Alternatifim Cafe

Dünya Dönüyor => Edebiyat => Yazarlar => Konuyu başlatan: Diyez - Eylül 07 2008, 03:09:56

Başlık: Jorge Luis Borges
Gönderen: Diyez - Eylül 07 2008, 03:09:56
Jorge Luis Borges, (1899-1986) Arjantinli, şâir, öykü ve deneme yazarı. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir.

Hayatı

Jorge Luis Borges 24 Ağustos 1899 tarihinde Buenos Aires'te doğdu. Babasının annesi İngiliz olduğu ve evde iki lisan birden konuşulduğu için daha çocukken her iki lisanı da çok güzel konuşabiliyordu. Oğluna satranç tahtasında Zeno'nun paradoksunu öğreten Jorge Guillermo Borges avukat ve psikoloji öğretmeniydi. Evlerinde Borges'in muhayyilesini sürekli olarak işgal edecek bir bahçe ve kütüphane vardı.

Babasının görme yetisinin azalması üzerine, âile tedavi için I. Dünya Savaşı’ndan önce (1914) Cenevre’ye taşındı. Burada kaldıkları süre boyunca Borges Calvin Koleji'ne devam ederek, Lâtince, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sembolizm akımının örneklerinden Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé'in eserleriyle bu sırada tanıştı. Schopenhauer'a olan sevgisi ve Walt Whitman'ı keşfetmesi de Cenevrede'yken başladı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra âilesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu.

Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüs'lü şair Rafael Cansinos-Asséns. Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan birşeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bâzı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti.

1921’de âilesiyle Buenos Aires’e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır.

1923’te ilk kitabı olan Buenos Aires Tutkusu (Ferver de Buenos Aires)'i çıkardı. 1924-1933 arası Borges için oldukça heyecan verici bir zamandı. Bu dönemde pek çok yazısı ve şiiri basıldı. Luna de Enfrente 1925'te, San Martin DefteriCuaderno San Martín 1929'da basıldı. 1933-1934 yıllarında Crítica'da Alçaklığın Evrensel Tarihi(Historia universal de la infamia) yayımlandı. Bu öykü dizisi, önceden basılmış bâzı hikâyelerden alınan karakterler ve fikirler üzerine yeniden hikâye yazmakla oluşmuştu. Gerçeği ve hikâyeyi harmanladığı bu hikâyeler gerçeküstü bir otantizm taşıyorlardı. Daha sonraları bu tarz "büyülü gerçekçilik"in ilk örneklerinden sayılacaktı. Ama onun asıl kariyeri 1935'te yazdığı "Borges stili"nin ilk örneği denilen, hayâlî bir romanı eleştirdiği "Al-Motasim'e Bir Bakış" isimli öyküsüdür. 1936'da denemelerini topladığı Sonsuzluğun Tarihi Historia de la Eternidad basıldı. Bu sırada maddî sıkıntılar çekiyordu, bu nedenle 1937'de Belediye Kütühânesi'nde çalışmaya başladı. Kütüphânedeki işi hafif olan yazar, iş günlerinin kalanını klâsikleri okuyarak ve modern edebiyatın uluslar arası örneklerini İspanyolca’ya çevirerek geçirmiştir. Virginia Woolf’un ve William Faulkner’ın kitapları İspanyolca’ya ilk kez bu dönemde Borges tarafından kazandırılmıştır. Yaratıcılığını kaybetmekten korkan Borges, eşşiz bir eser yazmak istedi ve “Pierre Menard, Don Quixote'un Yazarı”'nı kaleme aldı. Ardından da “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” geldi. Her iki hikâye Victoria Ocampo’nun Sur edebiyat dergisinde yayınlandı. Bunların başarısının verdiği motivasyonla Babil Kütüphanesi'nin çalışmalarına başladı. 1941'de bu öykülerin toplandığı Yolları Çatallanan Bahçe basıldı. Aynı hikâyeler toparlanarak "Artifices"e eklendi ve ve 1944'de Ficciones adıyla yeniden basıldı. 1942'de “Bustos Domecq” takma adı altında Adolfo Bioy Casares ile birlikte polisiye hikâyeler dizisi olan Don İsidro İçin Altı Problem'i yazdılar. Felsefe, gerçekler, fantazi ve gizemleri harmanladığı bu yeni öykülerin yanında, El Hogar'da anti-semitizmi, faşizmi ve nazizmi eşeltiren politik makaleler de yazıyordu. Bu makalelerle oldukça tanındı. 1946’da Juan Peron’un iktidara gelişiyle, kütüphânedeki işinden atıldı. Bu işten atılma onun için bir tür kurtuluş olmuştu, çünkü hem Arjantin'den Uruguay'a kadar pek çok yeri gezip, Budizm'den Blake'e kadar pek çok konuda seminerler veriyor, hem de iyi para kazanıyordu. Ama âilesi Peron'un baskıcı rejiminde zor günler geçirdi, annesi ve kız kardeşi hapse girdi. 1949'da ikinci önemli kısa hikâyeler kitabı Alef (El Alef) basıldı.

1955’de Peron devrilince Borges hayâlindeki meslek olan Arjantin Ulusal Kütüphânesi Müdürlüğü’ne getirildi. Âilesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges bu dönemde görme yetisini tamamen kaybetti. "Beni aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabûllenmiştir. 1956'da Buenos Aires Üniversitesi’nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı ve 12 yıl bu görevi yürüttü. 1961’de Samuel Beckett’le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü’nü (Formentor Ödülü) kazandı. Bu ödül ona gecikmiş bir uluslararası ün kazandırdı. Gözlerinin görmeyişini şiire yönelerek telâfi etmeye çalıştı. 1970'li yıllarda ABD'de çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1973'te Peron geri dönünce, görevinden istifa etti. Ders vererek ve yolculuk yaparak geçirdiği zamanın meyvesi 1975'te basılan toplama hikâyelerin olduğu Kum Kitabı (El libro de arena) oldu. Dünya gezilerinin sonucu ona eşlik eden Maria Kodama'nın resimlerini çektiği yazılarını ise kendi yazdığı Atlas(1984)'la sonuçlandı.

Zannedilenin aksine, Nobel ödülünü alamadan 86 yaşında, 14 Haziran 1986’da Cenevre’de karaciğer kanserinden hayatını kaybetti.


Eserleri

Fervor de Buenos Aires (Buenos Aires Tutkusu), 1923) Şiir
Luna de enfrente (Yolun Ötesinde Ay), 1925) Şiir
El tamaño de mi esperanza, 1925, Denemeler.
El idioma de los argentinos, 1928, Denemeler.
Cuaderno San Martin (San Martin Defteri), 1929) Şiir
Evaristo Carriego, 1930, Denemeler
Discusión, 1932, Denemeler ve Eleştiriler.
Historia universal de la infamia (Alçaklığın Evrensel Tarihi), 1935, Hikayeler
Historia de la eternidad (Sonsuzluğun Tarihi), 1936, Denemeler
El jardín de senderos que se bifurcan (Yolları Çatallanan Bahçe), 1941, Hikayeler.
Seis problemas para don Isidro (Don İsidro İçin Altı Problem) 1942, Adolfo Bioy Casares’le yazılmış detektif hikayeleri
Poemas : 1922-1943, 1943, Şiir.
Ficciones (Ficciones Hayaller ve Hikayeler) 1944, Kısa hikayeler
Un modelo para la muerte, 1946, Adolfo Bioy Casares’le yazılmış detektif hikayeleri
Dos fantasías memorables, 1946 Adolfo Bioy Casares’le yazılmış fantastik hikayeler
El Aleph (Alef) 1949, Denemeler Hikayeler
Aspectos de la poesía gauchesca, 1950, Eleştiriler.
Antiguas literaturas germánicas, 1951, Eleştiriler
La muerte y la brújula,(Ölüm ve Pusula) 1951, Kısa hikayeler
Otras inquisiciones 1937-1952 (Öteki Soruşturmalar) , 1952, Denemeler ve Eleştiriler.
Historia de la Eternidad (Sonsuzluğun Tarihi), 1953, Denemeler, Kısa hikayeler, ve Eleştiriler.
El "Martín Fierro", 1953, Denemeler
Poemas : 1923-1953, 1954, Şiirler
Los orilleros; El paraíso de los creyentes, 1955, Adolfo Bioy Casares ile İki Senaryo.
Leopoldo Lugones, 1955, Eleştiriler Betina Edelborg’le beraber.
La hermana de Eloísa, 1955, Kısa hikayeler.
Manual de zoología fantástica (Hayali Varlıklar Kitabı)1957, Margarita Guerrero ile yazılmış hayali hayvan metinleri.
Libro del cielo y del infierno, 1960, Denemeler, Adolfo Bioy Casares ile beraber.
El Hacedor, 1960, Şiirler
Antología Personal, 1961, Denemeler, Şiir, Eleştiriler,
El lenguaje de Buenos Aires, 1963 Uzun denemeler, José Edmundo Clemente ile beraber
Introducción a la literatura inglesa, 1965, Eleştiri, María Esther Vázquez ile beraber . Türkçesi : İngiliz Edebiyatı Tarihi
Para las seis cuerdas, 1965, Tango ve milongalar için sözler
Literaturas germánicas medievales (Ortaçağ Alman Edebiyatı) 1966, Eleştiri, María Esther Vázquez’le beraber
Crónicas de Bustos Domecq, Denemeler, 1967, Adolfo Bioy Casares’le beraber.
Introducción a la literatura norteamericana(Amerikan Edebiyatına Giriş)(1967), Eleştiri, Esther Zemborain de Torres ile beraber. Türkçesi: ,.
Conversations with Jorge Luis Borges(Borges'le Konuşmalar), 1968, Richard Burgin, İngilizce.
Nueva Antología Personal, 1968, Denemeler, Şiirler, Eleştiriler.
Elogio de la Sombra(Karanlığa Övgü), 1969, Şiir
El otro, el mismo, 1969, Şiir
El informe de Brodie (Brodie Raporu), Kısa hikayeler, 1970.
El congreso, 1971, Denemeler.
Nuevos Cuentos de Bustos Domecq, Adolfo Bioy Casares ile beraber.
El oro de los tigres, 1972, Şiir.
El libro de arena (Kum Kitabı), 1975, Kısa hikayeler
La Rosa Profunda (Sonsuz Gül), 1975, Şiir
La moneda de hierro, 1976, Şiir.
Diálogos, 1976 Borges ve Ernesto Sabato, arasında konuşmalar.
¿Que es el Budismo?, 1976, Dersler
Historia de la Noche, 1977, Şiir.
Prólogos con un Prólogo de Prólogos, 1977, Kitap önsözleri.
Borges El Memorioso, 1977, Antonio Carrizo ile konuşmalar
Rosa y Azul: La rosa de Paracelso; Tigres Azules, 1977
Borges, oral, 1979, dersler.
Siete noches (Yedi Gece) 1980, dersler
La cifra, 1981, Şiir.
Nueve ensayos dantescos (Dantevari Denemeler), 1982, Denemeler Dante üzerine
Un argumento, 1983,
Veinticinco Agosto 1983 y otros cuentos, 1983, Kısa hikayeler
Atlas (Atlas), 1984, Hikayeler ve Denemeler, María Kodama ile beraber.
Los conjurados, 1985, Şiir.
Textos cautivos, 1986, Eleştiriler
This Craft of Verse, 2000, dersler.

(http://cache.eb.com/eb/image?id=6774&rendTypeId=4)    (http://www.erasmuspc.com/documenten/citypoems/buenos_aires/jorge_luis_borges_hotel.jpg)
Başlık: Ynt: Jorge Luis Borges
Gönderen: Diyez - Eylül 07 2008, 03:10:44
Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama,
ikincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
çok az şeyi
ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla. daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim, daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Elbette mutlu anlarım oldu ama
yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten:
anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiç bir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan
gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiç bir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
çocuklarla oynardım, bir şansım daha olsaydı, eğer.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum...
Ölüyorum...




Jorge Luis Borges
Başlık: Ynt: Jorge Luis Borges
Gönderen: Diyez - Eylül 07 2008, 03:14:46
1972

Şimdiden geçip gitmekte olan geleceğin
işe yaramaz, belirsiz ve bulanık,
bir boşyücelikten tekrarı, uzayıp giden
bir aynalar koridoru olacağından korktum,
Ve bu düşten önceki yarı aydınlıkta
yalvardım adlarını bilmediğim tanrılarıma
günlerime bir şey yada birini göndersinler diye.
Onlarda gönderdiler.Bir yudumdu atalarım
yasaklara karşın, açlık ve yoksulluk içinde,
savaşlarda kendilerini ona adamışardı.
İşte bir kez daha karşımdaydı o çekici tehlike.
Oysa zamanın unutmadığı dizelerimde övdüğüm
o hayalet koruyucularından biri değildim.
Yetmişini tamamlamış kör bir adamdım ben
Ölüm kokan bir hastane köşesinde,
Can çekişen insanlar arasında
göğsüne yediği iki kurşunla ölen
Doğulu Francisco Borges değilim;
Ama şimdi saldırıya uramış yurdum benden
kılıcın savaşla ilgili hünerinden uzak
bilgiçlik taslayan beceriksiz kalemimle
bir destanın ayrıntıların toplayıp
kendi yerimi belirtmemi istiyor.Ben de
onu yapıyorum...




Ay

Sessiz arkadaşlığı ayın eşlik ediyor sana,
dalgın gözlerinin bugün toza dönüşmüş
bir bahçe ya da avluda onu son kez çözümlediği
-zamanın derinliğinde yitip gitmiş- o akşam
ya da geceden bu yana. Son kez mi?
Biliyorum, biri çıkıp şöyle diyebilir
günün birinde sana, tam da gerçeği söyleyerek:
Parlak ayı görmeyeceksin artık, tükettin
yazgının sana bağışladığı fırsatların toplamını.
Tüm pencerelerini açsan da dünyanın, boşuna.
çok geç artık. Onu bulamayacaksın bir daha.
Yaşamımız boyunca keşfeder ve unuturuz
o alışılmış güzelliğini gecenin. Biliriz,
göktedir hep ay. Oysa iyi bakmak gerekir ona.
Kim bilir, belki de sonuncusudur!




Bir Kör

Ne zaman aynadaki yüze baksam,
bilmiyorum hangi yüz bana bakıyor;
bilmiyorum hangi yaşlı yüz sessizce
ve bezgin bir öfkeyle kendi imgesini arıyor.
Karanlığımda yavaşça görünmeyen çizgilerimi
araştırıyorum ellerimle. Bir kıvılcımın ışığı
sızıyor içime. Saçlarını tanıyorum,
külrengi, hatta altın sarısı olan.
Gene söylüyorum yalnızca boş ve yapay
yanlarını yitirdim eşyanın.
Bu soylu sözler Milton’un bilgeliği,
ama ben gene de harfleri ve gülleri düşünüyorum.
düşünüyorum ki görebilseydim yüzümün çizgilerini,
bilebilirdim kim olduğunu bu benzersiz akşamda.



Düş

Gece yarısı saatleri saçıp savururken
Bereketli zamanı,
Daha da ötelere gideceğim Ulises’in yoldaşlarından,
İnsan belleğinin ulaşamadığı
Düşler ülkesine.
Aklımın almayacağı parçalar kaldı bende
O sualtı dünyasından:
İlkel bir bitkibilimden otlar,
Her türden hayvanlar,
Ölülerle konuşmalar,
Aslında hep birer maske olan yüzler,
Çok eski dillerden sözcükler,
Ve zaman zaman bir korku, gündüzün
Bize sunduğuna hiç benzemeyen.
Ya bunların hepsi olacağım ya da hiç biri.
O öteki olacağım bilmeden olduğum,
O öteki düşe, uyanık halime
Bakmış olan kişi. Şimdi onun değerlendirdiği,
Yakınmadan ve gülümseyerek.



Ephialtes

Düşler var düşün ardında.Her gece
Yitip gitmek isterim karanlık sularda
Üstümden gündüzü yıkayan, ama bu katıksız
Sular altında, bize en sonuncu Hiçliği sunan
Edepsiz harikanın nabzı atıyor bu hüzünlü saatte.
Bambaşka yüzümü yansıtan ayna olabilir.
Bir dolambacın git gide büyüyen tutukevi olabilir.
Bir bahçe olabilir.hep bu karabasandır.
Dehşeti başka dünyalardan
Adı konulmayan bir şey.
Bana ulaşır söylencelerin ve sislerin dününden;
Tiksinilen imge retinaya yapışır kalır
Lekeler uykusuzluğu tıpkı gölgeyi alçalttığı gibi.
Neden boy verir benden bedenim dinlerken
ve gönlüm kalmışken yapayanlız, şu ahmak gül?



İntihar

Tek yıldız kalmayacak gecede.
Gece kalmayacak.
Ben ölürken dayanımaz evren de
tüm varlığıyla ölecek benimle,
Sileceğim piramitleri, madalyaları,
Kıtaları ve yüzleri.
Sileceğim geçmişin birikimini.
Toz edeceğim tarihi, tozu toz.
Son günbatımını seyrediyorum şimdi.
Son kuşu dinliyorum.
Kimseye hiçbir şey bırakmıyorum.




Oyum Ben

Ben kardeşinin imgesini ya da gölgesini
(ikisi de aynı şey) sessizliğin ya da kadehinin
aynasında izleyen o boşyüce gözlemciden
daha az boşyüce olmadığını bilen biriyim.
Ben, benim suskun dostlarım, salt unutuştan
Başka bir öç ya da bağışlanma olmadığını
bilen kişiyim. Bir tanrı bu garip
Çözümü sunmuş her türlü insan kinine.
Bunca gezip dolaşmama karşın, tekil çoğul,
Yorucu, garip, kendimin ve başkasının
zamanının labirentini bir türlü çözemedim.
Hiç kimse değilim ben. Kimseye kılıç çekmedim
savaşta. Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben.
Başlık: Ynt: Jorge Luis Borges
Gönderen: Diyez - Şubat 17 2009, 22:08:02
Babil Piyangosu

Babil'deki bütün erkekler gibi ben de genel valilik yaptım, hepsi gibi kölelik de; tartışılmaz gücü, aşağılanmayı, hapishaneyi tanıdım. Bakın: sağ elimin işaret parmağı kopuk, Bir daha bakın: pelerinimin yırtığından, böğrümdeki kızıl damgayı seçebilirsiniz. O, ikinci simge Beta'dir. Bu harf, dolunaylı gecelerde Gamma'lılar üstünde egemenlik kurmamı sağlar; öte yandan aysız gecelerde Gamma'lıların egemenliğine giren Alfa işaretlilerin buyruğuna sokar beni. Tan ağartısında, bir mahzende, kara bir kayaya karşı kutsal boğaların şahdamarlarını kesmiştim. Bir ay-yılı boyunca görünmezliğe hüküm giydim; çığlık attım, duyan çıkmadı, ekmek çaldım, yakalanmadım. Yunanlıların bilmediği bir şeyi öğrendim: belirsizliği. Tunç bir hücrede boğazıma sarılan adamın boğucu mendiliyle soluğum tıkandığında umut, desteğini esirgemedi benden; haz denizinde yüzerken ürkü, yanımdan ayrılmadı. Pontuslu Heraklitos, Pitagoras'in bir zaman Pyrrho, ondan önce Euphorbus, ondan önce de bir başka ölümlü olduğunu anımsayışını ne ustalıkla anlatır. Bu tür değişimleri anmak için ne ölüme ne de sahtekarlığa başvurmama gerek var.
Nerdeyse baş döndürücü denebilecek bu çeşitliliği, öbür cumhuriyetlerin adını bile duymadıkları, ola ki aralarında gizli dolaplar çeviren bir kuruma borçluyum: piyangoya. Onun tarihini uzun boylu incelemedim; tek bildiğim, sihirbazların ağızbirliğine varamadıkları; ölümcül tasarılarındansa, ancak astroloji okumamış birinin aya ilişkin sezgileri kadar haberliyim. Ben piyangonun, gerçekliğin önemli bir parçasının oluşturduğu çığırından çıkmış bir ülkenin yurttaşıyım; olup-bitenler, şu ana kadar gizi çözülmez tanrıların işleri ya da kendi yüreğimin atışları kadar önemsizdi gözümde. Ama şimdi Babil'den ve onun gözde geleneklerinden uzaktayken, piyango oldukça garibime gidiyor, insanların alacakaranlığın gölgelerinde mırıldandıkları küfür dolu kehanetleri düşünüyorum.
Babam, çok eskiden— yüzyıllar önce mi, yıllar önce mi?—Babil piyangosunun, ayaktakımının tuttuğu bir oyun olduğunu söylerdi. Berberler, bakır para karşılığında dikdörtgen kemikler ya da renkli parşömen parçacıkları dağıtırlarmış (ne kadar doğru, bilmem). Çekilişler öğleüstü yapılırmış kazananlar, artık şansın yardımı olmaksızın gümüş sikkelere kavuşurlarmış. Basit bir uygulama, gördüğünüz gibi.
Bu piyangolar, tabii ki başarısızlıkla sonuçlandı. Hiçbir ahlaki değerleri yoktu. İnsanların yeteneklerine değil yalnızca umutlarına sesleniyorlardı. Halkın kayıtsızlığı karşısında, bu edepsiz piyangoları düzenleyen tüccar takımı zarar etmeye başladı. Biri, ufak bir reform önerdi: talihli numaraların arasına birkaç talihsiz rakam katmak. Bu reform aracılığıyla, rakamlı dikdörtgenleri alanların şansı ikiye katlanıyordu, ya azımsanmayacak bir para kazanacak ya azımsanmayacak bir ceza ödeyeceklerdi. Bu küçük risk payı - çünkü her otuz talihli numaraya karşılık bir tanecik talih­siz vardı- bekleneceği gibi halkın ilgisini uyandırdı. Babilliler kendilerini oyuna kaptırdılar. Katılmayanlar; ödlek, kötü niyetli damgasını yedi. Zamanla bu aşağılama yeni bir boyut kazandı. Gerçi piyangoya katılmayan hor görülüyordu da para cezası ödeyen küçümseniyordu. Şirket (o dönemde böyle anılmaya başlanmıştı) bütün para cezaları toplanmadan önce ödüllerini alamayan şanslıları korumak için harekete geçmek zorunda kaldı. Kaybedenlere dava açtı; yargıç da kaybedenleri ya başlangıçta biçilen para cezasıyla, birikmiş borçları ödemeye ya da bir süre hapiste yatmaya mahkum etti. Kaybedenlerin tümü, Şirket'e oyun oynamak için hapsi seçti. İşte Şirket'in tartışılmaz gücü-dinsel, fizikötesi yetkesi, bu birkaç adamın gözü karalığından serpildi.

Kısa bir süre sonra, çekiliş listelerinde para cezalarının dökümleri yer almamaya, yalnızca talihsiz numaralara düşen hapis cezaları ilan edilmeye başlandı. O dönemde pek dikkat çekmeyen bu kestirmecilik anlayışı, sonraları bir ölüm kalım sorununa dönüştü. Piyangoya parayla ilintili olmayan öğelerin ilk sokuluşuydu bu. Müthiş başarılıydı. Katılımcıların zorlamasıyla bu noktaya sürüklenen şirket, talih­siz numaralarının sayısını arttırmak zorunda kaldı.
Babillilerin mantığa, üstelik simetriye düşkünlüklerini kimse yadsıyamaz. Talihli numaraların yuvarlak hesaba, talihsizlerinse hapiste geçecek birebir günlerle gecelere vurulmasını tutarsız buldular. Kimi ahlakçılar, paranın mutluluğu güvenceye almayacağını, daha dolaysız açılan şans kapıları olabileceğini tartıştılar.
Derinden derine, bir başka tedirginlik kaynağı vardı. Papaz okulu üyeleri, bilet fiyatını arttırıp terörü ve umudu körüklediler; yoksullar, anlaşılabilir ve kaçınılmaz imrentileriyle bu görkemli coşkudan yoksun bırakıldıklarını kavradılar. Yoksul-zengin herkesin piyangoya eşit koşullarda katılımı doğrultusundaki haklı kaygı, yılların belleklerden silemediği bir öfke patlamasına yol açtı. Bazı dediğim-dedik kişiler, yeni bir düzenin, kaçınılmaz bir tarihsel dönemin çatlığını ya anlamadılar ya da anlamazdan geldiler... Bir köle, kızıl bir bilet, bir sonraki çekilişte kendisini dilinin yakılması hakkına çarptıracak bir bilet çaldı. Ceza yasası, bu cezayı bütün bilet çalınmaları için yürürlüğe koydu. Birtakım Babilliler, adamın işlediği suç karşılığında kızgın bir demirle dağlanmayı hak edip etmediğini tartıştılar; daha yücegönüllüler, piyangonun cezasını bir celladın infaz etmesinden yanaydılar, yazgıdan kaçınılamayacağına göre...

Huzursuzluklar bas gösterdi, yazık ki az kan dökülmedi yine de Babilliler, zenginlerin diretmesine karşın kendi isteklerini dayattılar sonunda. Yani: halk, yüce amacına tam anlamıyla erişti. Öncelikle, Şirket'i halkın tartışılmaz gücüne boyun eğmeye zorladı. (Yeni uygulamaların kapsamı ve karmaşıklığı düşünülürse bu birleşme zaten şarttı). İkincisi, piyangoyu gizli, serbest ve genel kıldı. Biletlerin parayla satılması yasaklandı. Baal'in gizemlerine bir kere alışan her özgür adam, tanrıların labirentlerinde her yetmiş gecede bir çekilen, herkesin yazgısını bir sonraki çekilişe kadar belirleyen piyangoya doğal yurttaşlık hakkıyla katılıyordu artık. Sonuçlar tam kestirilemiyordu. Talihli bir çekiliş., katılanı bilge sihirbazlar kurulu üyeliğine de yükseltebiliyor, (herkesçe ya da yalnızca kendisince) bilinen bir düşmanın hapsiyle sonuçlanabiliyor, hatta dingin bir odanın loşluğunda, huzurunu kaçırmaya başlamış, bir daha görmeyi ummadığı bir kadınla yüz yüze gelmesini sağlayabiliyordu. Talihsiz bir çekiliş, bir sakatlanma, farklı bir alçalma, bir ölüm anlamı taşıyabilirdi. Bazen bir tek olay - diyelim C.'nin meyhanede öldürülmesi, B.'nin her nedense göklere çıkarılması, otuz-kırk çekilişin parlak sonucu olabilirdi. Bu arada Şirket bireylerinin hem güç hem kurnazlık açısından tartışılmaz oldukları (hala öyleler) asla akıldan çıkmamalı. Çoğu durumda, sevinçlerin sansa bağlı sayılması belki kusursuzluklarına gölge düşürmüştür; bu pürüzden kurtulmak adına Şirket'in temsilcileri telkinden ve büyüden yararlandılar. At-tıkları adımlar, yönetim biçimleri gizli kapaklıydı. Kişilerin özel umutlarını, kişisel korkularını araştırırken müneccimlerle casuslardan yararlandılar. Bazı tas aslanlar sözgelimi, bir de Quaphka adında kutsal bir emanetçi. Genel inanca göre, Şirket'e giden yoldaki toz bürümüş su kemerinde bazı çatlaklar vardı: kötü ya da iyi niyetli insanlar, suçlamaların kaleme alıp bu çatlaklara gizlemişler. Bu bilgiler, keyfe göre düzenlenmiş bir abece arşivine kaldırıldı.
Şikayetlerin sonu her nedense gelmedi. Şirket, her zamanki saygınlığıyla yanıtları doğrudan vermiyordu. Şimdilerde kutsal metinlerden sayılan- bir kamuflaj fabrikasının döküntüleri arasında bulunan- bir metin karalamakla yetindi. Bu edebiyat öğretisi, piyangonun dünyanın düzenine şans payı kattığını ileri sürüyordu: yanlışlıkları kabullenmek, yazgıya karşı çıkmak değil yalnızca onu desteklemek demekti. Ayrıca o aslanlarla söz konusu kutsal emanetçinin Şirket'çe yetkili kılınmış olsalar da (gerektiğinde onlara başvurma hakkı saklı tutulmuştu) yetki-belgesiz çalıştıklarını belirtiyordu.
Bu açıklama halkın tedirginliğini yatıştırdı. Yazarın öngöremediği bazı yeniliklere de yol açtı. Şirket'in işletme anlayışını ve uygulamalarını derinden değiştirdi. (Bildiklerimi anlatacağım sure gittikçe azalıyor; geminin birazdan kalkacağı uyarısını eldik; yine de ben elimden geldiğince konuyu açıklamaya çalışacağım.)

Her ne kadar usa yakın görünmese de o güne kadar hiç kimse oyunlar üstüne genel bir kuram geliştirmeye kalkışmamıştı. Babilli, büyük çıkarlar peşinde koşmaz. Yazgının kararlarına saygı gösterir, yaşamını onlara bırakır, umutlarını ve ürküntüsünü onlara bağlar ama ne onların labirentsi yasaları ne de özlerini açıklayacak parlak özel-alanlar üstüne kafa yorar. Öyleyken, demin sözünü ettiğim gayri-resmi bildiri, tanrısal adaletle matematik karışımı bir sürü tartışmanın esin kaynağı oldu. Bu tartışmaların birinde su görüş savunuldu: eğer piyango bir şans patlamasıysa, kaosun kozmosa bir sureliğine sızmasını sağlıyorsa, Şans'ın sözünün yalnızca çekilişte değil, piyangonun bütün evrelerinde geçmesi daha uygun değil miydi? Şansın, bir insanın ölümünü kararlaştırması oysa ölüm koşullarının sessiz sedasız mi, gürültülü-patırtılı mı, bir saatle mi sınırlı, bir yüzyılla mı! şansa bırakılmaması saçma değil miydi? Haklılığı su götürmez bu kuşkular, önemli bir reform başlattı. Bu reforma (yüzyıllar sürmüş uygulamalarla gittikçe daha çapraşıklaştığı için) artık bir avuç uzman dışında kimsenin aklı ermiyor yine de ben -simgesel bir biçimde de olsa- bir özet çıkarmaya çalışacağım.

Şimdi, bir insanın ölüm cezasına çarptırıldığı bir ilk çekiliş düşünelim. Cezanın infazı için ikinci bir çekiliş düzenleniyor ve o çekilişte (tutalım ki) dokuz cellat adayı belirleniyor. Bu adaylardan dördü, celladı saptayacak üçüncü bir çekilişe pekala önayak olabilirler; öbür ikisi, talihsizliği talihe çevirmek (tutalım, define bulmak gibi) başarısını gösterebilir, bir başkası, ölüm cezasına katkılarda bulunabilir (yani işkence aracılığıyla cezayı daha da yüz kızartıcı ya da daha renkli hale getirerek); geri kalanlar infazı üstlenmeyebilirler...
Simgesel taslak bu. Oysa gerçekte, çekiliş sayısı bitimsizdir. Hiçbir yargı kesin değildir, hepsi iç içedir. Cahiller, bitimsiz çekilişlerin, bitimsiz bir sure gerektirdiğini sanırlar; ama gerçekte, zamanın bitimsiz bölünebilirliği yeterlidir, tıpkı ünlü Kaplumbağa ile Tavsan meselindeki gibi. Bu bitimsizlik, Eflatuncuların taptığı Şans’ın dolambaçlı rakamları ve Piyango'nun Göksel Tür-başlatıcılığıyla kusursuz bir uyum içinde...

Şirketimizin oldukça çarpıtılmış bir yankısı, Tiber kıyılarında da duyulmuş; Aelius Lampridius, Antoninus Heliogabalus'un Yaşamı adlı yapıtında söz konusu imparatorun, konuklarının yazgılarını deniz kabuklarına yazdığını anlatıyor, bir konuğun payına on okka altın düşerken öbürüne on sinek, on fare, on ayı düşüyormuş. Heliogabalus'un Anadolu'da, bir kavim tanrısının çömezleri arasında yetiştiğini söylemeliyiz.

Kişisellikten uzak, amacı belirsiz piyangolar da var: bir çekilişin sonunda, Taprobane'den alınacak bir taşın Fırat’ın sularına atılması buyruluyor; bir başkasında, bir kuşun bir kulenin çatısından salıverilmesi; bir başkasında, bir kumsaldaki sayısız kum taneciğinden birinin eksiltilmesi (ya da ' oraya bir kum tanesinin eklenmesi). Bazı çabaların sonuçları ürkütücü olmuş...
Şirketin kayırıcılığı sayesinde geleneklerimiz tepeden tırnağa şansa bulaştı. Bir düzine Şam şarabi ısmarlayan biri, amforalardan birinden bir muska ya da engerek çıkarsa şaşmaz artık. Yeminli bir katip, yanıltıcı bilgi vermekten binde bir kaçınabilir; ben kendim de bu telaşlı açıklamam sırasında asilsiz bir şatafat, bir hunharlık uydurmayı seçtim: belki gizemli bir tür tekdüzelik de...
Dünyanın en zeki kişileri sayılan tarihçilerimiz, şansı düzeltmenin yöntemini buldular. Bu yöntemin uygulamada -genelde- güvenilir olduğu bilmiyor, tabii araya bazen doğal olarak biraz hile karışsa da. Neresinden baksanız, Şirket'in tarihi kadar kurmacaya bulaşmış bir malzeme yoktur...

Bir tapınakta günışığına çıkartılan gök eski bir belge, dünkü piyangonun cilvesi de olabilir, yüzyıl öncekinin de. Her basımında azıcık değişikliğe uğramayan kitap yoktur. Yazıcılar bazı yerleri atlamaya, düzeltmeye, değiştirmeye gizlice and içerler.
Şirket, tanrıya özgü bir alçakgönüllülükle açığa çıkmaktan kaçınır. Temsilcileri, tabii ki gizlidir. Sürekli dışarı yolladığı bildirgeler, sahtekarların piyasaya bol bol sürdüklerinden farklı değildir. Ayrıca, kim basit bir sahtekar olmakla övünebilir ki? Birdenbire saçma sapan bir ferman vermeye kalkışan ayyaşla düşünden yanında yatan kadının boğazına sarılmak üzere fırlayan adam, ikisi de Şirket'in gizli bir kararını uyguluyor olamazlar mi? Tanrı'ya özgü bir suskunlukla isleyen bu düzen, her tür varsayıma açık. Sözgelimi bu varsayımlardan biri, Şirket'in sonsuza kadar, son tanrının kozmosu yok edeceği son geceye kadar başımızda kalacağını hiç utanmaksızın ileri sürüyor. Bir başka görüşe göre Şirket'in gücü mutlak ama etkisini yalnızca ufacık olaylarda gösteriyor: bir kuşun ötüşünde, pasın ve tozun koyu ve açık tonlarında, tanın tavşan-uykularında. Yüzlerini gizleyen kafirlerin dediklerine göreyse, Şirket hiç var olmamış ve asla var olmayacakmış, Aynı ölçüde ağza alınma bir tez, bu karanlık kuruluşun varlığını kabul ya da red etmenin boşuna olduğunu savunuyor, nasılsa Babil zaten bitimsiz bir şans oyunuymuş.
Başlık: Ynt: Jorge Luis Borges
Gönderen: Diyez - Nisan 24 2009, 01:43:31
Kendine Kıyan

Hiçbir yıldız kalmayacak gecede.
Ne de gecenin kendisi kalacak.
Öleceğim ve benimle birlikte ölecek
çekilmez, katlanılmaz evrenin tümü.
Yok edeceğim piramidleri, madalyaları,
yüzleri ve anakaraları.
Yok edeceğim birikimini geçmişin.
Toza dönüştüreceğim tarihi
ve tozu toza.
Son kez batan güneşe bakıyorum.
Son kuşu duyuyorum.
Kimseye kalıt bırakmıyorum hiçliği.