Saklambaç
Bir.
Duvara doğru dönüyor,
kıpırdamadan duruyorum.
Gözlerim sımsıkı kapalı.
Yüksek sesle ona kadar sayacağım.
Bir oyun bu!
Hiç kimse bana söylemeyecek gözlerimi ne zaman açacağımı...
On dediğimde herkes bu yere gizlenmiş olacak.
İki.
Ama ben karanlıktan korkarım. Yalnızlıktan da
Üç.
Hızla uzaklaşan ayak sesleri.
Uçsuz bucaksız soğukluğu duvarın.
Ne bakabiliyor, ne bakmamazlık edebiliyorum.
Göz ucuyla, kaçamak bir bakış,
sağıma ve soluma,
dünya hep benden kaçıyor gibi.
Sanki arkamda biri duruyor,
gözlerimi açtığımı fark ederse
soğuk, dev elleriyle örtecek onları,
beni uyumaya zorlayacak.
Dört.
Bu şehirde doğmamışım ben.
Ama benim ülkem burası,
yokuşlarla çevrili çocukluk ülkesi.
Yollar yok burada, sokaklar var.
Annem, babam, kardeşlerim
bir de erik ağacıyla kedi var.
Bir de kırmızı elbisem.
Beş.
Duvarları annem anlattı bana.
Derler ki ben babamdan çok anneme benzermişim.
Duvarların önüne ağlamak için gelirmiş insanlar.
Altı.
Ama bana soruyor duvar:
Kaça kadar saymayı biliyorsun?
Yedi.
Kırmızı artık aynı kırmızı değil,
kız çocuk kırmızısı değil.
Kan rengi, utanç rengi, tokat rengi, çok lekeli.
Sekiz.
Çabuk olup bitiyor her şey.
Gözlerini bir açıyorsun, bir kapıyorsun,
hep o yarı uyku halinde,
bir bakıyorsun dizindeki yaralar kapanmış,
bir bakıyorsun çocukların olmuş.
Ben annemden ne kadar farklıysam
benden o kadar farklı.
Yokuşlar önce kısalıyor,
sonra tekrar uzuyor.
Kırmızıyı bile unutuyorsun.
Sanki hep bir duvarın önünde
ağlıyor, sayıyor, bekliyorsun,
sen beklerken hayat uzaklaşıp gidiyor.
Dokuz.
On dediğimde herkes gitmiş olacak.
On.