Alternatifim Cafe

Milletimizi Kemiren Kültürel Hastalık: Kitle Kültürü

Discussion started on Sosyoloji

Günümüzde toplumların yapısını,toplumsal ilişkileri ve özellikle millet olgusunun temel taşı olan aile ve milli kültürü derinden etkileyen toplumsal gerileme biçiminde değişime imkan hazırlayan kitle kültürünü sosyolojik olarak incelememiz gerekmektedir . Popüler kültürün içeriği giderek genişliyor Kitle kültürü;gençlik kültürü,yoksulluk kültürü ve zenginlik kültürü gibi problem alanları oluşturmaktadır. Kitle kültürü bir karşıt kültür alanıdır. Kitle kültürünün öznesi yığınlar veya kalabalıklardır. Milli kültür bir ırmaktır. . Fakat kitle kültürü bu ırmağın sel haline dönüşmüş hali gibidir,herhangi bir hususta istifade edilemeyeceği gibi bu selin nereleri mahvedeceği,kaç canı alacağı belli değildir. Maksadımız insanlarımızı karamsarlığa itmek değil varolan fenomeni (görüntüyü) sosyolojik olarak saptayarak insanlarımıza bildirmek ve tedavi yoluna gitmemizi vurgulamaktır.


Günümüzde toplumların yapısını,toplumsal ilişkileri ve özellikle millet olgusunun temel taşı olan aile ve milli kültürü derinden etkileyen toplumsal gerileme biçiminde değişime imkan hazırlayan kitle kültürünü sosyolojik olarak incelememiz gerekmektedir.

Gasset’in yığınlaşma veya doluluk dediği şey de burada karşımıza çıkıyor. “Kentler artık insan dolu;evler kiracı dolu;mal sahibi dolu;parklar gezen ve dolaşanlarla dolu;doktor muayenehaneleri hastalarla dolu;plajlar yüzenlerle dolu...”. Kitle-toplum böyle oluşmaktadır. Bunlar aslında küçük gruplar gibi belirli bir ilke ve amaçlar etrafında birleşme ve karar alma yetkisine de sahip olmadıkları için şekilsiz,akıp giden bir su gibi çerçevesiz,hedefsiz oluşumlardır. Çoğu kez,toplumsal sisteme karşı,her an patlamaya hazır,protestocu yığınlardır bunlar. Kitle-toplum,aslında kitle-insanların istatistiği,bir yığılmadır. Zevklerde,dünya görüşlerinde,hatta sosyal tercih ve kararlarda yeknesak ve standart bir kimliği ortaya koyarlar. Gasset’in yerinde teşhisiyle “Bir makineyi çalıştırmak için içine yağ konulduğu gibi,bunlara da fikirler dıştan aşılanır.”( Türkdoğan 1999b-44,45)

Kitle kültürünün öznesi yığınlar veya kalabalıklardır. Başka bir ifadeyle,kitle veya insan-kitle’dir.Oysa kültürün öznesi fert ve özgür kişiliktir. Bu yüzden,insanın ruhu,kitlenin ise sadece ihtiyaçları vardır. Her kültür insanın yücelmesi,mükemmelleşmesi sürecini yansıttığı halde,kitle kültürü ihtiyaçların doyurulmasına yöneliktir. Herbert Marcuse,kitlenin bu doyumsuzluğundan ötürü,tek boyutlu insan ifadesini kullanmaktadır. Horkheimer “Kültür ferdileşmeyi hedef alıyor,kitle kültürü ise ters yönde ahlaktan hatta kültürden ayrılıyor. Çünkü kültür kitlenin değil,halkın yaratmasıdır”. Gökalp,bu anlamda halkın kültürüne milli kültür diyordu. Kitleleşme;gelenek ve törelerin koruyucu,yön verici ve yönetici,çerçevelenmiş yapısını kırarak ,ferdi,kalabalıklar içinde yalnız bırakmıştır. Kitle-topulumda,kendini sosyal bir boşlukta hisseden,bunun belirginliğini yaşayan insanlar,kitleleşmeye doğru kaymaktadırlar. Büyük şirketler,teşkilatlar ve bürokratik yönetim biçimlerinin baskıları,bireyi,kişisel görüşü olmayan alelade bir sayı,anonim bir varlık haline getiriyor. (Türkdoğan 1999b-46,47)

Kitle kültürü;gençlik kültürü,yoksulluk kültürü ve zenginlik kültürü gibi problem alanları oluşturmaktadır. Kitle kültürü bir karşıt kültür alanıdır. Bu yüzden,öteki karşıt kültür alanları gibi hakim kültürü (milli kültürü) tehdit etmektedir. Zevklerde bayağılaşma;demokrasi,gazete ve kitle dergileriyle halkın zihni yaşantısında kitap okuma alışkanlığının atılması;basın-kitle eğitimi ve kitle propagandası yoluyla fertlerin giderek daha az düşünmesi vebasının (TV,radyo ve telekominikasyonun ) sunduğunu giderek daha çabuk kabul etmesi;stadyumlarda ayağın zaferinin aklın zaferinin yerine geçmesi,kitle-toplumun özelliklerini oluşturur. Günümüzde kültürün bir tüketim maddesi haline geldiğini,çağın insanlarının kullandıkları hayat tarzlarının,ideolojilerin,değerlerin ve karizmaların da boş kavramalardan ibaret olduğunu görülmektedir. Bloom ”Ne suçluluk duygusu,ne haya. Cinsellik konusunda çocuklara daha erginleşmeden her şey ayrıntılı olarak öğretiliyor. Üniversite öğrencileri kızlı erkekli birer şirket oluşturmuşlar. Evlenmiyorlar,ama evliymiş gibi yaşıyorlar.” demektedir.Yaratıcı olan halk kültürü,kitle kültürü tarafından öldürülmüştür. (Türkdoğan 1999b-48,49)

Halk kültürü bir nitelik çerçevesi oluşturduğu halde,kitle kültürü daha ziyade nicelik-yığın kavramıyla belirlenir. Bu nedenle,bir şey yapma,bir şey üretme ve bunları bir tarih bilinci içinde muhafaza etme gibi eğilimleri temsil eden halk kültürü karşısında,kitle kültürü,sürekli karşı koyma ve düşünceleri doğrultusunda yönlendirme çabası içerisindedir. Ülkemizde,niceliği temsil eden bu kitle kültürünün oluşumunda gecekondulaşma sürecinin payı büyüktür. Bugün,bir çok şehirde gecekondulaşma ana nüfusun yarısından fazlasını teşkil etmektedir. Gecekondulaşma,aynı zamanda,kırsal alanlarda yaşayan köy ve kasaba kökenli milli kültür taşıyıcılarının ,gecekondulu şehirlerde belirli bir süre içerisinde yozlaşarak kitle kültürü taşıyıcılarına dönüşümünü sağlar. Köylerden,kasabalardan ana kentlere yığılan insanların algı alanları,kısa zamanda geçirdiği bir kültür şoku ile derin bir darbeye maruz kalıyor,sersemliyor. Sonra yavaş yavaş köy kasabadan taşıdığı milli,tarihi kültür değerleri ve inanç sistemleri,bu yeni bu ortamda sosyo-ekonomik,nitelikli tektonik hareketlerle temelinden sarsılıyor. Oysa,köyler ve kasabalar,bu çarpık kentleşme anaforu içine sürüklenmeseydi,kendi kültür sahalarında kültürel sürekliliği ve yaratıcılığı nesilden nesile aktarabilecekti. Büyük kentlerin çekiciliği ve kırsal alanların iticiliği giderek köy ve kasabaların tüketilmesi anlamına gelmektedir. Milli kültürü besleyen,geliştiren gecekondulaşma değil,köylülük ve gelenekli kasaba duygusudur. Gecekondulaşma,milli kültürden sapmanın bir görüntüsüdür. Gecekondulaşma;hem halk kültürünün tüketildiği,hem de şehirlerde bir yığılmayı oluşturduğu için kitle kültürünün güçlenmesi anlamını da taşır. (Türkdoğan 1999b-52,53)

Yurdumuz da haberleşme ağının gelişmesi,köyde yaşayanların şehir hayatını tanıması,cemaat biçimindeki yapı içinde sosyal kontrolün dışına çıkma arzuları onları şehirlere yönlendirmektedir. Özellikle büyük şehirlerin etrafında acılı türküler,arabesk müzikleri,vurdulu-kırdılı filmler soyuttan çok somuta ve kaba gözleme yatkın anlayışları ile derme çatma evlerde yaşayan insanların temsil ettiği Yoksulluk Kültürü şeklinde isimlendirilen bir kültür kuşağı oluşmuş ve oluşmaktadır. Bu kuşağın mensubu olan insanların çok az bir kısmı şehir kültürüne uymayı başarabilmekte,bir kısmı köyden getirdikleri kültür unsurlarının hiç birini muhafaza edemeyerek uçlardaki ideolojik cemaatlere katılmakta,asıl büyük kitlede köyden getirdiği adet,töre ve oraya mahsus hayat üslubunun bazı unsurlarını din zannederek,şehirde de devam ettirmektedirler. Yine kendi aralarında çıkan bir kişinin liderliğinde dini cemaatler meydana getirmektedirler. Hatta şehir hayatına ve dine uymayan sosyal hayat anlayışı,fikir ve tavırları ile şehir cemiyetine katılamamakta;aydınlanma fırsatı bulamamaktadır. Böylece hem din istismarcılarının,hem de çeşitli kurumlara sızmış provokatörlerin ve cemiyetine yabancılaşmış bazı aydınların devlete karşı kavga malzemesi olmaktadırlar. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem içeride demokrasi açısından büyük tenkitlere uğrayacak icraatların temsilcisi olmakta,hem de kalkınmış,demokratik,hürriyetçi bir dünya ailesinin dışına itilmekte ve soyutlanmaktadır. Bunun yanı sıra şehirlere göç eden köy kesiminin insanları,biz de hala önemli bir şuur hali olan aşirete mensubiyet şuurunu güçlü bir şekilde muhafaza etmekte;varoşlarda marjinal sahalar oluşturarak sosyal bütünleşmeyi geciktirmektedirler. Son yıllarda daha bariz bir şekilde ortaya çıkan siyasi gerginlikler sebebi ile de bunlar kullanılmakta,böylece gecekondulaşma sıkıntısı aşılamamaktadır. (A.Amman,1999-254)

Son zamanlarda töreye bağlı aile yapısının sarsılması (buradaki töreye bağlılık temelde aileyi genelde tüm toplumsal kesimi kucaklayan birlik beraberliğini sağlayan,akla ve mantığa uyan,toplumsal gelişmeye katalizör olan tarihsel birikime haiz millilik yönü olan töreden bahsedilmektedir.m.m.a) ve sahipsiz kalması,kültür naklini sağlayan dilin bozulması,dış güçlerin yıkıcı faaliyetlerine karşı ciddi tedbirlerin alınmaması,din ve kültürün birleştirici özelliğinden faydalanılmaması,eğitimin milliyetçilik vasfını kaybetmesi,enflasyonun iktisadi hayatımızdan çıkarılamaması,orta sınıflaşmanın sağlanamaması,aydınların cemiyete yabancılaşması,hukuk devleti anlayışının zedelenmesi,gençliğe yüce ülküler verilememesi,zaman içinde eskiyen sosyal kurumların yerine yenisinin konamaması gibi sebeplerle cemiyetimizde maddi ve manevi kültür unsurları bir araya gelememiş,bir mana ifade edecek şekilde işleyememiş,dolayısıyla bütünlük sağlanamamıştır.Bu ise anomidir (sosyal çözülme,düzensizlik). İntiharlar,suç oranının artması,kişilerin birbirine güveninin kalmaması belirtileri olarak tanımlanabilir.(A.Amman- 255)

Kitle kültürünü benzetme yaparak izaha çalışalım. Milli kültür bir ırmaktır. Bu ırmaktan sulamada,içmede,tarımda,enerjide olmak üzere çeşitli sahalarda istifade ederiz. Bilindiği gibi ırmağın belirli yatağı vardır ve insanlar bu yatağa göre önlemlerini almışlardır. Fakat kitle kültürü bu ırmağın sel haline dönüşmüş hali gibidir,herhangi bir hususta istifade edilemeyeceği gibi bu selin nereleri mahvedeceği,kaç canı alacağı belli değildir. Selin belirli yatağı da belli olmadığı için nereye akacağı ve hangi önlemlerle yön verilebileceği de pek kestirilemez. Bu nedenledir ki, sel için herkesin zararını önleyici tarzda olmasını gerektirmektedir. Tam aksine davranış ise açıktır ki, seli daha da azgınlaştıracak ve azgınlaşmasına katkıda bulunanları da tahminlerinin ölçüsünde silip süpürecek ve yok edecektir. İşte kitle kültürü ile bu benzeştirme tamamen örtüşmekte tüm çıplaklığıyla acı ama toplumsal bir gerçekliği ortaya çıkarmaktadır.Dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de toplumsal yapı çatırdıyor ve çoğunluk buna anlam veremiyor. Ancak objektif davranan aydınlarımız olarak çeşitli sosyolog,psikolog,eğitmen ve tarihçilerimiz bilimsel araştırmaları ile oluşan durumu teşhis ederek tedavi metotları üretmeye çalışıyor işte bizim de burada yapmak istediğimiz bu tür yazılardan bir örnek olarak bu fenomene (varolan olgunun görüntüsüne) dikkat çekmeye çalışarak çözümler üretmeye çalışacağız.O halde Türkiye deki görüntü nedir?

Türkiye hop oturup pop kalkıyor; yazarından şarkıcısına, valisinden kuaförüne herkes rüyasında (bırakın meşhur olmayı!) pop sahneye bir kere olsun çıkmayı görüyor. Sözün tükendiği, düşüncenin eridiği, şiddetin beslendiği bir apolitik ortamda halkın son emziği görüntü.. (Kahraman,2003)
#1 - Ekim 23 2008, 19:32:01

Sokakta, çeşme başında selamlaşıp dertleşecek zamanlarda olmasak da, bakkala giden 60’lık teyze bir ekmek, yarım kilo kıyma isterken “Gülben Ergen’in kaset skandalı gerçekten de doğru mu evladım?” sorusunu araya sıkıştırıp onay alma / sohbet etme ihtiyacını yansıtabiliyor. Son kertede Pop Star yarışması hem gurur ve acı yüklü hayatları önümüze getirdi hem de konuşacak ortak paydalarımız oldu! Öyle ki, yarışmanın yayınlandığı kanalın mensup olduğu medya grubunun yayın organları, konuyu tek elden emir almışçasına öyle çok irdelediler ki, acıların çocuğu Bayhan’dan bahsetmeyen yazarların aydınlığından şüphe edeceğiz az kalsın. Gerekçe olarak da Pop Star’ın ülke gerçeğini görmemize yarayan sosyolojik bulgular verdiğinden bahsedildi. Aylardır devam eden yarışma tacizine maruz kalmışlık halinden kurtulabileceğini sananlar da yanılıyor. Ne de olsa reyting alıyorlar. Reytingin medyatik bir meşruiyet aracı olduğu hepimizin malumu. Başarı öyküsü olarak lanse edilmesinin ne kadar etik bir izah olduğu ise kimsenin umurunda değil. Ancak yine de uç duygulara hitap eden her şeyin reyting aldığını bilen binlerce insan yaşıyor bu ülkede. Popüler işler yapan ve insanları renkli hayatlara kilitleyen, popüler kültürü ileten bir numaralı araç konumundaki televizyon geniş kitlelerin masrafsız ve en kolay eğlence aracı son 20 yıldan bu yana. Aynı ve tek tip kaynaktan besleniyoruz. Aralarında ekonomik olarak uçurumlar bulunsa da Türk gençliği şaşılacak bir şekilde kültürel olarak birbirine yakınlık göstermeye başladı. Eğlence, müzik, mankenler ve futbol dünyasında edinilen idollerle birlikte ortak hayal dünyasında birleştiler. Popüler kültürün içeriği giderek genişlemiş ve daha çok dejenere olmuşsa da sunduğu argümanlar değişmiyor. Starlar birbirini taklit ediyor, televizyon dizilerinden biri tutunca benzeri başlıyor, magazin programları her kanalda aynı haberleri aktarıyor... Bir anda şöhret olup patlayan, zahmetsiz milyarlar kazanan genç star ve mankenler, popüler kültürde çalışmadan para kazanmanın geçer akçe olduğunu lanse ediyor.

1960’ların idealist, politize olmuş gençleri 80’lerde ekonomist olmak isteyen nesillere dönüşürken, günümüzde idealler zenginlik ve başarı üzerine kurgulanmaya başladı. Daha çok 25 yaş ve orta öğrenim dönemi arasındaki genç nüfusa hükmeden popüler kültürün etkisiyle büyüyen gençlerin hedefleri, hayat yorumu, sevdikleri işler hep aynı... Başarı onlar için her şey. Ancak, buna kestirmeden ulaşmayı tercih ediyorlar. Pırıltılı hayatlara özeniyor fakat değirmenin suyunun nereden geldiğini sorgulamayı önemsemiyorlar. Nurhan Keeler’in 12 ilde 600 kişi ile yapılan gençlik araştırmasında gençlerin kullandıkları jargonlardan, tercih ettiği markalara, “takıldığı” mekanlara ve idollere kadar zengin veri ortaya koyan bir çalışma yapıldı, verdiği bilgiler kayda değer sosyolojik bulgular içeriyor. Yeni yapılan bu araştırmaya göre, gençler kendini tanımlama sorunu yaşıyor. Kimlik ve değer kaybı had safhada. Türk kimliğini bilmiyor ve ifade edemiyorlar. Bu durumu “ithal değerlerin defoları” olarak yorumlayan Keeler, popüler kültürde dürüstlük ve çalışkanlık gibi argümanlar tersine döndü” diyor. “Kısa yoldan para kazanmak, çalışmamak erdem ve ayrıcalık olarak görülüyor. Miskinlik de gözde. Sürekli bir başarı miti söz konusu ancak, çalışmadan başarıya ulaşma yolları aranıyor. Gençler 4 ayrı kategori oluşturuyor. Yüzde 44’lük grup daha sevecen, ailesine ve arkadaşlarına düşkün. Popüler kültürden ise uzak değil. Kısmen varoş diyebileceğimiz yüzde 13’lük grubun kızları adeta sponsor arayan bir tavır içinde. Beyaz atlı prens gelse de beni yaşadığım ortamdan çekip çıkarsa şeklinde hayal dünyasında yaşıyor. Ya da Ebru Gündeş, Gülben Ergen, Petek Dinçöz olsam diyor. Amaç ve hedefler bu yönde şekillenmiş. Erkekler ise, kızları nasıl tavlarım diye düşünüyor. İlhan Mansız gibi olmak ve paraya kavuşmak istiyor. Çaba sarf etmeden, şans eseri İlhan Mansız olmak istiyor. Alt kültüre ait gençlerin gönüllerinde yatan fantezi müzik ve arabeskçiler oluyor. Ebru Gündeş, Gülben Ergen, Petek Dinçöz yaşadıkları hayatla cezbediyor. Tarkan, Yıldız Tilbe, Haluk Levent, Mustafa Sandal, Ebru Gündeş’i seviyorlar. Bu şarkıcı ve pop starların hiç biri aile kurmuş insanlar değil. Gündeme sevgilileriyle, aşk skandallarıyla geliyor çoğu. Makyajları, dış görünüşleri, şıklıkları, rüküşlükleri ve liposakşınlarıyla gündemde oluyorlar. Bu hayatlara özenen gençler evlendikten sonra da mutsuz oluyor. Sadece pembe hayallerden ibaret bir hayat kuruyorlar Popüler kültür insanların gündelik hayatlarındaki sıkıntıların oluşturduğu boşluklardan besleniyor. Rahatlatıcı ve teskin edici yanı onu zirveye taşıyor Diğer bir yüzde 13’lük grup ise, yurt dışından gelmiş ailelerin çocukları. Daha sorumluluk sahibi ve çalışmayı önemseyen bir gençlik. Yüzde 30’luk başka bir grupta ise kızlar daha ağırlıklı. Hayatlarını kotarmak için çok çalışmaları gerektiğine inanıyorlar. Genel olarak kimlikler ve kültürler Türkiye’den ve Türklükten oldukça uzak. Amerika’da yaşamak ve okumak istiyor, İngilizceyi önemsiyorlar. Diğer yandan kendi dilini konuşup yazamıyor. Gençlik araştırmasında 40’a yakın genç ile daha derinlemesine görüşmeler yapan Trendgroup çalışanlarının ilginç gözlemleri de olmuş. Krizin de etkisiyle, azla yetinen, daha sade zevkleri olan gençlerin kendilerine özgü jargonları var: Telaffuzları farklılaşıyor. En basit bir örnek verecek olursak, “merhaba” yerine “mirabaaa” diyorlar. Kelimeleri yayvan yayvan söylüyorlar. Kurulan cümleler de değişiyor; “Naber şekeeer?” vs. gibi. Giyimde de belirli ayrışmaları benimseyenler adeta üniforma giymiş gibi. Kızlar, boğazlı beyaz kazak, kot pantolon, kapitone tarzı mont giyiyor. Erkek de, kirli sakal, bırakıyor, saçlarını hafif uzatıyor ve kot pantolon giyiyor... Bu tür çıkışları ünlülerden bir kişi yaptığı zaman yaygınlaşıyor. Hande Yener tarzı giyinenler vs. var. Yurt dışındaki ünlülerden de etkileniliyor. Kendilerine ait bir dünya kurmaya ve o dünyaya ait olmaya çalışıyorlar. “Farklı olup dışlanmaktan korkuyorlar”. Gençler mekan olarak daha çok alışveriş merkezlerine takılıyor. Buralardaki cafelerde bir araya geliyor, ya da oturdukları semtlerin ünlü caddelerini tercih ediyor. “İn” olmayan yerler eğlencenin doğası gereği piyasa yapmak önemli olduğu için tercih edilmiyor. Gençler arasında ekonomi ve nüfusa bağlı olarak çok büyük uçurumlar var. Üst kesim gayet bireysel ve geniş maddi imkanlarla yetişiyor fakat bir o kadar da can sıkıntısı çekiyor. Değer edinemiyor. Yoksulluk çeken kesimin çocukları da değer edinemiyor. İçsel boşluk ve değer edinememe gençliğin ortak sorunu. İki taraf da başıboş... Farklı olandan ve farklı olmaktan, dışlanmaktan korkuyorlar. Bir yere ait olma ihtiyacı duyuyorlar ve popüler kültür ile özdeşleşiyorlar. Gençler can sıkıntısı içinde. Yapacak bir şey bulamıyor. Onlara özendirilen, içlerindeki boşluğu dolduracak anlamlı bir kültür yok. İntihar eylemleri de bu boşluktan kaynaklanıyor. Değerlerin erozyona uğradığını saptıyoruz. Bu sonuçlar yurt dışı kaynaklı programlarla doğrudan orantılı. Popüler yarışma programları ve bir çok dizide işlenen konular bizim örf ve adetlerimizle çelişiyor. İlkokuldan itibaren kültürümüzü öğreten dersler konulmalı. Anketlerle konular belirlenmeli...” Tarkan, Yıldız Tilbe, Haluk Levent, Mustafa Sandal ve Ebru Gündeş’in hayatını örnek alıyorlar.”. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Yardımcısı Doç. Dr. Kemal Sayar, popüler kültürü insanları rahatlatan bir afyona benzetiyor. Gündelik hayatın gerçekleriyle başa çıkamayan insanlar renkli dünyalara kendilerini kaptırarak orada başkalarının hayatını izleyerek adeta bir yanılsama dünyasında yaşamaya başlıyor. Popüler kültürü ileten programların revaç bulması Sayar’ın tespitine göre birkaç farklı psikolojik düzeyde işliyor. Bunlardan en önemlisi teşhir... Teşhir kültürünün yaygınlaşması bu programları tetikliyor. Bir evin içini, bir insanın özel hayatını gösteriyorlar. İzleyicide başka bir yeri dikizleme, röntgenleme duygusu uyandırıyorlar. Mahrem alanları dikizleyerek o hayatlara katılma yanılsaması yaratılıyor. Televizyon, bu insanlarla bizim hayatımızda sadece bir cam kadar mesafe olduğu yanılsamasını yaratıyor. Bir gün siz de bu insanların hayatına katılabilirsiniz, yeter ki gösterebilecek bir şeyleriniz olsun mesajı var. Tv popüler kültürü ileten en büyük vasıta. İnsanları hayatlarındaki sahici yanlarına yabancılaştırıyor. Gençlerin kendilerine rehber edecekleri içsel standartlar yok. Anne baba bu modern ritüeller içinde ona rehber olamayacaksa popüler kişileri ve imgeleri rol alabiliyor. Bunlar sağlam, istikrarlı kimlikler değil; yüzer gezer, her çiçekten bal alan şişmiş benlikler ortaya çıkıyor. Popüler kültür şişmiş ve boş benlikler üretiyor...

Zahmetsiz ve tüketilen şeylerle kimlik ediniliyor. Uyuşturucu madde bağımlılığına yöneliş oluyor. Herkes içindeki boşluğu tamir edecek bir şey arıyor. Popüler kültürün gençlerde yarattığı tahribat üzerine Türkiye’nin düşünmesi gerekiyor. (Yılmaz)

Moda dininin merkezi Paris'te 'göbeği aç' komutu bizdeki kadar etkili olamamış.. Tabii bu yargıya; 'Dünyanın merkezi'ni soranlara 'Tam bastığım yerin dibidir' diye cevap veren Nasrettin Hoca yöntemiyle varıyorum: Champs Elysee bulvarını boydan boya yürüyor ve orana vuruyorum; sonuç moda dininin kıblesi adına hüsran!! Bu bilimsel (!) ölçüme göre en çok yirmi genç bayandan biri açık göbek yürüyor. Hele yaşlı başlı hanımların, özellikle de değirmen taşı göbekli olanların bu modaya bizdekinin binde biri kadar iltifat ettikleri yok.. Demek ki, bir dönem bütün dünyayı etkileyen fikirlerin beşiği Paris'i modanın uçuk uygulamalarında sollamışız..
Lakin 'fikir alma' işine gelince hüsran bizim mülkümüz! (Mete)

Yapılan müziklerde bile anarşiyi çağrıştıran, şiddeti ve şehveti içeren film,basın ve yayının varlığından ortalık geçilmiyor. Mesela bir şarkıda “Kimseye küsemedim. Kimseye kızamadım. Sonunda kendime küstüm. Sonunda hayata. Düşündüm banka soymayı. Uluorta soyunmayı. Hayatımdaki herkesi vurmayı. Affedin. Depresyondayım. Depresyondayım,unutuldum. Aldatıldım. Sevgilimden ayrıldım. Çok yalnızım.” Adı müzik ama insanların zihinsel derinliklerinde nasıl bir tahribata yol açtığı düşünülmüyor bile.
#2 - Ekim 23 2008, 19:35:03

Kitle kültürünü insanların beyinlerine nakşetmede farkında olarak veya olmayarak medya,tüketim araçları,mağazalar,moda,evrensel ve milli kültürden haberli olmama,okumama,aklı ön plana alarak durum muhakemesi yapmama,duyguların ve şehvetin azgınlaştırılması,zevkcillik gibi hususlar etkili olmaktadır.
Rasih Yılmaz’ın Biri bizi gözetliyor programı ile ilgili ifadesinde “15 000 kişi arasından seçilen ve 15 insanın kendi istekleriyle kapatıldığı evin aslında küçük bir Türkiye oluşturduğunu bu son BBG bize gösterdi. Kaçınılmaz bir gerçek Biri bizi gözetliyor ile başlayan röntgenlenen yaşamlar hücre hücre televizyon kanallarından zihinlerimize sızdı. Açıkçası hastalıklı bir durumdan başka bir şey değildi ortaya çıkan görüntüler. BBG evinin önünde toplanan insanların takım tutar gibi yarışmacılar adına kavga edip, çığlıklar atması ciddi manada toplumsal zaafların, yeni yeni ortaya çıkan sinyalleri gibiydi…. Çünkü özel bir ekip tarafından farklı karakterlerden seçilen yarışmacıların her birinin toplumda birebir karşılığı olduğu muhakkak…(Yılmaz)

Fatih üniversitesi öğretim görevlisi Ali Murat Yel “Rusya’da olmayan Türkiye’de var
Mesela Asmalı Konak dizisi; her yerde öyle bir reklamı yapıldı ki zannedersiniz bütün Türkiye onu seyretti. Bu çok tutunca peşinden hemen Pop Star yarışması düzenlendi. Doğan Medya Grubu’ndaki televizyon –gazete– radyo yarışmaya destek verdi. Sanki köşe yazarlarına emir verilmiş gibi hepsi onlardan bahsediyor. Eminim kendileri oturup seyretmiyorlar. Popüler kültürde şu var: Bakılmadığın anda bitersin. Ama bu İslâm’da tam tersi. Kadın her yerde var ama vücuduyla değil. Örneğin dizilerimizde din öğesi kalktı. Sovyetlerde bile bu kadar koyu dinsizlik olduğunu sanmıyorum.”(Yılmaz)

Coca Cola, Levi’s, McDonalds gibi markalar günümüzde ABD sınırlarını aşmış, tüm dünyanın tükettiği ürünler, beslenme ve giyinme tarzları halini almıştır. Yeni Dünyanın Egemenleri sahip oldukları kitle iletişim araçlarını tüketim kültürlerini tüm dünyaya yaymakta kullanırken aynı zamanda kendi çıkarları doğrultusunda düşünen beyinler de yaratmaktadırlar. Ülkemiz aydınlarının evlerini salt nostalji olsun diye beğenmedikleri Anadolu köylüsünün göz nuru el yapımı halılar süslerken, dağdaki çobanlar ellerinde cep telefonlarıyla dolaşmaktadırlar. (Durdu)

Fransız Mizah Dergisi, Charlie Hebdo’nun Yazı İşleri Müdürü Philippe Val “Popüler kültür ya da eğlence kültürü, hepimizin düşmanı. Televizyon, bugün kimseye özgürlük bilinci vermiyor. Tam tersine insanlara çok fazla düşünme şansı vermeden, onları kendine esir ediyor. Oysa mutluluk diğer insanlarla kurduğumuz ilişkilere bağlı. Eğlence kültürünün hayatımızı boğmasına ve bir tabuta çevirmesine, insanların gözlerindeki enerjiyi tüketmesine izin vermememiz gerekiyor.”

“Televizyon ekranının tehlikesi ortaya çıkardığı davranış biçimlerinde değil—gerçi orada da tehlike var—asıl engellediği davranış biçimlerindedir: muhabbetler, oyunlar, aile toplantıları ve tartışmalar...” (Marie Winn)
Yalnızlık, televizyon programlarını ezbere bilmektir. (Bill Vaughan)

Akşam işten eve gelen babanın ailesiyle yaptığı ortak şey, oturma odasında oturup televizyon seyretmek. Ev hanımları ise, ev gezmelerinde, birbirleriyle sohbet etmek yerine, pembe dizileri seyretmeyi tercih ediyorlar. Anne, baba ve çocuklar, birbirlerinin yüzünden daha çok, televizyondaki sanatçıların, mankenlerin görüntülerine bakıyorlar. Akşam yemekleri sessizlik içinde ve gözler televizyona zamkla yapışmış bir şekilde geçiyor. Eğer yemek yenilen yerde televizyon yoksa, alelacele yenen bir yemekten sonra hemen oturma odasına, televizyonun başına geçiliyor; özel televizyonu olanlar ise kendi odalarına kaçışıyor. Bütün ailenin beraber olduğu en önemli vakit olan akşam saatlerinde, eşlerin birbirleriyle veya çocuklarıyla oturup konuşması, onların sorunlarını veya sevinçlerini dinlemesi, göz göze gelerek birbirlerine olan sevgilerini aktarması yerine, aile bireyleri gerçek olmayan bir dünyaya, başkalarının hayal dünyasına girmeyi tercih e Yard. Doç. Dr. Sedat Cereci, Televizyonun Sosyolojik Boyutu adlı kitabında şunları söylüyor: “Aile bireyleri fiziksel olarak yan yana oturuyor. Ancak onlar aynı anda başka dünyaların derinlikleri içinde, birbirlerinden habersiz bir biçimde kaybolup gidiyorlar. Çünkü televizyon, onların herbiri için, ayrı ayrı büyülü hayal dünyaları kuruyor, onları bu dünyaların girdabına çekiyor. Televizyonla birlikte, diyalogları iyice azalmış olan aile bireyleri, birbirlerinden iyiden iyiye uzaklaşmış dünyalarında, izledikleri aynı imajlar hakkında diğer üyelerle aynı şeyleri düşünme ve hissetme gereği duymuyorlar.”diyorlar.

New York Üniversitesinden Prof. Neil Postman, televizyonun kötümserliğe ve pasifliğe neden olduğunu söylerken, California, San Diego Üniversitesinden Prof. Herbert I. Schiller de, televizyonun bireysel pasifliği teşvik ettiğini belirterek şunları ekliyor: “Amerikalılar her hafta milyonlarca, her sene milyarlarca saatlerini, parmaklarını bile oynatmadan, akıl almaz bir üşengeçlik içerisinde televizyonlarının karşısında geçiriyor. İş, milyonlarca insanın fiziksel açıdan pasifliğe itelenmesi ile de bitmiyor. Zihinsel faaliyetler dumura uğruyor; ardı arkası gelmez, saçma sapan programlar, izleyenlerin zekâsını köreltiyor. İnsanlar, etraflarına inceleyici bir gözle bakamıyor, yaşananlardan farklı olanların yaşanabileceğini aklının ucundan bile geçirmiyor.”

Psikiyatri uzmanları sürekli televizyon başında oturan insanların mutsuz, doyumsuz ve yalnız olduklarını belirterek, insanlar arası sıcaklığı ve doğallığı hiçbir teknolojik gelişmenin sağlayamayacağını söylüyorlar. Çocuklar bundan daha fazla etkileniyorlar ve daha yetişme çağından itibaren sosyal ilişkileri zayıflıyor ve içe kapalı bir hale geliyorlar. Çoğu kez yemek yemek için bile anne babasının yanına gitmiyor ve yemeğini tepsi içinde televizyonun karşısında yemeyi tercih ediyorlar.

Psikolog Dr. Meliha Kırkıncıoğlu “Çocukluğunda yeterince sevgi ve ilgiye doyamamış, ailesinde yeterince ilgi görmemiş bu tip insanlar, kendilerini TV dizilerinde arıyorlar. Kendi doyumsuz hayatlarını orada buluyorlar. Kendilerinin gerçekleştiremedikleri şeyleri başkalarında görmek, onlarla özdeşleşmek, onlarla ağlamak, sevinmek, izleyicide duygu boşalımına neden oluyor. Bilinçli bir izleyicinin kendisini bu kadar kaptırmaması, seçici davranması gerekir. Kendi gelişimine ve çocuğunun eğitimine katkısı olmayan dizilere ve programlara bağımlı hale gelmemeli. Herkes rahat, özgür, istediği zaman istediğini seçebilecek, seçkin davranışlar ve ilişkiler içinde olmalıdır.” “Gelir ve eğitim seviyesi düşük ailelerde, daha da kötü tablolar ortaya çıkabiliyor. Gazete ve televizyon haberlerinde görüyoruz: Adam çıldırmış, karısını ve çocuğunu kesmiş; kadın şoka girmiş, çocuğunu boğmuş. Bir balon düşünün; sonuna kadar şişirirsiniz, alacak hacmi kalmayınca patlar. Duygular da böyledir. Duygularımızı paylaşmak, boşaltmak, deşarj etmek gerekir. Bu duyguların boşaltımı sırasında, eşlerin birbirlerine bağırması gayet normaldir. İnsan yakın bulduğuna kızar, bağırır. Kime nazı geçiyorsa ona bağırır. Dışarıda çalışan eş, müşterisine bağıramaz; çünkü onu kaybedebilir. Elemanına bağıramaz; çünkü her zaman eleman değiştiremez. Böylece insan, yakın bulduğuna, yumuşak bulduğuna kızar. Bu yüzden eşlerin böyle durumlarda birbirlerine hoşgörülü davranması gerekir. (Özten)

Batılılara göre, televizyona ayrılan zaman “ölü zaman” dır. Bize göre ise, televizyon bir “boş zaman oburu” dur. Çünkü artık bireyler, boş zamanlarının büyük bir kısmını televizyonun karşısında geçirmektedirler. Örneğin, günümüz toplumlarında akşamları televizyon seyretmek bir gelenek haline gelmiştir.

Ülkemizdeki kitle iletişim araçlarını göz önünde bulundurduğumuzda, programların çoğunun filmler, reklamlar, eğlence programları, dizi filmler, haberler, paparazi ve televole programları v.b gibi konuları içeren yayınlardan oluştuğu görülmektedir. Bu programlar arasında (bizim) kültürümüz ile ilgili programların yok denecek kadar az olduğu da bilinen bir gerçektir. Biz bu alandaki eksiklikleri hızla gidermek zorundayız. Ayrıca bu durum, sosyal barıştan, uzlaşmadan uzaktır ve yaygın kullanımıyla “medya” ya karşı hoşnutsuzluğun artmasına da zemin hazırlamaktadır.

Böyle bir durumda, mevcut kültür, yabancı kültür unsurlarına karşı mukavemet edebileceği ya da insanlara ulaşabileceği kanallardan (kitle iletişim araçlarından) mahrum kalmış olur. Bireylerin bu noktada bilinçli olması ve bu araçlara karşı, daha doğrusu kitle iletişim araçlarının yayınlarına karşı tavrını oldukça net bir şekilde belirlemesi gerekmektedir. (Kocadaş)

Kısa yoldan köşeyi dönme tutkularının; bununla ilişkili olarak şans oyunlarına olan aşırı düşkünlüklerin bu denli yaygın olmasının; aile içi huzursuzlukların, kavgaların ve hatta kimi zaman boşanma ile sonuçlanan bir takım olayların gün be gün artmasının; ister beste ya da güfte, ister icra ediliş tarzı ve icra edenin nitelikleri açısından değerlendirildiğinde, bir sanat olayı olarak nitelendirmeye insanın dilinin varmadığı, bireylerin ruhlarını karartan, içine düştüğü karamsarlıkları ve olumsuz duyguları daha da pekiştirip bir kişilik özelliği haline getiren arabesk müziğin, toplumda en çok rağbet gören müzik türü olma özelliğini uzun yıllardır gerçek sanat eserlerine kaptırmayışının; “trafik kazalarında kurban verilen can ve kaybedilen mal bakımından dünya şampiyonu olma” gibi çok çirkin ve de saygın bir ulusa hiç de yakışmayan bir kara lekeyi yıllardır alnımızda taşıyor olmanın; toplumda cana ve mala yönelik olarak gerçekleşen suç olaylarının hızla artıyor olmasının; fuhuş ve cinsel sapkınlıkların hat safhaya ulaşmasının; siyasi ve ideolojik açıdan radikal eğilimlerin hızla artmasının ve insanların radikal eğilimlerini sömürerek kendisine hareket alanı yaratmaya çalışan siyasi partilerin oy oranlarının, uzun yıllardır hızlı bir artış trendi sergilemesinin; kendinden ve içinde bulunduğu koşullardan tatmin olmama duygusunun getirdiği “kendini olduğundan farklı gösterme eğilimlerinin artık normal bir davranış gibi algılanır hale gelmesinin; ... ve daha örneklerini arttırabileceğimiz böylesi nice durumların toplumumuzda bu denli yaygın hale gelmesinin nedenlerinin arasında, diğer bir çok etkenin yanı sıra, baştan beri saya geldiğimiz medya kaynaklı faktörlerin de çok önemli bir payının olduğu yadsınamaz bir gerçektir. (Arslan)
#3 - Ekim 23 2008, 19:36:48

İnsanlarımız artık kitle kültürünün etkisi ile okuyamaz düşünemez,hep başkalarını taklit eden fakat taklit ederken de kendisine ait fikir,davranış ölçen terazisi olmadığından hissi olarak hareket ederek kitle kültüründen nemalanan odaklarca telkin edilen moda adında batının süprüntülerini almaları söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla belden yukarı düşünen insanlar değil hep elden aşağı çalışan ve düşünen insan yığınları toplumumuzu sarıp sarmalamaktadır. Yapılan araştırmalarda Japonya’da kişi başına okunan kitap sayısı 25, Amerika’da 10, Fransa’da 7, Türkiye’de 0.2 dir. Düşünemeyen ve düşünmek istemeyen ,hazırcı, zevkcil insanlarımıza her türlü telkin etkili olabilecek ve sosyal problemlerde oluşabilecektir. Belirtildiği gibi batılı bilim adamlarınca aptal kutusu olarak isimlendirilen TV nun insanlarımızın hayatındaki yeri büyüktür. TV ise hem düşünmemeyi, hem de kitle kültürünün aktarılmasında baş aktör olabilmektedir. Böylece toplumumuzda yerleşmiş kültürel değerler bir bir yok edilmekte ve insanlarımız çıkmaz bir sokağa balıklamasına dalmış gitmekte olduğu izlenimini vermektedir. Böylece daima beden beslenmekte, hislerin ve zevklerin azgınlığında insanlar kitle kültürünün sel gibi etkisiyle değerleri yıkılmış, aile kavramı kalmamış dolayısıyla vatandaşlık kavramında da değer kaybını oluşturmuştur.

Brezezinski cevap veriyor: "Bizim ahlaki bilincimiz, tüketimcilik yüzünden, tüm değerlere de sanki hepsi süper market raflarında birbiriyle rekabet eden ürünlermiş gibi eşit bir kaygısızlık yöneltmemiz yüzünden yozlaşmıştır.. Amerika için (ve Batı Avrupa'nın liberal toplumları için) başlama noktası, manevi bilinci geliştirmek, ahlaki kuralların istenir ve yararlı olduğunun farkına varmak ve bu yolla, nefse düşkünlük yerine kendini sınırlama özelliğini benimsemektir. Bunu yapmayı başaramazsak, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tanımlama konusunda işlevsel bir kriterimiz olmaz, kendimizi mahvetmeye doğru kayarız...Yanlış-doğru kavramları benimsenip sindirilmeli, içgüdüsel duygular arasına girmelidir; mutlak doğru ve mutlak yanlış diye bir şeyin var olduğu, her şeyin göreli olamayacağı kabul edilmelidir... Küresel ruh kriziyle başa çıkmak için hayatlarımızı yeniden bir dengeye oturtmamız gerekmektedir. Hayatın manevi yönünün de maddi yönü kadar önemli olduğunu kabul etme zamanı gelmiştir. Yirminci yüzyılda, yeniden 'bir daha asla demek zorunda kalabileceğimiz açıkça görülmüştür. Eğer insanlık uyumlu bir dünyada kendi kaderini kendi eline alacaksa manevi kuralların merkezi bir noktaya yerleştirilmesi şarttır.'"(Özten)

Brezinski’nin ifadelerini Türkiye açısından da düşündüğümüzde uyuştuğu görülmektedir. Maksadımız insanlarımızı karamsarlığa itmek değil varolan fenomeni (görüntüyü) sosyolojik olarak saptayarak insanlarımıza bildirmek ve tedavi yoluna gitmemizi vurgulamaktır. Sonuç itibariyle aslında biz birbirimizi kemiriyoruz farkında değiliz,bindiğimiz dalı kesiyoruz farkında değiliz ve farkında olup ta uyarıcı olanlara da kulak asmıyoruz. O halde toplumsal olarak korkunç sonlara hazır olun. Nasıl ki 11 eylül Amerika için bu gün sorgulandığı gibi gelecekte de sorgulanacak ve biz nerelerde hata yaptık araştırmasını da beraberinde getirecektir;bunun gibi toplumsa kaoslar,anomiler (toplumsal düzensizlik,anarşi hali) olduğunda da iş işten geçmiş olmasın. Keşkeler neslimizi ayakta tutamayacaktır. O halde bir defa daha yitirilmiş cennetimizi arayarak bulmak ve yaşamak zorundayız.


Alıntıdır.
#4 - Ekim 23 2008, 19:38:13

Malesef insanların en kolay yaptıkları ve en insani olarak yaptıkları şey farklı olanları kendinden soyutlamak,eh bu durumda ülkemizde bi etnik köken çatışması olarak su üstüne çıkıyor.Zamanın en iyi medeniyetleri,ya hoş görü politikasıyla ayakta durmuştur yada faşist düşüncelerle.Eh 2.si daha kolay geliyo insanlara
#5 - Eylül 08 2009, 19:58:58
Özlemişim buraları =)

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.