesaretle ve İslam dininin esaslarını öğrendikten sonra, Papazların günahkarları af yetkisini şiddetle tenkid etti ve Allah ile kul arasına kimsenin giremeyeceğini ilan etti. Kilisenin bir çok batıl âdetlerini de kaldırılmasını söyleyerek Papa ile sert bir mücadeleye girişti. Belli ki, arkasında Osmanlı Devleti olmasaydı ve İslam dinine yakınlık duymasaydı, o devirde kimsenin cesaret edemeye ceği bu işlere girişemezdi. Netice olarak, Kannuni Sultan Süleyman Han, Hristiyanlığı parçalamak için giriştiği teşebbüsünde başarılı olmuş, Protestanlık mezhebini bizzat kurdurarak Avrupa’yı ikiye bölmüştür. 710. FATİH'İN İSTANBUL KUŞATMASI ÖNCESİ ASKERLERİNE HİTABEN YAPTIĞI KONUŞMA Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihad ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Bu uğurda pek çok yiğitler ebedi aleme göçtü; fakat onların kahramanlık hatıraları içimizde yaşamaktadır. Kalpleri yüce hislerle dolu atalarımız, en büyük tehlikelere göğüs gererek, büyük işler gördüler. Bütün bu fetihlerin kolayca olmadığını ve zahmetsiz devlet elde edilmediğini bilirsiniz. Bu uğurda nice kanlar döküldü; yaralar açıldı. Nice dul ve yetimlerin gözyaşları aktı. Nice engin dereler, çoşkun ırmaklar, sarp dağlar ve boğazlar aşıldı. Nice geceler uykusuz, gündüzler istirahatsiz geçti. İşte ecdadımız, bu müthiş zorluklara katlandı. Düşman karşısında, bazen yenildikleri oldu. Fakat hiçbir zaman istikbalden ümit kesmediler ve galip gelinceye kadar uğraştılar. Daima cihad yolunda kaldılar. Felaket zaman larında kederlenmez ve zafer anlarında da aşırı sevince kapılmazlardı. Bu sayede şanlı bir devlet kurdular; cihana, hamiyet ve adaletin örneğini verdiler. Bize de her yönü ile mükemmel bir devlet bıraktılar. Şimdi bize düşen vazife, atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak, ruhlarını şad etmektir. Hepiniz biliyorsunuz ki; İstanbul, memleketimizin ortasında eşsiz bir beldedir. Bizans, uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu azalmıştır. Bizans'ın bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları bilirsiniz. Dedem Bayezıd'a karşı Fransız, Cermen, Macar ve Ulah krallarını kışkırtmadı mı? Askerlerini Tuna'dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli'den ve hatta Anadolu'dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin dedem onları, Allah'ın yardımı ve izni ile, Tuna'nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Daha dün, babam Hakana karşı yaptığı hilelere hala devam etmekte ve fırsat kollamaktadır. Bu şehir fethedilmedikçe Bizans'ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zira memleketimizi ortadan parçalayan bu şehir Rumların elinde kaldıkça, devletimizin güvenliği daima tehlikede olacaktır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:30:58
İNGİLİZ KRALİÇESİ I. ELİZABETH OSMANLI HİMAYESİNDE

Salı, 06 Eylül 2005
Osmanlı Sultanı III. Murad zamanında İngiltere Krallığı, o devirde Avrupa’nın en kuvvetli iki devletinden biri olan İspanya’nın tehdidi altındaydı. Almanya İmparatorluğu ile müttefik olan İspanya, güçlü donanmasıyla İngiltere’yi denizlerden silmiş, Britanya adasını da işgale hazırlanıyordu. Karada Alman İmparatorluğu ile, denizlerde de İspanya ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti, İngiltere’yi bu iki devlete karşı destekleme kararı aldı. Önce 11 Eylül 1581’de imzalanan ticaret anlaşmasıyla İngiliz tüccarlarına Osmanlı topraklarında ve limanlarında serbest ticaret yapma hakkını veriyordu. Bunun üzerine İspanya Krallığı da Osmanlı Devletiyle anlaşma yapmak için harekete geçti, fakat red cevabı aldı. Üstelik Yemen valisi Hasan Paşa da Hind okyanusunda, silah yüklü 4 İspanyol gemisini zaptetmişti. Bu hadise İspanya’da büyük bir telaş uyandırırken, Londra’da büyük bir sevinçle kutlandı. Ancak, İspanya’nın İstanbul’a gönderdiği elçi ile barış andlaşması yapılabileceğinden endişe ediyorlardı. Fakat Osmanlı hariciyesi, İstanbul’a gelen İspanyol elçisini görüşme yapmadan geri gönderdiler. Bu hadise üzerine İngiltere rahat bir nefes aldı.Kraliçe I. Elizabeth, Sultan III. Murad’ın desteğini almak için hemen İstanbul’a elçilik heyeti gönderdi. Sadece Padişaha değil, Valide sultana, Veziriazam’a, Padişahın hocası Sadeddin Efendi’ye, vezirlere ve Kaptanı derya’ya değerli hediyeler yolladı. Gönderdiği mektupta, “putperest” dediği Katolik İspanyollar’a karşı askeri destek istiyordu. Hatta Osmanlı padişahının kalbini kazanmak için Protestan İngiltere’de resimlere ibadetin yasak olduğunu da belirtip, gûya İslamiyet ile Protestanlığın birbirlerine yakın olduğunu isbata çalışıyordu.Bu arada İngiliz büyükelçisi Edward Barton, III. Murad Han’a sunduğu dilekçede:“Kraliçem, zat-ı şahanelerinin küçük bir işareti ile 7 seneden beri İspanya kralına karşı savaşmaktadır. Buna karşılık Haşmetmeablarının yardımını istirham etmektedir.” Diyordu.III. Murad Han ise mukabil mektubunda ise:“Siz, bana itaat ve boyun eğmekte sebat gösterip, o taraflarda bildiğiniz ve öğrendiklerinizi arz etmekten geri kalmayasınız” diyerek, İngiliz Kraliçesinin Osmanlı himayesine alındığını bildiriyordu.Neticede, Osmanlı Devletinin İngiltere’yi himaye politikası tesirini göstermiş ve İspanya’nın bu ülkeyi istila teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:31:13
PÖSTEKİ SAYMAK

Çarşamba, 07 Eylül 2005
Nimeti külfetinden az veya elde edilen kârın, harcanan emeğe değmeyeceği durumlarda söylenen bir sözümüz vardır: “Pösteki saymak.” İmkân hârici gibi görünen bir şey için, boşa gayret sarf etmenin mantıksızlığını anlatır bu tâbirimiz. Vaktiyle İstanbul’un Toptaşı bimarhânesine (akıl hastalarının tedavi edildiği hastane, tımarhâne) alaylı paşalardan biri idareci tâyin olunmuş. Bir müddet tabiplerin tedavi usûllerini ve hastaların gidişâtını tâkip ve müşâhede eden paşa, yavaş yavaş işin içine girmeye, yalnızca idarî değil, tıbbî mes’elelere de müdâhale etmeye başlamış. Koğuşları geziyor, kendince delilerin vaziyetlerini inceliyor ve bazılarında hiçbir anormallik görmediği için de onların akıllandığına hükmediyormuş. Nihâyet onları sınamak için kendince bir usûl geliştirmiş. Buna göre delileri tek tek huzuruna çağırtıp önlerine bir pösteki koyarak,— Say bakalım, diyormuş, şu pöstekinin tüylerini ve bize tam olarak söyle. Eğer hasta,— Efendim, bu zor iş, hepsini sayamam, diyorsa dışarıya; yok, — Başüstüne paşam, deyip işe koyuluyorsa geri, hücresine gönderiyormuş. Meğer hastalardan biri bir gün, — Nasıl sayayım paşa hazretleri? demesin mi!..Paşa, çar nâ-çar “İşte böyle...” deyip pöstekinin kıllarını tek tek sayar gibi yapmış. Onun bu gayretini gören tımarhâne tabipleri, bu akıllılık testini her ne kadar tıbbî kâidelere uygun bulmasalar da, mantık kâidelerine uygun bulduklarından, yahut da korkudan hiç itiraz edememişler. Paşa da zamanla bu işi o kadar ileri götürmüş ki, bütün gününü hastalar ve pöstekiler arasında geçirir, hatta hastahâneye yeni getirilen hastalara da aynı testi tatbik edip pöstekinin kıllarını saymanın zor olduğunu söyleyenleri, “deli değildir” teşhisi ile geri gönderir, hastahâneye kabul ettirmezmiş. O günlerde paşanın arkadaşlarından biri, yolda tabiplerden biriyle karşılaşıp sormuş:— Bizim paşa ne yapıyor?O da cevap vermiş:— Pösteki sayıyor.Ve böylece bu tâbir de lisânımıza yerleşmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:31:28
ÖNCE ELİNİ ÖPÜP SONRA DÖVMEK LÂZIM!.. 

Perşembe, 08 Eylül 2005
18. asır sonlarından itibaren Osmanlı sultanları, gerek cuma selâmlığında gerekse diğer hususi zamanlarda halkın arasına çıktıklarında, halktan herhangi bir dileği olanlar, yazdırdıkları arzuhalleri havaya doğru kaldırır ve yüksek sesle, “Pâdişâhım çok yaşa!” derlerdi. Bunun üzerine hükümdârın yakınlarından biri o arzuhâli alır, saraya varıldığında alâkalı mercie vererek îcâbının yapılmasını temin ederdi.Sultan II. Mahmud merhum bir bayram günü vükelâ ve maiyyetiyle birlikte Divanyolu’nda at sırtında ilerliyordu. Kalabalığın arasından bir adamın bütün enerjisini sesine toplayarak bağırdığı duyuldu:— Pâdişâhım çok yaşa!.. Pâdişâhım çok yaşa!.. Serkarîn Efendi (Baş mâbeyinci) adamın yanına doğru ilerledi ve arzuhâlini istedi; fakat,— Ben, diyordu adam, Hünkâr’a hâlimi şifâhen arz edeceğim, müsâade buyurulsun. Serkarîn’in ısrarlarına adamın ısrarları gâlip geldi ve hünkârın atına doğru ilerleme başladı. Hususi muhâfızların yanına kadar gelince de üzerindeki mintanı çıkartıp, “İşte benim arzuhâlim!” diyerek sırtını hünkâra dönüverdi. Adamın bedeninde morarmamış-çürümemiş yer yok gibiydi. Sorulduğunda şöyle cevap verdi:— İhtisap ağası Hüseyin Ağa kulunuz beni bu hâle getirdi. Adâletinize sığınıyorum. Hünkâr’ın emri ile adamın künyesi ve adresi alındı. İktizâ edenin yapılacağı kendisine bildirildi. Sultan Mahmud Hân’ın ertesi günkü ilk işi, ihtisap ağasını huzûra çağırtmak oldu:— Bre nâbekâr (yaramaz, hayırsız adam)! Falanca adamı ya niçin bu kadar döversin?İhtisap ağası gâyet sâkin ve kendinden emin cevap verdi:— Haşmetmeâb! O bir yoğurtçu Türkmen ışığıdır (Kalenderî Bektâşî dervişi). Değil dövülecek, hakikatte öldürülecek adamdır o. Suyu dondurarak halka yoğurt diye satıyor; nasıl dövmeyeyim!Sultan II. Mahmud Hân Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra yozlaşmış inançlarıyla İstanbul’u ifsâd eden Bektâşîler’i de tâkibe aldırmış, pek çoğunu şehir dışına sürdürtmüştü. Ağanın bu cevabı karşısında, yüzüne bir tebessüm yayıldı ve yavaş sesle mırıldandı:— Suyu donduruyor ha! Böyle mâhir ışıkların önce elini öpüp sonra dövmek lâzımdır!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:31:42
ÇANDARLI KARA HALİL

Cuma, 09 Eylül 2005
Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir büyük bey idi. O mübârek kimse, bir gün Alâüddîn-i Esved hazretlerini ziyârete gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzi ve orada bulunan Alâüddîn-i Esved'in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, talebeler arasında bulunan Çandarlı Kara Halil imâmete geçti. Hazır olan cemâate namaz kıldırdı. Alâüddîn-i Esved de odasından çıkıp geldi. Bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeple dinledikten sonra başını kaldırıp; "Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer'î, dînî hükümleri beyân etmek için bir hoca efendi, âlim lâzımdır. Talebenizden birini benimle sefere gitmek için tâyin etseniz." deyip, arzu ve isteğini arzetti. Alâüddîn-i Esved hazretleri Orhan Gâzi'nin bu arzusu nu kabûl ettikten sonra, talebelerine baktı. Her birinin; "Ne olur beni gönderme!" diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanla berâber olan ulemâyı, dünyâya düşkün biliyorlardı. Sultan ın kötülüklerine ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak Sultan Orhan, öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzın dan dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına kaymaktan sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâüddîn-i Esved namlı Kara Hocanın talebelerinden birinin de bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca da en gözde talebesi Çandarlı Kara Halil'i, Sultan Orhan Gâziye verdi. Kara Halil de; "Memur mâzurdur." hükmünce, hocasının emrine tâbi olup, Orhan Gâzi ile birlik te gitti. Seferde ve hazerde, sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının tatbîkinin, Devlet-i aliyye-i Osmâniye içerisinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde icrâsına, yapılmasına gayret eyledi.Bu arada sırasıyla Bilecik, İznik ve Bursa kâdılıklarında bulundu. Hocası Tâceddîn Kürdî' nin kızı ile evlendi. Orhan Gâzinin vefâtı ile Murâd-ı Hüdâvendigâr sultan olunca, Osmanlı larda ilk olarak kâdıaskerlik makâmını ihdâs edip, Kara Halil'i de ilk kazasker olarak tâyin etti. Kara Halil Efendi bundan sonra bütün bilgi ve tecrübesini, genç Osmanlı devletinin teşkilâtlanmasın da seferber etti. O, Orhan Bey zamânında, ilk muntazam askerî teşkilâtın teşkilinde mühim vazîfeler görmüş, yaya ve müsellem adları ile müslüman Türk cengâverlerinden piyâde ve süvâri kuvvetlerini teşkilatlandırmıştı. Bu ocak, daha sonra, yine Kara Halil'in himmet ve gayreti ile Birinci Murâd zamânında Yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devletinin yegâne muntazam ordusu olarak kaldı.Çandarlı Kara Halil Hayreddîn Paşa yine Molla Rüstem ile birlikte bir devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilâtını kurup, çeşitli düzenlemeler yaptı. Daha sonra Halil Hayreddîn Paşa ünvânıyla vezîr oldu. Çandarlı'ya kadar, Osmanlılarda vezîrler, yalnız idârî ve mâlî işlere bakarlardı. Çandarlı'ya, bunlar yanında askerî kumandanlık da verildi. Devletin bütün idârî, mâlî ve askerî işlerini elinde topladı. 1385 yılında ordunun başında Rumeli'ye sefere çıktı. Karaferye, Serez ve Selânik'i aldı. Tesalya ve Manastır'a girdi. Arnavutluk içlerine kadar ilerledi. Ordusu ile berâber Vardar Yenicesi'nde fetih hareketlerine devâm etmekte iken hastalanıp, Serez'e nakledildi. 1387 (H.789) yılında orada vefât etti. Vefâtı sırasında yanında; Ali, İlyâs ve İbrâhim adlarında üç oğlu vardı. Oğlu Ali Paşa, babasının yerine vezir oldu. Yaklaşık yüz elli sene, Çandarlı soyundan gelen kimseler, Osmanlı Devletine en üst seviyede hizmet ettiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:32:00
ÖNCE KÜFRETTILER SONRA ALKIŞLADILAR

Cumartesi, 10 Eylül 2005
II. Abdülhamid'e önceden muhalefet ve hatta hakaret eden Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi çok önemli simalar, sonradan hatasını anlayıp Pişmanlıklarını ifade eden şiirler yazmışlardır. Işte Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın, " Sultan Hamid'in Ruhaniyetinden Istimdat" isimli 15 kıtalık şiirinin beş kıtası: Nerdesin, şevketli Abdülhamid han?Feryadım varır mı bârigahına?Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,Şu nankör milletin bak günahına.            Tarihler ismini andığı zaman            Sana hak verecek ey koca sultan!            Bizdik utanmadan iftira atan.            Asrın en siyasi padişahına."Padişah hem zalim, hem deli" dedik,Ihtilale kıyam etmeli dedik,Şeytan Ne dediyse biz "beli" dedik,Çalıştık fitnenin intibahına!.           Divane sen değil, meğer bizmişiz.           Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz           Sade deli değil, edepsizmişiz!           Tükürdük atalar kıblegahına!Sonra cinsi bozuk , ahlâkı fena,Bir sürü türedi, girdi meydana.Nerden çıktı bunca veled-i zina?Yuh olsun bunların ham ervahına!.                                        Sultan Hamid devrinin uzun bir döneminde "Topraklarında güneş batmayan imparator luk" denilen Büyük Britanya'nın Dışişleri Bakanı Edward Grey , siyasi hayatı boyunca hasım olduğu Abdülhamid'in ölümünden sonra : "Ne büyük kayıp! Hasmımdı ama, onun ölümü ile diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti" diye yazan ünlü bir diplomattır. Yine uzun yıllar Osmanlı Devleti aleyhine casusluk yapan Ingiliz şarkiyatçısı Prof. Wambery: "Padişah, elinde ki bütün imkanları seferber ederek, her fırsatta hayırseverliğini göstermekten kaçınmamakta dır. Eğitim ve sağlık hizmetleri için yorulma bilmeden çalışmaktadır. Padişahtan korkabilirsi niz, hatta nefret bile edebilirsiniz; ama onun çalışkanlığını ve adaletini inkâr edemezsiniz. Savurganlığa son veren tutumuyla Türk maliyesini islah etmiş ve ülkeyi baştan başa demir yolu ağıyla döşetmiştir. Türkiye, canlanmasını padişahın enerji, ustalık ve vatanperver liğine borçludur. Sultan Hamid'in bu açıdan değeri, hiçbir şekilde inkâr edilemez." demektedir.Sultan Abdülhamid Han, yatağının başında daima temiz bir tuğla bulundurmuştur. Bu tuğlayı, yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmadan teyemmüm almak için kullanmıştır.Halife'nin zevcesinin, niçin böyle çok titiz hareket ettiğini sorması üzerine de Sultan Abdülhamid'in: "Bunca Müslümanların halifesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." diye oldukca düşündürücü bir cevap verir. Sultan Abdülhamid han, âcil bir iş zuhur edince,gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkatibi Es'ad Bey, hatıratında şöyle demektedir:"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. 'Acaba Sultan'a emr-i Hakk mı vâki oldu (öldü mü)?' diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açıldı ve Sultan elinde bir havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:-Evladım! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyandım, ancak abdest almak için geciktim; kusura bakma!.. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım!.. dedi ve besmele çekerek evrakı imzaladı."Sultan Abdülhamid Han kendi tabiriyle bir dervişti.Bir Şazeli Şeyhi'ne intisap etmiş, bir Sultan-Mürid'di. Fakat pısırık bir derviş değil!.. Oturduğu Yıldız Sarayı'ndan, Afrika içlerine, Hind'lere, Çinlere kadar elini uzatıyor, siyasetini oralara götürüp, Batı emperyalizmine savaş açıyordu. Onun dervişliği inzivada değil, aksiyondaydı. Hiç mi hatası yoktu? Vardı elbette!. Ama hiç olmazsa, ve tarih ilminden haya ederek söyleyelim ki, o Kızıl Sultan değildi. Ne var ki Islama düşman olanların ona böyle demeleri, gayet normaldi; çünkü o, Batı kültürünü Kur'an'a tercih etmiyordu. Çünkü o, bir Ermenistan, bir Israil istemiyordu. Bunları isteyenler, ona Kızıl Sultan diyenlerdi.Satırlarımızı Sultan II.Abdülhamid'in kızı Ayşe Osmanoğlu'nun sözleriyle bitirelim: "Babam, hal' fetvasını (kendisini tahttan indirmek için alınan kararı) sonuna kadar dinledi, sonra şu sözleri söyledi: 'Otuzüç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek olan da Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa, öyle teslim ediyorum. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve başarılı da oldular! Allah düşmanlarımı kahretsin!.." İNŞALLAH.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:32:18
OSMANLI RAMAZANLARI

Pazar, 11 Eylül 2005
Ramazan Ayını GörmekEskiden Ramazanın birinci gününün tahakkukuna çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için de ayı gözle seçilmeyecek derecede bir hilal halinde iken mutlaka görmek şarttır. Her ne kadar takvimlerde yazılı ise de astronomik hesaplarla tâyini cihetini atalarımız hatalı bulmuşlardır.Bu Ramazan ayının rü'yet meselesiyle Istanbul Kadılığı meşgul olurdu. Ramazan olmayı melhuz olan akşam Istanbul Kadısı ile maiyetindeki memurlar Şeyhülislâm dairesinde toplanırlardı. O akşam için Kadı'nın, dairesinde dâvetli ricale ve büyük rütbeli ilmiye memurlarına mükemmel bir ziyafet çekmesi mutaddır.(gelenektir) Istanbul'da güçlük çekmeden hilâlin görülmesi mümkün olan yerler Bayezid yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapısı Camii minareleridir. Gönderilen memurlar, cami hizmetkarlarıyla daha başka meraklılardır. Ramazan ayını görenler orada bulunan heyete arzolununca fetva emininin emriyle iki kişi içeri alınır ve bunun için de bir dâva tasviri ile dâvacı ve dâvalı taraflar da teşekkül eder. Biri diğerinden Şabanın son gününde yeni ay görününce ödeme taahhüdünde bulunduğu vaktiyle aldığı teşbihin bedelinden kalan yüz kuruş borcunu ister. Kadı da "Bunun isbatı için şahit gösterin" der. Ramazan ayını görenler huzura alınır, bunlar:“Bu akşam ezandan üç dakika sonra minareden mübarek bilali re'ye'l-avn gördük. Bu gece Ramazan gecesi olduğuna şehadet ederiz” derler. Şahitlerin sorgusuna çok itina edilir. Hattâ hilâlin vaziyetini iyice sorarlar.Bu muhakeme esnasında Fetvahane'nin büyük kapısı usulen kapanır. Muhakeme bitip de ilâmı (karar) hazır oluncaya kadar Ramazanın sübûtu hakkında harice hiçbir şey sızdırılmaz. Hattâ hilâlin görüldüğü haberine intizar eden Süleymaniye Camii baş mahyacısı da kapıda alıkonurdu.Alınan mahkeme ilâmı sicil defterine kaydolunur ve Şeyhülislâmlık makamına diğer bir şer'î ilâm Kadı Efendi tarafından mühürlendikten sonra kapının açılmasına müsade edilir. Mahyacıbaşı da elinde tahta kutu içinde duran kandiliyle dairenin binek taşından Süleymaniye Camii minaresinde intizarda olan kandil-cilere işaret verir, bundan da diğer minareler görerek kandilleri yakarlar ve Ramazan bu suretle ve mahalle aralarında çocukların peşine takıldığı davullarla bekçiler tarafından ertesi gün Ramazan olacağı halka ilan edilir.Hususî Ramazan Imamları ve Teravih NamazlarıBüyük konak ve sarayların hemen umûmunda teravih namazları âyinler ve ilâhilerle edâ olunur. Bu âdet o kadar kökleşmiştir ki her daireye her yıl gelmeleri ve getirilmeleri mutad olan eski imamlarından başka bilhassa Ramazan için Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan imamlar ve musikîde behredâr olan beş altı da müezzin seçilip alınırdı.Teravih için her akşam konakların geniş divanhâne-lerine uşaklar, halılar ve seccâdeler sererler ve beşizli şamdanları münasip yerlere korlar.Şehzâdeler ve sultanlar saraylarında ve bazı büyük dairelerinde haremle selamlık arasını ayırmak için kafesler çekilir. Bunun arkasına harem mensupları için seccadeler serilir. Müezzinler yatsı vakti gelince çifte ezan okurlar. Misafirler de ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlar. Müezzinler de arka safta cemaatin hazırlanmalarını beklerler.Bazı büyük konaklarda bulunan müezzinler gece de orada kalırlar. Ev sahipleri namazdan sonra bunlara güzel fasıllar okuttururlar. Sahurdan sonra ve sabah namazından önce Imam Efendi mukabele okur.Bundan yarım asır önce bir ecnebiyi mükellef bir iftara dâvet ederler. Ecnebî oruç bozanların fazla fazla yiyip içmelerine hayretler eder. Acaba bunların hangisi çatlayacak diye merakla ve tecessüsle bakmaktan kendisini alamaz. Derken bulunduğu yerde iki müezzin çift ezan okur. Herkes kalkıp abdest alır, namaza başlarlar. Yatarlar, kalkarlar, sayısını da kaçırır. Ecnebî bunu bir nevi hazım jimnastiği zanneder "Çok yiyorlar amma eritmesini de biliyorlar" der.Iftara GitmekBütün memurlar, maiyetindeki memurları, kalem âmirleri, yanındaki kâtipleri, tüccar ve sanaf yazıcı, kalfa ve çırak gibi müstahdemlerini, velhasıl herkes haline göre hısım, akrabasını, ahbap ve komşularını mutlaka iftara dâvet ederler, bu ikramlar için aşçısı olanlar bir çırak ilâve eder. Kadın aşçı kullananlar da erkek aşçı tedarik eder. Ücretleri de Ramazanda iki misli olarak verilirdi.Ramazanlarda şehzadeler dairelerine, sultan saraylarına ve geçmiş sultan ve kadıefendiler yalılarına münasebetleri olan her sınıf halk, bazı hocaefendiler, şeyhler ve medrese talebeleri ve fakir dervişler iftira gider, derecelerine göre, hediye ve para alırlar ve mühim memuriyetlerde olanlarda da nazır ve vezirler konaklarına iftara gitmeyi âdeta resmî bir memuriyet sayarlardı.Çok eski asırlarda Ramazanın on beşinden sonra tâyin olunan bir gecede bütün devlet nazırları ve ricali ve büyük retbeli memurlar takım takım Babıâliye iftara giderlerdi. Bu, kadim teşrifata girmişti de. Sonra bu Sadrâzamların konaklarına çevrildi. Ramazanın yirmi birinci akşam da Padişah Sadrâzam’a iftariye kahvaltısı ile yemek yollar, Babıâli iftarından bir gece sonra da Şeyhülislâm konağına gidilirdi.Usulen iftara gidecekler top atışına 5-10 dakika kala gelirdi. Bir defa gidilmeleri mutad olan yorlarda ne kadar misafir gideceği belli olmadığından ve bunlardan hariç her Ramazan akşamı 3-5 sofralık fakir de geldiğinden bütün bu gayri melhûz misafirler için her daire ile mutaddan 5-10 kat fazla yemek bulundurmak mecburiyetinde idiler.OburlarMeşhur oburlardan Baba Yaver yeme ve içme hususunda unutulacak insanlardan değildir. Bir ramazan gecesi mühim bir yerde iftarda bakın neler yemiş ve içmiş:-Üç türlü orta kâse çorba.-On kişilik bir sofraya getirilen pastırmalı yumurtanın üçte ikisi.-Sırt sırta verilmiş iki hindinin keza üçte ikisi.-Bir kayık sahan emir dolma.-Bir sahan kuşbaşı kebap.-Bir mertebânî tabak sakız muhallebesi.-Bir okka küçük bir tepsi baklava.-Kefendi, üzümlü, fıstıklı, havuçlu, biberli bir ufak lenger Buhara pilâvı.-Kaymaklı bir hayli kayısı kompostosu.Nihayet dudakları morarıyor, gık diyemeyecek bir hale geliyor. Oturduğu yerden kalkmayarak uyuklamaya başlıyor. O esnada ev sahibi galiba patlayacak vehmiyle Baba Yaver'i yavaşça dürterek:-Baba, baba; sana karbonat vereyim mi diye uyarınca:-Onları istemem evlâd. Biraz kızarmış ekmekle bir dilim kaşar peyniri getirsinler. Yediklerimi hazmettirir, diyor.Ramazan Için Söylenen SözlerBir zat Ramazanda hiç evine gelmez. Boyuna davetsiz iftarlara gidermiş. Bir akşam evine birisi gelerek "Bu akşam efendiyi filan yerde iftara davet ediyorlar buyursunlar" deyince karısı:-Ramazan nerede ise bitecek efendiyi gören yok. Siz görebilirseniz lütfen ona söyleyin bir gece de kendi evine iftara buyursun demiş...Bir kalem mirinin maiyetinde bulunanlar: "Bizim şefe bir akşam habersiz iftara gidelim" diye karar vermişler. Topa beş dakika kala evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış buyurun demiş. Ama belli etmemiş. Doğru karısına koşmuş. "Hanım hal-i keyfiyet böyle" demiş. Hanım:-A efendim sen üzülme. Top patlayınca: Adetimiz böyledir evvela namaz kılarız der, birinci rekatta Yasin süresini okursun. Ikincisinde de Fetih suresini oku. Yalnız kapıyı aralık bırak pilavın yağını koyunca sesinden anlar namazı bitirir misafirleri buyurun edersin demiş. Filhakika evciment kadının dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe geldiklerinde kendilerini doyuracak yemeği görünce hayret etmişler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:32:35
AVRUPA'DAKI OSMANLI KORKUSU 

Pazartesi, 12 Eylül 2005
Donanma, ordu yürürken Muzafferen ileri,Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri…Fransa Kralı I. Fransuva, 1525 Pavye Muharebesinde Almanlara esir düşünce, annesi Düşes Dangolem vasıtasıyla Osmanlılardan yardim istedi. Bunun üzerine Kânûnî'nin krala gönderdiği mektup onun Avrupa devletlerine bakış açısını çok güzel ifade etmektedir. Ocak 1526 tarihli mektup şöyeledir: " Sen ki Françe vilâyetinin kralı olan Françesko'sun. Hükümdarların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın tezkereden mâlûmum oldu ki, memleketinin toprakları düşman tarafından zaptolunup, sen dahi şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın Kurtulmaklığın için bizden yardım dilemektesin. Bütün dünyanın sığındığı, padişahlığıma yakışan ayağımın toprağına maruzatın ulaşmakla her türlü halini öğrenip, olan bitenden haberdar oldum. Yüce selefleri miz, Allah onların kabirlerini nur içinde tutsun, düşmanlarını kahretmek ve sayısız fetihlere ermek maksadıyla her vakit cihat için kılıç çekmek fırsatını kaçırmayıp, ben dahi onların açtığı çığırda harekete geçip, her günüm zorlu kaleler ve girilmesinde engeller bulunan şehirler feth etmiş bulunmaktayım. O sebepten gece ve gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanmıştır."Fransa'da dans ilk icat edildiği zaman Osmanlı sefiri durumu Padişaha bildirir. Padişah der ki: "Ben ki 48 krallığın Imparatoru Kanuni Sultan Süleyman'ım. Sefirimden aldığım mazharda, memleketinizde, dans namı altında, kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle, açıkca halk önünde seviştiği mesmu şahanem olmuştur. Hem hudut olmaklığımız dolayısıyla iş bu rezaletin memleketime sirayeti ihtimali muvacehesinde name-i hümayunumun yed'inize vüsulundan itibaren işbu rezalete hatime verilmediği takdirde orduyu hümayunumla bizzat gelip işbu rezaleti men’e muktedirim."Hammer tarihinde, bu mektup üzerine, Fransa da dansın tam yüz yıl yasak edildiği belirtilir.Bir mektupla bir Imparatordan bir kral kurtaran ve bir ülkede ki ahlaksızlığı önleyen güç. Bütün dünya ile tam yirmi yıl savaşan ve de galip gelen orduyu besleyen ekonomik yapı. Selimiye'yi inşa eden teknik. Ve bilhassa, Fas'tan Hindistan'a, Avusturya'dan Yemen'e kadar, ayrı ırktan, ayrı kavimden, ayrı dilden, ayrı dinden milyonlarca insanı kardeşce yaşatan bir ruhtur Osmanlı Devleti.Çarlık Rusyası'nın Balkanlar'ı Osmanlı'dan koparmak gayesi ile Balkan milletlerine gizliden gizliye silah dağıtıp, bir yandan da fitne tohumları ekerek ayaklandırmaya çalışır. Bu iş için vazifelendirilen Rus generali Çirmayev'in 1877 yılında Bulgaristan'dan Çar'a gönderdiği gizli raporda:" Buralarda hiç yoktan ordular meydana getirdim. Bu askerleri ölüme sevk ediyorum. Fakat bu insanları sendeleten bir engel var; Türklerin yaşayan hatıraları! Ölümden korkmayan lar hâtıralardan korkuyorlar. Yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım. Onlarda her halde bir sihirbaz zekası var. Bir değil, bir kaç istila bile, onların iliklerine işleyen gizli üstünlüklarini yıkmaya bence kâfi gelmeyecektir." diye yazarak oldukça ibretli bir itirafta bulunur.Yine okullarımızda ders kitabı olarak okutulan tarih kitaplarımızda Kızıl Sultan diye gençlere öğretilen Cennet mekan II. Abdülhamit Han Hazretlerinin, dinimize ve kitabımıza küfretmek isteyenlere karşı gösterdiği amansız mücadelelerinde bir tanesi bugün Dışişleri bakanlığı arşivinde 12 numaralı fihristin 61. Sayfasındaki TS-TI rumuzlu belgede şu şekilde ifade ediliyor:"Hazreti Muhammed'in nam-ı kudsiyetlerine dair tertip olunan oyuna dair" Fransa, II. Cumhuriyet devrinde, Sadi Karnot'un Cumhurbaşkanlığı sırasında, tanınmış Fransız yazarlardan Marki de Bornier "Muhammet" isimli manzum bir dram yazmış, bunu Komedi Franz'e kabul ettirmiş (1888), proğramına aldırtmış ve sahne provalarına başlattırmıştır (1890). Piyes, Hazreti Muhammed'i sahnede belirttiği gibi, onu ve Islam dinini aşağılamaktadır. Sultan Abdulhamid duruma derhal mudahale ederek bütün Fransa tiyatrolarında oyunun sahnelenmesini yasaklattırmıştır. Islama ve Müslümanlara karşı düşmanlığını hiristiyanlık taassubunu edebî bir kılığa bürünerek açığa vurmak isteyen yazar, emeline Fransa'da ulaşamayınca, piyesini Ingiltere'de oynamak istedi. Tanınmış Ingiliz aktör Irvinç ile anlaştı. Oyunun Londra Lyceum tiyatrosunda sahnelenme hazırlığına başlandı. Abdülhamid, derhal devreye girerek piyesin Ingiltere'de de oynanmasını engelledi. 1900'de yine Paris'te "Muhammed'in Cenneti" isimli piyesin ismi değiştirilmiş, Islama karşı telmih sayılabilecek hususlarda piyesten çıkarılmıştır. 1893'te Roma'da "II. Mehmet isimli piyesle ilgili Italya Hariciyesi'ne müracat edilmiş, Fatih’i, Islam’ı küçültücü hususlar varsa piyesin yasaklanacağı garantisi alınmıştır. Markide Bornier, piyesini oynatmaktan vazgeçmemiş, 1893'te Fransız akademisi'ne seçilmesiyle hain emelini gerçekleştirme fırsatı yakaladığını zannetmiştir. Londra'da Hariciye Vekili ve aktörlerle anlaşma yapıldığı, oyunun oynanacağı haberi gazete lerde yer almıştır. Hariciyemiz yine harekete geçmiş ve Bornier emeline ulaşamamıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:32:51
İKİNCİ BAYEZİD HÂN�IN TUĞLASI

Salı, 13 Eylül 2005
Sultan II. Bayezid Han rahmetullâhi aleyh, her seferden dönüşünde elbisesine bulaşan tozları toplar ve bir kavanozda biriktirirdi.Yine bir harp dönüşüydü. Bayezid Han elbisesini çıkartmış, üzerindeki tozları toplamaya başlamıştı. Hanımı Gülbahar Hâtun, merakla sordu:— Pâdişâhım, merakımı hoş görün, ama, o tozları niçin biriktirdiğinizi sorabilir miyim? Pâdişah:— Elbette Gülbahar Hâtun, diye karşılık verdi ve devamla, benim senden gizlim yoktur. Bu tozlardan bir tuğla döktürüp mezarıma koyulmasını vasiyet edeceğim. Çünkü Allah, ayakları Hak yolunda tozlananları cehennem ateşinden koruyacağını buyurmaktadır. İşte Hak yolunda küffarla savaşırken üstümüze bulaşan tozları bu yüzden topluyoruz. Vasiyetimizdir; öldüğümüzde bu tozları kabrime koysunlar.Sultan II. Bayezid Han, biriktirdiği bu tozlardan bir tuğla yaptırdı. Bu tuğla, vasiyeti gereğince, öldüğü zaman kabrine kondu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:34:23
EY CESUR YENİÇERİ BU TARAFA YETİŞ

Çarşamba, 14 Eylül 2005
Fatih'in torunu Yavuz Sultan Selim zamanında  bazı Bizans soyluları ve onların yakınları yeniden Bisans’ı ihya etmek sevdasına düşmüşlerdi. Bunu gören Yavuz, bu duruma çok öfkelenmiş Bizans halkının ya müslüman olmalarını veya Istanbul'u terk etmelerini emretmişti. Bu emir karşısında sıkıntıya düşen devlet ricali Padişah'tan çekinerek Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi'ye müracat etmişlerdi. Zembilli de Yavuz'a dedesi Fatih'in bunlara eman verdiğini söyleyerek şimdi böyle bir uygulamanın hukuken uygun olmayacağı hakkında fetva verdi.Bu hadise Yavuz Selim gibi çok zorlu bir hükümdarın adalet infazına fazla müdahale etmediğini ve hukukun üstünlüğü kavramanın sonuna kadar korunduğunun göstergesi sayılabilecek sayısız olaydan sadece birisidir.Yine Kanunî Sultan Süleyman'ın şahsından bir misal: Devleti ihtişamın zirvesine çıkaran bu cihangir Padişah son seferine çıkmadan önce Şeyhülislâm Ebussud Efendi'yi yanına çağırmış ve ona bir çekmece vererek vefat ettiği zaman bu çekmece ile birlikte defnedilmek istediğini söylemişti. Kanûni vefat ettiğinde devrin meşhur alimleri bir araya gelerek padişahın yaptığı vasiyeti görüştü. Islâm'da eşya ile gömülmek caiz değildir. Ulemâ bu hükmü hatırlatıyor ve çekmece nin padişah ile birlikte gömülemiyeceğini söylüyorlardı. Sonunda çekmecenin açılmasına karar verildi. Meraklı bakışların altında çekmece açıldı. Bir de ne görsünler, Kanunî'nin idareyi devraldığı andan vefat ettiği ana kadar verdiği kararlara dair Şeyhülislâmdan aldığı fetvaların hepsi bu çekmecede durmuyor mu?.. Bu tablo karşısında Ebussud Efendi gözyaşlarını tutamamış ve " Ah Süleyman, sen kendini kurtardın, ya biz ne yapacağız?"demiştir.Işte bu şekilde adâletin ön plana alındığı mülkün temeli olarak adaletin seçildiği devirlerde ahâli mes'ud ve bahtiyar olmuş, her cihetten terakki edilmiştir. Tarih buna şahittir…Osmanlı'yı gerileme döneminde bile adaletin dağıtıcısı ve koruyucusu olarak gördügüne dair bir anekdotu vermek istiyoruz. Şöyle ki, 1758 yılında Rus ve Avusturya baskısı ve zulmü altında bulunan Prusyalılar, bu durumdan kurtulmak için Osmanlı ümidi besliyorlar ve müslümanları adaletin koruyucusu olarak düşünüyorlardı. Hatta müslümanları imdada çağıran ibret dolu şu şiirin 1761 yılında Imparator II. Frederic tarafından yazılmış olması Osmanlı gerilerken bile iki medeniyet arasındaki uçurumu gözler önüne sermektedir:" Baskı altında olanların dostu, mazlumun kırbacı, Şark'ın zafere aşina çocuklarına”Ey cesur yeniçeri bu tarafa yetişSeri zaferinle yakala ve yen düşmanıKazan harp meydanında yeni zafer çelenklerini Daha şimdiden düşmana korku basıyorÇekiyor ayaklarının altında kötülüklerinin cezasını Zaferinle zilletimiz sona eriyorTalihin asil cesaretini mukafatlandırsınHilal, Tuna'yı hakimiyeti altına alsınYetiş, yetiş ve korkusuz elinle Avrupa'nın günahlarını Asya faziletine kurban et
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:34:39
OSMANLI'NIN TICARET AHLAKI VE HOLLANDA

Perşembe, 15 Eylül 2005
Osmanlı Kerim Devleti'nin, kurmuş olduğu medeniyetini, tekke-medrese-kışla sacayağı üzerine sağlam bir şekilde oturtup, doğruluk ve adalet üzerine cihana ışık saçtığı günlerde, Hollanda Ticaret Odası'nda bir karar alınırken oyların eşit çıkması halinde, oda reisinin : "Içinizde Türklerle alış veriş eden var mı?" diye sorduğunu ve birinden "evet" cevabını alınca da onun oyunu, imtiyazlı olarak iki oy olarak kabul edip karara varır.Türklerle alışverişte bulunan kişiye bu alış veriş Avrupa'da ayrı bir itabar ve güven kazandırmaktadır. Bundan dolayı da gittiği yerde imtiyazlı konuma gelmektedir. Çünkü Osmanlı’da ticaretin her alanında dürüstlük ve ahlak en önemli değerdi.Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı " Onu sana veremem, kusurludur" cevabını verir. Yabancı tacirin "ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direterek: " Ben malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyrosunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım.Neticede Osmanlı'nın gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem…" diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etti.XVIII. asrın sonlarında Türkler arasında çeyrek asır yaşayan d.'Ohsson, şöyle der: "Osmanlılar, kur'ân 'da ifade edilen doğruluk, ahlâk ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar. Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen, iyi niyet ve şefkate dayanır. Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında yazılı anlaşma yapmaya luzum görmezler. Iyi niyet ve söz, herşeyi halleder. Osmanlaılar, verdikleri sözün esiridirler. Bu tutumları, yalnız dindaşlarına karşı değildir. Hangi dinden olursa olsun, yabancılara karşı da böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda, onalra göre müslim ve gayri müslim olmanın hiç bir farkı yoktur. Gayri meşru olan her kazancı, ahlaksızlık ve dine aykırı görürler. Gayri meşru edinilmiş servetin, bu dünyada da, öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine samimi şekilde inanırlar." Osmanlı'nın son dönenminde “1850” Istanbul'da uzun yllar kalmış bir batılı tarihci olan M.A. Ubicini'nin şehirde yaşayan değişik milletlerin karakter yapılarını öğrendikten sonra, hatıralarında:"Bir kaide olarak, Ermeniye istediği paranın yarısını, Ruma üçte bir, Yahudiye dörtte birini veriniz. Fakat bir Müslümanla alış veriş ettiğiniz zaman istediği fiattan emin olunuz ve istediğini veriniz" diye yazar.1717- 1718 yılları arasında Istanbul'da Ingiliz elçiliği yapan G.Montagu'nun hanımı Lady Montagu'nun, Osmanlı toplumundaki ticaret ahlâkı ile alâkalı hâtıralarında, oldukça enteresan bir şekilde:"İngiltere'de yalancılar yaptıklarıyla övünürler. Burada ise (Osmanlı'da) yalan söylediğin den emin olunduğu zaman yalancının alnına kızgın demir basılıyor. Bu kanun eğer bizde uygulanırsa ne kadar güzel yüzün bozulduğu, ne kadar kibar sınıfına mensup kişilerin kaşlarına kadar inen peruklarla dolaşmaya mecbur kaldıkları görülür." diye yazar.Bugün Türkiye'de ticaret ahlakının, müşteri ve esnaf diyoloğunun hangi noktaya geldiğini düşünürsek Osmanlı'nın torunu olmakla veya 600 yıllık Osmanlı tarihiyle övünme hakkına sahip olmadığımız anlaşılır. Çünkü Osmanlı'da ki ticaret ahlakı ile günümüzde ki ticaret ahlakını karşılaştırdığımızda kutsal bildiğimiz en önemli değerlerimizin kaybolduğu ortaya çıkmaktadır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:34:56
KANUNİ'NİN BÜYÜKLÜĞÜ VE A.B.D. Kİ, PORTRESİ

Cuma, 16 Eylül 2005
Halk içinde mûteber bir nesme yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.Saltanat dediklari bir cihan kavgasıdır.Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.Batılıların atının üzengisini öpmek için yarıştıkları, 30 Eylül 1520 tarihinde, 27 yaşında Osmanlı tahtına çıkan Muhteşem Süleyman'ın vefat tarihi olan 9 Eylül 1566'ya kadar süren 45 yıl 3 ay 7 günlük saltanat süresinin tam 10 yıl 3 ay 5 gününü (2745gün) at sırtında i'la-yı kelimetullah adına ömrünü seferlerde geçirmiştir.Sultan Süleyman'ın seferlerle geçen hükümdarlığı boyunca, 15 milyon kilometre kare üzerine yayılmış 21 eyalet ve 250 sancaktan oluşan Osmanlı Devleti'ni bir dünya güçü haline getirmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman Han devrinde Osmanlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince İslamiyeti yaymaktan başka birşey düşünmedi. Bu düşüncesini halazadesi, Gâzi Bâli Beye yazdığı mektup çok güzel ifade etmektedir. Kânûnî Sultan Süleyman'ın geçlik çağında, 1526 senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Muharebesinde, Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahveden Semendire Sancak Beyi Gazi Bey, Mohaç harbinden yıllar sonra kendinde mevcut olan ve sancak beylerinin alâmeti bulunan iki tuğ'un üçe çıkarılmasını riçâ ederek, pâdişahtan bir tuğ daha istemişti. Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukâbilinde olduğunu bilen Kânûnî, Gâzi Bâli Beye şu cevabı vermiştir:"Yâdiğarım ve muhterem Lalam Gâzi Bâli Bey!Berhudar olasın, yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ dahi arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.)'in fetih tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip, yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terâzidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi Cehennem'dir. Bir an adaletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdaldir. Âhireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmün geçtiği mahallede, zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın. Âhirette biezen hitap olunursa, senin yakana yapışırım. "Ol vilayetleri kılıcımla fetheyledim." Demiyesin. Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Sakınıp, nefsine guru getirmeyesin. Fetholunan kalenin mal ve erzâkını hep Beytülmâl için almışsın. Bunu rızâ-yı hümayunum yoktur. Beşte birini alıp, geri kalanını Islam askerlerine dağıtasın. İslâm askerinin ihtiyarlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin oğullara şevkat gösteresin. Islâm askerine hiçbir veçhile zorluk çektirmeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazinen tükenirse buraya bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini, büyük vazifelerle rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffar halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da sakın evvelki haline itimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman Firavun ve Nemrut olur. Ol kimseleri tecrube edip göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa hizmetinde kullanasın.İmdi, ey Gâzi Bâli Bey! Sana dahî nasihatım odur ki; atın yürüğünü, kılıçın keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri yolunu açık ve kılıçını keskin eyleye ve seni küffârı haksâr üzerine mansur ve muzaffer eyleye…"Kanuni Sultan Süleyman'ın verdiği bu ibretli cevabı acaba bugün kaç Devlet başkanı verebilir. Bu cevabı bütün Devlet Başkanlarının ve hükümet yetkililerin ibretle okuması gerekir. Böylesine büyük bir karekter ve kişiliğe sahip olan Kanuni Sultan Süleyman döneminin büyüklüğünden dolayı " Türk Asrı" , " Süleyman Asrı" denmektedir."Capitol" Amerika Birleşik Devleti'nin millet meclisi binasıdır. Bu yapı, ilk Cumhurbaşkanı George Washington tarafından inşa ettirilmiş ve zaman zaman yapılan ilavelerle genişletilmiş tir.Binayı yenileştirmek ve düzenlemek amacıyla 1945 yılında teşkil edilen bir heyet, Temsilciler Meclisi galerisine, ünlü kanun yapıcıların portrelerini koymayı kararlaştırmıştı. Karar, ABD Kongresi tarafından onaylandı. Bunun üzerine, Colombia Tarih Derneği, Pannsilvania Universitesi ve ABD Temsiciler Meclisi Kütüphanesi uzmanları çalışmaya koyuldular. Ve uzun araştırmalar neticesinde tarihin büyük kanun yapıcılarından 23'ünün ismini tesbit ettiler. Bunlar, mermer plakalar üzerine kabartma portreleri işlediler.Temsilciler Meclisi galerisindeki portrelerden biri de, Kanunî Sultan Süleyman'a aittir. Osmanlı padişahı, sivil, askeri kanaunlarda yaptığı düzenleme ve getirdiği yeniliklerle, dünyanın en büyük kanun yapıcılarından biri olarak tanıtılmaktadır. Portre, heykeltraş Joseph Kiselewski tarfından yapılmıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:35:11
YUNAN SUBAYININ İNTİKAMI

Cumartesi, 17 Eylül 2005
Yunan askerleri Bursa’ya girmiştir. Askerlerin başında Venizelos’un yedek subay olan oğlu Sofokles vardır. Osmanlının Taht şehrinde. Sanki tarih 600 sene öncesine dönmüştür. Sanki Bizans, asırların arkasından dönüp gelerek yarım kalan bir kavganın rövanşına çıkmıştır.Tutsak şehirde ezanların hıckırdığı bir Ramazan günüdür. Sofokles’in günlerden beri beklediği Atina’lı fotoğrafcı nihayet şehre gelmiştir. Sofokles fotoğrafcıyı da yanına alarak bir manga askerle birlikte Osman Gazi’nin türbesine yönelir. Türbenin yanına vardıklarında kapının kilitli olduğunu görürler. Venizelos’un askerleri, bir kale burcuna saldırırcasına türbe kapısına yüklenirler. Tahta kapı çatırdı*** devrilir. Sofokles önde, Fotoğrafcı arkada türbeye girerler. Ne yapacağını anlamayan askerler de her an birileri çıkıverecekmiş gibi süngülü tüfeklerini türbe kapısına doğrulturlar. Osman Gazi’nin sandukası, başındaki sarığıyla öylesine vakur öylesine haşmetlidir ki... ister istemez irkilirler. Sofokles şaşkın bakışlar arasında sandukanın yanına gelir. Mahmuzlu çizmelerini kaldırarak sandukaya üst üste üç tekme savurur. Fotoğrafcı donuk bir sırıtışla ne yapacağını düşünmektedir. Türbedeki uhrevi havanın sırlı sessizliği, kalp atışlarını esir almış gibidir. Sofokles kılıcını çekip hayali düşmanına doğru hamle yapar gibi sallarken bağırır:“ Koca Osman! Kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim...”Bir müddet türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra zafer kazanmış bir kumandan edasına bürünür. Bir ayağını sandukanın üzerine koyar. Kılıcına dayanır. Fotoğrafcıya seslenir:“ Çek bakalım bir Bursa hatırası...”Sofokles, Don Kişot tavrıyla çektirdiği bu fotoğrafın arkasına şu satırları yazarak Atina’ya gönderecektir.“Ordularımız Bursa’ya hakimdir. Şu anda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını aldım.”Evet... O intikamını almıştır ve şimdi sıra Osman Gazi’dedir.Hayır, o mezarından kalkıp da bir zamanlar Bizans’ın böğrüne soktuğu kılıcıyla Sofoklesi yere seremiyecektir. Sadece sandukasının tekmelenmesiyle, yeni bir dirilişin yürek kıvılcım larını oluşturacak mesajı verir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:35:26
ŞEYH EDEBALİ�NİN NASİHATLERİ

Pazar, 18 Eylül 2005
“Ey Oğul!Yükün ağır, işin çetin. Allah yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yolunu yararlı etsin, Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin, Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.“Ey Oğul!Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen savulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!..Sabır çok önemlidir. Bir bey Sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisizlik ve kılıç da tıpkı ham armut gibidir.Milletin, kendisi sırfanı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. Oğul!Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.Bütün fethedilmiş gizlilikler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır.Ananı ve atanı say! Bilki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inançını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme ;bildir, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...Şu üç kişiye;yani cahiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!.. Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar.Insan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur, düşman, canavar kesilir...Kişinin gücü günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.Savaşı sevmem. Fakat bu kalkıp iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az! Yalnızlık, korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz, Yalnız başına kalsa da... Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez! Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez, Osman! Geçmişini iyi bil ki, nereye gideceğini unutmayasın...Osman Gazi nasıl ki, kendisinin ufkunu genişleten ve dilden dile konuşulan bir Osman Gazi olmasına vesile olan Şeyh Edebali’nin nasihatlarını hayata geçirmişse. Yine aynı şekilde Osman Gazi’de oğlu Orhan Gazi’ye nasihatta bulunmuştur.Osman Gazi, Bursa’nın fethinden evvel kendisini ziyarete gelen Orhan Gazi’ye Tarihimizde şu meşhur nasihatı yapmıştır ki, bu devletin ne kadar ve doğru temeller üzerine kurulduğunu gösteren mühim bir vesikadır.:1- Her işin başında emirlere dikkat ve riayet et, ihtimam göster. Zira Devlet’in kuvvet ve kudret kazanması ve devamı dinle mümkündür.2- Islâm ihtimam ve riâyet olmayan, bozuk fikir ve mezheplere meyleden, büyük günahlardan kaçınmayan şahısları devlet işinde çalıştırma. Zira Allah’tan korkmayan kulundan korkmaz. Büyük günah sahiplerinin sadâkati olsaydı, ümmeti olduğu peygambere olurdu. Islâma uyar ve dinin emirlerinin dışına çıkmazdı.3- Bütün işlerinde Hakkı ve adaleti gözet ki; başka pâdişahların idaresinde bulunanlar, senin idaren altında bulunanların saâdet ve mutluluğuna gıpta ederek senin idaren altına girmenin yollarını arasınlar.4- Zulümden ve istibdattan (baskıdan) çekin, seni zulme ve istibdada teşvik edenleri yanından uzaklaştır. Çünkü bunlar devletinin zevalini (çökmesini) istiyenlerdir.5- Daima cihatla ülkeyi genişlet. Uzun müddet sefere çıkmayan, harp etmeyen askerin şecaâti (yiğitlik ve cesareti) kaybolur, idareci ve kumandanların görüş ve tedbirleri zayıflar. Sefer tecrübesi olanlar vefat ettikten sonra, muharebe tecrübesi olmayanların tedbirleri noksan olacağından mağlubiyete sebep olurlar.6- Devlet hizmetlerinde sadâkatle ömür geçirenleri gözet. Vefatlarından sonra da çoluk cocuklarını himaye et, mallarını koru. Askere ve askerde olanların ailelerine yardımı eksik etme. Böyle yaparsan gönüllerini kazanmış olursun.7-Alimlere ve faziletlilere iyilik ve ikrâmı ziyâde eyle. Bir yerde âlim, sanatkar veya kemâl ehli birini işitirsen onu davet et, iyiliklerde bulun. Böylece saltanatın müddetince âlimler çoğalıp islâm hakiki temsilcileri vasıtasıyla nizam bulursun. Sakın mal ve asker çokluğuna mağrur olma. Islâm âlimlerine uzak kalma. Benden ibret al ki, bu diyâra zayıf birisi olarak gelmişken, haddimiz olmayarak, Allah’ın sayısız nimetlerine nâil oldum. Sende benim yolumda gidip islâma ve idarende bulunanlara mürüvvet eyle (iyilikte bulun.)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:35:40
ÇEŞME FACİASI 

Pazartesi, 19 Eylül 2005
1768’de Başlayan Osmanlı-Rus Savaşında Rusların Baltık donanması İngiltere’ye uğrayıp, İngiliz Amirali Elfinston ile bir miktar kuvvet alarak Akdeniz’e gelmiş ve Ege Denizinde harekâta girişmişti. Kapdân-ı deryâ Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması,
Çeşme’den Çanakkale’ye dönmek için Koyun Adaları civârından geçerken kalyonlardan birinin direği kırıldı. Bunun üzerine bütün donanma bu direğin tâmiri için Toprak Adası önünde durdu (4 Temmuz 1770). Ertesi gün sabahın erken saatlerinde 18 parçadan meydana gelen Rus Donanması Koyun Adaları önünde görüldü. Otuz parçadan ibâret Osmanlı Donanması Çeşme
’nin kuzeyindeki Kayalık Burun ile Toprak Adası civârında demirlemişti. Üç fırka Osmanlı Donanmasının sağ kanadına hücûm etti. Amiral Spiridov ve Orlov’un bindikleri kalyon ile Cezâyirli Hasan Beyin kalyonu arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Ağır yara alan Rus gemisi, kendini idâre edemeyerek Osmanlı kalyonunun üzerine düştü. İki taraf askerleri arasında şiddetli bir vuruşma başladı. Ruslar, Osmanlı gemisini ateşe verdiler. Fakat kendi gemileri de ateş almıştı. Biraz sonra iki gemi birbirinden ayrılmış Rus kalyonu havaya uçmuş ve Türk gemisi de alevler içinde Osmanlı gemilerine doğru, gitmeye başlamıştı. Bunun üzerine Osmanlı donanması
Çeşme limanı yönüne çekildiği gibi, Elfinstan’ın gemileri de açılmaya mecbur kaldı. Cafer Bey filosunun Çeşme limanına girdiğini gören bütün Osmanlı gemileri onu tâkib ederek, limana girip birbirlerine yakın demir attılar. Hüsâmeddîn Paşa bâzı tedbirlerle emniyet altına aldığı donanmaya, düşmanın artık taarruz edemeyeceğini zannediyordu. Cezâyirli Hasan Bey donanmanın tehlikede olduğunu Kapdân-ı deryâya söylemiş, fakat onu iknâ edememiştir. İşte yandan Rus donanması komutanı Orlov, İngilizlerin derhal Osmanlı donanmasına hücum edilmesi teklifini kabul etti. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması Çeşme limanı gönüne gelerek, Osmanlı gemilerini topa tuttular, İngiliz subaylarından Greig’in hazırladığı ateş gemileri limana girdi. Greig filosundan atılan bir humbaradan Osmanlı gemileri tutuştu. Bu sûretle başlayan yangın gemilerin birbirinin üstüne düşmesinden dolayı, süratle ilerlediğinden, birkaç saat içinde hemen bütün donanma mahv oldu. 7 Temmuz sabahı ateşten kurtulan bir kalyon ile birkaç küçük gemi, limandan çıkarken, Rusların eline geçti. Kaptân-ı Deryâ Hüsâmeddîn Paşa, gemisiyle Sakız Adasına sığındı. Çok geçmeden de görevinden azledildi. Cezâyirli Hasan Paşa gemisinin havaya uçmasına rağmen kurtulmayı başardı. Çeşme Savaşının ardından Limni Adasını kuşatan Orlov, Cezâyirli Hasan Paşaya yenilerek çekilmek zorunda kaldı
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:36:35
DÜNYANIN EN DÜRÜST VE EN MEDENÎ MİLLETİ

Salı, 20 Eylül 2005
Ecdâdımız Osmanlılar her sâhada olduğu gibi, ahlâken de bütün milletlerden medenî idiler. Bu, Avrupalı yazarlar tarafından da kabul edilmektedir. Meselâ A. L. Castella’nın Osmanlı ahlâkı hususunda enteresan tesbitleri vardır. Yazarın arkadaşlarından biri, içinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul yakasından Beyoğlu’na gidiyordu. Tophane iskelesine çıkarken torbanın ağzı çözülüp paralar rıhtıma dağıldı. Bazıları da denize yuvarlandı. Çevreden bunu görenler, adamın yardımına koştular. Herkes bulabildiği kadarını topladı ve adamın torbasına doldurdu. Paranın sahibi şaşkınlık içindeydi. Hatta endişeliydi. Paralarının bir kısmının çalınabileceğinden korkmaktaydı. Fakat, denize düşen paraların bile çıkartılıp kendisine teslim edilmekte olduğunu görünce, içi ferahladı. Nihayet bütün paralar toplandığında adam,— Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum! Bana büyük bir iyilikte bulundunuz. Bu soğukta denize dalıp paralarımı çıkardınız. Bir sürü zahmete katlandınız. Bu iyilikleriniz karşılıksız kalmamalı. Size borcumu ödemem lâzım, dedi ve elini torbasına attı.Ancak orada bulunanlar, buna itiraz ettiler. İçlerinden biri,— Bize hiçbir borcun yoktur, dedi, biz sadece vazifemizi yaptık. Bu durumda kim olsa, aynı şeyi yapardı.Adam hayretler içindeydi.— Ama nasıl olur? dedi, bunca iyilik karşılıksız yapılır mı?Yardımseverlerden bir diğeri,— Neden olmasın? İnsanlık yardımlaşmayı gerektirir. Hem ne yaptık ki?.. dedi. Adam defalarca teşekkür ederek oradan ayrıldı ve evine döndü. İçinde hâlâ bir şüphe vardı. Aceleyle torbasını boşalttı. İçindeki paraları teker teker saydı. Paraları tamamdı. Bir kuruş bile eksik değildi. Bu asîl davranış karşısında şunları düşünmekten kendini alamadı: “Acaba, diyordu, halkın en fakir tabakasında bile incelik ve zarafetin bu derecesi yalnız Türkler’e mi mahsustu? Hakikaten bütün bu ulvî karakterler onlara ancak şeref verirdi. Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyâsetiyle medenî hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyetteydi.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:36:48
HACI BAYRAM-I VELİ�NİN SULTAN MURAD�A NASİHATİ

Çarşamba, 21 Eylül 2005
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler."Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimesye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:37:02
FİLAN GÜN SALTANAT TAHTINA OTURACAKTIR

Perşembe, 22 Eylül 2005
 Sultan İkinci Selîm’ın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anlamak üzere, bir mektupla hizmetçisini Uşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî' ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haberci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi. Haberci, hemen Manisa'ya dönerek müjdeyi Şehzâde'ye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul'a hareket etti. Balıkesir'e geldiğinde, Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, Sadrâzamın mektubunu Şehzâde'ye verdiler. Mektubu okuyan Şehzâde, bu mektuptan babası Sultan İkinci Selîm'in vefât ettiğini, Sadrâzamın ölüm haberini halktan sakladığını ve kendisini tahta çıkarmak üzere dâvet ettiğini öğrendi. İstanbul'a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin haber verdiği zamanda, Sultan Üçüncü Murâd Hân nâmıyla tahta geçti. Bu hâdiseden sonra, Sultan Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve kendisini İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak'tan ayrılıp, İstanbul'a geldiğin de; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı. Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak'a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul'da kalması için ricâda bulundu. Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul'da kalmağa karar verdi. Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin adına bir dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine, halka doğru yolu göstermeleri için gönderdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:37:19
SELİM DAHİ EVLİYANIN DIŞINDA DEĞİLDİR

Cuma, 23 Eylül 2005
Yavuz Sultan Selîm Han pâdişâh olmadan önce, Trabzon'da vâliyken Halîmî Çelebi'yi kendine hoca edinip, talebe oldu ve ondan feyz aldı. Gece-gündüz onun huzûrundan ayrılmazdı ve devamlı sohbetinde bulunurdu. Abdülhalîm Efendiye pekçok iltifât ve ihsânlarda bulundu. Allahü teâlânın inâyet ve ihsâniyle Osmanlı tahtına geçip pâdişâh olunca, onu yine yanından ayırmadı. Devamlı birlikte olmak ister ve kendisiyle ilmî sohbetlerde bulunurdu. Halîmî Çelebi, Yavuz Sultan Selîm Han ile birlikte Mısır Seferine katıldı. Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın." Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi'nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi'yi ziyârete gelenlerden bâzıları Molla Şemseddîn'le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalışmasına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp, dizine yapıştı ve; "Korkma, biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik." dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp, sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: "Arap diyârının tamâmı fethedilip Osmanlı topraklarına katılacak mı? Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek?" O zât dedi ki: "Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendirildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne'nin hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm pâdişâhları arasında makbûl olan Âl-i Osman'dır. Selîm Hân dahî evliyânın dışında değildir." dedi.Molla Şemseddîn dedi ki: Sultan Selîm'in saltanat süresi uzun sürer mi?" O kimse; "Üç yıl vakti vardır." dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: "Konağında oturduğum Halîmî Efendinin sonu nicedir? Yâni ne zaman vefât eder?" O zât dedi ki: Şam'ı öteye geçemez, orada kalır." Şemseddîn Efendi dedi ki: "Ya benim ölümüm ne zaman olur?" O zât; "Kişiye kendi ölüm zamânını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefs nerede öleceğini bilemez." dedi. Şemseddîn Efendi; "Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarınız." dedi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile aynı günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Yavuz Sultan Selîm Hân, üçünüzün de cenâze namazında hazır bulunur." dedi. Koynundan bir arâkiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp, Şemseddîn Efendiye; "Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin." buyurdu. Bir daha çıkarıp; "Bunu da Halîmî Çelebi'ye veresin" dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; "Bana bir hâtıranız olmaz mı." dedi. "Sana bir şey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen, başımdaki arâkiyyeyi vereyim." dedi. Şemseddîn Efendinin istek göstermesi üzerine başındaki arâkiyyeyi ona verip; "Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim." dedi. Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.Bu durumları Hasan Can'a anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaştırması için verdi. HasanCan da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanın huzûruna vardı. Olanları anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alıp, kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.Pâdişâh Mısır'dan Şam'a doğru yola çıkınca, Halîmî Efendi hastalandı. Hekimlerin ilaçları fayda etmedi. Yavuz Sultan Selîm Han onu zaman zaman ziyâret edip kalbini hoş tutmaya çalıştı. Üçüncü günde, Halîmî Çelebi vefât etti. Aynı gün, Molla Şemseddîn ve Pâdişâhın sarayından bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâze namazı aynı yerde kılınıp, Yavuz Sultan Selîm Han hazır bulundu.Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Hân Anadolu topraklarına ayak basınca, sık sık hocasını hatırlar; "Mevlanâ Abdülhalîm ile sefere çıktık, şimdi ise, sâdece onun hâtıralarıyla dönüyoruz." diyerek, saygı ve sevgisini dile getirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:37:47
SAVAŞIN ZORLUKLARINA KATLANMADAN ZAFERE ULAŞILAMAZ

Cumartesi, 24 Eylül 2005
Şehzâde Murâd tahta çıkmak üzere Manisa'dan İstanbul'a gelirken, Sâdeddîn Efendi de berâberinde idi. O zaman Sultan Murâd'ın özengi ağası olan Tiryâkî Gâzi Hasan Paşanın naklettiğine göre, şehzâde yolculuk sırasında yanında göremediği Hoca Efendiyi sordu. Yanındakiler onun bindiği atın ham olması dolayısıyla biraz geride kaldığını söylediler. Bunun üzerine Sultan Murâd derhal kendi yedek atlarından birini altın işlemeli eğer ve süslü takımlarla donatarak ona gönderdi ve yetişinceye kadar bekledi." Sâdeddîn Efendiye bundan sonra Hâce-i sultânî (sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi. Devletin iç ve dış siyâsetine yardımcı oldu. Üçüncü Mehmed Han tahta çıktığı zaman (1595) kendi hocası olan Nevâlî Efendi, vefât etmiş bulunuyordu. Böylece pâdişâh hocalığı makâmı yine Sâdeddîn Efendide kaldı. İki sultâna hocalık yaptığı için kendisine Câmiü'r-riyâseteyn denildi. Aynı ünvânı şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.Bu sırada Osmanlı Devleti Avusturya ile harp hâlinde bulunuyordu. 1595 senesinde başlayan savaşlarda iki taraf da ağır kayıplar vermişti. Estergon, İbrail ve Kili kaleleri düşman eline düşmüştü. Bu sebeple Sultan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin tavsiyesi ile bizzât Avusturya seferine çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vefâtından 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzât başkomutanlık etmemişti. 21 Haziran 1596 târihinde yanında Hoca Sâdeddîn Efendi de olduğu hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'dan hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed, Ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ile, Kırım kuvvetleri de Ösek kalesi önünde, Sultan ile birleştiler. Ösek'de bir dîvân toplandı. Dîvânda bâzı vezirler, Tuna vâdisinden ilerleyip Viyana'yı muhâsara etme teklifinde bulundular. Hoca Sâdeddîn Efendi; "Bu doğru bir düşünce değildir. Viyana merhum Kânûnî zamânında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya içlerine çekilip gitti. Bizimle karşılaşmadı. Viyana'yı almak da mümkün olmadı. Şimdi Viyana'ya gittiğinizde düşman yine memleketin içine çekilerek, bizimle karşılaşmayacaktır. Biz Viyana'yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamızdan çevirerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müşkül durumlara düşmemiz mümkündür. Bu yüzden ben, Viyana'yı değil, Tisa Nehrinden Eğri kalesine gidilmesini ve buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alınırsa Avusturya ile Romanya'nın yardım yolları elimize geçecek, birbirinden ayrılan ve yardım alamayan düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün olacaktır." dedi.Hoca Sâdeddîn Efendinin fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri derhal kabûl etti. Eğri kalesi, 20 gün süren muhâsaradan sonra zabt edildi. Kale muhâfazasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı Ordusu Haçova'ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan'ın kuvvetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı.Ordu, Haçova'ya vardığı zaman, düşmana karşı nasıl hareket edileceğini görüşmek maksadı ile bir dîvân toplandı. Hocasının isteğiyle savaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan toplanan dîvânda resmen, sadrâzamı bırakıp, İstanbul'a dönmek istediğini açıkladı. Bâzı vezirler de Sultânı desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sâdeddîn Efendi; "Şevketlü sultânımızın savaş zorlukların dan rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki, savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahat sızdır. Savaşın meşakkatlerine katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezirlerin işi değildir. Bir kale fethetmekle dâvâya halledilmiş nazarı ile bakmak, kalenin imdâdına gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yılanın kuyruğuna basıp önünden kaçmak demektir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Düşmanlarınız aman dileyip silahlarını terkedinceye kadar onlarla savaşınız. Düşmana sırtınızı çevirmeyiniz." buyrulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etmemiştir. Düşmanla karşılaşmadan ona sırtımızı çevirirsek yarın hesâp gününde Allahü teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebeb olmadan ve düşmanı imhâ etmeden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir. Ecdâdımızın ruhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâzımdır. Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Bu uğurda can verinceye kadar hepimizin savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler." diyerek Sultânın dönmesine mâni oldu.Ertesi sabah iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanıyordu. Sultânın sağında vezirler, solunda kadıaskerler ile Hoca Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beylerbeyleri, sağ kolda Rumeli ve Temeşvâr beylerbeylerinin kuvvetleri vardı.Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulunduğu merkez kısma saldırdılar. Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Peygamber efendimizin hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi HasanPaşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı.Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca Sâdeddîn Efendiye; "Efendi şimdiden sonra ne yapmamız gerek?" diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi; "Sultânım lâzım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamânında olan muhârebeler çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Resûlullah efendimizin mûcizeleri ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun." dedi.Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, kara kollukçu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, "Düşman kaçıyor." diye bağırarak, asker leri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusu dan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, bataklıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı büyük bir zaferle netîcelendi. On bin duka altın ile berâber, Alman toplarının büyük bir çoğunluğu ele geçti.Târihçi Hammer bu savaş için; "Hoca Sâdeddîn'in cesâret ve tesiriyle kazanılan Haçova savaşı, Mohaç ve Çaldıran savaşı ile mukâyese edilen parlak zaferdir." demektedir.Hoca Sâdeddîn Efendi, Eğri seferinden dönüşünden sonra kendisini daha çok ilme ve eğitim işlerine verdi. Devrinde bütün ulemânın âdetâ "Kutbu" hâline geldi. Onun talebeleri de meşhûr oldular. Bütün talebeleri onun irfân halkasından olmakla övünüyorlardı. Mevlânâ Ali Nakîb, Molla Ali, Seyyid Kâsım Gubârî ve Azmizâde, Hoca Sâdeddîn Efendinin yetiştirdiği talebelerin meşhûrlarındandır.Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendinin vefâtı üzerine 1598 senesinde, Sâdeddîn Efendiyi şeyhülislâmlık makâmına getirdi. HocaSâdeddîn Efendi bir yıl sekiz ay şeyhülislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi ve hakkıyla yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük mahâret gösterdi. Her Cumâ müslümanların dertlerini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe, Farsça ve Arabça verdiği cevaplarla halkı memnûn ederdi. Bu çalışma ve hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü'ûd Efendiyi hatırlattığı söylenirdi. Devrin şâirlerinden Lâmi Çelebi onu şöyle medheder:Bu yakınlarda cihâna, iki müftî geldi,
Tuttu âlemi, her birisinin fazlü edebi.
"Kimdir?" diye suâl eylersen onları sen,
Birisi "Hoca Çelebi", biri "Hoca Efendi".Devrin ârifleri, hocası Ebüssü'ûd Efendi ile Hoca Sâdeddîn Efendiyi bir ayar tutarlardı. Ebüssü'ûd hazretleri de gençliğinde "Hoca Çelebi" namıyla meşhûrdu.Hoca Sâdeddîn Efendinin diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendinin vâlidesine; "Senin çocukların bu şerefe ne ile kavuştu?" diye sorulduğunda vâlidesi: "Ben hiç birisini abdestsiz emzirmedim. Hepsinin akîkasını kestim. Ayrıca her Cumâ günü, her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka dağıtırdım." demiştir.1599 senesinde merhum Üçüncü Murâd Hanın vefâtının dördüncü yılı dolayısıyla Ayasofya Câmii şerîfinde hatim ve mevlid duâsı okunacaktı. Hoca Sâdeddîn Efendi câmiye gitmek üzere evinde abdest tazelerken fenâlaştı. Öyle olduğu halde câmiye gitti. Duâ biterken rûhunu teslim etti. Tâbutu sonradan şeyhülislâm ve kazaskerliğe yükselecek olan dört âlim oğlu taşıdı. Fâtih Câmiinde kılınan cenâze namazından sonra Eyyûb Sultan'da yaptırmış olduğu Dârü'l-kurrâ bahçesine defnedildi. 12 Rebiülevvel 1599 senesinde vefât ettiğinde 63 yaşında idi. Sevgili Peygamberimizin vefât gün ve yaşlarında, o da Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:38:04
FATİH VE HOCAZADE

Pazar, 25 Eylül 2005
Sultan Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve lütf-u ihsânı ün salınca ve çevresine zamânının meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde de onun yanında olmak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflarını karşılayacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bulamıyordu. Bu sırada derslerine katılan bir talebenin sekiz yüz akçesi olduğunu öğrenince, bu parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle bir zamanda vardı ki, pâdişâhın otağı İstanbul'dan Edirne'ye gidiyordu. Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, diğer yanında Molla Zeyrek olduğu halde ilmî konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'yi görünce; "Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâha anlatmıştım. Gel hemen onunla görüş." diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Hocazâde hükümdârı selâmlayıp elini öptü. Mahmûd Paşa onun Hocazâde olduğunu bildirerek ilmini övdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali'nin yanında at sürerek sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde görüşlerini açıklayıp ilimdeki üstünlüğünü ortaya koydu. Bir müddet sonra Seyyid Ali ve Molla Zeyrek Pâdişâhın yanından ayrıldılar. Hocazâde ise uzun bir süre Pâdişâhla yan yana sohbete devâm etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek'e Pâdişâhın ihsânları geldiği halde Hocazâde'ye bir pul bile verilmedi. Bu bakımdan Hocazâde gönlü kırık olarak üzüntü içerisine düştü. Onun hâline vâkıf olan talebesi, hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde dinlenmekteydi. O sırada dergâh-ı âlî kapıcılarından üç kapıcının, Hocazâde' nin çadırı nerededir? diye sorarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı işâret ediyorlardı. Ancak kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişi yi bizimle alay etme, aradığımız kimseyi âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladı lar. Ancak her kime sordularsa, hep orası gösterilince, mecburen Molla'nın yanına gelip selâm verdiler. "Hocazâde siz misiniz?" diye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler. Hocazâde onların sözlerini, davranışlarını alaya yorarak önce inanmadı. Fakat o sırada Pâdişâh konakçılarının hızla gelip büyük bir çadır kurduklarını gördü. Ayrıca birkaç at ve katır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para da getirdiklerini öğrenince şüphesi kalmadı. Onlar cins atlardan birini hemen koşumlarla donatıp yanına getirdiler ve buyurun yüce Pâdişâh sizi bekler dediler.İş böyle gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca davranan uykucu talebenin yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat o eski huysuzluğu ile sözünü sakınmayıp; "Bir parça istirahata bırakmaz mısın?" diye bağırdı. Talebe, bin bir ısrardan sonra gözünü açtı ve büyük bir devlete erişmiş olan Molla'nın hemen ayaklarına kapanıp özürler dilemeye başladı. Hocazâde onu teselli ederek Pâdişâhın ihsânından ona olan borcunu fazlasıyla ödedi ve gönül rahatlığı ile pâdişâhın mutlu katına varıp elini öptü. Pâdişâh, Hocazâde'den sarfla ilgili İzzî adlı eseri okudu. Zaman geçtikçe Hocazâde'nin Pâdişah katında değeri gittikçe arttı. Bu durum bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ Fâtih Sultan MehmedHan Edirne'de bulunduğu sırada, Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'nin kazasker olmak istediğini Sultana bildirdi. Sultan da; "Bizi sohbetinden mahrûm etmek mi istiyor?" diyerek üzüldü. Ancak, daha sonra onu Edirne'ye kazasker tâyin etti.Hocazâde'nin babasına, oğlunun kazasker olduğu haberi ulaşınca önce inanmadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı. Diğer oğullarıyla birlikte oğlunu ziyâret etmek için, Bursa' dan Edirne'ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte olduğu haberini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir toplulukla karşıladı. Baba-oğul kucaklaştılar. Baba sı Hocazâde'den özür dileyip eski kusurlarının affını isteyince; "Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle olmazdık." diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir ziyâfet hazırladı. Ziyâfet sofrasına babasıyla berâber oturdu. Diğer ileri gelenler ve âlimler rütbelerine göre oturunca, kardeşlerine sofrada yer kalmayıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde olma dıkları halde, hizmetçilerle birlikte ayakta kaldılar. Bu vesîleyle, ilim ehline verilen önem orta ya çıktı. Molla bu hâli görünce, Velî Şemseddîn'in sözlerini hatırladı.Cenâb-ı Hakk'a şükretti.Hocazâde bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından Bursa Sultaniye Medrese sine, daha sonra da İstanbul'daki Sahn-ı Semân Medresesine müderris tâyin edildi. İstanbul' da Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eseri yazdı. Sonra Edirne kâdılığı ve İstanbul müftîliği yaptı. İznik müftîliğine ve müderrisliğine tâyin edildi. Fâtih SultanMehmed vefât edinceye kadar İznik'te kaldı. Sultan İkinci Bâyezîd tahta geçince, İstanbul'a geldi. Bursa Sultâniye Medresesine müderris tâyin edildi. Orada iki ayağı ve sağ eli felç oldu. Sol eliyle yazı yazabiliyordu. Bu halde, Sultan İkinci Bâyezîd'in emriyle Şerh-i Mevâkıf adlı esere bir hâşiye yazdı. 1488 (H.893) senesinde vefât eden Hocazâde, Bursa'da Emir Sultan medreseleri karşısına defnedildi.
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:38:19
YAVUZ SULTAN SELİM VE İBRAHİM GÜLŞENİ

Pazartesi, 26 Eylül 2005
 Memlûklerin Safevîleri desteklemesi yüzünden Osmanlılarla arası açılmıştı. Sultan Gavri, İbrâhim Gülşenî hazrelerinin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlarının ısrarı üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını kaybetti. Onun yerine tahta çıkan Tomanbay, İbrâhim Gülşenî'ye gelip duâ istirhâm eyledi. Şeyh dedi ki: "Siz duâya kâbiliyet ve istidâd hâsıl eyleyin ki duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın kitâbı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü teâlânın emri üzere hüküm etmez ise zâlim dir. Sultanım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm'e tâbi olasın." Bu nasîhatlere rağmen Tomanbay Ridâniye'de Yavuz'un karşısına çıktı. Bozguna uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi. Sultan Selîm Han böylece Mısır'ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu:Azîzim hayr-ı makdem ömrümün vârı safâ geldin.
Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin. diyerek karşıladı.Yavuz Sultan Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştılar.Mısır'da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamânın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Hana erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul'a dâvet eyledi. İstanbul'a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlarda bulun du. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyor du. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi.Sultan da Kehhâlbaşı'na (Sürmeci başına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini emretti. Kehhâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde halka vâz ve nasîhat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî'ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir ettiler. Bir müddet İstanbul'da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan izin alarak tekrar Mısır'a döndü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:38:34
SÖNDÜRÜLEN FİTNE ATEŞİ

Salı, 27 Eylül 2005
Kânûnî Sultan Süleymân'ın vezîr-i âzamı olan Rüstem Paşanın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tırhala'dan getirilerek amcasının yanında yetiştirildi. Rüstem Paşa, 1548'de İran Seferinden dönerken Ankara yakınlarına gelince, Bayramiyye yolu büyüklerin den Hüsâm Efendiyi berâberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bulunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu. Terzilik mesleğiyle uğraştığı söylenince, terzilerin pîri olarak kabûl edilen İdris aleyhisselâma nisbetle ona İdris lakabını verdi. Ali Efendiyi hizmetine ve talebeliğe kabûl etti. Bir müddet Hüsâm Efendinin hizmetinde ve sohbetinde bulunan Ali Efendi, tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra İstanbul'a gelen Ali Efendi, ticâretle meşgûl oldu. İlk zamanlar ticâret sebebiyle Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu gibi memleketlere gitti. Gittiği yerler deki âlim ve evliyâ zâtların sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda yükseldi. Defâlarca hac vazîfesini yapmak için Hicaz'a gitti. Oradan Yemen'e gitti. Son zamanlarında ticâreti bırakıp İstanbul Fâtih Çarşamba'da Mehmed Ağa Câmii yakınındaki evinde ikâmet etti. Ticâreti, emrinde bulunan kimseler yürüttüler. Çevresinde Hacı Ali Bey diye meşhûr olan bu zât, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok halleri ve kerâmetleri görüldüğü halde bunları insanlardan gizledi. Bu sebeple gizleyen mânâsına "Muhtefî" lakabıyla anılmaya başlandı. Sözleri, halleri ve yaşayışıyla İslâmiyetin emrettiği gibi olmasına rağmen onu çekemeyen bâzı kimseler aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Onu küfürle ve sapıklıkla ithâm edenler oldu. Hattâ hakkındaki ileri geri konuşmalar zamânın pâdişâhına kadar ulaştı. Pâdişâh, hakkında araştırma yapılıp, söylenilenler doğru ise cezâlandırılmasını emretti. Fakat halk arasında Hacı Ali Bey diye meşhûr olduğu için "İdris-i Muhtefî" isminde kimseyi bulamıyor lardı. Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen tercüman Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; "Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu?" dedi.Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; "Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı?" diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara "Hayır" diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; "O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir? İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris'tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır?" deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; "Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm." dedi. Hacı Ali Bey; "O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin." dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:38:51
FETİH VAKTİDİR

Çarşamba, 28 Eylül 2005
Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Seferine katılan Şemseddin Sivasi hazretleri nin talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu. Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar.Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu.Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi.Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir ordu idi. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü MehmedHan, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazasker ler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafın dan zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredil diği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun."Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenin ce, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:39:06
HAMDOLSUN İSLAM ASKERİ MUZAFFER OLMUŞTUR

Perşembe, 29 Eylül 2005
Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde bulunduktan sonra, 1737 senesinde Nemçe (Avusturya) seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i âzamı idi.Yeğen Mehmed Paşa, İstanbul'dan hareket etmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının evini Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn Tokâdî de kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada Yeğen Mehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp duâ istedi. Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ etti. Yeğen Mehmed Paşa, sefer devâm ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesini arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtine hareket edeceği sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyâde üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca duâ etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazifesinden istifâ edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşayı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; "Bizi eve dâvet edip getirmeni sana kim tavsiye etti?" dedi. O da; "İşlerin çokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârüsseâde ağası (İstanbul vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı." dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendinin duâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleri uyumayıp zafer için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâm etti. Bu sebeple tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki: "Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin ettim. İlâcı kullandı. Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendinin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce bana; "Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaç güne kadar fütûhât haberi gelir!" dedi. Sonra dostlara ziyâfet ve sadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusu tarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeri İstanbul'a geldi. Herkes birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendinin ziyâretine geldi, ağlayarak mübârek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendinin âdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakir lere vermek üzere adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de onların bu adağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri ve meşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarının daha çabuk ve kolay olacağını söyledi. "Haftada iki gün tebdîl-i kıyâfetle (kıyâfet değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur. Yedikule civârından başla. Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal. Kim çıkarsa saymadan eline ne gelirse ver. Ve böyle kapı çalarak devâm et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın. Şimdi biz versek, hâlimizce vermemiz îcâb eder. Geç verilir. Çok versek halk alışır. Hep umarlar. Böyle hareket bize yakışmaz" buyurarak, keseleri zorla yine Paşaya verdi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri birkaç gün sonra kendi evine döndü."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:39:21
SULTAN AHMED VE MEHMED EMİN TOKADİ

Cuma, 30 Eylül 2005
Hattat Mehmed Râsim Efendi anlatır; "Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtın dan sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem'e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem'den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyor du. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazret leri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:39:39
TAYİNİM DERHAL YAPILDI

Cumartesi, 01 Ekim 2005
Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatmıştır: "Sultan Bâyezîd Hân Câmi-i şerîfi avlusunda, oyma ustalarından Kefelizâde İbrâhim Halebî adında bir zâtın dükkanında, ilim-irfân sâhibi, kıymetli zâtlar toplanıp sohbet ederlerdi. Arasıra Mehmed Emîn Efendi de öğle namazından sonra o dükkanı teşrif eder, dostları ile çok kıymetli sohbeti olurdu. Bir gün yine böyle hoş bir sohbet sırasında medhedilen iyi vasıflı bir kâdı (hâkim) o dükkana geldi. Kâdıasker, bu kâdıya, bir meseleden dolayı dargın olduğu için, bir makâma tâyin edilmesi gerektiği hâlde ona; "Ben kâdıasker olduğum müddetçe, sana kadılık vazifesi vermem!" diyerek yemin ettiğini ağlayarak anlattı. Dükkanda bulunanlar bu hâdiseye çok üzüldü. Mehmed Emîn Efendi, yarım saat kadar başını eğip, gözleri kapalı bir vaziyette murâkabeye daldı. Sonra hakîkati gören gözlerini açıp, yardım talebi için gelen kâdıya verilmek üzere, dükkan sâhibi olan oyma ustası Kefelizâde İbrâhim Halebî'ye bir duâ târif edip yazmasını söyledi. O da yazdı. Bunu alıp mağdur kâdıya verdi. Üzerinde taşımasını söyledi. Sonra; "Doğruca kâdıasker efendiye git!" buyurup, kâdıyı gönderdi. İki-üç saat sonra kadı, sevinçle o dükkana tekrar geldi. Mehmed Emîn Efendiye büyük bir hürmetle memnûniyetle durumunu arzetti. Kendisine ne yaptığı sorulunca; "Kâdı askerin makâmına girdim. Beni görünce birdenbire değişiverdi. Feryâd ederek; "Kâtibi çağırın." dedi. Kâtip gelince; "Aman bir bak! Bu kâdı efendinin tâyin edilmesi için münâsib bir yer var mı?" dedi. Kâtip, kayıtları kontrol ettikten sonra; "Bir yer var ama şimdilik dolu." dedi. Kâdıasker, kâtibe; "Olsun, hemen tâyin edelim, benim şu anda çektiğim sıkıntıyı ve tutul duğum ağırlığı bilmezsin!" dedi. Böylece tâyinim derhal yapıldı." diye anlattı. Mehmed Emîn Efendi yazdırıp verdiği duâyı o kâdıdan geri alıp, Kefelizâde İbrâhim Halebî'ye vererek silme sini söyledi. O da alıp sildi. Kefelizâde İbrâhim Halebî şöyle demiştir: "Ben bu hâdiseden sonra Mehmed Emîn Efendinin târif ettiği duâyı tekrar yazmak için belki bin defâ denedim. Bir türlü yazamadım. Sonunda o hâdisenin Mehmed Emîn Efendinin kerâmetlerinden olduğunu anladım.Yine o anlatır; "Mehmed Emîn Efendinin her ay on beş kuruşluk geliri vardı. Bunu alıp her ay huzûruna getirirdim. Koynunda bezden bir kese vardı. Keseyi çıkarmadan ağzını açar, ben de parayı içine kordum. Bundan başka o keseye hiç para konmadığı hâlde her ay o keseden iki-üç yüz kuruştan fazla para sarfeder, fakirlere saymadan sadaka dağıtırdı. Ben buna defâlarca şâhid olmuştum. Hattâ bir gün kese eskidi değiştirelim buyurup, keseyi çıkarıp bana verdi. İçinde yedi-sekiz kuruş kadar para vardı. Bunları yeni bir keseye koyup verdim. Eski kesenin içine de beş kuruş koyup bana verdi. Ay başına on beş-yirmi gün vardı. O ayda koynun daki keseden yüz elli kuruş para sarfolundu. Ben buna hayret ederdim. Arkadaşlarımızdan da çoğu bunu bildikleri hâlde, aslâ kendisine soramazdık ve ifşâ etmezdik..."Mehmed Emîn Efendi, hâl ve şânlarını halktan son derece gizler, talebelerini de bu tarzda yetiştirirdi. Ömrünün sonlarında arkadaşları merhum Tatar Ahmed Efendi, 1743 senesinde vefât edince, fetvâ makâmında bulunan eski şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi, Tatar Ahmed Efendiden boşalan dergâha, Mehmed Emîn Efendiyi tâyin ettirdiler. Berât-ı şerîfi de, kendi mektupçuları Hamzazâde Abdullah Efendi ile gönderdiler. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, büyük bir kırgınlık ile doğru şeyhülislâm efendinin huzûruna gidip; "Sultânım, mâlûmunuz ben meşîhat erbâbından değilim. İnâyet buyurun, şeyhlere âit alâmetlerden ne nişânım varsa, müstehak olmadığım hâlde tevcih etmişlerdir. Boşalan bir medrese varsa beni oraya müderris tâyin etmeyi ihsân buyurunuz." gibi özür beyân ederek, o dergâha gitmek istemedi ise de, şeyhülislâm; "Emîn Efendi kardeşim, biz sizi biliriz ve pîrdaşımızsınız. Ömürlerimiz sonuna yaklaştı, hâlinizi gizliyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz, gizlenme konağını geçeli otuz yıl oldu. Fayda yoktur, tevcih (tâyin) pâdişâhındır. Kabûl etmemiz lâzım. Kabûl etmemek, ülu'l-emre itâat etmemek demek olur." deyince; "Efendim; evimde oturmak şartıyla kabûl ederim. Böylece müsâade buyurulur ise emir sizindir." diye berâtı kabûl etti. Sonra ağlayarak şeyhülislâmla vedâlaştı. Gerçekten tekkeye taşınmayıp evlerinde kaldılar.Mehmed Emîn Efendi, Resûlullah efendimizin mihmândârı Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedâr olarak vazife almıştı. Fakat ziyâretçilerin hallerini beğenmeyip, birkaç ay sonra bu vazifeden ayrıldı.Bir defâ Kâbe'de Rükn-i Yemânî'de yaslanmışken, bir kerre Mısır'da ve bir kerre de İstanbul'da FâtihCâmii civârında Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştür. Yüzüğünde "Emîn-i sırr-ı Hak ârif Muhammed" yazılıydı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:39:55
MAHMUD HAN ZAFERE ULAŞTI

Pazar, 02 Ekim 2005
Sultan Birinci Mahmûd Hanın İran üzerine ordu gönderdiği sırada, Mehmed Emin Tokâdî hazretleri bir sabah vakti talebelerinden İshakzâde Yahyâ Efendinin evine gitti. Mübârek gözleri âdetâ kan çanağına dönmüştü. "Benim için bir oda ayırınız!" dedi. Sonra kendisi için ayrılan odaya girip, orada tefekküre, murâkabeye başladı. O gün ikindi namazı vaktinde abdest ve namaz için dışarı çıktı. Talebesi; "Bir mikdâr yemek yeseniz münâsib olurdu efendim." deyince; "Yok Yahyâ Efendi. Ben senden yemek isteyecek vakti bilirim." buyurup, tekrar odasına girdi. Ertesi gün ikindi vaktine doğru neşeli bir halde dışarı çıkıp; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ duâlarımı kabûl buyurdu. Şu anda Mahmûd Han zafere ulaştı. Sultan Mahmûd'dan çok ikrâm gördüm. Şimdi de ona duâ ederek zafere ulaşmasına vesîle olduk. Böylece hakkını ödedik. Bu günü bu saati bir yere yazınız." buyurdu.Daha sonra Sultan Mahmûd'un zafere ulaştığı haberi geldi. Tam Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin zafere ulaştığını müjdelediği gün ve saate rastlıyordu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:40:14
ŞEHİD SULTAN GENÇ OSMAN

Pazartesi, 03 Ekim 2005
26 Şubat 1618 günü babasının yerine tahta geçen amcası birinci Mustafa’nın rahat sızlığı yüzünden tahtı bırakmaya mecbur olması üzerine Osmanlı sultânı oldu.İkinci Osman’ın tahta çıkışının ilk aylarında İran ile barış antlaşması imzâlanarak harbe son verildi. 1620 yazında Halil Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması İyonya Denizini kuzeye doğru geçerek Otranto Boğazında Adriyatik’e geldi. Dıraz üssünde iki İtalya gemisini ele geçirdi. Daha sonra batıdan doğuya doğru Adriyatik Denizine geçerek Manfredonia Körfezine girdi ve İtalya’ya asker çıkardı. Kısa sürede Manfredonia liman ve şehrini fethetti. Halil Paşa bu zaferini Pâdişâha ve husûsî bir mektupla da şeyhi Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâi hazretlerine bildirdi ve çok hayır duâ aldı.Bu sırada Boğdan Voyvodası Gratiani Osmanlıya karşı cephe almıştı. İhâneti üzerine azledilen Gratiani Lehistan’a sığındı ve büyük destek gördü. Bu devletten aldığı 50-60 bin kişilik bir kuvvetle Osmanlı topraklarına saldırdı. Ancak Özi Beylerbeyi İskender Paşa, süratle harekete geçip bu kuvvetleri Turla Nehrini geçerken imhâ etti. Düşman ordusundan 120 top ile arabalar dolusu zahîre ganîmet olarak alındı. Bu sırada Boğdan Voyvodası Gratiani Osmanlıya karşı cephe almıştı. İhâneti üzerine azledilen Gratiani Lehistan’a sığındı ve büyük destek gördü. Bu devletten aldığı 50-60 bin kişilik bir kuvvetle Osmanlı topraklarına saldırdı. Ancak Özi Beylerbeyi İskender Paşa, süratle harekete geçip bu kuvvetleri Turla Nehrini geçerken imhâ etti. Düşman ordusundan 120 top ile arabalar dolusu zahîre ganîmet olarak alındı.Diğer taraftan Sultan Osman, Lehistan’ı ele geçirip, Baltık Denizine çıkmak, orada bir donanma kurarak, Atlas Okyanusuna geçip Avrupa Hıristiyanlığını, hem Akdeniz hem okyanus donanmalarıyla çember içine almak gâyesiyle 21 Mayıs 1621’de Cumâ namazını kıldıktan sonra sefere çıktı. 1 Eylül 1621’de Hotin önüne varıldı ve kale derhâl kuşatma altına alındı. 35 gün devâm eden muhârebelerde kale birkaç defâ düşmek durumuna geldiyse de yeniçerilerin itâatsizliği ve devlet adamlarının arasındaki geçimsizlikler, kesin netîcenin elde edilmesine mâni oldu. Ancak Nogay tatarlarının beyi Kantemir Mirzâ ile Kırım Hânının oğlu Nûreddîn, Lehistan içlerine kadar akınlarda bulunarak pekçok ganîmetle döndüler. Netîcede kış mevsiminin gelmesi üzerine Lehistan’la barış yapılarak geri dönüldü.Lehistan Seferinde tam muvaffakiyet elde edemeyen Sultan, bunun sebebinin asker lerin gayretsizliği olduğuna inanıyor ve bâzı ıslâhâtlar yapmak istiyordu. Kapıkulu ocakları nı kaldırarak, yerine Anadolu, Sûriye ve Mısır Türklerinden müteşekkil, sâdece askerlikle uğraşan, pâdişâhın emirlerine itâat eden bir ordu kurmak istiyordu. Aynı zamanda saray, harem ve ilmiye teşkilâtlarında da esaslı değişiklikler düşünüyordu. Ancak onun bu ıslâhât fikirlerine kapıkulu ocakları açıkça karşı çıkıyor, ilmiye sınıfı da çok çekimser davranıyordu. Nitekim Osman Hanın hacca gitme arzusunu bahâne eden yeniçerilerle sipâhiler ayaklandı lar. Öncelikle Osman Hanın hacca gitmekten vazgeçmesi isteğiyle başlatılan isyân, daha sonra bâzı devlet adamlarının kellesinin istenmesiyle büyüdü. Netîcede isyan Sultan Osman Hanın hal’i ve Sultan Mustafa’nın ikinci defâ tahta geçirilmesiyle son buldu.İsyan sırasında Sultan Osman’ı ele geçiren câniler, revâ gördükleri ağır ve kötü söz lerle Orta Câmiye götürerek orada hapsettiler. Genç pâdişâhın mâruz kaldığı hakâretin haddi hesâbı yoktu. Yaptıkları ezâ ve cefâ onu boynu bükük ve perişan bir hâle koymuştu. İkinci Osman Han, kendisine eziyet eden ocak ağalarına karşı; “Dün sabah pâdişâh-ı cihân idim, şimdi uryân kaldım; merhamet edip hâlimden ibret alın; dünyâ size dahi kalmaz; hangi pâdişâhın kulları pâdişâhlarına bu ihâneti ettiler.” diyerek yalvardı ise de, bu sözlerin câniler üzerinde hiçbir tesiri olmadı.Orta Câmide Genç Osman’ın muhâfazasına Haseki Sarı Mehmed Ağa tâyin edildi. Yeniçeriler, Sultan İkinci Osman’ın hayâtına dokunulmayarak kafes hayâtı yaşamasını istiyorlardı. Nitekim, çok hâin bir kimse olan yeni Sadrâzam Dâvûd Paşa onu öldürtmek için cebeci başına emir verince, yeniçeri ağaları mâni oldular. Osman Han hayâtına kasd eden Dâvûd Paşaya; “Behey zâlim, ben sana neyledim? İki defâ mûcib-i katl cürmünü affedip öldürmedim, mansıb verdim, bana gadrin nedir?” diye bağırdı.Buna rağmen, Dâvûd Paşa, cumâdan sonra en güvendiği adamları olan cebecibaşı ile kalender uğrusu denen zâbite, Sultan Osman’ı Yedikule’ye götürerek boğmalarını emretti. Eski sultanın Yedikule’ye götürülüşünü seyretmek üzere yollara biriken halk, o târihe kadar görülmemiş kalabalığı teşkil ediyordu.Yedikule’ye gelindiği zaman vakit akşama yaklaşıyordu. Dâvûd Paşanın emriyle oraya kadar gelen binlerce asker dağıldı. Daha sonra Dâvûd Paşa, cebecibaşına ve kalender uğrusuna dönerek; “Yanınıza sekiz cellâd alıp, Osman’ın işini bitirin. Yarına kalmasın.” dedi.Sultan Osman, günlerden beri perişân vaziyette, aç ve uykusuz olduğu hâlde kendisini son nefesine kadar müdâfaa etmeye karar vermişti. On cellâdın ilk hücûmu netîce vermedi. Bire on nisbet olmasına rağmen, cellâtlar, silâhsız pâdişâhla mücâdele edemeyeceklerini anladılar. Kementten başka silâh da kullanmak istemiyorlardı. Çünkü hânedândan olanın kanı akıtılamazdı. Buna rağmen, dışarıdan balta alan cellatlara genç sultan, büyük bir ustalıkla karşı koydu. Fakat arkasından gelen bir cellat, baltası ile omuzuna vurarak fenâ şekilde yaraladı. Bu durumu fırsat bilen cebecibaşı kemendi Osman Hanın boynuna geçirdi ve yere düşürdü. Diğer câniler de üzerine yüklenerek genç pâdişâhı şehit ettiler (20 Mayıs 1622). Şehit Sultanın cenâzesi o gece Topkapı Sarayına götürüldü. Ertesi gün yapılacak cenâze törenine hazırlandı. Öğle namazından sonra kılınan cenâze namazını müteâkip Sultanahmed Camiinde babasının türbesine defnedildi.Genç Osman’ın şehit edilmesi târihimizin en acıklı olaylarındandır. GençOsman’ın öldürülmesi, Anadolu’da bâzı isyânların çıkmasına sebep oldu. Millet, pâdişâhın öldürülmesini hiçbir zaman hazmedemedi ve onun kâtillerini nefretle andı.Sultan İkinci Osman Han güneş yüzlü, heybetli, yüksek himmet sâhibi, bahadır bir pâdişâhtı. Fevkalâde iyi bir binici, silâh ve harp âletlerini kullanmakta pek mâhirdi. Şecâat ve binicilikte akranı pek az olup, şirin çehreli ve güzel tavırlıydı. Gençliğinin en parlak günlerinde tahta çıkıp, tecrübeli, akıllı ve sâdık bir yardımcıya mâlik olmayışı, kendisine bu hâzin sonu hazırlamıştı. Yazmış olduğu şu beyt onun ıslâhat ve düşünceleri ile muhâliflerinin durumunu çok güzel ifâde etmektedir.Niyyetim hidmet idi saltanat ü devletimeÇalışır hâsid ü bedhâh ecel nekbetimeSultan Genç Osman dînî ve fennî ilimlerde âlimdi. Fârisi mahlasıyla yazdığı şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı vardır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:40:30
BÜYÜK DEVLET OLMAK

Salı, 04 Ekim 2005
 Mısır hidivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Fransa ile İngiltere’ye bir oyun oynamıştı. Takvimler 1801 yılını gösterirken, İskenderiye yakınlarında bir yerde, çok çok eski zamanlarda Sezostris tarafından yontturulmuş iki sütun vardı. Bunlardan biri çölün yumuşak kumlarına sere serpe uzanmış yatıyor; diğeri de zaman ile inatlaşır gibi hâlâ dimdik ayakta duruyordu. Her ikisi de yekpâre olan bu sütunlar, Kleopatra tarafından, artık harâbe olan ilk yerlerinden alınıp kendi adına inşâ ettirdiği mâbedde kullanıldığı için halk arasında, “Kleopatra sütunları” olarak biliniyordu. Kavalalı, bir gün yanına Fransız ve İngiliz askerî erkânını almış harâbeleri gezdiriyordu. Sütunların yanına geldiklerinde her iki heyetin kumandanlarına hitâben, “Bu sütunlardan birer tanesini beğeniniz” deyiverdi. O sıralarda Fransa, Mısır’ı yeni boşaltmış, İngiltere de Mısır üzerine planlar yapıp tûl-i emeller besler olmuştu. Bu sebeple her iki komutan da devlet ve millet gayretine kapılıp ayakta duran sütunu beğendiler. Ancak yine de neticeyi Kavalalı tâyin etti ve yerde yatık olan İngiliz’e, dikili duran da Fransız’a düştü. Sonra Kavalalı “büyük devlet” an‘ânesi (geleneği)nin tabiî rahatlığı ve eminliği ile şu târihî sözünü söyledi: “Devlet-i Aliyye’nin hediyesidir. Bir an evvel götüresüz.” Peki bundan sonra ne mi oldu? İngiliz erkân-ı harbiyesi bir komisyon kurup nakliye işini inceletti. Sütunun İngiltere’ye getirilmesi, Fransızlar’a karşı mühim bir gurur vesilesi olacaktı; ama yazık ki bütçede bu nakliyeyi gerçekleştirecek meblağ yoktu. Bunun üzerine bir iâne sandığı kuruldu. Toplanan parayla eski bir Fransız harp gemisi satın alındı. Ne var ki hesaplar yanlış yapılmıştı ve 250 ton ağırlığındaki bu sütun, aslâ İngiltere’ye taşınamadı. Ancak İngiliz ekonomisi bundan büyük zararlar gördü.Fransa, o yıllarda ihtilâlden yeni çıkmıştı ve genç devlet, gücünü göstermek istiyordu. X. Şarl, bahis mevzuu sütunun nakli için Mısır mümessili Şanpolyon’a emir verdi. Paris Meydanı’nı bu sütunla süslemek istiyordu. İngiltere’nin beceriksizliğinden de güç alan Fransızlar, işi ciddî tutarlar. Bir yandan Tulon’da hususi bir gemi inşâ ederken, diğer yandan Mısır’da da sütunun naklini kolaylaştırıcı tedbirler alırlar. ... Gemi ahşaptan yapılacak ve yelkenli olacaktı. Aynen Jül Sezar’ın, Ogüst’ün, Konstantin’in gemileri gibi... Sütun ise dikdörtgen prizma idi. Bu hâliyle bırakınız yüklenmesini; yerinden birkaç metre kımıldatılması bile imkânsız görünüyordu. Bunun için de sütunu bir çemberle kaplamaya başladılar. Aylarca sonra sütun, ahşap bir silindir içine alınarak ambalajlanmış oldu. Artık çöl şartlarında yuvarlanarak taşınabilecek ve Nil üzerinden Akdeniz’e, oradan Okyanus’a ve nihâyet Sen nehrinden Paris’e götürülebilecekti.Öyle de oldu. Ancak Fransızlar nelere katlanmadılar ki!..Tolon’da inşâ edilen gemi 250 bin kilo safra ile yola çıktı. Nil’in münasip bir kıyısına aborda oldu. Sütun yükleme işi, gemiye her bir metre bindirildikçe on ton kadar safra boşaltılarak yapılıyordu. Ne var ki bir mühendislik hatası yapılmıştı ve yükleme bittiğinde gemi dibe oturuverdi. Üstelik boşaltılan safra da Nil’i iyiden iyiye sığlaştırmıştı. Gemiyi kurtarmak tam 7 ay sürdü. Bine yakın kişi 4 yıl boyunca yalnızca bu iş için çalıştırıldı ve devlet bütçesi, müteâkip 7 yılda hep açık verdi. XIX. asrın modernleşmekte olan Fransa’sı, ilk çağların Roma’sı yahut Bizans’ı kadar olamamıştı. Çünkü, hâlen Paris’teki kral sarayının harâbeleri üzerinde dikili duran bu sütun Roma’nın Navona, İstanbul’un da Sultanahmet meydanlarındaki dikilitaşlardan daha alçaktır (22 metre).Kavalalı’nın jestine bakarak, “büyük devlet” olmanın hem zihnî-fikrî, hem de siyâsî planda devletlûlara ve devlete ne nüfuz ve salâhiyetler verdiğini görmek ve gerçek iktidârın ne olduğunu anlamak mümkün. Öyle bir Osmanlı’nın hediyesini bilerek kim reddedebilirdi ki?..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:40:46
BU DEVLETİN AYAKTA KALMASI İÇİN

Çarşamba, 05 Ekim 2005
Sultan II. Mahmud Han zamanında Harput’ta yetişen büyün alimlerden Abdurrahmân-ı Harpûtî, İstanbul'a gitti ise de bir vazîfe verilmemesi üzerine memleketine döndü. Burada tâliblere ders vermekle meşgûl oldu. Bir müddet sonra tekrar memleketini terk ederek İstanbul'a gitti. Bir gün vakit namazını kılmak için girdiği Ayasofya Câmiinin duvarında asılı bir levhaya gözü takıldı. Levhanın altındaki kâğıtta; "Bu levhadaki ibâreyi, her kim doğru olarak hâllederse, mükâfatlandırılacaktır." yazıyordu. Hemen bir kâğıda ibâreyi bütün kâideleri ile çözen Abdurrahmân-ı Harpûtî, kâğıdın altına "Daha başka mânâların da mevcûd olduğu ibâreden anlaşılmakta ise de, kâğıdım olmadığı için bu kadarıyla iktifâ edilmiştir." diye bir şerh koyarak adını ve adresini yazdı ve tahlilnâmelerin içine bıraktı. Ertesi gün kâğıtlar sultânın huzûrunda teker teker tetkik edildi. Bu tetkik esnasında Abdurrahmân Efendinin yaptığı tahlilin diğerlerine göre, daha yüksek bilgilerle donatılmış olduğu anlaşıldı ve Abdurrahmân Efendi irâde-i seniyye ile saraya dâvet edildi. Kendisine mesleğinin gereği kıyâfetler giydirilerek sultânın huzûruna çıkarıldı. İkinci Mahmûd Han; "Siz benim hocamsınız." diyerek yanına oturttu ve büyük iltifâtlarda bulundu. Üsküdar'da bir ev verildi ve evlendirildi.Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde yeniçeri isyân ve zorbalıklarının önü alınamaz bir hâle gelmişti. Tâlim ve eğitim kabûl etmiyorlar, savaşa çıkmayı da reddediyorlardı. Kendilerine harp fenlerinin öğretilmesini isteyen din ve devlet adamlarına karşı harekete geçtiler. Bunun üzerine İkinci Mahmûd Han vezirleri ve ulemâ sınıfını toplantıya çağırdı. Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri de bunlar arasında idi. Yeniçerilerin artan zorbalıklarından bahisle ne yapılması gerektiği soruldu. Mesele son derece nâ***. Yeniçeriler tekrar isyân ederek devlet ileri gelenlerinin kellelerini istemeye başlamışlardı. Tamâmen bid'at yuvaları hâline gelen bektâşî tekkeleri de kendilerini tahrik ediyordu. Sonuçta ulemâ birlik içerisinde bunların öldürülmeleri câizdir diye fetvâ verdi. Savaşın başlangıcı olmak üzere sancak-ı şerîfin çıkarılması kararlaştırıldı. Fakat sancağı şerîfin açılması çok önemli bir olaydı. Bu işin dönüşü yoktu. Yeniçeriler ile yapılacak mücâdelenin sonu ise kestirilemiyordu. Bu sebepten karar alınmasına rağmen herkeste bir tereddüd vardı. İşte bu devlet adamlarının çekingen ve kararsız hâlleri sırasında Abdurrahmân Harpûtî hazretleri söz aldı."Bu din ve devletin ayakta kalması Allahü teâlânın istediği şeyse yeniçerileri vururuz, yok ederiz. Değilse biz de bu din ile berâber batıp gideriz, daha ne ihtimâl kaldı?" diyerek kalplerdeki şüpheleri giderdi. Herkes tek bilek tek yürek oldu. Nitekim bu inanç ve îmânla harekete geçerek yeniçeri ocağını ortadan kaldırdılar ve bozulmuş bektaşî yuvalarını kapattılar.Kürd Hoca ünvânı ile de meşhûr olan Abdurrahmân-ı Harpûtî hazretleri sonra Şam'a giderek Emevîyye Câmii İmâmı Saîd Efendinin derslerinde bulundu. Ayrıca Nakşibendiyye yolunu Muhammed Sâdık Erzincânî'den öğrenerek icâzet, diploma aldı.Abdurrahmân Efendi 1851 (H.1267) senesinde Üsküdar'daki evinde vefât etti. Karacaahmet mezarlığındaki türbesine defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:41:01
HEDİYE BASTON

Perşembe, 06 Ekim 2005
1897 Osmanlı-Yunan harbi zaferle neticelenmişti. Sultan II. Abdülhamid büyük sevinç içndeydi. Harpte yaralananların hepsini İstanbul’a getirtmiş, bunları Gümüşsuyu hastanesi ile yeni yaptırdığı Şişli Etfal hastanesine yerleştirmişti. Hergün hastanelere adam gönderiyor, yaralıların vaziyetini öğreniyordu. Sultan Abdülhamid’in marangozluğa merakı vardı. Yıldız Sarayında bir marangoz atelyesi vardı ve devlet işlerinden yorulduğu zaman dinlenmek için buraya gelir, her biri sanat şaheseri kabul edilen ahşap eşyalar yapardı. Bir sabah yine atelyeye inmişti. Kapıdan girer girmez marangoz Mehmed Usta ile karşılaştı. Hemen ustaya:-Haydi bakalım Mehmed Usta! 150 tane baston ağacı kes...-Ferman efendimizin. Lakin bu kadar baston ağacı ne olacak?-Araştırdım, gazilerimizden 150 kadarının ayaklarından yaralandıklarını öğrendim. Bunlar iyi olsalar da yürümek için bastona muhtaç kalacaklar. Bunlara birer baston yapacağım ve hastaneden çıkıp memleketlerine giderken kendilerine hediye  edeceğim.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:41:19
ASIL KAHRAMAN BUNLARDIR

Cuma, 07 Ekim 2005
Gazi Osman Paşa ordusunun taarruzla yenilmez bir kuvvet olduğuna kanaat getiren Ruslar, bu defa bu orduyu dört taraftan kuşatarak, açlık ve cephane darlığı ile teslim almaya karar verdiler. Plevne’deki ordunun Süleyman Paşa ve Mehmed Ali Paşa ordularıyla irtibatını kesmek suretiyle yenilebileceğine inandılar. Ruslar, bütün dünyaya karşı şeref ve namuslarını ancak, Osman Paşa’yı esir almakla kurtarabileceklerdi. Plevne önlerinde kanlı çarpışmalardan sonra Hafız Ahmed Paşa ile 53 zabit ve 2235 askerimiz Ruslara esir düştü. 2000 askerimiz de şehid olmuştu. Rusların zayiatı da 118 zabit ve 3203 askerdi. Rus generali Gorko, esir alınan Hafız Ahmed Paşa’yı yanına getirterek, ona elini uzattı ve:-Ben sizi bir kahraman olarak tanırım, dedi. Hafız Ahmed Paşa da cevap olarak, yerde kanlar içinde yatan şehidleri göstererek, yavaş ve titrek sesle:-Asıl kahraman bunlardır, dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:41:33
GAZİ OSMAN PAŞA VE ROMANYA PRENSİ 

Cumartesi, 08 Ekim 2005
Gazi Osman Paşa esir edildikten sonra bir araba ile Bogot karargahına götürülüyordu. Yolda Romanya Prensi Karol kendisine yanaşarak, bu kahramanı tebrik etmek istedi. Fakat Osman Paşa, Karol’e sert sert baktı. Prens elini uzatarak; “Tebrik ederim” dedi. Fakat Paşa şiddetle reddetti. Çünkü Romanya asırlarca Osmanlı hakimiyetinde kalmış bir devletti. İşmdi tabi olduğu devlete isyan edip, ona karşı silah kullanmıştı. Bu sebeple elini vermedi. Sert bakışlı gözlerini Karol’e diktiği zaman, neye uğradığını bilemedi ve elini bir kabahatli gibi geri çekti. O anda Rus başkumandanı Grandük Nikola, Gazi Osman Paşa’nın yüzünü görmek için arabanın yanına yaklaştı. İki kumandan, iki saniye kadar birbirlerinin yüzüne bakıştılar. Nikola, Osman Paşa’nın elini sıkı sıkı tuttuktan sonra:-Plevne’yi müdafaa hususunda gösterdiğiniz iktidardan dolayı sizi tebrik ederim. Bu müdafaa, tarihin en parlak vak’alarındandır, dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:41:47
NE DEDİLER

Pazar, 09 Ekim 2005
Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşı bitirmek ve anlaşma sağlamak üzere Avrupa devletleri elçileri İstanbul’a gelmişlerdi. 23 Aralık 1876 tarihinde düzenlenen konferansa, Osmanlı hariciyesinden Saffet Paşa başkanlık ediyordu.Bir anda yüzlerce top gümbürdemeye başladı. Yabancı elçiler bunun ne olduğunu daha sormadan Saffet Paşa ayağa kalkarak:-Atılan bu toplar, Osmanlı Devletinde meşruti bir idarenin ve anayasanın kurulduğunu müjdeliyor, dedi. Yabancı elçiler, hiçbir şey olmamış gibi ilgi göstermediler.Bâbıâlî’de, Meşrutiyetin öncüsü olan Midhat Paşa, Safet Paşa’yı heyecanla bekliyor, yabancı elçilerin, ilan edilen meşrutiyet için ne düşündüklerini sormak istiyordu. Midhat Paşa biraz sonra Bâbıâlî’ye gelen Saffet Paşa’ya:-Ne dediler, ne dediler? Deyince, Saffet Paşa:-Ne diyecekler, çcuk oyuncağı dediler, cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:42:06
SENİN GİBİ BİR KUMANDANIN KILICI ALINMAZ

Pazartesi, 10 Ekim 2005
Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa, kaleyi büyük kuvvetlerle aylarca kuşatan Rus ordu suna yaralı olarak esir düşmüştü. Topallaya topallaya merdivenlerden çıkarken Rus Çarı II. Alexandr ve bazı generaller onu odada bekliyorlardı. Osman Paşa Rus Çarının huzuruna getiril di. Çar ve Osman Paşa birbirleirne bakıştılar. Osman Paşa’nın bıraktığı tesir pek kuvvetliydi. Herkes büyük bir adamın huzurunda bulunduğundan heyecan içindeydiler. Alexandr tercüman vasıtasıyle:-Kumandan! Plevne’den nereye gidiyordunuz? Bilmiyor musunuz ki, Rus askeri sizi muhasara etmişti, dedi.  Osman Paşa:-Biliyorum. Fakat tutabildiğim mahalle gitmek üzere askerinizi yarıp çıkacaktım.-Niçin silahlarınızı teslim etmediniz?-Devletim bana, düşmanı gördüğün zaman silahını terket demedi. Buraya beni kavga için gönderdi. Çok kere düşman çokluk olduğu halde yine harp kazanılır. Nitekim bizim sizinle olan muharebelerimiz gibi.Bu askerce sözler Rus Çarı’nın hoşuna gitti:-Bravo!.. siz Osmanlı ordusuna şeref bahşettiniz. Hakikaten cesur bir adamsınız. Bizim yanımızda bulunduğunuz müddetçe üniformanızı, kılıcınızı ve nişanlarınızı taşımak hakkına sahipsiniz. Sizin gibi bir kumandanın kılıcı alınmaz. Burada ve Rusya’da kılıcınızı taşıyınız. Rusya’da bir Mareşal gibi kabul olnacaksınız!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:42:20
BİZİM SİLAH FABRİKAMIZ YOK

Salı, 11 Ekim 2005
İstanbul’daki Ermeni patırtısından sonra Sultan II. Abdülhamid’i ziyarete gelen Avrupa devletlerinin elçileri, azametli tavırlarla Sultanı adeta sorguya çekmeye kalkışmışlardı. Elçiler le görüşmek için yemekten kalkan II. Abdülhamid Han, Ermeni meselesinin konuşulmak isten diğini görünce elçileri sarayın salonlarından birine götürdü. Burada yığınlarla duran, hepsi Ermeni komitacılarından toplanmış silah ve cephaneyi gösterdi ve tercümana talimat verdi:-Bu efendilere söyleyiniz ki, Rusya tebeası Ermeniler, tebea-yı şahanem olan Müslüman lara bu silahlarla tecavüz etmişlerdir. Bunların fabrikası memalik-i şahanemizde yoktur.Sonra sefirleri ikinci bir odaya götüren padişah, burada istif edilmiş bir yığın sopayı gösterdi ve:-Kendilerine şunu da anlatınız ki, tebeam da bu sopalarla kendilerini müdafaa etmişlerdir. Bu değnekler bizim ormanlarımızdan tedarik edilmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:42:35
EMREDİYORUM PAŞA! 

Çarşamba, 12 Ekim 2005

Sultan II. Abdülhamid devri ileri gelenlerinden Ferik(Orgeneral) Hasan Paşa ile oğlu Müşir(Mareşal) Deli Fuad Paşa bir merasime gideceklerdi. Arabanın yanına kadar beraber geldikten sonra, rütbesine göre önce arabaya Müşirin binmesi gerekiyordu. Fakat Müşir, Ferikin oğlu olduğundan, babasına:

-Buyurun, dedi. Babası:

-Hayır, siz Müşirsiniz. Önce sizin binmeniz icabeder, deyince Fuad Paşa,

-Öyleyse Paşa hazretleri emrediyorum, arabaya bininiz, der. Öylece hem askeri adab, hem de ahlaki edeb yerine gelmiş oldu. Hadiseyi işiten Sultan Abdülhamid, ertesi gün Hasan Paşa’yı da Müşir rütbesine yükseltti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:42:48
BİN YIL YAŞASAK YİNE CİHAN BU

Perşembe, 13 Ekim 2005
Sultan Mehmed Reşad’a mesanesinden bir ameliyat yapılacaktı. Güçlükle yürüyerek ameliyat masasının önüne gelince ellerini açarak ve kıbleye teveccüh ederek, dokunaklı bir duada bulundu:-Ya Rabbi! Milletimin ve memleketimin bütün mukadderatını hayırlara tahvil et! Eğer memleketim ve milletim için muzır olacaksam bu ameliyat masasından beni kaldırma!.. dedi. Etrafında bulunanlarla helalleştikten sonra ameliyat için cesaret ve metanetle yattı.Ameliyat başarıyla geçtikten sonra, kendisini tebrike gelenlerin; “Mâşaallah! Büsbütün iyileştiniz. Artık yüz seneden fazla muammer olursunuz!” gibi sözlere Sultan Reşad:-Ne kadar yaşayacağımızı biz bilemeyiz. Ancak Cenâb-ı Hak bilir. Mukadder ne ise ömrümüz o kadar olur. Yalnız diyebiliriz ki:Bin yıl yaşasak yine cihan bu ,Gerdiş bu, zemin bu, asuman bu!..
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:43:01
DÜŞMAN ASFALT YOLLARDAN MI GELDİ

Cuma, 14 Ekim 2005
I. Balkan Harbi sırasında Osmanlı ordusu, İttihatçıların orduya siyaseti sokmaları ve subayları fırkalara ayırmaları neticesinde yenilerek devamlı geri çekiliyordu. Nihayet Edirne düşman eline geçince Osmanlı birlikleri Çatalca önlerinde savunmaya geçtiler. Yunanlılar deniz yoluna, Bulgarlar demir yoluna hakim olmuşlar, Osmanlı birliklerinin anavatanla ilişkisi kesilmişti. Oldukça zor durumda kalınmıştı. İşte bu kötü haberler Sultan Reşad’a geldikçe üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor, İstanbul’un tehlikeye girmemesi için çareler arıyordu. Nihayet etrafındakilere fikrini açıkladı:-Ben Sancak-ı Şerifi elime alıp bizzat cepheye gidiyorum. Asker, padişahlarını başlarında görünce büyük bir şevkle düşmana saldırır ve ilerlemelerini durdurur.Harbiye Nazırı Nazım Paşa bunu haber alınca hemen padişaha gelerek:-Bu kış mevsiminde cepheye gidip de ne yapacaksınız padişahım? Çamur deryasından çıkılmaz. Hayvanların ayağı, arabaların tekerlekleri hep çamura gömülür, deyince Sultan Reşad:-Paşam! Düşman buraya kadar hep asfalt yollardan mı geldi? Cevabını verdi. Fakat neticede padişahın çok yaşlı olmasından dolayı devlet ileri gelenleri onun cepheye gitmesini doğru bulmadı ve İstanbul’da kaldı. Daha sonra toparlanan Osmanlı ordusu, tekrar hücuma geçerek Edirne’yi geri aldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:43:13
BENİM MİLLETİMİN OCAĞI YANIYOR

Cumartesi, 15 Ekim 2005
Bir Ramazan gecesi herkes uykuda iken Yıldız Sarayı yanmaya başladı. O tarihlerde İstanbul’u işgal etmiş bulunan İngiliz donanması itfaiyesi sevk edilerek yangın söndürülmeye çalışlıyordu. Devlet ileri gelenlerinden ve belediye zabıta ve itfaiyesinden hiç kimse geleme mişti. Çünkü saray tamamen İngiliz ablukası altındaydı. Sadece Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa buraya ulaşmayı başardı. Padişahın Cihannüma köşkünde olduğunu öğrendi ve hemen oraya koştu. Zat-ı Şahane, sırtında gecelik entarisi ve üzerinde pardesüsü olduğu halde köşkün önünde ayakta duruyordu. Telaşlı değildi. Köşkün bekçibaşısı hüngür hüngür ağlıyordu. Hünkar:-Benim milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum... kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var, dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:43:29
DİN VE DEVLET UĞRUNDA ÖLMEYE GELDİ

Pazar, 16 Ekim 2005
1853 senesinde Rus ordusu, Tuna kıyısındaki Silistre kalesini kuşatmıştı. Buraya yardım için memleketin her tarafından akın akın gönüllü geliyordu. Bunlar arasında Aydın’ın tanınmış efelerinden 100 kişi ile Isparta eşrafından birçokları vardı. Gelenlerden en çok dikkat çeken biri de 7 yaşında, mükemmel silahlanmış bir çocuktu. Kale kumandanı bu çocuğa hayretle bakarak:-Bu kimdir? Diye sordu. Babası selam vererek öne çıktı ve:-Oğlumdur efendim. Moskofa karşı harp açıldığını duyunca bir türlü yanımdan ayrılmadı. Din ve devlet uğrunda ölmeye geldi.Bu sahne bütün askerlerin gözlerini yaşarttı. Kumandan çocuğu okşadı. Harp başladıktan sonra bu Anadolu çocuğu babasının yanından ayrılmadı ve onunla beraber savaştı. Hatta bir hücumda babası esir düşerken onu kurtarmağa muvafak oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:43:42
PADİŞAH MEMLEKETE HAİNLİK ETMEZ

Pazartesi, 17 Ekim 2005
Sultan Abdülhamid Han’ın son senesinde İttihad ve Terakki Partisi iktidarı ele geçirince, halkı padişah aleyhine çevirmek ve kendi partilerine üye yapmak için çalışmalara başladılar. Bunlardan Dr. Nazım, Aydın’a giderek, tütün tüccarı sıfatıyla beldenin ileri gelenleriyle görüşü yordu. Bu arada meşhur efelerden Çakıcı Mehmed Efe’nin yanına da gitti. Sohbet esnasında Efe’ye:“Sultan Abdülhamid devlete hainlik ediyor. Bilhassa ortalığı hafiyelerle doldurdu. Bunla rın hemen dağıtılması lazım” demesi üzerine Efe, Nazım Bey’e dönerek:“Padişah memlekete hainlik etmez. Hafiye işine gelince, ben bir eşkıyayım. Dağda geze bilmem için jandarmaalrın hareketlerinden haberdar olmam lazım. Bu köylerde benim yirmi den fazla hafiyem var. Eğer onlar olmasa ve bana zamanında haber iletmeseler, bir gün bile bu dağlarda dolaşamam. Benim gibi bir eşkıyanın hafiyeye ihtiyacı oluyor da bu devletin padişahının niçin olmasın. Onun da hafiyeleri olmasa, bir gün bile bu devlet ayakta kalamaz. Bana böyle münasebetsiz laflar etmeyin ve derhal burayı terkedin” diyerek Nazım Bey’i kovdu
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:43:56
ASİL RUH

Salı, 18 Ekim 2005
1854 senesi kış aylarında Silistre kalesini muhasara eden Ruslar, bir avuç Osmanlı askeri karşısında zor durumlara düşmüşlerdi. Ağır kış şartlarında erzakları tükenmiş, çoğu açlık ve soğuktan kırılıyordu. Zabitlerine:-Açız!... ekmek, ekmek... diye bağırdıklarında, zabitler:-İşte kale... zaptedin, orada karnınızı doyurun... diye cevap veriyorlardı. Nihayet aç kalan Rus askerleri Osmanlı siperlerine yanaşarak:-Ekmek... diye cılız ve sararmış ellerini uzatıyorlardı. Osmanlı askeri de asil ruhlar??nı isbat etmek için süngülerinin ucuna ekmek takıp Rus siperlerine uzatıyorlar ve kanlarına susamış olan Rusların aç karınlarını doyuruyorlardı.Bu iyiliklerine Rusların verdiği cevap ise şu oldu: şehri zaptedemiyeceklerini anlayınca yağlı paçavraları ateşe verip, şehre fırlatarak yangınlar çıkardılar. Bu yangınlar bir felaket halini aldı. Tam bu sırada gelen bir derviş:-Ey Müslümanlar korkmayın!... Moskof Kadir gecesi kaçacak, Müslümanlar muzaffer olacaktır, diyerek askerin maneviyatını arttırdı.Hakikaten ertesi gün Kadir gecesiydi ve Ruslar bütün ağırlıklarını alarak, Silistre muhasarasını bir müddet için bırakıp, mağlup bir vaziyette gittiler. Silistre müdafileri de kale burçlarından ezanlar okuyarak zafer şenlikleri yaptılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:44:10
PATRONA HALİL VE SULTAN AHMED

Çarşamba, 19 Ekim 2005
18. Yüzyılda, Osmanlının teknolojide Batı’dan geri kaldığını görerek, dinin emrini yerine getirmek için Batı’daki gelişmeleri memleketlerine getirmek istediler. Buna ilk öncülük yapan, Sultan Üçüncü Ahmed Han idi. Padişahın, Lâle Devrindeki idârî, sosyal ıslâhat ve mîmârî yenilik lere orduyu da ilâve etmesi, ilimden irfandan uzaklaşmış, her türlü rezaletin hakim olduğu Yeniçerileri telaşlandırdı. Yeni tarzda teşkil edilecek nizâmi ordu için Fransa’dan mütehassıslar getirtilerek Üsküdar’da bir kışla kurdurulması, bozulmaya yüz tutmuş Yeniçeri leri ve yenilik leri yanlış anlayanları ve Osmanlı Hânedânı düşmanlarını harekete geçirdi. Yönlendirmeye, kışkırtıcılığa müsait olan Patrona Halil ve avânesi, teşvikler üzerine 1730 yılı başından îtibâren isyân hazırlıklarına başladı. Sonbaharda, devlet adamlarının merkezde bulunmadıkları, Bâbıâlî’nin tâtil olduğu bir günü beklediler. Sultan Üçüncü Ahmed Hanın İran Seferine Hareket etmek üzere Üsküdar’da, devlet adamlarının da tâtil dolayısıyla yerlerinde bulunmaması isyancıların işini kolaylaştırdı. İsyana, Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, 300 kadar kuvvetle karşı koymak istediyse de, kardeş kanı dökülmemesi için geri çekildi. Yeniçeri Ağasının geri çekilişi âsîlere güç verdi. İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa, isyânı haber alır almaz, hadiselerden pâdişâhı haberdâr etti. Sultan Ahmed Han ve devlet adamları İstanbul’a geldiler. Lâle Devrinin barış, sükûn ve huzûruna alışan devlet adamlarının uzun görüşmeleri ve kardeş kanı dökülmesini istememeleri, isyâncıları daha da cesaretlendirdi. Âsîler 30 Eylül’de liste yapıp, 41 kişinin kendilerine teslimini istediler. Listede; Sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, Kaptan-ı deryâ ve İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdâ sı Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm Abdullah Efendiyle otuz yedi kişinin daha isimleri vardı. Sultan Ahmed Han, âsîlerin istediği şahısları vazifeden alıp, İstanbul’dan uzaklaştırarak, hâdiselerin önüne geçmek istedi. Vezirliğe Silâhtar Mehmed Paşa tâyin edildi. Dâmâd İbrâhim Paşa, âsîlerin eline geçince, Kaymakam Mustafa ve Mehmed paşalarla berâber hunharca öldürüldüler. Sonra da padişaha yöneldiler. Sultan Ahmed Han tahtını; katliamların önüne geçmek için yeğeni Şehzade Mahmûd’a bıraktı. Birinci Mahmûd Han, 15 Kasım 1730 târihinde Patrona Halil ve avânesini imhâ ettirip, İstanbul’da âsâyişi yeniden sağladı. Devlet kademelerine tâyinlerde bulunup, isyâncılardan eser bırakmayarak, devletin otoritesini tesis etti. Fakat, devlet bu isyandan büyük zarar gördü. Moraller bozuldu, idareciler ciddi bir şekilde yeniliklere yönelmek ten korktular.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:44:25
SULTAN III. SELİM VE KABAKÇI MUSTAFA

Perşembe, 20 Ekim 2005
On sekizinci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti içte ve dışta çeşitli düşmanlarla mücâdele ediyordu. 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da meydana gelen olaylar Osmanlı ülkesini etkilemedi. Hattâ Sultan Üçüncü Selim Han “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idârî, ticârî, içtimâî ve siyâsî bir dizi ıslâhât teşebbüslerine girişerek devlete yeni bir hayâtiyet ve canlılık getirdi. Bu durum Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmedi. Çünkü bunlar, Osmanlı Devletinin toparlanmasını istemiyorlardı. Bunun için Selim Hanın kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen Yeniçeriler ile menfaatperestleri ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hâinleri harekete geçirdiler. Akka mağlubiyetini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşvik ve Selânikli dönme Sadâret Kaymakamı Köse Mûsâ’nın tahrikleriyle âsîler ayaklanmaya hazır hâle geldiler, Haseki Halil Ağa’nın parçalanarak öldürülmesiyle isyân başlatıldı. Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. Kabakçı Mustafa yıllarca Balkanlarda dolaşmış, Rusya’da ihtilal eğitimi almış profesyonel bir ihtilalciydi. Böylece Türk tarihinde profesyonel ihtilaller devri başlıyordu. Sultan Üçüncü Selim Han, Müslüman kanı dökülmesini istemedi. “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Mûsâ âsileri teskin edeceğini ifâde ederek Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı. Kararın hemen ardından Köse Mûsâ harekete geçti. Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsîler, Yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftârı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra Pâdişâhı da istemiyoruz diye bağıran âsîler, 29 Mayıs 1807’de Sultan Üçüncü Selim Han’ı tahttan indirip, yerine Sultan Dördüncü Mustafa Han’ı geçirdiler. Bütün ilerlemeler, yenilikler durduruldu. Kabakçı Mustafa Turnacıbaşılık pâyesiyle Boğaz’a tâyin edildi. Hükûmet işlerinde nüfûz sâhibi oldu. Ancak bu çok kısa bir zaman sürdü. Temmuz 1808’de Boğaz’daki evinde öldürüldü. Fakat bu isyanın bedeli ağır oldu devlete. Devlet, koskoca elli sene kaybetti. Teknolojik yarışta, Batıya yetişmek artık hayal oldu.
Buna rağmen yeniliklere devam edildi. Fakat, Batılılar Osmanlı Devletinin ilmi ve teknik alandaki ilerlemelerine mani olabilmek; onları içte ve dışta zayıflatmak için bütün güçleriyle çalışmaya devam ettiler. Osmanlı ülkesine gönderdikleri sefirler, tüccarlar, bilginler ve ajanlar vasıtasıyla azınlıkları tahrik ederek, bölücülük yaparak ve nüfuz edebildikleri devlet adamlarını kullanarak Osmanlıları tarih sahnesinden silmek istediler. Okumak, ilim irfan sahibi olmaları için Avrupa’ya gönderilen Türk gençlerinin beyinlerini yıkayarak, bedeni Türk; fakat düşünüşü, anlayışı ve yaşayışı itibariyle tam bir Avrupalı haline getirdiler. Osmanlı Padişahları ve Osmanlı elitleri, örf ve âdeti muhafaza ederek, Batı’nın sadece teknolojisini almak istiyorlardı. Fakat beyni yıkanmış Batı hayranları teknolojiyi değil, Batı’nın rezaletlik lerini getirdiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:44:41
BENDEN BUNLARI İSTEMEYİNİZ

Cuma, 21 Ekim 2005

Sultan Abdülmecid zamanında, Rus işgaline karşı Lehistan’da, Avusturya baskısına karşı da Macaristan’da ayaklanmalar olmuş, fakat bunlar şiddetle bastırılmıştı. Bu isyanlara karışanlardan, her iki milletten de bazı kişiler Osmanlı Devletine sığınmışlardı. Avusturya ve Rusya, kaçakların kendilerine iadesi için Osmanlı hükûmetini sıkıştırı yordu. Bu istekleri reddedilince mesele büyüdü. Rus sefiri bizzat padişaha başvurarak bu mültecilerin mutlaka kendilerine verilmesini istedi. Fakat Sultan Abdülmecid, bu son isteği şu sözlerle reddetti:
“Benden bunları iade etmemi asla beklemeyiniz. Ben, kendisine sığınmış adamlardan bir tanesini geri vermemek için devletini bile feda eden Yıldırım Bayezid Han’ın torunuyum. Hal böyle iken size bu yüzlerce kahramanı toptan geri verip namusumu kirletir miyim sanıyorsunuz?
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:44:54
BENDENİZ BÎPERVA GEÇERİM

Cumartesi, 22 Ekim 2005

Sultan Abdülaziz Han birgün, zaman zaman Sadrazamlığını yapmış olan Fuad Paşa’ya, o zamanın devlet adamlarından Âlî Paşa ile Rüşdü Paşa’nın kendisinden ne farkları olduğunu sorduğunda:
“Efendimiz, yeni yapılmış bir köprü tasavvur buyurunuz. Üçümüz de köprünün başına gelmiş bulunalım. Bendeniz hemen Besmele çeker ve bîperva köprüyü geçerim. Âlî Paşa Besmele çeker ve köprüyü defa larca muayene ettikten sonra geçer. Rüşdü Paşa kulunuz da, Besmele çeker, sonra bir tabur insanı bu köprüden geçirir, sağlam olduğuna kanaat getirdikten sonra geçer.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:45:08
DEĞİL BİR YABANCI İÇİN..

Pazar, 23 Ekim 2005

Sultan Abdülaziz devri devlet adamlarından İbrahim Edhem Paşa, Fransa’da talebe iken mektep birincisi olmuştu. Bunun için İmparator III. Napolyon tarafından şerefine düzenlenen yemeğe davet edildi.
İmparator, İbrahim Edhem’i birkaç sözle tebrik etti. Edhem de Fransızca olarak gayet güzel bir konuşma yaptı. Fakat bir kelimede hata ettiğini anlayınca:-Ben bir Fransız olmadığımdan, yaptığım kelime hatasından dolayı affımı istirham ederim, dedi. III. Napolyon ayağa kalkarak:-Ben böyle bir hatayı, değil bir yabancı için, bir Fransız için bile affederim, cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:45:26
SAHİCİ TÜRK VE MÜSLÜMAN

Pazartesi, 24 Ekim 2005

Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid zamanlarında Sadrazamlık vazifesinde de bulunmuş olan Ahmed Vefik Paşa, Paris Büyükelçilisiyken, Müslümanları ve Osmanlıları küçük düşüren bir piyesin oynanacağını duyunca, buna diplomasi yoluyla engel olmaya çalışır. Fakat muvaffak olamaz. Oyunun sahneye konduğu gece tiyatro  ya gider. İmparator III. Napolyon da bu gala gecesine davetlidir. Oyun başlamadan İmparatorun locasına gider ve oyunun durdurul ması için tekrar ricada bulunur, fakat ters bir cevapla karşılaşır.
Ahmed Vefik Paşa, oyunu durdurmak için bir şeyler yapmak lüzumunu hisseder. Perde açılır açılmaz, locadan sahneye atlar ve seyircilere:“Ben sahici Osmanlı ve Müslümanım. Düzmelerini bırakın da beni seyredin” diye haykırır. Bu şekilde seyircileri kendine çekerek oyunu oynatmaz.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Haziran 21 2009, 15:45:42
ELÇİ HAZRETLERİ MERAK ETMESİNLER

Salı, 25 Ekim 2005

Kırım harbi arefesinde Rusya, fevkalade elçi olarak Prens Mençikof’u İstanbul’a gönder di. Elçi, protkol icabı Sadrazamdan sonra Hariciye nazırını da ziyaret etmesi icabederken Mençikof, sadrazamı ziyaret ettikten sonra Hariciye nazırı Fuad Paşa’yı görmeden elçilik binası na gitti. Bunun üzerine Hariciye Nazırı Fuad Paşa bunu şahsına hakaret kabul ederek istifasını verdi.
Bulanık suda balık avlamayı pek seven İngiliz elçisi, Fuad Paşa’nın dargın olmasından istifade ederek:-Efendim size olan bu hakaret nedir? Devlet müşkilat içindeyken sizin gibi kıymetli bir şahsın iş başından bir kasd-ı mahsusa ile uzaklaştırılması iyi bir şey olmasa gerek. Sonra bbu devletin hali ne olur? Dedi.Fuad Paşa:-Elçi hazretleri, müşkülata uğrayan devlet, o makama benden daha emin ve daha erbab bulup getirmekte zorluk çekmez. Şu esnada o makama daha ehil birini getirmek lazımdır. Devlet-i Aliyye’de zor işlerin ehli olan zevat eksik değildir. Elçi hazretleri merak buyurmasın lar, benim istifamı kabul edenler, devletin halini bizden daha iyi düşünürler, cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Aralık 01 2009, 15:31:08
YAPMASINI DEĞİL, SATMASINI BİLİRİM       

Çar?amba, 26 Ekim 2005

Sultan Abdülaziz?in Sadrazamlıklarını yapmış olan ünlü devlet adamları Âlî Paşa ile Fuad Paşa iyi arkadaştılar. Fuad Paşa, bir sohbette, bir soru üzerine Âlî Paşa ile aralarındaki farkı şöyle anlatmıştı:

?Âlî Paşa ile ben muhallebiciye benzeriz. O, nefis muhallebi yapar, fakat satmasını bilemez. Ben yapmasını bilmem, lakin satmasını bilirim. O, muhallebi satmak için sokağa çıkıp da korkunç seda ve eda ile ?muhallebi? deyince çocuklar korkup kaçarlar. Ben tablayı başıma koyup çacukların hoşuna gidecek bir ses tonuyla ?küçük beylerim, küçük hanımlarım, güzel muhallebim, kazandibim var? diye mahalle aralarında dolaşmağa başlayınca çocuklar oyuncakçı geçiyormuş gibi hemen etrafıma dizilirler. Kadınlar pencerelerden seslenip, tablanın üstün de ne varsa alırlar."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:25:01
BENDENİZDE İKİ FUAD VARDIR

Perşembe, 27 Ekim 2005

Sultan Abdülaziz Han, Sadrazamlarından, tecrübeli devlet adamı Fuad Paşa ile birçok meseleyi istişare ederdi. Bir defasında, o günlerde İstanbul’da bulunan Mısır Hidivi İsmail Paşa ile hususi bir iş yapmak için görüşecekti. Bu meseleyi Fuad Paşa ile istişare etti. Fuad Paşa bunu mahzurlu buluyordu. Fakat Sultan Abdülaziz’in bu işe fazla istekli olduğunu gördüğün den, “Devletlû Hünkarımız nasıl arzu buyuruyorlarsa öyle olsun” dedi. Fakat aradan birkaç saat geçince Padişah, Fuad Paşa’nın kendisine niçin net bir cevap vermediğini düşündü. O gece bir adamını, Kanlıca’da bulunan yalısına gönderdi ve Fuad Paşa’dan, bu mesele hakkında ki görüşünün ne olduğunu yazılı olarak bildirmesini istedi. Fuad Paşa bir kağıda şu satırları yazarak padişaha gönderdi:
“Efendimiz, bendenizde iki Fuad vardır. Birincisi Padişahımızın tebeasından ‘Vatandaş Fuad’dır. Vazifesi, Padişaha itaattir. Efendimizin her arzusu ve emri başının üstündedir, her fermanını fikir beyan etmeden kabul eder.  İkincisi ise ‘Sadrazam Fuad’dır. Onun vazifesi ise, padişahımızın isteklerine karşı gelmek değil, o işin devlete, millete ve padişahımızın şahsına, faidesi veya zararı nedir diye düşünmek, bilgi ve tecrübesine istinaden o iş hakkında fikirlerini beyan etmek, sonra da verilen vazifeyi bihakkın yerine getirmekdir.Padişah Efendimiz bu meseleyi iki Fuad’dan hangisine sual buyururlarsa o, vazifesi ile mütenasib cevab verecekdir.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:25:16
AĞIRLIĞINCA ALTIN EDERDİ

Cuma, 28 Ekim 2005

1780 senesinde İsanbul’a gelen bir Fransız mühendisi, yanında bir de logaritma cetveli getirmişti. Bir aralık Bâb-ı Âlî’ye gelerek zamanın hükûmtine verip:
-Memleketinizde bu cetvelden anlayan ve bununla uğraşan var mıdır? Diye sorar. Kendisi ne, Gelenbevî İsmail Efendi adında bir zatın matematikle meşgul olduğunu söylediler.Fransız mühendis, Gelenbevî’nin adresini alarak kendisini ziyaret eder. Bir kulübeden farkı olmayan İsmail Efendi’nin evinden içeri giren mühendis, karşısına çıkan bu üstü başı perişan adamın, aradığı kimse olduğunu güçlükle anlayınca, fazla konuşmağa bile tenezzül etmeden elindeki kitabı uzatır ve:-Bır haftaya kadar bu kitap hakkındaki cevabınızı bekliyorum, deyip bu harap evden çıkmak ister. Gelenbevî İsmail Efendi onu bekletmeden, cevap yerine kendisinin telif etmiş olduğu logaritma cetvelini Fransız mühendise verir. Bu cetveli gören Fransız, ahyretler içinde kalır ve:-Bu adam Avrupa’da olsaydı ağırlığınca altın ederdi, diyerek hayranlığını izhar eder.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:25:32
MAHKEMEYE HAZIRIM

Cumartesi, 29 Ekim 2005

Tayyarzade Ata Bey, “Enderun Tarihi” kitabında Sultan III. Selim Han ile ilgili şöyle bir hadiseyi nakleder:
III. Selim Han gayet cesur, silahşörlükte de hüner sahibi bir kimseydi. Zaman zaman tebdil-i kıyafet ederek halkın arasına karışır, istek ve şikayetlerini öğrenirdi. Bir gün tersane kahyası kıyafetiyle akşam vakti Sultanahmed civarına çıktı. Maiyetindekiler de kalyoncu neferi gibi giyinmişlerdi. Sultanahmed Camiinden aşağı Sokollu Mehmed Paşa yokuşundaki tenha yerlerden aşağı inerlerken bir kadın feryadı işittiler. Hemen oraya yöneldiler. Yeniçeri tulumbacılarından bir zorba, bir kadının yolunu çevirmiş;-Yürü benimle! Diye zorluyordu. Kadın da;-Kardeşim! Ben ehl-i namus bir kadınım. Evim Küçükayasofya’da. Çocuğum hasta. Eczaneden ilaç aldım. İşte elimde. Evime dönüyorum. Bana ilişme. Mahalleme gel sor... diye feryad ediyordu. Tulumbacı ise sarhoş, gözü kararmış, küfürler savurarak bıçağını çekmiş, tehdide başladı. Kadın, o anda oraya yetişen, kalyoncu kıyafetindeki padişah ve maiyetini farketti ve onlara:-Aman kaptan ve kalyoncu din kardeşlerim!... beni bu herifin elinden halas edin diye yalvarmaya başladı.Bunun üzerine tulumbacı işi daha da azıttı ve yatağanına el atıp padişahın üzerine yürüdü. Fakat silahını henüz yarısına kadar çıkarmağa bile vakit bulamadan, Sultan Selim kılıcını çekerek adamı belinden ikiye böldü. Ertesi gün de Babıâlî’ye şu tezkereyi gönderdi:“Sokollu Mehmed Paşa yokuşunda maktul olan tulumbacıyı ben öldürdüm. Veresesi var ise şer’an mahkemeye hazırım”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:25:45
BİR DİRHEM BAL İÇİN

Pazar, 30 Ekim 2005
Sultan II. Mahmud’a, o zamana kadar hiç yemediği “Keçiboynuzu”nu çok medhettiler. Padişah da bu kadar övülen bu meyveyi merak etti ve:-Getirin bakalım nasıl bir şeydir! Dedi.Bu emir üzerine getirilen keçiboynuzlarından birini ağzına aldı, fakat biraz çiğnedikten sonra attı. Yanındakiler:-Niçin attınız efendimiz, diye sorunca:-Bir dirhem bal için beş çeki odun çiğneyemem! Cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:25:57
KAVUK YERİNE MİĞFER

Pazartesi, 31 Ekim 2005

Osmanlı Devletinde en büyük yenileşme hareketlerini yapan Sultan II. Mahmud, bütün bu icraatları için Şeyhülislam Mehmed Tahir Efendi’den fetvalar almıştı. Bilhassa Yeniçeri ocağının kaldırılması için verdiği fetvaya çok memnun olan padişah, ona çok kıymetli bir elmas yüzük hediye etmişti.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan Nizam-ı Cedid ordusunun kıyafetleri de Avrupa’dan örnek alınmıştı. Bilhassa Yeniçeri kavuğu yerine miğfer giyilmesi gerekiyordu. Bunun için de yine Şeyhülislam’ın fetvası gerekliydi. Mehmed Tahir Efendi saraya davet etdildi. Padişah, Şeyhülisamı, yüzü güneşe karşı gelecek şekilde oturttu. İkindi güneşi, Tahir Efendi’nin tam gözüne geliyor ve onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Bu yüzden devamlı olarak eliyle güneşe karşı gölgelik yapmaya çalışıyordu. İşte istediği fetvayı almak isteyen padişah o esnada sordu:-Efendi Hazretleri, görüyorum ki güneşe dayanamadınız, ya benim askerlerim, kafirlerle güneşe karşı nasıl harbederler, diye sorunca Şeyhülislam:-O halde kavuk yerine miğfer giyilebilir, şeklinde padişahın istediği fetvayı verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:26:16
DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR

Salı, 01 Kasım 2005

Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı büyüyünce Sultan II. Mahmud çaresiz kaldı. Hatta Mehmed Ali Paşa ordusu Kütahya yakınlarına kadar ilerledi. II. Mahmud Han, İngiliz ve Fransızlardan ardım istedi ise de onlar bunu “Baba-oğul arasındaki mesele” addede rek yardım etmediler. Başka yapacak şeyi kalmayan Sultan II. Mahmud bu sefer Ruslardan yardım istedi. Öteden beri Anadolu’da gözü olan Rus Çarı, bu isteği memnuniyetle kabul etti.
Ruslardan yardım istenmesine tepki gösteren vezirlere, Usltan Mahmud:“Ne yapalım, denize düşen, yılana sarılır” diye cevap verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:26:37

ÇAPANOĞLU GİBİ ARKAN VAR

Çarşamba, 02 Kasım 2005

Sultan II. Mahmud devrinde hakimiyetlerine son verilen Anadolu’nun  meşhur derebeyi sülalelerinden biri de Yozgat’taki Çapanoğullarıydı. Bunlardan Çapanoğlu Süleyman Bey, diğer derebeylerin aksine merhametli ve zayıfları koruyan bir beydi.
Bir gün, zayıflıktan iskeleti çıkmış bir eşek, Çapanoğlu konağının önünde mecalsiz bir halde dolaşırken, açlıktan konak kapısının ipini kemirmeğe başlar. İp sallanınca ucundaki çıngırak da çalar. Kapıda biri var zannederek kapıyı açan uşaklar, eşeğin bu haline acır ve bunda bir iş var diyerek Çapanoğlu’na haber verirler. Hayvancağızı gören Süleyman Bey, eşeğin sahibini buldurur ve adama okkalı bir sopa attırdıktan sonra:-Bu hayvana günde beş okka arpa yedirip tımarını yapacaksın ve her hafta bana getirip göstereceksin, der.

Bu esaslı bakım sonunda hayvan çok semirir ve avazı çıkıtığı kadar anırır. Eşek anırdıkça sahibi de mahzun mahzun şöyle der:
-Anır eşeğim anır, Çapanoğlu gibi arkan var.
 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:26:52
SEN KİM, BU EVİ YAPMAK KİM

Perşembe, 03 Kasım 2005

Zaman zaman tebdil-i kıyafet yaparak halkın arasına karışan Sultan II. Mahmud’un yolu, bir gün bir köye düşer. Burada tatlı dilli bir ihtiyara rastlar. Bununla ahbablığı epeyce ilerlettik ten sonra adama, İstanbul’a gelirse “Mahmud Ağa” diyerek kendisini aramasını ister. Gel zaman git zaman adam İstanbul’a gelir ve “Mahmud Ağa” isimli ahbabını ararken, saray adam ları tarafından farkedilerek alınır ve padişahın huzuruna götürülür. Birlikte yemek yerlerken, gözleri büyük bir şaşkınlıkla sarayı incelemektedir. Padişaha:
-Bu evi sen mi yaptın, yoksa babandan mı kaldı Mahmud Ağa! Diye sorar. Padişah:-Babamdan kaldı... der. Bunun üzerine adm:-Boşuna sordum. Sen kim, bu evi yapmak kim! Der.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:27:09
BEN NASIL BİRİ İKİ EYLEDİMSE

Cuma, 04 Kasım 2005

Sultan Abdüllmecid zamanında 1853-1856 Kırım harbi sırasında Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu Tuna boylarına sevk edilmişti.
Bu orduda buluna Koca Halil ismindeki bir topçu neferi, rus tabyalarını döğmüş ve onları geri çekilmeye mecbur etmişti. Fakat düşman ateşi esnasında bir şarapnel parçası karnına isabet etti ve bağırsakları dışarı fırladı. Bir eliyle bağırsaklarını karnına tepmeye çalışırken bir eliyle de koynunda asılı bir tüfek mermisini çıkararak siper arkadaşı ve hemşehrisi Mehmed’e vererek:-Hemşerim, gördüğün bu kurşun, geçen Moskof harbinde babamı şehid etmiş. Ben o zamanları çocuktum. Babam bu kurşunu bana yadigar olarak göndermiş. Şimdi sen bu kurşunu ve benim kanımla boyanan şu gülle parçasını al ve sağ salim köye dönebilirsen, bunları oğluma ver ve de ki; “Baban dedi ki, Allah yolunda, vatan uğrunda ben basıl biri iki ettiysem, o da ikiyi üç etsin”Artık gücü tükenen Koca Halil yere yıkıldı ve Kelime-i Şehadeti söyleyerek şehid oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:27:23
BU ASLAN İSTİRAHAT ETSİN

Cumartesi, 05 Kasım 2005

1762 yılında Prusya kralı II. Frederik, Fransa, Avusturya ve Rusya ile harp halindeydi. Frederik, Osmanlı devletinden yardım istedi. Sadrazam Ragıb Paşa, yardım etmeğe niyetli değildi. Devrin padişahı III. Mustafa, Ragıb Paşa’ya kızarak:
“Bre Lala, ne düşünürsün? Eğer para lazımsa Edirnekapı’dan Rusçuk’a kadar altın döşeye bilirim” dedi. Ragıb Paşa da:“Devlet-i Aliyyemiz eskiden beri yapmış olduğu savaşlarda bir muharip aslan olduğunu düşmanlara göstermiştir. Fakat şimdiki halde tırnakları aşınmış, dişleri dökülmüştür. Muharebe esnasında düşman bu halimizi anlarsa vaziyet müşkil olur. Bırakalım bu aslan istira hat etsin” cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:27:39
ASTAZE 

Pazar, 06 Kasım 2005

Osmanlı ordusu sefer halinde iken, ekili araziye zarar vermemeye azami dikkat gösterir, düşman topraklarında bile buna itina ederdi.Kanuni Sultan Süleyman devri. Osmanlı ordusu Sadrazam İbrahim Paşa kumandasında Avusturya üzerine sefere çıkmıştı. Düşman topraklarında ilerliyorlardı. Bu sefere katılan tarih çi İbrahim Peçevi, başından geçen şu hadiseyi nakleder:“Bir akşamüzeri Serdarın otağı yanından geçiyordum ki, bir yanda Tuna nehri, diğer tarafta ise ekili tarlalar vardı. Otağa rastlamamak için tarla kenarından gidiyordum. Aniden bir otağ çavuşunun gür sesi yükseldi:“Be hey adam, tarlaya girme!...”Ve diğer nöbetçiler de gelip beni yakaladılar. “Serdar-ı Ekremin emri vardır. Sen ne cesaretle ekili araziye girersin? Seni huzura götüre ceğiz. Serdarın ayaklarına kapan, af dile. Ekin olduğunu bilmezdim de, belki kurtulursun”Meğer çavuşlar böyle tenbih ederek birçok kimsenin hayatını kurtarmışlar. Beni de affettirmek istemişler. Serdarı tanıdığımı bilmiyorlardı. Serdarın otağına girip yanına yaklaşın ca kendisini defterdarla konuşurken buldum. Beni görünce yüzünde bir tebessüm belirdi:“Vay sen misin? Nasıl oldu da ekin tarlasına girersin?” dedi.“Sultanım kulun bu yerlidir. Ekin olduğunu bilirim amma, ekin içinde “astaze” vardır, oradan giderim” dedim. Merakla sordu:“Ya astaze dediğin nedir?”“Ekin içinde yaya yoludur Sultanım. Bura halkı ekin içinde yaya için bir yol bırakır.” Paşa hazretleri defterdara döndü:“Hele bak... içim rahat eyledi. Cümle askere söyleyin, zorda kalırsa ancak astazelerden geçsinler. Sakın ekili yere basılmaya. Allah indinde mes’ul oluruz.” 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:27:52
EŞEKLERİN YARDIMI

Pazartesi, 07 Kasım 2005

Osmanlı ordusu 1645 senesinde Yusuf Paşa kumandasında Girit adasına asker çıkarmıştı. Bu adada çok miktarda eşek bulunuyordu. Sahile çıkan Osmanlı askeri, eşekleri toplayıp bütün eşyalarını bunlara yükleyerek, kuşatma altına aldıkları Hanya kalesine taşıdılar. Kaleyi savunan Venedikli general bunu işitince:
“Çok yazık, eğer eşeklerin Osmanlılara böyle yardım ettiklerini önceden bilseydim, Osmanlılar gelmeden önce hepsini öldürtürdüm” diye üzüntüsünü belirtti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:28:07
TAVSİYE ETMEM MAJESTE

Salı, 08 Kasım 2005

Fransa İmparatoru III. Napolyon, sarayda verilen bir baloda Osmanlı sefir Ahmed Vefik Paşa’nın yanına yaklaşmış, o vakitler bir vilayetimiz olan Beyrut’a sözü getirerek:
-Şu anda Beyrut’u işgal etmek üzere bir tümen Fransız askeri yola çıkıyor, diye sefirimizi tehdid eder. Paşa:-Tavsiye etmem Majeste, der. Osmanlı süngüleri Fransız askerini denize döker...İmparator alay ederek:-Ekselans, bu sonuca askeri bilgilerine mi dayanarak varıyorlar, diye sorunca, Vefik Paşa:-Hayır, tarihi bilgilere dayanarak... amcanız I. Napolyon da Akka kalesi önünde böyle bir ders almışlardı, diye cevap verir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:28:36
İPEK TÜCCARLARI

Çarşamba, 09 Kasım 2005
Bir gün Yavuz Sultan Selim Edirne’ye giderken, onu uğurlayan kafile arasında Şeyhül islam Ali Cemali Efendi de vardı. Dönüşte 400 kişi lik bir grup insanın elleri bağlı olduğu halde bir yere götürüldüğünü gördü. Nereye götürüldüğünü sorunca bunların, yasağa rağmen ipek satın aldıkları, bu sebeple de idama mahkum edilen tüccarlar olduğunu öğrendi. Hemen geri dönerek Edirne’ye gitmekte olan padişahın arkasından yetişti ve:“Bu 400 kişinin katli helal değildir, mes’ul olursun, katlettirme!”Yavuz kızgın bir halde:“Halkın üçte birinin intizamı için, icabında üçte ikisinin katli caiz iken, üç beş kişi için neden mes’ul olurum?”“Sultanım, bunların suçu halkın nizamını bozar mahiyette değildir.”“Ya benim emrime muhalefet halkın nizamını bozmaz mı?”“Sultanım, ipek tüccarlarının bunlara ipek vermesisizin rızanıza alamettir ve dahi Ümmet-i Muhammed’in erkeklerine haram olan ipek, kadınlarına helaldir.”Zembilli Ali Efendi’nin bu sözleri, çok kızgın olan Yavuz’un öfkesini dindirdi ve bu söze hak vererek o 400 kişinin serbest bırakılması emrini verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:29:05
BENİM PEYGAMBERİM BENİ KURTARIR

Perşembe, 10 Kasım 2005


Oruç Reis esir edilmişti. Bir süre zindanda kaldıktan sonra çıkartılarak bir gemide küreğe çakıldı. Papazlar ve Şövalyeler, İtalyanca, Rumca ve İspanyolca bilen ve sözü sohbeti yerinde plan Oruç Reis ile konuşmak tan zevk alırlardı. Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. Sohbet sırasında ona:
“Ey Osmanlı! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da fevkalade konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dinimize geç! Adı sanı belli bir adam olursun. Büyük bir şövalye kaptan yaparız seni” dediler. Oruç Reis:“Kâfirlerin iyiliği bu mudur? Dinimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. Şimdi onları ateşe atsalar veya çölde bir kuyuya bıraksalar, veyahut balta ile pare pare eyleseler, kendilerini kurtarıp halas etmeye kadir değildirler.” Dedi. Şövalyeler:“Görelim senin Peygamberin neyler, işte halin  malum” dediler. “Benim Peygamberim iki cihan fahridir. Bütün evliya  ve enbiya ondan şefaat umar. Hepsine şefaati o eder. Hak teâlâ’nın avni ve inayeti ile gelip beni buradan kurtaracaktır.” Dedi. Şövalyeler gülerek:“Hele sen küreği çekmeğe devam et. Bu hava ile gönlünü hoş tut. Peygamberin seni kürek mahkumiyetinden kurtarsın.” Dediler.Aradan zaman geçti. Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengamede Oruç Reis’in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı.Bir muharebe sırasında, kendisini esir etmiş olan Şövalyelerden birkaçı, şans eseri Oruç Reis’e esir düştüler. Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi:“Ben sizlere demedim mi, benim Peygamberim gelir beni kurtarır diye! İşte geldi, kurtardı. Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allah’ın izniyle yine yardım eder.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:29:20
TEK KOLLU REİS 

Cuma, 11 Kasım 2005

1514 senesi sonbaharında Oruç Reis, dört gemiyle Kuzey Afrika’da Becaye kalesi önlerinde, dokuz gemiden müteşekkil İspanyol filosuyla karşılaştı. Oruç Reis, gemilerden birini batırdı, ikisini zaptetti. Diğer altı İspanyol gemisi de Becaye limanına girdi ve kale etekleri altına sığındı. Oruç Reis karaya top çıkardı ve kaleyi döğmeye başladı. Fakat gerek kaleden, gerekse İspanyol gemilerinden atılan güllelerle ikiyüz levend şehid oldu. Buna rağmen levendler yılmadılar. Vuruşmanın sekizinci günü kalede, içeri girilebilecek bir gedik açıldı. Oruç Reis, levendlerini gayrete getirmek için gedikten içeri daldı. Fakat bir top güllesi ile sol kolu pek ağır şekilde yaralandı. Bu yüzden hemen muhasarayı kaldırdılar ve geri çekildiler. Becaye alınamamıştı. Tabibler, Oruç Reis’in kolunu, kangren olduğu için  dirsek hizasında kestiler, sonra da kesilen yeri mikrop kapmaması için kızgın zeytinyağına daldırdılar.
Oruç Reis ve kardeşi Hızır, iki sene sonra onbir gemiyle Becaye’yi tekrar kuşattılar. Oruç Reis tek koluyla kılıç sallarken levendlerine şöyle haykırıyordu:“Ben bu kal’a önünde bir kolumu bıraktım. Birin daha değil, kellemi dahi bıraksam n’ola!”Muhasaranın beşinci günü Becaye nihayet fethedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:29:35
BIRAKMA BİZİ BABA 

Cumartesi, 12 Kasım 2005

İspanyol ordusu 1518 sonbaharında, levendleriyle birlikte Oruç Reis’i Tlemsen kalesinde ablukaya almışlardı. Düşman devamlı takviye alıyordu. Cezayir umumi valisi Marki de Gomares de bizzat Tlemsen’e gelmiş ve savaşın idaresini eline almıştı. Oruç Reis bir defa huruç hareketi yapmış ve bu hareketinde 700 düşman askeri öldürmüş, 100 tanesini de esir almıştı.
Ancak kuşatma uzadıkça yiyecek ve cephaneleri tükenmiş, Oruç’un yanında sadece kırk levend kalmıştı. Gerisi şehid olmuşlardı. Bununla beraber bu kırk kahraman, başlarında Oruç Reis ile birlikte bir gece yarısı İspanyol askerlerinin ağır uykulu bir gaflet anında kaleden çıkıp muhasara hatlarını yarmayı başardılar. Fakat biraz sonra bunu farkeden İspanyollar, onları takibe başladılar. Takip müfrezesinin başında Garcia de Tineo adlı bir İspanyol asilzadesi vardı. Uzun süren bir kaçıştan sonra Sanaldo ırmağına vardılar. Karşı tarafa geçerlerse kurtulmuş olacaklardı. Hepsi ağır yaralı ve açlıktan bitkin düşmüş kırk levendin yarısı, Oruç Reis ile birlikte nehrin karşısına geçebildiler. Bu sırada İspanyollar da yetişti ve diğer karşıya geçmek için bekleyen diğer 20 levendi kuşattılar. Bunlar Oruç Reis’e:“Bırakma bizi baba!...” diye yalvarmaya başladılar. Bu feryad, büyük Türk denizcisini can evinden vurdu. Bir an kaçıp, takviye kuvvetlerle geri gelmeyi ve intikam almayı düşündü ise de, taşıdığı  babalık ruhu, onu evlatlarının yanına sürükledi. Yanındaki levendlerle birlikte tekrar karşı sahile geçtiler. Fakat o zamana kadar leventlerinin tamamına yakını şehid edilmişti. Kendisi ve kalan levendleri son bir gayretle düşmana saldırdılar. Ne çare ki, kollarında kılıç kaldıracak kuvvet bile kalmamıştı. Hepsi birer birer şehid düştüler. Oruç Reis tek koluyla birkaç düşman askerini hakladı ise de bizzat Don Garcia onu bir mızrakla göğsünden vurdu. Sonra da kılıcını kalbine saplayarak şehid etti. Mübarek başını da göğsünden ayırarak Oran’daki Cezayir Umumi Valisine gönderdi. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:29:56
KANUNİ'NİN ATININ ÜZENGİSİ

Pazar, 13 Kasım 2005

Sultan I. Murad devrinde kurulan ve harplerde daima padişahın yanında bulunan Yeniçeri ler, yalnızca askerlikle uğraşırlar ve hiçbir zanaat ile meşgul olmazlardı.
Kanuni Sultan Süleyman bir seferde iken, atının üzengisi kırıldı. Yanındaki vezirler bu üzengiyi yaptırmak istediler, fakat yakınlarda bir şehir veya kasaba da yoktu. Ordunun mola verdiği bir sırada, vezirlerin birinden, padişahın atının üzengisinin kırıldığını öğrenen bir yeniçeri bu vezire, kendisinin bu üzengiyi tamir edebileceğini söyledi. Hemen atların yanına gittiler ve yeniçeri, kırık üzengiyi güzelce tamir etti. Biraz sonra mola bitti ve padişah, yola çıkmak için atına bindi. Üzenginin yapılmış olduğunu farkeden Kanuni, bunu kimin onardığını yanındakilere sordu. Vezir, yeniçeri neferinin ihsanlara kavuşacağını ümid ederek, hemen huzura çağırdı ve, bu usta yeniçeriyi padişaha takdim etti. Kanuni:“Yeniçeri neferinin zanaatkarlıkla uğraşması kanunlara aykırıdır.” Diyerek, yaptığı bu iyilik için önce ona ihsanda bulundu, sonra da kanun lara aykırı iş yaptığı için onu ordudan ayırıp memleketine geri gönderdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:30:10
YÜZ SOPA

Pazartesi, 14 Kasım 2005

Kanuni Sultan Süleyman, gençliğinde o zamanın meşhur alim ve hocalarından çok iyi bir eğitim almıştı. Bunun yanında, diğer şehzadeler gibi bir sanat da öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için İstanbul’un en meşhur kuyumcusuna gönderildi. Burada bu mesleğin bütün inceliklerini öğreniyordu. Bir ustasının verdiği bir işi yapmadı. Ustası da ona:
“Sana yüz sopa vuracağım” diye yemin etti. Şehzade Süleyman bunu annesine söyleyince Valide Sultan ustayı huzura çağırıp oğlunu affetmesini rica etti ve bunun için de bin altın ihsan etti. Ertesi gün ustası Şehzade Süleyman’a bu bin altını vererek, bunlar ile yüz adet altın tel yapmasını emretti. Teller hazır olunca bunları bir araya getiren usta, bu tellerle Süleyman’a bir defa vurarak yeminini yerine getirdi. Böylece hem Valide Sultanın ihsanına kavuşmuş, hem de yeminini yerine getirmiş oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:30:23
OSMANLILAR KARŞISINDA

Salı, 15 Kasım 2005

Avrupa Hristiyan dünyası, kendi aralarında devamlı savaşsalar da Osmanlılara karşı daima tek vücut halinde birleşmişlerdi.

I.Viyana kuşatması sırasında, şehri savunan Haçlı ordusunun subaylarından bir Alman ile bir Portekizli, bir mesele yüzünden akşam münakaşa etmişler ve sabahleyin de birbirlerini, surlar üzerine çıkarak düello yapmaya davet etmişlerdi. Sabah olunca, herkesin huzurunda  surlara çıktılar ve tam kılıçlarını çektikleri sırada, Osmanlı topçu ateşi başladı ve surların o kısmında açılan gedikten içeriye Osmanlı askeri hücum etti. Bu topçu ateşi sırasında Alman subayının sağ, Portekizlinin de sol kolu kopmuştu. Bu iki düşman, içeri hücum eden Osmanlı askerine karşı yanyana geldiler ve adeta tek vücut gibi bitiştiler. Biri sol, diğeri de sağ eline aldıkları kılıçlarıyla Osmanlı askerine karşı çarpışmaya başladılar. Nihayet şehid düşen Osmanlı askeri arasında kendileri de düşüp kaldılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:30:36
KILIÇ ALİ PAŞA HAMAMI

Çarşamba, 16 Kasım 2005

Kılıç Ali Paşa, Tophane’de yaptırmakta olduğu cami inşaatını ara sıra kontrol ederdi. Bir gün yine inşaata gelmiş, işçilerin çalışmasını kontrol ediyordu. Bir ara gözü bir ameleye takıldı. Güzel yüzlü, saf bir Anadolu çocuğu olan bu amele, sırtına kocaman bir taş almış, iskelenin basamaklarından yukarıya kadar çıkıyor, oraya varınca taşı yere koyacağına tekrar iskeleden aşağı iniyordu. Burada taşı yere koyuyor, sonra tekrar sırtına alıp yukarı çıkıp, tekrar aşağı iniyordu. Bu durumu farkeden Kılıç Ali Paşa, bu genç amelenin yanına vardı ve niçin böyle yaptığın sordu. Kılıç Ali Paşa’yı tanımayan bu genç:

“Efendi Baba, ben burada ameleyim, ücretle çalışıyorum. Üstelik bu inşaat mübarek bir cami inşaatıdır. Ben ise bu gece elimde olmayarak kirlenmişim. Şu vaziyete gusletmem icabetmektedir. Halbuki buralarda bir hamam yok, mesai de başladı. Bırakıp uzak bir yerdeki hamama gitsem, iş geri kalacak ve alacağım ücret bana helal olmayacak. Böyle kirli bir vaziyette de bu taşın cami duvarına konmasına da gönlüm razı olmuyor. Bu yüzden çok müşkül durumdayım” dedi.

Bir amelenin bu samimiyet ve sadakati Kılıç Ali Paşa’yı duygulandır dı . Kendisini tanıttı ve amelenin eline bir miktar para vererek başka bir semttteki bir hamama gönderdi. Sonra caminin mimarı Koca Sinan’ın yanına giderek:

“Mimarım, muradım odur ki, acele olarak hamam inşa oluna. Bırak cami inşaatımız biraz geri dursun. Evvel hamamı inşa ile Ümmet-i Muhammed’in istifadelerine, Allah rızası için bilâ ücret hizmete âmâde kılaım. Sonra camiyi tamamlarız” dedi ve hemen hamam inşasına başlandı. Hamamın bitirilmesinden sonra da cami inşaatı tamamlandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:30:49
DERYA ÜZRE CAMİ

Perşembe, 17 Kasım 2005

Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, bir gün zamanın padişahı III. Murad Han’ın huzuruna çıkarak, kendi adına bir cami yaptırmak için müsaade lerini istedi. Fakat şair ruhlu ve aynı zamanda nüktedan olan padişah:

“Sen ki deryaların serdarısın. Muktedir isen camiini derya üzre inşa et! Sana karada bir karış yer yoktur” diye ferman buyurdu.

Kılıç Ali Paşa bu fermanı gayet soğukkanlı karşıladı ve:

“Hünkarımız doğru derler. Bizim evimiz de, mekanımız da deryalar dır. O halde mabedimizin de derya üzre inşası münasibdir” deyip müsaade isteyerek huzurdan çıktı. Fakat deniz üzerine cami nasıl yapıla caktı? Hemen o devrin en büyük mimarı Koca Sinan’ın yanına vardı ve durumu ona anlatarak, bu eseri de kendisinin inşa etmesini istedi ve bunun için de, Tophane açıklarında bu inşaatın yapılabileceğini söyledi.

Mimar Sinan’ın, inşaat yerini görüp beğenmesiyle hemen harekete geçildi. Kılıç Ali Paşa, kadırgalarla Anadolu sahillerinden iri kayaları taşıtarak Tophane açıklarında denizi doldurtmaya başladı. Böylece birkaç gün içinde burada küçük bir ada meydana geldi. Burada sahile kadar da ahşap bir köprü inşa edildi. Sonra da Mimar Sinan  inşaata başladı. Eserini tamamlayınca o yüce mimar:

“Deryalar kudursa ve azgın dalgalar kubbenin tepesinden aşsa, yine bu mabed kıyamete kadar kalacaktır” dedi.

Sonraki asırlarda, sahil ile caminin bulunduğu ada arası doldurula rak cami denizden içeride kalmıştır.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:31:05
HAKANİ MEHMED BEY'İN RİCASI

Cuma, 18 Kasım 2005

1600 senelerine kadar, küçük devlet memurları ve serveti ne olursa olsun halk, surların içinde kalan İstanbul’da ata binemezlerdi. “Hilye-i Peygamberî” adlı eseri yazmış olan Hâkânî Mehmed Efendi bu kitabını bitirdiği 1598 senesinde yetmiş yaşını geçmiş bulunuyordu. Vazifesi Babı âlî kaleminde, evi de Edirnekapı’da idi. Padişah III. Mehmed Han, Hâkânî Mehmed Efendi’ye, bu eserine karşılık ne gibi bir mükafat istediğini sordu. Mehmed Efendi:

“Artık ihtiyar oldum. Her gün Edirnekapı’ya kadar yayan gidip gelmeğe kudretim kalmadı, müsaade buyurulursa hayvan ile gidip gelmek istiyorum” dedi.

Padişah, bu kadar kıymetli bir eser meydana getirmesine rağmen Mehmed Efendi’nin hatırı için kanunu bozmadı. Ona Bâbıâlî civarında bir ev aldılar ve arzusunu bu şekilde yerine getirdiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:31:21
TOPRAK TAŞIMAYA GİDERÜM

Cumartesi, 19 Kasım 2005

14.cü Osmanlı Padişahı I. Ahmed Han, 14 yaşında tahta çıkmış ve 14 sene hükümdarlık yaptıktan sonra 28 yaşında vefat etti. Ölüm döşeğindeyken hocası Mustafa Efendiye dönerek:

“Hocam, 28’de kaç 14 vardur” dedi. Mustafa Efendi:

“İki defa devletlû hünkarım” cevabını verdi.

Tam bu sırada, kendi yaptırdığı Sultanahmed camiinin minarelerin den ezan sesi gelmeğe başladı. Sultanın hocası, padişahın, cami inşaatı sırasında eteği ile toprak taşıdığını hatırladı. İşçilere şevke getirmek için her hafta inşaata gitmiş ve eteği ile toprak taşımıştı.

Ezan sona erince Sultan Ahmed ayağa kalkmak ister gibi davrandı. Mustafa Efendi telaşla sordu:

“Ne oluyorsun Devletlû?” dedi. Padişah:

“Toprak taşımaya giderim hocam!...” dedikten sonra Kelime-i Şehadeti söyleyerek sırtüstü düştü. Hocası yanına gittiğinde ruhunu teslim etmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:31:37
KOCA CAFER PAŞA

Pazar, 20 Kasım 2005

Avusturya ordusu, bir serhad kalesi olan Temeşvar’ı muhasara etmişti. Kaleyi, ihtiyar fakat çok tecrübeli bir asker olan Koca Cafer Paşa’ nın elinden almak zordu. Kale 4 sene düşmana karşı koydu. Açlık, yorgun luk kale muhafızlarını bezdirmedi. Halbuki kaleye 4 yıldır bir yerden yardım gelmemişti. Avusturyalılar kaleyi savaş ile alamayacaklarına kanaat getiren düşman kumandanı Koca Cafer Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektupta:

“Zahireniz tükenmiştir, büyük bir Avusturya ordusu da üzerinize doğru geliyor. Kalenize imdad gelme ihtimali da kalmamıştır. Kaleyi teslim ederseniz, yol harçlığı olarak size birkaç bin duka altın verilecek tir.” Deniyordu.

Koca Cafer Paşa bu mektubu gülümseyerek okudu. Sonra gözlerini, mektubu getiren elçiye dikti. Yanında bulunan bir askere:

“Bana askerimin yediği ekmeği getir” dedi. Muhafız derhal Osmanlı askerinin yediği çamura benzer bir okka ekmeği getirdi. Paşa bu ekmeği düşman elçisine gösterdi ve:

“Kale muhafızlarının çektiği ızdırap ve mahrumiyet doğrudur. İşte askerimizin yediği ekmek budur. Kumandanınızın istediği kale benim değil milletimindir. Ben bu kalenin muhafazasına memur edilmişim. Bana ait olmayan bir şeyi başkasına veremem. Sonuna kadar müdafaasıyla mükellefim. Ben servet sahibi değilim. Rüşvet almak da muradım değil dir. Miras olarak evladıma, şu getirdiğiniz mektubu bırakacağım.” Dedi ve topallaya topallaya birkaç adım yürüdü. Muharebelerde bir ayağından yaralanarak sakatlanmıştı. Elçiye şöyle dedi:

“Görüyorsunuz ki ben bir ihtiyarım, ayağım da sakattır. Sizin kuman danınız genç ve dinçtir. Elimize birer kılıç alalım. İkimiz Temeşvar kalesinin önündeki meydanda döğüşelim. Eğer kumandanınız beni öldürürse kaleyi derhal size teslim edeceklerine söz veriyorum. Şayet ben kumandanınızı haklarsam buradan savulup gitmeyi taahhüd eder misiniz?”

düşman elçisi bu ihtiyar kumandanın cesareti karşısında dona kaldı. Kaleyi kolay kolay bırakmayacaklarını anlayıp, sessizce dönüp gitti. Kumandanına Paşa’nın dediklerini aynen anlattı. Muhasara yine devam etti. Taarruzu şiddetlendirmelerine rağmen bir netice alamadılar.
O tarihe kadar başka cephelerde devam eden savaşlar anlaşmalar ile neticelenince, Padişah II. Mustafa ordunun başına geçerek Macaristan üzerine sefere çıktı. Osmanlı ordusu Temeşvar yakınlarına geldiğinde Avusturya ordusu muhasarayı kaldırıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:31:52
BUYURUN CENAZE NAMAZINA

Pazartesi, 21 Kasım 2005

Sultan IV. Murad Han, koyduğu içki ve tütün yasağının uygulanıp uygulanmadığını bizzat kontrol etmek için geceleri tebdil-i kıyafetle dolaşır ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırırdı. Yine bir gece şehri dolaşırken kapıları kapalı bir kahvehaneden ışık sızdığını görüp oraya yaklaştı. Pencere deliğinden içeri baktığında birkaç kişinin içki ve tütün içtiklerini gördü. Yavaşça içeri girdi ve masanın birine ilişti. Kahveci, gelenin de tiryaki olduğunu zannederek yanına yaklaştı. Sultan Murad kahveciye:

“İçki içmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?” dediğinde kahveci:

“Erenler, uzun etme hadi sen de çek” dedi. Padişah sesini bira daha yükseltip:

“Padişahın emrine karşı gelmenin ne demek olduğunu bilmiyor musun?” diye tekrar sorunca kahveci dayanamayıp:

“Beyzadem, adınızı bağışlar mısınız” dedi. Padişah da:

“Murad” deyince, kahveci:

“Sultanlığı da var mı?” diye sordu. Padişah:

“Evet” deyince, kahveci yandaki masaya yatıp bağırdı:

“Öyleyse buyurun cenaze namazına!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:32:08
BAĞDAD GİBİ YÜZ KALEYE DEĞERDİN

Salı, 22 Kasım 2005

Sultan IV. Murad 1638 senesi Ekim ayında, daha önceden İran’ın işgal ettiği Bağdad kalesini muhasara etti. Bir gün Dicle kenarında iken:

“Bağdad’ı fethetmeden İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini ziyaret etmekten utanırım” diyordu. Her akşam siperleri geziyor ve askerin moralini takviye ediyordu. Hendekler dolmuş, kale duvarları birçok yerden yıkılmış olup yürüyüş zamanı geldiği halde yapılmıyordu. Muhasaranın 37.ci günü Vezir-i Azamı huzuruna çağırıp niçin nihai hücum yürüyüşünün yapılmadığını sordu. Vezir-i Azam:

“Padişahım sabroluna. Sonunda şehir fetholunacak, yürüyüşe zaman vardır. Askeri acele ile kırdırmayalım” dedi. Padişah:

“Senin namın, dilaverliğin ve şecaatin bu mudur? Tehirin manası nedir?” diye sorunca Vezir-i Azzam:

“Ben canımı padişaha feda etmişim. Tayyar kulunuz ölmekle bir şey olmaz. Allahü Teâlâ kaleyi bize ihsan eylesin” dedi ve ertesi gün kaleye hücuma kalkışıldı. Bazı kuleler ele geçirilerek bayrak dikildi. Tayyar Mehmed Paşa, elinde kılıç, yakınındaki bir kuleye hücum eden askerleriyle birlikte savaşıyordu. Kale düşmek üzereydi. O anda bir tüfek kurşunu gelip Vezir-i Azam Tayyar Mehmed Paşa’nın alnına isabet etti ve oracıkta şehid düştü. Padişah bu hadiseyi duyunca çok üzüldü ve:

“Ah Tayyar!... Bağdad gibi yüz kaleye değerdin” dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:32:29
ALIN TERİNDE BEREKET VARDIR

Çarşamba, 23 Kasım 2005

Sultan I. Mahmud boş zamanlarında kuyumculuk yapar, yaptıklarını sattırır, elde ettiği birkaç kuruş kâr ile de ufak tefek ihtiyaçlarını temin ederdi. Bundan da büyük bir haz duyardı. Yine birgün kuyumculuk ederken vezirlerden biri onun yanına yaklaştı ve:

“Niçin böyle zahmet edersiniz?” deyince Padişah:

“Bre ne yabana söylersiz! Milletin hazinesini, milletin ihtiyaçlarına sarfetmek gerekdir. Saniyen, insan olana durmadan çalışmak gerekdir. İnsanın çalışıp alın teri dökerek kazandığı paranın zevki başkadır. İçinde alın teri, göz nuru bulunan kazanç helal olur. Böyle kazancın tadı, beti ve bereketi olur” dedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:32:43
AKİBET GÖRÜRSÜN HELE FERHAT

Perşembe, 24 Kasım 2005
Evliyaullah'a pek yüksek bir hürmet ve bağlılık gösteren Yavuz Sultan Selim Han'ın kendisi de hiç şüphesiz babası gibi Allah'ın has kulu idi. o'nun, Allah'a kurbiyetinden dolayı keramet nev'inden pek çok davranışlar ortaya koyduğu tarihi gerçekler arasındadır. Şöyle ki: Yavuz, bir gün divandan içeri hiddetli bir şekilde girmişti. Elbisesini dahi değiştirtirmeden bir müddet odada dolandı ve kendisini kızdıran şeyi mırıldanıp durdu. Meğer Ferhat Paşa'nın İskender Çelebi'yi olur olmaz koruyup kayırmasından gazaplanmıştı. Çünkü aralarındaki dostluktan başka şeyler de sezinlemişti. Sonunda yüksek sesle şu sözleri sarfetti: "Akibet görürsün hele Ferhat! Sen şimdi İskender'i koruyup duruyorsun, ama bu korumaktan ne fayda çıkacağını inşeallah birbirinize karşı asıldığınız zaman görürsünüz!.." Gerçekten de aradan seneler geçti ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde bu iki şahıs, Selim Han'ın geleceği görmüşçesine dediği gibi işledikleri cürümlerden dolayı karşı karşıya asıldılar
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:32:57
SEVDİKLERİNE KAVUŞTU

Cuma, 25 Kasım 2005
Sultan 1. Ahmed (1590-1617), kalbi hayatının derinliği olan oldukça müttaki bir Osmanlı Padişahıdır. Bahti mahlasıyla Peygamber Efendimize sevgisini ve bağlılığını ifade eden çok içli şiirleri vardır: Nola tacım gibi başımda götürsem daim Kadem-i resmini ol bazret-i şab-i Resül'ün. İşte bu ince ruhlu Osmanlı sultanının vefat etmeden bir gün önce huzurunda bulunan mabeynci Mustafa, Ahmed Han'ın odada muhatabını göremediği kimselere karşı dört defa; "Ve aleyküm selam" dediğine şahit oldu. Mabeynci, bir mânâ veremediği bu garip davranışların sebebini Sultanına sorduğunda, Sultan Ahmed Han şu cevabı verdi: "O anda Hazreti Ebu Bekir-i Sıddık, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz geldiler ve bana; 'Sen, dünya ve ahiretin sultanlığını kendine toplamışsın. Yarın Resulullah Efendimiz'in yanında olacaksın', buyurdular." Gerçekten de bu Hak dostu, denildiği gibi ertesi gün vefat ederek sevdiklerine kavuştu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:33:11
SAKINAN GÖZE ÇÖP BATAR

Cumartesi, 26 Kasım 2005
“Bunlar bir vakit beyler idi, kapıcılar korlar idi, Gel gör şimdi, bilmeyesin bey hangidir ya kulları? Yunus Emre”Onyedinci asır başında yaşamış ülemadan ve Sultan 1. Ahmed'in şeyhülislamlarından Çelebi Müfti ismiyle meşhur, Hocazade Mehmed Efendi, bulaşıcı hastalıklardan çok korkan bir adamdı. Çelebi'nin bulunduğu yerde hastalık ve ölümden katiyyen bahsedilmez, kendisi de hiç kimsenin hasta ziyaretine ve cenazesine asla gitmezdi. Bir gün, evinin hizmetçilerinden biri hastalanıp vefat etti. Efendi hazretleri hiç tereddüt etmeden, konağına bir duvarcı ustası çağırdı. Ustaya, evin hizmetçisinin öldüğü odanın kapısını örmesini söyledi. Usta, kapıya boydan boya duvar ördükten sonra Çelebi, ayrı bir direktif verdi: Şimdi git, bahçe tarafından dolaş ve o odanın duvarını del, naaşı çıkarıp gömsünler. Bu oda da bir daha kullanılmasın. Hikmet-i İlahi, "sakınan göze çöp batar" misali, bütün dikkatine rağmen Hocazade Mehmed Efendi vebaya yakalanarak hayata veda etti
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:33:24
BENİM DAHİ MURADIM ODUR

Pazar, 27 Kasım 2005

Yavuz, devlet işlerinde hata edenleri hiç affetmezdi ve bu sebeple de bir çok vezirinin boynunu vurdurmuştu. “Dilerim Allah’dan Yavuz’a vezir olasın” sözü de bu devirde beddua idi. Buna rağmen kadirşinas bir kişiydi. Fikrini açık söyleyenlerin görüşü, kendi görüşüne aykırı olsa da, kızıp söylenerek dinler ve hak sözü kabul ederdi.

Kendisinin şiddet ve gazabından korkan, her an ölüm tehlikesi gçiren Pîrî Paşa bir gün:

“Padişahım, eninde sonunda bir bahane ile beni de idam ettireceksin. Heman, bir gün evvel halas etsen daha iyi olmaz mı?” sözleriye korkusunu beirtince, bu sözlere bir hayli gülen Yavuz:

“Benim dahi muradım odur, lakin senin yerini tutacak bir adam bulamadım. Yoksa seni muradına kavuşturmak gayet kolaydır” cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:33:40
KUBADOĞLU SÜLEYMAN BEY

Pazartesi, 28 Kasım 2005
1799 senesi Eylül ayı. Fransa İmparatoru Napoléon Bonaparte, kuvvetli bir donanma ile, Osmanlı eyaleti Mısır’a çıkarma yaptı. Burada halka beyanname dağıtarak, onları Osmanlı zulmünden (!) kurtarmak için geldiğini, yakında bağımsızlıklarına kavuşacaklarını vadederek kendi tarafına çekmeğe çalışıyordu. Burada fazla bir mukavemetle karşılaşmadı. Çünkü Yeniçeri ocağı lağvedilmiş, yeni kurulan Nizam-ı Cedid ocağı ise hem mevcudu çok az, hem de talimsiz olduğu için Fransızlara karşı başarı sağlayamamıştı.Napoléon, Mısır’dan sonra, mukaddes saydıkları Kudüs ve civarını ele geçirmek için ordusu ile Filistin’e hareket etti. Daha sonra yerine bırakacağı General Kléber ile birlikte tarifsiz zulüm ve katliamlara başladı. Filistin’de önce Remle, sonra da Yafa Fransız askerine teslim oldu.  Cezzar Ahmed Paşa henüz tarih sahnesinde şahlanmamıştı. Napoléon Akka önlerine geldiğinde müthiş mağlubiyeti tadacaktı. General Kléber, Yafa’ya girince bütün halkı kılıçtan geçirmişti. Fransız ihtilali ile ortaya atılan insan hakları, eşitlik, hürriyet gibi iddialar, yalnız Fransız halkı için geçerliydi. Müslüman lar insan sayılmıyordu ki onlar bu haklardan istifade edebilsin! Kleber bu sıralarda Filistin’den ayrılarak Kahire’ye gelmişti. 14 Haziran 1801 Salı günü General Kléber, halkın temsilcilerini kabul etmek lütfunu gösterdi. Fakat Yafa’da yaptığı zulüm ler burada duyulduğu için, bunu protesto eden birkaç kişiyi zindana attırdı. İşte bu sırada Kubadoğlu Süleyman isminde 24 yaşında Kilis’li bir genç ortaya çıkar. O da söz ister. Fakat General, onun da kendisine hakaret edeceğini tahmin ettiğinden, askerlerine işaret eder ve hemen delikanlının üzerine çullanırlar. Fakat Süleyman, askerlerin arasından sıyrılır ve hançerini çekerek Kléber’in üzerine atılır. Üç hançer darbesinden sonra zalim Fransız Generali artık hayatta değildir. Ama bu gözü pek Türk delikanlısı hemen yakalanır. Hemen sorguya, daha doğrusu işkenceye çekilir:Önce onu bir çarmıha bağlarlar. Hançeri kullandığı sağ kolu ayrı bir desteğe bağlanmıştır. İbret olması bakımından halk da infazı seyretmeğe çağırılır. Fransız medeniyetinin son örneğini seyretmek üzere!Sağ eli evvela katrana bulanır. Süleyman Bey kayıtsızdır. Elindeki meşale ile yaklaşan celladı, dudaklarında hafif bir tebessümle seyreder. Herkes susmuştur. Süleyman Bey’in feryadını dinleyeceklerdir. Cellat, elindeki meşale ile katrana bulanmış sağ eli tutuşturur. Önce derileri, sonra da etleri alev alev yanmağa başlar. Fakat Süleyman Bey’de en ufak bir kıpırdama, bir feryat olmaz. Ortalığı yanık bir et kokusu kaplar. Biraz sonra kolunun ucunda kömürleşmiş eli kalır. İstenen intikam alınamamıştır. Delikanlı zindana götürülürken bile sızıldamaz. Sol eli ile sağ koluna uzanır. Sarkan yanık elini koparıp Fransız’ın yüzüne bir şamar gibi fırlatır. Ertesi gün meydana getirilir. Yüzlerce sene önce Eflak Voyvodasının uyguladığı kazığa vurma cezasının infazına başlanır. Kazık, ağzından çıkıncaya kadar tokmaklanır. Fakat yine en ufak bir feryat yoktur. Sadece dudakları kıpırdar, belli ki kelime-i şahadet getirmektedir. Son nefesini verdiğinde de bir yağmur sağanağı boşanır.Fransızlar, merhumu orada terkederler. Birkaç Müslüman cenazeyi alır ve yakındaki camide yıkayıp, kefenleyip namazını kılar ve defnederler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:35:43
HALİÇ'TEKİ İLK KÖPRÜ

Salı, 29 Kasım 2005
Haliç’teki ilk köprünün Sultan II. Mahmud tarafından yaptırıldığını biliyoruz. Fakat bundan yüzyıllarca önce Fatih, İstanbul kuşatması sırasında Haliç üzerine geçici bir köprü inşa ettirmişti. 22 Nisan 1453 sabahı Osmanlı gemilerini Haliç’te gören Bizanslılar, ertesi sabah daha büyük ve inanılması güç bir sürprizle karşılaştılar. Kumbarahane ile Defterdar arası, deniz üzerine kuruluverilen bir köprü ile birleştirilmişti. Bu köprü üzerinde Osmanlı askeri gidip geliyor, karşı sahilden toplar geçiriliyordu. Bizanslı tarihçi Kritobulos’un verdiği bilgilere göre, binden fazla fıçı, sandal ve duba, birbirlerine kalaslar ve demir çengellerle bağlanmıştı. En üstü de döşeme tahtalarıyla kaplan mıştı. 700 metre uzunluğundaki bu köprü üzerinde 5 asker yanyana yürüyebiliyor, toplar rahat lıkla çekilebiliyordu. Çok geçmeden her iki tarafa yerleştirilen toplarla Bizans surlarının en zayıf noktaları ateş altına alınıyordu. Bizans İmparatoru hemen o gün tekrar daha fazla vergi vermek ve daha başka şartlarla barış teklif ettiyse de Fatih’i İstanbul’u almak niyetinden vazgeçiremedi. Bu sefer İmparator, verdiği emirle köprüyü yaktırmak istedi. Fakat bu maksatla surlardan dışarı çıkan 150 Bizanslı asker köprü üzerinde can verdi.Bizans Prensi Dukas, Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı köprüyle, gelmiş geçmiş bütün cihangirleri geride bıraktığını söyler ve “Böyle bir harikayı kim gördü, kim  işitti” sözleriyle takdirlerini bildirmişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:36:01
İMPARATOR ÖLÜ GİBİ DONUP KALDI

Çarşamba, 30 Kasım 2005
Fatih’in İstanbul’u kuşattığı günlerde Bizans’ta elçi olarak bulunan Venedikli asilzade Barbaro, Fatih Sultan Mehmed Han’ın parlak dehasının bir eserini daha şöyle nakleder:“18 Mayıs günü Bizanslılar uyandıkları zaman şaşkınlıktan dona kaldılar. Çünkü surların önünde büyük bir kule duruyordu. Osmanlılar o gece 4 saat içinde ahşap bir kule inşa ederek surların önüne getirmişlerdi. Yüksekliği surlardan yukarıda idi. Bu kule öyle mükemmeldi ki, nasıl yapıldığını kimse anlayamadı. Bütün Hristiyan dünyası birleşse bunu yapamazdı.İmparator hazretleri bütün erkanı ile birlikte surların üzerine geldiğinde bu şayan-ı hayret şeyi görünce korku ve dehşetten ölü gibi donup kaldı. İşte o zaman, Fatih’in bu parlak zekası karşısında İstanbul’’un eninde sonunda onun eline geçeceğini anlamıştı. Kule şöyle yapılmıştı: Sağlam kalaslarla yapılan bu eserin üzeri tamamen deve derileriyle kaplanmıştı. Ayrıca yarıya kadar da taşlarla doldurulmuştu. Öyle ki, top, tüfek veya başka bir silah darbesi ona zarar veremezdi. Deve derisinin üzerine çit örgüsü kaplanmıştı. Kuleden başlayarak ordugaha doğru bir de yol yapılmıştı. Üzeri kapalı olduğu için surlardan atılan ok ve Rum ateşi, bu yoldan ikmal yapan askerlere zarar vermiyordu.Kulenin üzerine yerleştirilen toplar, surların üzerinden attıkları güllelerle Bizans askerine ağır kayıplar verdiriyor, birçok binada yangınlar çıkarıyordu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:36:18
BÜYÜK FEN DAHİSİ: FATİH SULTAN MEHMED

Perşembe, 01 Aralık 2005
Sultan II. Murad Han devrinde Osmanlı harb teknolojisinde muazzam bir ilerleme kayd edildi. Osmanlı mühendis ve ustaları, artık hiçbir memlekette rastlanamayacak çapta ve güçte toplar yapabiliyorlardı. İstanbul kuşatmasından önce Edirne’de dökülen 60 kadar top, 14 batarya halinde surların karşısına dizildi. Ancak bunlar bir süre sonra kaldırıldı. Yerlerine “Şâhî” denilen daha büyükleri konuldu.Söz konusu büyük toplardan birini, Bizans’dan ayrılarak Osmanlı hizmetine giren Urban isimli Macar dökmüştü. Sıradan bir dökümcü ustasıydı Urban. Ne topların balistik ve mukavemet hesaplarından, ne de barut ölçülerinden haberi vardı. Sadece çizilen plana göre döküm işlemini gerçekleştirmişti. Osmanlı ülkesinde, bu işi yapan pek çok usta vardı.

Üstelik Urban’ın pek de başarılı bir dökümcü olmadığı emen ortaya çıktı. Çünkü Edirne’de döktüğü top, İstanbul surları önünde daha ilk atışta çatlamış, işe yaramaz bir hale gelmişti. Urban da bu esnada yaralanmış, bir rivayete göre ölmüştü. Avrupa’lı tarihçiler Urban’ı alabildiğine şişirirler, İstanbul’un onun toplarıyla alındığını yazarlar. Ama, Urban’ın topu için yapılan masraf havaya giderken, Osmanlı ustalarının döktüğü toplar kuşatma müddetince arızasız çalıştılar, surları hallaç pamuğu gibi attılar. Fatih harikulade bir balistik uzmanıydı ve büyük topların balistik hesaplarını bizzat yapmıştı. Dünya tarihinde ilk olarak, kendi tasarladığı havan toplarını, kuşatma esnasında seyyar fırınlarda döktürerek, Beyoğlu sırtlarına yerleştirdi ve buradan aşırtma vuruşlar yaparak Haliç’teki Bizans gemilerini batırdı.İstanbul’un alınmasından sonra Fatih, mühendislik üzeride çalışmalarına devam etti ve yine tarihte ilk defa bir savaşta roket ve füze kullandı. 1478 senesinde İşkodra kalesinin kuşatılmasına Fatih’in yaptığı roketler, geceleri kuyruklu yıldızı andırır süzülüşle gökyüzünde beliriyor, vızıltılı bir ses çıkararak uçuyordu. Düştüğü her yeri yakıyor ve müthiş bir sıcaklık çıkarıyordu. Venedik kaynaklarına göre, kuyulardaki sular bile bu roketlerin sıcaklığından buharlaşıyordu. 1480 senesindeki Rodos kuşatmasında, Osmanlı roket tekniği büsbütün geliştirilmiş olarak ortaya çıktı. Bu yeni roketler, düştükleri yerde patlıyor, çevreyi tahrib ediyordu. Rodos halkı, hatta surlardaki muhafızlar bile onlardan korunma için kiliselerin mahzenlerine sığınıyorlardı.Maalesef, Fatih’den sonra bu çalışmalara devam edilmedi ve bu buluşumuzu Avrupalılara kaptırdık. Fatih’den yaklaşık 500 sene sonra İkinci Dünya Savaşında Almanlar roket kullanmışlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:36:32
ALÇAKLIĞIN BÖYLESİ

Cuma, 02 Aralık 2005
Balkan Savaşları sırasında İstanbul’a gelen Fransız Matin gazetesi başyazarı Stephane Lausanne, 1913 yılında yayınlanan kitabında, Osmanlı Devletindeki Ermenilerin yaptıkları zulüm ve katliamları anlatır. Kitabın bir yerinde şöyle bir hadise nakleder:

1890 senesinde Sivas’da Ermeniler isyan çıkararak silahsız Müslüman ahaliye saldırdılar ve bir çok suçsuz insanı katlettiler. Bunun üzerine oraya sevkedilen askeri birlikler hadiseyi bastırdı. Bunun üzerine şehirdeki silahlı Ermeniler, Fransız konsolosluğuna sığındılar. Bizzat konsolos ve eşi onları Osmanlı makamlarına vermemek için direndiler.

Bir gün terasta etrafı gözetlemekte olan konsolosun kulağı dibinden bir kurşun vızıldayarak geçer. Ateş arkadan gelmiştir. Konsolos derhal geri döner ve az ötede, sialhının namlusundan duman tüten bir Ermeni’yi görür. Onu üç gün önce içeri almış, yedirip yatırmıştır. Şaşkınlık ve öfke ile adamın üzerine yürür:-Bedbaht!.. ne yaptın? Hayatımı tehlikeye atarak seni ve arkadaşlarını koruyorum. Öyle iken nasıl elin vardı da beni öldürmek istedin?Ermeni, sırıtarak konuşur:-Doğru, seni öldürmek istedim. Çünkü kendi kendime dedim ki; Fransız Konsolosunun katli haber alınır alınmaz, Fransa buraya asker gönderir, Osmanlı hakimiyeti de biter.İşte alçakça bir provokasyon. Ama konsolosun resmi raporunda yer alan bu hadise karşı sında Fransa hükûmeti susar. Yazar Stephane Lausanne, bunu şöyle açıkıyor; “kat’iyyen duyurulmamış, gizli tutulmuştur.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:36:47
İNGİLİZ TÜCCARLAR FESAD ÇIKARIYORLAR

Cumartesi, 03 Aralık 2005
1525 senesinden itibaren, Akdeniz’deki İngiliz ticaret gemileri, Osmanlı limanlarındaki seyr-ü sefer ve ticareti, Osmanlı Devletinin Fransız gemilerine tanımış olduğu haklardan faydalanmak için Fransız bayrağı çekerek ve Fransa’ya vergi ödeyerek sürdürmekteydiler. Dolayısıyla kâraları da azalmaktaydı.  Bu sebeple, Fransızlar gibi müstakil imtiyaz elde edebil mek için Osmanlı Devleti nezdinde pek çok teşebüslerde bulundular. 1553’de Anthony Jenkinson ve 1579’da Edward Osborne, Richard Staper ve William Harborne adındaki tüccarlar imtiyaz alabildiler. Bu münferid imtiyazlar 1580’den itibaren Sultan III. Murad tarafından bütün İngiliz tüccarlarına teşmil edildi. Fakat İngilizler, kendilerine Osmanlı topraklarında ticaret imtiyazı, vergi indirimi gibi hakların verilmesien karşılık Osmanlı Devletine ihanet ettiler. Anadolu ve Rumeli’deki gayri müslim tebeayı develte karşı kışkırtmaya başladılar. Buna dair bir belge, Sultan I. Ahmed’in İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’e yazdığı mektuptur. Padişah, mektubunda Kraliçeye; gönderileceği bildirilen elçinin beklenenden ziyade itibar göreceği ve padişahın ihsanına mazhar olacağı belirtildikten sonra, bazı İngiliz tüccar ların Osmanlı memleketinde çeşitli fesadlar çıkardığı, dostluğa sığmayan bu gibi hareketlerde bulunanların gerektiği şekilde cezalandırılmasının gerektiği, bundan sonra gelecek olanların da benzeri tertiplere girişmemeleri için ikaz edilmeleri tavsiye edilmekteydi.İngilizlerin, ticari imtiyazlar elde etmeleri üzerinden daha 25 sene bile geçmeden Osmanlı Devleti tebeasını ifsad etmeye kalkışmaları ve buraya elecek olan tüccarların bizzat Kraliçe tarafından tesbit edilmiş olmaları göz önüne alınırsa, bu faaliyetlerin organize bir şekilde yürütüldüğü anlaşılır. Bunun yanında bu tüccarlar ile İngiliz elçilik mensupları, Osmanlı tekstil sektörü hakkında bir çeşit endüstri casusluğu da yapıyorlardı. Bilhassa bütün dünyada kalitesiyle bir numara olan Osmanlı kumaşlarının boyalarının hammaddeleri ve nasıl hazırlandığı, kumaş ların imalat safhaları gibi bilgiler gizlice İngiltere’ye gönderiliyordu. Bu yüzden 18. asırdan itibaren, Osmanlı teknolojisi ile imal edilen  İngiliz kumaşları, Avrupa’da en kaliteli kumaş olarak satılmaya başlandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:37:08
MEYYİTEZADE

Pazar, 04 Aralık 2005
Evliya Çelebi seyahatnamesinde şöyle bir hadise nakledilir:Kanuni Sultan Süleyman Han devrinde, 1552 senesinde Macaristan’daki Eğri kalesi üzerine bir sefer düzenlendir. Bu sefere katılacak olan Anadolu ve Rumeli Sipahilerine haber salındı. Bunlardan biri de Kasımpaşa’daki Sipahi birliklerinden birinin kumandanı olan Hüseyin Ağa idi. Yeni bir gazaya katılacağı için sevinçliydi, fakat geride bırakacağı hanımı hamile ve üstelik hasta idi. Kendisi yok iken ona kim bakacak ve çocuğuna kim sahip çıkacaktı. Sonunda ellerini semaya açtı ve:“Yâ İlâhî!.. Doğacak olan çocuğumu sana emanet ediyorum...” diye yalvardı. Şimdi içi rahattı. Hanımıyla helallaştı ve hemen kıtasına gitti. Nihayet sefer tamamlanmış, Gazi aylar sonra tekrar İstanbul’a dönmüştü. Hemen Kasımpaşa’daki evine gitti. Bu günlerde çoucğu dünyaya gelmiş olmalıydı. Kapıyı çaldı, fakat açan olmadı. Komşuları onu görünce yanına geldiler ve hanımının birkaç gü önce vefat ettiğini bildirdiler. Haüseyin Ağa, gözyaşlarına hakim olamadı ve “Allah taksiratını affetsin” kelimeleri ağzından döküldü. Sonra birden aklına geldi:“Ben giderken o hamileydi. Çocuğunu dünyaya getirdi mi?”“Hayır, o vaziyette iken defnedildi”“Ben onun karnındaki çocuğu Cenab-ı Hakk’a emanet etmiştim. Tez mezarını bana gösterin”O sırada duyanlar gelmiş, kalabalığın sayısı artmıştı. Birlikte Kasımpaşa Tersanesinin arkasındaki mezarlığa yürüdüler ve merhumenin kabrine vardılar. Gazi derhal eğilerek kulağını mezara dayadı. Ne duymayı umuyordu acaba?İşte inanılmaz hadise, mezardan boğuk bir ağlama sesi geliyordu. Hemen toprağı kazdılar ve birkaç dakika içinde merhumenin naaşına ulaştılar. Herkesin gözü hayrettten faltaşı gibi açılmıştı; bir bebek, annesinin memesine uzanmayı başarmış, onu emerek bu daki kaya kadar yaşamıştı. Gazi, ciğerparesini bağrına basmış, gözlerinden sicim gibi yaşlar boşanıyordu. O anda gaibden bir ses duydu;“Sen bize yalnızca çocuğu emanet ettin, eğer annesini de emanet etseydin, onu da sağ salim bulurdun”.
Aradan seneler geçti. Çocuk, mahallelinin ihtimamlarıyla büyüdü, okudu ve devrinin ulemasından oldu. Anasının vefatından sonra dünyaya geldiği için ona Osmanlı tarihinde “Meyyitezade” yani ölü kadının oğlu denildi. Nihayet 1612 senesinde 60 yaşlarında iken vefat eden Meyyitezade, Kasımpaşa’da annesini yanına defnedildi. Mezarı halkın en çok ziyaret ettiği kabirlerden idi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:37:25
KAYIĞA KARŞI ARABA 

Pazartesi, 05 Aralık 2005
Ahmed Vefik Paşa, Sultan Abdülaziz Han devrinde Osmanlı Devletinin Paris büyükelçisi dir. Fransa İmparatoru III. Napoléon’un saltanat arabasının eşini yaptırır ve Paris’de onunla dolaşır. Fakat ortalık alt üst olur. Arabayı görenler, “İmparator geliyor” diye elleri ayaklarına dolanır. Durumu kendisine anlatmağa cesaret edemezler, fakat İmparatora bildirirler. Saray dan, kendisine, nezaket icabı olarak bu arabayı kullanmaması rica edilir. Paşa cevabında:-Derhal!... Kullanmaktan hemen vazgeçerim. Ama bir şartım var. İstanbul’daki Fransız büyükelçisi, Boğaziçi’nde gezinti yapmak için Padişahımızın kayığının eşini yaptırmış, onunla caka satarmış. Sefirleri o kayığı kullanmaktan vazgeçsin, ben de bu arabaya binmeyeyim.”Bunun üzerine İstanbul’daki Fransız sefiri  bu nezaketsiz hareketinden hemen vazgeçer, Paşa da arabayı  sefaretin ahırına çektirir. Ahmed Vefik Paşa’nın diğer bir âlîcenab hareketi de şudur:1877 senesi. Sultan II. Abdülhamid Han henüz tahta çıkmıştı. Onu Padişahlığa getirenler, Meşrutiyeti ilan edip, Meclis-i Meb’sanı açmasını şart koşmuşlardı. Seçimler yapıldı ve ilk meclis açıldı. Fakat milletvekillerinin yarıdan fazlası Rum, Ermeni, Arnavut, Arab, Bulgar ve Acem gibi Türk olmayanlardandı. Meclis-i Meb’usanın açılış konuşmasını yapmak üzere Padişah kürsüye gelir. Bu sırada onun konuşmasına verilecek cevap hazırlanmaktadır. Şam milletvekili Nevfel Efendi, Erzurum milletvekili Ermeni Hamazap Efendi ile İstanbul Rum milletvekili Vasilaki Efendi ortak bir Anayasa değişikliği teklifi verirler. Önergede deniyordu ki;“Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirleyen madde değiştirilmeli ve Türkçe ile birlikte her bölgede konuşulan mahalli diller de (Rumca, Ermenice, Arapça, Kürtçe, Bulgarca gibi) resmi dil olarak kabul edilmelidir.”Meclis Başkanı Ahmed Vefik Paşa’dır. Kürsüden, daha o zaman devletin içine düşürülmek istendiği bu bölücülük karanlığı ortasına bir yıldırım gibi düşer ve kükrer:“Bu ne vicdansızlık ve ne vefasızlıktır!... Sizler hâlâ evinizde kendi dillerinizi konuşuyor ve yazıyorsanız, bu imkanı bu devletin âlicanaplığına borçlusunuz.  Eğer bu devlet isteseydi, yüzyıllar evvel dedelerinizi zorla Türk kültürü içinde eritirdi ve sizlerin de ana diliniz Türkçe olurdu. Teklifinizi geri almayın. Vermemiş olun. Ben de duymamış olayım!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:37:39
DÖRTYÜZ KESE ALTIN

Salı, 06 Aralık 2005
Öküz Mehmed Paşa, Ulukışla’nın bir aşireti olan “Oğuz” aşiretindendi. Fakat Türkmenler arasında  Oğuz kelimesi, Okuz olarak söylenir ve yazılırdı. Buna  nisbetle Mehmed Paşa’nın adı Okuz Mehmed Paşa olmasına rağmen, yazılırken yapılan bir hata ile Öküz olarak meşhur oldu. Sultan I. Ahmed’in damadıdır. Kızı Gevherhan Sultan ile evlenmiştir. Sadrazamlığı sırasında, bir sefer esnasında bir köyün civarında konaklamışlardı. Köylü nün hayvanları da orada otluyordu. Bir öküz Mehmed Paşa’nın yakınına kadar sokuldu. Tabii bütün paşalar gülüşmeye başladılar. Hatta içlerinden biri:“Paşam öküzle neler konuştunuz, size ne söyledi” diyerek espri yapmaya kalktı. Mehmed Paşa:“Evet öküzle biraz konuştuk. Bana dedi ki, sen de bizlerdensin, fakat bu eşeklerin arasında ne işin var, anlayamadım.” Mehmed Paşa’nın ilk vazifesi, Mısır Valiliğidir. Daha 27 yaşında iken Gevherhan Sultan ile evlenmiş ve hemen Mısır Valiliğine tayin edilmişti. Hatta padişah, kızına, kocasının önceden gidip yerleşmesinden sonra, arkadan kendisini gönderebileceğini söylemiş fakat Gevherhan Sultan, kocası nereye giderse onunla beraber olmak istediğini söylemişti. Paşa Mısır’a gelip makamına oturunca, onu tebrik etmeğe önce vergi tahsildarları geldi. El öpüp yanyana sıralandıktan sonra en yaşlıları geldi ve atlas keseler içinde bir sandık takdim etti. Mehmed Paşa bunun ne olduğunu sorunca:“Paşam, her tayin edilen valiye hediyemizdir. İçinde 400 kese altın vardır.”Mesele anlaşılır. Mısır’ın muazzam vergilerini toplayanlar, bunun mühim bir kısmını da kendilerine ayırıyorlar, bu duruma ses çıkarmamaları için de her gelen valiye rüşvet veriyorlar dı. Böylece halkı istedikleri gibi soyacaklardı. İşte o anda kıyamet koptu. Paşa yerinden fırladı ve salonu titreten bir sesle bağırdı:“Bre vicdansızlar, Bre reziller, Bre Allah’dan korkmazlar!... Sizlerde hiç mi ahlak kalma mıştır? Defolun!... Hepinizi azlettim.Sonra da beraberinde getirdiği Hasan Çavuş’u çağırdı ve:“Bu altın keselerini hazineye irad kaydet ve bu rezilleri de derhal sürgün et. Bir daha Mısır’a uğramasınlar!”Bundan sonra Mısır’dan İstanbul’a gönderilen vergiler misli misli arttı. Mısır halkı da rahat bir nefes aldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:37:54
AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ VE KAYSERİLİ HALİL PAŞA

Çarşamba, 07 Aralık 2005
1600 senelerinde Osmanlı tahtında, Sultan I. Ahmed bulunuyordu. Daha yaşı küçük olduğu için bunu fırsat bilen âsiler ve bazı eyalet valileri devlete isyan etmiş, Anadolu’da huzur ve sükun kalmamıştı. İşte bu sıralarda Padişah, Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerini sık sık ziyaret edip himmet ve dularını istiyordu. Padişahın bu zata olan muhabbeti sebebiyle bir çok asker ve devlet erkanı da ona talebe olmuşlardı. Bunlardan biri de Yeniçeri Ağalarından Kayserili Halil Ağa idi. Halil Ağa, Anadolu’da isyan çıkaran Celalilerden, Canbolatoğlu üzerine gönderilen askeri birlikte vazifeliydi. Onu çok seven hocası Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, bir mektup göndere rek müridini şu sözlerle teşyi ediyordu: “Canboladzâde-i bed-nihâd, nimet-i celile-i padişahî ile peşvereş bulmuşken, velinimeti ne âsî ve âk ve dahil-i zümre-i şikak ve nifak olmağın min canibillah dest-i kuvvet ve bazu-yu takat ve itibar-i şikeste olmuştur. Bila tereddüd üzerine varmanız ümmet-i Muhammed’e nâfi ve bunun hakkından gelinmek ırk-ı cümle-i ehl-i fesâdı kâtı’ olmak biiznillah melfuzdur.”Bu mektup Halil Ağa’ya ulaştığında seferin serdarı Kuyucu Murad Paşa, Celalilere karşı yapılacak cengi tehir etmişti. Ancak mektubu okuyan Halil Ağa, bunu Murad Paşa’ya iletti ve hemen eşkıyaya karşı hücuma kalkıp onları darmadağın ettiler.Daha sonra da Calalilerin elinde bulunan Haleb kalesini muhasara ettiler. Bu sırada yine Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinden askeri teşvik eden bir mektub geldi. Şevke gelen Osmanlı askeri kaleyi hemen zaptedip eşkıyayı ortadan kaldırdı. Halil Ağa daha sonra Paşalığa terfi ederek Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Her sefere çıkışından önce hocasını ziyaret eder ve dualarını alırdı. Malta üzerine yapılan sefer sırasında yine hocasından bir mektup geldi ve bir çok ganimetlerle geri döndü. Daha sonra Sadrazamlığa getirilen Halil Paşa, İran üzerine yapılan sefere serdar tayin edildi. Yine bu seferden önce de Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin elini öpüp dualarını aldı. Onunla beraber bütün vezirler, paşalar ve ağalar da gelerek mübarek zatın dualarını aldılar. Hüdayi hazretleri, tam atına bineceği sırada Halil Paşa’ya, sırtından çıkardığı hırkasını giydirdi. Bu seferden de Osmanlı ordusu büyük bir zaferle döndü. Tabii, evliyanın duasına mazhar olduğu için. Beyt:                Andan ider ehl-i Hüdâ kesb u feyz                Himmeti deryasına yok hadd ü gayzHalil Paşa 1628’de tekaüde ayrılınca hocasının deraghıda münzevi bir hayat sürdü. Ertesi sene de vefat etti ve hocasının türbesinin yanına defnedildi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:38:08
İRLANDA'DAN OSMANLI'YA ŞÜKRAN

Perşembe, 08 Aralık 2005
Ýrlanda’nýn baþkenti Dublin’e 70 mil uzaklýktaki þirin liman þehri Drogheda’da, 1997 Mayýs ayýnda, son derece manalý bir tören vardý. 150 sene önce Ýrlanda’yý kasýp kavuran kýtlýk sýrasýnda Osmanlý Devletinin yaptýðý nakdî ve aynî yardýmýn hatýrasýna hazýrlanmýþ þükran plaketinin asýlmasý münasebetiyle düzenlenmiþti. 1847 senesinde, 2 milyon insanýn göç etmesine ve ölmesine sebep olan açlýk ve kýtlýk fela keti sýrasýnda Osmanlý Sultaný Abdülmecid Han, Ýrlanda halkýna 10.000 Sterlin yardýmda bulunmak istediðini Ýngiltere Kraliçesi Victoria’ya bildirir. Ne var ki, Ýngiliz hakimiyeti altýndaki bu adaya sadece 1.000 sterlin vermeyi layýk gören kraliçe, Ýstanbul’daki Ýngiliz büyükelçisi vasýtasýyla Padiþahýn bu hareketini protesto eder ve neticede yardým 1.000 sterline iner. Sultan Abdülmecid bu defa tahýl ve erzak yüklü beþ gemiyi Ýrlanda’ya gönderir. Dublin limaný Ýngiliz ablukasý altýnda olduðundan bu gemiler 70 mil güneydeki Drogheda þehrine gelir ve yüklerini boþaltýrlar. Bu sayede Ýrlanda halký kýtlýktan kurtulur.Ýþte bu insani yardýmýn hatýrasýna Drogheda belediyesince yaptýrýlan þükran plaketi, 150 sene önce Osmanlý denizcilerinin misafir edildiði eski belediye sarayýnýn duvarýna çakýldý. Bu arada, Ýrlanda asilzadelerinin Osmanlý Padiþahýna gönderdikleri teþekkür mektubunun, Topkapý sarayýndaki aslýnýn bir kopyasý da buraya asýldý. Bu mektupta þöyle deniliyordu:“Aþaðýda imzasý bulunan biz Ýrlanda asilzadeleri, beyefendileri ve sakinleri, Majesteleri Padiþah Efendimiz tarafýndan acý çeken, kederli irlanda halkýna gösterilen cömert hayýrsever liðe ve ilgiye, en derin minnetlerimizi saygýyla takdim eder ve onlar adýna Majesteleri tarafýn dan Ýrlanda halkýnýn ihtiyaçlarýný karþýlamak ve acýlarýný dindirmek üzere cömertçe yapýlan 1.000 poundluk baðýþ için teþekkürlerimizi sunarýz.” 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:38:20
ŞEREF NİŞANI OLACAK ÇAMUR

Cuma, 09 Aralık 2005
Eylül 1902’de İran Şahı Muzafferüddin Kaçar Han, İstanbul’a resmi bir ziyarette bulunmuş tu. Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid Han, onun ikamet etmesi için Şale köşkünü inşa ettirmişti. İran tahtında, 1794’den beri Oğuz’ların bir kolu olan Kaçar hanedanı bulunmaktaydı ve Muzaferüddin Han Türklüğü ile gurur duyuyor, Osmanlıları kardeş biliyordu. Misafir hükümdar, bir gün Edirne’ye giderek, Osmanlı II. Ordusunun geçit töreninde hazır bulundu. Birliklerin geçecekleri yolda su birikintileri vardı. Topçu kumandanlarından Şükrü Paşa atını telaşla sürerek geldi ve selam verdi: “Huzur-ı Şehametpenahilerinden dörtnal ile geçecek olan sahra bataryalarının etrafa çamur sıçratmaları ihtimali vardır. Resm-i geçidi daha muhafazalı bir yerden temaşa buyurma nızı istirham ederim”Ancak bu ikaz, Şah’ın üzerinde hiç beklenmeyen bir tesir yaptı. Aksine, atını sürüp yol kenarına kadar geldi ve maiyeti de yanına toplanırken şöyle dedi:“İslam’ın şan ve şevketini Viyana kapılarına kadar götüren ve ilan eden bu kahraman Osmanlı ordusunun atlarının nallarından sıçrayacak çamuru ben, dünyanın en şerefli nişanı olarak iftiharla göğsümde taşırım”Ve tören bitene kadar gözünü Osmanlı askerinden bir lahza ayırmadan o noktada kaldı. 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:38:34
EZAN OKUYANA AĞAÇ

Cumartesi, 10 Aralık 2005
Kemal Paşazade Tarihinin 8. cildinde, Sultan II. Bayezid Han zamnında yaşanan şöyle bir hadiseyi nakleder:Draç kalesinin Venedikli muhafızları endişeli bir bekleyiş içerisindeydiler. Duymaktan kork tukları haber gecikmemiş, Elbasan Sancakbeyi Evrenosoğlu İsazade Mehmed Bey kumandasındaki Osmanlı akıncılarının yaklaştığını öğrendiler.Venedik, bu liman kalesine ayrı bir önem veriyordu. Zira onu kaybederse, Mora kıyıların dan olduğu gibi Arnavutluk’tan da tamamen sökülüp atılacak, sonunda Akdeniz’den silinecekti. O yüzden Draç’ı savunma tedbirlerine titizlik gösterilmiş, tahkimat hayli teferruatlı tutulmuştu Akıncılar beklenirken, kale içindeki Öğürdürce kilisesinden yanık bir ses duyuldu. Askerler ne olduğunu anlamamakla beraber, yüzlerini hemen oraya çevirdiler ve dikkat kesildiler. Hayır hayır... Bu ahenkli sesin kelimeleri İtalyanca değildi. Ama meseleyi kavramaları hiç de  güç olmadı: Henüz görmedikleri biri ezan okuyordu.Askerler, kılınçlarının kabzalarına el atıp hızla oraya seğirttiler. Ezan sesi, kilisenin önün deki servi ağacından gelmekteydi ve şüphesiz orada gizlenmiş bir Müsliman vardı. Ama nere de?.. Askerler, ağacın çevresini dolanmalarına, kılıçlarıyla sık dalları budamalarına, tepe nokta sına  kadar her yanını gözden geçirmelerine rağmen kimseyi bulamadılar. Ve sonunda “insani değil” hükmüne vararak geri döndüler. Döndüler ama, zaten bozuk olan moralleri sıfıra inmiş gibiydi. Çünkü görünmeyen bir kaynaktan gelen bu ezan sesini, elbette kendi lehlerine bir ilahi işaret olarak yorumlayamaz lardı. Anlaşılan o ki kaleyi ellerinde tutamayacaklardı. Nitekim tahminlerinde de yanılmadılar. Osmanlı akıncılarının savletlerine dayanamayan Draç kalesi 13 Ağustos 1502 günü teslim oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:38:48
BÜTÜN MÜLKİYETLER MUKADDESTİR

Pazar, 11 Aralık 2005
Sultan III. Mustafa zamanında topçuluğun ve donanmanın ıslahıyla görevli olarak Osmanlı devletine gelen Macar asıllı Fransız subayı Baron de Tott, “ Memoires sur les Turcs et Tartares” adlı eserinde, Kanuni Sultan Süleyman devrinde geçen ilgi çekici bir istimlak mesele sini nakleder:“Süleymaniye Camiinin yeri tesbit edildiğinde, inşaatın yapılacağı arsanın tam ortasında, evini hiçbir suretle satmak istemeyen bir yahudi vardı. Çok büyük paralar teklif edilmesine rağmen Yahudi, kararından vazgeçmiyordu.Önünde bütün dünya ordularının mağlup olduğu ve bütün imparatorların eğildiği muhteşem Süleyman’ın, o Yahudiyi idam ettirirken, evini de yerle bir etmesi beklenirdi. Ne mutlu, davalarını adaletin hükmüne bırkan ve çevresindekilerin yargılarına değer vermeyecek kadar büyük bir ruh taşıyan hükümdarlara!... İşte Sultan Süleyman da böyle bir insandı. Kanunu çağırmak için tahtından indi. Şeyhülislama yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bir adam, Allahü Teâlâ adına bir mabed inşa etmek istemektedir. Müslümanlar, böyle mukaddes bir iş için mülklerini satmaya seve seve razı oldular. Ancak bir Yahudi, bu teklifleri reddederek mülkünü satmıyor. Bu adam nasıl bir cezayı hak etmiştir?”Şeyhülislam cevabında:“Hiçbir cezayı hak etmemiştir. Zira kişler arasında fark olmaksızın, bütün mülkiyetler mukaddestir. Böylesine mukaddes bir kanununu çiğneyerek, Allahü Teâlâ adına bir mabed inşa etmek doğru olmaz”Kanun, çocuklarına, belki de ileride israf edilecek bir arsayı bırakmak isteyen Yahudi’nin arzusuna uygundu. Ancak Padişahlara tanınan bir hakka göre, ihtiyacı olan her evi kiralayabilir di. Bu yüzden, Yahudiyi ve mirasçılarını kapsayacak bir kontrat yapılması, mülkiyetin korunma sı ve ancak ondan sonra evin yıkılarak yerine camiin yapılması uygundu. Şeyhülislamın fetvası kelimesi kelimesine uygulandı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:39:01
TASI TARAĞI TOPLADIK

Pazartesi, 12 Aralık 2005
Vaktiyle İstanbul’da Abbas isminde yaşlı bir dilenci vardı. Bilhassa her sene Ramazan ayında dilendiği paralarla yüklü bir servete sahip olmuştu. Dilenciliğe yeni başlayan bir çingene genci, Abbas’ın namını duymuştu. Onu görüp, bu mesleğin püf noktalarını öğrenmek istiyordu. Nihayet bir Ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp, ardınca içeri daldı ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle dedi: -Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim. Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne türlü usül ve kaidesi var ise bilcümle öğrenmek isterim. Şu mübarek geceler hürmetine lutfediniz. Abbas cevap verdi:-Peki evlat öğreteyim. Dilenciliğin başlıca üç kuralı vardır, kulağına küpe olsun. Bir, her nerede olursa olsun istemeli. İki, her kimden olursa olsun istemeli ve üç, her ne olursa olsun istemeli. Yeni yetme dilenci hemen Abbas’ın elini öperek dedi ki:-Ustam, ben fakirim. Allah rızası için bir şey!Abbas şaşırdı:-Burası hamam bre! Burada dilencilik mi olur?-Her nerede olursa istemeli dedin ya usta!-İyi ama ben zaten senin kadar fakir bir dilenciyim.-Öyle ama ikinci kural istemek için adam seçmemek gerektiğini bildirmiyor muydu?-Fesübhanallah! Bu kurna başında ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarıda, paralarım evde. İşte ortada bir tasım, bir tarağım var.-Ustam kuralların üçüncüsü der ki: Her ne olursa olsun istemeli. Ben tasa tarağa da razıyım.Abbas şaşkın... Etraftan onları seyredenler hayrette. Genç dilenci tası tarağı aldı ve hamamdan çıkıp gitti. O günden sonra Abbas dilenciliğe tövbe etti ve soranlara da:-Tası tarağı toplattık! Gayrı bizden bu işler geçmiş, diye yakındı.İşte, “Tası tarağı toplamak” tabiri buradan kaldı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:39:15
FATİH DEVRİNDE MÜSLÜMANLARIN AHLAKI

Salı, 13 Aralık 2005
Osmanlı askerleri, İstanbul’un fethinden sonra bir hapishanede asil tavırlı iki yaşlı Bizanslı gördüler. Bunlar son Bizans imparatorunun haksız uygulamalarına karşı çıktıkları için hapse atılmış iki devlet adamı idi. Bu mahkûmları Fatih’in huzuruna getirdiler. Fatih onları özgürlüklerine kavuşturup, iltifatlar etti. Ayrıca Osmanlı ülkesini gezmelerini ve gördüklerini gelip kendisine rapor etmelerini istedi.Bizanslılar önce Bursa’ya gittiler. Çarşı pazarı dolaşıp halkın birbirlerine ve yabancılara karşı davranışını gözlemlediler. Baktılar ki, her tarafta saygı, sevgi, hoşgörü. Ezan okunduğu zaman dükkanları kapatmaya bile gerek görmeden halk camiye gidiyor. Hırsızlık, dolandırıcılık, yolsuzluk, kimsenin hatırına bile gelmiyor. Hayret içinde kaldılar. Oradan adalet mekanizmasının işleyişini görmek için mahkemeye gittiler. O gün mahkemede şöyle bir dava görülüyordu: “Adamın biri bir at satın almıştı. Eve geldiğinde yem yemediğini gördü. Eski sahibine iade etmek istediğinde satıcı, satmadan önce atın yediğini söyleyerek geri almamıştı. Alıcı mahkemeye gitti, ama kadıyı yerinde bulamadı. Mübaşire sorduğunda kadı’nın annesinin öldüğünü, bu yüzden bugün mahkemeye gelmeyeceğini öğrendi. Çaresiz evine döndü. O gece hayvanı öldü. Ertesi gün kadıya tekrar gidip durumu anlattığında, kadı dün neden gelmediğini sordu. Adam geldiğini ancak kendisini bulamadığını söyledi. Kadı bunun üzerine, ‘demek ki bu zarara ben sebep oldum’ dedi ve beygirin parasını cebinden ödedi.”Bizanslılar şaşkınlıkla olayı izlediler. Sonra da Bursa’dan Kütahya’ya gittiler. Kütahya halkının da Bursa halkı gibi ahlâki olgunluğa sahip olduğunu gördüler. Kütahya’da da mahkemeye gidip, bir davayı izlediler: “Adamın biri bir tarla satın almıştı. Tarlasını sürerken sabanının ucuna sert bir şey takıldı. Baktı ki bir küp altın. Pazarlığa dahil olmadığı için helal olmayacağı düşüncesiyle hemen tarlayı aldığı adama gidip altınları iade etmek istedi. Adam, altınların tarlanın yeni sahibinin kısmeti olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Olay mahkemeye intikal etti. Kadı altınları önce bulana, sonra tarlanın eski sahibine teklif etti. İkisi de kabul etmeyince birinin kızı ile ötekinin oğlunu evlendirdi ve düğün hediyesi olarak da altınları onlara verdi.”Bizanslılar bu durum karşısında bir kez daha hayretler içinde kaldılar. Oradan Konya’ya gittiler. Çarşı pazarda dolaşıp, burada da insanların birbirlerine davranışlarındaki güzel ahlâkı görüp hayran oldular. Konya’da da bir mahkemeye gittiler ve şöyle bir dava ile karşılaştılar: “Konyalı bir tüccar, İtalyan bir tüccara iki balya pamuk ipliği sipariş vermişti. O da maları gemiye teslim etmişti. Fakat gemi yolda fırtınaya yakalanıp battı. İplik sahibi parasını istedi. Konyalı malın eline geçmediğini söyleyerek parayı ödemedi. Bunun üzerine İtalyan Konya’ya gelip adamı mahkemeye verdi. Kadı, İtalyanın, malları Konyalıya teslim edilmek üzere gemiye yüklediğini, dolayısıyla malların Konyalının malı olduğunu, batarken de Konyalının malı olarak battığını söyledi ve parayı Konyalıdan tahsil etti.”Kararı dinleyen Bizanslılar hayret içinde heyecanlanarak İtalyanla birlikte tezahürat gösterdiler. Kadı onları sakinleştirdiyse de İtalyanı sakinleştirmeye muvaffak olamadı. Bunun üzerine kadı iplik sahibine, “sizin ülkenizde böyle bir dava için nasıl hüküm verilirdi?” diye sordu. O da, “hiçbir yabancı için böyle bir hüküm verilirmez?” dedi. Bunun üzerine kadı: “Eğer ülkenizde güneş doğar, yağmur yağar ve ot, sebze biterse siz çocuklarınıza ve hayvanlarınıza dua edin. Allah onların hürmetine sizi açlıktan öldürmüyor.” dedi ve adaletin her insanın hakkı olduğunu ilave etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:39:26
KÜÇÜK BİR ÇAMUR DENİZİ SULANDIRMAZ

Çarşamba, 14 Aralık 2005
Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud'a bir hediye sunmak istiyordu. Mürşidinin kendisin den bu hediyeyi kabul etmesi onu çok memnun edecekti. Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi. Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Evliyanın büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi. Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu. Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi'nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin evliyasından Abdülmecid Sivasî'ye gönderdi ve o da kabul etti. Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi'e sunduğu ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: "Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin" dedi. Aziz Mahmud Hüdayi'ye de "Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti" dediler. Şu cevabı verdi: "Onun için hiç bir mahzuru yoktur. Çünkü o öyle büyük bir ummandır ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:39:51
HERŞEY ASLINA ÇEKER

Perşembe, 15 Aralık 2005
Bir padişah Hızır (aleyhisselam)’ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı:"Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi. Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkar biriydi:"Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi. Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: “Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim." dedi. Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı. Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:-Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim? -Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.Bu sırada peyda olan, nurani bir çocuk, vezirin sözleri üzerine söyle dedi: “Küllü şeyin yerciu ila aslihi" Padişah ikinci vezirine sordu: -Bu adama ne ceza verelim? -Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.Biraz önce ansızın ortaya çıkan içocuk yine: "Küllü şeyin yerciu ila aslihi" dedi.Padişah üçüncü vezire sordu: -Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim? Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli. Nurani çocuk yine söze karıştı: -"Küllü şeyin yerciu ila asıhı"Bu defa padişah o çocuğa yöneldi: -Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? Çocuk cevap verdi: -Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir. Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:40:09
RAVZA-İ MUTAHARA MÜDAFİİ FAHREDDİN PAŞA

Cuma, 16 Aralık 2005
Birinci Dünya Harbinin başında, daha önceden İngiliz casusu Lawrwence’in kandırdığı ve Vehhabilerin tarafına geçen bedevi kabileleri, Arab yarımadasında isyanlar çıkarıyıorlardı. İlk isyanı, 3 Haziran 1916’da Medine civarındaki demiryolu ve telgraf hatlarını tahrip ederek başlattılar. 5-6 Haziran gecesi de karakollara saldırdılar, fakat Hicaz’daki Osmanlı kuvvetleri nin kumandanı Fahreddin Paşa’ nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. Fakat başlan gıçta sayıları 50.000’i bulan isyancılar, gün geçtikçe çoğalıyorlardı. Üstelik İngilizler’den devamlı silah ve para yardımı alıyorlardı. Buna karşılık Osmanlı askerinin mevcudu ise sadece 15.000 idi ve İstanbul’dan hiçbir yardım alamıyordu. Çünkü Osmanlı 7. Ordusu, Filistin, Irak ve Kanal cephelerinde İngilizlerle savaş halindeydi. Fahreddin Paşa, elindeki yetersiz kuvvetlerle, Medine’ye saldırmaya hazırlanan Vehhabileri, Bi’r-i Ali ve Bi’r-i Mâşî mevkilerinde mağlub etti.  Fakat hızla sayıları artan ve İngiliz desteği ile güçlenen asiler, 9 Haziran’da Cidde, 7 Temmuz’da Mekke, 22 Eylül’de Taif’i zaptetti ler. Böylece Fahreddin Paşa’nın müdafaa ettiği Medine dışındaki bütün Arabistan şehirleri isyancıların eline geçmiş oldu. Artık Medine her taraftan kuşatılmıştı. İşte bütün bu zor şartlar altında Medine tam 2 sene 7 ay düşmana dayandı. Bu arada Fahreddin Paşa, herhangi bir yağma ihtimaline karşı şehirdeki bütün Mukaddes Emanetleri İstanbul’a nakletmeye karar verdi. Bir komisyon kurularak tesbit edilen 30 parça Emanet-i Peygamberî, 2000 kişilik bir muhafız birliği refakatinde İstanbul’a doğru yola çıkarıldı. Bu son derece tehlikeli bir işti. Çünkü Filistin ve Şam civarında İngilizlerle savaş devam ediyordu ve her an düşman eline geçme ihtimali vardı. Fakat Emanetler, salimen İstanbul’a ulaştırılarak Topkapı Sarayına teslim edildi.Geçen bu zaman zarfında, Hicaz demiryolu ve telgraf hatları Vehhabi isyancıları tarafın dan tamamen tahrip edildiğinden, İstanbul ile hiçbir bağlantı kalmadı. Nihayet müttefikimiz olan Almanya’nın teslim olmasından sonra 30 Ekim 1918’ de Osmanlı Devleti de Mondros müta rekesi ile savaşa son verdi. Bu mütareke ile Arabistan İngiliz himayesine bırakılıyordu. İlk olarak Mekke Emiri Şerif Haydar, İngiliz hükûmeti adına buraya gelen Vehhabi emirine şehri teslim ederek ailesi ile birlikte şehri terketti. Fakat bunlardan Fahreddin Paşa hâlâ şehri müdafaaya devam ediyordu. Nihayet İngiliz subaylarının idaresindeki Vehhabi birlikleri Medine kalesini kuşattılar. Şehirde açlık ve susuzluk başlamıştı. Bu arada İstanbul’dan gelen bir subay İtilaf devletleriye mütareke imzalandığı ve Hicaz’ın da onlara teslim edileceği emrini Fahreddin Paşa’ya iletti. Fakat Paşa, “Ben burada dalgalanan Türk bayrağını kendi elimle indiremem. Mutlaka indirilecekse buraya başka bir kumandan tayin etsinler” dedi. , Fahreddin Paşa’nın bu sözü derhal İstanbul’a telgrafla bildirildi. İstanbul’daki işgal kuvvetleri kumandanlı ğı, henüz tahta çıkmış olan Sultan Vahidedin’e, Fahreddin Paşa’nın vazifeden alındığına dair bir emir yazdırdılar ve Adliye Nazırı Haydar Bey ile Medine’ye gönderdiler. Padişahın imzasını gören Paşa, derhal şehrin idaresini Haydar Bey’e bıraktı ve Ravza-i Mutahhara yanındaki bir medresede, daha önceden hazırlatmış olduğu bir odaya girdi. Herkes merakla ne olacağını bekliyordu. Onun maksadı, orada ölünceye kadar inzivaya çekilmek idi. Fakat kumandan vekili Necib Bey, İngiliz işgal kuvvetleri kumandanlığının emri üzerine birkaç asker gönderip, onu karargah daki çadırına getirtti. 10 Ocak 1919. Buraya gelen İngiliz askerleri Paşa’yı alarak savaş esiri sıfatıyla Mısır’a ve oradan da Malta’ya getirdiler. Böylece Mondros mütarekesinden sonra düşmana en son teslim olan şehrimiz Medine-i Münevvere oldu.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:40:23
BU DEVLETİN DEDİĞİ YAPILIR

Cumartesi, 17 Aralık 2005
Osmanlı Hükümdarı II. Bayezid Han haber alır ki, Venedik Doçu Gugliemo Monteferlo, sarayının tören salonunun azametli duvarına boydan boya, Müslümanlara ve Osmanlılara hakaret eden bir resim yaptırmış. Üstelik o cüce, haddini bilmeden bir de yazılar ilave etmiş. Misafirlerini bu salonda ağırlarken, Osmanlı’ya karşı küstaça sözler sarfedermiş.Hünkar, Veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa’yı çağırtır ve bir name-i hümayun yazdırır. Bir gök gürültüsünden farksız olan bu mektupta şöyle emreder:“Mâlûmum oldu ki, sarayının duvarına, hakkımızda bazı herzeler yazdırmışsın. Aramızda ki anlaşmaya riayet bir tarafa, hükümdarların en kuvvetlisi olan bana nezaketi de ihmal etmiş sin. Ol sebepten, bu namemi getiren Çavuşum, emanet sana verdikten gerû, heman o an ve kendisinin gözü önünde bu duvarı yıktıracaksın! Şayet ola ki ihmalin görüle, bilesin ki bizden sana acı bir azap dokuna!” Çavuş hemen yola çıkar ve Venedik sarayına vasıl olur. Sonrasını, o esnada orada bulunan Venedikli Papaz Giovanni Sereno’nun hatıralarından dinleyelim:Venedik Doçu bu mektubu okuyunca korkudan titremeye başlar ve hemen duvarcıları çağı rıp, resimler ve yazılar kazındıktan sonra, o ihtişamlı salonun yüksek duvarı yerle bir edilir. Bunları takip eden Osmanlı Çavuşuna, “Ne olur Padişahımızdan benim için özür dile de bize bir zararı dokunmasın” der. Çavuş ona:“Oldu İnşaallahü Teâlâ. Bundan sonra benzer bir densizlik yapmayacağına söz verdiğini Padişahımıza anlatacağım.” Sonra da, ne Doçu, ne de orada bu hadiseyi seyreden Venedikli asilzadeleri selamlamaya hacet görmeden arkasını dönüp gitti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:40:37
SEYDİ ALİ REİS

Pazar, 18 Aralık 2005
XVI. yüzyılın güçlü denizcilerinden olan Seydi Ali Reis, gençliğinde iyi bir öğrenim gördü. Denizcilik üzerine bilgileri küçük yaşta edinmişti. Arapça ve Farsça öğrenmiş, metematiğe, astronomiye ve fiziğe karşı büyük bir merak sarmıştı.Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. 1522 yılında Rodos seferine katılan Seydi Ali Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrinde bir çok deniz seferine çıktı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze Savaşı'ndan sonra adı daha çok duyulmaya başladı. Trablusgarp'ın fethi ile biten harekatta Kaptan-ı Derya Sinan Paşa ve Turgut Reis’in emrinde çalıştı. Basra'da, bir Osmanlı donanmasını Süveyş'e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edildi. Seydi Ali Reis 34 parçalık Portekiz donanması ile Güney Arabistan sahillerinde karşılaştı. Fırtınaya ve şiddetli düşman taarruzuna rağmen Demen kalesi önüne gelebildi. Burada karaya oturan üç gemiden sonra, elinde kalan altı gemiyle birlikte Güceret'in başkenti Ahmedabat'a gitti. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis, gemileri ve mühimmatı Güceret hâkimine satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı. Daha sonra karadan Hindistan, Afganistan, Türkistan, Azerbaycan ve İran yoluyla İstanbul’a geldi. Bu seyahati Mir’atü’l-Memâlik adıyla eser haline getirdi.1557 yılında İstanbul'a döndüğünde, mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar yüzünden suçlu görülmedi. Önce müteferrika yapıldı. Ardından Diyarbakır Tımar Defterdarı tayin edildi. Bir süre Şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı. Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu. Seydi Ali Reis, 1562 yılında İstanbul'da öldü.Seydi Ali Reis’in coğrafya, astronomi ve matematik alanında çeşitli eserleri vardır. Eserlerinden birisi Muhît, diğeri de Mir’atü’l-Kâinât adını taşır. Ayrıca Ali Kuşçu’nun astronomiye ait bir eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Seydi Ali Reis’in eserleri Avrupa’da da ilgi görmüş ve Almanca’ya çevrilmiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:40:55
YİRMİSEKİZ MEHMED ÇELEBİ VE PARİS'DE OPERA

Pazartesi, 19 Aralık 2005
Paris şehrine mahsus bir oyun varmış ki opera derlermiş, acayip sanatlar gösterirler miş, büyük toplantı olurmuş. Kibar-ı şehr varırlar ve vasi dahi ekseriya varıp kral dahi arasıra gelirmiş.Bir gün entrodüktör, mahut kral tarafından bir hento getirip tebeamızla bizi alıp gittik. Vasi'nin sarayına bitişik bir yere vardık. Ol mahall-i mahsus opera için yapılmış. Rütbelerine göre herkesin oturacak yeri var. Bizi kral oturduğu yere götürdüler. Kırmızı kadife ile döşenmişti. Vasi dahi gelmiş, yerine oturdu. Erkekler ve kadınlar ile dolmuştu ve yüzden fazla enva-ı saz hazırdı.Akşama bir saat vardı. Her taraf kapalı olmakla birkaç yüz balmumu yanmış ve billur avizelerde dahi hesapsız mumlar yanmıştı. Ol mahal ziyade özentili yapılıp cümle trapzanları ve amudları ve dört duvarı ve sakfı sırma işlemeli olup ve gelen hanımlar dibalara ve cevherlere müstağrak olup mumların şu'lesinden bir halet-feza parıltı zuhur etmiştir ki tabir olunamaz. Karşımızda sazendeler oturduğu mahalde bir münakkaş büyük perde asmışlardı. Tamam yerleştikten sonra nagah ol perde kalkıp arkasından bir büyük saray zuhur eyledi. Sarayda oyuncular libas-ı mahsuslarıyla ve yirmi kadar perinevker murassa libas ve fistanlarıyla meclise tekrar ışık saçıp sazlar dahi hep birden musikiye başladılar. Bir miktar raks olunup ondan sonra operaya başladılar. Bunun esası bir hikayeyi mücessem göstermek. Her hikayeyi bir kitap edip basmışlar. Cem'an otuz kitap olmuş. Her birinin adı var. Her mecliste bir hikayeyi henüz zuhur ediyor gibi gösterirler. Bizim olduğumuz mecliste bir padişah varmış, bir gayri padişahın kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş, amma kız dahi bir gayrı padişahın oğluna aşıkmış. Aralarında geçen sergüzeştleri aynıyla gösterdiler. Mesela, padişah, kızın bahçesine varacak oldu, gözümüzün önündeki saray bir anda gaib olup yerine bir bahçe zuhur etti ki, limon ve turunç ağaçlarıyla dopdoluydu. Bir vakit oldu ki tazarru ve niyat için kiliseye varacak oldu, ol bahçe yerine hemen bir büyük kilise zahir oldu. Türlü türlü sihirler gösterdiler ve gökten bulut ile adamlar indirip yerden adamlar uçurdular. Netice-i kelam ol kadar hayret-feza şeyler gösterdiler ki hele görülmedikçe itimat olunmayacaktır. Acaip ve garip temaşa olundu ve aşk hallerini bir rütbede izhar ve icra ederlerdi ki gerek padişahın gerek kızın gerek şeh-zadenin duruş ve davranışlarına bakıldıkça tab'a rikkat gelirdi.Bu operanın kibar-ı nastan bir mu'teber kimesne nazırı var. Çok masraflı bir sanat olmakla iradını dahi tatbik etmişler ve azim miri bağlamışlar. Vafir şey hasıl olurmuş ve şehrin havassından imiş. Üç saat kadar vakitte tamam olup hanemize gelip karar eyledik 
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:41:10
AMİN ALAYI 

Salı, 20 Aralık 2005
Osmanlı Devletinde 4-7 yaş arasındaki çocuklara “elif-ba” ve ahlak bilgilerinin öğretildiği ilk mektebe başlatılırken yapılan merasim. Bu merasimin bir kandil günü olmasına bilhassa dikkat edilirdi. Bu mümkün olmazsa, pazartesi veya perşembe günleri yapılırdı.Merasime bir gün önceden evin temizliğiyle başlanırdı. Ayrıca ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek, okula başlayacak çocuğa ve mahalledeki fakirlerin çocuklarına gerekli eşyaları alırlardı. Bundan başka aile yadigarı rahle de cilaya verilirdi.Amin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlık tamamlanınca ailece Eyüb Sultan’a gidilir ve burada dua edilirdi. Eve dönüldükten kısa bir süre sonra, okul çocukları ile ilahiciler gelirdi. Her okulun ayrı bir ilahicisi vardı. Semtte, amin alayı bir seyir vesilesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu. Mektebe gidecek çocuk, evinin kapısında göründüğü anda ilahiciler ilahi okumaya başlarlar ve ilahilerin uygun yerlerinde alayda hazır bulunan Aminciler de “amin! amin!” diye nakarat yaparlardı. İlahi sona erince mahallenin hocası duaya başlar, çevrede bulunanlar büyük bir huşu içinde, çömelerek duayı sessizce dinlerdi. Hocanın duası sona erince, ilahiler okunmaya başlanır, amin nidaları göğe yükselirdi. Bu sırada mahallenin bekçisi, çocuğu hazırlanmış olan midilliye bindirir, yedeğine geçer, okulun kalfası ve müzakerecisi de atın iki tarafına geçerek alay hareket ederdi.Amin alayı belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde giden, atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elif-bayı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun okulda oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu okula gidecek çocuk takib ederdi. Çocuğun arkasında okulun hocasıyla ilahiciler, aminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mekteb talebeleri gelirdi. Alayı çocuğun babası, davetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı.Yolda ilahiciler okumaya devam eder, aminciler de münasip yerlerde “amin” derlerdi. Bu topluluk sonunda okul kapısına varır; çocuk hemen içeri girmez burada zamanın padişahına dua edilir ve gülbank okunurdu. Gülbank’ı müteakip hoca tekrar dua eder, nihayet çocuğun bir elinden okul kalfası, diğer elinden de kapıcı tutar ve doğruca hocanın yanına çıkarlardı.Çocuk hocanın önüne geldiğinde elini öper, karşısında diz çökerdi. Bu arada, kalfa da elif-ba cüzünü rahleye açardı. Daha sonra hoca Besmele-i şerif’i takiben Elif harfini gösterir ve ilk dersini verirdi.Amin alayları eski devirlerde kısaca böyle olur ve çocuk ilk dersi bu şekilde alırdı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:41:30
OSMANLI'DA PEYGAMBER SEVGİSİ

Çarşamba, 21 Aralık 2005
Osmanlı'nın, temellerindeki en sağlam harçların başında, "Peygamber Sevgisi" gelmiştir. Osmanlı, Peygamber Efendimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun kutsal beldesine karşı, derin muhabbet, hürmet ve sadâkâtini büyük bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve devletinin en muhkem kâidelerinden biri hâline getirmiştir. Bu ruh, yedi iklim üç kıta demeden, asırlar boyunca Osmanlı'yı arkasından sürüklemiştir. İlâ-yı Kelimetullâh dâvâsı uğrunda fütuhatta bulunurken; Osmanlı'nın baş hedefleri arasında hiç kuşkusuz rızâyı bâriyi kazanmak kadar Peygamberimizin hoşnutluğuna mazhar olmak da vardı. Osmanlı Sultanları, hayatları boyunca gazâ meydanlarında hep bu ulvî gâyeyi gözetmiş ve bunun efsunuyla hârikalar sergilemişler dir. Hâl böyleyken, Peygamberimize hürmet ve muhabbet, soylu ceddimizin en mümeyyiz vasfı ve şiârı olma husûsiyetini kazanmıştır. Söz konusu asil duygularını her zaman ve mekân da açığa vurmayı; hattâ devlet çapında bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet bilmişler dir. Tarih, bunu îzah eden birbirinden muhteşem misâllerle doludur. Evvelâ, Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O'nun dâvâsını güttüğünden ötürü "Peygamber Ocağı" pâyesiyle onurlandırmış; neferini de "Mehmetçik" adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye"dir. Devletinin başka bir adını ise, Sultan Vahdeddin'in ifadesiyle, "Devlet-i Âliye-i Muhammediye" koymuştur.Fâtih'in Methedilen Büyük AşkıPeygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Osmanlı Hünkârlarının başında, belki de Fâtih Sultan Mehmed yer alır. Öyle olmasaydı, herhâlde asırlar öncesinden Peygamberimizin övgü ve müjdesine nâil olamazdı. O'na karşı târifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul'un Fethi'nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı'nı, O'nun güzel ismi "Muhammed"in Arapça yazılışına göre inşâ ettirmiştir. Fâtih'in, Peygamberimizin senâsına namzed olduğunu, fethin gerçekleşmesi için dile getirdiği, şu sözler ispatlamaya kâfidir: "Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!" Fâtih şu dörtlükte, aynı hissiyâtını daha bediî ifadelerle teşhir etmektedir: İmtisâl-i câhid u fillah olubdur niyyetim Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretim Ey Muhammed mu'cizât-ı Ahmed'i muhtar ileUmarım gâlib ola a'dâ-yı dine devletim.Yavuz'un Muhabbeti ve Mukaddes Emânetler:Peygamberimize sonsuz hürmet ve muhabbetiyle kendini en çok belli edip, velâyet mertebesine yükselerek bunu âşikâr kılan pâdişahlardan biri de, Yavuz Sultan Selim'dir. Yavuz Sultan; "Allah rızâsı için tüm dünyayı fethetmek istiyorum!" idealiyle, askerlerini gazâ meydan larında âdetâ bir "Peygamber Ordusu" gibi sevk ve idâre etmiştir. Fütuhatlarda, Peygamberin rızâsını aramasaydı; herhalde O'nun Halîfesi olma lütfuna erişemezdi. Bunu, çarpıcı ve anlamlı bir biçimde gösteren şey, Yavuz'un şu manzum sözü olsa gerek: "Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhatâ Dergâhından ilticâ eyler atâ el meded ey mâden-i nur-i Hudâ." Resûlullah'a beslediği eşsiz ve sınırsız sevginin; O'na ve O'nun beldesine târifsiz bir hürmete dönüştüğünü ise, Yavuz'un şu tarihî hitâbı âdetâ şâhikalaştırmıştır: "Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil; hâdimiyiz!" Gerçekten de, Yavuz'un sözlerinde mânâsını bulan bu hakîkati, Osmanlı; kutsal topraklara sancak asmaktan ve vâli adı altında idâreci göndermekten hayâ edip, atadığı kişilere "Medine Muhafızı" ünvanını vererek, kuru bir söz olmaktan kurtarıp fiiliyâta dökmüştür. Diğer taraftan Yavuz, O'ndan ümmetine yâdigâr kalan; hiçbir kıymetle ölçülemeyecek kadar paha biçilmez olan "Mukaddes Emânetleri", Topkapı Sarayı'na getirip, Hırka-i Saâdet Dairesi'ne koymakla, bizi şereflerin en yücesiyle müftehir yapmıştır. Yavuz'un şahsında ecdâdımız, Mukaddes Emânetlere verdiği emsâlsiz değeri; onları dünyadaki hiçbir eşyaya nasip olmayacak ölçüde, tonlarca ağırlıktaki birbirinden kıymetli mücevheratla süsleyip mahfaza altına almakla ve önünde, kırk hâfıza durmaksızın, asırlardır nöbetleşe Kur'ân tilâvet ettirmekle, mutlak sûrette göstermiştir.            Kanuni'ye Resûlullah'ın Emri: Cihan hükümdarı Kanuni'nin, Efendimize muhabbet ve bağlılığı da, ceddininkilerden aşağı kalır değildi. Kanuni, bunu şu altın sözlerle billurlaştırmıştır:Allah Allah diyelim sancağ-ı şâhı çekelimYürüyüp her yandan şarka sipâhi çekelim.Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u ÖmerEy muhibbî yürüyüp şarka sipâhi çekelim.Öyle ki, Osmanlı klasik eserlerinde, Kanuni'nin rüyâsında Hazreti Peygamberi gördüğü ve kendisine şöyle emrettiği nakledilmektedir: "Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da benim şehrimi îmâr edesin!"I. Ahmed'in Başındaki Sorguç:Sultan I. Ahmed'in, dillere destan fiîli sevgisi ve muhabbet yüklü ifadeleri ise, asırlardır baş tâcı edilmeye; sitâyişle yâd edilmeye değer ölçüdedir. Sultan Ahmed, akıllara durgunluk ve hayret verecek bir güzel davranışta bulunmuştur: Sarığına taktırdığı sorgucun içine, Peygamberimizin ayak izinin resmini koydurmuş ve üzerine de şu muhteşem dörtlüğü yazdırmıştır:N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim         Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasul'ün.         Gül-i gülizâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir         Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün."I.Ahmed, başka bir dörtlüğünde, kalbindeki muâllâ sevgiyi, Gönüller Sultanı'na, şu derunî mânâlarla arz etmişti: Zât'ı pâk-i Mustafa'ya âşıkımCan ile fahrü'l verâya âşıkım.Muksim-i feyz-i nevâdır ol şerifMenbâ-i cud ü atâye âşıkım.II. Abdülhamid'in Hassasiyeti:Hazreti Peygambere ve O'nun dâvâsına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan II. Abdülhamid'dir. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan ta'zim ve muhabbetini, O'nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslâm Birliği gâyesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır. Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesâfeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Demiryolu yapımının Medine'ye ulaştığı esnâda, Sultan'ın verdiği şu çok özel tâlimat; onun, Ehl-i Beyt'in şahsında Hazreti Peygamber'e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: "Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehli Beyt'in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!."Hürmetin Sembolü: Nâkibü'l Eşraflık: Devlet-i Âli, Fahri Kâinat Efendimiz ve O'nun kutlu soyu Ehl-i Beyt'e, hürmet ve hizmetini, mües-seseler kurarak da fiîlen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dâhilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şerifleri (Hz. Hasan) tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak "Nâkibü'l Eşraflık" müessesesi ihdâs etmiş ve başına da Âl-i Beyt'e mensup "Nâkibü'l Eşraf" isimli bir memur atamıştır. Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyaz larla, topraklarımızda dağınık hâlde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır. Osmanlı, Nâkibü'l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri girmiştir ki, bâzı pâdişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merâsimlerinde onlara, kılıç dâhi kuşattırmıştır. Meselâ, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa'ya, Şeyhülislâm ile beraber Nâkibü'l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nâkibü'l Eşraf bağlılığını arzedip duâ etmiştir. Savaşlarda ise, pâdişahla beraber Nâkibü'l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazreti Peygamber'in sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif'in İstanbul'dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nâkibü'l Eşraf ile mâiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salavat getiriyorlardı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:41:45
ÂLİM SADRAZAM FÂZIL MUSTAFA PAŞA

Perşembe, 22 Aralık 2005
Haziran 1680’de vezir olan Fâzıl Mustafa Paşa, 1683’te Niğbolu sancağı da verilmek sûretiyle Silistre (Özü) vâlisi ve Lehistan serdarı oldu. Lâkin veziriâzam Kara Mustafa Paşanın katli üzerine bu da gözden düşerek aynı yıl serdarlıktan azlolunup, emekli edildi. Kendisine Azaz ve Kilis sancakları arpalık olarak verildi. 1684 sonlarında Sakız muhâfızlığına gönderilen Mustafa Paşa, 1686’da Boğaz muhâfızı olup, kapıkulu ocaklarının cephede isyânı ve İstanbul’a hareketleri sırasında sadâret kaymakamlığıyle İstanbul’a dâvet olundu (1687). Bu sırada pâdi şah bulunan Sultan Dördüncü Mehmed Hana karşı orduda bir isyan hareketi meydana gelmişti. Bu isyan ateşinin önüne geçilemediğinden, ordu daha İstanbul a girmeden alınan tedbirlerle Dördüncü Mehmed Han hal edilip yerine kardeşi İkinci Süleymân Han pâdişah yapıldı. Bu sırada veziriâzam olan Siyavuş Paşanın katline kadar, işler kayınbirâderi olan Fâzıl Mustafa Paşanın elindeydi.O, yeniçerilerin zorbalıklarına son verilmesi için veziriâzamı sıkıştırıyordu. Bunu bilen yeniçeriler veziriâzamı ölümle tehdid ederek onu Boğaz muhâfızlığı ile İstanbul’dan çıkarttılar. Hattâ katli için Şeyhülislâmdan fetvâ dahî istediler, ancak alamadılar.Bu sırada Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulması için çâreler arayan Sultan İkinci Süleymân, Şeyhülislâmın tavsiyesiyle 1689’da Fâzıl Mustafa Paşayı veziriâzamlığa getirdi.Veziriâzamlığı zamânında önemli işler yapan Mustafa Paşa, ilk iş olarak bâzı vergileri kaldırdı.Yeniçeri ağalığına getirdiği Eginli Haseki Mehmed Ağa vâsıtasıyla yeniçeri ocağını ıslah edip,maaşlardan epey tasarruf etti. Bir kış boyu gerekli tedbirleri aldıktan sonra, Rumeli’yi Avusturyalılardan kurtararak Belgrad’ı geri aldığı gibi, düşmanı Tuna ve Sava’nın ötesine attı. 1691’de düzenlediği seferde Macaristan topraklarında Slankamen mevkiindeki muhârebede şehid düştü, ancak cesedi bulunamadı. 55 yaşında şehid olan Mustafa Paşanın veziriâzamlığı iki sene üç ay sürdü. Avusturya’ya düzenlediği ikinci seferi esnâsında Sultan İkinci Süleymân vefât edip,  yerine kardeşi Sultan İkinci Ahmed Han pâdişah olmuştu.Fâzıl Mustafa Paşa, açık sözlü, riyâdan hoşlanmayan bir insandı. Cesur, atılgan ve son derece cömertti. İdâreyi ele alır almaz, hükûmeti ve orduyu işe yaramayanlardan der hal temizlemiş, Rumeli’de gayri müslimlerin yer yer ayaklanıp düşmana yardım etmelerinin sebebinin vergiler olduğunu görerek, onları hafifletmiş, ticârete serbesti vermiş ve bu sâyede dâhilî asâyişi temin eylemiştir.İlme son derece düşkün olan Fâzıl Mustafa Paşa, ulemâya çok rağbet eder, fırsat buldukça da ilimle meşgul olurdu. Hadis ilminde ihtisas sâhibiydi. Konağı yanına yaptırmış olduğu kütüphâneden birçok âlim ve muhaddisler istifâde ederlerdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:42:02
SULTAN II. MURAD'IN OĞLU II. MEHMED'E ÖĞÜTLERİ

Cuma, 23 Aralık 2005
"-Ey benim sevgili oğlum!İnsan oğlunun her birinde, başkalarıyla çeşitli münasebetler kurmaya yarayan normal bir akıl bulunmalıdır. İşte bu akıl, bütün saadet ve mutluluğun tükenmez kaynağıdır.Bir de, kendilerine Allah tarafından bu normal aklın verildiği kimseler vardır. Bunların hiçbir vakit ne çocukluk, ne gençlik, ne olgunluk, ne de ihtiyarlık çağlarında her hangi bir şeyden ne olumlu ne de olumsuz yönde etkilenmedikleri görülür. Hayatlarında sadece keder ve acının bir gevşeme ve bir tembellik bıraktığı sanılır.Ve bunlar kendi hayatlarının gençlik, yaşlılık gibi hemen her devresinde, keder ve ıstırap tan kurtulamadıkları için huzura kavuşamazlar.Hayata doyum olmaz, az veya çok olması, onun kıymetini azaltmaz.Bir meyve ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir.Bunun gibi insanların da gün görmüş, tecrübeler geçirmiş olanları her zaman tercihe şayandır. Gençlik çağında duyulan zevk ve sefayı, ben uyuz hastalığına yakalanmaya benzetirim. Bu hastalığa tutulan, ancak kaşındığı zaman rahata kavuşur.Tabii ki böyle bir kaşınma sonunda, daha da kötü bir duruma düşer. Kişioğlu gençlik yıllarında işlediği kabahatları da, genellikle düşünüp taşınmadan işler. Fakat sonraları bunları hatırlayınca, bu suçlar kişinin kalbine hançer gibi saplanır ve kişinin canını sıkarlar.Gençliklerinde, doğru ve iyi yolda gidenler bunun karşılığı olarak, yaşlılıklarında hürmet ve ikram görürlerGüçlü ve kuvvetli olmak iyidir. Fakat kuvvet aklın emrine verilmelidir.Âlemlerin yaratıcısı olan Yüce Allah, insanoğlunu bu dünyaya daimî yaşamak için göndermemiş, hayatın bitiminde ölümü tatmasını da istemiştir.Yüce Allah, insanoğluna bu dünyada, belli bir nefes ve rızık takdir etmiştir. Kimse ondan fazlasını alamaz.Beni böyle sapasağlam olarak ihtiyarlığa ulaştıran iki şeyi iyice tecrübe etmiş ve bir âdet haline getirmişimdir. Bunlardan biri az yemek; diğeriyse yediklerimi sindirmek için gezip dolaşmaktır. Şunu da iyi bilmeni isterim:Bu dünyada üç türlü insan vardır, biri; akıl ve fikirleriyle yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen, hiç bir anormallikleri olmayan kişilerdir. İkincisi; yolların doğru veya eğri olduğunu bilmekten uzak olan kimselerdir. Ama bu duruma kendi istekleriyle değil, çevre etkisiyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde kabul eder ve söz dinlerler.Üçüncüleri ise; ne kendileri bir şeyden haberdardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. Bunlar diğerlerinden daha zavallıdır.Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa sevinirim. İkinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dahil olmayasın. Onlar ne Allah'a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.
Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman Yüce Allah da senin iyiliğini arzular. Her şey Allah'ın malumudur. Her şey sadece O'nun (Allah Teâlâ) tarafından bilinebilir."
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:42:16
HZ PEYGAMBER'IN SELÂMI

Pazar, 25 Aralık 2005
Sultan III. Osman'ın sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi. Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti. Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi. Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuş sunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:42:28
DOĞRU YOLDAN AYRILMAMAK

Salı, 27 Aralık 2005
Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, padişaha çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi. Padişah da adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi. Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü. Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyledi. Padişah, adama sordu: - Şehirde ne gördün, neye şahit oldun? O gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verdi. -Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum. Padişah, bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı: -İşte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:42:41
TERBİYE YARATILIŞA BAĞLIDIR

Çarşamba, 28 Aralık 2005
v Hükümdarlardan biri vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu: - Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle, sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor. Vezir aynı görüşte değildi: - Hükümdarım hocanın elinde mucize yok. Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine, olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı değiştirilemez Terbiye yaratılışa tabidir. Hükümdar aksi görüşteydi. Terbiye ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu. Bunu isbat etmek için bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi. Bu eğlence sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer aldı. Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları düşünmüyorlardı. Hükümdar vezire bu kedileri göstererek: - Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü yetiyor, dedi. Vezir karşılık vermedi. Olumlu, olumsuz bir şey söylemedi. Yeni bir eğlence gecesini bekledi. Bir başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare getirdi. Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverdi. Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine takıldılar. Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlandı. Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu. Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü. Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla şöyle dedi: - Gördünüz mü padişahım terbiye yaratılışa tabidir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:42:53
DARI EKMEK 

Perşembe, 29 Aralık 2005
Padişahlardan biri maiyetiyle birlikte bir gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. İhtiyara uzaktan seslendi:- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin. İhtiyar cevap verdi: - Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer. Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti. İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı: - Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi. Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti. Yaşlı köylü sıradan biri değildi. Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi: - Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi. Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı: -Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:43:07
YAVUZ ve MUHYİDDİN ARABİ

Cuma, 30 Aralık 2005
Yavuz Sultan Selim, 24 Ağustos, 1516 tarihinde “Mercidâbık” savaşını kazandıktan sonra Haleb’e girmiş, iki hafta sonra da oradan ayrılıp Eylül ayı sonunda Şam’a ulaşmıştı. Buradan Mısır’a geçmeden önce de 15 Aralık’a kadar Şam’da kalmıştı. Yavuz Şam’da kaldığı sıralarda, Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin (v.638/ 1240) bir kitabında geçen “Sin Şin’a girince Mim’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki bir ifadeyi, büyük alim Kemal Paşazade ile birlikte incelemişlerdi. Burada “Sin”in Selim’e, “Şin”ın Şam’a, “Mim”in de Muhyiddin’e işaret olduğu kanatine varılmıştı. Yavuz Selim, Şam ve civarında bazı İslâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret ediyordu. Çok saygı duyduğu Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin yeri ise hiç kimse tarafından bilinmiyordu. Çünkü asırlar önce, eserlerini yanlış anlayıp karşı çıkan bazı Suriye alimlerinin de etkisiyle kabri harabeye çevrilip kaybolmuştu. Yavuz Selim, bir gece rüyasında Muhyiddin Arabî Hazretleri’ni kendisine şöyle derken görür: “Ya Selim! Senin gelmeni beklerdim. Safa geldin, hoş geldin. Mısır gazanı sana müjdelerim. Sabahleyin bir siyah ata bin. O seni bana götürür. Beni hâk-i mezelleten (horluk topragından) kaldır. Bana bir türbe, bir cami ve imaret yapıver. Yürü işin rastgele, Mısır fethi müyesser ola!”Yavuz sabahleyin bir siyah ata biner. At gider, Salihiyye Mahallesi’nde bir çöplükte durup eşinmeye başlar. Orası açılınca büyükçe bir taş çıkar. Üzerinde Arapça olarak “bu Muhyiddin’in kabridir” yazısı görülür. Yavuz Selim orayı temizleterek kabri ortaya çıkarır. Yavuz, 22 Ocak 1517 tarihindeki Ridâniye Savaşı ve Mısır’ın fethinden dokuz ay kadar sonra, ekim ayında tekrar Şam’a gelir ve dört aydan fazla kalır. Bu süre içinde Şeyh’in kabrine türbe, yanına ise bir cami ve aşevi yaptırır. İlk cuma namazıyla da açılışını yapar. (5 Şubat 1518)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:43:21
FATİH SULTAN MEHMET VE HÜNER SAHİPLERİ

Cumartesi, 31 Aralık 2005
Fatih Sultan Mehmet Han hangi ülkede bir hüner sahibi, bir sanatçı olduğunu işitse, hemen davet ederdi. İstanbul'a gelen bu maharetli insanları en mükemmel şekilde ağırlar, kendilerine makam verip ihsanda bulunurdu.Bu yüzden Müslüman, Hıristiyan, dindar, dinsiz her taifeden insan İstanbul'a toplanmıştı. O furyada Acem diyarından Habilî, Kabilî ve Hamidî namında şairler gelmiş ve Fatih'ten büyük bağışlar almışlardı. Bunlarla birlikte, zamanın Sokrat'ı sayılan bir Yahudi doktor ve adı Dozri olan bir Frenk ressam da bulunuyordu. Hasılı, bunların hepsi Padişah Hazretleri’nin yüce saltanatına yakın olup kabul görmüşler, iltifatlara mazhar olmuşlardı. Fatih'in bu iltifatlarına daha fazla dayanamayan nedimelerinden 'Çatladı' lakaplısı bir gün şikayet yollu şu beyiti yazıp padişaha arz eder:“Ger dilersen şah eşiğinde olasın muhteremYa yahudi gel bu mülke, ya firenk ol, ya acem Adını ko Habili ve Kabili ve HamidiDozrılıktan olma gafil, marifetten urma dem.”Bu mısraları bugünkü dile şöyle aktaralım: “Eğer şah eşiğinde hürmet görmek istiyorsan / Bu ülkeye ya yahudi olarak gel, ya batılı ol, ya da iranlı / Adını ya Habilî, ya Kabilî, ya da Hamidî koy / Dozri olmayı da unutma, ama sakın bilgiden bahsedeyim deme.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:43:36
OSMANLI'DA TÖREN

Pazar, 01 Ocak 2006
Osmanlıda dini bayramlarda yapılan merasimlerin dışında bir çok kutlamalar yapılır ve bu kutlamalara da 'alay' adı verilirdi. Saray erkânının halkla kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halk tarafından büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu. Halkın da coşku ile katıldığı bu alaylarda bakın hangi kutlamalar yapılırmış.Hırka-i Saadet Alayı: Her yıl Ramazan ayının onbeşinci günü bütün devlet erkânı Ayasofya'da şeyhülislam ile namaz kıldıktan sonra saraya gelirler ve arz odasında toplanırlar dı. padişah ve saray erkânının da katılmasıyla Hz. Peygamber (A.S.)’ın mübarek hırkalarının muhafaza edildiği Hırka-i Saadet odasına gidilirdi. Yedi bohçaya sarılı altından yapılmış sandık padişah tarafından açılırdı. Bu sırada hafızlar Kuran-ı Kerim okumaya başlarlardı. İlk önce Padişah, daha sonra işaret ettiği kişiler hırkaya yüzlerini sürerlerdi. Ayrıca valide sultanın öncülüğünde harem halkı da ziyaretlerini yapardı. Ziyaretler bitince sanduka bizzat padişah tarafından kilitlenirdi. Amin Alayı: 4 ilâ 7 yaşlarında çocukların, elifbâ ve namaz surelerinin öğretildiği mahalle mekteplerine başlarken yapılan kutlamalardı. Mahalle mekteplerine yılın her gününde talebe kabul edildiğinden bu kutlamalar sıkça yapılır ve ekseriyetle kandil günlerine denk getirilirdi. Okula başlayacak çocuk önce Eyüp Sultan’a götürülür ve dua edilirdi. Daha sonra ilahiler eşliğinde okuluna gelen çocuk, hocasının elini öper ve ilk dersini alırdı.Kılıç Alayı: Tahta yeni çıkan padişahlar, biat töreninin ardından kılıç kuşanırlardı. Kılıç kuşanma Osmanlı’da kanun olduğundan, bu gelenek son padişaha kadar devam etmiştir. Bu törenler farklı mekânlarda yapılır ve farklı kılıçlar kuşanılırdı. Bazı padişahlar Peygamber Efendimiz’in kılıcını kuşanırken, bazıları Hz. Ömer veya Hz. Halid b. Velid'in kılıcını kuşanırlardı. IV. Murad, hem Peygamberimiz hem de Yavuz Sultan Selim'in kılıcını kuşanmıştır.Surre Alayı: Surre, Arapça para kesesi anlamına gelir. Mekke ve Medine’ye para gönderilir ken düzenlenen merasime de Surre Alayı adı verilmiş. Surre gönderilmesi Abbasiler zamanın da başlamış, Osmanlı'nın son dönemlerine kadar devam etmiş. Surre alayı, her yıl hac mevsimi gelmeden önce yola çıkarılırdı. Gönderilecek paralar sağlam meşin keselere konulur, ağızları mühürlenerek bir deveye yüklenirdi. Surre devesi en gösterişlisinden seçilir ve süslenirdi. Surre emini, emaneti yerli yerince dağıttıktan sonra hac görevini yerine getirir ve İstanbul'a dönerdi.Gelin Alayı: Padişah kızlarının, kızkardeşlerinin ve saltanat hanedanına mensup sultanların evlenmeleri münasebetiyle yapılan merasimlerdir. Hanedana mensup sultanlar devlet erkânıyla veya tanınmış ailelerin çocuklarıyla evlendirilirdi. Nikahları şeyhülislam tarafından kıyılırdı. Gelin alayına sadrazam, vezirler ve diğer devlet erkânı katılırdı. Gelin, hanedana mahsus atlı araba ile kocasının konağına gider ve damat tarafından kızlarağasıyla birlikte karşılanırdı. Damadın konağında tüm misafirlere ziyafetler çekilirdi.Beşik Alayı: Doğan padişah çocukları için hazine kethüdası tarafından süslü beşik hazırlanır ve harem kapısında kızlarağasına teslim edilirdi. Doğum, hazırlanan özel belgeler ile sadrazama ve devlet erkânına bildirilirdi. Asıl merasim doğum tebriklerinin kabulü için davetlilerin saraya gelmesi ile başlar, kurbanlar kesilir, eğlenceler tertip edilirdi.Baklava Alayı: Türk mutfağının baş tatlısı olan baklavanın Osmanlı sarayında önemli yeri vardı. Ramazan’ın onbeşinci günü Hırka-i Saadet ziyaretinden sonra, devlet büyükleri ile birlik te yeniçerilere de baklava ikram edilirdi. Dağıtılacak baklava, on yeniçeriye bir tepsi olarak hesap edilirdi. Önce silahtar ağa adamları ile gelir ve padişahın hakkı olan iki tepsi baklavayı alırdı. Daha sonra yeniçeri erleri kendilerine ait tepsileri alarak kışlalarına doğru şenlik, şamata ve ilahilerle yürürlerdi. Bu, İstanbul halkının hiç kaçırmadığı eğlencelerden biriydi
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:43:57
SARIKAMIŞ'I BİLİR MİSİNİZ?

Pazartesi, 02 Ocak 2006
Tarihimiz ihtişamlı zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündüğümüz kadar, yaşadığımız hezimetlerden de dersler çıkarmak zorundayız. Bunu yapmadığımız sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamlı olabilir?Facialardan söz ederken, Sarıkamış’ı özellikle dikkate almamız gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000’e yakın yiğidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kurşun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kişisel ihtirası uğruna...İhtiras... Bu kavramı iyi düşünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu ateşle yakıp kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor.Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakın: “Beni Napolyon’a benzetmişlerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.” Tarih, 16 Aralık 1914. Soğuk bir kış günü. Talebesi öğretmenini azarlamaktadır: “Hatalı davrandınız! Başarılı olamadınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış’ta yok edeceksiniz!”Cephelerin ve harp okulunun emektar komutanı Hasan İzzet Paşa, küstahlaşan öğrencisine pervasızca cevap verir: “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz.”Her verdiği emrin hemen yerine getirilmesine alışkın padişah damadı ve orduların başkomutan vekili 34 yaşındaki Enver Paşa, asabileşerek şu tehdidi savurur: “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!” Bir facianın eşiğinde, Hasan İzzet Paşa istifa ederek ordudaki görevinden ayrılır.Çok geçmeden, tarihler 21 aralığı gösterirken, tarihe “Sarıkamış Faciası” olarak geçen harekât başlatılır. 125 bine yakın iman abidesi insan, kış kıyamette paltosuz, postalsız, gömlekle, çarıkla cehennemî tipinin ortasına sürülürler. O günlere şahit olan bir askerin mektubu, facianın küçük bir boyutunu günümüze şöyle taşır:“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekraren takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdele di. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını ataca ğımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumamandan Paşa Hazretleri’ nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyret tiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”Iğdırlı Ali Çavuş yazlık giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazıp İstanbul’dan gelecek olan kışlık giysileri beklerken, Karadeniz’de başka bir facia yaşanıyordu. Ruslar Osmanlı ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüşlerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Paşa, ihtiraslarına mağlup olarak bütün birliklere şu mesajı çeker: “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.”Böylece “Turan Fatihi”, “Sarıkamış Fatihi” olma uğruna, binlerce insan dehşetli bir can pazarına sürülür.Koca bir cihan devleti olan Osmanlı, şahsi ihtiraslar uğruna böylesine yanlış kararlarla askeri harekâta girme aşamasına nas??l gelmişti?Sultan Abdülhamid Han’ın bir entrika sonucunda darbe ile tahtından uzaklaştıran İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa’da esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanların yanında yer alırlar. Sultan Abdülhamid Han’ın Avrupa’da yıllarca emek vererek sağladığı dengeler bir anda alt üst olur ve İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik yarışından pay kapmak isteyen Almanya’ nın aleti oluruz. Almanlar, Fransız ve İngilizlerin yanında yer alan Ruslara karşı Osmanlı askeri ni kullanarak batı cephesinde rahatlamanın plânlarını yapmaktadırlar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettiği Osmanlı neferleri kullanılır. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkarı olmayan Osmanlı, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir.Darbe ile iktidara gelmiş, ayak oyunlarıyla rütbe almış ittihatçı subaylar, milletin geleceği ni, refahını, kalkınmasını değil, gazete sayfalarına kahraman olarak geçmeyi düşünüyorlardı. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasım 1914’te Kafkas Cephesi açılır ve Ruslar Doğu Anadolu’ya girerler. Ziya Gökalp’in “melekler bu milletin kurtulacağını ona fısıldarlar” diye yücelttiği “hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın halkın dini duygularını galeyana getiren beyannamesi ile Şeyhülislam’ın mukaddes cihad fetvası yayınlanır. Ziya Gökalp’in “turancılık” fikriyle yazdığı şiirler üniversite gençliğinin sloganı olmuştur: “Düşman ülkesi viran olacak Türkiye büyüyüp Turan olacak!” Ama Türkiye büyümek bir yana gün geçtikçe erimekte, küçülmekte ve parça parça koparılmaktadır. “Turan Fatihi” olmanın hayallerini kuran Başkumandan vekili Enver Paşa (başkumandan paşidahtır), padişah damadı olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadır. Padişahın bir çok şeyden haberi bile olmamaktadır. Enver Paşa, verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Akşabat’ı gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Aşkabat ise 2000 km. uzaklıktadır.Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakın: “Beni Napolyon’a benzetmişlerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.” Etrafında bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmıyorlardı. Çetecilikleriyle meşhur Dr. Bahaeddin Şakir ve arkadaşları Erzurum’a gelirlerken, yol kavşak larına “Turan’a buradan gidilir!” diye işaret levhaları koyuyorlardı. Alman Von der Goltz Paşa bunlar için şöyle demişti. “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır.” Zararın asıl sorumlularından biri, ihtirasta Enver’den geri kalmayan Hafız Hakkı’ydı. Bu adam hiçbir arazi araştırması yapmadan Enver Paşa’nın ihtiraslarını kamçılayacak şu telgrafı çekmişti: “Dağlar üzerindeki yolları keşfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduğuna inandım. Buradaki kolordu ve ordu komutanları yeterli ölçüde inançlı ve kararlı olmadıklarından böyle bir saldırıya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldırı vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu işi yaparım.” Enver Paşa, Hocası Hasan İzzet Paşa’yı azlederek görevi sekiz gün önce yarbaylıktan albaylığa terfi eden Hafız Hakkı Paşa’ya verdi. Hafız Hakkı Paşa artık tümen komutanı olmuştu ama gözü ordu komutanlığındaydı.Niçin olmasındı? Orduyu politikalarına alet eden bu darbecilerin başı Enver, 18 gün içinde yarbaylıktan paşalığa yükselmemiş miydi? Bunun yanı sıra harbiye nazırı (savunma bakanı) olmamış mıydı? Ondan neyi eksikti? Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlış yapmış ve sonuçta “tekerlekli araçların geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmişlerdi. Tekerlekli araçlar ve kısıtlı mühimmat karlara saplanıp kalmış, tek tek birerli sıralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmiş, hasta ve mecalsiz olarak Rusların karşısına dikilmişler çoğu kurşun bile atamadan donarak ölüp gitmişlerdi.22 aralıkta Enver Paşa’nın emriyle 120-125 bin civarında Osmanlı askeri dondurucu soğuğa rağmen yollara sürülmüştü. Bölge çoğu senenin dört ayı boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi. Sıfırın altında kırk dereceye düşen soğuk, düşmandan daha düşmandır. Yapılan harekât plânına göre 9. Kolordu Sarıkamış Dağları’nı, 10. Kolordu ise Allahuekber Dağları’nı aşarak Rusları Sarıkamış’ta kuşatıp imha edecekti.Gündüz başlayan yürüyüşte çarıkları yumuşayan askerlerin çarıkları gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlar. Adım atmak neredeyse imkansızdır. Askerler olduğu yerde zıplar, atlar, kendini karların içine vurur ve ayaktan başlayan donma yavaş yavaş tüm vücuda yayılır. Düşeni kaldırmamak için emir vardır. Zaten kimsede de kimseyi kaldıracak güç kalmamıştır. Neferler ordunun işaret taşları gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşürler.O yıl kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuşlar oymuştur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karşısında moralmen yıkılmaktadır. Ayrıca açlık da son haddine ulaşmıştır.Onbeş saatlik yürüyüşün sonunda, 16.300 kişilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalır. Ölenler, düşmana karşı tek bir mermi atamamışlardır. Diğer birliklerin de bunlardan farkı yoktur. Kayıpların sayısı, en iyimser rakamla 70 bin kişidir. Bazı kaynaklarda bu sayı 90 bin kişiye kadar ulaşır. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Kalanlar ise açlıkla, bitlerle, tifüsle, soğukalgınlığı ve kangrenle uğraşıyorlardı.Tarih ne böyle bir faciayı yazmış, ne de görmüştü. Oysa İstanbul’a çekilen telgraflarda inanılmaz ifadeler vardır: “Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir.”Enver Paşa inadından dönmedi. Son bir gayretle Sarıkamış’a yüklenmek istiyordu. Acımasız emrini verdi: “Saldırı sırasında her üst, bir adım geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karşısında dillerinde kelime-i şehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye başladı. Sonuçta Sarıkamış’a ancak bir avuç kahraman ulaşabildi. O da geçici bir süre için.Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, anılarında Sarıkamış’a kavuşan o bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktır:“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, vallahi apaçık!..İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etme miş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçla mışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler.Ve sağ başta binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’ın huzurunda diz çöküş halinde gibi. Endamı, düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, Kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Gür erkek kömür karası saçları beyaza bulanmış...”Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satırların sonu şöyle biter: “Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.”Ve bitişimizin itirafını olayın baş sorumlularından Hafız Hakkı Paşa, başkumandan vekiline şu sözlerle özetler: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu.”Enver Paşa hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a döner. Arkasında binlerce kefensiz kar çiçeği bırakarak... Basını ele geçirmiş bu darbeci güruh sıkı bir sansür uygulayarak halkın Sarıkamış cephesinde olup biteni öğrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasıtasıyla Avrupa ve Dünya’ya yayılır ama herşey için artık çok geçtir. Bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e bu facia için Enver Paşa şöyle der: “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi!” Birinci Cihan Harbi’nin alevleri, Sarıkamış’tan Çanakkale’ye, Galiçya’dan Trablusgarp’a kadar binlerce kilometre karede müslüman kanının ihtiraslar uğruna akmasına sebep olur.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:44:11
BATILILARI UTANDIRAN MANZARA

Salı, 03 Ocak 2006
I.Dünya savaşından evvel Bab-ı Ali'de hukuk müşâviri olan Kont Ostrolog anlatıyor: İngilizlerin, Kut-ül Amare yenilgisini takip eden günlerde, Londra'da büyük bir harp meclisi toplandı. Doğu müsteşarı olmam dolayısıyla ben de bulundum... Başbakan Lloyd George şöyle dedi: "Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum: Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor. Barbar saydığımız Türk orduları ise, savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki, Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalâde te'min ediyorlarmış. Yaralılarımızı imkânları nisbetinde tedavi ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranış larının sebebini bir türlü anlayamıyorum..." Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi: "Ben de bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü, şöyle bir hâdise yaşandı: Bir müddet önce, Çanakkale'de, bir çarpışma sırasında, esir verdiğimiz iki subay ve beş-altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedavi edildiler. Bu tedavinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardı. Bu Alman askerler, tedavi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz, hemen saldırmışlar. Türk doktorlar ve yardımcıları, bunları durduramamış. Ancak, bu durumu gören Türk yaralıları, Almanların üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar. Biz, Türklerin can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim." Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu: "Bu meseleyi hallederse, Kont halleder..." "Efendim, bu mesele basittir. Biz Avrupalılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupalılar, savaşanlar arasında bir savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük.
Bugüne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise, 13 asır evvel, bu hakkı çok yüksek bir şekilde kanunlaştırdı. Türkler, bin seneden beri, bu dinî kanunun hükümleriyle ahlâklanmışlardır."Son birkaç söz gösteriyor ki, Osmanlı'ya emperyalist ve soykırımcı damgasını yapıştıran Batılıların, bırakın sömürgeciliği; Osmanlı'da esâmesi bile görülmeyen soykırım çeşitlerini, dünden bugüne bolca sergilemeleri karşısında hiç kuşkusuz en âdil hükmü tarih vermiştir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:44:24
GÖREV ŞUURU 

Çarşamba, 04 Ocak 2006
Osmanlıların ilk Şeyhülislamı Molla Fenari (1350-1431) Şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idi. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın aldı. Fakat alış-verişin hemen arkasından atın hasta olduğunu farketti. Geri ver mesi gerekiyordu, ama satın aldığı adamı zorluk çıkartır, atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamadı. İşini ertesi güne bıraktı. Fakat at o gece öldü. Adam ertesi gün olanları kadıya anlattı, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenari "Senin zararını ben ödeyeceğim" dedi. Adam hayretle kadıya baktı, "Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki..." dedi. Molla Fenari, "Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim" dedi ve ödedi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:44:41
MACAR SUBAYININ KIZI

Perşembe, 05 Ocak 2006
Sultan II. Murad devri. 1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu. Macar subayının genç bir kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık olmuştu. Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı.Genç kız bu aşk ve hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu. Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak;“Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum” dedi. Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına;“Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş” dedi. Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi. Macar subayı;“Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin” dedi ve bir emanname yazarak ona verdi. Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşamüzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu. Annesi;“Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti” dedi. Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü. “Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne?” diye sordu. Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi;“Anne, babam nasıl birisiydi?”“Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.”Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:44:59
ASIRLARCA ARALIKSIZ OKUNAN KUR'ÂN-I KERÎM

Cuma, 06 Ocak 2006
Ünlü şair Yahya Kemal, İstanbul’un işgal altında bulunduğu günlerde, İngilizlerin Topkapı Sarayını yağmalayacağı söylentileri üzerine derhal saraya gitmiş ve Saray Katiplerinden Lütfi Bey ile dolaşırken intibalarını dile getirmişti. Bu yazısında, Hırka-i Saadet Dairesi’nde karşılaştı ğı manzarayı şöyle anlatır:“Revan Köşkü’nde gezerken kulağıma derinden bir Kur’ân-ı Kerîm sesi geldi. Birdenbire İslam mimarisini tam mânâsıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisnin içinde, bir ruh gibi, muhak kak rahle başında bir Kur’ân-ı Kerîm sesi lazım. O olmadığı zaman bu mimâri, kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfi Bey’e söyledim ve bu Kur’ân sesinin nereden geldiğini sordum. “Hırka-i Saâdet Dairesinden” dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye baktım; yeşil yemyeşil, rûhânî yeşilm bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki aleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor, diğer bir hafız da gözlerini yummuş, bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.  Rehberim Lütfü Bey’e sordum, Hırka-i Saâdet’te ne zaman bu hatim idirilir? Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: “Hergün! Her saat! 400 seneden beri geceli gündüzlü bilâ fâsıla...”Hayretten gözlerimi kapamış dinliyordum. Lütfi Bey biraz malumat verdi:“Yavuz Sultan Selim Han, hilafeti alâmâtı olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerif ve diğer Emânât-ı Mübareke’yi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş, İstanbul’a vardığı gece Saray’da yüksek bir mevki’e yerleştirmiş, mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmadan sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur’ân-ı Kerim okunması için vazife tertib ederek, sonuncusu bizzat kendisi olmak üzere kırk hafız tayin etmiş. İşte o günden beri bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur’ân-ı Kerim okunuyor. Bu hafızlar el’an kırk kişidir. Daima ikişerli nöbetle vazife lerini ifa ederler. Bu gün de bu iki hafızın nöbeti.” Dedi.Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken, Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’ân-ı Kerim okunuyor! Siz, bu saat benim bu satırlarımı okurken, Hırka-i Saâdet Dairesi’nde Kur’ân-ı Kerim okunuyor! Tam dörtyüz seneden beri fasılasız! O günden beri bu düşünce saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. Hilafet Makarrı olan İstanbul’da , böyle böyle bir makamın yanında, dört asırdır durmamış bir Kur’ân-ı Kerim sesi olduğunu bilmezdim. Nice İstanbullular ve nice Türkler de bilmezler. Bu sarayın içinde dörtyüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal’ler, kıtaller, bu Kur’ân-ı Kerimin sesini bir n susturamamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum. (Not: Hırka-i Saâdet Dairesinde Kur’ân-ı Kerim okunması 3 Mart 1924 tarihinden itibaren yasaklanmış, 67 sene sonra 15 Mart 1991’den itibaren tekrar başlatılmıştır.)
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:45:14
MEDENİYET MERKEZİ İSTANBUL

Cumartesi, 07 Ocak 2006
Bir İspanyol, 1552-1556 yıllarında Türkiye’de geçirdiği dört yılını anlatır. Aynı zamanda bir hekim olan bu seyyah, Cenova’dan Napoli’ye giderken Türk gemicilerine esir düşmüş ve İstanbul’a getirilmiş. Daha sonra, tıp bilgisini göstererek Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın hekimleri arasına girmeyi başarmış. Adı Petro. Seyahatnamesinde, dört yılını yaşadığı Kanuni devrinin yaşantısını gözler önüne serer. Biraz da imrenerek.İşte seyahatnameden birkaç kesit: “İstanbul öyle işlek bir şehir ki, buraya günde İspanya’nın Valladolid şehrinin nüfusu kadar yabancı girip çıkar.”“Türklerin bıraktığı hayır eserleri, bizde bırakılandan çoktur. Türk zenginleri, bizimkilerden daha cömert davranırlar.”“Türkler sadece insanlara değil, hayvanlara bile iyilik yapmayı sevap sayarlar. Bir-iki düzine ciğer satın alıp, kedi ve köpekleri doyuranlara çok rastlanır.” “Türk mahkemelerinde, bizde olduğu gibi iltimas mektupları geçmez. Adaletlerinin en iyi tarafı, davaların kısa sürmesidir. İspanya’da olduğu gibi ‘nasıl olsa bu dava bitmez’ diye haklı taraf, haksız tarafla uzlaşma yoluna gitmez. Türkler adaleti hıristiyan, yahudi, müslüman herkese eşit olarak tatbik ederler. Kadıların rahleleri üzerinde Kur’an’dan başka Haç ve Tevrat’ta vardır. Hıristiyan ve yahudileri bunların üzerine yemin ettirirler.” “Silah çeken bir kabadayıyı, kimseyi yaralamamış olsa bile, ibret olsun diye soyup halka teşhir ederler. Bu utanca düşmemek için, bazıları bellerindeki kılıca davranmaktan çekinip, kavgayı sille tokatla bitirirler.”“Yalancı şahitlerin suratını boyar, eşeğe ters bindirip kuyruğunu eline verir, ibret olsun diye gezdirirler.” “Herkes kapısının önünü temiz tutmaya mecburdur. Sinan Paşa, kapısının önü kirli bir ev buldu mu, evin hizmetçisini, yoksa hanımını kapının önüne çağırtır, bazen bunlara dayak attırırdı. Hatta bir gün üstü başı pis bir yahudiyi yoldan çevirdi. Neden böyle pis gezdiğini, evli olup olmadığını sordu. Yahudi karısının kendisine bakmadığını söyledi. Paşa, yahudinin evine gidip karısına, ‘kocan senin ihtiyaçlarını karşılıyor mu?’ diye sordu. Kadın, ‘evet, bizden hiçbir şeyi esirgemez’ deyince, kadına yüz değnek attırdı.”“Biz bu kimselere barbar diyoruz. Onlara barbar demekle, asıl biz barbarlığımızı ortaya çıkarmış oluyoruz.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:45:32
KANUNİ'NİN BELGRAD KADISINA GÖNDERDİGİ FERMAN

Pazar, 08 Ocak 2006
Kanuni Sultan Süleyman, 1389 yılında Kosova Savaşı ile fethedilen Arnavutluğa bağlı, Belgrad Bölgesiínde yaşayan halkın haklarının korunması için, 1558 yılında Belgrad Kadısına gönderdiği "İnsan Hakları Fermanı"nda şöyle buyurmaktadır:Devlet askerleri (Sipahiler), biçilmeyip el ile yolunan ottan zorla vergi alırlar imiş, kaldırdım. Askerler, ev yakınında bulunan bağ, bahçe ve bostanlardan yemeklik için üretim yapanlardan para almak isterler imiş, almasınlar, yasakladım. Boş yerlere tarla açanlardan, ihya edenlerden vergi alınmasın. Nehir üzerlerindeki dolap ve karaca değirmenler, yeni
yapılmış olsalar dahi fazla vergi alınmasın. Askerler, tarla ürünlerini satmak için, halka pazar yerine götürmelerini isterler imiş, pazara götürülmesin, teklif dahi edilmesin. Askerler boyunduruk hakkı diye vergi almasınlar. Askerler savaşa gitseler, geride kalan mallarını köy halkından güvenilir adamlar korusunlar. Yeni evlenen yeniçerilerden ‘gerdek hakkı' diye vergi
alınır imiş, bundan böyle alınmasın. Savaş esnasında bile askerler eve girip arı kovanlarına dokunmasınlar ve yerleştiği yerde, evleri önünde, sancakları altında kendi geçimleri için ürettikleri arı kovanından dahi vergi alırlar imiş. Onu dahi göresin. Başka kovanlık
olmayıp, evleri yanında ve sancakları altında olan kovandan dahi vergi aldırmayasın. Kovan hakkı bahanesi ile askerler savaş esnasında bile bu bahaneyle evlere girmekten men eylensin. Bu husus için şikayet ettirmeyesin.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:46:38
HIRKA-İ SAADET MERASİMİ

Pazartesi, 09 Ocak 2006
Topkapı Sarayı’nın Hırka-i Saâdet dâiresinde bulunan Peygamber efendimize ve yakınları na ait olan Mukaddes Emânetler, Osmanlı Devleti zamanında her Ramazan ayının 15’inde ziyâret olunurdu. Bu ziyâretten birkaç gün önce Mukaddes Emânetler’in bulunduğu taht odası nın temizliği büyük bir hürmetle yapılır, padişah başta olmak üzere Has oda ağaları Mukaddes Emânetleri Taht Odasından Revân Odasına taşırlardı. Bu taşıma esnasında pâdişah da Has oda ağaları gibi hizmette bulunur, herhangi bir sebeple bu törende bulunamazsa maiyetinden birini gönderirdi. Ayın 14’ünde merasimde bulunacaklara dâvet tezkereleri gönderilirdi. Dâvetliler ertesi gün öğle namazından sonra Bâbüs-saâde’ye gelerek sadrazamı beklerlerdi. Sadrazam Bâbü’s-sa’âde’ye geldiği zaman Silâhdar ağa tarafından karşılanır, Silâhtar ağa sadrazamın sağına, Has oda başı da soluna geçerdi. Şeyhülislâmın da yanına birer Has oda ağası gelirdi. Sadrazam ve şeyhülislâm yanlarında bulunan ağalarla birlikte Bâbüs-saâde’den içeri girerler, Arz Odası geçildiği zaman, Bâbüs-saâde önünde bulunan davetliler de protokol sıralarına göre Hırka-i Saâdet’in ziyaret olunacağı yere gelirlerdi. Burada herkes ayakta dururdu. Hırka-i Saâdet sandığının karşısında aşir okuyacak olan birinci ve ikinci imamlarla ayakta duramıyacak kadar ihtiyarsa Şeyhülislâmın oturmasına müsaade edilir. Aşir okunduktan sonra padişah Hırka-i Saâdet sandığını açar. Başta sadrazam ve şeyhülislâm olmak üzere diğer dâvet olunanlar protokol sıralarına göre teker teker gidip Hazret-i Peygamberin Hırkası’na yüz sürerlerdi. Bundan sonra hazır bulunan şeyhlerin herbiri sandığın karşısında yer alırlar, duâ ederlerdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:46:55
SARAYDA BİR DOĞUM 

Salı, 10 Ocak 2006
 Baron de Tott, Sultan III. Mustafa zamanında askeri danışman olarak görev yapmış bir subay. 1755 yılında geldiği İstanbul’u dünyanın merkezi olarak görür. Aslen Macar asıllı olan Tott’un Türkiye’de geçirdiği yıllarını kaleme aldığı Fransızca seyahatnamesi çok beğenilmiş, defalarca basılmıştır. Seyahatnamesi için Tott şöyle der: “Ben Türklerin arasında 23 yıl yaşamış olmak sıfatıyla bu millet hakkında daha doğru şeyler yazabileceğime inanmış bulunuyorum.” Baron de Tott’un İstanbul’da bulunduğu 1759 yılında, padişah III. Mustafa’nın ilk çocuğu doğar. Bu doğum, o vakte kadar hiçbir şehzade ve sultan için düzenlenmemiş biçimde şenliklerle kutlanır. Çünkü III. Mustafa’dan önceki iki padişahın çocuğu olmamıştır. Tott, sultanın doğumunu bakın nasıl anlatıyor: “Bir defasında sarayda bulunurken Sultan III. Mustafa’nın bir çocuğu doğdu. Bu münasebetle yapılan töreni seyrettim. Olay şöyle meydana geldi:Padişahın zevcesi olan hanımın doğum sancısı başlar başlamaz, adet olduğu üzere sadrazam, şeyhülislâm ve diğer paşalar saraya çağrıldı. Harem dışındaki büyük sofaya buyur edilen bu zatlar, doğumu beklemeye başladılar. Bu sofa Marmara’ya bakıyordu. Sofanın denize uzanan terası üzerinde 12 küçük top vardı. Doğum olur olmaz, kızlarağası haremden çıktı. Kucağında doğan bebeği taşıyordu. Bebek bir prensesti. Kızlarağası padişah kızını sofada bulunan devlet erkanına teker teker gösterdi. Bu suretle, devletin başında bulunanlar doğan çocuğun padişahın kızı olduğunu tasdik ettiler. Bundan sonra sofanın terasında bulunan toplar ateşlendi. Bunların sesi duyulunca Tersane, Gümrük ve Kızkulesi’ndeki toplar da kurusıkı atışa başladılar. Padişahın bir kızı olduğunu bütün İstanbul duydu.Bir şehzade veya sultanın doğumunu eğlence vesilesi saymak İstanbul halkının adetiydi. Bu defa da öyle oldu. Doğan sultana ‘Hibetullah’ adı verildi. O gece İstanbullular coşkuyla eğlendiler. Sokakta dolaşan oyuncu kolları, padişah dahil, devletin ileri gelenlerinin taklidini yapıp halkı güldürüyorlardı. Bizzat ben, sokakta aynen padişah gibi giyinmiş bir aktöre rastladım. Bu temsili padişahı maiyeti takip ediyordu. Maiyeti de tıpkı padişahın etrafındakiler nasıl giyiniyorlarsa öyle giyinmişlerdi. Aynı şekilde sadrazamın, İstanbul Kadısı’nın taklitlerini yapıyorlardı. Taklitleri yapılan devlet adamlarından bir kısmı bunu hoş görüyor, bir kısmı ise müthiş kızıyor ve aktörleri önlemek için ellerinden geleni yapıyorlardı.”İlginç değil mi? Devlet erkânın taklit edip halkı güldürmek, şimdilere mahsus bir mizah şekli değilmiş
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:47:08
YANLIŞ GELEN TELGRAF 

Çarşamba, 11 Ocak 2006
Süleyman Nazif Bağdat Valisi’dir. Bir gün III. Ordu Kumandanı Hafız İsmail Hakkı Paşa’dan bir telgraf alır. Telgrafı okuyunca birden rengi atar. Şaşkınlığından kolları iki yana yığılır kalır. Etrafındakiler telaşlanıp çok kötü bir haber olduğunu sanırlar. O sırada Nazif gayet alaycı bir şekilde mırıldanır:-Acayip, böyle emir olur mu?Telgrafta şu cümleler yazılıdır: “Onbin okka şeker ile bin okka çayın yirmidört saat içinde tedarik edilerek sevki...”Süleyman Nazif hemen bir kağıt ve hokka ister. Bir cümle de o yazar ve telgrafı getiren zata uzatır:-Götür bunu hemen Paşa’ya tellesinler.Cevabi telgrafta şunlar yazılıdır: “Çin İmparatoruna yazmış olduğunuz telgrafın yanlışlıkla vilayetimize gelmiş olduğu ma’ruzdur
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:47:22
ÇAL ÇOBAN ÇAL

Perşembe, 12 Ocak 2006
Yıldırım Bayezid Han’ın en sevdiği oğlu Ertuğrul, Sivas’da vali olarak bulunuyordu. Timur Han bütün İran’ı ele geçirip bir kasırga gibi Doğu Anadolu’ya girdi. Osmanlı Devletinin o zamanki en uzak noktası Sivas idi. Timur, hızla Sivas’ı kuşattı ve teslim olmasını istedi. Fakat şehrin kumandanı olan Ertuğrul bunu reddedince şiddetli bir kuşatma başladı. İçeriden elde ettiği adamları, şehrin kapılarını gizlice Timur askerine açınca, Sivas Timur’un eline geçti. Ertuğrul ise bir avuç askeriyle çarpışa çarpışa şehid oldu. Bu haber Yıldırım’a ulaşınca acılar içinde kaldı. Bir yandan Ertuğrul gibi bir oğul, diğer yandan Sivas gibi bir kalenin kaybı onu çok sarstı. Bu yüzden efkar dağıtmak için arasıra Uludağ sırtlarına doğru gezintiye çıkıyordu. Yine birgün yanında veziri olduğu halde dağ eteklerine çıkmıştı. Biraz sonra, koyunlarını otlağa salmış, sırtını bir ağaca yaslamış bir çobanın, kavalıyla içli havalar çaldığını duydular ve oraya yöneldiler. Bir müddet gözyaşları içinde onu dinledikten sonra Yıldırım Bayezid Han:“Çal çoban çal...Keyif de senin, rahat da senin. Kaybettiğin neyin var ki. Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü? Çal çoban çal...”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:47:47
AHMED İBNİ KEMÂL HAZRETLERİNİN NASİHATLERİ

Perşembe, 13 Ocak 2006
Yavuz Sultan Selîm Han 1512'de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra, kıvılcımları Irak ve Horasan'a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme plânına koyul du. Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbn-i Kemâl, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali Cemâlî ve daha nice ilim adamları bu göreve koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler vardı. Mesele fazla oyalamaya gelmemeliydi. Bu durumda İbn-i Kemâl şu fetvâyı verdi:"Her türlü hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah'a olsun. Selâtü selâm da doğru yolu gösteren hazret-i Muhammed aleyhisselâma ve O'na tâbi olanlara olsun. Haberlerde geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl yolları ile görüşlerini yaydılar. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân hakkında küfr, fenâ sözler söylediler. Bunların halîfeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan müctehid lere hakâretler savurdular. Onların başında bulunan Şah İsmâil'in tâkib ettiği aşırı şiâ yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah içkiyi helâl kılmıştır, öyle ise içki helâldir... Netice olarak onların kötülükleri ve küfürleri sayılamayacak kadar çoktur.Buna göre bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıldıklarında) aslâ şüphemiz yoktur. Ülkeleri Dârü'l-harbdir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır. Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar serbesttir. Kabul etmezlerse hakları kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü, kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır."Böylece bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi. Ayrıca İbn-i Kemâl, Şah İsmâil'in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu, Gürganlı ve Dulkadirli devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi şiirleri ile yaydıktan sonra; "Ama Allah onun insanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre batıran bir Mûsâ yarattı." diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünmesini tavsiye etti.Haberler ululardan naklolunurHer Firavun'a bir Mûsâ bulunur.vecizesi bu görüşünü ifâde etmektedir.İbn-i Kemâl Paşanın bu verimli çalışmaları ve ilminin derecesi Yavuz Sultan Selîm'in dikkatini çekti. Kendisini çok seven Yavuz, Çaldıran seferinden dönüşte onu Edirne kâdılığına getirdi. Çok geçmeden de Anadolu kâdıaskeri oldu.Bu sırada Yavuz, Şah İsmâil'den sonra onların destekçisi olan Mısır Memlûklularına yöneldi. Sefere çıkarken çok sevdiği İbn-i Kemâl hazretlerini de yanına aldı. 1516'dan 1519'a kadar üç yıl süren seferde onu yanından hiç ayırmadı.Mısır dönüşü yolculuk sırasında bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Hanın kaftanını kirletmişti. Pâdişâhın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl mahcûb olup, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı. Ancak Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek:"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür, şereftir. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün." dedi. Bu vasiyet, vefâtından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz Sultan Selîm Hanın kabri üzerinde, bir câmekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.Şam'a geldikleri sırada Yavuz Sultan Selîm'e, büyük evliyâ Muhyiddîn Arabî'ye bir türbe yaptırılması için fetvâ verdi. Pâdişâh bu fetvâ üzerine Muhyiddîn Arabî hazretleri adına bir câmi, türbe ve imâret yaptırdı.Mısır seferinden döndükten sonra Yavuz, bu değerli ilim adamının bâzı işlerle uğraş masını hoş görmeyerek onu Edirne'deki Dârü'l-hadîs medresesine yeniden tâyin etti (1519). Pâdişâhın gâyesi onun ilim adamı yetiştirmesini temin etmekti. Nitekim adam yetiştirmek ideâli Osmanlıda çok mühim olup şöyle söylene gelmiştir.Mesacidü meabidi ko âdem yapKâbe yapmakcadur âdem yapmakTaş ağaç kaydı ne lâzım şâhımYaraşır şahlara âdem yapmak.(Mescid ve mâbedleri bırak da insan yetiştir. Bir insan yetiştirmek Kâbe yapmak gibidir. Taş ve ağaç düşüncesi ile oyalanmak şahlara yakışmaz. Onlara yakışan adam yetiştirmektir.)Ancak kısa bir müddet sonra dostu ve pâdişâhı Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.Yavuz Sultan Selîm'in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526'da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı üzerine Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi. Şeyhülislâmlık makâmına gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamânındaki birçok âlim bâzı meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashîh ve kontrol maksadıyla ona gönderirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için "Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi. Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede, dâhili ve hârici, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücadele etti. İbn-i Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm'i olduğu gibi Kânûnî SultanSüleymân'ı da Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîlere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâdişâhın Şâh Tahmasb'a gönderdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.Ahmed İbn-i Kemal hazretlerinin herkese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel hâlini almış kıt'a ve beyitleri vardır."Ölümden kurtuluş yoktur cihândaO derdi çekmez olmaz ins-ü candaKişinin ömri çünkim âhir olaYeg olur kim gazâ yolunda öle""Kısmetindir gezdiren yer yer seni, Arş'a çıksan, âkıbet yer yer seni.Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,Kendi düştü kuyuya yüzü koyu.""Hakikat, çok yanılır söyleyen çokKi söyler bulduğun dilde kemik yok.""Kıl iyilik suya at, bile balıkBalık bilmezse bilir anı Halık"Ululuk kişiye Hak'tan atadur,Küçük görmek uluları hatâdur.""Sakla kurt enciğin derin oysun,Besle kargayı gözlerin oysun.""Kişinün kadri eldeyken bilinmez,Yerinde gevhere rağbet kılınmaz.""Kuru yaş ile âdem baş olmaz,Kişiden iş sorulur yaş sorulmaz."Duyup savt-i ilâhîden sehergâhSadâ-yı âyet-i tûlû ilâllahUyup bilmezleriyle nefs-i şâmaHatâlar itmişüz estagfirullahdörtlüğü ise tövbe husûsunda söylenmiştir
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:48:47
MÜSLÜMANA DÜNYADA RAHAT YOK

Cumartesi, 14 Ocak 2006
Bütün ömrünü mücadele ile, cihad ile geçiren Barbaros Hayreddin Paşa’nın kendi hatıratında geçen şu hadise dünyanın “rahat” yeri olmadığını göstermesi bakımından ibret vericidir:“Cezâyir’i ve çevresini fethettikten sonra, kendi kendime, “Elhamdülillah, Allahü teâlânın yardımı ile nerede düşman varsa yola getirdik, bize baş kaldıracak düşman bırakmadık. Gazâ yoluna da tekneleri göndererek boş bırakmadık. Artık biraz da kendi rahatımıza bakalım” dedim.O gece bir rü’yâ gördüm. Rü’yâmda ak sakallı, nûrânî yüzlü bir zât dedi ki, “Yâ Hayreddin! Yalan dünyada rahat olmaz. Rahat, Cennet-i a’lâda olur. Seferlere devam et! Sana müjdeler olsun ki, adanın fethi yakındır. Cenâb-ı Hakkın yardımı seninledir.” Uyanınca, hatâmı anlayıp, tövbe ettim. Bahsedilen yer, Cezâyir’in yakınında bir ada olup, kâfirlerin elinde idi. Kendi kendime,”Gördün mü erenlerin yüce himmetini. “Biraz da kendi rahatımıza bakalım” sözümüzü beğenmediler. Elhamdülillah ki, bizi îkâz ettiler, dedim.Bu îkâzın şükrü olarak, fakirlere sadakalar dağıttırdım. Açları doyurdum, elbisesizleri, giydirdim. Sonra da hemen hazırlıklara başladım. Kâfirler bu adanın savunmasını iyi yapıyorlardı. Bunun için alınması çok zordu. Seferden önce bir gece, ‘Yâ Rabbî, sen bize yardım et, adayı almamızı nasîb eyle’ diye duâ edip yattım.O gece yine rü’yâmda erenler göründüler, bana, ‘Ey Hayreddin, sen kalbini rahat tut, niyyetini hâlis eyle! Adanın fethi yakındır’ dediler. Uyanınca, Rabbime şükrettim. Yüzümü yerlere sürüp sabaha kadar ibâdet ettim.Sonra, topları adaya karşı çevirip, teslim olmaları için haber gönderdim. Fakat kabul etmediler. Epey karşılıklı top atışı yaptık, kale düşmüyordu. Bir gece sabaha kadar ibâdet edip yalvardım. Ağlı*** şöyle duâ ettim: “Yâ İlâhel âlemîn! Şüphesiz sen her şeyi kolaylaştırıcısın! Şu kalenin fethini ben zayıf kuluna kolaylaştır. Beni din düşmanlarının önünde hor ve hakîr eyleme! Nusret ve kuvvet verici sensin. Sana sığındım, sana güvendim.”Sonra da bir ara gaflet bastırdı. Uykuya daldığımda, nûr yüzlü bir ihtiyar:“Ey Hayreddin! Niçin elem çekersin. Gönlünü hoş tut! Herşeyin bir vakti, saati vardır. Vakitsiz kuş bile uçmaz. Filân gece, askerlerini teknelere doldur, filânca saat kalenin filân yerinden hücum edin! Hak teâlânın yardımı sizin iledir” dedi.Sabah olunca, teknelerin hepsini denize indirdim. Gece olmasını bekledim. O saat gelince zifiri bir karanlık peydâ oldu. Rahat bir şekilde, adaya çıktık. Kalenin burçlarına âit lâğımları yanî yer altı yollarını bulup askerlerim burçlara çıktı. Kaleyi fethettik.Müslümanların işlerini kolaylaştıran, Cenâb-ı Hakka niyâzda bulundum. Secdeye kapanıp, “Yâ Rabbî! Kuvvet ve nusret verici sensin. Ben senin zayıf bir kulunum. Yaptıklarımı kendimden bilmekten muhâfaza eyle! Ben sadece bir vasıtayım. Beni her zaman hayırlı işlere vesîle kıl! Her zaman İslâmı yaymakla meşgûl eyle” diye yalvardım.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:49:03
NENE HATUN

Pazar, 15 Ocak 2006
 1877 yýlý Kasým ayýnýn 7'sini 8'ine baðlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalýk bir çete, sinsi sinsi yaklaþýp Erzurum'un meþhur Aziziye Tabyasý'na girmeyi baþarmýþtý. Türk-Rus harbinin kanlý ve karanlýk günleriydi; tabyayý savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarýnda bastýrýldýlar ve uykuda kýlýçtan geçirildiler kahpece. Ve arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir mukavemet görmeksizin Aziziye Tabyasý'na yerleþtiler.Bu kahpe baskýndan yaralý olarak kurtulan bir asker, koþa koþa Erzurum'a varýp kara haberi yetiþtirdi. Minarelerden sabah ezâný yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye baþladý. Bir anda bütün Erzurum duymuþtu, bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum þahlanývermiþti. Tüfeði olan tüfeðini kaptý, olmayan eline ne geçirdi ise; týrpan, kazma, kürek, sopayý alýp sokaklara döküldü. Erkekli, kadýnlý bütün Erzurum halký Aziziye'ye doðru koþmaya baþladý.Þehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardý. Bir gün evvel, aðabeyi Hasan cepheden aðýr yaralý olarak eve getirilmiþ ve birkaç saat önce, bu taze gelinin kollarý arasýnda can vermiþti. Kocasý cephede idi.Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koþanlarýn uðultularý karýþýyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuþ gibi aðlamaya baþlayan üç aylýk bebeðini emzirip, uyuttu. Usulca onu beþiðine býraktý ve heyecan dolu bir sesle: "Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum" diye mýrýldandý.Sonra þehit kardeþinin döþeðine seðirtti. Ölüyü alnýndan öptü: "-Seni öldüreni öldüreceðim ben de" dedi, kin dolu bir sesle.Ve masanýn üzerinden satýrý kapmasýyla, kapýdan dýþarý fýrlamasý bir oldu. O da çýlgýnca Aziziye'ye doðru koþmakta olan kadýnlý-erkekli, taþlý-sopalý kalabalýðýn arasýna karýþtý.Bütün Erzurum, o Dadaþlar diyarý þahlanmýþtý. Erzurum halký bir sel gibi akýyordu, canýn dan aziz saydýðý Aziziye Tabyasý'na doðru.Aziziye'ye yerleþmiþ bulunan Moskof, tabyaya yaklaþmakta olanlara karþý yaylým ateþine geçince, bir hayli Erzurumlu kýrýldý. Onlarýn kýrýlýþýný görmek, ayakta kalabileni büsbütün þahlandýrmýþ ve tabyanýn demir kapýlarýna gülle gibi yükselen kalabalýk, bir anda içeri doluvermiþti. Demir kapýlar bile dayanamamýþtý bu olaðanüstü imân karþýsýnda.Aziziye'de boðaz boðaza kanlý bir dövüþtür baþladý. Balta, týrpan, kazma ve sopasý olmayan pençeleriyle Moskofun gýrtlaðýna yapýþýyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uðramýþtý bu ilahi þahlanýþ karþýsýnda. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlýyý da kýsaltýp, sadece "Osman"a çevirmiþlerdi. Baþý dara gelen "Osman teslim" deyip canýný kurtarmaya bakýyordu. Baþka bir zaman olsaydý, Türk'ün merhameti galebe çalardý belki. Fakat bu zaman, baþka zamanlardan çok farklýydý. Aziziye'nin dýþýnda ve içinde kadýnlý, ihtiyar lý, çocuklu yüzlerce Erzurumlu, kanlar içinde yatýyordu. Onlara ateþ açanlar acýmýþlar mýydý?Ne "Osman"ý dinleyen oldu, ne de "teslim"e kulak asan". Taze gelin de elinde satýrý, karþýsýna çýkan Moskof'un kafasýna, suratýna indiriyordu. Þehit düþen aðabeyinin acýsýný, bin Moskof'u öldürse içinden atamazdý.2000'e yakýn Moskof askeri öldürülmüþ ve Aziziye kurtarýlmýþtý. Düþmanýn geri kalan kýsmý, selameti atlarýna atlayýp kaçmakta bulmuþtu. Onlarý takip etmek için Erzurum'lunun atý yok, fakat ne lazým, ruhlar kanatlýdýr. Kaçan atlýyý kovalayan yaya, yine de yakalayýp haklamayý biliyordu.Yaralýlar arasýnda taze gelin de vardý. Elinde satýrý ile dövüþürken aldýðý bir yaranýn tesiriyle o da kanlar içinde yere yýkýlmýþtý. Fakat yaralý olarak, baygýn halde bulunduðu zaman dahi elindeki kanlý satýrýný sýký sýkýya kavramýþ, býrakmýyordu hýrs dolu pençelerinin arasýndan.Adý Nene idi taze gelinin. O günden sonra da bütün Erzurum'un tanýyýp saydýðý kiþilerin arasýna katýldý. Doksansekiz yýllýk ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasýl tepeleniþini anlattý. Fakat kendinden birkaç kelime ile bahsetti. Ölümünden bir yýl önce kendisini ziyaret eden NATO Baþkumandaný'na "Ben o zaman icâp eden þeyi yapmýþtým. Bugün de icâp ederse aný þeyi yaparým" demiþ ve Amerikalý generali kendine hayran býrakmýþtý
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:49:18
OSMANLI SULTANLARININ YÜKSEK DERECELERİ

Pazartesi, 16 Ocak 2006
Sultan 1. Ahmed (1590-1617), kalbi hayatýnýn derinliði olan oldukça müttaki bir Osmanlý Padiþahýdýr. Bahti mahlasýyla Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisini ve baðlýlýðýný ifade eden çok içli þiirleri vardýr:Nola tacým gibi baþýmda götürsem daimKadem-i resmini ol bazret-i þab-i Resül'ün.Ýþte bu ince ruhlu Osmanlý sultanýnýn vefat etmeden bir gün önce huzurunda bulunan mabeynci Mustafa, Ahmed Han'ýn odada muhatabýný göremediði kimselere karþý dört defa; "Ve aleyküm selam" dediðine þahit oldu. Mabeynci, bir mânâ veremediði bu garip davranýþ larýn sebebini Sultanýna sorduðunda, Sultan Ahmed Han þu cevabý verdi:"O anda Hazreti Ebu Bekir-i Sýddýk, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz geldiler ve bana; 'Sen, dünya ve ahiretin sultanlýðýný kendine toplamýþsýn. Yarýn Resulullah (sav) Efendimiz'in yanýnda olacaksýn', buyurdular."Gerçekten de bu Hak dostu, denildiði gibi ertesi gün vefat ederek sevdiklerine kavuþtu. Evliyaullah'a pek yüksek bir hürmet ve baðlýlýk gösteren Yavuz Sultan Selim Han'ýn kendisi de hiç þüphesiz babasý gibi Allah'ýn has kulu idi. o'nun, Allah'a kurbiyetinden dolayý keramet nev'inden pek çok davranýþlar ortaya koyduðu tarihi gerçekler arasýndadýr. Þöyle ki:Yavuz, bir gün divandan içeri hiddetli bir þekilde girmiþti. Elbisesini dahi deðiþtirtirmeden bir müddet odada dolandý ve kendisini kýzdýran þeyi mýrýldanýp durdu. Meðer Ferhat Paþa'nýn Ýskender Çelebi'yi olur olmaz koruyup kayýrmasýndan gazaplanmýþtý. Çünkü aralarýndaki dostluktan baþka þeyler de sezinlemiþti. Sonunda yüksek sesle þu sözleri sarfetti:"Akibet görürsün hele Ferhat! Sen þimdi Ýskender'i koruyup duruyorsun, ama bu korumaktan ne fayda çýkacaðýný inþaallah birbirinize karþý asýldýðýnýz zaman görürsünüz!.."Gerçekten de aradan seneler geçti ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde bu iki þahýs, Selim Han'ýn geleceði görmüþçesine dediði gibi iþledikleri cürümlerden dolayý karþý karþýya asýldýlar.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:49:30
HÜKÜMDAR NE İMİŞ GÖRSÜNLER

Salı, 17 Ocak 2006
Sultan Abdülaziz Hân'ın bindiği Sultaniye vapuru bütün ihtişamı ile sahillere yığılmış Fransız halkının tarassutu altında 28 Haziran 1867 sabahı Fransa'nın Tulon limanına varılmış tı. Rıhtımda dük Dö Trant, General Bevil, Marki Dö Ko, Verşer Dö Refiye ve kumandan Dreyse sıraya dizilmişler, halk da arkalarında “Vive le Sultan“ alkışlarıyla rengârenk bir manzara içindeydiler. Fransız donanması alay sancaklarıyla donanmış, top atışlarıyla onu selâmlıyor lardı. Orada sultanı karşılayanlar arasında elçimiz Mustafa Fâzıl Paşa ve bilumum Türk tebaa da vardı. Zât-ı şâhâne tarafindan kabul ve iltifâta mazhar olanlar arasında Fransa'daki Türk tebaa dan sayılan Araplar, Mısır Kölemenleri, Türkistanlılar, Afganlılar, sair Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar, Musevîler ve diğer milletler hepsi bir aradaydı ve Fransa'nın pek çok yerinden kalkıp sultanlarına arz-ı ubûdiyet etmeye gelmişlerdi. Bunlar içinde resmî vazifeli olanlar fesli ve üniformalı idiler. Bir ara nûrânî yüzlü bir Osmanlı annesi, Âl-i Osman padişahının önünde diz çökmüş, eteğini öpüyordu. Sultan onu ellerinden tutarak kaldırdı ve iltifatlarda bulundu. O sırada ihtiyar kadıncağız şunları söylüyordu:“Şevketmeab! Hacdan bu sene döndüm. Rüyamda zât-ı şevketlerinin huzurunda vusûle mazhar olduğumu görmüştüm. İşte rüyam hakikat oldu. Artık Allah seni de, azametlü devletini de, mübârek mülkünü ve aziz milletini de kem gözlerden korusun. Bu Frenkler hükümdar ne imiş şimdi görsünler!..“Sultan Abdülaziz'i ağlatan bu sözler, belki de Fransa ziyaretinin en mânâlı cümleleriydi. Gerçekten de o ve ertesi günlerde Avrupa bir padişah nasıl olurmuş gördü. Fransız hanımlar Osmanlı sultanına yaklaşamadılarsa da hizmetkârlarına ellerini değdirmek için yarıştılar. İki yıl boyunca Osmanlı kıyâfetleri Fransa'da moda oldu ve herkes Osmanlı gibi davranmakta yarıştılar. Bu örnek asâlette şüphesiz o ihtiyar kadının duâsı vardı ve bütün ziyaret heyetine bir mânevî hava katmıştı. Otuz yedi yaşındaki padişahın genlerindeki asâletin, çevresindeki lerce nasıl tevârüs edildiğini, o günleri yaşayanların hâtıralarından ve bu ziyareti anlatan kitaplardan okumak daima mümkündür.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:49:49
OSMANLI KADINLARI AVRUPA'DA HİÇ TANINMAZ

Çarşamba, 18 Ocak 2006
Meşhur tarihçi, ilim ve devlet adamımız Ahmed Cevdet Paşa'nın hanımı Senîha Sultan, bir Fransız diplomatının hanımı olan Madame Simone de La Cherte ile pek çok kez mektuplaşmıştır. Bu mektuplarda, 1911'lerin Osmanlı kadınından birçok mevzuda bilgiler mevcuttur. İşte bunlardan bir tanesi:“Sevgili iki gözüm,Biz Türk kadınları, Avrupa'da hiç tanınmayız. Hatta diyebilirim ki, Çin ve Japon kadınları kadar bile tanınmayız. Halbuki Pekin ve Tokyo, Paris'e çok uzaktır. İstanbul ise çok yakındır. Bizim hakkımızda akla hayâle gelmeyecek şeyler uyduruyorlar. Ne ehemmiyeti var. Bizim esir olduğumuzu, kafes içinde birbirine rakip sayısız zevceler topluluğu hâlinde yaşadığımızı sanıyorlar. Ve nihâyet -sevgili büyük Loti'mizin yazdığı öylesine güzel fakat öylesine yanlış anlaşılan- içimizden çoğunun Latince ve eski Yunanca, cebir ve felsefebildiğini, câhil olsun, âlim olsun, bütün Türk kadınlarının, gece gündüz hiç ara vermeden "boyunduruğumuzdan" kurtulmayı, "hürriyetimizi ve itibarımızı ve kadınlık haklarımızı" elde etmeye çalıştığımızı sanıyorlar. Oysa siz, bizim eski hayatımızı -ihtilâlden öncekini- biliyorsunuz. Çarşafı bir tarafa bırakacak olursak, hemen hemen sizin Batılı hayatınız gibiydi. Hoş, çarşaf da sizin yüz örtülerinizden daha kalın bir şey değildi. Bir başka fark, yabancı bir erkeği evimize almamak ve hiçbir surette bir erkekle arkadaşlık kurmamaktan ibaretti. Sizi temin ederim ki, benim sevgili iki gözüm, hayatımız o zaman nasılsa şimdi de öyledir. Zira ihtilâl, en küçük teferruâtı bile değiştirmedi. Aslında bu hayat, Türk kadınlarının yüzde doksan dokuzu için tam, katıksız, mutlak saâdettir. Evet saâdet...Bakın şimdi hesap edelim. Halk kadınını ele alalım önce. Sanır mısınız ki, kadınımız, gelip geçene yüzünü göstermek, yahut tanımadığı biriyle flört etmek için can atmaktadır? Bizim yüzü örtülü kadınlarımız, dışarıda işe gitmez. Sadece evinin işiyle uğraşır. Ve bu eve koca, hiçbir zaman aslâ sarhoş gelmez. Bu sayede de karı-koca arasında kavga-dövüş olmaz, dayak görülmez, gözyaşı akmaz. Sanır mısınız ki bir Türk ev hanımı, sizin tatlı Paris'inizdeki bir işçi kadınla yerini değiştirir.Şimdi gelelim burjuva sınıfına... Hatırlar mısınız sevgili hemşirem? Bir gün başbaşa gezinirken bir miralaya rastlamıştık... Resmî üniforması üzerindeydi ve bir elinde lahana, öbüründe balık vardı. Siz nasıl görmüştünüz? Doğrusu, bu miralayın karısının da, işçinin karısı gibi şikâyet edeceği bir şey olmadığına bahse girerim. Yeni devrin daha ilk gününden itibaren Paris, Londra yahut daha çok Berlin'den yurda dönen Jön Türkler, Türkiye'nin şartlarını unutmuş gibiydiler. Herhalde öyle olmalı; çünkü gelir gelmez "esir hemşirelerini" kurtarmayı va'd ettiler.İyi niyetle va'd etmişlerdi bunu. Ama va'dlerini tutmadılar. Tutamazlardı da... Çünkü on milyon esir hemşireden -en azından- dokuz milyon dokuz yüz doksan beşi kurtarılmayı şiddetle reddediyordu. İşte bu yüzden sevgili ablacığım, ihtilâl bizim kaderimizde hemüz bir değişiklik yapmadı, daha uzun müddet yapacağı da yok...“
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:50:03
OSMANLILARIN NAMUSKARLIKLARI

Perşembe, 19 Ocak 2006
18. asırda yaşamış olan, A. De la Motraye’nin “Voyages en Europe, Asie et Afrique” ismindeki eserinde eski Türkün bu yüksek vasfı şöyle anlatılır:“Türklerin doğruluğunu, dürüstlüğünü teslim etmekte bir an bile tereddüd edemem. Birçok tanıdıklarımın ve bilhasas dâimî dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hâl vardır: Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken para vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyâhut vakti anlamak için baktığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bâzan da vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkâncı nın mallarını ortadan kaldırıp yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkâncılar peşimden adam koşturmuş lar ve hattâ eğer daglınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönmemişsem, unuttuğum şeyi iâde için ikâmetgâhımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderip birçok defalar beni aratmışlardır. Meselâ bir gün küçük bir Türk dükkânının önünde durmuştum: Bu yelpazeci dükkânında Türk erkeklerinin yaz sıcaklarında kullandıkları yelpâzeler satılıyordu. Dükkâncı yelpâzelerini açıp üst üste koyarak bana gösterdiği sırada saatimi çıkarıp bakmış ve ondan sonra tezgâhın üstüne bırakmışım. Yelpâzeci beni hiç tanımıyordu; ben saatimi orada bırakmış olduğumu eğer hatırlayabilseydim, bilmem dükkânı bulabilir miydim?Bilâkis saatimi cebimden düşürmüş veyâhut başka bir yerde ve bilhassa yarım saatten fazla kalmış olduğum bir Rum dükkânında unutmuş olduğumu zannediyordum. Artık bulabile ceğimden tamamiyle ümit kestikten ve aradan tam üç hafta geçtikten sonra, bir gün tesadüfen yelpâze adığım dükkânın önünden geçerken yelpâzeci beni görür görmez çağırıp saatimi verdi.Ben bu Türk nâmuskârlığının daha yüzlerce misâlini sayabilecek vaziyetteyim: Bizzât kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazla olduğu halde, bunların hiç birinde hiçbir zaman Türklerin dürüstlükten ayrıldıklarını görmedim.”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:50:17
SAHİBİNİN KURSAĞI 

Cuma, 20 Ocak 2006

Kılıcıyla bütün Bizans’ı titreten Osman Gazi, sulh zamanında  insanlara ve hatta hayvanlara da çok merhametliydi. Üzerlerine, taşıyamayacakları kadar yük yükletilmiş at ve eşeklerin sahiplerine çıkışır, pazarlara satılmak için getirilmiş hindi ve tavukların baş aşağı taşınmalarına, hele aç bırakılmalarına çok kızardı.
Birgün bir Pazar yerini teftiş ederken, fakir bir köylünün önünde ki iki tavuğun kursağın yoklamış, bunları bomboş görünce adamı iyice azarlamıştı. Zavallı fakir köylü, gözlerine hücum eden yaşlara mani olamadı ve Osman Gazi’ye:“Tavukların kursağında yiyecek var mı yok mu diye yokladın amma, bir de onların sahibinin kursağını yoklasaydın olmaz mıydı? Bende var mı idi ki de onları doyurayım, meramım tavukları satıp biraz yiyecek almaktı” dedi.Bu sözlerden son derece üzülen Osman Gazi, köylünün tavuk larını değerinin çok üzerinde bir bedelle satın alarak, adama yardım etti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:50:32
OSMANOĞLU'NUN ÖLÜSÜNDEN BÖYLE KAÇARSIN

Cumartesi, 21 Ocak 2006

Karamanoğlu 2. Mehmed Bey, Osmanlı Hükümdarı Çelebi Mehmed Han ile akraba olmasına rağmen, onunla sürekli savaşırdı. Bir defasında Osmanlı askeri Rumeli’de seferdeyken, 1413 senesinde  Bursa’yı kuşatmış, fakat kaleyi savunan Hacı İvaz Paşa’yı teslime mecbur edememişti. Bunun üzerine kendi öz dayısı olan ve bütün dünya Müslümanlarının kahraman sıfatıyla tanıdıkları Yıldırım Bayezid Han’ın kabrini yakmak gibi akıl almaz bir harekette bulundu.
Ağustos ayında, Edirne’de vefat etmiş olan Musa Çelebi’nin cenazesinin Bursa’ya getirilmekte olduğu haberini alınca, Bursa kuşatmasını bırakarak geri çekilme emrini verdi. Bu emri gururuna yediremeyen “Harman Danası” lakaplı bir subayın Karamanoğluna sorduğu şu soru, onun idamına sebep olmuştu:“Sultanım, sen Osmanoğlu’nun ölüsünden böyle kaçarsın, eğre dirisi gelseydi halin nice olurdu!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:50:46
EĞER PADİŞAH BİZ İSEK... 

Pazar, 22 Ocak 2006

Sultan II. Murad, “Oğlumu hâl-i hayatımda tahta geçirem, tâ ki gözüm bakarken görem, ne vechile padişahlık eder” diyerek 13 yaşın daki oğlu Şehzade Mehmed’i tahta geçirdi.
Çocuk yaşta bir hükümdarın tahta çıkması Avrupalıları ümide düşürdü. Osmanlılara karşı bir haçlı seferi hazırlıklarına girişildi. Polonya Kralı Ladislas, yanına Macaristan kralı Yanoş Hunyad’ı da alarak 100.000 kişilik bir haçlı ordusuyla, Osmanlıları Balkanlardan atmak için sefere çıktı. Veziriazam Çandarlızade Halil Paşa, durumu Sultan Murad’a anlatıp derhal ordunun başına geçmesi gerektiğini bildirdi ise de kabul etmedi. Bunun üzerine genç padişah II. Mehmed, hemen babasına mektup göndererek şunları yazdı:“Eğer padişah siz iseniz, bu müşkil vaziyette devletinizin başında olmanız icab eder. Yok eğer padişah biz isek, size emrediyorum, hemen ordunun başına geçiniz!”
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:51:59
YOKSA HEMEN GELİYORUM 

Pazar, 11 Ocak 2004

Yıldırım Bayezid zamanında alına Selanik, Ankara savaşı sırasında Venedikliler tarafından bir hile ile ele geçirilmişti. Sultan II. Murad, padişah olduğunda, önce pürüzlü işleri halletmekle uğraştığından bu meseleye eğilememişti. Nihayet Rumeli işlerine ağırlık verme imkanını buldu ve 1426 senesinde Ayasluğ’a geldi. Burada Midilli, Sakız ve Rodos şövalye leriyle, daha önceden devam eden anlaşmaları yeniledi. Buraya gelen Venedik elçilerini ise kabul etmeyerek geri çevirdi. Daha sonra Edirne’ye dönen padişaha Venedikliler yeni ibr elçi heyeti göndererek anlaşma yapmak istediler. Bunun üzerine Sultan II. Murad onlara şu karşılığı verdi:
“Selanik babamdan kalma mülkümdür. Büyük babam Bayezid, pazusunun kuvvetiyle Rumlardan almıştır. Siz ise İtalya’dan gelmiş Latinlersiniz. Buralara sokulmanızın sebebi nedir? Ya arzunuzla oradan çekilirsiniz, yoksa hemen geliyorum!”Bunun üzerine Venedikliler Selanik kalesini hemen boşaltarak Osmanlı askerine teslim ettiler.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:52:17
BEN KENDİ İŞİMİ YAPAYIM 

Cumartesi, 10 Ocak 2004
 

Fatih, hocası Molla Gürani Hazretlerini çok severdi. Onu bir şekilde mükafatlandırmak istiyordu. Bir gün ona:
“Hocam, çoktandır düşündüğüm bir şeyi size açayım. Ben sizi Vezir ve Sadrazam yapmak istiyorum, ne dersiniz?” dedi. Genç padişah, hocasının bu teklif karşısında minnet ve şükranla dolacağını ve bunu memnuniyetle kabul edeceğini tahmin ediyordu. Fakat Molla Gürani:“Hayır, münasip değildir. Bir kere, ben iyi veya kötü bir ilim adamıyım. Ama siyasette muvaffak olup olamayacağım belli değildir. Hırs yüzünden, yapamayacağım bir işe kalkışırsam devlete zarar veririm. Lakin daha mühim sebep de şudur; emriniz altında bu kadar kıymetli devlet adamları vardır. Onların hepsi, bir gün çalışmalarının mükafatlarını görme emelindedirler. Onlar siyaset basamaklarını tecrübeyle aşıp birer birer yükselirlerken benim gibi dışarıdan biri bu mevkiye gelirse, şevk ve cesaretleri kırılır. En iyisi, ben kendi işimi yapayım, siz de o makama onlar arasından ehil olan birisini getiririniz.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:52:31
BU YÜZDEN KARA ÇALDIM 

Osmanlı şairlerinden Çâkeri, bir ara Sultan II. Bayezid’e nedimlik etmiş ve sancakbeyliği de yapmıştı. Kendisi pek genç olmasına rağmen, hastalıktan dolayı rengi sararmış, sakalı da ağarmıştı. Bu yüzden sakalını siyaha boyardı. Bir gün Sultan II. Bayezid ona:

“Çâkeri, sakalındaki bu nuru ne için zulmete tebdil edersin? Ak sakalının yüzüne kara çalıp mücrimler gibi teşhir edersin?” diye sorunca Çâkeri:

“Devletlû padişahım! Yaşımı hiç şüphesiz ki bilirsiniz. Fakat sakalım yalan söylüyor. Bu yüzden ona kızdım. İntikam almak için yüzüne kara çaldım” cevabını verir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:52:45
ŞAHİDLERLE İSBATI DA KAFİDİR

Perşembe, 08 Ocak 2004

Fatih, İstanbul’u fethettiği zaman, burada yaşayan Rumları öldürtmemiş ve onlara inanç serbestliği vererek Patriklerini bile görev de bırakmıştı. Fakat bir müddet sonra eski Bizanslılardan bazıları İstanbul’u yeniden ele geçirmek için Avrupa’da gizli anlaşmalar yapmışlardı. Bu durum üzerine zamanın padişahı Yavuz Sultan Selim, İstanbul’daki Rumların ya Müslüman olmaları veya şehri terketmeleri ni emretti. Vezirler, padişahtan çekindikleri için bu emir karşısında ağızlarını açamadılar. Fakat zamanın  Müftisi Zembilli Ali Efendi’ye müracaat ettiler. Bunun üzerine Ali Efendi:

“Fatih İstanbul’u zaptedince Rumlara eman ve ferman vermiştir. Bu sebeple padişahın bu emrini yerine getirmek caiz değildir” dedi ve bu şekilde bir fetva yazarak Yavuz’a gönderdi. Padişah:

“Fermanı görelim!” diye itiraz etti. Zira bu ferman, bir yangında yok olmuştu. Buna karşılık Zembilli Ali Efendi: “Şahidlerle isbatı da kafidir” diyerek, bu fermanı gören yaşlı iki yeniçerinin şahidliği ile davayı Yavuz’un aleyhine neticelendirdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:52:59
HİDDET DEĞİL GAYRET

Çarşamba, 07 Ocak 2004

Fatih ve II. Bayezid Han devirlerinde kazaskerlik de yapan Ali Fenari Efendi, insaflılığı ve yumuşak huyluluğu ile de tanınmıştı. Bir gün medresede ders verdiği sırada, talebelerden biri hocasının sözlerine karşı laubali bir tarzda itiraza kalkışır. Müderris ona cevap vermez, şöyle gazaplı bir şekilde kaşlarını çatmakla yetinir ve yine dersine devam eder. Dersin sonunda talebeyi çağırıp bu tutumundan dolayı takdir etmekle birlikte dersin adabını hatırlatır ve sorduğu suali de cevaplandırır. Talebe büyük bir mahcubiyetle ocasından özür diler ve bu arada:

“Bu hareketimin cezası olarak ya izin veriniz başka bir müderrisin hizmetine gireyim, yahıt da bundan sonra böyle siz ders verdiğiniz sırada artık hiç ağzımı dilimi açmayayım” der. Mevlana Fenari:

“Benim sana karşı muamelem bir hiddet neticesi değil, gayret arzusu idi. Maamafih şimdiden sonra hatırına gelen sual ve itirazı hiç tereddüd ve tekellüf etmeden söyle, asla gücenmedim” cevabını verir.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:53:15

ELÇİYE ZEVAL YOK

Salı, 06 Ocak 2004

YAVUZ Sultan Selim Han, bir yandan Mısır üzerine yürüyor, bir yandan da Memluk sultanı Kansu Gavri’ye elçiler gönderiyordu. Fakat gönderdiği elçilerin hiçbiri de geri gelmemişti. Daha sonra bu elçilerin hapsedildiğini öğrendi. Bu sıralarda Kansu Gavri’nin elçisi Moğolbey, silahıyla Yavuz’un huzuruna çıkmış ve sultanının isteklerini bildirdi.
Bunun üzerine Moğolbey’in saçı sakalı kesilerek, yağlı bir elbise giydirildi ve bir eşeğe ters bindirilerek ordugahta gezdirildi. Yavuz tekrar huzura alına Moğolbey’e:“Seni öldürmüyorum, çünki elçiye zeval olmaz. Ancak efendine söyle, elçileri salsın, kendisini de Mercidabık’da bekliyorum”
 

Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:54:08
BEN GELİR BORCUMU ÖDERİM

Pazartesi, 05 Ocak 2004

1458’de Trabzon Rum İmparatorluğu tahtına oturan David Komnen, Osmanlılara verdiği vergiyi kestiği gibi evvelce verilenleri de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey vasıtasıyla geri istemişti. Trabzon Rum Devletine kendi haraçgüzarı gözüyle bakan Hasan Bey, bu devletin Osmanlı nüfuzu altına girmesini istemiyordu. Bunun için 1460 senesinde yeğeni Murad bey başkanlığında bir heyeti İstanbul’a göndererek bu vergi meselesini görüşmek istedi. Fakat Osmanlı Hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, gelenlere şu cevabı vererek geri gönderdi:
“Haydi siz gidiniz, ben kendim gelir borcumu öderim”Bundan sonra sefer hazırlıklarına başladı ve Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli savaşında mağlub etti ve daha sonra da Trabzon üzerine yürüyüp bu devleti Osmanlı topraklarına kattı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:54:21
BU HÜKÜMDAR KEMAL VE TEDBİR SAHİBİDİR

Pazar, 04 Ocak 2004

Kanuni  Sultan Süleyman 1522 senesi Aralık ayında Rodos adasını fethetmişti. Şövalye lerin kumandanı olan Üstad-ı Azam L’isle Adam, maiyetindeki en büyük şövalyelerle birlikte Kanuni Sultan Süleyman‘ın huzuruna  kabul edildi. Üstad-ı Azam, Cihan Padişahının huzuruna çıkmadan önce 24 saat Otağ-ı Hümayunun kapısında bekle tildi. Bu bekleyiş sırasında yanındaki şövalyelere:
“Bu hükümdar, gençliğine rağmen kemal ve tedbir sahibidir.” Demek suretiyle Kanuni hakkındaki fikrini belirtti. Osmanlıların hanedan rengi olan al renkle döşenmiş Otağ-ı Hümayuna girince, som altından tahtta oturan genç padişahı gördü ve hemen ayaklarına kapandı. Nezaketi ile tanınan Kanuni, Üstad-ı Azama kalkmasını işaret ettikten sonra, kahramanca yaptığı müdafaadan dolayı tebriklerini bildirdi. Daha sonra padişah, kaleye girdi ve şehri gezdi.

Bu günlerde Hristiyanlık aleminde Noel kutlanıyordu. Papa II. Hadrianus, Roma’da Saint Pierre kilisesinde Noel ayinini icra ederken kilisenin saçağından bir taş düştü ve Papa’nın ayaklarına doğru yuvarlandı. Kardinaller bu hadiseyi, aylardan beri kuşatması devam eden Rodos’un düşmesine yorumladılar ve bir süre sonra bu haber Roma’ya ulaştı.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:54:36
GİT ZAVALLI OYUNCAK

Cumartesi, 03 Ocak 2004
 Preveze zaferinden üç yıl geçmişti. Alman İmparatoru Şarlken, Cezayir’i Osmanlı devletinden ayırmak için harekete geçti. Maksadı Kuzey Afrika’dan Osmanlıları çıkarmak ve buraları Hristiyanlaştırmak idi. Bu maksatla 516 gemiden müteşekkil muazzam bir donanma hazır ladı. Andrea Doria kumandasındaki bu donanmada 35.000 asker, 400 Malta şövalyesi bulunuyordu. İmparatorun bizzat katılacağı bu sefer de kendisine en büyük İspanyol, İtalyan ve Alman asilzadeleri de refakat ediyorlardı. Şarlken’in zafer alayını seyretmek için, İspanyol, İtalyan ve Alman düşes, markiz ve kontesleri de gelmişlerdi. Avrupa yüksek sosyetesinin en kibar hanımları ve genç kızları bu zafer alayın da İmparatorun yanında bulunmak fırsatını kaçırmak istemiyorlardı. Cezayir’i savunan Barbaroszade Hasan Bey’in kuvvetleri 2600 levendi geçmiyordu. Hasan Reis bir gece düşman ordugahına yaptığı baskında haçlıları perişan etti. Daha sonra çıkan çok şiddetli fırtınadan faydalanan Hasan Reis haçlılar üzerine taarruza geçti. Avrupa’nın en seçkin Haçlı birlikleri birbirlerine karışmış vaziyette gemilerine hücum edip, birbirlerinin ayakları altında ezilirken armada larının ayrısı da karaya oturmuştu. 20.000 Haçlı askeri fırtınadan boğulmuş veya Osmanlı kılıçları altında can vermişti. 4.000 safkan süvari atından boğulmayanlar, erzakları kaybolan birlikler tarafından kesilip yenilmişti. Düşmanın ağırlıklarının da çoğu ele geçmişti. Barut ve tüfekleri ıslanmış, silahları ateş almıyordu. Zırhlı İspanyol askerleri yağmurdan bataklık haline gelmiş arazide yürüyemiyor, çamurlara gömülüp boğuluyorlardı.İmparator Şarlken, Malta şövalyelerinin kahramanlığı sayesinde canını zor kurtarmış. Kalan birkaç gemisiyle Cezayir’den ayrılıp denize açılmıştı. Ömründe felaketin bu derecesini görmeyen Şarlken ağlamış ve teessüründen, başındaki altın tacı fırlatıp denize attıktan sonra:“Haydi git zavallı oyuncak! Belki seni, bahtı benden daha açık bir hükümdar bulur da başına koyar” demişti.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:54:54
MİLLETİN EFENDİSİ KİMDİR?

Cuma, 02 Ocak 2004
Kanuni Sultan Süleyman Han, birgün yakınları ile sohbet eder ken yanındakilere:“Milletin efendisi kimdir?” diye sordu. Onlar da:“Padişah hazretleridir” deyince,“Hayır, milletin efendisi reâyâ, yani köylüdür ki, ziraat ve hayvan cılık için huzur ve rahatı terkedip meydana getirdikleri mahsullerle bizleri doyururlar” cevabını verdi.
Başlık: Ynt: Tarihten sayfalar.. (Vehbi Tülek'ten)
Gönderen: Mercey - Şubat 21 2010, 16:55:17
ARTIK SERBESTSİNİZ

Perşembe, 01 Ocak 2004
Kanuni kumandasındaki Osmanlı ordusu Viyana önlerinde bir an geri püskürtülünce, o zamana kadar sessiz duran kiliselerin çanları sevinçle çangırdamaya başladı. Kanuni Sultan Süleyman, esir olan Avusturya ordusu bayraktarı Von Sedlitz’den bunun sebebini sordu. Von Sedlitz:“Sizi geri püskürtmenin verdiği sevinçtir” cevabını verdi. Bozgu nun verdiği acıya rağmen Kanuni, Von Sedlitz’in bu cesaretinden hoşlandı. Bu sebepten ona ve arkadaşlarına iftihar elbisesi giydirerek:“Artık serbestsiniz” dedi ve gitmelerine izin verdi.