Alternatifim Cafe

Neden Milliyetçilik?

Discussion started on Milliyetçilik

C_R_A_Z_Y

  Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de "Türk-İslam Ülküsü" ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, "Emperyalizm", Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile "vatan çocuklarını" din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar
hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, herşeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır.

Bugün yeryüzünde iki somürgeci "blok" vardır. Bunlardan biri kara renkli "kapitalist emperyalizm" diğeri ise bütün fraksiyonu ile "kızıl emperyalizm". Birincisi "çok uluslu şirketlerin" paravanasında, "az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek" maskesi altında, ikincisi de "ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek" maskesi altında, "sınıfsal savaş"
sloganı ile "iç savaşlar" çıkartmakta ve "dünya proleterlerinin dayanışması" adı altında işgalini gerçekleştirmektedir.

Gerçekten de yer yüzünde ezilen ve sömürülen bir de "üçüncü dünya" vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere,
federasyonlara bolünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı birbuçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yanı da, bu nüfusun çoğunluğunu
müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen müslümanlar arasında Türk Milleti'nin çok önemli bir bölümü
bulunmaktadır.

1970 Yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayatı yaşayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye'mizde bulunan genel nüfusumuzun tam
iki katıdır.

Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslam ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış, diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma planlarını baltalamış ve bu ülkeleri, "ebedi sömürge" statüsüne mahkum etmek için elinden
geleni esirgememiştir.

Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını milli tarihlerine, milli ve mukaddes kültür değerlerine, milli ülkülerine, milli menfaatlerine, hatta motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini "bir uygarlık ve ilericilik" unsuru biçiminde onların kafalarına ve vicdanlarına oturturlar. Böylece milli ve mukaddes değerlere bağlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düşen "yabancılaşmış kadrolar" çıkarırlar. Bir ülkede, değerler "ikizleşince", kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İşte düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve
milletin "parsellenmesi" için beynelminel güçleri harekete geçirir.

Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bölünmüşse, düşman rahatlıkla at oynatabilecek vasatı bulmuş demektir.

Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Mesela, sanki bir insan, hem 'dindar', hem 'milliyetçi', hem 'medeniyetçi' olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt proğramlar durumuna sokarak, hiç yoktan 'çatışan güçler' meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca planlar ki,
tertiplerini anlamak için bazan olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela, Osmanlı Türk Devleti'nin parçalanması ve Orta-Doğu'nun sömürgeleştirilmesi için,
dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, 'din' ile 'milliyetçilik' arasında zıddiyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar.

Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı 'Les Francs-Maçons' kitabının 127.nci sayfasında okuduğumuza göre İslam dünyasında masonlar Cemaleddin-i Afgani ve
Muhammed Abduh gibi 'din politikacılarını' localarına kaydederek onların eliyle 'Dini, milli yapılara göre reforme ederek' alemşumul İslam dinini bozmak, öte yandan Müslüman
Kardeşler (Freres Musulmans) hareketi ile de 'İslam'da milliyetçilik yoktur' propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle -çok kahpece bir planlar- birbirine zıt 'İslamcı' ve
'Milliyetçi' sun'i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.

Emperyalizm, bizim dünyamızda bu 'paradoks'tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı,
birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.

O halde, Türk Milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu, herşeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede, sun'i olarak birbirine düşman 'güya Türkçü' ve 'güya İslamcı' cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların
karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır.

Bunun için, Türk-İslam kültürüne, Türk-İslam medeniyetine, Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni,
İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin
ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur.

Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, 'sentez', tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız 'Türk-İslam sentezi' yerine, 'Türk-İslam Ülküsü' sözü daha uygun olur düşüncesindeyiz. Bunu ısrarla kullanacağız. (S.ARVASİ)

 
 

21. Yüzyıl’da Türk Milliyetçiliği


Türk milletinin ve milliyetçi düşüncenin bu gün içinde bulunduğu ortam, dikkatli bir durum tespiti ve değerlendirme yapılmasını mecburiyet olarak önümüze koyuyor. Bu değerlendirme, genel olarak milliyetçilik ideolojisinin ve özelde de Türk milliyetçilik anlayışının tarihten bu güne gelişimi, günümüzdeki algılanışı, gelecekteki işlevi ve millet ve milliyetçilik kavramlarını dışlayan beynelminel ideolojiler karşısındaki durumunu açıklıkla ortaya koymalıdır.

Bu değerlendirmenin aciliyeti, ülkemizde millet ve milliyetçilik kavramlarına karşı yapılan saldırıların, ülke içinde ve dışında zirve noktasına ulaşmış bulunmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal olarak milliyetçilik ideolojisinin anlaşılamaması ve milli devlet oluşumuna ilişkin eksiklikler yanında, “Türk değil, Türkiyeli” ifadesiyle adeta zincirden boşanırcasına tetiklenen gayri milli söylem ve tavırlar, maalesef kısmen de olsa resmiyet kazanmış bulunmaktadır. Bütün bunlar yanında, basın ve fikir hayatının temsilcilerinin de aynı davranış şeklini hızla benimsediği ve aslında milliyetçilik ideolojisinin içini boşaltmaktan başka işe yaramayan, “herkes vatanını sever, herkes milliyetçidir, bu fikir kimsenin tekelinde değildir” şeklindeki söylemin, yerini, milliyetçilik karşıtı ve aşağılayıcı bir üsluba terkettiği görülmektedir.

Bir gazete köşe yazısında, liberal düşünceye mensup olduğunu ifade eden bir öğretim üyesinin “Milliyetçilik Hezeyanı” başlığı altında kullandığı ifadeler durumu çarpıcı şekilde özetlemektedir(1); “Milliyetçiliğin barışcı ve medeni bir toplum hayatının gerekleriyle uyuşmasının neredeyse imkansız olduğunu teorik kanıtlarla açıklamak hiç de zor değildir. Ama bizim bunu anlamamız için teorik tahlillere pek ihtiyacımız yok gibi. Çünkü, Türkiye’de özellikle son zamanlarda olup bitenler bunun böyle olduğunu adeta bağıra bağıra söylüyor. Bu durum milliyetçiliğin tehlikelerini, lafı eğip bükmeden ve dolambaçlı anlatımlara başvurmadan, dosdoğru bir şekilde dile getirmeyi kaçınılmaz bir ahlaki görev haline getirmiştir.” Yazara göre, “ulusal meselelerde milliyetçiliğe yapılan atıflar tam bir hezeyan halini almış; kullanılan ifadelerde ölçü kaçmış ama zaten milliyetçiliğin ölçüsü yoktur; milliyetçi safsatanın esiri olmak için, ilk bakışta zannedilebilenin aksine, cahil olmak gerekmeyip okumuş yazmış olanlar da buna kapılabilir; medeni dünyada devleti anayasasında milliyetçi olarak tanımlayan tek ülke Türkiyedir; Milliyetçilik öyle bir illet ki bulaştığı her ideolojiyi yozlaştırıyor; bugün islamcıların da çoğunluğunun savundukları fikriyatın özünde saf milliyetçilerinki kadar milliyetçi olması islamın evrenselci mesajı adına ne hazin bir tecellidir”

Bütün bu ifadelerle ilgili olarak herşeyden önce, yazının sahibinin dediği gibi, lafı eğip bükmeden söylenmesi gereken şey, bu kadar seviyesiz ve bilimsel gerçeklikten yoksun yazıyı yazmak için cahil olmak gerekmediğidir. Ama ülkemizdeki gelişmeleri ve dünyayı izlediğimizde bunun basit bir gafletin çok ötesinde açık bir meydan okumaya dönüşmüş bulunan hainlik olduğu açık şekilde görülecektir.

Aynı zaman dilimine denk düşen birbaşka yazıda diğer bir gazeteci ise(2); “Kıbrıs’la ilgili haber ve yorumlar, halkın ilgisini pek çekmiyor. Nedeni basit. Kıbrıs, Türk ve Rum milliyetçiliğinin kesiştiği, birbiriyle mücadele ettiği yer. Milliyetçilik ise, çağın hızla gerisine düşen bir dogma!” diye yazabilmektedir.

Bütün bu ifadeler, Türk milli ruhunun, milliyetçiliğin ve tabiki Türklüğün içinde bulunduğu dönüm noktası ile ilgilidir. Bütün bu olguların gerileyebileceği en son noktada bulunması, Türklük düşmanı tavır ve söylemlere cüret edilmesi sonucunu doğurmuştur.

Gerçektende, yaşadığımız zaman dilimi, türk tarihi bakımından tam bir dönüm noktasıdır. Bu, abartılı bir değerlendirmenin sonucu değil, gerçeğin kendisidir. Şüphesiz ki, milletlerin çöküş ve yükseliş dönemleri dikkatle tahlil edildiğinde, millet olgusunun tarihin değişik dönemlerinde ve değişik coğrafyalarda ne şekilde yok olduğu veya yeni bir döneme girdiği izlendiğinde durum çok açık görülecektir.

Durmuş Hocaoğlu’nun eserlerinde ve gazete makalelerinde yaptığı tespitler, içinde yaşanıldığında farkedilmesi zor görülen husuları, tarihi gerçekliklerle ortaya koymaktadır. Buna göre;(3) “Milletler yükseldiği yerden düştüğü gibi, düştüğü yerden kalkarlar ve çok zamanlar da iyice dibe vurmadan büyük bir sıçrama yapamazlar. İşte şimdi biz bu noktada bulunmaktayız veya ona limit yakınlıktayız: Dünya Türklüğü ve onun merkezi olan Türkiye tarihin makas değiştirdiği son derece kritik bir noktada, ya ikinci Endülüs ya da ikinci Ergenekon olacağı, daha fazla çekilmeyi kaldıramayacağı minumum noktasında bulunmaktadır. Dibe kadar inmek, tekrar yükselmek için bazı hallerde bir fırsat ve bir şanstır ve aynı zamanda yeni hacet kapılarının anahtarıdır da. Çok fazla sıkış(tırıl)mış olan bir yay, aynı zamanda çok fazla potansiyel enerji birikimine kavuşmuştur; eğer bu potansiyel enerji bir kinetik enerjiye dönüştürülecek olursa bu bir patlama, bir indifa demektir. İşte, aynı durumdaki her millet gibi Türk Milli Ruhu’nun fevkalade sıkışmış ve gerilmiş bu hali de böyle bir yay’a... benzemektedir” Çekilmiş, en son noktada bulunan milli ruh, bükülmüş bir dalın geriye tepmesi gibi doğrulabilecekken, bu nokta aynı zamanda, enerjinin açığa çıkartılamaması durumunda, bükülen kamışın kırıldığı gibi, “iflah kesen ve her şeyi bitiren noktaya da dönüşebilir. Selçuklu’nun dibe vurduğu ve Osmanlı’nın yükselmeye başladığı nokta ile, Antik Mısır’un Octavius’un fethi ile Roma’nın eline düşerek dibe vurduğu ve izmihlale uğrayarak ilelebet tarihe gömüldüğü nokta aynıdır”

Dünya Türklüğünün, tarihi, sosyal, ekonomik, coğrafik anlamda, öncüsü konumunda olan Türkiye bakımından gelinen kritik nokta, aslında bir bütün olarak Türk Milleti açısından bu şekildedir. Bir millet ve onun siyasi organizasyonundan ibaret olan Devlet, kendi hayati çıkarlarına ve hatta bizatihi kendini var eden temel esaslara ilişkin olarak kendi dışındaki güçlerin belirlediği hususlara karşı sadece tedbir alma ve reaksiyon gösterme durumunda kalmışsa, bu büyük bir gerilemenin göstergesidir. Son birkaç asırdır Türkiye’nin durumu aslında bu tespiti yansıtır; kendi dışınızda bu şekilde belirlenen politikalara bir tepki dahi gösterilmeyip aynen kabulü hali ise, yukarıda belirlenen ve bir milletin tamam veya devam diyeceği, o kritik dip noktasıdır. AB üyelik süreci görüntüsü altında, “ev ödevi” başlığıyla elimize tutuşturulan ve milli devletin esaslarına açıkca saldırı niteliği taşıyan hususlardan, doğrudan güvenliğimizi de ilgilendiren başta Irak ve Ermenistan olmak üzere komşularla ilişkilere, Kıbrıs da yaşanan tartışmalara kadar, herşey gözümüzün önünde cereyan etmekte ve bütün bunlar enflasyon, borsa gibi birtakım ekonomik göstergelerle değerlendirmeye tabi tutularak, tam bir karartma uygulanmaktadır.

Bütün bu tehditlerden ve çöküşten yükselişe geçmek elbette ki mümkündür, bu ancak milliyetçilik ideolojisinin yükselişi ile olacaktır. “Türkler de her millet gibi, tarihi kader’in kendilerini sürüklediği bu kritik noktayı, ancak ve yalnız milliyetçilik ve fakat...bu güne kadar ki milliyetçilikleri aşan, onların hiçbirisinin yapamadığını yapacak olan bir yeni milliyetçilik ile izmihlal noktasından dönüm noktasına, ikinci Endülüs’ten ikinci Ergenekon’a dönüştürebileceklerdir....Neden milliyetçilik ve neden yeni milliyetçilik? Milliyetçilik! Çünkü, henüz bir isim almadığı kadim zamanlardaki primordiyal şekilleri ile dahi, her zaman örgütlü bir politik toplumun en büyük güç kaynağı o olmuştur ve bu gün dahi öyledir: Hiç bir vakit ölmemiş bulunan milliyetçilik, bütün Dünya’da yeniden yükselmektedir; çağımız yeni bir milliyetçilik çağıdır”(4)

Milliyetçilik üzerine yazılan tüm eserlerde, bu ideolojiye taraftar olan olmayan tüm yazarların üzerinde ittifak ettiği husus, milliyetçiliğin dünya insanlık ve siyaset tarihinin en etkin kavramlarından biri olduğudur. Milliyetçilikle ilgili iki temel yaklaşımdan, teoriden bahsetmek mümkündür; bunlar, milliyetçilik ideolojisinin modernitenin bir ürünü olması ve insanlığın son yüzyıllarda ortaya koyduğu toplumsal ilişkiler ve devlet anlayışının bir parçası olması ile kadim zamanlardan beri kendiliğinden var olan ve isimlendirilmemiş şekilde yaşamış bir kavram olmasıdır. Milliyetçilik, millet kavramı üzerine oturan bir ideoloji olması sebebiyle, milletlerin varoluşu ile eş zamanlı olarak vardır ve mesela marksizm veya liberalizm gibi sonradan oluşturulmuş bir düşünce şekli değildir. Ama, bu günkü anlamıyla siyasi ve bürokratik milli devletin, sosyal kurumların şekillenişi ve açık olarak milliyetçiliğin isimlendirilmesi son birkaç yüzyıllık hadisedir.

Bu aşamada millet kavramını açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Bilindiği üzere sayısız millet tarifi yapılmış, millet adı verilen sosyolojik kavramın unsurları, tarihin değişik dönemleri de dikkate alınarak sıralanmaya çalışılmıştır. Bu yapılırken, birbirine benzeyen ve bir arada bulunan insan topluluğu (millet), dil, ırk, coğrafya (vatan), kültür, din, siyasi organizasyon (devlet) gibi olgularla tanımlanmaya çalışılmıştır. Burada konuya ilişkin ayrıntılı teorik tartışmalara girmeksizin şu söylenebilir; dikkat edilmesi gereken, tarihsel süreç içinde millet kavramının değişik şekillerde var olmuş ve değişik şekillerde algılanmış olduğudur. Birbirine benzeyen ve bir arada bulunan insan topluluğu, bu benzeşmeyi sağlayan unsurlar bakımından farklı olabilmiştir. Ayrıca, milleti oluşturduğu ifade edilen unsurlar, tek başına değil birden fazla unsurun bir araya gelmesi ile bu benzeşmeyi sağlamıştır. Mesela coğrafya, üzerinde yaşayan insan topluluğunu, tek başına, benzeştirme ve milleti oluşturma işlevine sahip değildir. Ayrıca farklı coğrafyalarda aynı millet yaşayabilir. Benzer şekilde, aynı dini inanışa sahip olmak bakımından benzeşen insan toplulukları, farklı dilleri, dini pratikler dışında (ki burada dahi ayrışmaktadır) kültürel farklılıkları ile milleti oluşturamaz. O halde, her milletin, kendini oluşturan unsurlar bakımından farklı bir gelişim göstermesi mümkündür. Ancak sonuç da, soy, dil, temel kültürel yaklaşım, mensubiyet şuuru esas ve vazgeçilmez olmak üzere, iradi olarak seçilmesi mümkün olan benzeşme gruplarını da kısmen (ikincil) esas alan sosyolojik ve insanlığın ilk gününden itibaren farklı şekillerde de olsa hep var olmuş bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır.

Millet ve buna bağlı siyasal talepleri ifade eden milliyetçiliğin, yeni, modernitenin ürünü ve sonradan oluşturulmuş kavramlar olduğu tezi, somut sayısız tarihi vaka ile kolaylıkla çürütülebilir. Başta Orhun abideleri olmak üzere Türk yazıtlarındaki ifadeler, Platon’un yunan kavimleri ve diğerleri şeklindeki ayırımı, salt bir millete ait olan dinsel inanış ve ilah tanımlamaları gibi sayısız hadise bu konuyla ilgili olarak sıralanabilir.

Bunula birlikte iki asırı aşan süreçte, millet ve milliyetçilik kavramlarının insanlık tarihinin hiç bir döneminde görülmemiş şekilde yükselişi ve belirleyici oluşu, bugün içinde bulunduğumuz durumu anlayabilmek bakımından dikkatle değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu süreç, milliyetçiliğin birinci derecede etkin olduğu, milli devletlerin tartışmasız kabul gördüğü, siyasal ayrışmaların tarihin hiç bir döneminde görülmediği şekilde millet esasına göre teşekkül ettiği bir zamanı işaret eder. Bizim açımızdan bugün için hayati önemi olan ve anlaşılması gereken ise, liberal düşünce üzerine bina edilen ve ekonomiden sosyal ilişkilere kadar her alanda küreselleşme olarak ortaya konan düşünce akımının belirleyici aktörlerinin, milletleşme, milliyetçilik, milli devlet oluşumlarını hiçbir tartışmaya yer vermeksizin tamamlamış olmaları ve bu akımın, marksizm-rus milliyetçiliği örneğinde olduğu gibi, aslında göründüğünün aksine dışımızdaki milletlerin ve milliyetçilerin amaçlarına hizmet ettiğidir. Bu hususun anlaşılması Türk Milliyetçiliği bakımından hayati önemi haizdir. Bu noktadaki bir yanlış algılama, değerlendirme hatası, Endülüs – Ergenekon benzetmesiyle ortaya konan çarpıcı kavşakta, bizi yanlış yöne götürecektir.

Son iki asırda Dünya’da ve ülkemizde neler olmuştur? Olan, milletlerin, milliyetçilik ideolojisi önderliğinde milli devletleri oluşturmaları ve Dünya siyasetinde mutlak belirleyici olmalarıdır. Bu süreç, tam bir toparlanma ve insanlığın var oluşundan beri sahnede olan milletlerin, başkaca hiçbirşey de olmayan gücü ve enerjisi ile sahneye çıkmasıdır. Almanya ve İtalya’da görülen birleşme hareketi, Fransız dilinin gücü ile Fransa’da teşekkül eden birlik, Anglo Sakson dünyadaki gelişmeler ve bu kökenden gelen insanların ana eksenini oluşturduğu ABD’deki tek dil ve kültür etrafında oluşan birlik, bu büyük yapıların dışında Doğu Avrupa ve Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri ve siyasi yapılanmalar, milliyetçiliğin, milli heyecanın itici gücüyle oluşan ekonomik ilişkilerinde büyük değişim, sanayi devrimi, millet olgusunu temel almayan ve farklı meşruiyet temellerine dayanan monarşik ve feodal yapının yıkılışı, milli devlet - din ilişkisinin belirginleşmesi, Devlet – toplum ilişkilerinde, “millet” kavramı dışındaki tüm unsurların belirleyicilik vasfını kaybetmesi, belki de en önemlisi bütün bu gelişmelerin Devlet etme anlayışı içinde artık bırakın tartışmayı, akla bile gelmeyecek kadar yerleşmesidir.

Bütün bu birleşme ve siyasi anlamdaki milletleşme sürecinde, zaten var olan millet kavramı, “mensubiyet şuuru” şeklinde ifade edilebilecek “iradi” unsurun da eklenmesiyle, farklılıkları ortadan kaldıran, genişleyici bir etki ile ortaya çıkmıştır. Homojen bir yapıda bulunan milletler bakımından sorun bulunmamakla birlikte, kısmen farklılıklar taşıyan topluluklarda, ortak olanlar öne çıkartılmak suretiyle süreç tamamlanmıştır. Bu gelişmeler bazen doğrudan millet’ten bazen de Devlet’in bizatihi kendinden kaynaklanmıştır. Bu gün için ise, devlet mi milleti oluşturmuş, millet mi devleti oluşturmuştur? Şeklindeki tartışma bilimsel değerini ve güncelliğini kaybetmiştir. Sonuç, millet kavramı dışındaki benzeşme unsurlarının belirleyici (temel) olmadığı toplumsal yapı ve bunun üzerinde teşekkül etmiş milli devlettir.

Geçen yüzyıllarda gerçekleşen süreç, ekonomik gelişmelerden bağımsız olarak ele alınamaz. Türk Milliyetçiliği bakımından esaslı problemlerden biri de budur. Milliyetçilik ve sanayi devrimi Türklük alemi dışında, eş zamanlı olarak gelişimini sürdürmüş ve bu toplumlar bakımından büyük bir güç ortaya çıkmıştır. Ekonomik ilişkilerdeki değişim, tarımsal temele dayalı olmaktan, endüstriyel temelli bir kent ilişkisine doğru gelişmiştir. Bu durum, toplumda ekonomik temelli farklı benzeşme grupları oluşturmuş, buradan hareketle de millet kavramını ve milliyetçiliği dışlayıcı fikir sistemlerine zemin hazırlamıştır. Marksizm ve Liberalizm böyle bir iddia ile çıkmakla birlikte, millet ve milliyetçiliğin ölmeyeceği ve temel belirleyici olduğu gerçeğini teyid etmek gibi bir işlev görmüştür.

Marksist teoride, ekonomik ilişkilerin değişimini sağlayan sanayi devriminin oluşturduğu kent burjuvasının, aynı zamanda millet ve milliyetçilik kavramlarının öncüsü olduğu, feodal ilişkiye son vermek ve proletarya sınıfının oluşumuna zemin hazırlamak yönüyle işlevini tamamladığı ve bu noktadan sonra toplum – devlet ilişkisinde ezilen proleter sınıfın belirleyici olacağı ileri sürülür. Başta millet ve milliyetçilik kavramları olmak üzere hiçbirşey bu ekonomik temelli sınıfın belirleyiciliğinin önüne geçemez ve bu kavramlar yok olacaktır.

Ancak, marksist ideoloji temelli ilk devletin rus coğrafyasında kurulması ile birlikte, hayatın ve insanlığın gerçeği, masa başında oluşturulan manifestoların, teorilerin ve yanılmaz matematiksel formüller şeklinde ortaya konulan iddiaların önüne geçmiştir. Bu ideoloji, yirminci yüzyıl boyunca rus milliyetçiliğine hizmet edecek, rusyanın etki sahasını geliştirecek, bir araç olarak kullanılmakla kalmıştır. Ekonomik temelli olarak toplumda oluşan farklılık esasına dayalı bu ideoloji, önemli etkiler göstermiş olmakla beraber, millet ve milliyetçilik kavramlarını yok edememiş, hem hakim unsur olan ruslar arasında, hem de etki sahası içindeki milletlerde, yarattığı birçok tahribata rağmen, bu duyguların canlı kalması sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca, rus dilinin, kültürünün yayılması, ekonomik ve sosyal etki alanının genişlemesi yönüyle, yukarıda da ifade edildiği üzere bir yönüyle de rus milliyetçiliğine hizmet etmiştir. Stalin’in İkinci Dünya savaşı sırasında işgalci Alman ordusu karşısında Kızılordu’nun büyük kayıplar vererek direnişine ilişkin, “onların komünizm için mi ölüme gittiğini düşünüyorsunuz? Onlar, kutsal Rusya için savaşıyorlar” sözü, milliyetçiliğin gücünü teslim etmekten başka birşey değildir.

Milliyetçilik karşıtı söylemi ile ortaya çıkan ve temel olarak ekonomik ilişkilere dayanan bir diğer fikir sistemi Liberalizmdir. Devletin ekonomik ilişkilere müdahale etmemesi şeklinde formüle edilen ve devamında ekonomik ilişkileri de aşan şekilde, her türlü sosyal, kültürel ilişkiye müdahale edilmemesi, bireyin özel alanının kamu karşısında tam bağımsız ve dokunulmaz olması iddiasını ortaya koymaktadır. Sanayi devrimi boyunca 19. asırda Devletin ekonomik ilişkilere müdahale etmemesi ve aslında güçlü olan bakımından bir anlam ifade eden “tam ekonomik hürriyet” şeklindeki yaklaşım, gayri insani sonuçlarıyla, özellikle İngiltere’de çocukların, kadınların madenlerde çalıştırılması da dahil olmak üzere, açlık sınırında insanların mevcut olduğu, tam anlamıyla bir sömürü düzeni doğurmuştur. Aynı zamanda milli devlet özelliklerini kazanmış olan bu devletlerde, millet kavramı dışında, ekonomik temelli sınıfsal farklılaşmaları önlemek bakımından gerekli tedbirler alınmış ve zayıfı koruma amaçlı çalışma hayatına ilişkin mevzuatın kabulü, sosyal güvenlik kurumlarının tesisi gibi tedbirlerle “sosyal devlet” anlayışı kabul edilmiştir. Bu anlayış, marksizm tehditinin ağırlığını azaltmak yanında, sınırsız liberal düşünce uygulamalarının tahribatını da engellemiştir. 20. yüzyıl, sosyal devlet anlayışının egemen olduğu milli devletin, etkinliğini güçlenerek sürdürdüğü bir dönemdir.

Esas itibariyle sermayenin belirleyici olduğu liberal düşünce akımı, milli devlet sürecini tam olarak gerçekleştirmiş olan gelişmiş batı ülkeleri bakımından içte yıkıcı bir etki yapmazken, bu ülkeler bakımından dışa dönük yönüyle, marksizm-rusya örneğindeki gibi, milliyetçi bir tavırla savunulmaktadır. Yüzyılımızda yoğun şekilde etki alanına girdiğimiz ve tartıştığımız “yeni dünya düzeni” “küreselleşme” gibi olgular bu yönüyle analiz edilmelidir. Sanayi devrimini gerçekleştirmiş, sömürge politikaları ile ülkelerine kaynak tranferlerini gerçekleştirmiş, milli devlet uygulamalarını kökleştirmiş ülkeler, günümüzde bir refah toplumu haline gelmişlerdir. Sınırsız liberal anlayışların, ekonomik olarak zayıf durumda olanlar bakımından yarattığı yıkıcı etki, gelişmiş ülkeler bakımından anlamını yitirmekle beraber, zayıf ülkeler bakımından hala geçerlidir. Bu ilk olarak, gelişmiş ülkelerin zayıf ülkeler üzerinde yarattığı siyasi ve ekonomik hakimiyet şeklindeki etki, ikinci olarak da, milli devlet gelişimini tamamlayamamış olan zayıf ülkelerin kendi içinde millet dışında ekonomik temelli farklılaşmaların belirleyici olması gibi yıkıcı bir etki, şeklindedir.

Gelişmiş ülkelerin kontrolünde olan Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların yürüttüğü ekonomi politikaları, ticaret önündeki her türlü engelin kaldırılması, serbest piyasa ekonomisi, gelişmiş ülkelerin refahını sürdürmesi bakımından kullanılan ve kendileri bakımından milliyetçi bir politika olarak ortaya çıkan uygulamalardır. Bu politikaların etkin olabilmesi, ekonomik genişlemenin sağlanabilmesi, belirli tüketim alışkanlıklarının oluşturulması bakımından kültürel bir genişlemeyi de gerektirmektedir. Küreselleşme bu boyutu ile de milli kültürleri yok edici bir etki yapmaktadır. Sonuçda, ekonomik refah toplumu durumunda olan, sosyal devlet uygulamaları ile liberal ideolojiyi kendisi bakımından tehlike olmaktan çıkaran devletler, bu ideolojiyi kendileri dışında milliyetçi politikalarının bir aracı haline getirmiş, marksizmin başaramadığının aksine bunu bütün dünya’da değişmez, mutlak doğru ve hatta tarihin sonu şeklinde ortaya koyan propaganda da önemli mesafe katetmiştir.

Liberalizmi, ekonomik gelişimi, siyasi ve kültürel yayılması için, milliyetçi politika aracı olarak kullanan ve küreselleşme olgusunun belirleyicisi olan ülkeler, genişleyecekleri etki alanlarında milliyetçiliği bir engel olarak görmektedirler. Yani, milletleri ve devletleri bakımından mutlak milliyetçi iken ve her türlü milli çıkarını birinci derecede dikkate alırken, bu politikalar karşısında direnç gösterecek olan milliyetçilik fikrini silmek ve kendileri için sadece, bir tüketim toplumu olarak mallarını tüketecek, hizmet edecek, kişiliksiz, yürüttükleri politikaları sorgulamayacak devlet ve topluluklar oluşturma gayreti içindedirler. Karşılarında direnç gösterecek ve hatta alternatifler üretebilecek topluluklarda milliyetçi refleks yok edilmeye çalışılırken, bu amaç doğrultusunda milletleşme sürecini kesintiye uğratmak için, toplumdaki farklılıklar kültürel haklar maskesi altında kışkırtılmakta, etnik milliyetçilikler ateşlenmektedir. Etnik farklılaşmanın bulunmadığı yerlerde bu kez din, mezhep hatta coğrafya farklılıkları öne çıkartılmak suretiyle milletler zayıf düşürülmektedir.

Bölmek, parçalamak şeklindeki araç, amaca hizmet edecek şekilde, görünürde değişebilmektedir. Eğer farklı şekilde bir direnç noktası oluşmuşsa, bu kez de bütünleştirmek suretiyle yok ediş devreye girmektedir. Kıbrıs örneğinde olduğu gibi, bütünleştirerek bir toplum yok edilmeye çalışılmaktadır. Ancak görünüşteki bu farklılık, esasta, Türkiye’nin etki sahasını daraltmak yönüyle yine de bir bölme ve yok etme uygulamasıdır. Böylece, tam da gelişmiş ülkelerin istediği gibi, sadece milli gelire ve ekonomik göstergelere dayanan bir yapılanma gerçekleşecektir. Ülkemizdeki tartışmaların, adanın kuzey ve güneyi arasındaki gelir farklılaşması çerçevesinde yürütülmesi de bu politikaların uzantısıdır. Milli kimliği olmayan, tüketim toplumu şeklindeki yapılanma böylece gerçekleşmiş ve bir risk noktası daha yok edilmiş olacaktır.

Temelde son derece basit olan bu amaç, maalesef açıklıkla görülememekte, sunulan tuzaklara düşülmektedir. Güçlü durumda bulunan ülkeler tarafından belirlenen gündem, hedef durumundaki toplumlarda da gündemi oluşturmaktadır. Çoğu kez, milliyetçiler dahi, sadece ekonomik konuları tartışmakta, küreselleşmeye ne şekilde entegre olunacağı konuşulmakta, değişen şartlar ve politikalar, amaçları bakımından analiz edilmeyerek, bunlara nasıl uyum sağlanacağı yönüyle gündemi meşgul etmektedir.

Bütün bu tarihi süreç ve bu gün gelinen durum, Türk Milliyetçiliği açısından ele alındığında birçok problemin varlığı görülecektir. Türkiye’de, gelişmiş batı toplumlarının, milli devletlerin, milliyetçilerin yaşadığı süreç, gecikmeli ve birçok unsurun aynı anda ele alınması mecburiyetiyle önümüzdedir.

Son asırlarda, sömürgeciliğin katkıları ve milliyetçi heyecan ile sağlanan ekonomik gelişim, milletleşme sürecinin eksiksiz olarak gerçekleşmesi, sosyal ve siyasi ilişkilerde millet dışındaki unsurların belirleyiciliğini yitirişi, milli devletlerin doğuşu olgusu, Türklük aleminin öncüsü konumundaki Anadolu merkezli coğrafyada, bir İmparatorluk şeklinde karşılanmıştır. Esas unsuru Türkler olan Osmanlı Devleti, ekonomik sıkıntıları, birçok etnik ve dini farklılıkları olan vatandaş yapısı ile milliyetçilik akımlarının karşısına, devleti muhafaza etmek amacıyla Dünyadaki genel gidişten farklı politikalar ile çıkmıştır. Osmanlı, batıdaki büyük devletlerin aksine sömürgeci bir devlet değildi; bu sebeple de ekonomik olarak sıkıntı içindeydi ve sanayi devrimi olarak görülen sürecinde dışında kalmıştı. Nüfus yapısı itibariyle de, karışık bir durumda bulunduğundan, batıdaki tarzıyla milletleşme ve milliyetçilik akımlarının esas unsur olan Türkler arasında uygun bir zemin bulması mümkün olamamıştır. Milliyetçilik fikri İmparatorluğun türkler dışında kalan unsurları bakımından uygun bir zemin bulmuş, Osmanlı bürokrasisi ve fikir hayatı, devleti korumak ve devamlılığını sağlamak bakımından karşı fikir geliştirme sürecine girmiştir. Aslında, batıda milli devlet fikri, önlenemez bir şekilde gelişirken ve toplumsal yapı ve kurumlar bu düşünce çerçevesinde oluşurken, batıdaki feodal ve monarşik yapıdan çok daha gelişmiş ve orjinal olarak nitelendirilecek bir idare sistemine ve kurumlara sahip bulunan Osmanlı Devleti, benzerlerine göre daha uzun ömürlü olmuştur.

Milliyetçilik düşüncesini yoğun olarak yaşayan, ekonomik olarak daha güçlü olan ülkelerin saldırısı ve içerdeki gayri türk unsurlarda görülen milliyetçilik akımları, geçen yüzyılın başında Türklük için büyük bir tehlike yaratmıştır. Bu tehlike, milliyetçi bir uyanış ve büyük bir milli mücadele ile yenilgiye uğratılmıştır. Aslında ikinci Ergenekon, Türk Tarihi bakımından kelimenin tam anlamıyla kurtuluş savaşında gerçekleşmiştir. Tarihin başlangıcından beri günümüze kadar kesintisiz olarak Türklerin bir devlet organizasyonuna sahip olduğu görülür. Türklerin en eski devirlerde Çin istilasına, nispeten daha yakın dönemde Moğol istilasına ve yüzyılın başında batılı devletlerin işgal ve saldırısına maruz kaldığı dönemler, Türklüğün var veya yok olmaya sürüklendiği, dönüm noktalarıdır. Türk milleti, tüm bu dönüm noktalarını milli bir direnişle aşmış ve var olmuştur. Göreceli fizik üstünlüğe sahip ancak idari-bürokratik tecrübe ve kültürel derinlik bakımından daha geri olan Moğol istilası, tahrip edici sonuçlarına rağmen yok edici bir etki yaratamamıştır. Geçen yüzyılın başlarındaki istila hareketi ise, modern yapıları, ekonomik gelişmişliği ve milliyetçi düşünce yapısı ile çok daha ağır bir risk taşımakla beraber burada da Türk Milli direnişi başarılı olmuş ve gecikmeli de olsa Türklüğü her türlü dış tehdite karşı koruyacak ve yüceltecek, Türk Milliyetçilik fikri ve Milli devlet uygulamalarına geçiş sağlanmıştır.

19.yüzyıl boyunca, özellikle yüzyılın ikinci yarısında Türk fikir hayatına bakıldığında, yukarıda da belirtildiği üzere, devleti kurtarmak, devamlılığını sağlamak düşüncesinin belirleyici olduğu görülür. Birden fazla etnik ve dini unsurun devlet içinde bulunduğu dönemlerin hakim fikri Osmanlıcılık olmuştur. Hiçbir teorik zemini olmayan, sadece vatandaşlık esasına dayanan bu düşünce, devleti korumak amaçlı pratik bir çözüm olarak görülmüştür. Farklı etnik ve dini inanışa sahip olan tüm vatandaşları Osmanlı Devleti’nin vatandaşı sıfatı ile devletin sahibi olarak gören ve ayrılıkçı hareketlere girişmemelerini sağlamaya çalışan bu fikir hareketi, gayri müslim unsurların devletten kopuşu ile anlamını ve güncelliğini kaybetmiştir.Bu süreci takip eden dönemde hakim fikir İslamcılık olarak ortaya çıkmıştır. Bu fikir de, Osmanlı Devleti içinde var olan Türk ve Türk olmayan diğer müslüman unsurları, Halifelik sıfatını da taşıyan sultanın hükümranlığı altında bir arada tutmaya çalışan, pratik bir çözüm olarak görülmüştür. Türkler dışındaki müslüman unsurlarında kopuşu ile birlikte sadece Türklerden oluşan bir nüfus yapısı ile karşı karşıya kalınmıştır. Kurtuluş savaşı da bu unsur ile yapılmış, Türkçülük fikri savaş öncesinde, sırasında ve sonrasında belirleyici olmuştur.

Türkçülük fikri öncesindeki fikirlerin pratik bir kurtuluş ve korunma reçetesi olmasının en önemli göstergesi birçok fikir adamının her üç fikrin de savunucusu olarak ortaya çıkmasıdır. Mehmet Akif Ersoy’un İslamcı bir fikir adamı olarak görülürken, İzmir’in işgaline “orada derhal Türk Ocağı açılmalıdır” şeklindeki tepkisi çok çarpıcıdır. Bütün bu karışıklık döneminde Türkçülük adına önalan birçok fikir adamı da 19.yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında görülmüştür. Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalp gibi birçok yazar Türkçülüğün, Türk Milliyetçiliğinin milletin ve devletin kurtuluş ve yükselişinde kaçınılmaz olarak belirleyici olacağını ifade etmişlerdir. Tarih de bu düşünceyi teyid etmiştir. Sözkonusu dönem, Türk Milleti bakımından tam bir buhran dönemidir. Öyle ki, kimi ümitsizlik ve kimi de hiyanet sebebiyle, batı ülkelerindeki her türlü uygulamanın kabulü, dini inanışların terki ve batılılar gibi inanma ve hatta doğrudan bir manda idaresi altına girme şeklindeki fikirler dahi bu dönemde seslendirilebilmiştir.

Kurtuluş savaşı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Milliyetçiliğini temel alan milli bir devlettir. Türk Milliyetçiliğinin bugün içinde bulunduğu zorlukları açıklayabilmek bakımından ifade edilmesi gereken husus, Türk Milliyetçiliğinin modern anlamıyla, bir asırı aşkın gecikme ile Tarih sahnesinde yerini alması ve ekonomik problemlerini çözemeden mücadeleye başlamak zorunda kalmış olmasıdır. Bu gün Türk Milleti ve milliyetçilik açısından oluşan zorlukları bu gecikmede ve Devletin kuruluşundan sonra milliyetçi politika ve uygulamalarda yaşanan kesintilerde aramak gerekir. Türk Milletinin yok olmadan varlığa yürüdüğü, tüm yönleriyle bir Ergenekon olan Kurtuluş savaşı ve Milli Devletin kuruluşu maalesef aynı düşünce yapısıyla kesintisiz olarak sürmemiştir. 21.yüzyılın başında ise, Türk Milliyetçileri çözülemeyen sorunları, üstelik Devlet otoritesinin tüm imkanlarını kullanmaktan mahrum bir şekilde, çözmek, küreselleşme adı altındaki karşı milliyetçi saldırıları durdurmak ve Türkiye ve Türklük merkezli yeni bir dirilişi gerçekleştirmek durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu son derece zor, çetin, fakat imkansız olmayan bir iştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, mutlak ve reddedilemez bir şekilde milliyetçilik ideolojisine dayanmaktadır ve milletleşme sürecini modern anlamıyla gerçekleştirme düşüncesini temel alan milli devlet oluşumunu gerçekleştirme amacından ibarettir. Sözkonusu dönem incelendiğinde, devlet ve toplum hayatında ısrarla türklük vurgusunun yapıldığı, söylem ve sembollerle milleti bir hedef etrafında birleştirme çabalarının olduğu, milletin temel direkleri olan milli tarih, dil, mensubiyet şuurunun geliştirilmesine yönelik kurum ve kuruluşlarının resmi olarak kurulduğu, millet dışında toplumun başkaca unsurların etrafında oluşturdukları benzeşme gruplarının reddedildiği görülür. Bu politikalar, devlet eliyle gerçekleştirilmiştir ve yüz yılı aşkın gecikme sebebiyle de adeta zamana karşı yarışarak bir mucize gerçekleştirme iddiasıyla yapılmıştır.

Aynı dönem içerisinde eş zamanlı olarak gerçekleştirilen ve bilimsel ve ekonomik olarak daha ileri konumda bulunan batı medeniyeti ile rekabet etme bakımından bir araç olarak görülen toplum ve devlet hayatına ilişkin reformlar, milliyetçilik ideolojisi bakımından tali özelliktedir. Aslolan, milli devletin kökleşmesi ve milliyetçiliktir, bunun ötesinde yapılanlar pratik faydacılık açısından ele alınmalıdır. 1940’ lı yılların başında ise milli devlet ve milliyetçilik ideolojisi bakımından bir gerileme ve yozlaşmanın başladığı dönemdir. Batı tarzı günlük hayata ilişkin pratiklerin adeta temel amaç olarak tespit edildiği, millet ve milliyetçilik vurgularının hafifletildiği, Cumhuriyet ideolojisinin osmanlı döneminde ilk belirtileri görülen ve bir kompleksten kaynaklanan “batıcılık” şeklinde tanımlanacak, taklit ve yozlaşma fikrini temsil ettiği gibi, büyük bir yanılgıya düşülen dönemdir. Bu gün Türk Milliyetçileri dışında pek kimsenin bilmediği 1944 Türkçü direnişi, milliyetçilik hedefinin sulandırılması ve milli devlet hedefinin saptırılmasına karşı bir duruştur.

1950’li yıllardan itibaren geçilen çok partili dönem, milletleşme sürecinin mutlak olarak tamamlanmadığı, milli şuurun kökleşmediği, modern devlet yapılarında mevcut olan milliyetçiliğin tartışmasız bir devlet politikası olarak kabulünün gerçekleşmediği, bir dönemdir. Bu sebeplede, bugün de sıkıntıları çekilen, oy kaygısı ile dini cemaatlerin, tarikat, mezhep, alt etnik grupların, hemşehriciliğin öne çıkarıldığı, istismar edildiği ve millet ve milliyetçilik kavramlarının içinin boşaltıldığı görülmüştür. Milliyetçilik, insanlık tarihinin gelişimi dikkate alınarak ciddiyetle bir devlet politikası haline gelmemiş, millet olma şuuru toplumun tamamına yayılmamış, herkes vatanını, ülkesini, bayrağını sever dolayısıyla herkes milliyetçidir söylemi ile milli devlet fikrinin altı oyulmuş, milliyetçilik hafife alınmış ve her türlü alt kimlik ve cemaat bağlantısı canlı tutulmuştur.

Bütün bu politikaların sonucunda, 21. Yüzyıla girilirken, herkes milliyetçidir söylemi yerini başlangıçta ifade edilen milliyetçilik, (aslında doğrudan asli unsur olan türklük), aleyhine düşmanca bir söyleme terketmiş; milli manevi her türlü değer borsaya endeksli olarak aşağılanmış, yokolmaya doğru gitmiş; Türklük yerini Türkiyeliliğe bırakmış, toplumdaki milli refleks adeta körleştirilmiş, karşı milliyetçi saldırılar zirve noktasına ulaşmış; tarihin başından beri var olan Türk Milleti hayatiyetine yönelen bu tehditi anlayamaz hale getirilmiştir. Öyle ki, Türk kelimesinin telaffuz edilmeyişinden rahatsızlık duyulmamıştır; Millet kavramının temel direği olan Türk dili tarihin en ağır saldırısına maruzken kürtçe dil kurslarının açılışı AB yolunda adım olarak daha da zenginleşeceğimiz düşüncesiyle alkışlanmıştır; İstiklal marşının ithaf edildiği ve tarihin ilk dönemlerinden beri Türklüğün en büyük müesseselerinden olan ordumuzun başına çuval geçirilmesi utancına gösterilen cılız tepkiler borsada düşüşe yol açarken, “öyle herşey için nota verilmez bu müzik notası mı” beyanatı ve olayın üstüne çekilen mantı ziyafeti piyasaları rahatlatırken, oğuz soyunun kahraman evlatları milli geliri artırma yolunda bir badirenin daha atlatılması sebebiyle rahatlamış olarak uyumuştur; Güneyde milli gelir kuzeyden çok olduğundan herkes güneye kaçar yaklaşımı alkışlanıp hak verilmekte ve tarihte ilk olarak bir milletin ve devletin yokoluşu Kıbrıs’da referanduma tabi tutulurken olay maç izler gibi izlenmiştir. Bir milletin yokoluşu enflasyon, borsa endeksi, dış ticaret göstergeleri gölgesinde adım adım yaşanmaktadır. Bu, tam bir çöküştür ve artık gerileyecek yer kalmamıştır; bir adım sonrası yok oluştur.

Bütün bu dönem içerisinde Türk Milliyetçilik hareketi, oluşturulan birçok kurum ve kuruluş ile gerçekleştirilmesi son derece güç, çetin bir işe girişmiştir. Bir taraftan milliyetçiliğin teorik esaslarının oluşturulması, bir diğer taraftan türk milletine karşı yürütülen saldırıları durdurmak, bütün bunları yaparken de, kamu gücünü kulanmaksızın millet şuurunu toplumda kökleştirmek, milliyetçi düşünce sistemini insanlarına benimsetmek, milli devletin temellerini sağlamlaştırmak ve aynı zamanda bir siyasi aktör olarak toplumun ekonomik, sosyal, günlük hayata ilişkin pratik ihtiyaçlarına çözümler üretmek şeklinde ortaya çıkan durum gerçekten büyük ve karmaşık bir iştir.

Tarihin bizi getirdiği bu dönemeçte, yeni bir hamleye, dirilişe yönelmek, teoriden pratiğe her alanda bilinen metodların ötesinde yeni açılımlar yapılmak zorundadır. Aslında yapılacak olan yeni birşey keşfetmek değil, tarihi tecrübeler ışığında bir kendine dönüş ve milliyetçiliğin özü ile çelişen görüş ve pratiklerin kararlı bir şekilde reddidir.

Tarihi tecrübe ve günümüzdeki problemler karşısında Türk Milliyetçiliği için şunları sıralamak mümkündür;

1) Türk Milliyetçiliği fikir sistemi dağınıklıktan kurtarılmalı, tarihi gelişimin ışığında sistematik bir şekilde temel esasları ortaya konulmalıdır. Türk Milliyetçiliği, Türk Milleti kavramı dışında her türlü dini, kültürel, etnik aidiyetin Devlet ve toplum hayatında belirleyici olmasını şiddetle reddetmelidir.

2) Türk Milliyetçilik hareketinin teorik temeli “Türkçülüktür”; bu esastan hiçbir zeminde taviz verilmemelidir. Milleti oluşturan temel benzeşme unsurlarına sahip olan ve kendini Türk hisseden herkes türktür. Kendini türk hissetmeyen, mensubiyet şuuruna sahip olmayan kişi ve gruplar dikkate alınmak suretiyle “Türkçülük” fikri sulandırılmamalıdır. Kendini Türk hissetmeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Tarihteki Türk Devletlerinde olduğu gibi, bireysel anlamda her türlü insan haklarına sahiptir. Can, mal, ırz ve inanç’ları devletin güvencesi altındadır. Bununla birlikte, Türklük dışındaki bir aidiyet iddiasıyla, egemenliğe ve kamusal alana ilişkin hiç bir talep meşru değildir ve kabul edilmemelidir.

3) Türk Milliyetçiliği fikrine sahip kuruluşlar, milliyetçilik şuuruna sahip Türklerin ocaklarıdır, evleridir. Bu çatılar altında, mezhep, tarikat bağlılıkları belirleyici olamaz. Türklerin dini, esas itibariyle, İslamiyet olmakla birlikte, alevi, sünni, şii farklılaşması Türk Milliyetçiliği açısından belirleyici değildir. Hristiyan gagavuzların, farklı inanç içinde bulunan Yakut Türklerinin hakları da Türk Milliyetçileri tarafından savunulacaktır.

4) Türk Milliyetçilerinin eğitimi pedagoji biliminin esaslarına göre, sistematik olarak yapılmalıdır. Öncelikli olan Türklük bilincinin yerleştirilmesi, millet kavramı ve milli devletin esasları ve öneminin anlatılmasıdır. Bu gerçekleştirilmeden verilecek dini eğitimin patolojik sonuçlarının olması kaçınılmazdır. Tarihi yakalamaya ve aşmaya çalışan, Türk ve Türkiye merkezli medeniyet hamlesine hazırlanan ve Milletimize karşı yürütülen yok etme hareketine karşı mücadele eden Türk Milliyetçilerinin, Arvasi mi Atsız mı? Önce Türk mü? müslüman mı? Şeklindeki ilköğretim seviyesinin dahi altında olan tartışmalarla gençliğinin zaman kaybetmesinin önüne geçmesi gerekir. Millet ve Milli Devlet inanışının tartışılmaz olarak kabul gördüğü toplum yapısının, dini inanış ve pratiklerin de güvencesi olduğu anlaşılmalı, anlatılmalıdır.

5) Türk Milliyetçiliği, millet birlikteliğini bozucu tavır ve işlemlere karşı açık ve yüksek sesle ve her türlü aracı kullanmak suretiyle karşı durmalıdır.

6) Türk Milliyetçiliği, siyaset hayatında, tayin, terfi, tarftarlarının idari bürokratik problemlerini çözmek, günlük hayatın pratik ihtiyaçlarını karşılamak üzere yer almamıştır. Bu tür ihtiyaçların giderilmesi için esasen bir ideolojiye gerek olmadığı gibi, Türklük ülküsünün yanında telaffuz edilmeyecek kadar önemsizdir. Her Türk milliyetçisi günlük hayatında bu basit meselere ayırdığı zaman ile Türklük aleminin karşı karşıya bulunduğu büyük tehdit ve çöküşe ayırdığı zamanın muhasebesini yapmalı ve kendinden beklenen görevi hatırlamalıdır.

7) Türk Milliyetçilik Hareketi, küresel bir tehditin karşısında bulunduğunun bilinciyle, Dış dünyayı, her türlü uluslararası organizasyon ve faaliyetleri izleyen bir yapılanma içine girmelidir. Bu, hem milletimize ve Devletimize karşı yürütülen saldırılara karşı tedbir almak, hem de orjinal çözümler üretebilmek bakımından gereklidir.

8) Türk milleti bakımından varlığına ilişkin kutsal hedefler yanında, refah toplumu oluşturmak, günlük hayata ilişkin ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla geliştirilen ekonomik ve sosyal politikalar anlaşılır bir sadelik içinde topluma anlatılmalı; ancak, hiçbir ekonomik göstergenin milletin hayatiyetinden önemli olmadığı bilincinin Türk Milliyetçilerinde ve toplumda yerleştirilmesi hedefi,ihmal edilmemelidir.

9) Türk Milleti ve Türk Milli Devleti bakımından tehdit oluşturacak tüm eylem ve işlemler, AB üyelik süreci ile doğrudan ilişkili olmuştur. Üyelik hedefi uğruna her istenilenin yapılacağı görüntüsü, Türk Devleti ve milletinin temel dayanaklarını sarsacak taleplere zemin hazırlamış; bölgesel ve küresel iddiası olmayan ve son zamanlarda AB çevrelerinde resmen dile getirilen çok halkalı birlik yapısında kuyruk olacak bir Türkiye gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. AB türü ekonomik entegrasyonların avantajları sadece milli devlet bilinci yerleşmiş, ekonomik kalkınması belirli düzeye gelmiş ülkeler bakımından bir anlam ifade edecektir. Bu yönleriyle hazır olmayan Türkiye’nin birlik içinde belirleyici olması mümkün olmayacağı gibi, hiçbir ekonomik hedef de, milletin ve devletin varlığından önemli değildir. AB sürecine ilişkin Türk Milliyetçiliği gerekli açıklığı ve tavrı gösterebilmelidir.

Türk Milliyetçiliği ve Türk Milli Devleti, 21. yüzyılda, sadece varlığını korumak değil, küresel anlamda belirleyici olmak iddiasıyla ortaya çıkmalıdır. Bu hedefin gerçekleşmesi biz Türklerin elindedir. Elbetteki bu hedefin gerçekleşebilmesi öncelikle, her türlü millet kazanımının muhafaza edilmesiyle mümkündür. Türk Toplumundaki çözülme ve kayıtsızlıktan cesaret alan düşmanlarımıza, geçmişte olduğu gibi kırk kişi kalınsa dahi mücadeleye devam edileceği, kutlu yürüyüşümüzden dönüş olmadığı gösterilmelidir. Bu var olma mücadelesidir ve son Türk ferdine kadar devam edecektir.
 
 
#1 - Temmuz 14 2007, 19:12:49

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.