Alternatifim Cafe

Tarihi Gizemler

Discussion started on Tarih

Cennet

Zaman: Efsanevi
Mekân: Bir olasılıkla Güney Irak

Cennet, yeryüzünde eşi bulunmayan bir yerdir, ancak kesin yerini hiçbir insanın bilmesine izin verilemez. Gelecekte bir zaman... Tanrı Cennet'in yolunu açıklayacaktır. BİR HAHAM MESELİ

Ortasından büyük, hayat veren ırmağın aktığı Cennet'in nerede olduğunu kimse öğrenememiştir. Kitabı Mukaddes'in Tekvin kitabı ;söyle der: "Ve Rab Allah şarka doğru Aden'de bir bahçe dikti" (Tekvin 2:8). Bu tarifin Güney Irak'ta eskiden Sümer ve Akadlar Ülkesi denilen yer olduğu anlamı çıkarılmaktadır. Yüzyıllar boyunca pek çok insan bu efsanevi İrem bahçesini aramışsa da, asla bulunmuş değildir.

İbrani hikâyesinde yer alan günah ve cezalandırılma anlamından yoksun olmalarına rağmen benzer efsaneler Sümerler zamanında da bilinmekteydi. Aziz Paulus'tan sonraki ilahiyatçılar Cennet'i bir yeryüzü cennetinden çok tanrısal bir ödül yeri olarak düşünmüşlerdir. (Korintoslulara II. Mektup 12:3)

Mısır ve Yakındoğu'daki Cennet Bahçeleri

Bir Cennet bahçesi fikrinin Sami ruhunda kök salmış olmasının nedeni, herhalde insanların yaşadıkları ekili alanları çevreleyen çöllere bir antitez oluşturmasındandır. Yakındoğu'nun pek çok yerinde, direnen toprakta yiyecek bir şey yetiştirmek çok güç bir iştir. Bu çok geniş bölge her zaman büyük çelişkiler alanı olmuştur: İyi sulanmış, kupkuru çöllerin ortasında sakinlerinin özenle geliştirdikleri yüksek derecede verimli vahalar vardır.

Fırat ve Dicle gibi Türkiye, Suriye ve Irak'tan geçen nehirlerin zengin vadileri ve Mısır'daki Nil vadisi çevredeki kuru ovalar ve çöllerle tam bir zıtlık oluşturur. Su olmadığı takdirde ne bitki ne de hayvan ve insan yaşayamaz. Ve deniz kıyılarında tatlı su ırmakları ya da kaynaklar olmadığı takdirde toprak işlenemez. Yağmur yağacağı zamanlar önceden kestirilemez, sulamalı tarım ise tümüyle suya bağlıdır. Nil vadisinde Firavun'un yedi yıllık bolluk ve ardından yedi yıllık kuraklık rüyası (Tekvin 41:1-4) Mısır'da Assuan Barajı'nın yapıldığı 20. yüzyıl ortalarına kadar gayet gerçekçi bir durumu yansıtmaktaydı.

Böylece bir Cennet bahçesi fikri, Yakındoğu'da binlerce yıldır çok değerli bir olgudur. İngilizce'deki "Eden" [Cennet] adı ya Akadça "ova" anlamına gelen "edinu"dan ya da "zevk" anlamına gelen İbrânice kökten gelmektedir ve ta ilk çağlardan beri Cennet fikriyle ilişkilendirilmiştir. İngilizce'deki "Paradise" (cennet) sözcüğü önce eski Farsça'daki "apiri-da-eza"dan (park) gelmiştir. Bu kelime İbranice'de "pardes" ve sonra Yunanca'da "paradeisos" olmuştur.

Kitabı Mukaddes'in Yunanca çevirilerinde kelime ilk olarak Cennet için kullanılmış ama sonra Kral Hirodes'in İÖ 1. yüzyılda Eriha'da yarattığı yüzme havuzlu ve fıskiyeli, iyi sulanan, bahçeler arasındaki saray kompleksi gibi büyük bahçeler için kullanılmıştır.

Firavunlar'ın Mısır'ında kralların ve soyluların evlerini, sulanan ve meyve ve sebze yetişen bahçeler çevrelerdi. Sofralarına balık, insanların günün sıcağında kenarında serinledikleri havuzlardan gelirdi. Böyle bir bahçenin Kudüs'ü saran çifte surun arasında bulunduğu Tevrat'ta yazmaktadır (Ve şehrin duvarında gedik açıldı ve bütün cenk adamları, kral bahçesinin yanında olan iki duvar arasındaki kapı yolundan geceleyin kaçtılar,- Krallar 2, 25:4) Bu bahçe, Krallar 2, 21:18'de sözü edilen Kral Uziyah'ın bahçesi olabilir. Eski Yakındoğu'da kral aileleri her tarafta tıpkı Asur ve Babil saraylarında olduğu gibi Cennet bahçeleri yaratmışlardır.

Bazı krallar avlanmak için başka ülkelerden getirtilmiş ve özellikle yetiştirilmiş vahşi hayvanlar için çok büyük parklar da kurmuşlardır. Bunlardan en ünlüsü Ninive'deki sarayının röliyeflerinde de belirtildiği gibi Asurbanipal'in (İÖ 668-627) avladığı aslanlardır. Bir başka röliyefte aynı kral ile karısının saray bahçelerinin büyük ağaçları arasında bir asma bahçede yemek yedikleri görülmektedir. Bir olasılıkla Sinahheriba'nın (İÖ 704-681) inşa ettiği bir bahçe, başka bir Ninive röliyefinde yer almaktadır. Bu Cennet'te kralın doğuda 80 kilometre ileride Zagros Dağları'ndan su kemerleriyle getirttiği suyla parklar ve meyve ve sebze bahçeleri sulanmaktadır.

Babil'in Asma Bahçeleri

Babil'in Asma Bahçeleri eski çağlarda bile çok ünlüydü. Bu "keyif bahçeleri" eski dünyanın yedi harikasından biriydi. Efsaneye göre bunlar Babil Kralı Nabukadnezar (İÖ 604-562) tarafından yurdunun ormanlık dağlarını özleyen Med prensesi karısı Amitis için yaptırılmıştır.

Alman arkeologu Robert Koldewey, 20. yüzyılın başlarında çeşit çeşit bitkiyle örtülü bir tür teraslı ziggurat olarak düşündüğü bu yapının temellerini bulduğunu düşünmüştür. Daha yakın zamanlardaki arkeolojik araştırmalar, kral sarayının kuzeyinde bir bölgedeki çok geniş sulama kanallı terasların kral ve maiyetinin kullanımı için ağaçlar ve çiçeklerle donatılmış olabileceğini belirlemiştir.

İlginç olan, bu sulak alanın Babil'in kuzeybatı köşesindeki saray duvarlarıyla kuzeydeki kent surları arasında bulunmasıdır. O zaman bir kral bahçesi için klasik yerin, tıpkı Kudüs'te olduğu gibi, kentin surları arasında, saraya yakın olmuş olması akla yatkındır.

Cennet Fikri

Eski Yakındoğu'daki kral bahçeleri efsanevi bir düşün uygulanması olduğunu akla getirmektedir. Kitabı Mukaddes'teki Aden Bahçesi, insanların dinlenme yeri olarak hayal ettikleri bir yeryüzü ya da gökyüzü cennetidir. Batı uygarlığında bu "Altın Çağ", "Mutlu Adalar", "Kutsanmışların Adaları", "Elysian Bahçeleri" ve bunlar gibi diğerleriyle ilişkilendirilir.

Kitabı Mukaddes'te Cennet, bir masumiyet mekânıdır ve insanların Tanrı ile bir dostmuş gibi konuşabildikleri bir masumiyet çağına aittir. Ondan sonra bizler büyüdük. Bilgi Ağacı meyvesi durumumuzun gerçeğini görmemizi sağladığında tam birer insan olduk. Yaşamak için çalışmak zorunda olduğumuzu, hastalığın ve kötülüğün, yoksulluk ile ölümün dünyaya hâkim olduğunu öğrendik. Bu meselin doğruluğu çok derinlere işler ve doğrudan insan yüreğini etkiler. İslamiyet'e göreyse Cennet, inananların Allah'ın iradesiyle girebileceği zevk ve mutluluk yeridir.

Günümüzde cennetin yerinin, simgesel bir mitin anlamının herhangi bir somut gerçekten güçlü olduğu ruhlarımızda bulunduğunu kabule hazırız.

Bir Mezopotamya mühür silindiri. Kutsal ağacın iki yanında oturmuş figürler: Sağda boynuzlu başlığıyla bir tanrıça. Her ikisinin ardındaki yılan Cennet Bahçesi hikâyesinin öncüsü.
#1 - Haziran 22 2008, 13:11:08
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tufan ve Nuh'un Gemisi

Zaman: Efsane / İÖ 6. binyıl ortaları
Mekân: Güneybatı Türkiye / Karadeniz?

Ve allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebile yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap... Ve ben, işte ben kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum. TEKVİN 6: 13,17

Kitabı Mukaddes'te dünyanın tümünü boğan büyük Tufan hikâyesi Tekvin kitabının 6-9 bölümlerinde anlatılır. Tanrı, yarattıklarını insanlığın günahları nedeniyle yok etmeye karar verdiğinde namuslu bir insan olduğu için yalnızca Nuh'u kurtarmıştı. Tanrı ona, küçük küçük odaları olan bir eve benzeyen bir gemi yapması için ayrıntılı bir talimat verdi. Yağmurlar başlayınca Nuh ailesini ve yeryüzündeki yaratıkların her birinden birer çifti gemisine aldı.

Yağmurlar toprağın tümü örtülene kadar yağdı ama sonra kesildi ve sel suları çekilmeye başladı. Gemi Ağrı Dağı üzerinde kaldı. Nuh gemiyi terk edip edemeyeceğini anlamak için kuşları salıverdi. Önce bir kuzgun ve sonra da üç kere bir güvercin gönderdi. Sonuncu kuş geri dönmeyince yeryüzünün kurumakta olduğunu ve gemiden inebileceklerini anladı.

Kuru toprağa ayak basınca ilk işi bir kurban adamak oldu. Tanrı bunu kabul etti ve bir daha insanların günahları için dünyayı cezalandırmamaya karar verdi. Nuh ile bir ahit yaptı ve ona "Semereli olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun" emrini verdi (Tekvin 9:1). Yeryüzündeki bütün hayvanlara insanlar bakacaktı ve bu ahdin işareti olarak Tanrı gökyüzüne gökkuşağını yerleştirdi.

Nuh'un Gemisi'nin Aranması

İnsanlar çok eski çağlardan beri Nuh'un gemisinin oturduğu dağ tepesini aramışlardı. Zamanımızda bile geminin kalıntılarını bulmak için seferler düzenlenmiştir ve Yakındoğu'da seçilecek pek çok dağ vardır. Bunlardan biri Irak'ta (eski Mezopotamya'da) Kerkük yakınlarında eskiden Nısır Dağı olarak anılan Pir Ömer Gudrun'dur.

Burası Zagros Dağları'nda, eski Asur ülkesinin doğusundadır. Yine gözde yerlerden biri Van Gölü doğusundaki yüksek dağlardır. Asur İmparatorluğu zamanında (İÖ yaklaşık 9-7. yüzyıllar) burası Urartu krallığıydı (bu adla Kitabı Mukaddes'teki Ararat adının benzerliğine dikkat ediniz). Bu sıradağların en yüksek tepesi olan Masis Dağı da zaman zaman Nuh'un gemisinin arandığı yerlerden biri olmuştur.

Van Gölü'nün güneydoğusundaki dağlar da aranmış ve kimi zaman iyimserlik dalgalarına neden olmuşsa da gemi asla bulunamamıştır. Tekvin Kitabı'ndaki Nuh hikâyesi, tarihi terimlerle ifade edilmiş olmadığı için bunda şaşılacak bir şey yoktur. Hikâye biçim olarak mitolojiktir. Kendisine tapanlarla doğrudan doğruya konuşan bir Tanrı imajını korumaktadır. Tanrı "tek ve mutlak" olarak tanımlanmıştır ama her nasılsa insan karakterlidir ve o dönemin diğer Yakındoğu halklarının Tanrılarından pek farklı değildir.

(Solda) Nuh'un Gemisi, Ağrı Dağı üzerinde: Bir güvercin gagasında yapraklı bir dal parçasıyla dönerek suların çekilmekte olduğu haberini getiriyor. (Sağda) Eski Babil'den ünlü Gılgamış Destanı'nın Nuh'un Mezopotamya'daki karşıtı olan Utnapiştim'in tufan hikâyesinin anlatıldığı ikinci tableti (İÖ yaklaşık 2000-1800 yılları).

Tufanın İzlerinin Araştırılması

Büyük bir Tufan ve sonra dünyaya yeni bir hayat getirmek üzere oradan sağ çıkan kahramanın hikâyesi Güney Amerika'dan Avustralasya'ya ve Akdeniz' den Mezopotamya'ya kadar eski mitolojilerin çoğunda görülür. Yunan Tufan kahramanının adı Deucalion'du. Nuh gibi o da karısıyla bir gemi yapmış, içini hayvanlarla doldurmuş ve yok olmaktan kurtulmak için denizlere açılmıştı. Eski Mezopotamya'da Tufan kahramanı çeşitli dönemlerde Ziusudra, Atrahasis ve Utnapiştim adlarını almıştır.

Tevrat'taki Nuh hikâyesine en çok benzeyen bu Mezopotamya efsanesidir. Brİtish Museum'dan George Smith 1873'te Gılgamış Destanı'nı yayınlamıştır. Uruklar'ın bu efsane kralı yakın dostu Enkidu'yla bir çok serüven yaşar. Enkidu ölünce çok üzülen Gılgamış, karısıyla beraber Tufan'dan sağ çıkan ve Tanrılar'ın ölümsüzlük bağışladığı atası Utnapiştim'den ebedi hayatın sırrını öğrenmek üzere yola çıkar. Utnapiştim'in hikâyesi ayrıntılı olarak anlatılır ve Tanrılar'ının çokluğu dışında Tevrat'ın Nuh ve Gemisi hikâyesinin benzeridir.

1920'li yıllarda İngiliz arkeolog Leonard Woolley, Tevrat'ın patriyarkı İbrahim'in doğum yeri olan güney Mezopotamya'daki Ur kentinde kazı yapmıştır. Woolley, Ur'da Tufan'ın kanıtlarını bulduğu telgrafıyla Londra'da büyük bir heyecana neden olmuştu. Ama yazık ki, aradığını bulamamıştı ve Güney Mezopotamya ovasındaki diğer yerlerde kazılar yapan sonraki arkeologlar da herhangi bir şey bulamadılar.

Arkeologlar buralarda çanak çömlek, mezarlar ve binalarla yerleşim izlerinin altında ve üstünde, suyla getirilmiş kalın alüvyon katmanları bulmuşlardı. Ancak bu alüvyon katmanları yerleşim bölgelerinin belirli alanlarındaydı ve hiçbir zaman tümünü örtmemişti. Bunlar, Tufan'ın olmasa da, Sümer ve Akad ülkesinin büyük nehirleri olan Fırat ile Dicle'nin yerel taşmalarının kesin kanıtlarıdır.

Mezopotamya'nın bütün kentleri zorunlu olarak bu nehirlerin ya da onların kollarının birinin boyunca kurulmuşlar ve nehirler yerleşim birimlerine hayat verirken taşkın tehlikesi de getirmişlerdi. Eğer nehrin yukarısında, Suriye ya da Türkiye'de aşırı yağışlar olmuşsa ya da karlar dağlarda çok çabuk erimişse, o zaman bu büyük nehirler taşar ve çevrelerindeki küçük yerlere büyük zararlar verirdi. Bu gibi durumlarda bir taşma izi, beklenen bir şeydir. Günümüzde güneyde pek çok eski yerleşim birimi artık çöllerde kalmıştır. Bunun nedeni zamanla nehirlerin yataklarını değiştirmiş olmasıdır.

Arkeologlar ve tarihçiler uzun yıllar boyunca Tufan'ın, özellikle de çok şiddetli olan böyle bir taşkının halkın belleğinde kalmış anısı olduğunu kabul etmişlerdi. Bu anı Hz. İbrahim klanıyla Ur'dan Kenan İli'ne taşınmış ve yeni anayurtlarında taze ve tektanrılı bir biçim verilmiş olabilir. Tekvin'deki yazılı hikâyenin sözlü geleneği, yüzyıllar boyunca usta hikayecilerin dillerinde dolaşmış olabilir. Tevrat metnindeki tutarsızlıklar da bu kaynakların her ayrıntıda fikirbirliği içinde olmadıklarını göstermektedir.

Venedik'te San Marco kilisesinin mozaikleri: Nuh ile ailesi gemide. Nuh hayvanları çifter çifter gemiden indiriyor.

Karadeniz mi Taştı?

William Ryan ve Walter Pitman adlı iki Amerikalı bilimadamı yeni ve gayet ilginç bir kuram ortaya atmışlardır. Bunların ikisi de özellikle Karadeniz'le ilgilenen jeofizikçilerdir. Onlara göre Büyük Tufan, Karadeniz'de İÖ 6. binyılda gerçekten olmuş çok büyük bir âfettir. Karadeniz o zamanlar şimdi jeologların Yeni Euxine Gölü adını verdikleri bir tatlı su gölüydü.

O sıralarda yüzeyi deniz düzeyinin 150 metre altındaydı. Buzul çağı sonunda buzdağlarının erimesi dünyanın tümünde denizlerin yükselmesine neden oldu. Akdeniz (ki, o da Cebelitarık Boğazı yoluyla Atlas Okyanusu'ndan beslenmekteydi) tuzlu suyunu Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne boşalttı. Denizin doğusunda bir kara parçası Marmara'nın Yeni Euxine'yle birleşmesini önlüyordu. Ancak deniz yükseldikçe su bu bölgeyi ilk başlarda yavaş ve sonra belki daha büyük bir hızla aşmaya başladı.

Sonra herhalde Türkiye'de çok olan depremlerden biri sırasında toprak ayrıldı ve milyonlarca ton tuzlu su günümüz Boğaziçi'ne dolup oradan da çok aşağılardaki göle dolmaya başladı. Ryan ve Pitman iki yıl boyunca bu dar kanaldan günde 10 mil küp suyun batıdan doğuya boşaldığını ve böylece kendisine bir yatak kazarak önündeki her şeyi silip süpürdüğünü tahmin etmektedirler. Bu durumda bile Karadeniz'in tümü günde 15 santim yükselecek, gölün kıyısındaki düz arazi günde 1,5 km kadar toprak altında kalacaktır.

Gölün çevresinde tıpkı Yakındoğu'nun diğer yerlerinde olduğu gibi çiftçilikle geçinen insanlar yaşamaktaydı. Bunların çoğu yükselen sulardan hayvanlarını alıp kayıklarla, eşeklerle hatta gerekirse yaya olarak kaçmış olacaklardır. Dört bir yana kaçan bu gruplar Tufan'ın korkunç anılarını da taşıyacaklardı. Bu anılar zamanla kuşaklar boyu saz şairleri ve sıradan insanlar tarafından şarkılar ve hikâyeler olarak anlatıldıkça folklora ve efsanelere dönüşeceklerdi.

Kuram buydu ve bu kuram da şimdi Karadeniz'in tabanı uzaktan kumandalı kameralı denizaltı araçlarıyla araştırılarak sınanmaktadır. Kameraların gönderdiği görüntüler grubun gemisinde izlenmektedir. ilk bulgular heyecan vericidir: 91 metre derinlikte binaya benzer kalıntılara rastlanılmıştır ve bu araştırmalar sıklaştırılacaktır.

İki Amerikalı bilimadamına göre Tufan efsanesinin kökeni budur. Nuh'un hikâyesi bunun bir anısı, Mezopotamya destanları ikinci ve hatta Yunanistan'daki Deucalion efsanesi bir üçüncüsü olabilir. Bu fikrin kanıtlanması güçse de, kolaylıkla gözardı edilemeyeceği de kesindir.

(Solda) Sir Leonard Woolley'nin 1920'lerde güney Mezopotamya'da Ur'da kazdırdığı Büyük Tufan Çukuru. Woolley, Tufan'ın kanıtlarını bulduğunu sanmışsa da, iki iskân katmanının arasındaki alüvyon katmanı, Ur kentinin bile tümünü etkilemeyen bir taşkına işaret etmekteydi. (Sağda) Karadeniz'in şimdi batmış olan eski kıyı çizgisini araştıran bir gemide, Robert Ballard başkanlığındaki ekip uzaktan kumandalı kameralarla deniz dibini tarıyor.

Tekvin'den Tufan Seçmeleri

"Ve onu şöyle yapacaksın: Geminin uzunluğu üç yüz arşın, genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarı doğru bir arşına tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın. (...)

Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin, erkek ve dişi olacaklar.

Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak, sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine al ve yanını topla ve sana ve onlara da yiyecek olacaktır. Ve Nuh, Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı."
Tekvin, 6: 15-22.
#2 - Haziran 22 2008, 13:12:11
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Musa ve Çıkış

Zaman: İÖ 13. yüzyıl?
Mekân: Mısır/Sina Yarımadası

İsrail'in Allahı Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki, çölde bana bayram etsinler. ÇIKIŞ 5: l

Tevrat'ın Çıkış Kitabı İsrailliler'in Mısır'da baskı altında bulunmalarının ve Musa tarafından kölelikten kurtarılmalarının hikayesiyle başlar. Musa İsrailli bir çiftin oğlu olmasına rağmen Mısırlı bir prenses tarafından yetiştirilmişti.

Yetişkinliğinde bîr İsrailli köleyi döverken yakaladığı Mısırlı bir kâhyayı öldürmüştür. Yaptığı iş açığa çıkınca Musa çöle kaçmak zorunda kaldı. Burada Yanan Çalı önünde Tanrı'dan bir vahiy aldı. Bunun sonucunda Mısır'a döndü ve kardeşi Harun ile İsrailliler'in salıverilmelerini talep etti. Firavun bu isteği reddederek ülkesinin başına on felaket getirdi.

Ailenin ilk doğan çocuğunun ölmesi olan onuncu felaket bütün Mısırlı aileleri de etkilediği için Firavun İsraillilerden Mısır'ı terk etmelerini istedi. Tanrı Mısır'ın doğusundaki çölde İsrailliler'in geçebilmeleri için Kızıldeniz'in açılmasını sağladı ama sonra sular yine kapandı ve Firavun fikir değiştirdiği için onları kovalayan Mısırlılar boğuldular.

Bilim adamlarının hepsi Musa'nın varolduğuna ya da Mısır'dan çıkışın yazıldığı gibi olduğuna inanmaz. Çoğu, on felaketin ve Kızıldeniz'i geçme mucizelerinin sunulduğu biçimiyle efsanevi olduğuna inanırlarsa da, özellikle Çıkış, Sayılar ve Tesniye kitaplarında yeralan metinlerde tarihi bilgiler vardır.

İki düşünce akımına genelde "minimalist" ve "maksimalist" adları verilir ve Çıkış hikâyesi üzerindeki tartışma İsrail tarihi için Tevrat'ın bir kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin daha büyük tartışmanın bir parçasıdır.



Sina Dağı ve çevresindeki dorukların havadan görünüşü.

Minimalistler, on felaket ve Kızıldeniz'in yarılması mucizeleri konusunda Mısır'da, Sina'da ya da başka bir yerde kesin kanıtlar olmaması üzerinde dururlar. Onlar Tevrat'taki hikâyelerin sözde anlattıkları olaydan çok sonra, İÖ 6. ve 2. yüzyıllar arasında ortaya çıktığına inanırlar. Ayrıca o zaman tarih yazmak diye bir şey olmadığından Tevrat'taki hikâyeler yalnızca efsane ve folklor olarak güvenilmez ve yanlıştır. Arkeolojik ve tarihi araştırmalar bu nedenle Tevrat'a ışık tutamaz.

Diğer yandan çoğunluk görüşünü oluşturan "maksimalistler", Tevrat'ın, anlattığı olaylardan çok sonra yazılmış olduğunu kabul etmelerine rağmen, metinler konusunda farklı görüşe sahiptirler. Nabukadnezzar ve Babilliler İÖ 587/6'da Birinci Tapınak'ı yıkıp halk liderlerini Kudüs ve Yehuda'dan Babil'e sürgüne götürmüşlerdi. İşte Tevrat'ın kitaplarından çoğu sürgünlerin çeşitli yazılı ve sözlü kaynaklarından toplanarak orada son şeklini almıştır. Bu nedenle Tevrat hikâyelerinde önemli miktarda tarihi bilgi vardır.

Bu bilimadamları Sina Dağı'nda Yasa'yı (Torah) alan Musa'nın başında bulunduğu gruba ilişkin bir metin oluşuna işaret ederler. Musa önderliğinde Çıkış'a ek olarak Tevrat metinlerinde Sina'da pek çok yolculuk hakkında izler bulunduğundan eski İsrailliler'in uzun bir dönem içinde gidip gelmiş oldukları en azından mümkündür. Çıkış yolu ve bugün Sina'da adları bilinmeyen mekânların yerleri konusunda emin olmak imkansızsa da bu bilimadamları arkeolojik ve tarihi araştırmaların kutsal kitap hikâyeleri üzerine ışık tutabileceğine inanırlar.



İsrailliler Kızıldeniz'i geçerlerken kendilerini kovalayan Mısırlılar sularda boğuluyor. Suriye'de Dura-Europos'taki sinagogdan bir fresk, 3. yüzyıl ortaları.

MISIR'DAKİLER İSRAİLLİLER MİYDİ?

Minimalistler ne Musa ya da Çıkış için ne de Kenan'da İsrailli varlığı için somut bir kanıt olmadığını ve Tevrat'ın bu bölümünün daha sonraki bir dönemde uydurulduğunu savunurlar. Ancak maksimalistler Mısır, Sina'da ya da başka bir yerde Musa ve Çıkış'la ilişkili belirli bir şey olmamasına rağmen, Mısır'da Sami ırkından insanların bulunduğuna ve ÎÖ 13-12 yüzyıllarda Yehuda'nın merkezi yaylalarına yeni bir halkın geldiğini gösteren ikinci derecede kanıtlar bulunmasına işaret ederler.

Bunlar Mısır tarihinin bilinen gerçeklerini kullanarak İÖ 19. yüzyıldan ve belki de daha öncesinden Sami göçebe gruplarının Mısır'a ticaret yapmaya, gıda maddesi almaya ve bazıları da mümkün olursa özellikle Nil deltasının doğu kısmına yerleşmeye geldiklerini gösterirler.

Bu göçebeler arasında İsrailliler'in ataları, Yakub'un liderliğindeki patriyarkal klanlar da vardı. Bunlar Mısır'a Yusuf'a katılmaya gelmişler ve kendilerine şimdi Doğu Delta Bölgesi'yle ilişkilendirilen Goshen ülkesine firavun emriyle yerleşip firavunun hayvanlarını gütme görevi verilmişti.

Mısırlılar'ın bir zayıflık döneminde özgün yerleşimcilerin soyundan gelenler Delta Bölgesi'nde kendi hâkimiyetlerini elde edip başkentlerini Avaris'te kurdular. Bunlar tarihte Hiksoslar adıyla anılırlar ki, bu kelimenin anlamı "yabancı dağlık ülkenin reisleri" demektir ve bu da güney Kenan'ın iyi bir tanımıdır.

İÖ 16. yüzyıl ortalarında yeniden başa gelen yerli bir hanedan bunların liderlerini Mısır'dan kovmuştur. Sami köylülerin çoğu ülkede kalmışlar ve deltanın tarımcı nüfusunun bir parçası olmuşlardır. Tevrat'ta "Yusuf'u bilmeyen yeni bir kral" (Çıkış 1:8) tarafından "esir edilen"ler bu insanlardır.

Burada herhalde İÖ 1307'de iktidara gelen ve üsleri yaptıklarına bakılırsa Doğu Delta Bölgesi'yle ailevi bağları olan 19. hanedan firavunlarına yapılan bir atıftır. Bunların başkenti Avaris'ten pek uzak olmayan Pi-Ramessu idi (Tevrat'ta Raamses, günümüzde Qantir).

Bu firavunlar aralarında Pi-Atum (Tevrat'ta Pithom, günümüzde Teli el-Rataba) da olan başka kentler de kurdular ve Sina ile diğer yerlerden bedevilerin girişini önlemek için bir sınır kaleleri zinciri ve ikmal depoları inşa ettiler.

Firavunlar bu işlerde bölge halkını Ortaçağ Avrupası'ndakine benzeyen bir angarya çalışma sisteminde kullandılar. Mısır köylüleri arasında diğer göçmenlerin yanısıra Hiksoslar'ın soyundan gelenler de vardı ve hiç kuşkusuz bu insanların hepsi bu zorunlu çalışmadan kaçmak istiyorlardı. Böylece İsrailliler'in karışık bir halk grubuyla birlikte Mısır'ı terk ettikleri söylenir (Ve İsrailoğulları, çocuklardan başka altı yüz bin kadar yaya erkekler olarak Ramses'ten Sukkot'a göç ettiler. Ve koyunlar, sığırlar, pek çok hayvanlarla karışık çok halk da onlarla beraber çıktı. (...) Ve İsrailoğullarının Mısır'da oturdukları müddet dört yüz otuz yıl idi. Ve vaki oldu ki, dört yüz otuz yılın sonunda Rabbin bütün orduları Mısır diyarından aynı günde çıktılar. Onları Mısır diyarından çıkardığı için Rabbe çok ehemmiyetle tutulacak bir gecedir. Çıkış 12:38-41).

Bu nedenle pek çok uzman Çıkış'ın en iyi İÖ 13. yüzyılda II. Ramses'in uzun hükümdarlığı dönemine (İÖ yaklaşık 1290-1224) uyduğuna inanırlar.

 

(Solda) Musa, On Emir'in yazılı olduğu tabletleri taşıyor, İsrailliler aşağıda; Alba Kitabı Mukaddes'i, 1422. (Sağda) İsrail Merneptah Dikilitaşı'nda, firavunun Kenan'daki zaferleri ve İsrail halkının yok edilişi anlatılıyor.

HİCRET YOLU

Musa'nın İsrailliler'i Mısır'dan hangi yoldan çıkardığı gerçekten tam bir muammadır. İbrânice "Yam Suf'un İngilizce'ye neden "Saz" (Reed) Denizi yerine Kızıl (Red) Deniz olarak çevrildiği bile bilinmemektedir. Ve bu denizin nerede olduğu da bilinmemektedir. İsrail yerleşim alanlarının yerleri konusunda bir fikirbirliği de yoktur, ancak bu şaşırtıcı değildir: Sina'nın bedevi kabileleri İbrani yer adlarını devam ettirmeyeceklerdi.

Hicret'in ve çöllerde dolaşılan yolların ve Sina Dağı'nın yerinin de izini sürmek mümkün değildir. İsrailliler'in Kenan'a doğru yollarına devam etmeden yaklaşık kırk yıl konakladıkları Kadeş-Barnea, Kuzeydoğu Sina'daki Ayn Kudeyrat vahası olabilir ama bölgede o dönemden kalan herhangi bir bulguya rastlanılmamıştır.

VAAT EDİLEN ÜLKE

Musa ölüp de Moab'da Nebo Dağı'na gömülünce (Tesniye 34:1,5) halkını Şeria'dan geçirip Kenan dağlık ülkesine götüren Yeşu oldu. Yeşu ve Hâkimler kitaplarında anlatılan fetihlerin pek bir kanıtı yoksa da bu tepelerde ilk kez küçük çiftçi köyleri kurulduğunun delilleri vardır.

Bunlar İÖ 13 ile 11. yüzyıllar arasından kalmadır. Aynı dönemde Doğu Akdeniz kıyılarından topraklar Ege dünyasından gelen göçmenlerin saldırısına uğramaktaydı. Mısır metinlerinde bu gruplardan "Deniz İnsanları" olarak söz edilir. Bunların arasında şimdi Gazze Şeridi olarak bilinen.yere yerleşen Filistinliler vardı. Kıyı ovalarındaki karışıklıktan kaçanlar dağlık iç bölgede kendilerine yeni köyler kurdular ve burada doğudan gelen İsrailliler ile karşılaştılar.

Bu iki grubun birlikle kurdukları tarım köylerinde pek çok teknolojik yeniliğe rastlanılmıştır. O çağın kıyı yerleşim birimlerinin aksine bu köylerin çoğundaki hayvan kalıntıları arasında domuz kemiklerine rastlanılmamış olması ilginç bir gerçektir. (Daha sonraki Yahudilik'te domuz eti, dini yasalarla yasaklanmıştı.) Bu olgu dağlık köylerde yalnızca İsrailliler'in varlıklarını işaret etmekle kalmayıp, bu toplulukları onların inançlarının yönettiğini de gösteriyor olabilir.

İsrailliler'in İÖ 12. yüzyıl sonları ve 11. yüzyılda Kenan ülkesinde bulunduklarının kesin bir kanıtı daha vardır. Mısır firavunu Merneptah, hükümdarlığının beşinci yılında (İÖ yaklaşık 1219) Mısır hâkimiyetini tekrar kurmak umuduyla bölgede bir sefere çıkmıştır.

Firavun Merneptah, daha sonra Karnak'ta fetihlerini anlatmak için diktiği bir anıtta Kenan ülkesinde diğerlerinin yanı sıra İsrail halkını da tümüyle ortadan kaldırdığını belirtmiştir. İsrailliler'in varlığının Tevrat dışında yer aldığı ilk belgenin, onun tümden imha edildiğini iddia etmesi çok ilginçtir.

Böylece, Musa ve Çıkış konusunda doğrudan doğruya bir kanıt yoksa da, fazlasıyla var olan çevresel kanıtlar gözardı edilemez. Bu sonuçta kişisel bir inanç ya da iman konusu olarak kalacaksa da, Tevrat'ta nakledilen olayların temelde gerçek olduğuna inananlar için, bu metinler hep bir esrar gölgesi altında olacaktır.
#3 - Haziran 22 2008, 13:13:00
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kayıp Sodom ve Gomorra

Zaman: İÖ 3150-1550
Mekân: Ürdün

Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını altüst etti. TEKVİN 19:24-25

Sodom ve Gomorra kentlerinin yıkılması Kitabı Mukaddes'in Eski Ahit kitabında anlatılan en ilginç hikâyelerden biridir ve aynı hikâye Kur'an'da da yinelenmiştir. Başlıca karakterler en büyük patriyark olan İbrahim ile yeğeni Lût'tur.

Kentler bugün de hâlâ geçerli olan toprak hakları, eşcinsellik, ardıllık ve aile içi zina gibi ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altındaydılar. Olay Kitabı Mukaddes ahlak kuralları için bir benzetme olarak görülmüşse de, bu kentlerin ve hikâyede anlatılan olayların varlıkları konusunda herhangi bir kanıt var mıdır?

KİTABI MUKADDES'İN HİKÂYESİ

Hikâyede İbrahim ile Lût, Kenan topraklarında çobanlar olarak sürülerini otlatırlar. Hayvanlar çoğalınca ülke ikisine de yetmez. Bunun üzerine İbrahim ayrılmalarına karar verir ve gideceği yeri ilk seçme hakkını Lût'a verir. Lût, Şeria Vadisinin bol sulu ovasını seçer ve "havzanın beş zengin kentinden" biri olan Sodom yakınlarına yerleşir. Diğer kentler Adma, Tseboim ve Tsoar'dır.

Ancak Sodom erkekleri günahkâr eşcinsellerdir ve Tanrı eğer pişmanlık getirmedikleri takdirde hepsini yok edeceği uyarısında bulunmuştur. İbrahim, Tanrı ile suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmenin ahlaklılığını tartışır; sonunda Sodom'daki tek dürüst insanın Lût olduğu anlaşılır.

Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular Lût'un tanrısal ziyaretçilerini duyunca evine gidip görmek isterler. Kötü Sodomlular'ın melekleri taciz edeceklerinden korkan Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar. Melekler kapı önündeki Sodomlular'ı kör edip Lût'a ailesini alıp kaçmasını söylerler.

Tanrı Sodom ve Gomorra kentlerine kükürt ve ateş yağdırırken Lût karısı ve iki kızıyla Tsoar kentine kaçmaya başlar. Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir tuz "direğine" dönüşür. Lût, Tsoar'da kalmaya korkarak kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızlar uzun bir tecrit döneminden sonra kendilerine bir çocuk verip soylarının devamını sağlayacak bir erkek bulamayacaklarından korkarlar. Bu nedenle babalarını sarhoş edip ne yaptığını fark edemeyeceği bir sırada iğfal etmeye karar verirler. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar: Moablılar ve Ammonoğulları kabilelerinin ataları olan Moab ve Ben-ammi.

Bu hikâyenin herhangi bir noktasının doğruluğu hakkında elimizde hangi kanıtlar vardır? Lût Gölü bölgesinde Sodom ve Gomorra hikâyesini doğrulayacak bazı doğal ve jeolojik olgulara rastlanılmıştır. Ayrıca, son zamanlardaki arkeolojik keşifler de kutsal kitabın hikâyelerine belirli bir inanılırlık kazandırmaktadır.



Sodom ve Gomorra'nın yıkılması: 16. yüzyıl başlarında bir Alman Kitabı Mukaddes gobleninden ayrıntı.

OLGULARIN DOĞAL OLARAK MEYDANA GELMESİ

İki büyük kara kütlesinin birbirlerinden ayrılması sonucunda Lût Gölü'nde sık sık depremler olur. Tarihi kayıtlardan başka yerlerde kentlerin geçmişte depremlerle yok olduklarını biliriz ve eğer bunlar fay hattı üzerindeyseler depremler de daha şiddetli olur. Aynı jeolojik süreç yeryüzünün en alçak su kütlesini de yaratmıştır.

Deniz yüzeyinin yaklaşık 400 metre altında derin bir vadide yer alan Lût Gölü tuz oranı çok yüksek bir sudur, tuz yoğunluğu dibe doğru giderek artar ve kıyılarında sık sık tuz oluşumlarına rastlanır. Bu tuz sütunları kimi zaman bir tesadüf sonucu insan biçiminde olabilir ve Lût Gölü'ne düşen her şey kısa zamanda tuzla kaplanır ve gölde bakteriler dışında bitki ve hayvan varlığının yaşamasına engel olur. Bu nedenle Lût'un karısının tuz sütununa dönüşmesi hikâyesinin böyle bir olağandışı ama doğal süreçten kaynaklandığını düşünmek güç değildir.

Lût Gölü'nün diğer bir garip özelliği de zift bakımından zengin olmasıdır ve bu da zaman zaman iri topaklar ya da petrol birikintileri olarak yüzeye çıkar. Sodom ve Gomorra krallarının Suriye krallarıyla bir savaş sırasında kaçarlarken "zift kuyularına" düşmeleri olayı da akla bu durumu getirir (Ve Siddim Vadisi zift kuyuları ile dolu idi ve Sodom ve Gomorra kralları kaçtılar ve orada düştüler ve geri kalanlar dağa kaçtılar; Tekvin 14:10).

Dahası, Lût Gölü kıyılarının yumuşak kireçli topraklarında yumruk büyüklüğünde kükürt toplarına rastlanır. Eski Ahit'in Sodom ve Gomorra hikâyesini yazanlar, "kükürt taşı" adını verdikleri bu alev alan topları mutlaka biliyor olmalıydılar. O nedenle göklerden yağan ateş yağmurunun kentleri yakıp yıktığı hikâyesi bu garip nesnelerden kaynaklanmış olabilir.

 

(Solda) Lût Gölü çevresindeki yumuşak kireç tabakasının doğal erozyonu Lût'un karısının sonunu hatırlatan sütunla oluşturur. (Sağda) Lût Gölü'nün Erken Tunç Çağı yerleşimlerini (bir olasılıkla "ova şehirleri"ni) gösteren harita.

SODOM VE GOMORRA'YI ARARKEN

Kitabı Mukaddes bilginleri ve arkeologlar yüz yıldan uzun bir süredir Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu yerleri saptamaya çalışmaktadırlar. İlk önceleri bunların Lût Gölü'nün kuzeyinde mi yoksa güneyinde mı olduğu tartışılmıştı.

De Saulcy, 1851'de Lût Gölü'nün kuzeybatısında yaptığı bir araştırmada Eriha ve Kumran'ın kayıp kentler olduğunu ileri sürdü. 1920'lerde Peder Alexis Mallon'un kuzeydoğu kıyısındaki Teleylat Ghassul'da yaptığı kazılar büyük bir Kalkolitik Dönem (İÖ yaklaşık 3600) yerleşim birimini ortaya çıkardı ki, bu daha inanılır bir alternatif olarak görüldü. Bu önerinin aksayan yanı, çoğu bilimadamlarının Sodom ve Gomorra hikâyesinin yeraldığına inandıkları Tunç Çağı'nda (İÖ 3150-1550) bu alanda bir yerleşim izine rastlanılmamış olmasıydı.

1896'da bugünkü Şeria'da Medeba'da 6 ile 7. yüzyıldan kalma bir mozaik harita bulundu. Bu haritada Lût'un kaçtığı ilk kent olan Tsoar, Lût Gölü'nün güneydoğu uçundaydı. Klasik tarihçiler Diodorus, Strabon, Joscphus ve Tacitus ve daha sonra ortaçağ Arap coğrafyacıları Yakut, Mesudi, Mukaddesi ve İbn Abbas bu bölgeyi tarif etmişlerdi.

William F. Albright, Rahip Melvin G. Kyle, Peder Alexis Mallon ve diğerleri 1924'te bölgeyi araştırarak Tsoar'ın yerini doğrulamaya çalıştılar. Tsoar'ın Moab ülkesi olarak saptanması kendilerini, Kitabı Mukaddes'te Arnon olarak belirlenen Mucip Nehri'nin güneyini araştırmaya yöneltti. Lisan yarımadasını ve yakınlardaki vadileri araştırdıktan sonra çağdaş Safi kasabasının eski Tsoar olduğunda karar kıldılar. Sir John Maundevil de 1322 ile 1356 arasında Safi'yi ziyaret ettiğinde bu kuramı çok daha önce ileri sürmüştü.

Sodom ve Gomorra'nın araştırılmasına 1930'larda Lût Gölü'nün güneyindeki sığ havzayı araştıran Le P.F.M. Abel, F. Frank ve Nelson Glueck katıldılar. Bu tuz kaplı alan Eski Ahit'in "tuz denizinin yanındaki Siddim vadisi" tanımına uymaktadır (Bunların hepsi Siddim vadisinde [bir tuz denizidir] birleştiler,-Tekvin 14:3).

Konstantinos Politis tarafından yapılan son araştırmada Safi'nin gerçekten Tsoar olduğu anlaşıldı ve tam da Medeba haritasının gösterdiği yerde çıkmıştı.

"Havza şehirleri"nin (Ve Lût, Havza şehirlerinde oturdu ve Sodom'a doğru çadır kurardı; Tekvin 13: 12} Lût Gölü'nün suları altında kaybolmuş olduğu önerisi ilk kez 4. yüzyıl hacılarından Egeria tarafından ileri sürülmüştür.

Çok daha sonra 19. yüzyıl sonlarında William Lynch'in, Albright'ın ve Kyle'ın denizin kuzey ucunda olduğunu bildirdikleri birkaç küçük ada, günümüzde su altında kalmıştır. Lût Gölü günümüzde, ABD'nin uzay kuruluşu olan NASA tarafından, uydu fotoğrafları ve suyun altında da deniz tabanı incelemeleriyle araştırılmaktadır. Araştırmalar sonucunda ulaşılan genel yargıya göre, Sodom ve Gomorra'nın, kıyıdan çok, Lût Gölü'nün altında bulunabileceği kuramı kesinlikle inanılır gibi görünmektedir.

 

(Solda) Şeria'da Medeba'da bulunan 6-7. yüzyıl mozaik haritasında Lût'un Tsoar kenti dışında sığındığı yer gösteriliyor. (Ortada) Bab ed-Drah kazısında Erken Tunç Çağı'na (İÖ yaklaşık 3000) ait yanmış bir yerleşim alanı. (Sağda) Tuzdan oluşmuş Sodom Dağı'nın (Cebel Usdam) içi. Su, tuzu eriterek bu yüksek mağaraları oluşturuyor.

SON ARKEOLOJİK KANITLAR

Paul Lapp, Walter Rast, Thomas Shaub ve Burton MacDonald tarafından yakın zamanlarda eski kıyı boylarında ve Lût Gölü'nün güney havzasının jeolojik fay hatlarında araştırmalar ve kazılar yapılmıştır.

Araştırmacılar 1970'li ve 80'li yıllarda oralarda bir zamanlar büyük yerleşim alanları olduğunu keşfetmişlerdir. Bab ed-Drah gibi bazıları Erken Tunç Çağı'nda (İÖ yaklaşık 3000 yılları} yanarak yok olmuşlardır. Bunlar efsanevi "havza şehirleri" olabilirler mi? 1976'da bu kentlerin Suriye'deki Ebla'da bulunan Erken Tunç Çağı tabletlerinde yer aldıkları saptanmıştır. Bu keşif, kentlerin tarihi varlıklarını doğrulamakta mıdır?

Konstantinos Politis 1990'larda Safi yakınlarında Deyr'Ayn'Abata'yı kazmış ve ilk Bizans Hıristiyanları'nın Lût'un, Sodom ve Gomorra'nın yıkılmasından sonra Kitabı Mukaddes'te anlatılanlara göre, sığındığı mağara olduğuna inanılan mağaranın üzerinde inşa edilmiş bir kilise kalıntısı bulmuştur.

Erken ve Orta Tunç çağlan kalıntılarının bulunması da mağaranın Tekvin hikâyesinin geçtiği söylenen dönemde iskân edildiğini göstermektedir. Bu arada yakın çevrelerdeki kazılarda da benzer Orta Tunç Çağı eserlerine rastlanılmıştır.

Eski Ahit aslında bir ahlaki rehberlik kitabı olarak görülüyorsa da, çağdaş arkeolojik ve jeolojik keşiflerin Sodom ve Gomorra hikâyesinin yer almış olabileceği fiziki ve tarihi mekânları doğruluyor olması gayet ilginçtir.
#4 - Haziran 22 2008, 13:13:50
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Atlantis

Zaman: Bilinmiyor (İÖ yaklaşık 9600?/1520? / efsane)
Yer: Akdeniz? / Atlas Okyanusu?

Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim. PLATON, KRİTİAS, İÖ 4. YÜZYIL.

İnsanlığın Çok Eski çağlarının derinliklerindeki ve eski dünyanın tümüne hâkim olan büyük ve güçlü bir milletin akıl almayan bir felaket sonucunda neredeyse bir gece içinde sona ermiş olması insanları iki bin yıldır meşgul etmektedir. Burada büyük Atlantis ada milletinden söz ettiğimiz kuşkusuzdur.

ATLANTİS: EFSANENİN İÇERİĞİ

Atlantis'in doruk noktasına 11 bin yıl önce eriştiği söylenirse de, literatürde ortaya çıkışı ancak 2350 yıl önce, İÖ 359 ve 347 yılları arasıdır. Ülkenin adı Yunan filozofu Platon'un Sokrates ile öğrencileri arasındaki hayali konuşmalarının iki diyalogunda (Timaio ve Kritias) ortaya çıkar. Timaio diyalogunun başında Sokrates bir gün önceki "mükemmel" toplum konuşmasına değinir.

Platon burada uzun yıllar önce yazdığı en ünlü diyalogu olan Devlet'e atıfta bulunmaktadır. Platon, Sokrates'e Devlet'te sunulan mükemmel hükümetin unsurlarını saydırır: Zanaatkarlar ve çiftçiler askeriyeden ayrılacaktır, askerler merhametli olacak, atletizm ve müzik eğitimi alacak, komün halinde yaşayacak ve altına, gümüşe ya da herhangi bir özel mülke sahip olmayacaklardır.

Sokrates varsayımsal tartışmalardan bıkıp öğrencilerine uygulamalı felsefe denilebilecek bir ödev verir. Devlet'te vazedilen kavramlara göre yaşayan bir toplumu haklı bir savaşa sokarak mükemmelleştirmelerini söyler.

Hocasının önerisini yerine getiren Kritias şöyle der: "O halde, Sokrates, garip ama gerçekten doğru olan şu hikâyeyi dinle." Kritias bu hikâyeyi dedesinden (onun da adı Kritias'tır) dinlediğini söyler. Dedesi de babası Dropides'ten, o da Yunan bilgesi Solon'dan dinlemiştir. Solon ise İÖ 600 yılından hemen sonra bulunduğu Mısır'da Mısır rahiplerinden duymuştur. Böylece Platon'un kendi anlatımına göre Kritias'tâ iki yüz yıl önce ortaya atılmış bir hikâyeyi dolaylı olarak duymaktayız.

 

(Solda) Atlantis hikâyesinin özgün kaynağı olan Platon'un (İÖ 427-347) I. yüzyılda yapılmış mermer büstü. Platon, Timaio ve Kritias diyaloglarında Atlantis'i ortaya atmış ve toplumunu ayrıntılarıyla ele almıştır. (Sağda) Athanasius Kircher'in Atlantis haritası (1678). Platon'un da belirttiği gibi ülkeyi Herakles Sütunları'nın ötesine, Atlas Okyanusu'nun ortalarına yerleştirir. Kuzeyin aşağı tarafta olduğuna dikkat!

MÜKEMMEL DEVLET, ATİNADIR, ATLANTİS DEĞİL

Mısırlı rahipler Solon'a "bütün kentlerin en iyi yönetileni" olan eski Atina hakkında bir hikâye anlatmışlardı. Platon'un mükemmel devlet modeli işte zamanından 9300 yıl öncesinin bu eski Atina'sıdır. Rahipler Solon'a, eski Atinalılar'ın en büyük kahramanlık eylemini anlatırlar: Atinalılar "Avrupa'nın ve Asya'nın tümüne bir sefer açan büyük bir devleti" savaşta yenmişlerdir. Bu yayılmacı millet "Herakles Sütunları"nın ötesinden, Atlas Okyanusu'ndan gelmiştir. Ve bu büyük devletin adı Atlantis'ti.

Atlantis, ta Mısır'a kadar kuzey Afrika'nın tümünde egemendi. Ancak Kritias'ın söylediğine göre o savaşta Atinalılar tarafından yenilen Atlantis, tanrılar tarafından depremler ve sellerle ortadan kaldırılmıştı.

Kritias, Atlantis hikâyesini anlattıktan sonra Sokrates'e şöyle der: "Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim."

 

(Solda) Girit'in doğusunda Zakros'taki Minos sarayından kristal bir vazo. Minoslular'ın sanat ve mimarideki gayet apaçık teknik gelişmişlikleri, bu etki uygarlık ile Platon'un diyaloglarında anlatılan aşırı gelişmiş Atlantis toplumu arasında ortak noktalar aranılmasına yöneltmiştir. (Sağda) İspanya'da bulunmuş ve İÖ 450 yıllarına ait olan "Elche Leydisi". Bazı aşırı kuramcılar bunun bir Atlantis rahibesi olduğunu iddia ederler.

ATLANTİS İÇİN TARİHİ BİR KAYNAK MI?

Platon, Atlantis ya da eski Atina tarifini gerçek tarihe mi dayandırmıştır, yoksa bütün olayı uydurmuş mudur? Platon'un zamanındaki Yunanlılar'ın perspektifinden bile eski sayılacak önemli bir Akdeniz uygarlığı vardı ve bu da, en azından kısmen büyük doğal felaketlerle imha olmuştu: Minoslular'ın Girit'i.

Bazı çağdaş bilimadamları Atlantis'in yeri ve boyutları Kritias'ta yanlış ifade edilmiş ya da abartılmış olsa da, (belki de yanlış çeviri nedeniyle) Platon'un hikâyesinin Yunanistan'ın doğusunda ve Ege Denizi'nde Girit'in kuzeyindeki Thera adasının yanardağ patlamasına dayandığı fikrindedirler.

İÖ 17. ya da 16. yüzyıldaki Thera patlamasından kalan volkanik püskürtüler, 1838'de patladığında on binlerce insanın ölümüne neden olan Krakatoa'nınkinin iki katıdır. Thera'daki daha büyük patlama çok etkili olmuş olmalıdır ve bu nedenle de tesirin dolaylı olduğu Mısır gibi ülkelerin tarihi kayıtlarında yer alması mümkündür.

Bazıları için Minoslular'ın Girit'i Atlantis'tir ve Platon, Kritias'ta ülkenin Thera patlamasıyla yokolmasını çarpıtmıştır. Ancak bu iddiayı sürdürebilmek için Girit'in yerinin neden yanlış olduğu, boyutlarının neden farklı olduğu, neden yanlış zamanda gelişmiş olduğu, Atina ile hiç savaşmadığını ve bir felaketle yok edilmemiş olduğunu açıklamak gerekecektir.

Arkeoloji, Minos kıyı topluluklarının Thera'daki patlamanın yarattığı tsunami dalgalarıyla ağır hasara uğradığı halde Minos uygarlığının daha iki yüzyıl yaşadığını ve hatta geliştiğini kanıtlamıştır.

Başka bilimadamları Thera'daki ünlü Minos kolonisinin Atlantis için model olduğunu iddia etmişlerdir. Minoslular'ın buradaki yerleşim merkezi yanardağın patlamasıyla yok olmuştu, ancak Platon'un da eski bir uygarlığın bir ileri karakolunun yok edilmesinden söz etmediği de kesindir. Yine de, Thera, Platon'un Atlantis modeli olamayacak kadar yanlış yerde, yanlış boyutta ve yanlış çağdadır.

 

(Solda) Atina ile Isparta arasındaki Peloponnesos Savaşı'nda (İÖ 431-404) öldürülen iki savaşçı: Khairedemos ve Lykeas. Platon zamanında yapılan bu savaşta her iki kentin çeşitli cepheleri -örneğin Isparta'nın politik yapısı- Platon tarafından Atlantis ile Atina arasındaki çatışmayı formüle etmek için kullanılmış olabilir. (Sağda) Ignatius Donnelly'nin "Dolphin Boğazı"nı gösteren Atlas Okyanusu haritası, Donnelly burasının kayıp kıta Atlantis'in denize batmış kalıntısı olduğuna inanıyordu.

ATLANTİS: ÇAĞDAŞ FANTEZİ

Atlantis konusunda herhangi bir tartışma bu kayıp kıta hakkında 19. ve 20. yüzyıllarda ileri sürülen gerçekten garip iddialardan söz edilmeden tamamlanmış olamaz. Minnesota Eyaleti kongre üyesi, iki kere başkanlık adayı ve amatör bir tarihçi olan Ignatius Donnelly 1881'de, "Atlantis: The Antediluvian World" adlı kitabını yayımlayarak efsaneyi herkesten çok canlandıran kişidir.

Donnelly'ye göre Platon'un Atlantis'i Mısır, Mezopotamya, İndus Vadisi ve Avrupa'nın olduğu kadar Güney ve Kuzey Amerika uygarlıklarının kaynağı ve büyük kültürel başarıların kökenidir. Donnelly'nin tezi çağdaş arkeoloji ya da jeoloji araştırmaları altındaki dayanak noktalarından yoksundur. Bu kültürlerin evrimlerini, değil Atlantis'e, başka herhangi bir tek ana kaynağa borçlu olduklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur.

Ancak, diğer 19. ve 20. yüzyıl düşünürleriyle karşılaştırıldığında Donnelly, bir entelektüel itidal örneğidir. Helena Blavatsky'nin liderliğini yaptığı Teosofistler, Atlantisliler'in uçakla uçtuklarını ve uzaydan gelen yabancılardan aldıkları ekinleri biçtiklerini iddia ediyorlardı.

Daha yakın zamanlarda, geç 20. yüzyılda yaşayan psişikler, kayıp kıtadan ruhlarla bağlantı kurduklarını iddia etmişler ve modern dünya insanlarına Atlantisliler'den çeşitli öğütler aktırmışlardı. Kuşkusuz bu iddiaları destekleyen hiçbir kanıt yoktur.

 

(Solda) Girit'te Knossos'ta Taht Odası. Tahtın iki yanında bitkiler ve yarı aslan yarı kartal yaratıklar resmedilmiş. Minos Girit'i önemli bir erken dönem Akdeniz uygarlığıdır ve Platon'un zamanında artık çok eskilerde kalmıştı. Platon, Atlantis tanımını bu topluma mı dayandırmıştır? Ne yazık ki, bütün gerçekler bu kurama uyum göstermiyor. (Sağda) Minoslular'ın Knossos Sarayı ya da Tapınağı, İÖ 2. binyıl ortalarından kalmıştır. Burası çok odalı ve gayet zarif duvar resimleriyle büyük bir yapıdır.

Platon'un Görüşü

Platon'un, diyaloglarını kurmak için iyi bildiği tarihi kayıtları kullandığı kuşkusuzdur. Belki de onun zamanından bin yıl önce güçlü bir devleti yok eden doğal bir afetin gelenekleri vardı ve Platon mesajını iletmek İçin bu hikâyeleri kullanmıştı.

Ancak, Kritias'ın kısmi bir mecazi yorumunu destekleyenler bile Platon'un tarih yazma niyetinde olmadığını, hikâyenin bazı unsurlarını vermeye çalıştığı derste mecaz olarak kullanmak istediğini kabul ederler. Örneğin, Atlantis Destroyed adlı kitabında Rodney Castleden, Platon'un Atlantis'inin Minos Girit'i ile Thera'nın iyi bir eşleştirilmesi olduğunu ve hikâyenin o bölümünün Atina'yı Isparta ile karşı karşıya getiren daha yakın tarihteki Peloponnesos Savaşı'nın anlatımı olduğunu iddia eder. Bu savaşta Isparta muzaffer çıkmıştı ve Isparta'nın politik yapısı Platon'un eski Atina tanımına girmiş görünmektedir.

Son olarak, Kritias'ta Atlantis'te belirli eski toplumların ayrıntılarının paralellerini aramak Platon'un vurgulamak istediği bir şey değildir. Onun Kritias'ın ağzından söylettiği şeyler tarihi anlatmak amacını değil, ne de olsa tarihçi olmayıp bir filozof olan yazar için daha önemli bir işlev yüklenir.

Platon, görüşünü belirtmek için Atlantis'i neredeyse yenilmesi imkânsız bir düşman olarak göstermektedir. Platon'un Atlantis'i ayrıntılı olarak tanımlaması okura onun maddi zenginliğini, teknolojik gelişmişliğini ve askeri gücünü anlatmaktır.

Kritias daha küçük, maddi açıdan yoksul, teknolojik olarak o kadar gelişmemiş ve askeri açıdan zayıf Atinalılar'ın Atlantisliler'i yenebileceği ana mesajını iletir: Tarihte önemli olan yalnızca servet ya da güç değildir. Daha da önemli olan insanların kendi kendilerini yönetme biçimleridir.

Platon için mükemmel bir devletin ve toplumun entelektüel başarısı, maddi refah ya da güçten önemlidir. Bu noktayı vurgulamak için esaslı bir hikâye anlatması da Platon'un bir öğretmen olarak üstünlüğünü gösterir.

EDEBİYAT VE ATLANTİS

Atlantis efsanesi, Ortaçağ'da Yunanlılar'dan Arap coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçmiştir. Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi yazarlar bile bu efsaneye inanmışlardır.

Atlantis efsanesinin etkisiyle çok sayıda edebi yapıtlar da yazılmıştır. Francis Bacon'un fizik bilimlerinin ideal devletini betimleyen "Nova Atlantis (Yeni Atlantis)", İsveçli Rudbeck'in "Atland eller Mahneim (Atlantis ya da Mahneim)", Kristof Kolomb'u, yitik eski kıtaları aramaya çıkan biri olarak tasarlayan Katalan yazar Jacinto Verdaguer'in "L'Atlantida" adlı şiiri, Gerhardt Hauptmann'ın aynı efsaneyi simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya âşık olan bir bilim adamının psikolojisine uyguladığı romanı Atlantis ve P. Benoit'in "Atlantide" adlı kitapları bunlardan bazılarıdır.

Ayrıca jeoloji biliminde Atlantis adı resmi olarak, Atlas Okyanusu'nun yerinde bulunduğu varsayılan karalara verilen bir addır.
#5 - Haziran 22 2008, 13:14:34
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Troya Savaşı Efsanesi

Zaman: İÖ 13. yüzyıl?
Mekân: Çanakkale'nin güneyi

Zeus bize ünü sonsuza kadar sürecekse de gelmesi çok uzun süren ve yerine getirilmesi çok uzun sürecek olan bu alameti gönderdi. Yılan sekiz yavruyu ve onları yumurtlayan serçeyi yedi ki bu dokuz eder ve biz de Troya'da dokuz yıl savaşacağız ama onuncu yılda kenti alacağız. HOMEROS, İÖ YAKLAŞIK 750.

Troya Savaşı Efsanesi üç güzel kadın arasındaki rekabet hikayesiyle başlar: Zeus'un karısı Hera ve kızları Aphrodite ve Athena. Aralarındaki kıskançlık ölümlü Kral Peleus ile yeni karısı deniz perisi Thetis'in düğünlerinde başlamıştı. Uyumsuzluk tanrıçası Eris kutlamaya altın bir elma getirmiş ve bunun oradaki "en güzel kadına" bir armağan olduğunu söylemişti.

Hera, Aphrodite ve Athena elmanın ve unvanın kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Eris hiç de masumane olmayan bir öneride bulundu: Ailesindeki kadınlardan hangisinin elmayı hak ettiğine Zeus karar verecekti. Zeus akıllılık edip bu görevi Troya kralı Priamos'un oğlu Paris'e aktardı.

Hera kendisini seçtiği takdirde Paris'e akıllara hayallere sığmayacak derecede büyük bir güç vermeyi vaat etti. Athena savaş alanında inanılmaz başarılı olacak tarihi bir zafer vereceğini söyledi. Aphrodite ise, yeryüzünün en güzel kadınının aşkını vaat etti. Paris, siyasal gücü ve askeri zaferi bir yana itip altın elmayı, kendisine o en güzel kadını vaat eden Aphrodite'e verdi.

Bu karar yüzyıllar ötesine, "Paris'in Kararı" olarak ölümsüzleşerek gelmiştir.



Flâman ressam Peter Paul Rubens'in bu 17. yüzyıl tablosunda Priamos'un oğlu Paris, altın elmayı Peleus'un düğünündeki güzellik yarışmasında Aphrodite'ye veriyor.

DENİZE BİN GEMİ İNDİREN YÜZ

O dönemde dünyanın en güzel kadını, Zeus ile Leda'nın kızları Helena'ydı. Ancak ne yazık ki, Helena, Sparta kralı Menelaos ile evliydi. Daha da kötüsü, bu evliliğin Helena'nın diğer talipleri arasında büyük kavgalara neden olacağından korkan ölümlü üvey babası Tyndareos, bütün öteki Yunanlı hükümdar ve savaşçılardan Helena'nın Menelaos ile evliliğini koruyacakları sözünü almıştı.

Troya'ya dönen Paris, kendisinin Sparta'ya, Troya elçisi olarak atanmasını sağladı. Sparta'ya vardığında Aphrodite gücünü kullanarak Helena'yı Paris'e âşık etti. İki sevgili Menelaos'un servetinin büyük bir kısmıyla Troya'ya kaçtılar. Böylece Sparta kralının karısını ve servetini geri almak üzere Troya'ya karşı "bin gemi" gönderen Yunanlılar'ın açtığı on yıl sürecek olan savaş başlamış oldu.

TROYA SAVAŞI: EFSANE Mİ, TARİH Mİ, HER İKİSİ Mİ?

Homeros'un İlyada'sında yer alan Troya Savaşı hikâyesi İÖ 750 yılından kalmıştır. Ardından gelen Yunan tarihçileri, özellikle Herodotos ve Thucydides, Homeros'un hikâyesini kabul etmişler ve Troya'nın İlyada'dâ anlatıldığı gibi Hellespont (şimdi Çanakkale Boğazı) yakınlarında bir kent olduğuna ve Mykenaİ (Argos) kralı Agamemnon liderliğinde birleşen Yunanlılar'la yapılan Troya Savaşı'nın gerçek olduğuna inanmışlardır.

Çağdaş yazarlar ve bilginler daha kuşkulu davranmaktadırlar. Ne de olsa, Homeros'un hikâyesini ya da Troya'nın varlığını doğrulayacak tarihi kayıtlar yoktur. Ancak İlyada'daki birleşik bir Yunan gücünün -belki de köle ve doğal kaynak elde etmek üzere-Batı Asya'ya uzun bir sefer düzenlemiş olması (Herodotos'a göre İÖ 1250 sularında) mümkündür.



Homeros'un Troya'sı (Troya VI örneğine göre), aşılmaz surlarla sarılmış ve kulelerle korunuyor.

İLYADA'NIN TUNÇ ÇAĞI BAĞLAMI

İÖ 13. yüzyıl Akdeniz'i Homeros'un zamanından çok uzaksa da, İlyada'dâ artık doğru olduğunu bildiğimiz belirli pek çok tanım vardır. Örneğin İlyada'nın ikinci kitabında Troya'ya karşı silahlı birlik gönderen 164 şehrin listesi ve kısmen de tanımları yer almaktadır. Homeros'un saydığı yerlerin çoğu kendi zamanında biliniyordu.

Ancak Michael Wood'un in Search of Trojan War adlı eserinde belirttiği gibi listede Homeros zamanında çoktan terk edilmiş ve Yunan coğrafyacılarının bilmedikleri pek çok yer de vardı. Çağdaş arkeolojik ve tarihi araştırmalar artık bunların gerçek mekânlar olduklarını ve Homeros'un onların konumlarını doğru olarak bildirdiğini göstermiştir.

 

(Solda) Troya'da ana giriş kapısı ve kule. Homeros, Troya'yı "zarif kuleleri" olan bir şehir olarak anlatmıştı. Bu tanım Hisarlık'taki surlara uymaktadır. (Sağda) Homeros'un Troya'sının Türkiye'de Hisarlık'taki höyükte olduğu fikrinin savunucusu Heinrich Schliemann.



Hisarlık höyüğü kesitinde birbiri üstüne binmiş katmanlar görülüyor.

TROYA GERÇEK BİR YER MİYDİ? ARKEOLOJİK KANITLAR

Ya Troya? Arkeologlar ve tarihçiler çok uzun zaman boyunca Çanakkale'nin güneyinde tarihte Troad diye anılan bölgede bu kentin kalıntılarını aramışlardır. En çok ilgi çeken bölge Homeros'un tanımladığı Troya coğrafyasına uygun olan Hisarlık höyüğüdür. Homeros'un Troya için verdiği ayrıntılardan pek çoğu -tam ve kusursuz olmamakla birlikte- arkeolojik araştırmaların bölgede ortaya çıkardığı buluntulara uygundur.

Troya'nın araştırılmasında başta gelen kişi Heinrich Schliemann'dır. Schliemann, 1870 ile 1890 arasında Hisarlık'ta kazılar yapmış, höyükte birbiri üstünde dokuz kent tespit etmiştir. (Bunlar I-IX olarak numaralanmıştır). Daha sonraki yıllarda Cari Blegen ve daha yakın zamanlarda Manfred Korfmann gibi arkeologlar tarafından Hisarlık'ta yapılan kazılar pek çok ara dönemi ortaya çıkarmıştır.

Schliemann ya da diğerleri burasının Homeros'un Troya'sı olduğunu kanıtlayan herhangi bir şey bulmamışlarsa da, Hisarlık'taki arkeolojik kanıtlar, özellikle de Troya VI ve VII(a) katmanları Homeros'un zaman ve mekân tanımlarının ayrıntılarından bazılarına uyum göstermektedir.

Homeros'un İlyada'da. Troya'yı "zarif kuleleri" ve "büyük kapıları" olan bir şehir olarak tanımlaması epey büyük ve etkileyici olan Troya VI'ya uymaktadır. Homeros, Troya'nın surlarının görkemli bir savunma yapısı olduğunu ama batı kanadının o kadar güçlü olmadığını söylemektedir.

Troya Vl'nın çevresindeki surlar dört metre eninde ve kimi yerlerde dokuz metre yüksekliğindedir ama batı yanındaki inşaat çok daha zayıftır. Homeros şehrin ana girişinde büyük bir kuleden söz etmiştir. Arkeologlar Troya VI'nın ana girişinde gösterişli bir kapı bulunduğunu saptamışlardır.

Hisarlık/Troya sakinlerinin Miken dünyasıyla ilişkide olduğu anlaşılmıştır: Kazıda Yunanistan'dan Tunç Çağı eserleri, özellikle Miken çömlekleri bulunmuştur. Schliemann'ın çıkardığı gösterişli nesneler güçlü bir kraliyet ailesinin bulunduğunu göstermiştir. "Priamos'ın Hazinesi" içinde, altın yüzükler, bilezikler ve biri "Helena'nın Mücevherleri" olarak anılan iki soluk kesici altın taç vardır.

Schliemann'ın karısı Sophie'nin mücevherleri takınmış olarak çekilmiş fotoğrafı Schliemann'ın büyük egosunun ve ün düşkünlüğünün simgesi olmuştur. Daha sonraları bu hazinenin aslında Troya II'den (Dokuz kentlik dizinin ikincisi) kaldığı anlaşılmıştır. Sonuçta, bu eserler Troya Savaşı'ndan bin yıl öncesine aittir. Hazine, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolmuş ama sonra 1990'larda Moskova'da ortaya çıkmıştır.

Son olarak, Troya VI ve Troya VII dönemlerinin sonunda yangın ve yıkılmış taş izleriyle büyük bir olayın izleri vardır. Ancak Troya VI askeri bir güç tarafından değil de, deprem sonucu yıkılmış görünmektedir. Truva VII'nin bir savaşta yıkılmış olması olasılığı daha güçlü olduğundan Homeros'un Troya'sına en yakın olan da budur.

 

(Solda) Schliemann'ın arkeolojik çalışması sona erdikten yüz yıl sonra Hisarlık höyüğünde kazılar devam etmektedir. 1997'de kuzeybatıya dönük Tapınak'tan bir görüntü. Schliemann dokuz ayrı yerleşim katmanı bulmuşsa da daha sonraki çalışmalar ara katmanlar da olduğunu ortaya çıkarmıştır. (Sağda) Priamos'un hazinesinden altın salçalık. Hazine, İkinci Dünya Savaşı sonunda Berlin'den kaybolmuş ve sonra Moskova'da bulunmuştur.

TROYA ATI

Homeros, Troya at terbiyeciliğinden sık sık söz eder. At kemikleri ve atlara ilişkin malzeme buluntuları kesin olmamakla birlikte yine Homeros'un Troya'sına uymaktadır. Troya Atı'nı çok kimse bilir. Yunanlılar tahtadan dev bir at yapmışlar ve bunu Athena'ya bir armağan olarak Troya kapılarında bırakmışlardır. Yunan ordusu daha sonra Helena'nın kaybını kabul etmiş olarak geri çekilmiştir. Troyalılar zaferi kazandıklarına inanarak dev atı kentlerinin içine almışlardı.

Gece karanlığında atın içinde gizlenmiş olan bir Yunan askeri birliği çıkıp şehrin kapılarını dışarıda gizlenmiş olan askerlere açmışlardı. Böyle bir saldırıya hazırlıklı olmayan Troya erkekleri öldürülmüş, kadınlar yakalanıp köle ve odalık olarak satılmak üzere Yunanistan'a götürülmüştü. Helena da Yunanlılar tarafından yakalanıp kocasına iade edilmişti.

Homeros'un anlattığı bu Troya Atı'nın tarihi bir geçerliliği olabilir. Yakındoğu'da İÖ 13. yüzyıldan kalma yazılı metinlerde ve resimlerde bir kentin savunmasını yıkmak için at biçimli koçbaşları kullanıldığı belirtilmiştir. Tarihçi Michael Wood, İlyada'daki Troya Atı'nın da böyle bir "kuşatma makinesinin biçim değiştirmiş bir hatırlanması olabileceğini ileri sürmüştür.

 

(Solda) İÖ 7. yüzyıl sonlarından kalma Mikonos'ta Troya Atı kabartmalı bir amfora. (Sağda) Schliemann'ın karısı Sophie, "Priamos'un Hazinesi"nden takıları takınmış. Buna benzer fotoğraflar Schliemann'ın keşiflerine karşı büyük ilgi uyandırmış ama onun aşırılıklarını ve egosunu da gözler önüne sermişti.

TROYA GERÇEK Mİ, EFSANE Mİ?

Troya Savaşı'nın efsane mi, tarih mi, yoksa her ikisi de mi olduğu kesin olarak saptanamaz. İlyada'da Tunç Çağı coğrafyasının, politikasının ve maddi kültürünün bazı doğru tanımları bulunmaktadır ve hikâyenin tümünde bir gerçeklik de bulunmaktadır. Ancak Troya Savaşı efsanesinin ayrıntılarının doğrulanıp doğrulanamayacağı konusunda Amerikan klasikçisi Jeremy B. Rutter'in sözleri akıldan çıkarılmamalıdır: "Troya Savaşı'nın tarihselliğine inanmak ya da inanmamak, sonunda insanın benimsediği görüşe göre bir inanç eylemidir."

Troya Savaşı'nın sanata yansımasına bakacak olursak iki önemli yapıt öne çıkar. Biri, Hector Berlioz'un, librettosunu Vergilius'un Aeneis'inden esinlenerek kendisinin yazdığı ve 1855-58 yılları arasında bestelediği (ilk bölümü olan Troyalılar Kartaca'da, ilk kez 1863'te Paris'te sahnelenmişti) lirik tragedya Troyalılar, öbürü ise ünlü antik çağ oyun yazarı Euripides'in alevler içindeki Troya'dan bir dizi acıklı tablo sergileyen Troyalılar'ıdır.
#6 - Haziran 22 2008, 13:15:54
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Beytlehem Yıldızı

Zaman: İÖ 8-4
Mekân: İsrail

İsa, Kral Hirodes'in günlerinde Yahudiye Beytlehem'inde doğduğu zaman, işte, Şark'tan Yeruşalim'e müneccimler gelip dediler: "Yahudiler'in kralı doğan zat nerededir, çünkü onun yıldızını Şark'ta gördük ve ona secde kılmaya geldik. Ve işte Şark'ta gördükleri yıldız, önlerince gidiyordu, ta çocuğun bulunduğu yere kadar gelerek üzerinde durdu. Onlar da yıldızı gördükleri zaman taşkın sevinçle sevindiler. MATTA 2: 1-2,9-10

Eski çağların gizleri içinde Hıristiyan inancına göre İsa'nın Nasıra'da Mesih olarak doğduğunu bildiren Beytlehem Yıldızı kadar tartışmalını çok azdır. Matta İncili'nde yıldızın tarifi pek kısadır. "Doğu"daki bir yıldızın müneccimlere Yahudiye'deki Mesih'i bulmaları için yol gösterdiği söylenir. Onları Mesih'in kehanetlerdeki doğum yeri olan Beytlehem'e Yahuda kralı Hirodes gönderdiği için müneccimlerin yıldızı Beytlehem Yıldızı olarak bilinmiştir.

Bazı araştırmacılar "yıldız" falan olmadığına ve hikâyenin İsa'nın ilahi doğumunun mesajını iletmek amacını taşıyan bir efsane olduğuna inanırlar. Ancak hikâyenin tarihi bir temeli olduğuna inananların sayısı da fazladır. O yıldızı bulma araştırmaları ortaya pek çok kuramın çıkmasına neden olmuştur.

İsa'nın doğum tarihi bilinmediği için Müneccimleri Yahudiye'ye çekenin ne olduğunu saptamak güçtür. Kitabı Mukaddes araştırmacıları, 25 Aralık'ın İsa'nın doğduğu gün olmayıp, Hıristiyanların 354 yılı civarında benimsedikleri Romalılar'ın Fethedilemez Güneş Bayramı günü olduğuna inanırlar.

Dahası, Dionysius Exiguus (yaklaşık 533 yılı), takvim yıllarını numaraladığında İsa'nın doğum yılını yanlış hesaplamıştır. Araştırmacıların çoğu Hirodes'in İÖ 4 yılında öldüğü ve İsa'nın da "Hirodes zamanında" doğduğu için İsa'nın doğumunu İÖ 8 ila 4 yılları arasında bir zaman çerçevesine oturturlar.

Bu zaman çerçevesi içinde esrarengiz yıldızı arayan araştırmacılar pek çok göksel nesne önermişlerdir. Eski çağlarda "uzun saçlı yıldızlar" denilen kuyruklu yıldızlar, yıldızın "önden gittiği" ve bebek İsa'nın "üzerinde durduğu" söylendiği için mümkün olabilecek nesnelerdir.

Bir kuyruklu yıldız yıldızlar arasında yavaş hareket ettiği için bu durum yıldızın hareketini açıklayabilir. Ancak bir kuyruklu yıldızın görünmesi, bir kralın doğumunun değil, ölümünün işareti sayılırdı. Ayrıca Matta'da Hirodes ile Kudüs halkının yıldızı görmedikleri söylenir ki, bu da yıldızın fazla görünmediğini gösterir.

"Yeni bir yıldız" herkes tarafından görüleceği için aynı şey bir nova için de geçerlidir. İÖ 5. yüzyılda Çin'de bir nova kaydı vardır ama Batılı astrolojik kayıtlarda bir kralın doğumunu bildiren yeni bir yıldız göründüğü belirtilmemiştir.



Müneccimlerin bebek İsa'ya armağanlar vermesi. Bu Roma katakomb tabletinde "Severa tanrı ile git" yazmaktadır.



Beytlehem Yıldızı Doğulu üç bilge adama ya da müneccime yol gösteriyor: İtalya'da Ravenna'da S. Apollinare Nuovo kilisesinde 6. yüzyıldan kalma mozaik.

Şu andaki kuramların çoğu gezegenlerin hareketlerine ilişkindir, ancak İsa'nın doğduğu zaman gezegenler sayısız kere dünyanın yakınından geçmişlerdi. Gezegenlerin gözle görünür gruplaşması ille de bir kralın doğduğunun alametleri değildi.

Roma imparatorları gibi kişilerin doğumlarındaki astrolojik durumlar, çağdaş standartlara göre pek etkileyici sayılmazdı. Yıldızın belirsiz bir astrolojik kavram olması Hirodes ile Kudüs halkının ona dikkat etmemiş olmasıyla da vurgulanmaktadır. Yahudiler müneccim astrolojisini uygulamazlardı.

 

(Solda) Eski çağlarda kuyruklu yıldızlar bir kralın doğumunun değil, ölümünün habercisiydiler. İmparator Augustus Sezar, İÖ 44 yılında görülen meşum kuyruklu yıldızın öldürülmüş Jul Sezar'ın ruhu olduğunu iddia etmişti. Roma dinarı üzerinde kuyruklu yıldız ile Jul Sezar. (Sağda) 6. yıldan kalma bir Roma sikkesinde Koç (Aries), başını çevirmiş bir yıldıza bakıyor. Üzerinde "Antakya Metropolis halkı" yazılı.

BİR ROMA SİKKESİNDEKİ İPUCU

Yıldızın astrolojik anlamı konusundaki yeni bir görüş de İsa'nın doğum yıllarında Antakya'da çıkarılan bir Roma sikkesinden kaynaklanmıştır. Tunç sikkede astrolojik burç olan Koç (Aries), bir yıldızın altında görülmektedir. Claudius Ptolemaios'un Tetrabiblos'u, "astrolojinin kutsal kitabı", bize Aries'in Yahudiye, Samariya, İdumea, Coele Suriyesi ve Filistin'de insani faaliyetleri kontrol ettiğini anlatır. Bu sayılan yerlerin hepsi Kral Hirodes'in ülkesindedir.

Sikke, Yahudiye'nin, başkenti Antakya olan Roma Suriyesi'ne 6. yılda katılmasının anısına çıkarılmış olabilir. Koç'un üzerindeki yıldız Yahudiye'nin Roma Antakya'sı hâkimiyeti altındaki yeni kaderini simgeler. Ancak sikkenin önemi astrologların Yahudiye'de bir kral doğumu için Koç burcunu gözlemlediklerini göstermektedir.



Floransalı ressam Giotto di Bondone "Müneccimlerin Tapınması"nı (Capulla degli Scrovegni, Padua) yaparken eski çağlardaki kuyruklu yıldızın mesajının farkında değildi. Bu fresk üzerinde çalışırken 1304'ün parlak kuyruklu yıldızından esinlenmiş olmalı.



Beytlehem'de Milad Kilisesi, İsa'nın doğum yeri olarak kabul edilir.

Astrolojik kaynaklar bize astrologların yalnızca Yahudiler'in yeni kralını gözlemekle kalmayıp hangi yıldızın kralın doğumunu ilan ettiğini de açıklamaktadırlar. Bu yıldız "Zeus yıldızı", yani Jüpiter gezegeniydi. Jüpiter'in krallık vermesi için en uygun zaman gezegenin sabah yıldızı olarak doğma zamanıydı ki, "doğu"da, astrolojik bakımdan bu anlama geliyordu. Ayın Jüpiter'e yakın geçmesi gibi başka krallık belirtileri de varsa da, bunların hiçbiri "doğu"da olmak kadar önemli değildi.

İsa'nın muhtemel doğum zaman çerçevesini incelemek, ortaya olağanüstü bir gün çıkarmaktadır. Jüpiter İÖ 6. yılın 17 Nisan'ında Koç burcunun doğusundan çıkmıştır. Ay da Koç burcundaydı ve Jüpiter'e doğru ilerliyordu. (Çağdaş hesaplamalarda Ay'ın Jüpiter'in önünden geçtiği ortaya çıkmıştır.) Ayrıca Güneş de Koç burcundaydı ki, bu da bir kralın doğumu için çok güçlü bir astrolojik durumdu. Satürn'ün de orada olması Yahudiye'de büyük bir kralın doğacak olması için inanılmaz bir alamet oluşturmaktaydı.

Romalı Hıristiyan astrolog Firmicus Maternus (Yaklaşık 334 yılı) Koç burcundaki bu koşulların "kutsal ve ölümsüz" bir kişinin doğumunu belirlediğini söylemiştir ki, bu da müneccimlerin Yahudiye'ye gitmelerine yol açmıştır.

Jüpiter, müneccimlerin dikkatini çeken bir şey daha yaptı. Gezegen Koç burcundan çıktı ama yıldızlar arasındaki hareketini tersine çevirdi (Matta'ya göre, "...ve işte, Şark'ta gördükleri yıldız önlerinden gidiyordu.") Jüpiter, Koç burcuna döndü ve İÖ 6. yıl sonlarında birkaç gün sabit kaldı ("Ta çocuğun bulunduğu yere kadar gelerek üzerinde durdu"). Jüpiter'in Koç burcunda sabit kalması da Yahudiye'de büyük olayların olacağının alametiydi ve müneccimler Beytlehem'de yeni kralı bulacaklarına inanarak sevinmişlerdi.

Kitabı Mukaddes dışında müneccimlerin ya da bir başkasının İsa'nın doğum gününü doğrulaması konusunda bir kanıt yoktur. Ancak ilk Hıristiyanlar İsa'nın Mesih kehanetini doğrulayarak bir kral yıldızı altında doğduğuna inanıyorlardı. Her ne olursa olsun, insanlar onun doğudaki bu yıldız altında doğup doğmadığı hakkında kendi sonuçlarını çıkaracaklardır.

 

(Solda) İÖ 17 Nisan 6 günü gezegenler Koç burcunda Yahudiye'de Mesih'in doğumu hakkında güçlü bir alamet gösterdiler (çizgili kutu). Burçlar yıldızlarla belli belirsiz rastlaşan hayali alanlardı. (Sağda) İsa'nın doğumunu bildiren en olası yıldız Jüpiter'dir. Gezegen İÖ 6 yılında yıldızlar arasındaki hareketini birkaç gün boyunca tersine sürdürmüştür.
#7 - Haziran 22 2008, 13:16:50
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kutsal Ahit Sandığı

Zaman: İÖ 13. yüzyıl?
Mekân: İsrail

Ve vaki olurdu ki, sandık göç ettiği zaman Musa derdi: Kalk, ya Rab ve düşmanların dağılsınlar ve senden nefret edenler senin önünden kaçsınlar. Ve konduğu zaman derdi; Ya Rab, İsrail'in on binlerce binlerine dön. SAYILAR 10: 35-36

Eski İsrail tarihçelerinde Kutsal Ahit Sandığı, pek çok rolü üstlenmiş muamma bir olgudur. İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan hemen sonra çölde yapılan Kutsal Ahit Sandığı, Tanrı'nın Sina Dağı'nda Musa'ya verdiği Ahit Levhaları'nın taşındığı kutuydu. Levhalar ve onların içinde bulunduğu sandık böylece Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ahdin tanıklığıydı. Tanrı'nın kesin buyruğu üzerine (Çıkış 25: 10) sandık akasya ağacından yapılmıştı, uzunluğu iki buçuk, eni bir buçuk ve yüksekliği de bir buçuk arşındı, içi ve dışı saf altınla kaplıydı ve üzerinde altın pervaz vardı.

Altın kapağının üstünde kanatlarıyla sandığı koruyan iki çocuk melek vardı. Sandığın kenarındaki halkalara, akasya ağacından, altın kaplama sırıklar takılır ve sandık bu sırıklarla taşınırdı. Kollar sandığın halkalarında takılı kalır, ondan ayrılmaz ve Tanrı'nın verdiği şehadet sandığın içinde saklanırdı. Sandık gidilen her yere taşınacak ve kamp kurulduğu zaman tam orta yerde bulunan, halis altın iplikle dokunmuş ve "Kefaret Örtüsü" de denilen bir örtünün altında korunacaktı.

Çıkış 25: 22'de Tanrı Musa'ya şöyle der: "Ve seninle orada buluşacağım ve seninle Kefaret Örtüsü Üzerinden, Kutsal Ahit Sandığı üstündeki melekler arasından söyleşeceğim." Bu nedenle sandık kimi zaman Tanrı'nın ayak taburesi ve kimi zaman da Merhamet İskemlesi olarak görülür.

İsrailoğulları'nı Kenan ülkesine götüren ve oraya vardıktan sonra Eriha'nın düşüşünde aracı olan sandıktı. Sandık kendi başına da savaşabilirdi ve bir keresinde Ebenezer Savaşı'nda Filistinliler tarafından ele geçirildiğinde sahte bir putu parçalamıştı. Hatta kendisine izin verilmeden dokunan bir İsrailoğlu'nu bile öldürmüştü.

Kutsal Ahit Sandığı daha sonra Kral Davud tarafından Kudüs'e getirildi ve daha sonra Süleyman tarafından yeni tapınağının en kutsal yerine yerleştirildi. Sandık milletin en değerli ve önemli malı ve atalarının Tanrı ile girdiği özel ahit ilişkisinin güçlü bir hatırlatıcısıydı.

 

(Solda) Kutsal Ahit Sandığı, geleneksel olarak savaşlarda taşınırdı. Jean Fouquet'nin (1425-80) bu tablosunda sandık, Eriha çevresinde dolaştırılarak İsrailliler'in kenti ele geçirmelerine yardımcı oluyor. (Sağda) Suriye'de Dura-Europos'ta 3. yüzyıldan kalma sinagogdan bir freskte Filistinliler sandığı gönderiyorlar.



Sandığın tekerlekli bir araba üzerindeki klasik görünümü: Celile'de Kafernaum'daki sinagogda 4. yüzyıldan kalma bir röliyef. Sandık burada kaplama kapılı, kenarları sütunlu bir Bizans tapınağı olarak betimlenmiş.

SANDIĞIN AKIBETİ

Ancak bu, Kutsal Ahit Sandığı'nı saran mistikliğin yalnızca başlangıcıdır. Zaman boyunca farklı kültürel geçmişten insanların hayallerine hâkim olan Sandık efsanesi âdeta canlı bir durum almıştır.

Çok kimse sandığın Babilliler'in Kudüs'ü İÖ 587/6'da ele geçirip yıktıkları zaman yok edildiğine inanır. Ancak daha sonraki yıllarda Hahamlar, sandığın kaderi hakkında farklı görüşleri benimsemişlerdir. Peygamber Yeremya'nın sandığı Nebo Dağı'na sakladığına, Kral Yeşua'nın (İÖ 639-609) Tapınak Dağı'nın bir mağarasına gizlediğine, Kral Yehoaş'ın Babil'e sürgüne giderken yanında götürdüğüne inanılır. En garip inanç da sandığın sunak ateşi için odunların depolandığı odun sundurmasının altına saklanmış olduğudur.

 

(Solda) Roma'da Titus Kemeri'nden röliyef. Muzaffer Roma askerleri 70 yılında Kudüs'ü yağmaladıktan sonra tapınak eşyalarını götürüyorlar. Son zamanlardaki bir kurama göre sandık, Romalılar tapınağı yakmadan önce Lût Gölü kıyısındaki Kumran'a kaçırılmıştır. (Sağda) İÖ 9.-8. yüzyıldan kalma küçük bir fildişi panoda bir sfenks. Belki de sandığı koruyan melekler buna benziyorlardı.

Diğer başka garip inanışlar da vardır. Diğer pek çok şeyin yanı sıra sandığın Tapınak Dağı'na döneceği ve Mesih Çağı'nı kabul için yapılacak yeni bir tapınağın en kutsal yerine yerleştirileceğine inanılmaktadır. Eski Arap vakanüvisleri sandığın Arabistan'da güvenli bir yere götürüldüğünü yazarlar. Tapınak Şövalyeleri, Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü ele geçirdiklerinde sandığı aramışlar ama bulamamışlardır. Yine sandığın Vatikan mahzenlerinde saklandığı iddia edilmiştir.

Bazıları onun Mısır Firavunu Şişak (Şoşenk olarak da bilinir, İÖ 945-924) Kenan ülkesine girdiğinde götürüldüğünü düşünürler. Yakın zamanlarda ileri sürülen bir kurama göre Romalılar 70 yılında ikinci tapınağı yaktıklarında sandık yeraltı tünellerinden otuz kilometre ötedeki Kumran civarına taşınmıştır ve hâlâ orada gömülüdür.

Bir başka efsaneye göre sandık, tapınağa yerleştirildikten hemen sonra çalınmış ve Kral Süleyman ile Seba Kraliçesi'nin oğlu Menelek tarafından Habeşistan'a götürülmüştür. Habeşistan'daki Falaşalar, sandığa Habeşistan'a götürülürken eşlik eden Yahudiler'in soyundan geldiklerini iddia etmektedirler.

Habeş hükümdarının geleneksel unvanlarından biri de "Yahuda Aslanı"ydı ve eski Habeş kraliyet ailesi Davud ile Süleyman'ın soyundan geldiklerini iddia ederlerdi. Habeş Kilisesi yüzyıllardır sandığın kendi aralarında saklı olduğunu söylemiştir.

Kutsal Ahit Sandığı efsanelerinin esrarı ne olursa olsun, özgün sandığın Musa'nın zamanından günümüze kadar 3000 yıldır kalmış olması mümkün değildir. Büyük bir olasılıkla sandık, Babilliler İÖ 587 yılında Kudüs'ü ele geçirip Süleyman tapınağını yerle bir ettikleri zaman imha edilmiştir.
#8 - Haziran 22 2008, 13:17:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İason ve Argonotlar

Zaman: İÖ 8. yüzyıl?/efsane
Mekân: Karadeniz Bölgesi

Phoibos, senin gibi yaparak altın postu elde etmek için Pontus'un ağzı ile kara kayalar arasından Argo'yu geçiren o eski zaman insanlarının muhteşem başarılarını hatırlatacağım. RODOSLU APPOLONİOS, İÖ 3. YÜZYIL

Konusu genç bir kahramanın bir yolculuğa çıkıp uzak bir yerden dönerek yetişkinliğe geçişi olan İason ile Argonotlar efsanesinin Yunanistan'da eskilere dayanan kökleri vardır. En azından lirik şair Pindaros'un hikâyenin bir versiyonunu İÖ 5. yüzyılda yaratmasına kadar uzanırsa da, en çok bilinen versiyonu İÖ 3. yüzyılda Rodoslu Apolonios'un Argonautika'sıdır.

İASON'UN MİRASI

Efsane, Tesalya'da İolkos kralı Aison'un iktidar yükünden bıkıp devlet dizginlerini, oğlu İason'un erişkinliğine kadar kardeşi Pelias'a bırakmasıyla başlar. Pelias tek sandaletli bir adama karşı uyarılmıştır ve İason yetişkin bir insan olup tahtta hak iddia etmeye geldiğinde birini yolculuk sırasında kaybettiği için saraya tek sandaletle gelir.

İason'dan korkan ve tahttan da inmek istemeyen Pelias onu İolkos'tan belki de ebediyen uzaklaştırmak için bir hileye başvurur. İason'a iktidarı almadan önce uzaklardaki Kolkhis'ten ailesine ait olan efsanevi altın postu geri getirmesi gerektiğini söyler. İason bu yolculuğa çıkmayı kabul eder. Argo adını verdiği sağlam bir gemi yaptırır, aralarında Theseus, Herakles ve Orpheus gibi kahramanların ve yarı tanrıların bulunduğu bir mürettebat toplar.

Bilinmeyen sularda tehlikeli bir yolculuktan sonra İason ile Argonotlar'ı Kolkhis'e varırlar. Burada Kral Aietes, İason'un bir dizi sınavdan geçtiği takdirde altın postu alabileceğini söyler. İason sınavları geçer, altın postu alır ve yine aynı derecede tehlikeli bir yolculuktan sonra kendi krallığına döner.

 

(Solda) Tim Severin'in İason ile Argonotlar'ın yolunu izleyerek yaptığı yolculuktaki Argo gemisinin kopyası. (Sağda) Kırmızı figürlü vazo, İÖ yaklaşık 470-460; İason altın postu alırken Athena ona bakıyor. Sağda Argo'nun kıç direği; direk başının insan başlı olması geminin konuşabildiğini gösteriyor.

İASON'UN YOLCULUĞU EFSANESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Altın postlu koyunlar, tanrılar ve yarı tanrılar dolu bu hikâyenin düşsel unsurlarını kimse gerçek olarak kabul edemez. Ancak pek çok araştırmacı, hikâyenin Akdeniz'den Karadeniz'e geçen eski Yunan denizcilerinin ilk deniz seferlerinde elde edilen coğrafi bilgileri içerdiğini de belirtir.

Uzak ülkelere yapılan seyahat geleneklerine tarihi bir temel göstermeye yönelik diğer çabalar gibi -Çinliler'in Fu-sang hikâyesi, ya da Aziz Brendan'ın Azizlere Vaat Edilen Ülkeye Gidişi gibi- İason'un seyahatinin tarihe uygun olduğu iddiası maddi kanıtlara dayandırılmamıştır.

Bu tür kanıtlar yolculuğu yapanların gittikleri yerlerde bıraktıkları arkeolojik kalıntılar (Argonautika'da İason ile adamları yol boyunca arkeologlar tarafından bulunabilecek bir dizi tapınak inşa etmişlerdir) ya da gittikleri yerin yerlileriyle ticaret yaparken bıraktıkları nesneler ya da ziyaret ettikleri yerden aldıkları ve sonra yurtlarındaki arkeolojik kazılarda bulunan egzotik nesnelerden oluşabilir.

Oysa îason ve Argonotlar hikâyesinin tarihi temelinin açıklanması coğrafyaya dayandırılmaktadır. Daha basit bir biçimde ifade etmek gerekirse, İason'un hikâyesinin okurları hikâyede gerçek mekânları bulmak için sözü edilen mekânların ayrıntılarını aramışlardır.

İASON KARADENİZ'E GİTTİ Mİ?

Yunan efsanelerini araştıranlardan çoğu bu yaklaşımı kullanarak Kolkhis krallığının Apollonios'un tarif ettiği gibi Euxine Gölü'nün (Yunanlılar'ın Karadeniz'e verdikleri ad) doğusunda günümüz Gürcistan Cumhuriyeti'nde olduğuna inanırlar.

Tarihi ve arkeolojik kanıtlar Yunanlıların antik çağlarda Karadeniz kıyılarını keşfedip koloniler kurduklarını gösterir: Bölgedeki Yunan kolonileri İÖ yedinci yüzyıla kadar uzanır ve ilk keşifler İÖ sekizinci yüzyılda başlamış olabilir. Eski Yunanlılar açısından Kolkhis'in yeri Apollonios'un çok doğru olarak tanımladığı gibi "yeryüzünün ve denizin en uzak sınırlarında"ydı.

Apollonios'a göre İason, Yunan kıyı kenti îolkos'tan yola çıkmış, Çanakkale Boğazı'na girmiş, Boğaziçi'nin girişini koruyan "Çarpışan Kayalar" (Symplegades) arasındaki tehlikeli geçitten (önce bir güvercin uçmuş, kapanan kayalar güvercinin kuyruğunu kıstırınca kayaların açılmasını bekleyip ileri atılarak) çıkmış, sonra kuzey Türkiye kıyıları boyunca doğuya giderek Kolkhis'e varmıştır.

İason ve yanındaki kahramanlar burada gemiden inerler, ve kral Aietes'in huzuruna çıkarlar. Postu vermek için burnundan ateş püskürten iki boğayı boyunduruğa vurma şartı ve ona yardıma koşan kralın kızı Medea ayrı bir konudur.

İason'un hikâyesinin çeşitli versiyonlarında farklılıklar varsa da, Apollonios'un Argonautika'smda Argonotlar geldikleri yoldan dönmeyip kuzeye çıkmışlar, Apolonios'un Istrus adım verdiği, Yunanlılar'ın bildiği, Tuna dediğimiz ırmağa varmışlardır. Bu yorumda îason ile Argonotlar, Apollonios'un Adriyatik Denizi'ne döküldüğünü sandığı Tuna boyunca yollarına devam etmişlerdir.

Argonotlar bundan sonra Argo'yu Apollonios'un Rhodanus dediği (ki, Fransa'daki Rhöne olduğu anlaşılmaktadır) ırmağa sokmuşlardır. İason yine Apollonios'un Akdeniz'e döküldüğünü tahmin ettiği Rhodanus'u izlemiş, sonra da İtalya'nın batı kıyısından aşağı inerek Thrinakia (Sicilya) ile İtalya arasındaki boğazdan geçmiş, Kuzey Afrika'da yoluna bir süre karadan devam ettikten sonra kuzeye yönelip Girit'in doğusundan geçerek İolkos'a varmıştır.

 

(Solda) Kül-Oba'dan Athena başlı altın pandantif, İÖ yaklaşık 400-350. Karadeniz'de Yunan altın işçiliğinden bir örnek. Yunanlılar'ın bölgenin altın madenleri konusundaki bilgileri Altın Post hikâyesine katkıda bulunmuş olabilir. (Sağda) Argo Symplegades'ten -Çarpışan Kayalar- geçerken. B. Picart, 1730-31.

İASON KUZEY AVRUPA'YA MI GİTTİ?

Dönüş yolculuğunun bir başka senaryosunda Istrus, Tuna değil, Rusya'daki Don Irmağı'dır ve Argo buradan Volga'ya geçmiş, Volga üzerinden Barents Denizi'ne çıkmış, batıya doğru Avrupa kıyılarını izleyerek Cebelitarık Boğazı'na gelmiş, oradan doğuya dönüp Akdeniz'den geçerek İolkos'a dönmüştür.

Argo'yu bu yolda karadan millerce yürütmek aşılmaz bir sorun gibi görünse de, burada kahramanlardan ve yarı tanrılardan söz ettiğimiz unutulmamalıdır. Apollonius'un daha mantıklı yolunda bile Argonotlar teknelerini Akdeniz'i bulana kadar Libya çöllerinde taşımışlardır.

İASON AMERİKAYA MI GİTTİ?

Henriette Mertz, The Wine Dark Sea (1964) adlı çalışmasında çok daha akılalmaz bir yol önermektedir. Mertz'e göre Kolkhis, Karadeniz'de bir krallık değil, Güney Amerika'da Bolivya'da Titikaka Gölü'nün hemen güneyinde bir prensliktir.

Apollonius'un Çarpışan Kayalar tanımı Hertz'e göre doğal bir gelgit olgusunu anlatmaktadır ki, bu Karadeniz'de mümkün olmayıp Küba ile Haiti arasındaki boğazı göstermektedir. Mertz, Argonotlar'ın daha sonra Kuzey Amerika kıyılarına paralel olarak kuzeye yöneldiklerini ve oradan da Yunanistan'a döndüklerini iddia etmektedir.

İASON EFSANESİ: KARAR

Bu spekülasyonları destekleyecek arkeolojik kanıt yoktur. Ne Brezilya'da, hatta ne de Kuzey Avrupa'da eski Yunan eserlerinin bulunduğu arkeolojik alanlar olmadığı gibi, Yunanistan'da da Kuzey Avrupa ya da Yeni Dünya'nın bilinen nesnelerine rastlanılmamıştır.

Bir roman yazarının tezgâhında dokunan bütün eserler gibi burada da gerçek iplikleri varsa da, İason'un hikâyesi bir tarih olarak amaçlanmamıştı. Bu bir kahramanın yolculuğu ve bir gencin erişkinliğe varışının hikâyesidir, bir anı kitabı değildir. Ancak Karadeniz kıyılarındaki Yunan kolonilerinin arkeolojik kanıtları İason'un hikâyesinin Yunanlılar'ın kendi bildikleri dünyanın ucundaki coğrafya bilgilerine dayandığı varsayımını desteklemektedir.

GEMİ VE MÜRETTEBAT

Argo ve Argonotlar Efsanevi gemi Argo (hızlı) elli beş kürekli bir gemiymiş ve onu yapan ustanın adı da Arestor'un oğlu olduğu söylenen Argos imiş. Sefere katılan Argonotlar, Troya Savaşı'ndan önceki kuşaktan kişilerdir. Efsane yazarlarının listeleri birbirini tutmamakla birlikte, İason, usta Argos, dümenci Tiphys, şair Orpheus, İdmon, Amphiaros ve Mapros adlı kâhinler, Borlas'ın oğulları ve Herakles en bilinenleridir.

 

İason ile Argonotlar'ın inanılırlık sırasına göre muhtemel yolları.1. Rodoslu Apollonius'a göre Karadeniz'in doğu ucundaki Kolkhis'e gidiş yolu doğrudan doğruya ama dönüşü dolaylı. 2. Bu daha hayali yolda dönüş yolculuğunda Argo Kuzey Avrupa, İskandinavya ve Fransa ile İspanya'nın çevresinden dolaşıyor. 3. Henriette Mertz, efsanenin çeşitli versiyonlarındaki nirengi noktalarını yorumlamasına dayanarak Argonotlar'ın Atlas Okyanusu'nu geçerek Güney Amerika'ya ulaştıklarını iddia ediyor.
#9 - Haziran 22 2008, 13:18:18
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Theseus ve Minotauros

Zaman: Efsanevi/Tunç Çağı
Mekân: Ege Denizi'nde Girit

Böylece Minos, utancını gizlemek için canavarı bir hapishanede saklamaya karar verdi ve büyük yetenek sahibi ünlü mimar Daedalos'un çizimiyle bir yer yaptı. Bu hapishane gözleri aldatan labirent geçitleriyle... OVİDÎUS, 1. YÜZYIL

Theseus ve Minotauros hikâyesinin (ki, bazı bölümleri İÖ 6. yüzyıl sonralarına kadar izlenebilir) İÖ 2. yüzyıl kaynağı Atinalı Apollodoros'a göre Theseus, Atina'nın eski bir kralıydı. Babası ölümlü kral Aigeus ise de, "biyolojik babası"nın Tanrı Poseidon olduğu iddia edilmiştir.

Theseus'un hikâyesinin ana konusu bir gencin çeşitli güçlüklerle başederek ergenliğe erişmesidir. Yunan mitolojisinde çok rastlanıldığı üzere erkekliğe giden yol gurur, ironi ve hüzünle kaplıdır. Ancak bu hikâyenin başka bir tarihsel gerçeği var mıdır?

Theseus'un Troizen köyünde doğumundan sonra Aigeus, yeğenleri Pallasoğulları'nın intikamından korktuğu için çocuğunu Atina'ya götürmemişti. Troizen'den ayrılırken, büyük bir kayanın altına kılıcını ve sandaletlerini gizlemiş ve karısı Aithra'ya çocuğu bu nesneleri kayanın altından tek başına çıkartacak kadar büyüyene ve güçlenene kadar köyde tutmasını söylemişti. Ancak bu işi başardıktan sonra Theseus'un Atina'ya babasının yanına gitmeye izni olacaktı.

Theseus on altı yaşına geldiğinde güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Annesi Aithra da onu kayanın yanına götürdü. Delikanlı kayayı kolayca kaldırıp babasının eşyalarını aldı. Bu görevi başardıktan sonra aldığı talimat uyarınca Atina'ya gitmeye karar verdi. Aithra onun deniz yoluyla gitmesini istiyorsa da, Theseus haydutlar, yolkesenler ve vahşi hayvanlarla dolu tehlikeli kara yolunu seçti.

Beklenildiği gibi yol boyunca pek çok tehlikeyle karşılaştı ve hepsinin üstesinden geldi. Büyük gücünü ve kurnazlığını kullanan Theseus, başka kahramanlıkların yanı sıra Periphates'i öldürüp onun gürzünü elinden aldı, eşkıya Skiron'u yenerek denize attı, kötü yürekli Prokrustes'i öldürdü, "Crommion'un vahşi dişi domuzu"nu imha etti.

 

(Solda) Theseus, Minotauros'a bu göz kamaştırıcı labirentin ortasında öldürücü darbeyi vurmaya hazırlanıyor. Salzburg yakınlarında bir Roma villasından mozaik, 400 yılları civarı. (Sağda) İÖ yaklaşık 500-413 yıllarına ait Knossos'tan gümüş bir sikkede koşan Minatauros, efsane ile süregelen ilişkiyi gösteriyor.

ATİNA'NIN KAN BEDELİ: MİNOTAUROS'U BESLEMEK

Theseus, Atina'ya geldiğinde ülkesine çöken büyük bir felaketle karşılaştı. Uzun yıllar önce -Apollodoros, Troya Savaşı'ndan üç kuşak önce der- Girit Kralı Minos'un oğlu Androgeas, Atina'ya karşı bir savaşta öldürülmüştü. Kral Minos öfkesi ve yası için kan parası istedi ve Atinalılar da Girit'le daha büyük bir çatışmaya girmemek için bunu kabul ettiler. Her yıl (efsanenin bazı anlatımlarında dokuz yılda bir kere) Atinalı yedi genç erkek ve yedi genç kız Girit'e götürülecekler ve burada yarı insan yarı boğa Minotauros'a yem olmak üzere verilecekler ve o da onları Labyrenthos (labirent) hapishanesinde öldürecekti.



Knossos Sarayı'ndaki bu duvar resminde bir törende genç cambazlar ve saldıran boğa. Bu tür uygulamalar Atina gençlerinin Minotauros'a kurban edilmeleri hikâyesinin temeli olabilir mi?

Minotauros'un kökeni Kral Minos'un tanrıları kandırma boş çabasına kadar izlenebilir. Minos, tanrılara kurban edeceği kusursuz bir boğa için dua etmiş, Poseidon da buna razı gelmişti. Boğa o kadar muhteşem bir hayvandı ki, Minos onu kendine saklayıp daha az kusursuz bir hayvan kurban etmeye karar verdi.

Poseidon, Minos'un yaptığı işi anlayarak ona bir ceza verdi. Öfkeli Tanrı'nın Minos'un karısı Pasiphae'ye yaptığı büyü nedeniyle kadın tanrısal boğaya âşık oldu. Boğayla birleşmesi sonrası hamile kalıp Minotauros'u doğurdu. Minos ünlü mimar Daedalos'a Minotauros'un hapsedileceği karmaşık bir Labyrenthos inşa ettirdi ve böylece Girit halkı bu yarı insan yarı boğa yaratığın tahribatından korunmuş oldu.

Theseus Atina'ya vardığında, son kurban grubu kendilerini Girit'e ve ölümlerine götürecek olan kara yelkenli gemiye binmek üzereydi. Theseus, Minotauros'u yenip bu korkunç kurban işine son vereceğine inanarak seçilmişlerden birinin yerine geçmek istedi. Kral Aigeus oğlunu vazgeçirmeye çalıştı ama sonunda bir şartla isteğini kabul etti: Theseus, Minotauros'u öldürüp Labyrenthos'tan kurtulabilirse Girit gemisiyle muzaffer olarak Atina'ya dönerken babasının başardığım anlaması için kara yelkenler yerine beyaz yelkenler takacaktı.

Theseus ile diğerleri Girit'e varınca Labyrenthos'a götürüldüler. Kral Minos ile Pasiphae'nin kızı kurnaz Ariadne, Theseus'u görür görmez ona âşık oldu ve Labyrenthos'ta kaybolmasını önlemek için basit bir strateji geliştirdi.

Theseus uyumakta olan Minotauros'a erişinceye kadar kızın verdiği ipek iplik yumağını boşalttı. Minotauros uyandı ve çok şiddetli bir mücadeleden sonra Theseus canavarı öldürdü. Sonra ipi izleyerek kapıya ulaştı ve Atina'ya döndü. Ancak ne yazık ki yelkenleri değiştirmeyi unutmuştu. Aigeus kara yelkenleri görünce, oğlunun öldüğünü düşündü ve acısından yüksek bir yardan denize atlayarak hayatına son verdi.

 

(Solda) Genelde kalpsiz bir canavar olarak resmedilmesine rağmen G. F. Watts'ın Minotauros'u burada hüzünlü görünmektedir. (Sağda) Theseus, Minotauros'u öldürdükten sonra cansız gövdesi üzerinde dinleniyor. Antonio Canova'nın heykeli, 1781-83.

THESEUS VE MİNOTAUROS: GERÇEK PAYI VAR MI?

Girit'teki bu efsane konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt var mıdır? Yarı insan yarı boğa yaratığı bir kenara bırakırsak Apollodoros'un Girit'te Kral Minos'tan söz etmesinin ilginç olduğunu görürüz. Girit'te Knossos'ta 1900 yılında Sir Arthur Evans'ın başlattığı arkeolojik kazılar daha önce bilinmeyen bir uygarlığın varlığını ortaya çıkarmıştır.

Evans buna Kral Minos'un adıyla Minos uygarlığı adını vermiş ve doruk noktasına İÖ 50 ile 1420 arasında eriştiğini saptamıştır. Eski Giritliler'in boğaların nemli rol oynadığı bir dinleri vardı. Knossos'ta çok büyük bir Minos sarayındaki bir freskte bir dini tören olabilecek bir sahnede cambazlar bir boğanın üzerinde takla atmaktadırlar. Sarayın duvarları kireçtaşından stilize edilmiş büyük boğa boynuzlarıyla süslüdür. Sarayda bulunmuş tören kapları boğa başı biçiminde yapılmıştır.

Knossos Sarayı'nın planı da 20 bin metrekareye yayılmış yüzlerce, belki de bin odalı bir labirent görünümündedir. Bu gerçek bir labirent olup insanlar tapınak ile Minotauros'un Labyrenthos'u arasındaki ilişkiyi çok eskiden beri kurmuşlardı. İÖ 500 yılında, tapınak çoktan terk edilmiş olduğu sırada Giritliler, bir yüzünde Minotauros bir yüzünde bir labirent olan paralar basmışlardı.

Bu nedenle Theseus ve Minotauros efsanesinin, efsane dürbünüyle bakılan gerçek bir tarih olayını taşıdığı düşünülebilir. Hikâye Yunanlılar'ın Minos uygarlığına tabi olduğu bir dönemi yansıtıyor olabilir ve Minotauros'un Labyrenthos'u da, Knossos'taki kazılar sonrası ortaya çıkan Tunç Çağı saray-tapınağının karmaşık oda düzeninin mitolojik yorumu olabilir.

Araştırmacılar Rodney Castleden ve J. Lesley Fitton, Theseus'un Minotauros'u öldürüp Yunanlılar'ın Minoslular'a ödedikleri korkunç kan parasına son vermelerinin Yunan uygarlığının yükselerek Minoslular'ın Tunç Çağı boyunduruğundan kurtulmalarının efsanevi bir mecazı olduğunu iddia etmektedirler.

Girit dönüşü Theseus'un kral oluşu, tanrıça Athena şerefine Panathencia, Poseidon şerefine de İsthos şenliklerini düzenlemesi, halkın çıkarlarını gözeten, zenginlerle soyluların ayrıcalıklarını kısıtlayan toplumsal yasalar çıkarması, bir yanda çeşitli yiğitliklerini sürdürmesi, hatta arkadaşı Lapith kralı Peirithos'la birlikte Argonautlar'ın seferlerine katılması, Kalydon avına gitmesi, Oidipus'u Attika'ya kabul edip rahatça ölmesini sağlaması başka efsanevi özelliklerindendir.

 

(Solda) Knossos'tan boğa başlı törensel sıvı kabı. Minoslular'ın sanatında sık sık boğa simgelerine rastlanılması bunların büyük dini önemlerine işaret etmektedir. Yunanlılar'ın yarı insan yarı boğa Minotauros efsanesinin kaynağı bu olabilir. (Sağda) Knossos Sarayının planı: Merkezdeki büyük bir avlu çevresinde koridorlardan ve odalardan oluşan bir labirent.
#10 - Haziran 22 2008, 13:19:01
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Punk- O -Rama

Atlantis ile ilgili sayısız kitap okudum,hiçbiri beni tatmin edemedi,çoğu hezeyandan öteri gitmez.Geçen yaz aldığım Atlantis'in Keşfi adlı kitaptaki "Timaio ve Kritias" diyaloğu sonucu,bu minvallerden yola çıkarak Atlantis'in Kıbrıs'ta olacağına karar verdim.Tezdeki yazılar çürütülecek nitelikte bile değiller,hepsi sağlam.Böyle olaylara ilgisi olanların okumasını öneririm,azcık bilgi sahibi olsunlar.Bu arada,ktiaptada Atlantis'in Kıbrıs'ta olduğu gözlemler sonucu söylenmiş.
#11 - Haziran 22 2008, 13:19:37

İsa'nın Kefeni

Zaman: 33 yılı? / 1260-1390?
Mekân: Torino, İtalya

Tanrı rahibin hizmetkârına keten bezi verince o da James'e gitti ve ona göründü. APOKRİFA.

Basit bir biçimde söylemek gerekirse Torino Kefeni, 430 santimetre uzunluğunda ve 110 santimetre eninde büyük bir keten kumaş parçasıdır ve üzerinde -önünde ve arkasında- çarmıha gerilerek öldüğü anlaşılan bir insanın görüntüsü vardır.

Yalnızca bu bile ilgi uyandırmaya yeterliyken, bunun İsa'nın kefeni olduğu iddiası (kilise yetkilileri bu iddiada bulunmamışlardır) bir tartışma konusu olmuştur. Bu iddia nedeniyle ayrıntılı bilimsel incelemeler yapılmış, uluslararası konferanslar toplanmıştır. 1978'de İtalya'daki Torino'da sergilenen kefen, üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Gelecek sergilerde bu sayının çok daha yüksek olacağı kuşkusuzdur.

Bazıları kefen tarihinin 1357'de, Charney'li II. Geoffrey'in Fransa'da Lirey'de sergilemesiyle başladığını düşünmektedir. Ancak İsa'nın görüntülerinden daha önce de söz edildiği bilinmektedir. Örneğin, 4. yüzyılda bir kaynak Thaddaeus ya da Addai'nin Edessa'da (Urfa), "seçme boyalarla" İsa'nın bir resmini yaptığını nakletmektedir.

6. yüzyılda bir başka kaynak, İsa'nın yüzünü bir havluya sildiğinde üstünde görüntüsünü bıraktığını bildirmiştir. İsa bu havluyu, Edessa Kralı Abgar'ın bir elçisine vermiştir. Edessa'da İsa'nın resmi olduğu hikâyeleri, Bizans ordusunun görüntüyü Konstantinopolis'e (İstanbul) götürdüğü 944 yılına kadar devam etmiştir. Resim burada 1204'e kadar kalmış, o yıl Dördüncü Haçlı Seferi şövalyeleri kenti yağmalamışlar ve bu arada resmi de almışlardır. Kefenin 14. yüzyıl Fransa'sında sergilenebilmesinin açıklaması bu olabilir.

  

(Solda) Konstantinopolis'te (İstanbul) 692 ile 695 yılları arasında kesilmiş bir II. Jüstinyen sikkesi. İsa'nın görüntüsünü taşıyan bu ilk sikkelerde, kefendeki görüntüyle yakın bir benzerlik vardır. (Ortada) Sina Dağı'ndaki Azize Katherine Manastırı'nda 6. yüzyıldan kalma bir ikona. (Sağda) Kefenin 1898'de çekilmiş ilk fotoğrafının negatifi.



1999'da sarısabır ve mürrüsafi sürülmüş bir kumaş kullanılarak elde edilen görüntü.

KEFEN VE TARİHLEME ÇABALARI

Ortaçağlarda İsa'nın pek çok "kefeni" sergilendiği için Torino Kefeni'nin ilginçliği nereden kaynaklanmaktadır?

Kefen üzerindeki görüntü, beyaz bir zemin üzerinde gayet soluk, sarımtrak bir benzerliktir. Ancak bunun çarmıha gerilmiş bir insanın negatif görüntüsü olduğu anlaşılmaktadır ve garip olan yanı, üç boyutlu bilgi de içermesidir. Görüntüde şaşırtıcı derecede ayrıntı vardır: Örneğin, insan anatomisi, bilek ve ayaklardaki çivi yaralarından akan kanla, kırbaçlamanın yaralarıyla, kafatasındaki kanla ve saç ve sakal ayrıntılarıyla büyük bir doğrulukla betimlenmiştir.

Gözlemciler ayrıca büyük bir olasılıkla kırılmış buruna ve gözlerdeki sikkelere de işaret etmektedirler. Kan lekelerine DNA testi yapılmış ve insan kanı, erkek ve AB tipi kan olduğu anlaşılmıştır.

Toprak, toz ve polen zerreleri gibi mikroskopik bulgular da vardır. Polenler incelenmiş ve uzmanlar yalnızca Kudüs ve Eriha çevresinde yetişen 19 ayrı bitki türü tespit ettiklerini iddia etmişlerdir.

1988'de Zürih, Oxford ve Tucson'da laboratuarlarda Accelerated Mass Spectrometry tekniği kullanılarak radyokarbon (C-14) tarih saptama testleri yapılmıştır. Bu laboratuar çalışmaları için kefenden kesilmiş, l santimetreye 5,7 santimetrelik bir kumaş parçası üç laboratuvara paylaştırılmıştır. Laboratuvar sonuçları, kefenin 1260 ila 1390 yılları arasından kaldığım göstermiştir. Bu sonuçlar, kumaşın yaşı sorununu çözmüş müdür?

Özellikle başta basın olmak üzere pek çok kişi ve çok sayıda bilimadamı için 1988 sonuçları kesindir. Ancak diğerleri, örneğin kefenin ilk sergilendiğinden bu yana en çok insan eli değen kısmından alındığına işaret etmişlerdir. Ayrıca, kefen 1532'de Torino'da bir yangında kavrulmuştu. Yanmanın yeni maddeler getirdiği kuramı, bilinen örneklerin test edilmesiyle de doğrulanmıştır.

Yine bazıları eski keten elyafında bakterilerin ve mantarların yetiştiğini ve bunların kefen için kullanılan tarih belirleme süreciyle ortadan kaldırılamayacağına dikkat çekmişlerdir. Son olarak da, radyokarbon tarihi 13. ya da 14. yüzyıl olduğuna göre görüntü (eğer sahte ise) ortaçağa ait olmalıdır ama hiç de öyle değildir.



Torino Kefeni'nin önü ve arkası. İki dikey çizgi yanık izleridir ve üçgen parçalar 1532 yangınında oluşmuştur.

KEFENİN AÇIKLANMASI

Şu halde Torino Kefeni nasıl açıklanmıştır? Bu bir sahtekârlık mıdır, bir tesadüf ya da mucize midir? Zaman içinde bu açıklamaların hepsi ileri sürülmüştür. Örneğin, kefen üzerinde fırça izleri yoksa da, resim boyaları sürerek yapılmış olabilir. Bazıları görüntünün sıcak bir heykele yaslanan kumaşın kavrulması olduğunu iddia etmişlerdir. Yine bazıları çürümekte olan insan vücudundan çıkan gazların yarattığı bir tür "buğugraf" olduğunu savunmuşlardır. Bazıları bunun bir cesedin doğal izi olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır (Volkringer etkisi ya da keten elyafın suyunun çekilmesi).

Bir kısım araştırmacılar da radyasyon kuramlarına başvurmuşlardır: Vücudun doğal elektromanyetik alanının kumaşla etkileşimi. Bazıları İsa'nın dirildiğindeki doğaüstü elektromanyetik radyasyon patlamasını savunmuştur, İsa'nın dirilmesine ilişkin ruhsal enerjilerin, kefendeki izleri bıraktığını söyleyenler bile vardır.

Şu halde bu esrarengiz keten kefeni nasıl açıklayacağız? Bu gerçekten bir mucizenin kanıtı mıdır? iddia ve deney için hâlâ imkân vardır. En inandırıcı kuramlardan bazıları, kefenin üzerindeki izin, henüz tam olarak anlamadığımız karmaşık ve hassas doğal süreçlerin sonucu oluştuğudur.

Kudüs'te eski bir mezarda bir anatomi mankeniyle yapılan deneylerde, hararetle (ölüm sonrası ateş) birleşerek tepkimeye giren insan terinin ortaya bir asit çıkardığını ve bunun, mezarın kireçli ve çok rutubetli ortamında ham keten üzerinde bir tür görüntü oluşturabileceğini göstermiştir.

Gerçekte her ne olmuşsa olsun, Torino Kefeni, gerçek bir bilimsel anormalliktir ve yıllardır yapılan bütün çözümlemelere ve sınıflandırma çabalarımıza inatla direnmektedir.
#12 - Haziran 22 2008, 13:20:16
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kral Arthur ve Kutsal Kâse

Zaman: 400-600 yılları
Mekân: Britanya

Eğer tam olarak ne olduğunu görebilsek kendimizi, Odisseia ya da Eski Ahit kadar iyi bir temele dayanan, esin kaynağından ve insanlığın mirasından kopması imkânsız bir konuyla karşı karşıya bulurduk. Bunların hepsi gerçektir, gerçek olmalıdır ve ayrıca gerçek olması daha çok ve daha iyidir. WINSTON CHURCHILL, 1956

Kral arthur efsaneleri "gerçek" midir? Ve bunlar tarihi gerçekleri yansıtmakta mıdır? Çağdaş Arthur meraklılarının çoğu, Churchill'in bu saptırıcı özdeyişi karşısında pek rahat değillerdir. Bu insanlar elimizdeki tarihi ve arkeolojik kanıtlarla Arthur'un varlığını kanıtlamamız "gerektiğine" inanmaktadırlar. Ancak bu, sorunu daraltmak olur. Arthur esrarının "gerçeği" yalnızca tarih ve arkeolojide değil, aynı zamanda mitolojide, folklorda, edebi eleştiride ve diğer disiplinlerdedir. Camelot'yu araştırırken bir değil pek çok Arthur ile karşılaşmaya hazır olmalıdır.

Tarihi bir Arthur bir olasılık ise de, sağlam kanıt eksikliği vardır. Arthur'un eylemlerinin ilk yazılı kayıtları -Annales Cambriae (Galler Tarihi Olayları) ve ünlü Historia Brittonum (Britanyalılar'ın Tarihi)- 8. ve 9. yüzyıllarda Arthur'un ölümü için verilen tarihten (Annales Cambriae'de 537) 300 yıl sonra yazılmıştır.

Arthur'dan söz edilen Gal şiiri Y Gododdin daha eski olabilir (şiir sözlü olarak 600 yıllarında söylenmeye başlamıştır) ancak yazılı olarak 13. yüzyılda görülür. Arthur'un varlığı konusunda bir ilk kaynak yoktur. Altıncı yüzyıl başlarında yazan Britanyalı Gildas, Arthur'dan söz etmez, iki yüzyıl sonra Gildas ve diğer birincil kaynaklara dayanarak ünlü tarihini yazan Bede de, Arthur'dan söz etmemektedir. Çağından kalma belge olmayınca tarihçiler de Arthur'un varlığını güçlü bir biçimde savunamamışlardır.

 

(Solda) Glastonbury Tor bir zamanlar bataklıkla çevriliydi ve Ortaçağ'da Avalon Adası olarak bilinirdi. (Sağda) Cornwall'da "Tintagef Adası" olarak bilinen kayalık burnun havadan görünüşü.

ARTHUR VE ARKEOLOJİ

Glaston manastırında keşişler 1191'de eski mezarlıklarını kazınca ilginç bir mezarla karşılaştılar, îçi oyuk bir kütük tabutta iriyarı bir erkekle sarı saçları hâlâ duran bir kadının kemikleri vardı. Mezarın yanındaki devrilmiş bir kurşun haçın üzerinde Latince bir yazı okunuyordu: Hic iacet sepultus incli-tus ıex Arturius in insula Avalonia (Burada Avalon Adası'nda ünlü Kral Arthur yatıyor).

Bu kazı konusu tartışmalı olmasaydı, Arthur ve Avalon konularının fazla bir esrarı olmayacaktı. Ancak Glastonbury keşişleri ne aradıklarını biliyorlardı -bir ozan, hamileri Kral II. Henry'yi sözde "uyarmıştı"- ve Arthur'un kemiklerinin bulunması, manastırı yeniden inşa edecek geliri sağlayacak hacıların akmasını sağlayacaktı.

Arthur'u Avrupa'da meşhur eden kitap -Monmouth'lu Geoffrey'in History of the Kings of Britain'i (1136'da yazılmıştı)- o sırada çağdaş bilimadamları tarafından eleştirilmekteydi. Ayrıca günümüz bilimadamları da haçtaki (ki kemiklerle birlikte o da kayıptır) harflerin Arthur'un sözde yaşadığı çağdan çok sonrasına ait olduğunu ve keşişlerin sahtekârlık yaptığına kanaat getirmişlerdir.

Sahtekâr olsun ya da olmasınlar, Glastonbury keşişleri Arthur'un var olup olmadığı konusunda maddi delil arayan ilk kişilerdi. Camelot araştırması ilk eski çağ araştırmacılarını büyülemiş, bunlar Güney Cadbury gibi yerlerle Arthur'u ilişkilendirmişlerdi. Ancak 20. yüzyılda modern arkeolojinin gelişmesiyle "Arthur Çağı" hakkında (5 ve 7. yüzyıllar) yeni ve ikna edici kanıtlar ortaya çıkmaya başladı.

İlk keşif Cornwall'da Tintagel'de, Geoffrey'in History'sinde Arthur'un doğum yeri olarak gösterilen bölgede yapıldı. Ralegh Radford'un kazıları daha sonraki Norman şatosunun altında taştan yapılma birkaç küçük bina ile binlerce çömlek parçasını ortaya çıkardı. Yapılarda dikkati çekecek bir şey yoksa da, çanak çömlek parçaları 5. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar Doğu Akdeniz'den ve Kuzey Afrika'dan getirtilen zarif sofra takımlarıyla amforalara (şarap ve yağ kapları olmalıydı) aitti.

Radford, Tintagel'i, Britanya'nın Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti olması sona erdikten yüzyıl sonra, keşişleri Akdeniz dünyasıyla ticaret yapan bir Kelt manastırı olarak yorumladı. Daha yakın zamanlarda bilimadamları Tintagel'i vergi alan ve çevresindekilere armağanlar dağıtan güçlü bir reisin üssü olarak görmektedirler. Bu reis Arthur muydu?

Tintagel'de yapılan son kazılarda daha pek çok küçük bina çıkmış ve bir kanalizasyon hendeğini örten arduvaz levha üzerindeki Latince ARTOGNOV kelimesine rastlanılmıştır. Bunun Galli karşılığı Arthnou demektir. Bu, Arthur'un varlığına işaret etmezse de, altıncı yüzyılda Tintagel'de Latince okuryazarlığının ve düzenli bir mühendisliğin varolduğunun kanıtıdır.

Dikkatleri çeken diğer bir kazı da Leslie Alcock'un 1960lı yılların sonunda Güney Cadbury'deki çalışmasıdır. Yüzyıllardır "Camelot" olarak bilinen bir yerde Alcock, bir tepeye inşa edilmiş Demir Devri'nden kalma bir kale kazısında burasının Neolitik Dönem'den Geç Sakson dönemine kadar iskân edilmiş olduğunu saptamıştır.

"Arthur" döneminde (5. ve 6. yüzyıllar) kale tahkim edilmiş, çevredeki düzlükte yeni binalar ve bu arada büyük bir "şölen" salonu yapılmıştır. Burada Tintagel'de bulunanların eşi çanak çömlek parçalarının bulunması Güney Cadbury'nin de 5. ve 6. yüzyıllarda lüks mallar ticaretinde faal olduğunu göstermiştir. Ayrıca, yeni surları inşa etmek ve korumak için gerekecek insangücü önemli bir yerel kralın varlığına da işaret etmektedir.

 

(Solda) Winchester Yuvarlak Masası: 13. ya da 14. yüzyılda yapılmış olan bu büyük meşe ağacından masa, VIII. Henry'nin hükümdarlığı zamanında yapılmıştır (Arthur burada, bir Tudor Kralı'na benzemektedir). (Sağda) Tintagel'de C bölgesinde kazı yapan Glasgow Üniversitesi ekibi.

KUTSAL KÂSE

Myrddin (Merlin) ve Tristan ile Isolde efsaneleri gibi Kutsal Kâse de Arthur efsanelerine daha sonraları eklenen bağımsız bir efsane olabilir. Kâse, 1190 yıllarında Chretien de Troyes tarafından yazılan Fransız şiiri Perceval'de. ilk ortaya çıktığında sakat Balıkçı Kral'ın şatosunda, içinde ayin ekmekleri sunulan süslü bir tabaktır (Eski Fransızca'da graal). Şiir yarım kaldığı için daha sonraki yazarlara kâseyi çok çeşitli biçimlerde sunma özgürlüğü tanınmıştır. Bunlardan bazıları Hıristiyanlık öncesi, Kelt'lerin tılsımlı kazanlar masallarını yansıtır.

Ancak bu masalların en popüleri, kâseyi Son Yemek'in kupasıyla, san graal ya da "kutsal kâse"yle ilişkilendirendir. Ortaçağ söylencelerine göre bu kutsal emanet, Arimethalı Yusuf'un eline geçmiş, onun ailesi de bunu Glastonbury'de adanın ilk Hıristiyan cemaatinin kurulması sırasında Britanya'ya getirmiştir.

Hiç kuşkusuz Glastonbury keşişleri bu efsanenin oluşmasında üzerlerine düşen rolü oynamışlardır. Yine de arkeologlar Glastonbury'de bu ilk Hıristiyan cemaati söylencesinin doğru olup olmadığını merak etmişlerdir. Ralegh Radford 1950'li yılların sonunda manastırın bazı bölümlerinde kazılar yapmıştır. Sakson binalarının altında çok eski zamanlardan kalma bazı yapılar bulmuş ve bunları kurucuların kilisesi olarak tanımlamıştır.

Ayrıca, eski mezarlıklarda Glastonbury keşişlerinin gerçekten dedikleri yerlerde kazılar yapıp eski zamanlardan kalma mezarlar bulduklarını saptamıştır. On yıl sonra Philip Rahtz, yakınlardaki Glastonbury Tor'da yaptığı kazılarda ahşap bina kalıntıları, maden işçiliği molozları ve bu iskânı Arthur dönemine kadar geri götürmesini sağlayan çömlek parçaları bulmuştur.

 

(Solda) Tintagel'de 1998'de yapılan kazılarda Artognov adının yazılı olduğu taş levha. (Sağda) 8. yüzyıl yapımı olan süslü Ardagh Kupası pek çok çağdaş yazarın Kutsal Kâse imajıdır.

BİR ZAMANLARIN VE GELECEĞİN KRALI

Bu arkeolojik faaliyetlere rağmen tarihi bir Arthur'la özdeşleştirilecek herhangi bir şey bulunmuş değildir. Bu arada, İngiltere ve Amerika'da bir Arthur kitapları sanayii başını alıp yürümüştür. Bu detektif hikâyelerini andıran eserlerde çeşitli Arthur adayları vardır: 2. yüzyıl Romalı generali Lucius Artorius Castus, Bröton savaşbeyi Riothamus, Gwynedd adında pek bilinmeyen bir Galler kralı ve İskoç kralı Âedân mac Gabrâin'in oğlu Artuir.

Bu arada yerel turizm şirketleri, Arthur'un Cornwallı mı, Galli mi, yoksa İskoç mu ilan edileceğini merakla beklemektedirler!

Arthur'un bir parçasını elde etme çabası yeni bir şey değildir. Ünlü İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard, bizzat katıldığı Haçlı Seferi sırasında bir yoldaşına, Excalibur olduğu söylenen bir kılıç vermiştir, VIII. Henry, imparator V. Şarl'a Winchester Sarayı'nda asılı olan "gerçek" Yuvarlak Masa" tablosunu (ancak tabloda Henry'nin kendisinin tıpatıp benzeri vardır) göstermiştir.

Hem İngiliz hem de Galli prensler, kendi siyasal hedeflerini desteklemek için Merlin'in Arthur hakkındaki kehanetlerini kullanmışlardır ve Spenser ve Alfred Tennyson gibi çok sonraki şairler hüküm sürmekte olan kralların zaferlerini büyütmek için Arthur hakkında yeni hikâyeler yazmışlardır. Ortaçağ efsanelerinin çoğunda Arthur'un sonu bir gizlilik perdesiyle örtülü olduğu için, kendisi, her kuşakta yeniden ortaya atılıp tartışılacak, kusursuz bir "geçmişin ve geleceğin" kralıdır.
#13 - Haziran 22 2008, 13:21:09
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kıyamet 2012'de mi?

Zaman: 250-909
Mekân: Orta Amerika

Ve yine bir aşağılanma, yıkım ve yok olma geliyor... Gökyüzünden reçine yağmuru yağdı. Yüz Oyan adında biri geldi: Onların gözlerini çıkardı. Kan Akıtıcı geldi: Kafalarını kopardı. POPOLVUH, 16. YÜZYIL.

2012 aralık ayında dünyada yaşayan insanlar korkunç bir felaketle yeryüzünden silinecekler. Son yangınlara, sel ve şeytanların istilasına bakarak bunun beklenmedik ve korkunç bir biçimde geleceği söylenebilir. En azından eski Maya takviminin "nihai geri sayımı"na girerken bunları beklememiz gerektiği söylenmektedir.

Belki bir iki gün farkla o kader ayının 23. günü, Uzun Sayı döngüsünün 13 Bak'tun'unun sonuncu günü olacak ve böylece İÖ 3114 yılında böyle bir olayla başlayan 1.872.000 günlük yolculuğunu tamamlayacaktır. Bu gayet ayrıntılı sistem hakkında ne biliyoruz ve Mayalar 2012'de ne olacağını düşünmüşlerdi?

 

(Solda) Bir hiyeroglif kitabı olan Dresden Codex'inden bu sahnede, yeryüzünün tufanla yok edilmesi görülmektedir Bir gökyüzü kaymanı ve yaşlı bir tanrıça, Tanrı L'nin üzerine su döküyor. (Sağda) Bu boyalı vazoda Ait Dünya'nın puro içen tanrısı Tanrı L'nin, İÖ 3114 yılındaki son yaratılışta önemli bir törene başkanlık etmesi gösterilmektedir. Siyah zeminin, ışığın gelmesinden önceki ilk dünyayı simgelediği sanılmaktadır.

 

Quirigua kentindeki Dikilitaş C adı verilen anıtta, İÖ 3114 yılındaki yaratılış olayları en iyi şekilde tanımlanmıştır. Bir yanında 13 Bak'tun'un tamamlanması anlatılmaktadır (ayrıntı). Üç nokta ve iki çizgiden oluşan 13 sayısında (farklı renkte) her nokta biri ve çizgi de beşi simgelemektedir.

Orta Amerika'nın eski uygarlıklarından en gelişmişi ve okuryazarı olan Mayalar, döngüsel bir evrene inanırlardı. Onlara göre evren birbirini izleyen yaratılışlar ve yokoluşlar yaşamıştı. Bu fikirlerin en iyi kaynağı, Guatemala yaylalarının Quiche Mayaları tarafından herhalde 16. yüzyılda (belki de hiyeroglifle yazılmış özgününe dayanarak) yazdıkları Popol Vuh ya da "Danışma Kitabı"dır.

Kitap göğün ve yeryüzünün ayrılıp ilk ışığın dünyaya düşmesiyle başlar. Yaratıcı Tanrılar ondan sonra dünyayı insanla doldurmaya çalışırlar. İlk çabaları yeryüzünün hayvanlarını oluşturur, ancak bunlar konuşamadıkları ve yaratıcılarını övemedikleri için başarısızlık olarak ormana sürülürler. İkinci denemede kilden insanlar yaparlar ama anlamsızca saçmalamaya ve bedenleri dökülmeye başlayınca onları parçalarlar. Üçüncü yaratılışında insanlar tahtadan yapılır ama bu kere de ruhları yoktur ve yaratanlarını unuturlar.

Tanrılar onları imha etmek için yalnızca tufan, ateş ve şeytan göndermekle kalmayıp kap kaçaklarını bile onlara karşı ayaklandırırlar ve yüzlerini taşlarla parçalarlar. Sonunda tanrılar hayatın ana maddesi olarak mısır mayasını denerler ve şimdiki insan yaratılmış olur.

Popol Vuh efsanesinde, Maya uygarlığının doruk noktası olan klasik dönemin (250-909) sanatından daha pek çok şey vardır, ancak burada çok daha eski çağların fikirlerinin de bulunduğu açıkça görülmektedir. Klasik Mayalar, döngüsel bir evrene inanıyorlardıysa, o halde hem yaratılışın hem de kıyametin zamanlaması Uzun Sayı takvimlerinde şifreli olarak yer almış bulunmalıdır.

Bu sistemin ne zaman ya da nerede icat edildiği bilinmemektedir. Ancak şu anda elimizde olan en eski tarih İÖ 32'dir. Uzun Sayı tarihleri beş rakamlı olarak yazılır ve genelde bizim onlu sistemimiz yerine 20'li bir temel kullanır. En yüksek değer normalde Bak'tun'du -144.000 günlük bir birim- ama biz pek az ifade edilen ve 13 katsayısıyla gösterilen 19 daha yüksek sistem olduğunu biliyoruz. Böylece Uzun Sayı'nın tümü akıl almaz bir boyuta ulaşıyor ve trilyonlarca yılı kapsıyordu (evrenimizin varoluşundan çok daha uzun bir süre).

Arkeolojideki gelişmeler sonrasında, Maya yazısını çözmekte gerçekleştirilen ilerlemeler, son 13 Bak'tun olan İÖ 3114 yılının olayları hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Burada üzerinde durulan şey yoketme değil, yaratmadır: Tanrılar'ın "düzenlenme"si, merkezi bir "ocak" oluşturulması ve "taşların ekilmesi" vardır. Bu gerçek bir sıfır yılı olmadığından, kitabelerde İÖ 3114 yılından çok önceki efsanevi olaylardan da söz edilmektedir.

Aynı biçimde Mayalar'ın gelecek için hesapladıkları tarihlerde 4772 yılında bir kraliyet yıldönümü kutlanacaktır. Böylece 2012'nin "zamanın sonu"nu temsil ettiğini söylemenin bir anlamı olamaz.

Yalnızca Tortuguero'da bulunan bir yazıtta, 13 Bak'tun'un 2012'de sona ereceği kehanetinde bulunulmaktadır. Ne yazık ki, taş hasarlıdır ve kısmen okunabilmektedir. Tanınmış bir Maya Tanrısı olan b'olon okte'den sözederken "yem" (inen) ekini kullanmaktadır. Bu, Postklasik Dönem'de (909-1697) Maya sanatında çok popüler olan Dalan tanrı imajını hatırlatmaktadır.

Tahmin edeceğimiz, hatta bildiğiniz gibi Uzun Sayı, geniş vizyonunun ancak bir kısmını görecek kadar yaşamıştır. Meksika'da Tonina'da son tarih 909'da kazınmıştı, çünkü bir önceki yüzyılda bölgeyi kasıp kavuran toplumsal, ekolojik ve demografik kriz, klasik uygarlığı sona erdirmişti.

Ancak 16. yüzyıl olaylarıyla kıyaslanınca bu felaket hafif kalmaktadır. Bu tarihten sonraki Avrupalılar'ın istilası, bütün Amerika yerlileri için olduğu gibi, sayısız Maya için de bir ölüm fermanıydı. Hastalıklarla kırılmış, işkence ve ölüm tehdidiyle yeni bir dine, Hıristiyanlık'a girmeye zorlanmış ve geleneksel öğretinin hemen hemen tamamen silinmiş olmasıyla bu felaket, eski kehanetlere değer bir felaketti.
#14 - Haziran 22 2008, 13:22:14
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi

Zaman: İÖ 13-15. yüzyıllar
Mekân: Meksika Vadisi

Ülkenin sakinleri olan diğerleri gibi bu insanlar da, Aztlân adlı ve yaşadıkları yerdeki Yedi Mağaralar'dan ayrıldılar. Aztlân, "Beyazlık" ya da "Balıkçılların Ülkesi" demektir. FRAY DIEGO DURAN, 16. YÜZYIL.

Aztekler ve müttefikleri 15. yüzyılda ve 16. yüzyıl başlarında orta ve güney Meksika'da bir imparatorluk kurdular, imparatorluk, Hernân Cortes'in İspanyol Seferi sonunda, ancak yüz yıl yaşadıktan sonra yıkıldı. Günümüz Meksika ulusal efsanelerinde, Aztekler, kahraman yerli geçmişi ve yabancı istilasının trajedisini temsil edecek biçimde popüler hayal gücünde idealleştirilmiştir.

Aztek başkenti Tenochtitlan'ın İspanyol sömürgesi Mexico City'ye dönüştürülmesi ve çağdaş milletin başkenti olmaya devam etmesi Aztekler'i İspanyol öncesi kolektif 3000 yıllık kültürel mirasın en önemli temsilcileri olarak diğer kızılderililerin üzerine çıkarmaktadır.



Codex Boturini'den bu sayfalarda, Aztekler'in bir gölün ortasında bir ada olan Aztlân'dan göçmeleri resmedilmiştir.

EFSANENİN KÖKENİ

Aztekler nereden gelmişlerdir? Aztek kaynaklarına dayanılarak hazırlanan ilk sömürge tarihçeleri, resimli belgeler ve arkeolojik kazılar Aztekler'i tarihsel bir kesinlikle ancak 13. yüzyılda Meksika Vadisi'ne kadar izleyebilmiştir. Kökenlerinin coğrafi bölgesi hâlâ çözümlenmemiş bir muammadır.

Aztekler'in, 13. yüzyılda kuzey çöllerinden Meksika Merkez Yaylaları'na göçen göçebe avcı ve kısmen çiftçi kabilelerden biri oldukları anlaşılmaktadır. Efsanelerde çıkış yerleri olarak kuzeyde Aztlân'dan, "Balıkçıl kuşlarının yeri"nden söz edilmektedir. Aztlân bir göldeki bir ada tepe olarak tanımlanmaktadır.

Aztekler yaratılış zamanında orada topraktan ve mağaralardan çıkmışlardır. Bir gün gelmiş oradan ayrılmaya karar vermişler, kanolarına binip karaya çıkmışlar ve uzun göçlerine başlamışlardır. Çok geçmeden Meksika "ay insanları" diye bir grup kendilerine katılmıştı (ondan sonra Meksika-Aztekleri adını almışlardır). Başlarında reisleri Huitzilopochtli ("Soldaki Sinekkuşu") vardı. Bu daha sonra, rahipler tarafından taşınan kutsal bir simge olarak görülmektedir. Göç devam ederken rahipler Huitzilopochtli'nin kabilenin ne yöne gideceği hakkındaki kehanetlerini sözlü olarak ifade etmekteydiler.

Huitzilopochtli'nin mucizevi doğumu, göçten önce gerçekleşmişti. Efsaneye göre yaşlı rahibe Coatlicue, Coatepetl ("Yılan Dağ") tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve kendisini Huitzilopochtli'ye hamile bırakmıştı.

Coatlicue'nin oğulları Centzonhuitznaua ("dört yüz" yani çok) ve büyük kızı Coyolxauhqui annelerinin hamileliğini öğrenince kızmışlar ve onu öldürmeye karar vermişlerdi.

Silahlı düşman dağa tırmanmaya başlamıştı. Huitzilopochtli birden yüreklere korku salan, doğaüstü güçlü bir savaşçı olarak doğmuştu. Bir "Ateş yılanı" atarak Coyolxauhqui'yi delmiş ve başını kesmiş, gövdesini dağdan aşağı atıp parçalamıştı. Sonra Centzonhuitznaua'yı kovalamış, hiç acımadan hepsini öldürmüştü.

Kabile göçe devam ederken bazı yerlerde yıllarca kaldığı oluyordu. Yine konakladıkları bir yerde muhalif bir grup kabileden koptu. Kabile, 10. yüzyıl Tolteca-Chichimecaları'nm daha önceki göç hikâyesinde de yer alan Culhuacan-Chicomoztoc Dağı'nda da durakladı. Aztekler Meksika Vadisi'ne gelince, Chapultepec pınarları yakınlarına yerleşmek istediler.

Burada bir savaş daha yapıldı ve Huitzilopochtli düşman reisini öldürüp kalbini göl kıyısındaki bataklığa attırdı. Ama bataklığa atılan kalp, göçebe kabilenin daha sonra büyük piramitlerini yapıp başkentleri Tenochtitlan'ı kuracakları yere düştü. Burası efsanelerde, beyaz ardıçlarla ve söğütlerle kaplı bir alan olarak tarif edilir.

Anlatılanlara göre, bir derede beyaz yılanlar, kurbağalar ve balıklar yüzüyordu. Bir başka hikâyede suları kara ve sarı renklerde olan iki dereden söz edilir. Aslında bu görüntüler Historia Tolteca-Chichimeca'da yer aldığından, daha eski kaynaklardan alınmadır.

Aztekler sonunda bir kaya üzerindeki kaktüsün üstüne konmuş bir kartal gördüler. Bu, Huitzilopochtli'nin, kabilenin yerleşeceği kehanetinde bulunduğu ve uzun zamandır aradıkları noktaydı. Bu olay, Aztek takvimine göre "2 ev" yılında gerçekleşmişti ki, bu da Hıristiyan takviminde 1325'e tekabül ediyordu.

GERÇEĞİ GERÇEK OLMAYANDAN AYIRMAK

Bu efsanevi olaylardan ne anlam çıkarabiliriz? Aslında Aztekler'in Meksika Vadisindeki ilk yılları çok farklı bir tablo çizmektedir. Aristokrat bir hükümdar ailesi olmayan barbarlar olarak aşağılanan ve diğer eski kentli topluluklar tarafından yenilgiye uğratılan kabile, sazlıklar arasına kaçmak zorunda kalmıştı. Ancak dirençli ve girişimci insanlardı.

1428 yılı geldiğinde kentli hayat biçimini benimsemişler ve Tetzcoco ile Tlacopanlar'la ittifak kurmuşlardı. Güçler dengesini ustaca dengeleyerek yaptıkları fetihlerle Tenochtitlan'ı Meksika'nın en korkulan ve en zengin kentine dönüştürmeyi başardılar. Hükümdar Itzcoatl çok geçmeden yeni bir tarihi kimlik belirleme ihtiyacını gördü. Toplanan meclis karanlıkta kalmış geçmişlerini, varolan kabile göç hikâyelerini, katlanılan aşağılanmaları ve saygın ataların eksikliğini gözden geçirdi: Bütün bunlar yeni imparatorluk statüsü için kabul edilemez şeylerdi. Eski belgeler yakıldı. Çok tanınmış efsanevi olayları içeren yeni ve "resmi" bir tarih hazırlandı, Huitzilopochtli tanrılaştırılmış Aztek koruyuculuğuna yükseltildi.

 

(Solda) Yenilgiye uğramış Coyolxauhqui: Büyük Tenochtitlan Tapınağı'nda bulunan bir heykel. (Sağda) Aztekler'i Tenochtitlan başkentlerini kurmaya götüren alamet: Bir kaya üzerindeki kaktüse tünemiş bir kartal (Codex Mendoza'dan).

Bu "resmi" metinleri inceleyen araştırmacılar Aztlân'daki başlangıcın Guatemala, Meksika'nın içleri kuzeybatıdaki Michoacan ve kuzeyde New Mexico'ya yayılmış göç hikayeleriyle uyumlu olduğuna dikkat etmişlerdir. Olay uzak bir ülkede ya da kuzeyde bir gölde yeni bir çağ ile başlar. İnsanlar genellikle toprağın altından ya da sudan çıkarlar. Bir anlaşmazlık ya da savaş sonunda bir Tanrı ya da Tanrıça'nın önderliğinde göçe çıkılır. Göçen gruba başkaları katılır ve doğaüstü bir lider ya da ulak göç yolunu gösterir.

Böylece resmi Aztek göç hikâyesi de varolan örnekleri yansıtmaktaydı ve Aztlân da belirli bir coğrafi mekândan çok Aztekler'in yarattığı bir efsane mekânıydı. Bu neden Aztlân'ı bulma çağdaş çabalan hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Huitzilopochtli'nin "babasız" doğumu ve düşmanlarını öldürmesi, Aztekler'in "yasal" bir aristokrat soyun eksikliğini kapamak için konulan bir efsane olarak görülmektedir. Huitzilopochtli'nin zaferini kutlamak için Büyük Tenochtitlan Piramiti, efsanevi Coatepetl Dağı'nın simgesi olarak inşa edilmiştir. En tepede Mezoamerikan tarımsal Yağmur Tanrısı Tlaloc'un tapınağının yanında Huitzilopochtli'nin tapınağı vardı, aşağıda da Coyolxauhqui'nin parçalanmış cesedinin heykeli duruyordu. Aztekler böylece cesaret, gurur ve yıkıma odaklanan savaşçı kültürleri için bir esin kaynağı yaratmışlardı.

 

(Solda) Aztekler'in Tenochtitlan başkentlerini kurmak için çıktıkları efsanevi göç yolu. (Sağda) Çifte tapınaklarıyla Büyük Tenochtitlan Piramiti.

Ancak eski Meksika'da en azından İÖ l. binyılda orta yayla havzalarının kentli insanlarıyla kuzeyin kurak bölgelerinin kavimleri arasında ilişkiler olduğu gerçeği vardır. Aztekler'in bu geniş bölgeden oldukları düşünülebilir ve Aztekler kent hayat biçimine ne kadar alışmış olsalar da, geçmişlerini tümüyle unutacak insanlar değillerdi.

Bu nedenle Aztlân'ın araştırılması, bir zamanlar Birleşik Devletler'in güneybatı çölleri ile Meksika yaylaları arasında yaşayan pek çok toplum arasındaki kültür tipinin araştırması ve bu insanların eski ve çağdaş Meksika tarihine nasıl biçim verdikleri sorununun araştırılması olarak görülebilir.
#15 - Haziran 22 2008, 13:23:20
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Düş-Zamanı Anıları

Zaman: Ebedi
Mekân: Avustralya

Avustralya Aborijin sanatı bütün dünyaya sunulmuş dünyanın son büyük sanat geleneğidir. WALLY CARAUNA, 1993

Avrupalılar 1788'de Brîtanya Birinci Filosu'nun Botany Körfezine çıkmasıyla Avustralya'yı ele geçirdiklerinde, ülkeyi kendi Avrupalı değerlerine göre biçimlendirmişlerdir. Avrupalılar kıtanın haritasını çıkarmışlar, devasa araziyi tarlalara ve çiftliklere bölmüşler, sanki boş bir toprakmış gibi doğal yerlerine İngilizce adlar vermişlerdir. Aynı kültürel gelenekten arkeologlar ise, Aborijinler'in Avustralya'ya yerleşme tarihlerini tespit için ciddi bir kaygı içinde olmuşlardır. En son tahminleri 60.000 yıl ya da daha öncesidir.

Avustralya Aborijinleri'nin bazı konularda kendi görüşleri vardır. Yeryüzünün yaratılıp düzenlendiği, dere ve tepelerin yapıldığı, insanların kendi ülkelerine yerleştirildikleri Düş-Zamanı'ndan bu yana, burada olduklarını bilip söylemektedirler. Bu Aborijin kavramını ifade için kullandığımız "Düş-Zamanı", onların orijinal dillerinde kullandıkları sözcüğe göre, hiç de uygun bir çeviri değildir. "Düş", farklı ve doğru olan gerçekliğe uyanacağımız maddi olmayan bir dünyayı ima etmesiyle, elbette yanlış bir sözcüktür. " Zaman" da, geçmişte olan ve şimdiki zamandan ayrı olan belirli bir dönemi akla getirdiği için, tamamen yanlış bir sözcüktür.

Düş görmenin ayrılmaz bir parçası, burada olmanın "her zamanlığı", nesnelerin oldukları ve olmaları gerektiği gibi olmalarıdır. Zaman, yani ölçülmüş kronolojik zaman, zaman içinde değişiklik -arkeolojinin ve batı ampirik biliminin bu merkezi dayanakları- Aborijinler'in kastettiği zaman kavramının içine girmez.

 

(Solda) Düş-Yeri, her zaman değilse de, genellikle resimde görülen bu doğal kireçtaşı kayası gibi manzaranın belirgin bir noktasıdır. (Sağda) Ngalyod (Gökkuşağı Yılanı), Bruce Nabegeyo (1995). Gökkuşağı Yılanı, Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca unsurudur. Bu modern resimde Gökkuşağı'nın başı, yaratıkların en güçlüsü olan tuzlu su timsahının başı olarak resmedilmiştir.

DÜŞ-ZAMANI SANATI

Eski Avustralya Aborijinleri, eski kaya resimleri ve kaya oymalarıyla resimli bir kayıt bırakmışlardır. Resimlerdeki hayvanların ve kuşların çoğu bugün o topraklarda bulunmaktadır: Brolga ve krokodil, miğferli kakadu, Düş-Zamanı hikâyelerinde önemli olan yaratıklardır.

Sık rastlanan bir motif, kimi zaman bir çalı hindisi izi kadar küçük, kimi zaman bir emu ya da daha da büyük olan kuş izleridir. Bu sonuncular büyütülmüş emu izleri midir? Kimbilir belki de daha büyük bir kuşun izidir. Aşırı büyük ve insan ayağı biçiminde izleri de vardır.

Kuzey Avustralya'da Kakadu Milli Parkı ile çevresindeki bölgedeki kaya resimleri, en azından 4 bin yıllık, büyük bir olasılıkla çok daha eskidir. Daha eski resimlerde, 20. yüzyılda yalnızca Tasmanya'da kalan keseli, etobur Tasmanya kaplanlarının pek çok resmi vardır.

Avustralya kıtasında bir zamanlar varolan kaplan, insanların Güneydoğu Asya'dan köpek getirmesinden bu yana kaybolmuştur. Bu köpekler vahşi dingolar olmuş ve daha orta boylu bir yırtıcı hayvan olarak kaplan soyunu tüketmiştir. Dingonun Avustralya'ya geldiği dönemde Tasmanya, Buzul Çağı sonrasında deniz düzeyinin yükselmesiyle anakaradan ayrılmış olduğundan, hayvan Tasmanya'da yaşamaya devam edebilmiştir.

 

(Solda) Avustralya'da kaya resmi, yaşayan bir gelenektir. Kakadu Milli Parkı'ndaki bu büyük fresk l960'larda eski resimlerin üstüne yapılmıştır. (Sağda) Avustralya kayalarındaki insan ayak izleri, zamanın eskiliğini taşımaktadır. Bazılarının üzerinden daha sonra beyaz boyayla geçilmiştir. Orta Avustralya'da yakın zamanların "nokta resimleri"nin temeli, eski kaya resimleridir.

ESKİ GEÇMİŞİN KAYITLARI

Dingoların Kuzey Avustralya'ya 4 bin yıl önce geldiklerini tahmin ediyoruz, bu yüzden Tasmanya kaplanlarının resimleri, soyu tükenmiş bir türün resimleridir ama yalnızca o süre içinde tükenmiş olan bir soyun.

Ancak Kakadu Milli Parkı'nın bile dışındaki ıssız "taş ülkesi"nin tepelerindeki bir resim, çok daha eski bir şeye işaret etmektedir. İyi tasvir edilmiş ve iyi korunmuş olan bu resimde, Tasmanya kaplanı ya da bir kanguru ya da çağdaş bir keseli türü olmadığı kesin bir yetişkin ve bir yavru yaratık vardır. Bunun küçük ön ayakları (ve keseliler gibi) eli andıran atileri vardır. Ortasında sanki gövdesinin altından sarkan iri ve sivri memeleri vardır. (Oysa keselilerin memeleri, yavrularının büyüdüğü kesenin içindedir.)

Küçük ya da yavru olanda da buna benzer bir şey görünmektedir. Yoksa bu yaratık bir megafauna mıdır? Kimileri bunun yalnızca Palorchestes adı verilen ve yalnızca bulunabilmiş fosil kemiklerinden tanınan bir yaratık olduğu görüşündedirler.

Ne yazık ki, bugüne kadar bu resimlerden yalnızca bir tanesini biliyoruz. Ancak yüksek kayalık bölgede daha başkaları bulunabilir. Buralarda resimlerle dolu sayısız kaya mağarası bulunmaktadır ancak bunlar fazla ziyaret edilmemiş ve kaya sanatı bakımından tam olarak araştırılmamıştır.

Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca figürlerinden biri, ülke içinde dolaşırken yeryüzüne biçim veren ve dramatik izini kayalar ve dereler ve göller oluşturarak bırakan Gökkuşağı Yılanı'dır. Gökkuşağı Yılanı, çağdaş Avustralya pitonlarından bile daha büyük yılanların anısını mı taşımaktadır? Aborijinler'in sel ve kabaran sular hikâyeleri, Buzul Çağı'nın sonunda yükselen deniz düzeyinin insanları daha eski bir kıyı şeridinden içerilere ittiği zamanların anılarını mı korumaktadır?

Bu konuda, denizin yükselişinin zamanının tespit edildiği Kakadu Milli Parkı'nda, yükselmenin son aşamalarından kalma bir kaya resminde, ilginç bir ipucu verilmektedir: Denizin o yükselmesi anında, "kıyı insanları"nın daha önce içerilere yerleşmiş olan "taş insanları" ile yeni ilişkilere girdiklerini ve savaştıklarını gösteren resimlerin sayısında da kesinlikle bir artış vardır. Eh, işte bu da yorumlanması gereken bir başka ipucudur.
#16 - Haziran 22 2008, 13:24:04
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İnsanın Kökenleri Bulmacası

Zaman: 5-0.1 milyon yıl önce
Mekân: Afrika

Bizler diğer türlerin çok yakın akrabalarıyız. Ama yine de onlardan ışık yılları kadar uzağız. RICHARD DAWKINS, 1992.

Etiyopya'nın ve Kenya'nın kurak topraklarında, bilinen en eski atalarımız olan australopithecus'ların fosilleri bulunmaktadır. Eski çağların tortuları arasından 4,5 milyon yıl öncesine ait dişler, kafatası parçaları ve zaman zaman da bacak ve kol kemikleri çıkmaktadır.

Titizlikle kazılıp birleştirildiklerinde bunlardan, yaklaşık bir metre boyunda, şempanze boyutunda 450 santimetre küp beyinleriyle maymunu andıran atalarımızın görüntüsü çıkmaktadır. Bunlar kısmen iki ayak üstünde yürürlerdi, büyük ölçüde vejetaryenlerdi ve kuru tohumlar ile kökleri ezmek için çok iri azıdişleri vardı. Modern insanın atası değillerse de, akrabası oldukları genellikle kabul edilir ve australopithecus sözcüğü, zaman zaman ilk insangiller için kullanılır.

Etiyopya'da Omo Havzası'nda yalnızca 130 binyıl öncesine ait bir kafatası fosili bulunmuştur. Beyni 1400 santimetre küp kadardır ve bu da günümüz insanının boyutları içinde kalmaktadır. Bu örnek ilk çağdaş insan, Homo sapiens, olarak kabul edilmektedir ve bu gün kullandığımız sembolik ifadelere ve bir derece konuşma yeteneğine sahip olduğuna inanılmaktadır. Yine onunla ilgili birkaç kemikten, bu insanın dik yürüdüğü anlaşılmıştır. 4,5 milyon yıl öncesinin o maymunsu atalarımızdan bugünkü boyumuza, anatomimize, zekâ ve kültürümüze nasıl eriştiğimiz insan kökeninin bilmecesidir.

Bu bilmecenin cevabı bir bakıma inanılmayacak kadar kadar basittir: Biyolojik evrim. Doğal ayıklamanın yöneltici gücü altında evrim geçiren bütün diğer türler gibi bizim türümüz de aynı evrimden geçmiştir. Alet yapmakta daha usta olmak, yiyecek bulma ya da iki ayak üstünde yürüme sorunlarını çözmek gibi o tesadüfi genetik değişimler nüfus içinde sabitleşmiş ve anatomimizi, davranışlarımızı ve zekâmızı bugünkü düzeyine getirmiştir.

Ancak, biyolojik evrim insanın kökenleri bilmecesine bir cevap sağlamışsa da -Charles Darwin;in özgün olarak açıkladığı gibi- bu, çoğumuzun arzuladığı bir cevap değildir. Biz bu bilmecenin daha ayrıntılı bir çözümünü isteriz, anatomide, davranışta ve zekâdaki bu belirli değişikliklerin ne zaman ve neden gerçekleştiğinin çözümünü bekleriz.

 

(Solda) Etiyopya'da Omo Kibish'de bulunmuş kafatasının tamamlanmış hali. 130 binyıl öncesine ait bu kafatası şu anda Homo sapiens'in en yaşlı fosilidir. (Ortada) Güneybatı Etiyopya'daki Omo Nehri havzasında Pliyosen ve Pleyistosen dönemi tortulları vardır. Burada bulunan fosiller arasında insanın üç milyon yıl önceki ataları bulunmuştur. (Sağda) Australopithecus'ların bu 3,5 milyon yıllık ayak izleri Mary Leakey tarafından Tanzanya'daki Laetoli'de bulunmuştur. Ayak izleri ilk iki ayaklılık konusunda çok önemli kanıtlar sağlamıştır.

ÇOKDİSİPLİNLİ BİR YAKLAŞIM

Bu tür bir çözümün bulunması çok daha güçtür ve eldeki pek az fosil parçalarının çok farklı bilimadamları tarafından incelenmesini gerektirir. Aslında fosiller pek çok kanıt kaynağından yalnızca biridir. Anatomi geçmişteki davranış konusunda bazı ipuçları sağlarsa da, diğer kanıtlar taş aletlerden, yiyecek kalıntılarından, ocaklardan ve atalarımızın bıraktıkları diğer maddi kalıntılardan gelir ve bunlar da arkeologların çalışma alanına girer.

Yine atalarımızın hangi ortamda yaşadıklarını bilmemiz gerekir ki, bu da jeologların ve çevrebilimcilerin çalışmalarını gerektirir. Kalıntılardan, olabilecek en çok bilgiyi çıkarmak ve tarih belirlemek için, çok çeşitli bilimsel teknikler gerekir ve bu nedenle fizikçiler ve kimyacılar insanın kökenlerinin incelenmesinde çok önemli rol oynarlar.

Ayrıca yalnızca geçmişten gelen kanıtların incelenmesi de yeterli değildir. İnsan evriminin ilk aşamasının nerede ve ne zaman gerçekleştiğini -soyumuzun şempanzeye giden yoldan ayrılmasını- saptamak için de bugün yaşayan insanların genetik çeşitliliklerini anlamak önemlidir.



İnsan evriminin çağdaş türlerin çeşitliliğini gösteren şeması. Belirli bir çağda kaç tür olduğu antropologlar arasında hâlâ tartışmalıdır ama yeni keşifler yapıldıkça, özellikle 2 milyon yıl önce giderek artan bir sayı olduğu görülmektedir.

MERDİVEN DEĞİL, ÇALILIK

Son birkaç on yılda fosillerin ve arkeolojik kanıtların keşifleri bir bakıma insanın kökenleri bulmacasının çözümünü güçleştirmiş ama aynı zamanda çok da ilginçleştirmiştir. İnsan evriminin bir merdiven gibi olduğu, bir türün evrim geçirerek bir diğerine yükseldiği ve sonunda giderek bize benzediği düşünülürdü.

Ancak yeni keşifler bunun böyle olmadığını göstermiştir: İnsanın evrimi daha çok, pek çok değişik dalı olan bir çalı gibidir, bunlardan her biri atalarımızı ve akrabalarımızı hafif farklı bir yöne götürmüşlerdir. Bunlardan biri dışındaki hepsi evrim çıkmazları olmuştur. Sonuçta hangi türün atasının kim olduğunu teşhis etmek ve elimizdeki fosil örneklerinin kaç türü temsil ettiğini söylemek güçleşmiştir.

Çağdaş insanların sahip oldukları davranış ve anatomik özellikler paketleri unsurlarının da ille birlikte olmaları gerekmediğini anlamışızdır. Bunlardan çoğu şimdi soyları tükenmiş olan başka türler tarafından paylaşılmış olabilir. Örneğin iki bacak üzerinde yürümek australopithecus'ların pek çok türü tarafından benimsenmişti. Bunların şimdiye kadar yalnızca Homo'ların özelliği olduğu sanılan taş aletler yapmış olmaları da mümkündür.

İnsan evriminin daha sonraki aşamalarında Neanderthaller'in bizim kadar beyinleri vardı, bunlar da büyük hayvanlar avlarlardı ve herhalde karmaşık bir de dilleri vardı ama onlar da yine evrimsel çıkmazdaydılar.

HOMO ERGASTER

Böylece fosil keşifleri bize evrim merdiveni gibi basitçi fikirlerden kurtulmamızı ve insanın atalarının ve akrabalarının davranış ekolojisine ve gerçekleşen değişim için ayıklamacı baskılara daha fazla dikkat etmemizi sağlamıştır. Bu baskılar çoğunlukla son birkaç milyon yılın dramatik çevre değişikliklerinden kaynaklanmıştır. Örneğin iki bacak üzerinde yürümeye dönüşü, et yemenin artışını, 900 santimetre küp kadar beyinleri ve taş yontmadaki teknik becerinin artmasını düşünün. Bunların hepsi Homo ergaster olarak bilinen bir türde 1,8 milyon yıl önce mevcuttu.

Tam olarak iki ayak üzerinde yürümenin 2 milyon yıl kadar önce başladığı ve Ekvator Afrikası'nda yağmurdaki şiddetli düşüş nedeniyle bozkır ortamına geçmeyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Atalarımız dik durarak gövdelerinin aldığı güneş radyasyonunu azaltmışlar, beden ısılarını düşürmüşler ve başka hayvanlar gölgede dinlendiği zamanlar avlanmaya devam edebilmişlerdir. Daha açık çevrelerde yaşamak da atalarımıza etoburlardan korunmak için daha büyük toplumsal gruplar halinde yaşama baskısını getirmiş olacaktır.

Çok sayıda toplumsal ilişkiyle baş edebilmek entelektüel bakımdan güç olan işlerin başında geldiğinden, bu durumun beyinleri büyütme baskısı yaptığı sanılmaktadır. Bu ise yalnızca içinde et yemeği de olan yüksek kaliteli bir diyetle mümkün olabilirdi: Bu diyetle bağırsak boyu kısalacak ve daha büyük bir beyni besleyecek metabolik enerji açığa çıkabilecekti.

Diğer yandan et yemek, hayvan leşlerini açmak için keskin taş aletlerin kullanılmasıyla ve bunların aranıp bulunmalarıyla mümkün olmuştu ve bu da aslanlar ve çakallar gölgede dinlenirlerken avlanma yeteneğini gerektirirdi.

Beyin genişledikçe daha etkili taş aletler yapma, avlanma seferleri planlama ve daha büyük gruplar halinde yaşamak için entelektüel güç sağlanmış oldu. işte Homo ergaster'in ortaya çıkmasında mutlak surette önemli olan, bu farklı gelişmeler arasındaki ilişkiydi. Ve Homo ergaster, insan evriminde yalnızca bizim değil, herhalde Neanderthaller'in de atalarının merkezi türü olmuştur.

 

(Solda) Etiyopya'daki Hadar'da bulunmuş, 3,5 milyon yıl öncesine ait Australopithecus afarensis'in (Lucy) fosilleşmiş kalıntıları. İskeletin yüzde ellisi günümüze kadar kalmış ve bu türün iki ayak üzerinde yürüdüğü, ancak ağaçlara tırmanmak için anatomik uyarlamaları koruduğu anlaşılmıştır. (Sağda) 1,6 milyon öncesinden kaldığı belirlenen WT-1500 ya da Nariokotome Çocuğu, evrimsel geçmişimizden kalmış en mükemmel iskelettir. Homo ergostertürü olarak çağdaş duruş ile iki ayaklılığın geliştiğini göstermiştir. Ancak 100 cc'lik beyin, çağdaş insanınkinden hâlâ küçüktür.

ÇAĞDAŞ İNSANIN YÜKSELİŞİ

İki milyon yıl önceki bu evrim gelişmeleri örneği, insanın kökeni bilmecesinin yalnızca bütün doğru parçaları bulmak ve bunları doğru sırasına göre dizmek değil, bunların birbirleriyle ilişkilerini de anlamak olduğunu göstermektedir. Aynı şey bilmecenin sonu, yani anatomik açıdan çağdaş insanların ortaya çıkışları için de geçerlidir.

Burada elimizdeki parçalar, Omo kafatası gibi fosil örnekleri ve bütün insanların genetik olarak birbirlerine benzemesi ve başka insan türü olmaması gibi olgulardır. Bu sonuncu gerçek, 28 binyıl öncesine kadar insan evriminin tümüyle bir farklılık göstermektedir, çünkü o zamana kadar yeryüzünde aynı anda çok çeşitli insan türleri bulunmaktaydı.

Bilmecenin bu kısmının çözülmesi, özellikle çağdaş insanın Afrika'da nasıl gelişip yayıldığı soruları çok çekişmelidir. 20. yüzyılın büyük bir bölümünde pek çok antropolog, Afrika'dan dağılmanın 2 milyon yıl önce başladığına inanıyordu. Ondan sonra eski dünyada ortaya çıkan farklı ata türlerinden -Avrupa'da Neanderthaller'den ve Asya'da Homo erectus'tan bir tek Homo sapiens türü çıkmıştı. Buna "Bölgesel Süreklilik" modeli adı veriliyordu. Ancak bu kuramın günümüzde pek az taraftan kalmıştır.

Bugün pek çok antropolog, genetikçi ve arkeolog, çağdaş insanların, 130 binyıl önce Doğu Afrika'da evrim geçirip, özellikle çok sert çevre koşullarının anatomik değişiklikler için ayıklayıcı baskı sağlaması üzerine ortaya çıktığını kabul etmektedirler.

O dönemde insan nüfusunun 10 bine kadar düştüğü sanılmaktadır. Böylece soyumuz tükenebilir ve dünya Avrupa'nın Neanderthaller'i ile Asya'nın Homo erectus'una kalabilirdi. Ama hayatta kalmayı başardık ve 100 ile 50 binyıl önce Afrika'dan bir dizi göç sonunda bütün dünyaya yayıldık ve sonra da bütün diğer insan türlerini yok olmaya ittik. Bunu nasıl yapabildiğimiz Taş Devri'nin bir başka gizemidir.

GENEL OLARAK İNSANGİLLER

Primates takımının Anthropoidea alt t akımından günümüzde yalnızca tek bir insan türüyle yani Homo sapiens'le temsil edilen familyaya insangiller diyoruz. Genel olarak bakacak olursak, bu familyanın fosilleri bulunabilen örnekleri arasında, Homo erectus, Homo habilis ve evrim tarihinin daha eski dönemlerinde, günümüzden yaklaşık 3,5 milyon yıl önce insansı maymunlarla insanlar arasında bir geçiş aşaması oluşturan Australopithecus cinsinin çeşitli türleri, insangillerin en iyi bilinen örnekleri olarak sayılabilir.
#17 - Haziran 22 2008, 13:24:52
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Dil Nasıl Gelişti?

Zaman: 0,5-1 milyon yıl önce
Mekân: Afrika

Dil kültürel bir yapı değildir... o beyinlerimizin biyolojik yapısının belirli bir parçasıdır. STEPHEN PINKER, 1994.

Birbirimizle konuşmak, bizim yapabileceğimiz en basit ve en karmaşık şeylerden biridir. Konuşmak bir zahmet gerektirmez, üstelik keyif verir. İnsan olmanın ve toplumun katılımcı bir üyesi olmanın bir parçasıdır. Biz bir tür olarak en derin duygularımızı, bilgi ve anlayışta ilerlememizi ve çoğunlukla da, günlük yaşantımızın önemsiz şeylerini iletmek için dili kullanırız.

İletişim kurduğumuzda evrimin en şaşırtıcı ürünlerinden birini -dili-kullanmaktayız. Çıkardığımız seslerin pek çoğu genelde benzersizdir. Her biri sahip olduğumuzun farkına bile varmadığımız gayet karmaşık gramer kurallarına uygundur ve toplumun sıradan bir üyesinin emrindeki 60 bin kelimelik bir dağarcıktan seçilip alınır. Dilsiz bir hayatı hayal bile güçtür ve insanlar konuşamadıkları zaman sözlü kelime kadar karmaşık işaret dilleri kullanırlar.



İnsanın ses kutusu ya da gırtlak, insanlarda şempanzelere oranla boyun anatomisinin daha alt kısmındadır. Bu durum şempazenin çıkarabileceği sesleri kısıtlar. Gırtlağın aşağı kayması dilin gelişmesinde önemli bir gelişme olmuştur.

Evrimle ilgilenen biri için konuşulan belirli bir dil, dili konuşma yeteneği kadar ilginç değildir. Çin'de doğmuş bir çocuğu alıp İngiltere'ye yerleştirirseniz akıcı bir İngilizce konuşan biri olarak yetişecektir. Evde Çince, okulda İngilizce konuşuluyorsa, çocuk iki dilli olacaktır. Bunun nedeni bütün dillerin temelde benzerlikleri olmasıdır. Bebekler, hayatlarının ilk yıllarında karşılaştıkları dilleri öğrenmek için programlanmış beyinlerle doğarlar. Çocuk ikinci yılında günde en az on sözcük öğreniyor ve bunları, karmaşıklığı ve içeriğiyle anababasını çoğunlukla şaşırtacak cümleler içinde birleştiriyordur.

Hayvansal iletişimin başka hiçbir sisteminin, insan dili ile uzaktan yakından bir benzerliği yoktur. Kuş cıvıltısı, maymun bağırmaları ve karınca pheromone'ları çok gelişmiştir ama hiçbirinin gelecekteki ya da geçmişteki olaylara, o anın dışında olup bitenlere ya da belki yalnızca hayalde olanlara gönderme yapma olasılığı yoktur. Yaşayan en yakın akrabalarımız olan şempanzeler bile ses ve jestlerle iletişim kurarlar ve laboratuvardaki sembolleri kullanmayı öğrenebilirler.

Bilimadamları yıllardır şempanzelerde insansı bir dil parıltısı görmek için uğraşmışlardır ve bunlardan çoğu da, böyle bir şeyin olmadığı sonucuna varmıştır. Şempanzelerin birkaç yüz "sözcük" ten fazlasını öğrenemedikleri ve kendi çıkardıkları seslerin "gramer" karmaşıklığının sözcüklerin çok basit bir sıralanmasından ileri gidemediği anlaşılmıştır.

Beş milyon yıl önce Doğu Afrika ormanlarında yaşayan insan atalarımızın da şempanzeler kadar "dil" yetenekleri olduğu tahmin edilmektedir ki, bu da konuşma dilleri olmaması demektir. Birbirleriyle sesle ve işaretlerle iletişim kuruyor olmalılardı. Buradan insan diline geçiş, herhalde çok ağır olmuş ve bir tek "dil-benzeri" geçiş adımından çok, 130 bin yıl önce türümüz Homo sapiens'in ortaya çıkışıyla tam karmaşık modern bir dille sonuçlanan küçük adımlarla gerçekleşmiştir.

 

(Solda) İsrail'in Kebara Mağarası'ndaki bir mezarlıkta, 1963'teiyi korunmuş bir Neanderthal iskeleti bulunmuştu. (Sağda) Sue Savage-Rumbaugh ve sözlü İngilizce'yi epey anlayan Panbanisha adlı bir bonobo.

DİLİN ÖN KOŞULLARI

Dilin evrimi, sesleri anlamak ve çıkarmak için gerekli sinir sürecini üstlenebilecek kadar büyük bir beyne sahip olmaya bağlıydı. Ancak ne kadar büyük bir beyin gerektiği pek kesin değildir. Örneğin, şempanzelerin ve australopithecus'ların 450 çelik beyni yetersiz görünmektedir, ancak 1,5 milyon yıl öncesinin Homo ergaster'i 900 cc'lik beyniyle yeterli beyin gücüne sahip görünmektedir. Sinir bağlantıları o sırada henüz gelişmemiş olabilirse de. Homo ergaster, dilin evrimi için iki diğer ön koşula daha sahipti: İki ayak üzerinde duruyordu ve et yiyordu.

İki ayak üzerinde yürümek ve koşmak, bu tür hareketleri idare etmek için yüksek derecede denetimli bir soluma sistemi gerektiriyordu. Bu, konuşulan dilin özelliği olan, çok sayıda farklı ses üretmek için de gerekliydi. Ataları gibi çok miktarda tohum, sap ve kök yemek yerine et yiyen Homo ergaster'in dişleri de küçüktü. Bu da dile, dudaklara ve yanaklara daha çok esneklik verdiği için çok geniş bir ses yelpazesi imkânı sağlamaktaydı.

Homo ergaster'in büyük beyni, iki ayaklılığı ve küçük dişleri, dil ile ilgisiz nedenlerle evrim geçirmiş olmalıdır. Ancak bütün bunlar olana kadar dil evrimi gerçekleşemezdi: Bunlar evrimin gerekli ön koşullarıydı. Sesli ve jestli iletişim bir kere yerleştikten sonra, giderek sıklıkta ve karmaşıklıkta artarak daha geniş bir sözlük ve daha gelişmiş bir gramer oluşmuş olmalıdır. Avların yerini ya da alet yapımını daha etkili olarak iletebilen bireylerin ve diğerlerinin seslerini daha iyi anlayanların avantajlı oldukları tahmin edilebilir. Ancak ilk dil, duygu iletmekte ve özellikle toplumsal ilişkiler kurmakta da kullanılmış olmalıdır.

Günümüz antropologlarının bazıları, konuşmanın kökeninin dedikodu olduğuna inanır: Dil, giderek genişleyen grupların kopmalarını önleyen "tutkal" olmuştur. Bazıları dilin, bireyin zekâsıyla gösteriş yapma yolu olduğunu düşünmektedirler: Tıpkı tavuskuşlarının dişilerine parlak tüylerini göstermeleri gibi, eski erkek ve kadınlar da karşı cinse gösteriş yapmak için giderek artan ve bir dereceye kadar gereksiz sözcükler kullanmayı benimsemiş olabilirler. Dilin ana işlevlerinden biri, başkalarının zihinlerini insanın kendisi gibi düşünmeye yöneltmek olduğundan hitabet yetenekleri önemli olmalıydı.

 

(Solda) Daha önceki insan akrabalarına kıyasla küçülmüş azı dişleriyle Homo ergoster'in alt çenesi. Dişlerdeki bu değişiklik diyetle ilişkiliydi ve bunun bir yan ürünü de çeşitli sesler çıkarabilmek olmuştur. (Sağda) Bu, boğazımızda bulunan ve ses sistemimize ilişkin yumuşak dokuların bağlı olduğu ilk dil kemiğidir.

DİLİN EVRİMİ

Dil için bu ayıklayıcı baskıların insan evriminin hangi aşamasında en önemli olduğu konusu da belirsizdir. İnsan anatomisinin sözlü dil yeteneğini yansıtan temel unsurları ne yazık ki yumuşak dokular ya da beyindeki sinir devreleri olup, bunlar arkeolojik bir iz bırakmazlar. Bu nedenle insan sesini şempanzeninkinden ayırt etmek için gırtlağın ne zaman boyuna indiği ya da insanın hızlı konuşma seslerini ne zaman algılayıp bunları işitilebilir farklı sözcükler halinde ayırabildiği bilinmemektedir.

İnsan beyninin 600 ile 200 bin yıl arasında büyümesi ve 1200-1500 cc boyutlarına erişmesi, beyinde konuşma için yeni devreler yaratmış olabilir. Ancak dilin evrimi diğer idrak yeteneklerinden ayrı olarak gelişmiş olamaz, bilinç ve yaratıcı zekâ gibi şeyler, birbiri üstüne eklenmiş olmalıdır. Ne de olsa insan, aklındakinin ne olduğunu bilmediği takdirde düşündüklerini söylemesinin bir anlamı olmayacaktır.

90 bin yıl öncesinin kemik zıpkınları ve Güney Afrika mağaralarının 120 bin yıl önceki aşı boyaları kanıtlarının ışığında, ilk Homo sapiens'm konuşma dili olduğu kuşkusuzdur: İnsanların neyi neden yaptıkları hakkında konuşmadan, vücutlarını boyamaları ve karmaşık aletler yapmaları düşünülemez. Ancak diğer insan soyları da bazı konuşma yetenekleri geliştirmiş olmalılardır.

Neanderthaller'in anatomik kanıtları onların, gelişmiş dil kullanıcıları olduğunu akla getirmektedir. İsrail'de Kebara Mağarası'nda bulunmuş (yaklaşık 63 bin yıl öncesine ait) bir dil kemiği, bizimkinden pek büyük bir farkı olmayan bir ses sitemini göstermektedir. Ancak Neanderthaller'in çağdaş insanlar kadar geniş bir sözlük ve karmaşık bir gramer geliştirip geliştirmedikleri tartışmalıdır.

Böylece dilin evrimi uzun ve yavaş bir süreç olmuştur. Nihai kökleri bugün maymunlar tarafından kullanılan iletişim sistemlerinde yatmaktadır. Yerleşmek için ön koşullara, birbirleriyle ilişkisi olmayan talihli oluşumlara ve sonra da üremede avantajlı olmak için hem ses çıkaran hem de anlayan bireyler için ayıklamacı baskıların olmasına gerek vardı. Bu baskılar herhalde büyük toplumsal gruplar içinde yaşamayla, yiyecek bulma ve elde etme sorunlarıyla ve alet yapımı hakkında iletişim kurmayla ilişkiliydi. İyi bir tahminle en az 250 bin yıl öncesinin büyük beyinli insanlarının, gelişmiş avcı-toplayıcı olmasının yanı sıra ateşli birer dedikoducu olduğu da söylenebilir.

EFSANELER...

Eskiden, dilin tanrısal bir kökeni olduğuna inanılır ve dilin "Allah"ın insana verdiği nimetlerden" biri olduğu varsaydırdı. Tevrat'ta Âdem, Allah'ın yardımıyla yaratıkları adlandırmıştı. Hindulara göre dili Tanrı İndra, İskandinav mitolojisine göre ise rünik alfabeyi bulan Tanrı Odin yaratmıştır.

Tevrat'ta, başlangıçta bütün dünyanın "dilinin bir, sözünün bir" olduğu belirtilir. Ama insanlar gökyüzüne ulaşacak bir kule (Babil Kulesi) yapmaya kalkışınca Tanrı onların dillerini böler ve böylece ortaya, birbirlerini anlamalarını önleyen çok sayıda dil çıkar. Arap inançlarında da, yazıyı ve dili Âdem'e veren Tanrı'dır.
#18 - Haziran 22 2008, 13:25:45
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Neanderthaller'e Ne Oldu?

Zaman: 250 bin-28 bin yıl önce
Mekân: Avrupa ve Batı Asya

...bunlar ne Homo erectus'un "yeni ve gelişmiş" biçimleriydi ne de Homo sapiens'in kaba prototipleri. Bunlar kendileriydi: Neanderthaller'di yani aile tarihimizi en çok zenginleştiren özel, başarılı ve şaşırtıcı insan gruplarından biri. ERICK TRINKHAUS VE PAT SHIPMAN, 1992.

Neanderthaller'in başına gelen, yeryüzünde yaşayan sayısız türün çoğunun başına gelenlerden farksızdır: Soyları tükenmiştir. Bunda olağandışı bir durum yoktur ve insan evrimi hakkında daha çok bilgi elde ettiğimizde, Neanderthaller'in aynı kadere uğramış çok çeşitli insan tiplerinin ve insanın atalarının yalnızca en sonuncuları olduğunu öğrenmekteyiz.

Ancak Neanderthaller hakkında şaşırtıcı ve olağandışı olan şey çok yakınlarda, yalnızca 30 bin yıl önce soylarının tükenmesi ve böylece de gezegenimizde soyumuzun tek canlısı olarak bizim türümüzü, yani Homo sapiens'i bırakmış olmasıdır. En yakın akrabalarımız şempanze ve goriller de içinde olmak üzere, bütün diğer hayvan tiplerinin en az iki türünün yaşadığı düşünülürse, bu gerçekten olağandışıdır. Ayrıca, her şey Neanderthaller'in lehlerineydi: Çağdaş insanlar kadar büyük beyinleri, Buzul Çağı ortamında yaşamaya çok uygun fizyolojileri vardı, gayet karmaşık taş aletler yapıyorlardı ve büyük hayvanları avlayabiliyorlardı.

Ancak Avrupa'da ve Batı Asya'da 200 bin yıldan fazla yaşadıktan sonra nüfusları giderek azaldı ve sonunda soyları tükendi. Onların başına ne geldiği, arkeologlar ve antropologlar için hâlâ önemli bir soru olma niteliğini korumaktadır.

 

(Solda) İlk tanımlanan Neanderthal kafatasının çizimi. Kafatası l856'da Almanya'da Neander Vadisi'nde bulunduğundan Neanderthal adı verilmiştir. (Sağda) Homo sapiens ile Neanderthaller arasındaki anatomik ve fizyolojik farklılıklar, farklı hayat biçimlerini ve evrimsel ortamlarını yansıtmaktadır. Neanderthaller genelde daha tıknaz ve güçlü olup fizikleri yüksek enlemlerde yaşamaya elverişlidir. Çağdaş insan daha zarif olup ekvator kökenini yansıtmaktadır. Ancak her iki türde de farklılıklar vardır. Yaşasaydılar, pek çok Neanderthal günümüzde garip kaçmayacaktı.



Neanderthal dünyasının boyutları. Varlıklarının büyük bir bölümünde kuzeybatı Avrupa buzullarla kaplıydı.

KLASİK NEANDERTALLER

Homo neanderthalensis, l milyon yıl önce Avrupa'ya yerleşmiş olan Homo heidelbergensis soyundan türemiştir. Hangi fosil örneklerinin hangi türe ait olduğu antropologlar arasında tartışmalıysa da, klasik Neanderthal niteliklerinin 150 bin yıl önce geliştiği bellidir.

Bunlar arasında epey iri ve uzun burunlu, kalın kaş çıkıntılı bir yüz ve çağdaş insanın yüksek ve yuvarlak kafatasıyla kıyaslandığında düz ve eğik bir kafatası vardır. Gövdeleri iri ve güçlü, göğüsleri geniş olup adaleli kol ve bacakları vardı. Kemiklerinin kalın ve ağır olması büyük fiziki faaliyet gerektiren yorucu bir hayatları olduğunu göstermektedir.

Yaşadıkları mağaralarda bulunan kalıntılardan bunların büyük hayvanları avladıkları, taş uçlu mızraklarıyla at, geyik ve bizon öldürdüklerini biliyoruz. Genelde gayet sert buzul ortamlarında, açık tundra benzeri alanlarda avlanırlardı. Hayatta kalmak toplumsal işbirliğine ve vahşi güçlerini mümkün olduğunca paylaşmaya bağlıydı. Yaşadıkları süre içinde çok önemli çevre değişiklikleri meydana gelmişti.

125 bin yıl kadar önce Avrupa'da ormanlar iyice genişleyince Neanderthaller, yiyecek ve barınak, giysi ve alet yapmak için yeni kaynaklar oluşturan yeni tür bitkilere ve hayvanlara uyum sağlamışlardı. Bütün olarak ele alındığında yüksek derecede başarılı ve gelişmesini bilen bir türdüler, insanların bildiği en güç çevre koşullarında yaşıyorlar, değişime uyum sağlıyorlardı ve daha da gelişerek çağdaş dünyaya geçmeye hazır görünüyorlardı. Peki, bu evrim sırasında ne gibi bir aksilik olmuştu?

Evrim açısından hiçbir aksilik olmamıştır. Olan şey, Neanderthaller'in avlandıkları alana yeni bir türün girmesi ve bunun yiyecek, mağara ve taş kaynakları konusunda onlardan üstün olmalarıdır. Ekolojinin bir kuralına göre iki farklı tür aynı "niş"! paylaşamaz. Ve Batı Asya'da 100 bin yıl, Avrupa'da 40 bin yıl önce olmaya başlayan şey de buydu. Yeni tür bizlerdik, yani Homo sapiens.

İlk Neanderthal kalıntıları 1856 yılında Dusseldorf yakınlarındaki Neander Vadisindeki bir mağarada bulundu. On dört parçadan oluşan bu kalıntılar Johann Cari Fuhlrott adlı bir öğretmen tarafından ortaya çıkarıldı ve Alman antropolog Hermann Schaffhausen tarafından tanımlandı.

Neanderthaller'in ayrıntılı bir ölü gömme uygulamalarının olduğu anlaşılmaktadır. Ölüler tek tek ya da grup halinde gömülmüştür. Gerek ölülerin belli bir biçimde yerleştirilmiş olması gerek yanlarına konan çeşitli eşya, Neanderthaller'in ölümden sonrasına ilişkin düşünceleri olduğunu göstermektedir.

Bazı yerlerde eksik ve sistemli bir biçimde kırılmış insan kemiklerinin bulunması ise yamyamlık uygulamasını akla getirmektedir. Yaşadıkları yerlerdeki yanık topraklar, yanmış çalı çırpı, odun kömürü ve kül izleri, hatta ısı etkisiyle parçalanmış taşlar, ateşin Neanderthaller tarafından sürekli olarak kullanıldığını belirtir.

 

(Solda) Fransa'daki son Neanderthaller (33 bin - 30 bin yıl önce) hayvan kemik ve dişlerinden süs takıları yapmaya başlamışlardı. Arcy sur Cure'den bir gerdanlık. (Sağda) İlk Neanderthal fosilleri bulunduğundan bu yana akademisyenler ve ressamlar onların neye benzediklerini canlandırmaya çalışmışlardır. Saç stili ve giysiler gibi pek çok şey ancak hayalgücüne dayanır. (Bir TV belgeselinden alınan bu görüntü bazıları için çok kaba olabilir.)

NEANDERTHALLER'E KARŞI ÇAĞDAŞ İNSANLAR

Yaklaşık 130 bin yıl önce Afrika'da gelişen Homo sapiens grupları çok geçmeden Asya'ya ve Avrupa'ya dağılmaya başladılar. Böyle bir yolculuğa neden gerek gördükleri bilinmemekteyse de, 60 bin yıl kadar önce artık Güneydoğu Asya'ya uzanmışlar ve Avustralya'ya geçmişlerdi. Diğer gruplar 100 bin yıl önce İsrail'e yerleşmişler ve ölülerini Kafzeh ve Skhul mağaralarına gömüyorlardı.

Orada Neanderthaller'le karşılaşmış olabilirler de, olmayabilirler de. Neanderthaller 125 bin ve 63 bin yıl önce o bölgede yaşıyor idiyseler de, çağdaş insanlar geldiklerinde hâlâ orada mı oldukları, yoksa hep birden Avrupa'ya mı göçtükleri arkeologlarca bilinmemektedir.

Ancak çağdaş insanların 40 bin yıl önce Avrupa'ya girip sonra hızla batıya doğru yayılmalarıyla iki türün birbirlerinin varlıklarından haberdar olduklarından kuşku yoktur. Bazı Neanderthaller'in 33 bin yıl kadar önce Güneybatı Fransa'da kemik ve boynuzlardan takı yapmaya başlamaları dışında bunların birbirleriyle doğrudan temas ettiklerinin arkeolojik belirtilen yoktur. Bu onlar için yeni bir faaliyetti ama çağdaş insan kültürünün yerleşmiş bir parçasıydı.

Neanderthaller'in çağdaş insanları taklit ederek kendi tekniklerini kullanmaya ve kendi malzemelerim seçmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Bundan kısa bir süre sonra İber yarımadası dışında Neanderthaller'in Avrupa'daki bütün izleri kaybolmaktadır. Aralarında bir savaş, cinayet ya da Avrupalıların Amerika'nın ve Avustralya'nın aborijinleriyle karşılaştıklarında meydana gelen soykırım gibi bir şeyin izine rastlanılmamıştır.

Ancak arkeolojik kayıtlardan çağdaş insanın Neanderthaller'inkine tıpatıp benzeyen bir hayat biçimleri olduğunu anlıyoruz. Onlar da büyük hayvanları avlıyorlar, hammadde olarak taşı kullanıyorlar, barınmak için mağaralarda yaşıyorlardı. Bir türün ötekisine yerini vermesi gerekiyordu.

Bu türün Neanderthaller olması belki de şaşırtıcıdır. Ne de olsa onlar binlerce yıldır Avrupa'daydılar ve gelmekte olan çağdaş insanların aksine sert ve soğuk çevreye uygun fizyonomileri vardı. Çağdaş insanların boyları ile kol ve bacakları Kutup benzeri çevreye değil ekvator bölgelerine daha uygundu. Ancak çağdaş insanların en az bir büyük üstünlükleri olmalıydı, bu da onların kültürleri olmuş olabilir ki, o da farklı bir zekânın ya da zihnin sonucudur.

Neanderthaller ile çağdaş insanların arasındaki en bariz fark ikincilerin sanatla uğraşmaları, heykelcikler oyup mağara duvarlarına resimler yapmalarıdır. Sanat, insanların sert çevrelere adapte olmalarında yardım ettiği için, bu onlara bir avantaj vermiş olabilir.

Örneğin sanat, hayvan davranışları gibi konularda bir bilgi deposu olarak -kabile ansiklopedisi- kullanılabilir ve sanata ilişkin törenlerde insanlar bir araya gelip Neanderthal toplumlarında hiç olmadığı biçimde birbirleriyle bilgi alışverişinde bulunabilirler. Ancak resimlerin çoğunun, Neanderthaller Avrupa sahnesinden çekildikten sonra yapıldığı anlaşılmaktadır.

Bu herhalde çağdaş insanların zihinlerindeki daha büyük yaratıcılığı yansıtmaktadır: Onlar av bulmada ve bitki toplamada daha ustaydılar, daha geniş kaynakları işleyecek aletler icat etmişlerdi ve çevreden, Neanderthaller'in yapabileceğinden daha yoğun bir düzeyde yararlanabiliyorlardı. Böylece çağdaş insan nüfusu arttıkça Neanderthaller insanların henüz erişemedikleri kuytu köşeler bulmak zorunda kalarak azalmışlardır.

 

(Solda) Lagar Velho Çocuğu, 24 bin yıl öncesinden kalmadır -son bilinen Neanderthal'den 4 bin yıl sonra- ancak Homo sapiens ile Neanderthal izleri taşıdığına inanılmaktadır. Kısa ve kalın bacaklar Neanderthal geçmişine işaret etmektedir. İki insan türü arasında birleşmenin kanıtı olabilir. Bazıları ise Lagar Velho Çocuğu'nun irice bir Homo sapiens çocuğu olduğunu iddia ederler. (Sağda) "Cebelitarık Adamı", ilk bulunan Neanderthaller'den biridir. Güney İberya, çağdaş insan Avrupa'ya yayıldıktan sonra Neanderthaller'in son sığınağı olduğundan artık onun son Neanderthaller'den biri olduğunu biliyoruz.

SON AŞAMA

İber yarımadası Avrupa'nın kuytu köşesi sayılmaz, ancak Neanderthaller varlıklarının son birkaç bin yılında buraya sığınmışlardır. Çağdaş insanın küresel seferini geçici olarak yarıda kesmesi ve İspanya ile Portekiz'e yalnızca 28 bin yıl önce girmesi gariptir.

Bazı antropologlar, Portekiz'de Lagar Velho'da bulunan 24 bin yıllık bir iskeletin kol ve bacak oranlarının Neanderthaller'e, kafatasının ise sapien'lere benzemesi nedeniyle çağdaş insanlarla Neanderthaller'in ilişki kurduklarını iddia ederler. Ancak giderek artan kanıtlar bunun irice bir genç oğlana ait olduğunu ve onun da tümüyle çağdaş bir insan olduğunu akla getirmektedir. Ancak aralarında bir ilişki olasılığı her zaman vardır ve bu da bazılarımızda bugün bile belirli Neanderthal genleri bulunması olasılığını akla getirmektedir.

Son Neanderthaller daha güneyde, en çok da Cebelitarık'ta bulunmuştur. Bunlar burada yalnızca hayvan avlamakla kalmamış, yemek için deniz kabukluları da toplamışlardır. Bulunan arkeolojik izler, çevredeki çağdaş insanların üstünlüğü nedeniyle sayılarını artıramayan küçük bir gruba ait olabilir. Ve grubun son üyesi de ölünce türün de sonu gelmiş, gezegenimizin tarihinde soyları tükenmiş milyonlara bir tanesi daha eklenmiştir.
#19 - Haziran 22 2008, 13:26:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Mağara Resimlerinin Sırrı

Zaman: 20 bin-10 bin yıl önce
Mekân: Batı Avrupa

Ey sen, sessiz şekil, sen de şaşırtma bizi
Sonsuzluk gibi.
JOHNKEATS, 1819

Jean-Marıe Chauvet ile iki arkadaşı 1994 yılının Aralık ayında Fransa'nın Ardeche Bölgesi'nde mağaralarda araştırma yapmaktaydılar. İnsanlığın ilk resimlerini bulmayı umuyorlardı ama o ana kadar fazla bir başarı elde edememişlerdi. Hepsi de Üst Paleolitik Dönemin (40 bin -10 bin yıl önce) görkemli yeraltı resimlerini ve Lascaux, Niaux ve diğer ünlü yerlerin resimlerini biliyorlardı. Ancak Ardeche Irmağı'nın üzerindeki tepenin derinliklerinde bulacakları şeye hiç de hazırlıklı değillerdi.

Bir yamacı tırmanınca küçük bir kaya çıkıntısına rastladılar. Arka tarafında bir moloz yığını vardı. Taşları dikkatle yoklayarak bir hava akımı aradılar.

Evet, bir hava akımı hissedebiliyorlardı. Heyecanla düşmüş taş ve toprağı kaldırınca tepenin derinliklerine inen dar bir tünel gördüler. Uzun uğraşlardan sonra geniş ve parıltılı bir yeraltı odasına indiler. Gözlerine ilk çarpan şey duvardaki kırmızı bir insan eli izi oldu: Biri çok ama çok uzun zaman önce o mağarada bulunmuştu.

Biraz ilerleyince at, aslan, bizon, suaygırı ve artık soyu tükenmiş olan tüylü mamut resimleriyle karşılaştılar. Bunlardan bir kısmı boyanmış, bir kısmı mağaranın çamur duvarlarına kazınmıştı. Karanlığı delen lambalarının ışığında mağara ayılarının iskeletleri, ateş yakılan ocaklar, meşalelerini duvarlara dayamış insanların bıraktıkları izler göründü. Araştırmacılar kendilerini kayıp ve belki de kutsal bir dünyaya tecavüz eden insanlar gibi hissediyorlardı.

 

(Solda) Rouffignac'ın resimlenmiş tavanından bir bölüm. Ortada Buzul Çağı'nda batı Avrupa'da yaşayan büyük bir mamut. Ayrıca büyük ve kıvrık boynuzlu bir tür dağ keçisi olan ibex. (Sağda) Gabillou Mağarası'nda (Dordogne, Fransa) bir "büyücü". Çizilen figürün boynuzları ve kuyruğu vardır ve dans eder gibidir. Ağzından çıkan çizginin, iki dört köşe biçimle birleşmesi Lascaux'da bulunanların eşidir.

CEVAPLANMAYAN SORULAR

Şimdiki adıyla Chauvet Mağarasının bulunması 20. yüzyılın en büyük arkeolojik keşiflerinden biriydi. Ancak pek çok arkeolojik keşif gibi bu da yanıtlaya-bileceğinden çok soru yaratmıştı.

Çıplak ayakizleri çamurda hâlâ belli olan bu insanlar bu karanlık yere ne zaman girmişlerdi? Resim yapmak için neden bu kadar derini seçmişlerdi? Bu esrarengiz yeraltı faaliyeti bugün "sanat" adım verdiğimiz şeyin kökeni miydi? Bu mağara resimleri ile Üst Paleolitik alanlardaki kazılarda çıkarılan küçük heykelcikler ve kemik, boynuz ve fildişi parçaları üzerine kazınmış figürlerle nasıl bir ilişki içindeydi? Bu sorular daha önce de sorulmuştu ama şimdi yeni bir aciliyet kazanmış oluyorlardı.

Chauvet resimlerinin yaşını saptamak nispeten kolaydı. Siyah boyadan alınan karbon örnekleri radyokarbon tarihleme yöntemiyle analiz edildi. Chauvet resimleri 720 yıl yanılma payı ile 32.410 yıl öncesine aitti. Çok gelişmiş resimler olmalarına rağmen bunlar bugüne kadar bulunmuş en eski resimlerdir.

Batı Avrupa'da Neanderthaller'in ardılları olan tam çağdaş insanın ilk görünmesine yakın yapılmışlardı. Bu nedenle yeni -ve şimdiye kadar yanıtlanmamış- bir soru daha çıkmıştı: "Sanat" uzun bir gelişme dönemi olmadan tam olarak biçimlenmiş ve gelişmiş olarak mı başlamıştı? Ve resimler neden derin mağaralarda yapılıyordu?

Mağara resimlerinin en güzel örneklerine daha çok Avrupa'da, özellikle de Kuzey ispanya ile Güney Fransa'nın dağlık kesimlerinde rastlanmakla birlikte, Türkiye sınırları içindeki en güzel mağara resmi, Antalya yakınlarındaki Katran Dağı'nda bulunan Öküzini Mağarası'nın girişindeki kazıma boğa resmidir.

 

(Solda) Mamut fildişinden yapılmış bu insan başı, bir başparmak boyundadır. Arkeolojik tekniklerin bugünkü kadar ciddi olmadığı 20. yüzyıl başlarında Brassempouy'da (Landes, Fransa) bir kazıda çıkmıştır. Sonuç olarak kesin yeri bilinmediği için günümüzde gerçekliği tartışmalıdır. (Sağda) Peche-Merle'deki (Lot, Fransa) bu doğal kaya formasyonu bir at başını akla getirmiş görünmektedir. Her iki at da bir insan elinin çevresine üflenen boyalarla oluşturulmuş insan ellerinin negatifleriyle çevrilidir. Sağdaki atta yapılan radyokarbon testi 24.600 yıllık olduğunu ortaya koymuştur.

BÜYÜK "NEDEN?" SORUSU

Yüz yıl önce araştırmacılar o zaman bilinen birkaç Üst Paleolitik Dönem resminin "yalnızca" sanat sanat içindir ilkesine göre yapıldığını ve resim yapmanın kaya duvarlara rastgele çiziktirmeler yapmaktan doğan bir zaman geçirme aracı olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak insanların kırsalda gördükleri hayvanları çizmek için öyle büyük güçlüklerle emekleyerek, sürünerek ve tırmanarak mağaralarına girdiklerini düşünmek güçtü.

Sonra "sanat sanat içindir" kavramının "basit" olup olmadığı da haklı olarak sorgulanmıştı. Gerçekten de pek çok sanat tarihçisi, "sanat sanat içindir" diye bir şey olduğuna inanmıyordu. Sanat her zaman toplumsal bir çerçeve içindeydi ve bir amaca yönelikti.

Bu tehlikeli yeraltı seferleri için bir açıklama gelmekte gecikmedi. Fransız araştırmacısı Salomon Reinach, bunun nedeninin "iyilikçi tılsım" olduğunu iddia etti. Ona göre insanlar avladıkları hayvanlar üzerinde üstünlük sağlamak için resim yapıyorlardı. Böyle bir faaliyetin esrara bürünmesi ve insanların yaşadıkları yerden uzakta yapılması mantıklıydı. Daha sonra aslan resimleri bulunduğunda zamanın önde gelen Fransız tarihçilerinden Abbe Henri Breuil, İnsanların bunları yırtıcı hayvanın gücünü kendilerine almak için yaptıklarını söyledi.

Araştırmacılar daha sonra, bu iyilikçi tılsım açıklamasının çok basit olduğunu hissetmeye başladılar. Bu tür açıklamalar, resimlerin çeşitliliğini açıklamıyordu ve çok farklı toplum türlerinde yaşayan insanlar arasındaki zayıf benzetmelere dayanıyordu. Ayrıca gün ışığına çıkmakta olan unsurları da açıklamamaktaydı. Örneğin, resimleri yapanların resmin çizgilerini tamamlamak için kayanın biçimini kullandıkları gerçeğinin bir açıklaması yoktu.

Abbe Henri Breuil'in eski bir öğrencisi olan Andre Leroi-Gourhan, 1960'lı yıllarda ortaya yepyeni bir açıklama attı. Bu antropolog Claude Levi-Strauss tarafından geliştirilen felsefi tutum olan yapısalcılığa dayanıyordu. Yapısalcılık, insan beyninin yapısı nedeniyle bütün insanların ikili zıtlıklarla düşündüklerini iddia eder. Böylece düşüncemizin temelinde kültür:doğa, sıcak:soğuk, aydınlık:karanlık, kutsal: kutsal olmayan, çiğ:pişmiş, vahşi:evcil, biz:onlar ve erkek:dişi gibi zıtlıklar vardır.

Leroi-Gourhan bunlardan sonuncusu üzerinde durdu. Görüşlerini sade bir biçimde açıklamaya çalışırsak Leroi-Gourhan, Üst Paleolitik Dönem'in, bütün 20 bin yılı boyunca mağaraların erkek:dişi ilkesine göre düzenlenmiş organize sığınaklar olduğuna inanıyordu.

At gibi bazı hayvanlar "erkeklik", bizon ve Avrupa bizonu gibiler "dişilik" simgesiydi. "Dişi" türler mağaraların orta kısımlarında yer alırken "erkek" türler her yana dağılmışlardı. Aslan, ayı ve diğer tehlikeli hayvanlar ise mağaraların derinliklerinde bulunuyorlardı.

Araştırmacılar şimdiki kanıtların Leroi-Gour-han'ın bu iddiasını desteklemediğini iddia etmektedir: Resimler mağaralarda rastgele yerlere çizilmişlerdir. Sonuçta, Leroi-Gourhan da bu esrarı çözememiştir,

 

(Solda) Rouffignac'taki (Dordogne, Fransa) bu at başı, mağara duvarından çıkan bir çakmak taşı üzerine resmedilmiştir. Hayvanın gövdesinin geri kalanı duvarın içinde gizli ya da ardında imiş görüntüsü verilmiştir. (Sağda) Chauvet Mağarası'nda (Ardeche, Fransa) Aslan panosu. Mağara 1994'te keşfedilmiştir. Buradaki resimlerin 30 bin yıldan eski olduğu tespit edilmiştir. Mağara duvarının yumuşak yüzeyi resimlerin yapılabilmesi için düzeltilmiş ve yine kazı*** bazı boyanmış ayrıntıların belirginleşmesi sağlanmıştır. Bu pano mağaranın derinlikli indedir.

RUHLAR DÜNYASI

Günümüzde, yine insan beyninin "devrelerine" dayanan ve sorunlu ikili zıtlıkları işin içine sokmayan bir açıklama daha vardır. Bu, dünyada avcılık ve toplayıcılık yapan toplumların çoğunda, farklı türlerine rağmen, şamanizm adı verilebilecek bir inanç sistemi bulunduğu gözlemine dayanır. Şamanist bir toplum katmanlı bir kozmosa inanır: İnsanların yaşadıkları katman, altında ve üstündeki ruhların yaşadıkları dünyalar.

Samanların görevi ruhlarla konuşabilmek, hastaları iyileştirmek, hayvanların hareketlerini kontrol edebilmek ve havayı değiştirmek için bu katmanlara geçmektir. Bu geçişi sağlamak için değişik bir bilinçlilik durumuna geçerler. Bu durumlar hafif uzaklaşmalardan, derin translara ve rüyalara kadar değişir. Bu farklı durumda kimi zaman kendilerine güç veren ve ruhsal dünyada rehberlik yapan bir hayvan-yardımcıyla ilişki kurarlar.

Şamanist açıklamaya göre, Üst Paleolitik Dönem'de mağaralar herhalde alt dünyaya giden yollar olarak görülüyordu. Bunlara fiziksel olarak girmek, değişik bir ruhsal duruma psikolojik girişten farksız görünmüş olabilir. O öteki dünyada şamanlar hayvan-yardımcı ruhlar arayacaklardı. Meşalelerinin titrek ışığında görerek ve dokunarak, onlar için kendileriyle ürkütücü ruh dünyası arasındaki "zar" olan duvarları yoklamışlardır.

Bir ruh-hayvan bulduklarına inandıklarında hayvanı zardan bu yana geçmesi için ikna etmişler, sonra da resim yapıcılar olarak hünerlerini kullanıp aslında bir görüntü olan şeyi kaya üzerinde "sabitleştirmiş"lerdir. Resim ile kaya arasındaki bu yakın ilişki, mağara duvarlarına çizilen pek çok resmin neden kaya yüzeyinin bir parçası olduğunu ya da neden kayadan çıkarmış gibi göründüğünü açıklar.

Diğer yandan bazı resimler o kadar büyük ve karmaşıktır ki, bunlar herhalde tek tek kişilerden çok gruplar tarafından yapılmış olabilir. O dönemde yaşayan insanlar bu gösterişli resimler karşısında, kendilerini mağaraların derinliklerinde bekleyen ve henüz ulaşamadıkları şeylere hazırlamış olabilirler.

Şamanizm, dinamik bir inanç ve ideoloji sistemiydi ve üstelik insanlar tarafından farklı toplumsal koşullar altında değiştirilebilirdi. Alt dünyaya girildiğine inanç gibi şeyler, herhalde Üst Paleolitik Dönem'de aynı kalmıştır, ancak binyıl devam ettikçe diğer unsurlar hiç kuşkusuz değişime uğramıştır.

Chauvet Mağarasının ve diğer yeraltı "galerilerinin ortaya attığı büyük soruların bazıları şamanist açıklamayla cevaplanmaktadır. Ama diğerleri, cevapsız kalmaya hâlâ devam etmektedir. Örneğin, bizon resminin anlamı atınkinden nasıl farklıdır?

Bir kemik parçasına yapılan at resmi ile yeraltındaki mağaraya çizilen at resmi farklı şeyler midir? Bunları bilemiyoruz. Keats'in, Yunan Vazosu şiirinde olduğu gibi sessiz görüntüler "bizi sonsuzluk gibi şaşırtmaktadır. Yine de Chauvet'de ve diğer resimli mağaralarda elimizi uzatıp ilk "gerçek insan"ın kayıp dünyasına -hemen hemen- dokunabiliriz.
#20 - Haziran 22 2008, 13:27:35
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Sfenks Muamması

Zaman: İÖ yaklaşık 2500
Mekân: Gize, Mısır

Tek sesli ama önce dört, sonra iki, sonra üç ayaklı, yeryüzünde ya da gökyüzünde ya da denizde bundan daha değişken bir şey yoktur. Bu şey ayakları üzerine kalktığında gücü en zayıf, yürüyüşü en yavaştır. SFENKS'İN OİDİPUS'A SORDUĞU BİLMECE.

Sfenksle en çok ilişkilendirilen bilmece, Yunan efsanesinde Oidipus'un çözdüğüdür. Ancak el-Gize'deki piramitlerin yanında duran ve kötü ruhlu Yunan sfenksinin uzaktan akrabası olan Büyük Sfenks'i saran muammaların sayısı Oidipus'a sorulan bilmeceyi çocuk oyuncağı bırakacak kadar çok daha fazladır. Sfenks ne zaman yapılmıştır? Kim, kimin için yapmıştır? İçinde ya da altında gizli odalar var mıdır? Bu soruların muhtemel cevapları, arkeoloji, eski tarih ve jeoloji karışımı içindedir.

 

(Solda) Gize'deki Vadi Tapınağı'nda yeralan Kefren heykeli. Bu firavun, büyük olasılıkla Sfenks'i yaratan kişidir. Sfenks'in başı yapılırken firavunun başı örnek alınmıştır. (Sağda) Sfenks'in Kefren piramidinin Vadi Tapınağı yanındaki yerini gösteren el-Gize krokisi.

SFENKS NEDİR?

Eski Yunanlılar sfenks kelimesinin "boğmak" (Sphingein) anlamına gelen kelimeden türetildiğini sanmışlarsa da, gerçek kökeninin Mısır dilindeki shesep ankh ("yaşayan görüntü") olması daha muhtemeldir. Bu deyim heykeller için ve zaman zaman da Büyük Sfenks için kullanılmıştır.

Mısır'da sfenksler genellikle aslan (güneş tanrıyla özdeşleşmiş bir simgedir) gövdeli ve çoğunlukla kraliyet başlığı giymiş insan başlı olarak yapılmıştır. Aslanın ve insanın birleşmesinin, kralın güneş tanrısı Ra ile birleşmesini simgelediği kabul edilmektedir. Mısır sfenksleri ile Yunan karşıtları arasındaki önemli bir fark, en eski Mısır sfenkslerinin hep erkek olmalarıdır. Orta Krallık döneminde ise ilk kanatlı sfenksler yapılmaya başlanmıştır.

 

(Solda) Sfenks'in pençeleri arasındaki Rüya Kitabesi. (Sağda) Sfenks'in çeşitli bölümlerindeki erozyon farklılıklarının, yontulduğu taş blokun çeşitli jeolojik katmanlarından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

BÜYÜK SFENKS'İN TARİHÇESİ

Kefren piramitinin (İÖ yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan Büyük Sfenks 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindedir. Taşocağından kalan bir kaya tepesinden yontulmuştur ve sık sık üzeri temizlenip açığa çıkarılmışsa da, genelde hemen hemen tümüyle kumlar altında kalmıştır.

Sfenksle aynı taştan yapılma, tamamlanmamış bir tapınak, 4. Hanedan zamanında (İÖ yaklaşık 2575-2465) anıtın önünde inşa edilmiştir. Bunun güneşin üç biçimi olan sabahları Khepri'ye, öğlenleri Re'ye, ve akşamları Atum'a tapınmak için yapıldığı anlaşılmaktadır. (Bu senaryo, yukarıda verilen Yunan mitolojisinin sfenks bilmecesinde anlatılan insanın üç çağına şaşırtıcı bir paralellik göstermektedir.)

Yeni Krallıkla Sfenks, belki de gömülü Sfenks'in ufuktan doğan dev bir hükümdarın başına benzediği için Horemakhet ("Ufuktaki Horus") ile özdeşleştirilmişti. Sfenksin üstünü örtmüş kumdan en ünlü temizlenişi, IV. Thutmosis (İÖ yaklaşık 1400) tarafından Sfenks'in tam önüne dikilen "Rüya Kitabesinde kayıtlıdır. Burada genç prense rüyasında, eğer Sfenks'i örten kumlardan kurtarırsa, bir sonraki kral olacağına söz verildiği yazılıdır.

Daha 18. Hanedan'dan başlayarak (İÖ yaklaşık 1550-1307), Sfenks kireçtaşı ile giydirilerek onarılmaya başlanmış ve ayakları arasına ayakta duran bir hükümdar heykeli eklenmişti. Son yıllarda, burnunu yüzyıllar önce kaybeden heykelin giderek yıkılması konusundaki kaygılar artmıştır.

Sfenks'in kayıp sakalının parçalan Giovanni Bat-tısta Caviglia ve daha sonraki kazıcılar tarafından toprak altından çıkarılmıştır. Sakalın parçalarından parçalar, British Museum ile Kahire'deki Mısır Müzesi'nde sergilenmektedir. Yakın zamanlarda erozyon ve yükselen yer suları bir sorun olmuştur ve bölge, bilimadamları tarafından heykelin çürümesinin nedenlerini tespit etmek üzere yakın bir ekolojik incelemeye alınmıştır.

 

(Solda) Halen büyük bir kısmı kumlara gömülü olan Sfenks, 18. yüzyıl sonlarında Napolyon'un Mısır seferine katılan ressamların taşbaskı çizimlerinde böyle resmedilmişti. (Sağda) Sfenks'in bilgisayarla tamamlanmış durumu. Yeni Krallık heykeli, Sfenks'in pençeleri arasında.

SFENKS KAÇ YAŞINDADIR?

Sfenksin çevresi 4. Hanedan hükümdar piramitleri ve kraliyet memurlarının mastaba-mezarlarıyla sarılı olduğundan, onun da aynı tarihte yapılmış olacağı varsayılmıştır. Auguste Mariette'in 1853'te, yakınlardaki 4. Hanedan hükümdarı Kefren'in Vadi Tapınağı'nı ortaya çıkarması, heykelin yaratıcısının o firavun ve Sfenks başının onun yüzü olduğu iddialarının ortaya atılmasına neden oldu.

18. Hanedan Rüya Kitabesi'ndeki yazıda Kefren'e bir atıfta bulunulmuş olabilir. Sfenks başının çeşitli unsurları, başlığı ve genel fizyonomisi 4. Hanedanın kraliyet heykelleriyle kıyaslanabilir şeylerdir.

Ancak arkeoloji ve sanat tarihine dayanan bu inandırıcı tarih belirleme kanıtları, 1992'de Amerikalı jeolog Robert Schoch'un, Sfenks kayası ile çevresinin 4. Hanedan'dan en az 2500 yıl önce yağmur suları nedeniyle erozyona uğramış olduğunu gösteren kanıtlar bulduğunu söylemesiyle geçici bir süre sarsılmıştı.

Schoch bu erozyonun Sfenks'in gövdesi yontulduktan sonra gerçekleştiğini söylemiş, sonra böyle bir şeyi yaratacak yağmurların ancak Neolitik Dönem'de, ÎÖ 7000 ile 5000 yılları arasında gerçekleşebileceğini ve üçüncü olarak da heykel ile tapınağının iki aşamada yapıldığını iddia etmişti. Sanat tarihi açısından başın daha genç olmasına da bir 4. Hanedan hükümdarı tarafından yaptırıldığı ya da yeniden yontulduğu açıklamasını getirmiştir.

Sfenks'in geleneksel Mısırbilim tarihlemesine destek, başka bir Amerikan jeologu olan James Harrell'den gelmiştir. Harrell, erozyonun Nil'in taşan sularının getirdiği ıslak kumlarla oluşabileceğini ve ayrıca arazinin topograf isinin, yağmur sularının Sfenks'e doğru akmasına neden olacağını, böylece Eski Krallık zamanındaki yağışların Schoch'un gözlemlediği erozyon etkilerini yaratabileceğini iddia etmiştir.

1980'li yıllarda Sfenks'in gayet zahmetli bir iş olan fotogrametrik bir taramasını yapmış olan Mark Lehner, Schoch'un iddialarının bazılarını ve bu arada Sfenks'in ve tapınakların iki aşamada inşa edildiği iddiasını reddetmiş, bunun eski Mısırlıların bilinen inşaat yöntemlerine tümüyle aykırı olacağını belirtmiştir.

Sfenks'in batı ucundaki bir bölmede tipik bir 4. Hanedan çömleği ile üzerinde bakır izleri olan taş çekiçler bulunmuştur. Bundan da, İÖ 4. binyıldan önce Mısır' da bulunmayan bu tür aletlerin anıtı yontmak için kullanıldığı sonucu çıkarılmıştır. Bunun dışında 4. Hanedan çömleklerinin bulunduğu katmanın hemen üstünde, tamamlanmamış Sfenks tapınağı için hazırlanmış büyük bir taş blok bulunmuştur.

Lehner, son olarak Kefren piramitinden çıkarılan büyük boyutlu çok sayıda heykelin de, Sfenks'in yaratıcısının o olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir.

 

(Solda) Mısır'ı hiç ziyaret etmemiş 17. yüzyıl cizviti Athanasius Kircher'in hayalindeki, Klasik biçimli sfenks. (Sağda) Sfenks'in modern fotogrametrik taraması heykelin bütün ayrıntılarının krokisini çıkartmıştır.

SFENKS'İN İÇİNDE GİZLİ ODALAR VAR MI?

Orta Çağdan başlayarak Sfenks'in altındaki gizli odalar hakkında hikâyeler anlatılmaya başlanmıştır. İki Arap yazarı (el-Makrizi ve el-Hüdai) Sfenks'in altında her biri üç piramitten birine giden üç geçidin bulunduğu bir odayı tarif etmişlerdir.

Bu hikâyeleri duyan ilk Avrupalı gezginlerden Johannes Helferich (1579), başa kadar giden bir tünel olduğunu anlatınca, eski rahiplerin, tapınanları bu yolla Sfenks'in sözlü kehanetlerde bulunduğuna inandırdıkları söylenmiştir. Ancak Helferich'in anlatımına eşlik eden tahta basmadaki çizimde Sfenks'in sanki Yunan Sfenks'inin dişisiymiş gibi memeli olarak gösterilmesi bu gezginin güvenilirliğini zedelemiştir.

Caviglia (1816), Gaston Maspero (1881-1914), Emile Baraize (1926-34) ve Selim Hasan'ın (1936-8) arkeolojik araştırmaları, Sfenks'in ne altında ne de tapınaklarında gizli odalar olmadığını ortaya çıkarmıştı. Heykel ile gizli bilgilerin bulunduğu toprak altında gömülü bir oda arasında ilişki 1930'larda Amerikalı medyum Edgar Cayce tarafından bir kere daha ortaya atıldı.

Cayce, Atlantis'in bilgeliğinin Sfenksle ilişkili bir yeraltı belgeler salonuna yerleştirildiğini ve bunun 20. yüzyılda yeniden keşfinin büyük bir felaket getireceğini iddia etmişti. 1977-8 ve 1992-3'te yapılan dirençlilik araştırmalarında Sfenks civarında anormallikler (belki de boşluklar nedeniyle elektrik direncinde oynamalar) ortaya çıkmışsa da, daha sonraki elektromanyetik taramalarda bu anormalliklerin doğal çatlaklar ve boşluklar olduğu ortaya çıkmıştır.

Mark Lehner'in Sfenks araştırmaları, çeşitli inşaat aşamalarının ve heykelin eski ve çağdaş restorasyonlarının daha kapsamlı olarak anlaşılmasını sağlamıştır. Lehner, Sfenks'le ilişkili üç geçit olduğunu saptamıştır. Bunlardan biri, başın hemen arkasına, boynun üst kısmına Albay Richard Vyse tarafından 19. yüzyılda delinmiş küçük bir baca deliğidir. Diğer ikisinin tarihleri bilinmemektedir ve bunlarda herhangi bir insan yapısı eşyaya ya da yazıta, rastlanılmamıştır.

Böylece kanıtlar Sfenks'in ne Neolitik bir anıt ne de Atlantis'le ilgili bir dosya dolabı olmadığını göstermiştir. Ancak onun neden ve kimin kim için yaptırdığı ile Eski Krallık kayıtlarında neden bir kayda rastlamadığımız muammalarını çözene kadar Mısır heykellerinin bu en büyüğünü saran esrar havası devam edecektir.

Eski Yunan'da sfenks İÖ 1600 dolayında ortaya çıktı. Yunanistan'a sfenks Asya'dan gelmişti ama görünümü daha değişikti. İÖ 1200'den sonra 400 yıl boyunca Yunanistan'da hiçbir yerde rastlanmayan sfenksler, Asya'da, Tunç Çağı'ndakilere benzer biçim ve pozlarda varlıklarını sürdürdü.

8. yüzyıl sonunda sfenks kavramı, Eski Yunan sanatında yeniden ortaya çıktı ve 6. yüzyılın sonuna değin yaygınlığını korudu. Çoğu zaman doğu özellikleri taşıyan bu sfenkslerin doğu kaynaklı olduğu açıktı, Tunç Çağı'ndakilerin devamı olamazdı.
#21 - Haziran 22 2008, 13:28:40
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İlk Avustralyalılar Kimlerdi?

Zaman: 40.000, 60.000 yıl önce?
Mekân: Avustralya

Uzun zaman önce...
Kaptan Cook'tan önce,
Macassanlar'ı görüyoruz
Gelmişler Bana ile (kuzeybatı rüzgârı)
Gelmişler Bulunu ile (güneydoğu rüzgârı)
JAMES BARRIPANG, 1994.

Avustralya'nın yerli halkının ataları, bazı geleneksel inanışlarına göre hem doğanın hem de insanların oluşturulduğu Düş-Zamanı'nda yaratılmışlardır. Bu nedenle onlar için kökenleri bir muamma değildir. Oldum olası hep oradadırlar. Kökenlerinin zamanı da önemli değildir. Çünkü Düş-Zamanı geçmişi, günü ve geleceği, kronolojiyi önemsiz bir kavram yapacak biçimde birleştirir.

Ancak bilimadamları için ilk Avustralyalıların gelişlerinin yeri ve zamanlaması 200 yıldır çözülmeyi bekleyen bir esrardır. İlk Avustralyalılar kimlerdi? Nereden gelmişlerdi? Buraya nasıl varmışlardı? Ne zaman gelmişlerdi? insan evriminin küresel tarihindeki yerleri neydi?

Bu sorular her yeni model yeni kuramlarla, kanıtlarla ve tarihlendirme teknikleriyle karşılaştıkça çözümlenmeden kalmaktadır.

 

(Solda) Güneydoğu Asya'nın Homo erectus'u, ilk Avustralyalılarda benzerlikler gösteriyor. (Ortada) Wadjak iskeleti, iki büyük kara kütlesi sınırında ve bölgedeki tarımın kökenlerinin yakınında bulunmuştur. Bu insan, kuzeydeki Asyalılar'la güneydeki Aborijinler arasında bir halkadır. (Sağda) Nacutrie'den bir kafatası: Yüksek ve geniş alınları ve iri yapılarıyla Murray Nehri'nin Kow Bataklığı-Coobol bölgesinin insanları, en iriyarı ve güçlü Avustralyalılar'dı.

İLK AVUSTRALYALILAR NEREDEN GELDİLER?

Avustralya, Güneydoğu Asya kütlesinden, bugün Endonezya ve Malezya olarak bilinen yerlerden iskân edilmiştir. 19. yüzyılda Eugene Dubois tarafından Cava'da bulunan Homo erectus fosillerinin ilk Avustralyalıların ataları olabilecekleri iddia edilir.

Araştırmalar Homo erectus'un Cava'da 1,74 milyon yıl önce bulunduğunu saptamıştır. Güneydoğu Asya'daki 100.000 yıldan eski iskeletler pek azdır. Cava'dan Wadjak, Sarawak'tan Niah ve Palawan'dan Tabon hep 10.000 yaşındadırlar.

Küresel buzullaşma ve erimeyle bin yıl içinde deniz düzeyleri değiştikçe, Avustralya, kimi zaman Tasmanya ve Yeni Gine'yle birleşerek Sahul olarak bilinen kara parçasını oluşturmuştur. Ancak denizin en çok çekildiği düzeylerde bile Sahul, Güneydoğu Asya'dan ayrıydı. Şu halde Avustralya'ya ancak kayıkla ve kanoyla gidilebilirdi ve anatomik olarak modern olan, düşünce ve yetenek olarak bizlere benzer insanların, yapraklardan örme yelkenli bambu sallar inşa etmiş olmalarım hayal etmek pek güç değildir.

Bölgenin rüzgârları ve akıntıları yolculuğun sonunda karaya ulaşılmasını âdeta garanti eder ve ufkun hemen ötesinde karanın olduğu göçmen kuşların uçuş yollarından ve kurak mevsim yangınlarının dumanlarından da anlaşılır.

Avustralya'ya ilk gidenler herhalde deniz kıyısındaki balıkçı köyleri gruplarıydı ve bunlar sonunda Timor Denizi'nin güney kıyılarına yerleşmiş olmalılardır. Kıyı şeridinin çok uzun olması düzinelerce grubun birbirlerinin alanlarına tecavüz etmeden aynı anda yerleşmiş olmalarım mümkün kılmış olacaktır. Eğer bu doğruysa, o zaman ilk Avustralyalılar'ın sayıları binleri bulmuş olmalıdır.

Ayrıca Avrupalılar geldiklerinde yerliler denizci değilse de, 10.000 yıl önceki deniz düzeyindeki son yükselmeyle tamamen yalıtılmış olduklarım düşünmek yanlıştır. Son birkaç yüzyıldır Macassanlar'ın balıkçılık seferleri gayet iyi belgelenmiştir ve evcil bir köpek türü olan dingonun 4000 yıl önce gelmiş olması da sürekli bir trafik olduğunun diğer bir kanıtıdır.

 

(Solda) Aborijin tarihi, bir yalıtım tarihi değildir. James Barripang, bir Endonezya prau'su (tekne) resmi gösteriyor. (Sağda) Güneydoğu Avustralya'da belki de 60.000 yıl önce Mungo Gölü kıyısında gömülmüş olan Mungo 3'ün Avustralya ailesi içinden olan ve Afrika soyundan ayrı olan bir mitokondriyal DNA taşıdığı (kadın soyundan devralınmaktadır) saptanmıştır.

İNSAN, AVUSTRALYA'YA İLK KEZ NE ZAMAN GELDİ?

Arkeologlar 20. yüzyılın ortasına kadar Avustralya'ya ilk göçün son buzullaşma sırasında (25.000 ile 13.000 yıl önce), deniz düzeyinin en son alçak olduğu sırada gerçekleştiğine inanıyorlardı. Ancak 1970'lerin başlarında ilk Avustralyalıların bundan çok önce geldikleri artık anlaşılmıştır. Yeni keşfedilen tarih belirleme yöntemleriyle, Avustralya'nın iskânının araştırılması da birlikte gelişmiştir.

1961'de radyo-karbon testleriyle 9000 yıl öncesi ölçülürken, 198l'de bu tarih 38.000 yıl geriye götürülebilmiştir. Malakunanja, Jinmium ve Mugo gibi yerlerde belirlenen tarihler şimdi bir kısım arkeologların ilk iskânı 60.000 yıl, hatta daha da geriye götürmelerine yol açmıştır.

Ancak tarihleme yöntemleri ve sonuçların yorumu konularında hâlâ önemli tartışmalar vardır. Bazıları 40.000-45.000 yıl önce inandırıcı bir iskân belirtisi olmadığını iddia ederken, diğerleri 60.000 yılın muhafazakâr bir tahmin olduğunu söylemektedirler.

Kazı stratejileri, örnekleme yöntemleri ve tarih saptama teknikleri soruşturuldukça tartışmalar da şiddetlenmektedir. Bir başka sorun da son 10.000 yılda deniz düzeyinin yükselmesiyle eski çağ kalıntılarının büyük bir kısmının kıyı boyunca 100 metre su altında kalmış olmasıdır.

Ancak insanların 40.000 yıl önce bütün kıtaya yayıldıklarını bilmekteyiz. Şimdi Tasmanya'da Warreen'de, Nullarbor ovasında Allen's Mağarası'nda, güneybatı Batı Avustralya'da Upper Swan'da, Murray ve Darling nehirleri yakınında Willandra Gölleri'nde, Yeni Gine'de Huon yarımadasında ve New Ireland'da Matenkupkum'da 35.000 yıldan eski tarihler vardır. Aborijinler çölün ortasını en az 22.000 yıl önce yurtları yapmışlardır.

Bu ilk Avustralyalılar değişen iklimlerle ve farklı ortamlarla karşılaşmış olmalıdırlar. Deniz düzeyinin alçak ve Tasmanya ile Yeni Gine'nin Avustralya'ya bağlı olduğu dönemlerde, güneydeki sıradağların ve Tasmanya'nın yüksek doruklarının üzerinde küçük buzullar vardı. Baharlarda eriyen buzların taşırdığı nehirler şimdikilerin dokuz katı fazla suya sahiptiler.

Willandra Creek'in de aralarında olduğu bu eski nehirler çok daha kuru, soğuk ve rüzgârlı bir arazide akmaktaydılar. Mungo 3 adıyla bilinen insan böyle bir zamanda gömülmüştü. O günden sonra pek çoğunda görüldüğü gibi yüzü Mungo Gölü'ne, ayakları doğuya bakıyordu. Yakın zamanda bunun 60.000 yıl öncesine ait olduğu belirlenmiştir ve gömülme tarihî üzerinde hâlâ tartışmalar sürüyorsa da, kendisi bilinen en eski Avustralyalı'dır.



İLK AVUSTRALYALILAR KİMLERDİ?

Çağdaş yerli Avustralyalılar, tıpkı Avrupalılar ya da herhangi bir kıta grubu gibi bölgeden bölgeye fiziki değişiklikler gösterir. Bu farklılık için iki temel açıklama vardır. Göç modelleri çoklu köken ve farklı ata gruplarının varlığını gözönüne alırken, evrimsel modeller ise biyolojik çeşitliliği farklı ortamlardaki ayıklama süreçlerinde ve sosyal ve coğrafi sınırları aşan evlilik kalıplarında araştırırlar. Bu durumda, görülen biyolojik çeşitlilik insanların yeni ülkenin çevre farklılıklarına uymalarından mı, yoksa farklı iskân gruplarının gelişleri ve aralarındaki evlenmelerden mi kaynaklanmıştır?

20. yüzyılın büyük bir bölümünde fiziki farklılığı açıklamak için göç modelleri kullanılmıştı. 1941'de, radyokarbonla tarih saptama icat edilmeden önce, Joseph Birdsell gözlemlenen farklılıkların farklı grupların üç göç dalgasından doğduğunu ileri sürmüştü. Alan Thorne 1970lerin başında ikili bir göç modeli ileri sürmüştür. Onun Kow Bataklığı'ndaki keşifleri, güneydoğu Avustralya'da Murray Nehri kıyılarında iri yarı, güçlü kuvvetli insanların yaşadığının kanıtlarını ortaya koymuştu.

Kow Bataklığı'ndan daha eski olan Mungo Gölü'ndeki kalıntılar daha narin yapılıydı. Thorne, kalıntılar arasındaki bu farklılığı onları kuzeydeki eski fosillerle ilişkilendirerek açıkladı. Daha iri ve daha güçlü grubun ataları Cava'daki Homo erectus'tan, daha narin olanlar ise daha yukarıdaki Çin7 den gelmişlerdi.

ilk iskânın tarihleri geriledikçe yerli halk arasındaki fiziki çeşitlilikler için evrimsel açıklamalar da önem kazanmıştır. On binlerce yıl çöl ortamında yaşayan insanlar, daha uzun kol ve bacaklarla daha ince bir görünüm kazanırlar. Willandra Gölleri'nin halkı buzul çağında çöllerde yaşıyorlardı. Yine bunun gibi Murray Nehri gibi kaynak bakımından zengin bölgelerde yaşamış olanların iri yapıları da yöreye uyum sağlamalarıyla açıklanabilir.

Avustralya'da, 10.000 yıldan eski 90 kadar iskelet bulunmuştur. Bunların çoğu parça parçadır. Genellikle Willandra Gölleri'nden, Coobol Creek'ten ve Kow Bataklığından gelmektedirler. Son ikisi Murray Nehri'nin kıyısında aralarında 50 kilometre olan iki farklı yerde bulunmuştur ve ikisi de, tarihte Baraparapa kabilesi bölgesi olarak bilinen alan içindedir.

Araştırmalar günümüzden 10.000 yıl öncesinde yaşamış olan bu insanların daha iri ve kalın yapılı olduklarını ortaya koymuştur. Bunlardan en iyi bilinenleri -Cohuna, Nacurrie, Kow Bataklığı ve Coobol Creek- Murray Nehri'nin herkese açık olmayan bir bölgesinden gelmiştir. Bunlar herhangi bir insan grubunun rastlanmış en iri dişlerine, geriye yatık bir alna ve gelişmiş kaş çıkıntılarına sahiptirler. Keilor ve Willandra Gölleri iskeletlerinin çoğu ise daha az kaba yapılı olup, çağdaş Aborijin insanına fiziki olarak daha da yakındır.

İLK AVUSTRALYALILARDIN ATALARI KİMLERDİ?

Anatomik bakımdan çağdaş insanların ve bunların dünyaya yayılmalarının kökenlerini arama araştırmaları iki model halinde kutuplaşmıştır: Bölgesel Devamlılık Modeli ve Afrika'dan Çıkış Modeli. Bölgesel Devamlılık modelinde, Homo erectus Afrika'dan Avrasya'ya yayılmış ve 1,74 milyon yıl önce Cava'ya varmıştır. Eski Dünya'da Homo erectus'tan evrim toplulukların evlilik yoluyla birleşmesiyle olmuştur.

Çağdaş Homo sapiens 130.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu modele göre Solo'da ve Ngandong'da bulunan Homo erectus fosilleri Avustralya Aborijinlerinin atalarıdır. Pek çok araştırmacı 10.000 yıl öncesinin Avustralyalılarımla Cava fosilleri arasında kesintisiz devam eden bir soyun benzerliklerini bulmuşlardır.

Afrika'dan Çıkış modelinde ise, çağdaş insanlar 130.000 yıl önce Afrika'da gelişmiş, jeolojik bir dönemde Asya'ya geçmişler ve belki de Hindistan ve Güneydoğu Asya kıyılarını denizden geçerek 60.000 yıl önce Avustralya'ya yerleşmişlerdir. Bu çağdaş homo sapiens'ler, yol boyunca bütün yerleşik Homo erectus nüfusu öldürmüşler ve bir buçuk milyon yıl sürece yakınında yaşadıkları halde, onların atmadığı adımı atarak Avustralya'ya geçmişlerdi. Bu, "yıldırım saldırısı" modelidir.

Böylece, Afrika'dan Çıkış modeline göre Cava'daki Homo erectus fosilleri -Solo ve Ngandong- Avustralya aile ağacındandır ve ilk Avustralyalılar 130.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkan atalardan türemişlerdir. Bölgesel Devamlılık Modeli, Homo erectus'u ilk Avustralyalıların atası olarak kabul etmeye devam etmektedir.

O zaman belki de en şaşırtıcı soru, Homo erectus'un neden Avustralya'ya o gayet kısa son geçişi yapmadığıdır. Yoksa bunu yapmışlar mıdır? Bölgesel Devamlılık modeli bizim Avustralya'da 100.000 yıldan eski insanların kalıntılarını göreceğimiz olasılığını açık bırakmıştır. Bu pek mümkün değilse de, imkânsız da değildir.
#22 - Haziran 22 2008, 13:29:41
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kennewick İnsanı

Zaman: 15.000 ile 9.300 yıl önce
Mekân: Kuzey ve Güney Amerika

Ortaya çıkacak olan tablonun, bize insanın yeryüzündeki serüveninin en heyecan verici, en esinlendirici ve şaşırtıcı bir olayını göstereceğine inanıyorum. TOM DILLEHAY 2000.

Okyanus denizi amirali Kristof Kolomb, 1493'te İspanya sarayına bir grup Amerikan yerlisini getirdiği anda entelektüel tartışma da başlamış oldu. Bu garip insanlar kimlerdi? Anayurtlarına nasıl gitmişlerdi? Asya'dan Amerika'ya karadan mı yoksa denizden mi gitmişlerdi? Yoksa "bilinmeyen bir kaptan" Kolomb'dan çok önce Akdeniz'i ve arkasından Atlas Okyanusu'nu aşmış mıydı? Kızılderililer, kayıp kıta Atlantis'ten ya da İsrailoğluları'nın Kayıp On Kabilesi'nden hayatta kalanlar mıydı?

Beş yüzyıldır bilimadamları da, efsane yaratıcıları da insan geçmişi hakkındaki bütün tartışmaların bu en kalıcısı üzerinde hiç durmaksızın fikir yürütüyorlar.

1590 yılında Cizvit misyoneri Jose de Acosta, Amerika kıtasına ilk gelen Amerikalılar'ın Asya'dan "kısa deniz yoluyla" geldiklerini tahmin etmiştir ki, bu da Bering Boğazı'nın 1743'te Avrupalılar tarafından keşfinden iki yüzyıl önceydi.

Buzul Çağı'nda Atlas Okyanusu'ndan yapılan seyahatler ya da Avustralya'dan Güney Amerika'ya uzun kano seferleri gibi çılgınca iddialar dışında, artık pek az bilimadamı Amerika yerlilerinin Asya'dan geldikleri iddiasına karşı çıkmaktadır: Bilimsel tartışmalar artık ilk yerleşimin nasıl ve ne zaman yer aldığı konusunu ele almaktadırlar.

 

(Solda) Pennsylvania'da, Meadowcroft Rockshelter'deki kazılarda belki 15.000 yıl önce iskân edilmiş bir mağara. (Sağda) New Mexico'da Folsom'da bulunan soyu tükenmiş bir bizon kaburga kemiği ve bir taş Folsom ucu. 1920'lerde insan yapımı bu aletlerle soyu tükenmiş hayvan kemiklerinin bir arada bulunması, insanların Kuzey Amerika'ya Buzul Çağı'nın sonundan birkaç yüz yıl önce yerleştiklerini kanıtlamıştır.

FOLSOM,CLOVİS VE CLOVİS-ÖNCESİ

1920'lere kadar pek çok uzman, ilk Amerikalılar'ın son 4000 yıl içinde kıtaya geldiklerini tahmin ediyordu. Ancak New Mexico'daki Folsom'da soyu tükenmiş bir bizonun kemikleriyle ilişkili sivri taş uçların bulunması, insanların Yeni Dünya'da en az 10.000 yıldır yerleşik olarak bulunduklarını kesin bir biçimde ortaya koydu.

1949'da Willard Libby tarafından radyonkarbonla tarih belirleme yönteminin bulunmasıyla, Folsom ile hatta daha eski Clovis Paleo-Kızılderili kültürlerinin kronolojisini daha sağlam bir zemine oturtmak mümkün olmuştur.

Günümüzde onlarca radyokarbon tarih testi, Kuzey Amerika'nın Clovis işgalini 13.500 ile 13.350 yıl öncesine götürmüştür ki, bu da Taş Devri insanlarının Buzul Çağı'nın sonundan birkaç yüzyıl sonra Yeni Dünya'ya yerleşmiş oldukları demektir. Hatta bu tarih belki daha eskiye de götürülebilir. Ama buradaki en büyük soru, bunun daha ne kadar erkene götürülebileceğidir.

Amerika'ya yalnızca çağdaş insanın, yani Homo sapiens sapiens'in yerleştiği konusunda herkes fikirbirliği içindedir. Yüz yılı aşan sıkı bir çalışma Neanderthaller gibi eski insanların izlerinin olmadığını ortaya koymuştur. Ancak bu gerçeğin dışında pek az konuda anlaşma vardır. Bilim adamları farklı düşünen iki gruba ayrılmıştır.

Azınlık grup, insanların 40.000 yıl kadar önce Asya'dan Alaska'ya geçtiğine inanmakta ve bu tür eski yerleşim için Kuzeydoğu Brezilya'da gayet tartışmalı kazıları göstermektedirler. Bu kuşkulu yer -Boqueirao da Pedra Furada- dışında 40.000 yıllık yerleşim konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt yoktur.

Araştırmacılardan çoğu, daha sonraki bir tarihi, 13.500 yıl öncesini kabul ederler. Bunlara göre yerleşim geç Buzul Çağı'nda, deniz düzeyinin bugünkünden 90 metre aşağıda olduğu ve Sibirya ile Alaska'nın, şimdi batmış olan Beringia kıtasıyla birbirlerine hâlâ bağlı olduğu bir zamanda gerçekleşmiştir.

Amerika'da Clovis-öncesi yerleşimi belgeleyen pek az arkeolojik alan vardır. Bunlardan en iyi bilineni Şili'nin güneyinde Monte Verde'dedir. Burada bulunan bazı ahşap kulübeler ve basit taş aletler 14.000 ile 13.600 yıl öncesinden kalmadır ki, bu da Clovis'ten biraz daha eskidir.

Aralarında güney Virginia'da Cactus Hill'in de bulunduğu bazı daha az tanınmış alanlar kronolojiyi biraz daha geriye götürebilirse de, iyi belgelenmiş geçmiş, burada sona ermektedir. İlk yerleşimin çok daha önce gerçekleşmiş olmaması için bir neden yoktur, ancak bu yerleşimcilerin sayısı çok az olduğu için arkalarında bıraktıkları arkeolojik "imzalar" da artık bulunamayacak kadar belirsiz olacaktır.




(Solda) Clovis uçları, ilk Amerikalılar'ın taş işçiliğinde ustalıklarının en güzel örneklerindendir. Clovis insanları, Kuzey Amerika'ya en az 13.000 yıl önce yerleşmişlerdir. Onların Paleo-Kızılderili kültürünün ilk örnekleri olduğu tahmin edilmektedir. (Sağda) Güney Şili'de Monte Verde'de bulunan ahşap yapıların temelleri. Buradaki birbirine bitişik yapılmış küçük kulübeler ve bulunan taş ve tahta el aletleri Kuzey ve Güney Amerika'dakilerin en eskilerindendir.

HANGİ YOL?

İnsanların Yeni Dünya'ya hangi yoldan geldikleri de tartışmalıdır. Yakın zamanlara kadar ilk yerleşimcilerin Alaska'ya Bering Kara Köprüsü'nün rüzgârlı ve çok soğuk step tundralarından geçerek girdiklerine inanılmaktaydı. Bunlar Alaska'dan, geç Buzul Çağı'nda ve hemen sonrasında Kanada ile Birleşik Devletleri örten büyük iki buz tabakası arasındaki dar ve buzsuz koridordan geçerek Kuzey Amerika'ya yerleşmişlerdir.

Paleo-Kızılderili yerleşim alanlarının çoğu Kuzey Amerika ovalarında bulunduğundan ilk yerleşimcilerin büyük hayvan avcıları olduğu ve bizon, mamut ve mastodon avlamaktan hoşlandıkları tahmin edilmektedir.

Yeni gerçekleştirilen arkeolojik kazılar, Paleo-Kızılderililer'in çeşitli yiyeceklerle beslenen çok değişik avcı-toplayıcı olduklarını gösterdiği için son zamanlarda bu senaryo eleştirilere uğramıştır. Aynı zamanda yeni jeolojik araştırmalar da Alaska'dan ovalara açılan buzsuz koridorun bitki örtüsüyle kaplı olmadığını ve bu nedenle insanların ya da hayvanların yaşamalarının imkânsız olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle ilk yerleşimciler eğer kıyı yolunu seçmeselerdi güneye inemeyeceklerdi.

Bu senaryoya göre ilk yerleşimciler Sibirya'dan Bering kıyılarını izleyerek gelmişler, oradan Alaska kıta sahanlığı boyunca doğuya ve güneye ilerlemişlerdir. Ne yazık ki böyle bir yolu belgeleyecek olan arkeolojik alanlar metrelerce suyun altında kalmıştır. Ama en azından kuramsal olarak, deri botları olan Buzul Çağı insanlarının, balıkları ve deniz memelileri avlayarak deniz düzeyi bugünkünden çok daha alçakken güneye gitmemeleri için hiçbir neden yoktur. Yollar üzerindeki anlaşmazlık, çözümlenememiş olarak günümüzde devam etmektedir.



Kennewick İnsanı'nın kafatası ve yüz hatlarının kafatası üzerine monte edilmişi. 9300 yıl öncesine ait ve yerli Amerikalılar'ın ilklerinden biri olan bu kafatası üzerinde büyük tartışmalar yapılmaktadır.

KENNEWİCK İNSANI

İlk Amerikalılar, bilimadamları arasında çok heyecan uyandıran muammalardan biridir. Washington'daki Benton County'de 1996'da Kennewick İnsanı'nın bulunmasıyla bu heyecan daha da artmıştır. Bir ırmak kıyısından bir insan kafatası ile bazı kol ve bacak kemikleri çıkarılmıştır.

Bu kemiklerin, ölüm zamanında 40-45 yaşında, yaklaşık 1,73 boyunda, aşınmış dişli, beyaz ırktan bir erkeğe ait olduğu tespit edilmiştir. Arkeolog James Chatters ilk başta çağdaş bir Avrupalı'yla karşı karşıya olduğunu sanmış, ancak yakın inceleme sonunda sağ kalçada iyileşmiş bir yara içinde bir tür ok başı bulmuştur.

Bunun üzerine yapılan radyokarbon testlerinde iskeletin 9330 ile 9380 yıl öncesinden kaldığı anlaşılmıştır. Bu kemikler, böylece Kuzey ve Güney Amerika'da bulunan en eski insan kalıntısını göstermektedir. Yapılan bilgisayarlı tomografi sonunda esrarengiz nesnenin yaprak biçimli bir taş ucu olduğu anlaşılmıştır.



ABD'nin Toprak İşleri Yönetimi, hemen bütün araştırmaları durdurmuş ve kemikleri federal yasalar uyarınca beş kabileye vereceğini ilan etmiştir. Bunun üzerine bir grup arkeolog Toprak işleri Yönetimi'ni mahkemeye vermiş ve bu da bilimadamlarını devletle ve Amerikan yerlileriyle karşı karşıya getirmiştir. Dava bu kitabın yazılması sırasında henüz bir çözüme kavuşmuş değildi.

Kennewick İnsanının iskeleti, bilimsel bakış açısından erken tarihi ve olağanüstü anatomik çizgileriyle büyük ilgi çekmektedir. İlk incelemeden çıkan sonuca göre, kafatası, yakın zamanların Amerika yerlilerinden çok, çağdaş Batı Avrupalıların kafatası yapısına benzemektedir.

Yakınlarda yayınlanan bilimsel bir raporda James Chatters, Kennewick İnsanının kemiklerinin, çağdaş Amerikan yerlilerinkinden, özellikle de Kuzey Amerika'nın kuzeybatısında yaşayan yerlilerinkinden önemli farklılıklar gösterdiğini belirtmektedir. Ancak Kennewick İnsanı, bilinen aynı yaşlardaki altı diğer Paleo-Kızılderili erkekle aynı ortak hatları taşımaktadır.

Bunların hepsinin kafatasları uzun, yüzleri geniş, burunları dar ile orta arasıdır. Uzak kuzey insanlarının karakteristiği olan daha uzun düz yüzler ve daha kısa kol ve bacakları değil de, tropik kökenin izlerini gösterirler.

Kennewick İnsanı daha uzundur, yüzü daha çıkıktır ama genel olarak yüz hatları sıradışı değildir. Ölüm yaşı bile 32 ile 45 yaşlarında ölen Paleo-Kızılderili erkekler için gayet normaldir. Kennewick İnsanı'nın iskeleti, Kuzey Amerika'nın ilk insan yerleşmesinin sandığımızdan daha karmaşık olduğunu, küçük Taş Devri gruplarının Kuzey ve Güney Amerika'ya Buzul Çağı sonlarında ya da hemen sonra uzun bir zaman dilimi içinde küçük gruplar halinde girdiklerini göstermektedir.

İlk Amerikalılar'ın kim oldukları ve nereden geldikleri muamması, nüfusun çok az ve kamp yerlerinin geçici olması nedeniyle, geçmişin en büyük bilmecelerinden biridir. Burada asıl heyecan veren, erken Avrupalı iskânı ya da Kuzey Atlas Okyanusu üzerinden Buzul Çağı sırasında yapılan göçler değil, arkeolojik, biyolojik ve dil ipuçlarının oluşturduğu bu en dağınık problemi çözebilmenin meydan okuyuşudur.
#23 - Haziran 22 2008, 13:30:35
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük Hayvanların Yokolması

Zaman: Buzul Çağı'nın sonu
Mekân: Amerika, Avrasya, Avustralya

... avcılar ülkenin zenginliğinin çoğunu silip süpüren kanlı bir dalga gibi Amerikalar boyunca aktılar. PAUL MARTIN, 1999

Günümüz insanları olarak bizler, son Buzul Çağı'nın sonundaki, daha yalnızca 13.000 yıl önceki atalarımızın dünyasına kıyasla korkunç derecede yoksullaşmış bir dünyada yaşamaktayız. Afrika, Avrupa, Asya ya da Amerika'da yaşayan o avcı-toplayıcı insanlar çok büyük boyutlu vahşi hayvanları -megafauna- görebiliyorlardı. Bugün bu tür hayvanlar yalnızca Afrika'da kalmıştır: Fil, zürafa, suaygırı ve gergedan.

Buzul Çağı avcıları Avrupa'da, Kuzey Asya'da ve Kuzey Amerika'da mamutları görmüşler ve belki de onları başarıyla avlamışlardı. Avrupa hayvanları arasında dev geyikler, tüylü gergedanlar ve mağara ayıları vardı. Amerika kıtasında ise doğal ayıklamanın ancak milyonlarca yılda ürettiği ve evrim zamanı açısından bir gün denilebilecek bir süre içinde tümüyle ortadan silinen pek çok hayvan türü yaşamaktaydı.

Örneğin Kuzey Amerika'da yalnızca iki tip mamut değil, bir dizi dev tembel hayvan vardı: Boyları altı metreye ve ağırlıkları üç tona ulaşan bu hayvanlar ağır hareket ederlerdi ve otoburdular. Bunlar, hayat alanlarını kastoridlerle (ayı boyundaki dev kunduzlar), gliptodonlarla (dev zırhlı armadillolar), kameloplarla ("Dünün develeri" olarak anılan hayvanlar) ve yirmi santim dişleri olan smilodon gibi hayvanlarla paylaşırlardı. O çağlarda, Avustralya'da da gergedana benzeyen keseli hayvanlar ve dev kedilerle birlikte çok sayıda kanguru çeşidi ve vombatlar yaşardı.

Bu büyük hayvanların son Buzul Çağı'nın sonunda bütün kıtalardan ani yokolmaları, geçmişi araştıranların karşılaştıkları en büyük muammalardan biridir. Bu türden soy tükenmelerinden büyük ölçüde bir tek Afrika kıtası kurtulmuştur ve bunun neden böyle olduğu, sorunu daha da karmaşık bir hale getirmektedir.

Belli başlı iki kuram vardır: Ya hayvanlar Buzul Çağı'nın sonundaki büyük iklim değişiklikleri nedeniyle yeryüzünden silinmişlerdir ya da her kıtada bulunan bir öldürücü ve yırtıcı yaratık, yani Homo sapiens, bütün bunların sonlarını getirmiştir.

 

(Solda) 15.000 yıl önce Güneybatı Birleşik Devletler'deki Colorado Platosu'nda yaşayan Columbia mamutları. (Sağda) Dima adı verilen bu 40.000 yıllık yavru mamut kalıntısı 1977'de Sibirya'da bulunmuştur.

MAMUTLARIN YERYÜZÜNDEN SİLİNİŞİ

Tartışma daha çok bu soyu tükenen hayvanlardan biri olan mamutlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Aslında iki mamut soyu tükenmiştir: Kuzey Avrasya ile Kuzey Amerika'da yaşayan tüylü mamut (Mammuthus prmigenius) ve yalnızca Kuzey Amerika'dan Meksika'ya kadar olan bölgede yaşayan Columbia mamutu (Mammuthus Columbi).

Diğer megafauna türleri gibi mamutlar da 13.000 ile 11.500 yıl önce tükenmişler, yalnızca tüylü mamutlar Kuzey Buz Denizi Okyanusu'nda Wrangel Adası'nda 6000 yıl daha yaşamıştır. Buradaki mamutların neden hayatta kaldıkları, mamutların tükenmesinin esrarını daha da arttırmaktadır. Bu hayvanlar, iri bir mamutun 3 ile 3,6 metre yüksekliğine karşılık yalnızca 1,8 metre boylarıyla varlıklarını cüce olarak sürdürmüşlerdir.

 

(Solda) Güney-Orta Fransa'da Pech-Merle mağarasındaki hayvan resimleri arasında en çok, Paleolitik Dönem'in tüylü mamutlarına rastlanır. (Sağda) 1932'de Colorado'da Dent'te yapılan kazıda, Kuzey Amerika'da mamut kalıntılarıyla sivri mızrak uçları ilişkilendirilmiştir.

İKLİM VARSAYIMI

Wrangel Adası'ndaki mamutlar, adanın bitki örtüsü, -çok çeşitli otlar ve bitkiler- Buzul Çağı'nda olduğu gibi kaldığından yaşamlarını sürdürmüş olabilirler. "Mamut bozkırı" olarak bilinen bu bitki örtüsü, bir zamanlar Kuzey Avrasya'yı ve Kuzey Amerika'yı kaplamışsa da, 20.000 yıl önce iklimin giderek ısınması ve daha nemli olması nedeniyle yerini yeni bir bitki örtüsüne bırakmıştır.

Kuzey bölgelerinin çoğunda, bozkırın yerine çok ağır yetişen ve besin değeri çok az olan tundra geçmiştir. Bu da yalnızca, yosun yiyen ren geyikleri gibi çok özel besinleri olan hayvanlar için uygundu. Daha güneyde mamutların besin kaynağı olan zengin ot, çalılık ve bitki karışımı yerini sık ormanlara, çayırlıklara ve yarı-çöllere bırakmıştı.

Artan sıcaklık ve nem nedeniyle bitki örtüsündeki bu değişiklikler, mamutların hayat ortamlarında kayıplara neden olmuş, sonuçta besin kaynaklarının azalması nedeniyle sayıları azalmış ve daha sonra da tümüyle tükenmişlerdir.

Bu iklim/bitki örtüsü değişimi varsayımı, mamutların tükenmesi konusunda pek inandırıcı gibi gelse de bazı güçlüklerle karşılaşmıştır. Bunlardan en önemlisi mamutların daha önce de, 20.000 ile 11.600 yıl önce oluşmuş olan benzer iklim değişikliklerinden çoğuna dayanmış olmalarıdır.

Son Buzul Çağı, son bir milyon yıl içinde meydana gelenlerden yalnızca biriydi. Bu çağlar arasında günümüz iklimine çok benzeyen sıcak ve nemli iklimler olmuştu. Ancak mamutlar bunların hepsine dayanmışlar, büyük bir olasılıkla mamut bozkırına benzer yerlere sığınmışlar, sonra iklim ve bitki örtüsü kendi koşullarına uyum sağladığında tekrar ortaya çıkmışlardır. Son Buzul Çağı'nın sonunda da aynı şeyi yapmamış olmaları için bir neden yoktur.

İklimsel soy tükenmesi kuramının bir sorunu da, mamutların, soyu tükenen tek tür olmamasıdır. Başka farklı ortamlarda yaşayan ve beslendikleri yiyeceklerde bir artış bile görülen pek çok tür de onlarla birlikte tükenmiştir.

Mamutlar, zooloji sınıflamasına göre, Elephantidae familyasından, soyu tükenmiş olan Mammuthus cinsini oluşturan, file benzer iri memeli hayvanlara verilen ortak addır. Fosillerine, Avustralya ve Güney Amerika dışındaki bütün kıtaların, Pleyistosen Bölüm (yaklaşık 2,5 milyon-10 bin yıl önce) çökellerinde rahatlıkla rastlanır.



Hayatta kalan büyük hayvan türlerinin yüzdesi.



Bugün Amerikan Doğa Tarihi müzesinde bulunan iyi korunmuş Jefferson mamutu iskeleti.

İNSANLARIN AŞIRI AVLANMASI

Bu sorunlar bazı bilimadamlarının mamutların ve diğer büyük hayvanların, insanlar tarafından avlanarak soylarının tükendiği fikrini benimsemelerine yol açmıştır. Bu kuramı 30 yıl önce Arizona Üniversitesi'nden Paul Martin ileri atmıştır ve bazı bilimadamları için hâlâ inandırıcı olmaya devam etmektedir.

Martin, daha çok Kuzey Amerika'yla ilgileniyordu ve insanların bu kıtaya gelmeleri ile büyük hayvanların tükenmeleri arasındaki rastlantıyı vurguluyordu. Ona göre yeni gelenler, şimdi Bering Boğazı çevresinde sular altında kalmış olan kara parçası Beringia'dan Alaska'ya girdikten sonra, giderek kıtanın güneyine yayılırken, yoğun avlanmalarla büyük hayvanların da soylarım tüketmişlerdir.

Bu insanlar, ilk tanımlandıkları yerin adıyla Clovis kültürü olarak anılırlar ve öldürücü av teknolojisinin bir parçası olan sivri taş mızrak uçlarına sahiptiler. Bu kültür, Kuzey Amerika kıtasının tümünde bulunur ve 13.500 ile 13.350 yıl önce gelişmiştir. "Dünün devesi", yer ayıları ve mamutlar, daha önce böyle bir yırtıcı yaratıkla karşılaşmamışlardı: Bunlar hem öldürücü silahlara sahiptiler hem başa çıkamayacakları kadar büyük gruplar halinde avlanıyorlar hem de tuzak ve pusu kuruyorlardı.

Afrika'da büyük memeliler yırtıcı hayvanlar olarak insanlarla birlikte evrim geçirmişlerdi ve insanların avlanmalarına korunma olarak belirli toplumsal modeller geliştirmiş olabilirlerdi ama Kuzey Amerika'da böyle bir şey söz konusu değildi. Bu durum Afrika'da pek az hayvanın soyunun tükenmiş olmasını açıklayabilirdi.

Mamutların Clovis insanları tarafından avlandığını gösteren arkeolojik kanıtlar da vardır. Pek çok arkeolojik kazı yerinde mamut kemikleri yanında mızrak uçlarına da rastlanılmıştır. Mamutlarla avcı insanlar arasındaki ilişki ilk olarak 1932'de Colorado'daki Dent kazılarında keşfedilmişti.

Örneğin, Arizona'da, San Pedro Vadisi'nde Lehner Ranch'de 13 mamutun kalıntıları yanında ateş izlerine ve mızrak uçlarına rastlanılmıştı. Bunun bir aile sürüsü olduğu ve bir su başında tümüyle öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Ancak aşırı öldürme kuramı da bazı ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Mamutların öldürülme alanlarını bulmamıza rağmen, diğer büyük hayvanların, birkaç istisna dışında avlandıklarını gösteren izlere rastlanılmamıştır.

Örneğin mağaralarda bulunan dışkılarından bir zamanlar sayılarının çok olduğu anlaşılan ve yavaş hareket etmeleriyle kolay av olabilecek olan yer ayıları. Clovis insanları hakkındaki bilgimiz arttıkça, bunların daha küçük hayvanları avladıklarını ve bitki topladıklarını anlamaktayız.

Clovis insanlarının Kuzey ve Güney Amerika'da yaşayan ilk insanlar olmadıkları da artık ortaya çıkmaktadır. Güney Şili'de Monte Verde'de bulunan, 14.000 yıl öncesinden kalan bir yerleşim yeri hayvanların türlerinin yokolmasından birkaç bin yıl önce Kuzey ve Güney Amerika'da insanlar olduğunu gösterir. Yeni avcı olarak insanın gelişi hakkında benzer bir iddianın ileri sürülebileceği Avustralya'da da, soyu tükenmiş hayvan kemikleri ile insan faaliyetleri arasında bir ilişki bulunamamıştır.

iklim değişikliği mi, insanların avlaması mı? Büyük av hayvanlarının yok olmalarının nedeninin bunlardan hangisi olduğu konusunda bilimadamları bölünmüş durumdadırlar. Bazıları çok farklı bir açıklama ortaya atmışlardır: Dünyaya insanlar tarafından yayılan ama yalnızca büyük hayvanları etkileyen öldürücü bir hastalık.

Ancak bir tek açıklama olmayabilir: Bazı türler yoğun avlanarak, diğerleri ise yaşama ortamlarını kaybedip yeni iklimle başa çıkamayarak tükenmiş olabilirler. Herhangi bir bölgede türlerin tümünün dinamik ekolojik topluluklar olduklarını unutmamalıyız. Bir tür ortadan kalkınca, avlananlarla avlar arasındaki denge değişecekti ve bu da nüfus patlamalarına ve çatışmalara yol açacaktı.

Gerçekten de mamutlar kilit türler olarak tanımlanmışlardır. Ancak ne iklim değişikliği ne de aşırı avlanma kendi başlarına yeterli neden olmayacağından hayvan toplulukları üzerinde böylesine büyük etkiyi bunların toplamının yapmış olması gerekir.

Buzul çağı sona erdiğinde mamutlar Amerika'nın güneybatısında, özellikle Clovis dönemindeki kuraklık sırasında ve ondan hemen sonraki, küresel ısınmadan önceki Genç Dryas (12600-11500 yıl önce) dönemindeki çok soğuk ve çok kuru dönemde ağır bir etki altında kalmış olmalılardır.

Bu dönemlerde nisbeten zayıf hayvanlar (günümüz Afrika fillerinin kuraklık zamanlarında yaptıkları gibi) su kaynakları başında toplanmışlar ve Clovis avcıları için kolay yem olmuşlardır. Birkaç hayvanın öldürülmesi bile, daha uygun iklim koşulları döndüğünde eski sayılarına kavuşacak olan türlerle soyları tükenmeye mahkûm olanlar arasındaki ayrımı belirleyecekti.
#24 - Haziran 22 2008, 13:31:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Çiftçilik Nasıl Başladı?

Zaman: 12.000-4.500 yıl önce
Mekân: Yakın Doğu, Meksika, Çin, Andiar,
Doğu Birleşik Amerika, Sahra-altı Afrikası

Bu bir Neolitik Devrimdi. V. GORDON CHILDE, 1936

Geçmişinin büyük bir kısmında insanlar yiyeceklerini avlanarak ve toplayarak sağlamışlardır. Atalarımız evcilleştirilmiş hayvan ve bitkileriyle yerleşik toplumlar halinde yaşamadan çok önce bir tür olarak evrim geçirmiştik. Çiftçilik çok yeni bir olaydır ve arkeologlar insanın yaşam biçiminde neden böyle radikal bir değişikliğin gerçekleştiğini anlamaktan hâlâ çok uzaktalar.

Çiftçilik ilk kez 12.000 yıl önce verimli Ortadoğu topraklarında başlamış ve bu tarihten hemen sonra dünyanın altı başka bölgesinde de birbirlerinden bağımsız olarak keşfedilmiştir: 9000 yıl önce Orta Meksika'da, ondan biraz sonra Güney ve Kuzey Çin'de, sonra 7000 yıl önce Orta Andlarda ve son olarak da, 4500 yıl kadar önce Birleşik Devletler'in doğusunda ve Sahra-altı Afrika'da.

Bu ayrı gelişmelerin hepsindeki ortak nokta, çiftçiliğin son Buzul Çağı'ndan sonra başlaması ve herhalde küresel ısınma ve insan nüfusundaki önemli artışla ilişkili çevresel değişikliklere yakından bağlı olmasıdır.

Ancak her bölgede keşfedilen çiftçilik türü farklıydı ve büyük ölçüde yerel bitkiler ve hayvanlar tarafından belirlenmişti: Ortadoğu'da arpa, buğday, koyun ve keçi, Meksika'da mısır, Çin'de pirinç, Sahra-altı Afrika'sında darı ve büyükbaş hayvan. Ayrıca her bölgede insanları, atalarının avcılık-toplayıcılık hayat biçimlerinden vazgeçirtecek kendi belirli olayları yeralmış görünmektedir.



Eriha'da bir yerleşim höyüğünün tabanında insanların küçük yuvarlak barınaklarda yaşadıkları ilk çiftçi köylerinin kalıntıları, insanlar bu büyük kuleyi de yapmışlardı.

ORTADOĞU: BİR OLGU ARAŞTIRMASI

Ortadoğu'da çiftçiliğin kökenlerinin araştırılmasının çok uzun bir tarihçesi vardır. Bu konuda ilk öncü araştırmalar 1940'larda Robert Braidwood tarafından Kuzeydoğu Irak'ta Chemchemal Vadisi'nde yapılmış, sonra 1950'lerde Kathleen Kenyon'un Ürdün Vadisi'nde Eriha'daki kazıları bunu izlemiştir.

Bu ilk çalışmalar Ortadoğu'da henüz çömlekçiliğin olmadığı ilk Neolitik çiftçi toplulukları üzerinde yoğunlaşmıştır. Daha yakın zamanlarda Ofer Bar-Yosef gibi arkeologlar çiftçiliğin neden başladığını anlamak için daha gerilere gitmemiz gerektiğini göstermiş, arkeolog-botanist Gordon Hillman da Ortadoğu'da hâlâ varolan vahşi bitkileri inceleyerek ve kazılardan çıkan bitki kalıntıları üzerinde mikroskopik çalışmalar yaparak daha geniş alanlar açmıştır.



Suriye'de Ebu Hureyra'da avcı-toplayıcı yerleşim birimi, çizimi yapılan kerpiç tuğla evli çiftçi kasabasının altında bulunmuştur. Burası tahıl ve hayvanlarıyla karma bir çiftçi ekonomisine sahipti.

Artık yalnızca 11.600 yıl önceki küresel ısınmayla yetinmeyip Buzul Çağı'nın son binyılındaki iklim değişikliklerine de dikkat etmemiz gerektiği anlaşılmıştır. 14.500 yıl kadar önce Ortadoğu'nun kıyıları ve nehir vadileri, sık meşe ormanlarıyla kaplıydı ve geri kalan bölgeler yenilebilir çeşitli bitkileriyle zengin bir bozkırdı.

Bu bitkiler arasında ehlileştirilmiş buğday ve arpanın vahşi ataları vardı ve İsrail'de Ayn Mallaha ve Suriye'de Ebu Hureyra gibi kalıcı yerleşim yerleri kuran Natufian kültürüne ait avcı-toplayıcıları tarafından büyük miktarlarda toplanıyorlardı. Bu, atalarımız için daha önce örneği olmayan bir adımdı ve avlanmak için çok büyük ceylan sürülerinin varlığı bu yerleşmeyi kısmen mümkün kılmıştı.

Bu topluluklar 2000 yıl kadar geliştiler, çiftçilerle ilişkilendirilen taş mimarisi, sanat ve bitki öğütme teknolojisi gibi kültürel unsurları geliştirdiler. Sonra yaklaşık 12.600 yıl önce iklim kötüleşmeye başladı.

Avcı-toplayıcılar, sıcak hava ve bol yağmur yerine, bin yıl süreyle buzul çağı koşulları ve onun getirdiği kuraklık ve toplanacak bitkilerde ve avlanacak hayvanlarda bir kıtlık dönemi yaşadılar. Bu kısa iklim dönemi avcı-toplayıcı nüfusun daha önce görülmemiş derecede arttığı bir zamana rastladığı için büyük felaketlere neden oldu.

Sürekli yerleşik bir hayat biçimi daha fazla sürdürülemeyeceği için, yeniden göçebe hayat biçimleri benimsendi ve insanlar herhangi bir yerde birkaç aydan fazla kalmadılar. Ama daha önceki hayatlarıyla bazı bağları korumuşlardı. Terk edilmiş köyler, mezarlıklar olarak kullanılmaya başlandı. Grupların, belirli zamanlarda buralarda ölülerini hep birden gömmek için toplandıkları anlaşılmaktadır.

Buralara, yiyecek ararken ölenlerin gömüldükleri geçici mezarlardan çıkarılan kemikler ya da yalnızca kafatasları getirilmekteydi. Bu nedenle 14.500 ile 12.500 yıl önceki yerleşik hayat biçimlerinin yerleştirdiği kültürel tavırların, insanlarda Genç Dryas döneminde de devam ettiği ve bunların daha sonra çiftçilik köyleri kurulması için önemli bir adım olması mümkündür.

Genç Drays döneminin kuraklık koşullarında, yeterli besin maddesi elde etmek için insanlar bitkileri ekerek ve sulayarak yetiştirmeye başlamış olmalıdırlar. Aslında bu tür uygulamalara yıllar önce, yerleşik olarak yaşadıkları zaman başlamışlardı. Yabani bitkilerin yetiştirilmesi daha fazla ürün vermiş ve insanlara hareketlerini planlama olanağı sağlamıştır. Kendileri her ne kadar biliniyorlarsa da bu, ehlileştirilmiş bitkilerin evrimine götüren önemli bir adımdı.

Ehlileştirilmiş tahılın başlıca unsuru, tanenin kendi kendini tohumlamak için otomatik olarak dağılmak yerine olgunlaşırken sapta kalmasıdır. Bu da çiftçinin tahılı kullanmak için toplaması ve yeterli bir miktarını da yeniden ekmek için saklaması demektir. Aynı biçimde ehlileştirilmiş fasulyeler kabuklan içinde kalmış ve bitki ehlileştirilmesi uzmanı Daniel Zohary'nin deyimiyle burada "ekin toplayıcı"yı beklemiştir.

Yabani buğday ve arpa saplan arasında tohumlarını bu şekilde saklayan birkaç biçim değiştirmiş bitki de olacaktı. Genç Dryas döneminin bitki ekicileri başakları kesip tohumları başka bir yerde ekmek için toplarken, bu biçim değiştirmiş bitkiler de işlenen arazide varlıklarım arttırmışlardır.

 

(Solda) Eriha'dan Neolitik çağa ait kil baş. (Sağda) Ebu Hureyra'da bir değirmen taşı. Çiftçiliğin başlaması, yanında, çok çalışmayı da getirmiştir.

Çiftçilik-öncesi bitki yetiştiricileri, çok geçmeden yabani bitkilerin Şeria Vadisinin alüvyonlu topraklarında, özellikle doğal pınarların çevresinde çok daha iyi yetiştiklerini keşfetmiş olmalıdırlar. 11.600 yıl önce ani küresel ısınma ile gelen yağmurlar artınca, insanlar yerleşik hayat biçimine yine bu vadide dönmüşlerdir. Başta Eriha'da olmak üzere, kerpiç evler yapmışlardır.

Burada herhalde savaştan çok su taşkınlarından korunmak için bir duvar ve büyük bir taş kule inşa etmişlerdi. Birkaç kilometre kuzeyde Netiv Hagdud köyü kurulmuştu. Burada darı ekimi yapıldığını gösteren izler vardır. Hem burada hem de Eriha'da Genç Dryas döneminin göçebe avcı-toplayıcılarının gömme ritüellerine, özellikle insan kafataslarının topraktan çıkarılıp yeniden gömülmesine, devam edilmiştir.

Bunların kullandıkları aletlerin çoğunun aynı olması, avlanmanın ve bitki toplamanın devam etmekte olduğunu göstermektedir. Verimli hilalin her yerinde benzer gelişmeler olmuştur, ilk Neolitik köylerin en gelişmişleri Türkiye' nin güneyinde ve Irak'ın kuzeydoğusunda inşa edilmişti. Fransız arkeolog Jacques Cauvin bunun, çiftçiliğin gelişmesi için gerekli toprağa karşı yeni tavırlara ilişkin olduğuna inanmaktadır.

Bu köyler bir kere kurulduktan sonra çiftçiliğe giden yolda dönüş olamazdı. Köylerin birbirlerine obsidyen (volkanik cam) ve deniz kabuğu gibi maddelerin ticaret ağlarıyla bağlandıklarını biliyoruz. Bu yollardan artık, ehlileştirilmiş bitkilerin tohumlarının da taşındığı düşünülebilir. Böylece bu köylerde çok geçmeden tahıl dışında, hızla genişlemekte olan nüfusu beslemek için fasulye ve mercimek de ekilmeye başlanmıştı. 1000 yıl içinde ilk keçiler ve ardından büyükbaş hayvanlar da evcilleştirilmişti.

Köyler, iki katlı taş evleri, sokakları ve depolarıyla kasabalara dönüştü. Bu da, ilk olarak 14.500 yıl önce ilk yerleşik avcı-toplayıcılarda kökleri olan, sonra Genç Dryas döneminin iklim şoklarıyla gelen ve böylece ilk uygarlıkların başlaması için sahneyi hazırlayan çiftçiliğin başlangıcının son aşaması olmuştu.



Verimli hilal. Büyük nehirlerin oluşturduğu bu yay, ilk çiftçi yerleşim birimlerinin ve ilk uygarlıkların ortaya çıktığı sahnedir. Önemli unsurlarından biri, avcı-toplayıcıların binlerce yıldır kullandıkları ehlileştirilmiş türlerin yabani atalarının varolmasıydı.

TARIM HAKKINDA BAŞKA ARAŞTIRMALAR

Tarımın nasıl başladığı, filozofları Eski Çağlar'dan bu yana epeyce ilgilendiren bir konu olmuştur. Eski Yunanlılar, tarımın icadını, Tanrıça Demeter'in Triptolemeus'a ihsanı sayarlardı. Kuşkusuz kutsal kitaplara göre Âdem de çiftçilerin piri idi. Ama İÖ I. yüzyıla gelindiğinde Varro, tarımın tamamen insanın bir icadı olduğunu çoktan anlamıştı.

19. yüzyılın ortalarında, İngiliz antropolog Morgan, Friedrich Engelsin ardından tarımı, toplumsal aşama olarak, vahşilikten barbarlığa geçişin kesin ölçütü saymıştı. Daha sonra Gordon Childe, Pleyistosen sonrası çıkan iklim değişikliklerinin, canlı organizmaları vahalara sığınmaya zorladığını savunmuştur. Childe'a göre bitkilerin, hayvanların ve insanların böylece bir araya toplanması, insanın, diğer ikisini evcilleştirmesine neden olmuştur.
#25 - Haziran 22 2008, 13:32:31
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kaya Resimlerinin Esrarı

Zaman: Geç Buzul Çağından sonra
Mekân: Dünya

Heykel ve resim hemen hemen aynı anda çıkmışlardır ve bunların en iyi örnekleri öylesine bir mükemmeliyete erişmiştir ki, bunları keşfedenler, bu ürünlerden, bazı bakımlardan Yunanlılar'ın eserlerinden bile daha üstün olarak sözetmişlerdir. W, J. SOLLAS, 1911

Arkeolojik malzememizin çoğunluğunu, parıltılı altınlar değil eskidikleri, kırıldıkları ya da işe yaramadıkları zaman atılan ya da kaybolan döküntüler oluşturur. Araştırmacılar sözünü ettikleri kapların bir tekinin bile örneğini görmeden, kırık çanak çömlek parçaları hakkında kitaplar yazarlar ve sonra bunları üretenlerin hayatlarım canlandırmaya çalışırlar.

Buna kıyasla kaya resimleri gerçek bir belgedir: Geçmişten gelen bu resimler bize eski insanların kendi dünyalarını nasıl algıladıklarım gösterir. "Algılamak", "görmek"ten daha doğru bir terimdir, çünkü algılamak, insan gözünün gördüğünü, neyi fark edip neyi etmediğini biçimlendirir.

En ünlü resimler Fransız ve İspanyol mağaralarındaki Buzul Çağı'ndan kalma olanlarsa da, kaya resimlerinin çoğunluğu daha sonraki tarihlerden kalmış olup dünyanın pek çok yerine dağılmıştır ve bunlar mağaraların derinliklerinden çok, açık ya da kısmen korunaklı yüzeylerdedir.

Kaya olan her yerde kaya resmi olabilir. Dünyanın en büyük kaya resmi bölgeleri -İskandinavya, Birleşik Devletler'in uzak batısı, Avustralya'nın içleri, Orta Sahra'nın sıradağları- doğal olarak açık kayalıkları çok olan yerlerdir. Kaya resimlerinin dağılımı da değişkendir ve gayet güçlü eski modelleri akla getirmektedir: Alpler'deki kaya resimleri iki Kuzey İtalya vadisinde -Valcamonica ve Valtellina- bir iki milyon resim, Fransa'da yalnızca Bego Dağı'nda 30.000 kadar resim varken, dağlar zincirinin geri kalanındaki resim sayısı birkaç bini geçmez.

 

Solda Avustralya'nın kumtaşı kayaları, kaya resimlerinin en büyük hazinelerinden birine sahiptir. Kırmızı aşı boyasıyla yapılmış bu eski çağ kangurusu Kuzey Avustralya'da, Kakadu Milli Parkı'ndadır. (Sağda) Kaya resimlerinde, boyayla yapılan çizimler dışında, kaya yüzeyinin kazınması tekniğiyle yapılmış resimler de vardır. Kuzey Norveç'teki Alta'da bir ayı resmi.

AVCI İNSANLARIN KAYA RESİMLERİ

Peki bunlarda resmedilen dünya nedir? Resimlerdeki hayvanlar çok farklıdır: Avustralya'da kangurular ve karıncayiyenler, Güney Afrika'da boğa antilopu ve keseli antilop, Norveç'te ayı ve ren geyiği. Ancak, avcı İnsanların kaya resimlerinde güçlü bir tutarlılık vardır. Hayvanlar hemen hemen her zaman çoğunluktadır, resimlerde belirli bir seçim vardır: Resmedilen hayvanlar eski çevrelerde en çok bulunanlar ya da çağın arkeolojik alanlarında kemiklerini bulduklarımız değillerdir.

Bu nedenle bu hayvanların seçiminde bazı önemli anlamlar olmalıdır. Bunlara kıyasla bitki resimleri azdır (ayrıca bitkilerin hayvanlar kadar belirli biçimleri olmadığı için seçilmeleri güçtür), oysa avcı-toplayıcı insanların beslenmek için hayvanlardan çok bitkilere güvendiklerini bilmekteyiz. Şu halde o kadar hayatlarının bağlı olduğu bitkiler yerine, bunca hayvanın resmedilin e-sinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcı insanlar ile tarihi zamanlara kadar erişenlerden bildiklerimiz bize bazı ipuçları vermektedir. Pek çok avcı-toplayıcı, bazı hayvanları özel olarak kabul eder: Avrasya'nın kuzey bölgelerinde ayılar, Güney Afrika'da Drakensberg'de San halkı arasında boğa antilopları, California'nın güneybatısındaki kurak çölde büyük boynuzlu koyunlar.

İşte bu hayvanlar, kaya resimlerinin konusudur. Bazı hayvanlar düşsel deneyimlere dayanmaktadır ve kimi zaman bunların anlamını biliriz: California'daki büyük boynuzlu koyunlar yağmur yağdırmayla ilişkilidir ve Kuzey Amerika'nın en kuru yeri olan Ölüm Vadisi'ne yakın dağlarda yaşarlar.

 

(Solda) İlk çiftçilerin kaya resimleri, onların dünya deneyimlerini, yeni yaşam biçimlerinin yenilik ve el aletlerini yansıtır. Burada iki at tarafından çekilen dört tekerlekli bir araba görülüyor. Kuzey İtalya'da Brescia'daki Valcamonica. (Sağda) Etkileşim halinde iki "Dinamik Figür". Sağda bir insan, solda hayvan başlı bir yaratık. Avustralya, Kuzey Toprakları, Djuwarr.

Çağdaş avcı-toplayıcı toplumlarda transa ve "şaman"ların ya da "bilge adamaların özel bilgi ve becerilerine dayanan düşsel algılama çok yaygın olduğu için, bunun geçmişin avcı-toplayıcı toplumlarında da böyle olmuş olacağını beklemek mantıklıdır.

Bir tek hayvan türünün ısrarla vurgulanması ya da trans duygularının -hafiflik, uçma, ölümü andıran bir başkalık- görsel benzetmelerle ifade edilmesi böyle inançlara işaret edebilir.

Belki de Kuzey Avustralya'nın arkaik "Dinamik Figürleri" böyle yorumlanmalıdır. Buzul Çağı Avrupa'sının Paleolitik döneminde ve Güneydoğu Amerika ile Maya topraklarında, kaya resimlerinin mağaralara yapılması da bu açıdan anlamlı olabilir: Bu karanlık ve çoğunlukla erişilemez yeraltı mekânları sık sık başka bir dünyaya giriş yerleri olarak görülür.

Bugün Batı'da çoğumuzun epey daraltılmış bir ruhsal dünyası vardır. Aramızda yaşayan ruhlara ya da insana benzeyen varlıklara inanmayız. Ancak kaya resimleri konusunda ilk elden bilgi edindiğimizde, genellikle hayvan ve kuş resimlerinin yüzeyden göründükleri şeyler olmadıklarını anlarız. Bir biçim bir geyik olabilir ama o aslında sıradan fiziki bir gerçek olmaktan çok, ruhsal dünyanın bir yaratığıdır.

Bundan hareket ederek tarih öncesi resimlere baktığımızda onları iki açıdan görmeliyiz. Bir düzeyde onları yüzeysel resimler olarak yorumlayabiliriz: Ayı ve balina ile kalkan balığı resimleri, bize o yaratıkların o zamanın ortamında bulunduklarını ve o insanların bunları tanıdıklarını gösterir. Ama balina biyolojik bir canlıdan daha fazla bir şey olmuş olabilir, bu durumda balina resmi daha büyük bir anlam taşıyacaktır.

Aynı şey "antromorfik" yani insan biçimli olarak seçebildiğimiz resimler için de geçerlidir. Bunlar insan biçiminde olsalar da, aynı zamanda ruh dünyasına ait olabilirler. Ya da tek bir kategoriye girmeyebilirler: Hıristiyan ikonografisinde Meryem Ana "yâlnızca" genç bir kadının resmidir ama fiziki varlığı dışında pek çok ve kutsal anlamlar taşır.

Resim, kısmen insan olan bir biçimdeyse, o zaman onun basit bir görüntüden başka bir anlamı olduğundan emin olabiliriz. Wyoming'de Bighorn Basin'deki kaya resimlerinde görülen ve suyun içinde yaşayıp ölümlüleri suya çekerek öldüren "Su Hayalet Kadını" bunlardan biridir.

Ruh dünyasıyla ilgili karakteristik bir kaya resmi motifi de "Therianthrope"tur (hem hayvan hem insan özelliklerine sahip bir tek figür). Bu figür, Güney Afrika'da bir boğa anti-lopu başı ve ayaklarıyla bir insan, Avustralya'da uçan tilki (meyve-yarasası) başı olan bir insandır. Therianthrope'lar genellikle "basit insan" resimlerinin yanına ya da onlarla ilişkili olarak çizilmiştir. Belki de bunlar hayvan ruhlarıyla uğraşan insanlardır, belki de iyi ya da kötü ya da tehlikeli ya da kutsal, insan biçimine girmiş ruhsal varlıklardır.

 

(Solda) Güney Afrika kaya resimleri ünlü bir renk ve çizgi zarafetine sahiptir. Önde boğa antilopları, arkada pelerinli iri insan figürleri ve yukarıda çubuk adamlar. Güney Afrika, Drakensberg Dağları, Game Pass sığınağı. (Sağda) California'daki Ölüm Vadisi yakınlarında Coso Sıradağlarımda bazalt kayalara çizilmiş büyük boynuzlu koyunlar.

İLK ÇİFTÇİLERİN KAYA RESİMLERİ

Çiftçilik yapan insanların kaya resimlerine yansıyan dünyaları -ve de dünya deneyimleri- avcı-toplayıcılarınkinden farklıdır. Bu nedenle geç Buzul Çağı'nın avcı-toplayıcı kaya resimleri, Neolitik Dönem ve Bronz Çağı resimlerinden çok farklıdır ve öbürleri gibi sığınaklarda ya da mağaralarda boyanmaktan çok açık havada, düz taş yüzeylere kazınmıştır.

Bu yeni hayat biçiminin yenilikleri ve el aletleri çiftçi kaya resimlerinde açıkça görülmektedir: Sabanlar ve bunları çeken öküzler, madeni hançerler ve baltalar, kayıklar, kütük evler. Ancak burada da bilinçli bir seçim sözkonusudur.

Alpler'de kaya resimlerinin karakteristik bir motifi de, arkeolojik kayıtlarda pek rastlanmayan türde bir baltadır. Ve bu nedenle biz, anlamını bilmesek de bunun bir nesne olarak özel olduğunu anlarız. Hançerler ve baltalar erkek insan figürleriyle ilişkilendirildiğinden, bunların anlamının erkekleri ilgilendiren bir şey olduğunu düşünürüz.

 

(Solda) İnsan unsurlarını hayvan unsurlarıyla birleştiren Therianthropik figürler. Güney Afrika'da Drakensberg Dağları'ndan. (Sağda) Bir elinde iki bumerang, başında başlık ve belinin arkasında "kabarıklık" olan bir insan, "Dinamik Figür". Kuzey Avustralya, Batı Arnhem Toprakları.

KAYA RESİMLERİNİN KÖKENİ

Kaya resimlerinin bugün de süregelen esrarı kökenleridir. Zanaat becerileri geliştikçe ilerleme gösteren çömlek ya da taş işçiliği gibi eski teknolojilerin aksine, erken kaya resimleri sanatı harikulade başarılıdır. Fransa'da Cosquer'de ve Chauvet'de yeni bulunan mağara resimleri, ünlü Lascaux mağarasında-kilerden çok daha zariftir ve tarih olarak da onlardan daha eskidir. Avrupa dışındaki kıtalarda bulunan eski resimler de, çok daha eskiden, hatta belki de daha ilk başından çok zarif bir beceriye sahip olunduğunu göstermektedir.

Şu halde böylesine üstün kaliteli -hatta kusursuz -resimlerin ilk beceriksiz çabalardan geçmeden böyle birden gelişmiş bir biçimde "ortaya çıkmaları" nasıl açıklanabilir? Ama belki de bu aslında olduğu gibi değil de, bugün bizim böyle görüşümüzden kaynaklanmaktadır: Belki de uzun bir evrim vardı ama eski resimler tahta ya da başka çabuk bozulan maddeler üzerine ya da hava koşullarına açık kayalara yapılmıştı ve günümüze kadar gelmemiştir. Ancak elimizdeki kanıtlar, yine de, resimlerdeki mükemmel figürlerin birdenbire doğduğu yönündedir.
#26 - Haziran 22 2008, 13:33:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Piramitler Nasıl Yapıldı?

Zaman: İÖ 2551-100
Mekân: Mısır

Piramit merdiven basamağı gibi sıra sıra inşa edilmişti. Bu şekilde tamamlanınca kalan taşları yerlerine kısa tahta kütüklerden yapılma makinelerle kaldırdılar. HERODOTOS, İÖ YAKLAŞIK 430.

Herodotos'un yaşadığı zamanlardan bu yana Mısırlılar'ın piramitleri nasıl inşa edip dikili taşları nasıl kaldırdıkları hakkında pek çok tartışma yapılmıştır. Ne yazık ki, Mısırlılar'dan günümüze bu konuları anlatan fazla bir belge kalmadığından, ortaya atılan bütün kuramlar, ancak deneysel arkeolojiyle sınanarak inanırlık kazanabilmektedir.

Taşların ham olarak taşocaklarından çıkarılması, yontulması ve yontulmuş bu taş blokların ve dikilitaşların nakliyesi konularında pek çok yanıtlanmamış soru varsa da, belki de en büyük esrar, piramitlerin ve dikilitaşların gerçekten hangi teknikle yapıldığıdır.

 

(Solda) Piramit yapımının erken bir aşamasını gösteren kroki. Piramitin kenarlarının tabanına birbirine paralel çakılmış kazıklar ayar ve düzleme için kullanılmış olabilir. (Sağda) Ahşap bir beşik modeli. Günümüze kadar tam boyutlu örnekler kalmamışsa da, piramit bloklarının nakli için bunların kullanılmış olması mümkündür.

PİRAMİTLERİ NASIL O KADAR DÜZGÜN OLARAK İNŞA EDEBİLDİLER?

Mısır'da modern arkeolojinin tartışmasız babası olan Flinders Petrie, 1880-2'de hepsi de 10 üçüncü binyılın ortalarında yaşamış 4. Hanedan hükümdarlarından Keops, Kefren ve Mikerinos'un (büyük ölçüde angarya yöntemiyle inşa edilen) piramitlerinin bulunduğu el-Gize platosunda çok titiz bir araştırma başlatmıştır. Bulguları arazinin belki de bir ızgara gibi hendekler kazıp bunları suyla doldurarak ve sonra da çevredeki "taş adalar"ı istenilen düzeye indirerek düzeltildiğini akla getiriyordu.

Yüz yıl sonra Amerikalı Mısırbilimci Mark Lehner, el-Gize piramitlerinin çevresindeki kaya tabakasına açılmış çeşitli delik ve hendeklerin krokisini çıkarttı ve bu hassas düzleştirme işinin arazinin tümünde değil, piramitin en alt taşlarının yerleştirileceği yerin kenarında dar şeritlerde yapıldığı kanısına vardı.

Gize piramitlerinin her birinin ortasında masif bir kaya kütlesi bulunmaktadır (bunlar piramitlerin içinde birkaç yerde görülebilir). Bu doğal kaya göbekleri, inşaatçıların tam bir dörtgen elde etmek için köşegenleri ölçmelerini de engellemiş olabilir.

Günümüze kalan aletlerden anladığımıza göre Mısırlı mimarlar, kadastrocular ve inşaatçılar özellikle iki alet kullanmaktaydılar: Düz çizgileri ve dik açıları yapmak ve yapıların köşe ve kenarlarını astronomik düzenlemelere göre yerleştirmek için merkhet ve bay.

İngiliz Mısırbilimci I. E. S. Edwards, gerçek kuzeyin, herhalde batıda ve doğuda belirli bir yıldızın doğuş ve batış noktasını ölçüp sonra bu iki nokta arasındaki açıyı iki eşit parçaya bölerek bulunduğunu iddia etmiştir.

Daha yakın zamanlarda Kate Spencer, Büyük Piramit'in mimarlarının, kuzey kutbu çevresinde dönen iki yıldızın (Büyük Ayı ile Küçük Ayı'nın) Keops piramitinin inşa edildiği sanılan İÖ 2467 yılında bir hizada olduğunu görmüş olabileceklerini ileri süren ikna edici bir kuram geliştirmiştir. Daha önceki ve sonraki piramitlerin yönlerindeki hataların, bu hizanın gerçek kuzeyden sapma derecesiyle bağlantılı olması da bu varsayımı desteklemektedir.

 

(Solda) Çizimde, İngiliz arkeologu Reginald Engelbach'ın tasarladığı kum çukuru yöntemi görülüyor. Dikilitaş kızak üstünde çukura çekilir. Kum boşaltılarak dikilitaş kaidesine oturtulur. Son dengeleme ve yerleştirme taşın tepesindeki iki yöne çekilen halatlarla yapılır. (Sağda) 18. Hanedan'ın üç dikilitaşından ikisi hâlâ Karnak'ta Amon Tapınağı'ndaki orijinal mekânlarındadır.

PİRAMİTLER NASIL İNŞA EDİLDİ?

Sakkara'daki ve Gize'deki günümüze kalan kanıtlar (özellikle de tamamlanmamış piramitlerden) taş blokları piramitler üzerindeki nihai yerlerine kaldırmak için en az beş farklı rampa sisteminin kullanıldığını göstermektedir. En kolay ve en aşikâr yöntem doğrusal rampadır (Sakkara'da 3. Hanedan'ın Sekhemkhet piramitinde kullanılmış olabilir). Ancak genelde bu rampalar için gereken genişlik, bunların seyrek olarak kullanılmış olduğu anlamına gelir.

Piramitin bir yüzünde dar basamaklardan oluşan merdiven rampası ise diğerlerinden daha dik bir açı gerektirecektir. Bu tipin izleri Sinki, Meidum, Gize, Ebu Ghurob ve Lisht'te bulunmuştur. Belki de I. Anasatasi'nin 19. Hanedan papirüsünde anlatılan sarmal rampaya başlıca itiraz bunun neyin üzerine dayanacağı ve piramitin büyük bir kısmı sarıldığı takdirde düzeltme hesaplarının ve kontrollerin nasıl yapılacağı sorusudur. Piramitin bir yüzünde zigzaglı bir yol basamak piramitlerinin yapımında en etkili yol olacaksa da, Sakkara, Sinki ve Meidum basamaklı piramitlerinde bunun kullanıldığını gösteren bir ize rastlanılmamıştır.

İç rampa izleri Ebusir'de Sahure, Niuserre ve Neferirkare'de ve Sakkara'daki Pepi H'de görülmektedir ama iç doldurulduktan sonra yine de bir tür dış rampa gerekecekti. Piramitin içinin teraslı olmasının piramitin kenarında basamak basamak daha küçük rampalar dizisinin kullanılmasını daha uygun yapacağı iddia edilmiştir.

Dış kaplama yapıldığında bunların kalıntıları hiç kuşkusuz kaybolacaktı. Piramitten vadideki tapınağa uzanan geçitlerin de rıhtımdan inşaat yerine inşaatçı rampası olarak kullanılmış olması da mümkündür (rıhtım, Nil'e bir kanalla birleştirilmişti).

Kullanılan rampa tiplerinin sorunu dışında tartışmalar, taş blokların yerlerine kaldırılma yöntemleri Üzerinde de yoğunlaşmıştır. Mısırlılar vinç ya da palanga yöntemleri kullanmadıkları için, blokları yerlerine yerleştirmede ahşap ve bakır kaldıraçlar kullanıldığı kabul edilmektedir.



Ebusir'de 5. Hanedan piramitleri. Arkada Gize'deki 4. Hanedan öncelleri. Eski çağlarda piramitlerin dışlarını örten ince kireçtaşı tabaka alınmışsa da, bunların ana blokları günümüze kadar kalmıştır.

DİKİLİTAŞLARIN SIRLARI NEYDİ?

Eski Mısır uygarlığının en belirgin ikonlarından biri, İğneyi andıran ve incelerek yükselen, tepesinde küçük bir piramit örneği bulunan (buna pyramidion ya da benben-taşı âdı verilir) dikilitaştır, ilk dikilitaşların Eski Krallık zamanında (10 2575-2134) Heliopolis'de güneş tanrısı tapınağına yerleştirildiği anlaşılmaktadır. Yeni Krallık döneminde (10 yaklaşık 1550-1070) büyük monolitik örnekler, genelde Karnak ve Luksor'da olduğu gibi tapınakların önüne çifter çifter dikilirdi.

Yeni Krallık döneminden kaldığı sanılan tamamlanmamış bir granit dikilitaş, Assuan'ın kuzey taşocaklarında hâlâ yatmaktadır. 41,75 metre boyu ve tahmin edilen 1150 ton ağırlığıyla bu dikilitaş, çıkarılmasının geç aşamasında tehlikeli bir jeolojik kusuru ortaya çıkarılarak bırakılmasaydı, dünyanın bir taşocağından çıkarılan en büyük taşı olacaktı.

Assuan dikilitaşını ilk inceleyen İngiliz Mısırbilimci Reginald Engelbach'ın yaptığı deneyler, bir insanın bazalt bir keski kullanarak ham dikilitaşın üzerinden, yarım metre eninde ve beş milimetre kalınlığında bir parça yontmak için bir saat çalışması gerektiğini ortaya koymuştur.

Dikilitaşlar'ın çoğunun boyutları ve ağırlığı, son aşamanın -taşı dengeli, dikey duruma yerleştirmenin- en tehlikeli riskini oluşturan sorunuydu. Ama dikilen taşlar gösteriyordu ki, bütün risklere rağmen, ortaya konan da, Mısırlıların azimli ve tehlikeli teknolojik ustalıklarının başarısıydı. Mısırbilimciler'in ve mühendislerin, bunun nasıl başarıldığı hakkındaki görüşleri farklıdır.

Mısır'dan kalma kesin bir bilgi yokluğunda ileri sürülen yöntemlerden birine göre, kaldıraçlarla birlikte temele doldurulan taşların çıkarılmasıyla ve son birkaç derecede iplerle çekerek dikilitaş yerine oturtulur. Ancak bu teknik, yalnızca küçük örnekler için uygulanabilir bir yöntemdir. Daha büyük dikilitaşlar için ileri sürülen bir görüş ise dikilitaşın çok dik yapay bir rampadan yukarı çekilmesiyse de, bu yöntem taşın kaidesine kayışını kontrol için, neredeyse imkânsız bir güç kullanımını gerektirir.

Her kaidenin üzerinde dikilitaşın yerine yerleştirilmeden tam olarak ayar edilebilmesi için bir döndürme oyuğu yontulmuştur. Dikilen dikilitaşların tepeleri, eklenen elektrum denen altın-gümüş karışımıyla pırıl pırıl parlardı.

Engelbach, dikilitaşın huni biçimli ve kum dolu bir çukura kaydırıldığı fikrini ileri sürmüştür. Kum çukurdan kontrollü bir biçimde boşaltılınca, dikilitaş dikey durumuna getirilecekti. Bu kuram yukarıda sözü edilen 19. Hanedan'dan kalma I. Anastasi Papirüsü'nden esinlenmiştir. Papirüste bu durum, bir öğrenci kâtibin çözümleyeceği bir problem olarak sorulmuştur. Bu belgede şu emir de vardır: "Kızıl Dağ'dan getirilen efendinin anıtının altındaki nehir kumuyla doldurulmuş 100 bölmeyi boşalt..."



Assuan'daki tamamlanmamış dikilitaş 18. Hanedan'dan kalmış olmalıdır. Ciddi bir doğal kusur bulunmamış olsaydı, bu taş, dikilebilmiş en büyük dikilitaş olacaktı.

DİKİLİTAŞLARLA DENEYLER

1999'da arkeologlar ve mühendislerden oluşan bir ekip, 25 tonluk yeni yontulmuş bir dikilitaşla iki farklı yöntem kullanarak deneyler yapmışlardır. Assuan'da yapılan birinci deneyde dikilitaşı bir rampanın ucundan aşağı sarkıtmak için karmaşık bir halat ve kereste sistemi kullanılmıştır. Eksen olarak bir kütüğün ve karşı ağırlık olarak bir granit blokunun kullanıldığı deneyde, dikilitaşın sallanımı ekseni rampanın ucuna tehlikeli bir biçimde yaklaştırdığı için deneme sonunda başarısız olmuştur.

Engelbach'ın kum çukuru deneyimi Massachusets'de Boston yakınlarında yapılmış ve başarılı olmuştur. Bu yöntemde bir rampa önüne kumla doldurulan bir bölme yapılmıştı. Dikilitaş rampanın kenarından kaydırılmış, kum yavaş bir biçimde boşaltılarak dikilitaş dikey duruma getirilmiştir.

Dikilitaşların nakliyesi ve dikilmesi, bunların Londra, Paris ve New York'ta başarıyla dikildikleri ve teknolojinin Mısır'dakilerin dönemleriyle karşılaştırılmayacak kadar ileri olduğu 19. ve 20. yüzyılda bile güçlükler çıkarmıştır.

Günümüz dikilitaşlarının en tanınmışı, 1884 yılında Washington D. C.'de inşa edilen George Washington anıtıdır. 169 metre yüksekliğindeki bu dikilitaşın tepesine asansörle çıkılmakta ve oradaki seyir yerinden çevreye bakılabilmektedir
#27 - Haziran 22 2008, 13:34:38
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


5000 Yıllık Buzadam

Zaman: İO 3300-3200
Mekân: İtalyan Alpleri

Alplerde olay: Hauslabjoch'ta bulunan ceset. Ölü adamın kimliği henüz tespit edilemedi. Cesedin yanında bulunan eşyalardan, kazanın on dokuzuncu yüzyılda olmuş olacağı tahmin ediliyor. POLİS RAPORU, KONRAD SPİNDLER'DEN, 1994.

19 Eylül 1991'de iki Alman dağcısı modern çağlardaki mükemmel korunmuş ilk en eski insan cesedini buldular. Yer İtalyan Güney Tiroller'inde, Avusturya uluslararası sınırından yalnızca 90 metre berideydi. Alpler'in bu bölümü, adını dar ve uzun Ötztal Vadisi'nden alan Ötztaler Alpleri olarak bilinir.

Ceset günümüzde bir Avusturyalı gazetecinin, vadinin adından yola çıkarak "Ötztal" ve Himalayalar'daki efsanevi dev kar adamını simgeleyen "yeti" sözcüklerinden türettiği "Ötzi" adıyla anılmaktadır. Ancak çoğu kimse ondan, yalnızca "Buzadam" olarak da söz eder.

Bu keşfin ıssızlığı Buzadam'ın sonunun nasıl geldiği konusunda pek çok varsayımın ortaya atılmasına neden olmuştur. Bilimsel analizler adamın kişisel sağlığı, yanında taşıdıkları ve cesedinin yakınlarında bulunan malzemeleri hakkında pek çok ayrıntı sağlamıştır. Buzadamın kimliğini gösteren ve arkeologların, Alpler'in o yüksek noktasında ne aradığı konusunda varsayımlar ileri sürmelerini sağlayan bu malzemelerdir.



1991 Eylül'ünde hâlâ kısmen buzlar içinde sıkışmış olan Buzadam. Gövdesinin üst kısmı buzdan kurtarılmış. Ceset İnnsbruck'taki Adli Tıp Enstitüsü'ne kaldırıldıktan sonra yaşı ve önemi anlaşılmıştır.

BEDEN, GİYSİLER VE MALZEMELER

Cesedin 25 ile 45 yaşlarında bir adama ait olduğu anlaşılmıştır. Çok iyi korunmuş olması, hücrelerin moleküler yapısının da günümüze kalmasını sağlamıştır. Bu olağanüstü korunmanın nedeni Buzadam'ı ölümüne götüren ve ölümden sonra da devam eden bir dizi olaydır. Adamın erken bir sonbahar tipisine tutulduktan sonra öldüğü tahmin edilmektedir.

Üzerini örten ince kar tabakası, ceset sonbahar rüzgârlarıyla kururken böcek larvalarının saldırısını önlemiştir. Kısacası burada yalnızca doğal bir "dondurarak kurutma" olayı yaşanmıştır. Yoğun karlı bir kış başladığında cesedin durumu artık büyük ölçüde sabitleşmişti.

Daha güvenilir olması için dört ayrı laboratuvarda yapılan hücrelerin radyokarbon testlerinde, bu olayların İÖ 3300 ve 3200 yılları arasında yeraldığı tespit edilmiştir. Ceset 1991 Temmuz'unda rüzgârın sahradan taşıdığı tozların da hızlandırmasıyla başlayan kar erimesine kadar 5000 yıl orada gömülü kalmış olmalıdır.

Buzadamın korunması böylece esrarengiz olmaktan çok şaşırtıcıdır ve yanında taşıdığı eşya gerçekten ortaya pek çok sorunun çıkmasına neden olmuştur. Buz oyuğunun içinde yatan cesedin çevresinde, sapı porsuk ağacından bir bakır balta, tamamlanmamış bir yay, karaçam tahtası ve hayvan derisinden yapılma bir sırt çantası, bir çakmaktaşı bıçak ve kını, iki çakmaktaşı uçlu oku ve on iki tamamlanmamış oklu geyik derisinden bir sadak ve kemerine asılı buzağı derisinden bir kese vardı.



Ötztal cesedi ve malzemelerinden bazıları. Tahta sapına bağlı bakır balta cesedin yakınlarında bulunmuş ve yaşı hakkında ilk belirtileri sağlamıştı.

Bunların yanı sıra, giysilerinin parçaları da günümüze kalmıştı: Hayvan postundan bacak sargıları, pançoyu andıran bir dış giysi, içlerine sıcak tutması için ot doldurulmuş deri ayakkabılar ve bir yer örtüsü ya da battaniye olabilecek otlardan bir pelerin.

Sıcak tutan ve günümüzün sugeçirmez malzemelerinin yokluğuna rağmen, bu giysiler de, en azından kış ayları dışında sert Alp iklimi için yeterli görünüyordu. Ama aynı şey Buzadam'ın taşıdığı malzemeler için söylenemez. Yayının ve oklarının çoğunun bir avlanma ya da saldırıya karşı koyma için tamamlanmamış olması, Ötzi'nin bu yolculuk için iyi hazırlanmış olmadığını göstermektedir.

Ayrıca, adam çok sağlıklı da değildi. Tırnaklarından birinin analizinden, ölmeden önceki altı ay içinde en az üç kere ciddi bir hastalık geçirdiği anlaşılmıştı (tırnaklarının büyümesi kesintiye uğramıştı). Adamın sırtının altında, sol bacağında ve sağ diz ve ayak bileğinde dövmeler vardı.

Bunlar süs olabilirse de, Buzadam'da kireçlenme olduğu anlaşıldığına göre dövmelerin tedavi edici bir işlevleri de olmuş olabilir. Adamın bağırsak muhteviyatının analizi, Buzadam'da kronik ishale neden olabilecek bir bağırsak iltihabı olduğunu da göstermiştir. Ancak en ciddisi, kaburgalarının sekizinin çok uzun olmayan bir süre önce kırıldığının da saptanmış olmasıydı.

Kemikler kaynamaya başlamıştı bile. Bu da Buzadam;ın bir şiddet olayına karışıp köyünden kaçtığı ve henüz tamamlanmamış malzemesiyle Alpler'den geçerken erken bir kış fırtınasına tutulduğu varsayımlarının ortaya atılmasına neden olmuştur.

 

(Solda) Buzadamın malzemeleri ve peleriniyle canlandırılmış hali. Sazdan ya da ottan yapılma pelerinler 18. yüzyılda Avrupa'nın bazı yerlerinde hâlâ giyilmekteydi. (Sağda) Tamamlanmamış yay ve oklar. Buzadam eğer avlanmaya niyet etmişse hiç de İyi hazırlanmış değildi.

ÇOBAN MI, ŞAMAN MI?

Buzadam hakkında başka yorumlar da mümkündür. Bunlardan biri de adamın bir çoban olmasıdır. Gövdesindeki yosunlarda yapılan incelemeler, bunların Alpler'in güneyinden geldiği göstermektedir ki, bundan da adamın, öldüğü yerin yalnızca 20 kilometre güneyinde olan Vinschgau'lu olduğu sonucu çıkarılabilir.

Pollen, adamın sonbahar başlarında öldüğünü ileri sürmüştür: Bu takdirde sürüsünü yaylalarda otlatan sağlıksız bir çoban olduğu da düşünülebilir. Buzadam, bulunduğu sığ oyuğa şiddetli ama erken bir fırtınadan korunmak için sığınmış ve orada donup ölmüş de olabilir.

Ancak herkes böylesine yavan bir açıklamayla yetinecek değildi. Bazıları Buzadam'ın bir şaman ya da bir ritüel uzmanı olduğunu iddia etmiştir. Tamamlanmamış avcılık malzemesi, dövmeler, beyaz mermerden delikli ve deri püsküllü bir boncuk bu iddiayı desteklemek için kullanılmıştır. Bilindiği gibi şamanlar genelde ıssız yerlerde ruh dünyasıyla ilişki kurarlar ve bu da onun yüksek dağlara çıkışını açıklayabilir.



Uluslararası bir uzmanlar ekibi, Buzadam'ın yaşını, sağlık durumunu ve ölüm nedenlerini ayrıntılı bir incelemeyle araştırmışlardır.

Etnografik örnekler parlak ya da cilalı taşların özel bir önem ya da güç taşıdığına inanıldığını göstermektedir. Buzadam'ın samanlığı konusundaki kanıtların pek fazla olduğu söylenemezse de, bu da kolay kolay gözardı edilmeyecek bir olasılıktır.

Cesedin böyle korunmuş bir biçimde bulunması, onu başka şeylerle kıyaslama olanağı vermemektedir. Daha fazla kanıt olsaydı Buzadam'a, ritüel ya da dini bir statü vermeye bu kadar istekli olmazdık. Malzemesinin garipliğine rağmen onu hayattaki konumuna göre değil, İÖ 4. binyıl sonlarında Alpler'in yükseklerinde yaşayan bir toplumun kaderi ve cesediyle önem kazanan tipik bir üyesi olarak değerlendirirdik.
#28 - Haziran 22 2008, 13:36:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Punk- O -Rama

Nuh'un Gemisi'nin Ağrı Dağı'nda olduğuna dair söylemler vardır.Çoğu kişi buna inanır,arkeologlar birçok sefer orada araştırma yapmış ve tek bir şey bulamamışlardır,ilginç tabii.Nuh'un Gemisi Gılgamış Destanı'nın kopyasıdır adeta.Neden acaba :b
#29 - Haziran 22 2008, 13:36:49
« Son Düzenleme: Haziran 22 2008, 13:37:25 Gönderen: Gebere Jackson »

Ana Tanrıça Kültü Var mıydı?

Zaman: İÖ 7000-2000
Mekân: Anadolu, Avrupa ve Akdeniz

Tanrıça, doğanın ve toprağın kendisidir, mevsimlerle birlikte nabız atar gibidir, ilkbaharda hayatı ve kışın ölümü getirir. MARIJA GIMBUTAS, 1999

Cinsiyet farklılığının bilincinde olduğumuz ve Hıristiyan tanrısının erkek olarak temsil edilmesinin giderek daha çok sorgulandığı günümüzde, tarihöncesi bir ana tanrıça kültü hayli taraftar kazanmıştır. Özgün insan toplumunun anaerkil olduğu ve yakın zamanlarda hâkim duruma geçen ataerkilliğin daha sonraki bir aşamada geliştiği kuramları 19. yüzyıldan bu yana üretilmektedir.

Bu varsayımın savunucuları, eski Ortadoğu ve Ege efsanelerinden destek aldıklarım iddia etmektedirler. Antropologlar, hâkim figür olan bir "Büyük Tanrıça"nın yanı başında, doğuşu ve ölümü yıllık mevsim döngülerini sembolize eden "ölen tanrı"lı bir erken dönem evrensel dinini seçmeye çalışmışlardır. Bu inancın en geniş söylemi Sir James Frazer'in 1911 ile 1915 arasında yayımlanan 12 ciltlik The Golden Bough [Altın Dal] adlı uzun soluklu ve çok satmış kitabıdır. Frazer, burada dünya çapında, efsane ile dinin gayet kapsamlı ve karşılaştırmalı bir araştırmasını yapmıştır.



Malta'da Tarxien'den İÖ 3. binyıldan kalma bu uyuyan kadın heykeli, tarih öncesi "tanrıça" dini kuramının ortaya atılmasına yardımcı olmuştur.

Bu genel geçmiş, İngiliz arkeologu Sir Arthur Evans'ın, Girit'in Minos dininin, Knossos'ta heykellerde ve fresklerde simgeleştirilmiş bir "büyük tanrıça" kültü merkezli olduğu kuramını kolaylıkla kabul etmesini sağlamıştır. Themistocles Zammit de, Malta'da Tarxien ve Hal Saflieni tasvirlerinde bir tarih öncesi "tanrıça" dinini görmüş ve bu kavram daha sonra Kuzeybatı Avrupa'nın neolitik mezarlarındaki kabataslak ya da esrarengiz resimlerine kadar yaygınlaştırılmıştır.

Ancak 1960'lı yıllara gelindiğinde arkeologlar bu yoruma giderek karşı çıkmaya başlamışlardı. Arkeologlar, tarih öncesi din hakkında böyle kapsamlı genellemelerin, kadın resimlerinden daha somut şeylere dayandırılması gerektiği görüşünü ileri sürüyorlardı. Hiç kuşkusuz, mezarlara yerleştirilen heykelcikler her zaman tanrıları simgelemiyor olabilirdi. Zaten kadın cinsi her zaman o kadar da belirtilmiş değildi. Bu cinsiyetsiz figürlerden bazıları erkek de olabilirdi. Bazı durumlarda cinsiyet bile önemsiz olabilirdi.

Malta'daki Tantien tapınağındaki şişman "kadın", dişi olduğu kadar erkek de olabilirdi. Batı Avrupa'da megalitik yontmalar arasında bulunan kadın formları da, bu mezarlardan çıkarılan çok sayıda soyut tasvir gibi "ana tanrıçaları"ı teşhis etmek için yeterli sayılamazdı.

Ana tanrıça terimi de, üzerinde anlaşılmış bir kavram değildir. Yaratıcılığı, bereketi, cinsel birlikteliği, doğumu, çocuk büyütmeyi temsil eden "ana tanrıça", Paleolitik Çağ venüslerinden Meryem Ana'ya kadar çok farklı figürler için rahatlıkla kullanılmıştır. Üstelik "ana tanrıça", çoğu zaman "Toprak Ana"yla da karıştırılmıştır. Oysa Toprak Ana, verimliliği tek başına yaratır, ana tanrıçaların yaratıcılığı ise düzenli cinsel ilişkilere bağlıdır.

 

(Solda) Türkiye'deki Çatalhöyük'ten, İÖ 7. binyıldan kalma "ana tanrıça" heykelciği. Yakın zamanlarda yapılan araştırmalar Çatalhöyük'teki heykelciklerin daha önce düşünüldüğü gibi yerleşim yerlerindeki "tapmaklar"a değil, açık alanlara ve avlulara yerleştirildiğini göstermiştir. Bazıları ölümle ilişkili olsa da, bu heykelciklerin tanrıçaları temsil ettiklerini gösteren herhangi bir bilgi yoktur. (Sağda) Girit'te Knossos'ta Minos Sarayı'ndan İÖ 2. binyıla ait bu fayans heykelcikte çıplak göğüslü bir kadın iki elinde iki yılan tutmaktadır. Erken Ege mitolojisinde yılanlar tanrılarla ilişkiliyse de, bu figürün bir tanrıça mı, yoksa bir ritüeli uygulamakta olan biri mi olduğu bilinememektedir.

GİMBUTAS KURAMLARI

Arkeolog Marija Gimbutas, 1974'te The Gods and Goddesses of Old Europe'la başlayan ve 1999'da ölümünden sonra yayımlanan The Living Goddesses'la. biten bir dizi kitapla kuşkucu eğilime doğrudan doğruya karşı çıkmıştır.

Gimbutas, Güneydoğu Avrupa'nın Neolitik heykelciklerini kullanarak tanrıçalara inanan ve anaerkil olan barışçı ilk çiftçi toplumlarının bir modelini oluşturmuştur. Bu sosyal düzen, Ortadoğu'dan (Türkiye'nin güneyindeki Çatalhöyük'te yapılan kazılarda ortaya çıkmış freskler ve heykelcikler) Batı Avrupa'ya kadar uzanıyordu.

Ancak ana tanrıça kültünün izleri, Avrupa'da heykelciklerle değil de, megalitik sanatın sarmal motifleriyle, Neolitik koridor mezarların "rahim benzeri" karakterinde ve büyük ritüel anıtların dairesel planında kendini göstermekteydi. Gimbutas bu tanrıçaya tapan anaerkil toplulukların bir süre sonra İÖ 4. ve 3. binyıllarda Avrasya steplerinden gelen atlı insanların istilalarıyla savaşçı ataerkil topluluklara dönüştüğünü iddia ediyordu.

Arkeologlar, tarih öncesi toplumların yakın geçmişimizdekilerden çok farklı olabilecekleri fikrini kolaylıkla kabul ettiler. Ancak Gimbutas'ın ileri sürdüğü kurama yöneltilen başlıca itiraz, onun analizinin kanıtların çeşitliliğini ve içeriğini gözardı etmekte olduğuydu. Tarih öncesinde ve erken tarihi alanlarda. antropomorfik dişi tasvirleri hayli yaygın bir biçimde bulunmaktadır.

Kuzeybatı Fransa'da Coizard hypogeum'unun duvarında yakalı ve memeli figür ile Girit'te Knossos Sarayı'ndaki "Yılan Tanrıça" pek çok örnekten yalnızca ikisidir. Ancak tarih öncesi Avrupa'sında ve çoğunlukla dişi figürlerinin bulunduğu topluluklarda erkek resimleri ve erkek sembolleri (falluslar gibi) de çok yaygındır.

 

(Solda) Malta'da, İÖ 3. binyıldan kalma tarih öncesi Tarxien tapmağında, dev bir kireçtaşı heykelin ayakları. Üst kısmı olmayan heykel şişman bir ana tanrıçayı olduğu kadar Malta toplumunun önde gelen bir erkek üyesini de temsil ediyor olabilir. (Sağda) İrlanda'da İÖ yaklaşık 3 100 yılından kalma Newgrange'de yer alan odalı mezardaki sarmallar, Marija Gimbutas için anaerkil bir toplumun göstergeleriydi.

Ayrıca bütün bu tasvirlerin ilahi olduğunu kabul etmek için de bir neden yoktur. Bu, dişi için olduğu kadar erkek tasvirleri için de geçerlidir. Bunlar ataları ya da yakınlarda ölmüş kişileri temsil ediyor olabilirler: Belki de yas dönemi sona erene kadar ölünün tasvirleri evde saklanmaktaydı.

Bu heykelcikler için farklı açıklamalar olabileceği, ister dini inanç olsun, ister toplumsal organizasyon olsun, her şeyi kapsayan bir tek açıklamayı kuşkulu bir duruma sokmaktadır. Gimbutas tarafından toplanan kanıtların çarpıcı yanı olan çeşitliliği, aynı zamanda kuramının en büyük zayıflıklarından biridir: Evlerde, mezarlarda ve tapınaklardaki heykelcikler ve Hiegalitik mezarlardaki sarmal oymalar. Bunların her birinin tek tek incelenmesi, akla bir tek evrensel dini ilenil, çok çeşitli inanç ve uygulamaları getirmektedir.

Son olarak, erken tarih öncesi Avrupa'nın steplerden ataerkil atlı istilacılar gelene kadar barışçı anaerkil bir toplum olması varsayımının hemen hemen her noktasına itiraz edilebilir. Gimbutas'ın "Eski Avrupa'sı" barışçı değildi: Almanya'da Talheim'da başlarına birer balta indirilerek öldürülen erkek, kadın ve çocuklar herhalde böyle düşünmeyeceklerdi.

Steplerden gelen istilalar da arkeolojik kanıtlarla desteklenmemektedir. ÎÖ 4. ve 3. binyılda Avrupa'yı istila eden yeni bir insan dalgasını gösteren hiçbir şey yoktur. Aksine her şey yerli toplulukların sakin ve yerleşik bir gelişme içinde olduğuna işaret etmektedir.

Marija Gimbutas ve diğerlerinin öngördükleri "ana tanrıça" varsayımı günümüz arkeolojik anlayışının ışığı altında reddedilmelidir. Ancak bu reddediş, aynı zamanda, kadınların ve dişi tanrıçaların geçmişteki insan toplumlarında çok farklı roller oynamış olabileceklerini reddetmek değildir. Çok yaygın bir tarih öncesi anaerkillik fikrini reddetmek, ataerkilliğin insan toplumu için doğal ya da mutlaka arzu edilir bir durum olduğunu iddia anlamına gelmez.
#30 - Haziran 22 2008, 13:37:26
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Megalitlerin Anlamı

Zaman: İÖ yaklaşık 5000 yılından sonra
Mekân: Avrupa

Bayım, bu büyük kalıntıların haşmet ve yöntemine mi, yoksa özgün yapıları ya da kullanımlarına ait bir tek iz ve söylence olmadan burada olmalarındaki kaderlerinin garipliğine mi hayran kalayım, bilemiyorum. RAHİP GROVER, 1847

Rahip Grover'in bu düşünceleri megalitlerin yüzyıllardır insanlar için taşıdığı çekiciliği ifade etmektedir. Geçmişten kalan bu megalitler, çok etkileyici ve harikulade yerlerdir ama onlar hakkındaki bilgilerimiz açısından da bir o kadar esrarengiz ve gariptirler. Yunanca "büyük" ve "taş" kelimelerinden üretilmiş "megalit", yalnızca "büyük taş" demektir ve megalitik bir yapı da Stonehenge gibi büyük taşlardan oluşturulan bir yapıdır.

Bu nedenle megalitler herhangi bir bölgede ve herhangi bir dönemde inşaat için kullanılabilirler. Megalitlerin yakın yüzyıllara kadar kullanıldığı Hindistan'daki Khasia tepeleri ya da Etiyopya ve Madagaskar gibi hâlâ bir anlayış sahibi olunabilecek kadar yakın zamanlarda kullanıldığı yerler özellikle ilgi çekmektedir.

Megalitler konusunda bilgili olan yerli Malagasy halkından bir Madagaskarlı, yakınlarda Stonehenge'i ziyaret ettiğinde bunların amaçlarım gayet anlaşılır bir biçimde anlatmıştır: Burada önemli olan taşların ataların yerine geçtiğidir ki, bu çağdaş anlatım eski anlamının aslı ya da paraleli olabilir.

Megalitler inşaatlarda taş gibi değil de, büyük kütükler gibi kullanılır. ("Cyclopean" adı verilen dev bir duvar işçiliği türünde, büyük taşlar standart duvarcılık teknikleriyle kullanılır.) Bu tür inşaatlarda taşın yanında kütüklerin de kullanıldığını gösteren ve pek seyrek olarak günümüze kadar kalmış örneklerin dolaylı kanıtları da bulunmaktadır.

Bazı İngiliz mekânlarında taş yerine kereste kullanılmıştır. Başka formlarla olan benzerlikler, kereste ve toprak ve megalitik düzenlemelerin birbiri yerine geçebildiğini, herbirinin kendi inşaat malzemesine uygun kullanıldığını göstermektedir.



Güney Brötanya'da Carnac'ta megalitler uzun sıralar halindedir.

ESKİ AVRUPA MEGALİTLERİ

Tarih öncesi çağın en tanınmış megalitleri eski Avrupa'nınkilerdir. Kimi çok uzun olan tek taşlar vardır: İngiltere'nin en büyüğü olan Rudston megaliti 8,8 metredir. Fransa'nın en büyüğü Le Grand Menhir Brise ("Büyük kırık taş anıt") şimdi yerde dört parça halinde durmaktadır ve 280 ton ağırlığındadır.

Bu taşın, eğer başarıyla dikilmiş olsa boyu 20 metreyi bulacaktı. Brötanya'nın güney kıyılarındaki Menec megalitleri, 1100 metrelik bir alan boyunca uzanan 11 sıra 1099 granit megalitten oluşmuştur. Gene Fransa'da Cornec'teki paralel dizilmiş olanlar ise toplam 1935 adettir.



Kayanın uzun ve dar parçalar halinde bölünebildiği durumlarda ayakta duran megalitler, İskoçya'da Lewis adasındaki Callanish'teki gibi uzun ve incedirler.

TAŞ DAİRELER

Dikine yerleştirilmiş taşların, oval ya da yumurta biçimli halkalar oluşturdukları taş dairelerin Britanya adalarında özel bir yeri vardır. Bunların en ünlü örneği Stonehenge'dir. İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury, 400 metre çapında bir daire oluşturan 100'den fazla taştan yapılmıştır ve bir yanından çifte taşlardan oluşan uzun bir cadde uzanır. Bunlardan ayrı iki taşın 1999'da başka bir uzun caddenin kalıntıları olduğu kanıtlanmıştır.

Bu daireler dikkatle incelenince planlarında gayet hassas geometrik ölçülerin kullanıldığı görülür ve boyutları da çoğunlukla bir uzunluk biriminin katlardır: Bir "megalitik kulaç" ya da bir "megalitik yarda". Ancak geometrinin ya da birimin yapımcıların tarafından bilinçli yapılmış olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur. Bunu, eski çağlarda kesin ölçümler araştırmamızda biz de uydurmuş olabiliriz.

Uzun ve kısa taş karışımlarıyla bazı İskoç daireleri ayın ufukta en alçak noktada olduğu dönemlerle ilişkili gibi görünmektedir. Çeşitli yerlerde yapılan ölçümlerde megalitlerin güneşin ya da göksel başka bir büyük cismin hareketleriyle ilişkili olabileceğini göstermiştir.



Modern çağda megalitlerin devler tarafından yapıldığı düşünülmüştü. 17. yüzyıldan kalma bir Hollanda resminde hunebedden'in yapılışı gösteriliyor.

MEGALİTİK ODALAR

Avrupa megalitlerinin diğer bir sık rastlanan türü de daha çok bir binaya benzemektedir. Burada megalitik dikitler, çatıyı oluşturan dev taşlan taşımaktadır. Bunlar hep birlikte uzun dikdörtgen bir oda ya da dar koridorlu bir oda oluşturmaktadırlar. Bu yapı genellikle bir taş ya da toprak höyüğün altındadır ve şimdi açıkta duranlarının çoğunun da zamanında böyle bir höyüğün altında olduğunu tahmin etmekteyiz.

En ünlüleri İrlanda'nın doğusunda Newgrange ve Knowth olan bazılarının taşlarında "megalitik sanat"m gayet süslü geometrik desenleri vardır. Newgrange öyle düzenlenmiştir ki, odası kış gündönümünde doğan güneş tarafından aydınlanmaktadır.

Stonehenge ise yaz gündönümünde güneşin doğuşu ile aydınlanmak üzere düzenlenmiştir, İrlanda megalit alanlarının en büyüğü olan Knowth'da, geçitleriyle iki ayrı oda, büyük bir yuvarlak höyüğün altındadır, her geçitte ve höyüğün çevresini belirleyen taşların üzerinde süsler vardır. Bu dev yapının çevresinde daha normal boyutlarda megalitik odalardan oluşan daha küçük uydu höyükler vardır.

Halkbilimine göre bu megalitik odalar, çoğunlukla devlerle ilişkilendirilmişti: İrlanda'da bir "Dev Mezarı" ve "Dev Yükü" vardır. Sardunya'dakiler "tomba di giganti"dit (dev mezarı). Hollanda'dakiler için eski Hollanda sözcüğü "hunebed"dir ("Hun yatağı").

Bunlar genellikle mezar oldukları için "o-dalı mezarlar" olarak anılırlar. Ancak kimi zaman içlerinde kemik bulunmaz ya da höyük ile megalitik yapı, içindeki insan kalıntılarının miktarına kıyasla çok büyüktür. Ve kemiklerin de garip bir durumu vardır, iskeletler kafatasları bir yana, uzun kemikler bir yana olmak üzere kemiklere göre ayrılmış olabilirler.

Bunların yanında hayvan kemikleri de olabilir. Bu odalardan en büyüğü, Kuzeybatı Fransa'daki Bagneux'de şimdi yerel bir kahvenin bahçesin-dedir. 20 metre uzunluğu 7 metre eni ve 3 metre yüksekliğiyle büyük bir salon olabilecek bu yapı, benzerlerinin çoğu gibi çok uzun zaman önce keşfedildiğinden, içinde neler bulunduğunu bilemiyoruz.

Hıristiyan geleneğine göre de ölüler, genellikle bir kiliseye gömülür ama kilisenin asıl amacı mezarlık olmak değildir. Kilise bir cemaatin toplanma yeridir. Megalitik "mezarlar"ın günümüze kaldığı yerlerde bunların bir köy ya da çiftlik toplumunun kendi toprağının sınırlarını işaretlemesi gibi aralıklı dikildiklerini görmekteyiz.



İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury'nin Ortaçağda pek değiştirilmiş karmaşık bir yapısı vardı. Şimdi çevrede büyük daire halinde duran taşlarla iç tarafta gruplar oluşturanlar, 20. yüzyıl arkeologları tarafından mezar çukurlarından çıkarılmıştır.

GİZLİ ANLAMLAR

Avrupa megalitleri çoğunlukla ilk çiftçiler çağı olan Neolitik dönemden, İÖ 5000 yıl ya da daha öncesinden kalmadır. Odaların uzun biçimleri Orta Avrupa'nın ilk kuşak çiftçilerinin kütüklerden yaptıkları uzun evleri hatırlatmaktadır.

Megalitler gibi "ritüel anıtlar", biçim olarak benzersiz ve amaç bakımından muammadır: Çevresinde hendek olmayan daire biçimindeki kapalı alanların askeri ya da savunma açısından bir anlamı yoktur. Bunlara modern Batılı görüşüyle bakarsak, çiftçilerin ormanlık araziyi tarla açmak için temizlediklerini, avcı-toplayıcıların aksine bir yere yerleştiklerini düşünebiliriz.

Bu insanlar Neolitik dönem kazançlarından oluşan boş zamanlarında bir megalit yapmak için enerji ve çaba harcamış olabilirler. Ancak bazı megalitler, Neolitik çağın çok erken dönemine rastlamaktadır. Bunlar ilk güç yıllardan sonra eklenen seçimlik lüksler olamaz. Yine bunlar, gömme gibi işlevsel bir amaçla da tam olarak açıklanamazlar.

Megalitik "mezarlar", cesetlerin kaldırıldıktan sonra unutulmadığına dair işaretler vermektedir. Burada iki aşamalı bir ritüel olduğu anlaşılmaktadır: Ceset önce, belki de Avustralya'da yakın zamanlarda olduğu gibi ahşap bir platformda açıkta bırakılır, sonra da kalan büyük kemikleri -el ve ayak parmaklarının küçük kemikleri, etlerle birlikte kaybolacaktır- megalitik odanın içine yerleştirilirdi.

Kalıntıların da kullanıldığı anlaşılmaktadır. En azından eski "gömme"lerden kalan kemikler bir yana itilmiş, yerlerine yemleri konulmuştur. Artık Neolitik toplumların kendi geçmişleriyle ilgilendiklerini anlayabiliyoruz. Bu topluluklar, ölülerin aktif bir hayatları olduğu, ataların toplumsal kimlik için önemli olduğu toplumlardır. Megalitik odalar eğer mezarsa, bunlar bir anlamda "canlılar" İçin mezarlardır.

Eski mekânların en belirgin ve ilginç yerleri olan megalitlere, günümüzde büyük bir İlgi gösterilmektedir. West Kennet gibi yerlerde Avebury'nin büyük çevre yolları ve caddeleri yakınındaki bir "odalı mezarda" günümüzde tütsü çubukları yakılmakta, odaya çağdaş insanlar tarafından ekmek ve çiçek konulmaktadır.

Bunların çağdaş anlamı şudur: Bu yerler yeryüzünün doğal güçlerinin ve insan saygısının doğru olarak ifade edildiği kutsal mekânlar olarak görülmektedir. Bu yeni fikirler, arkeologlar için eski anlamlan ifade etmekten uzaksa da, bu eski mekânların bir kere daha toplumsal ifade bulan aktif yerler olması çok doğru ve uygundur.
#31 - Haziran 22 2008, 13:38:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İsrail'in Kayıp On Kabilesi

Zaman: İÖ 8. yüzyıl ve sonrası
Mekân: İsrail

"Bundan dolayı" Rab diyor, "işte artık: İsrailoğullarını Mısır diyarından çıkarmış olan Rabbin varlığı hakkı için değil, ancak, İsrailoğullarını şimal diyarından, kendilerini sürmüş olduğu bütün memleketlerden çıkarmış olan Rabbin varlığı hakkı için, diyecekleri günler geliyor. Ve atalarına vermiş olduğum topraklarına onları tekrar getireceğim." YEREMYA 16: 14-15

İÖ 721'de Asur kralı Büyük Şarrukin, ordusuyla güneye yürüyüp Suriye'den geçti ve İsrail Krallığı'na saldırdı. Başkent Samiriye'yi yerle bir etti, milletin liderlerini aileleriyle birlikte çiftçiler, zanaatkarlar ve tüccarlar olarak yeni bir hayata başlamaları için Suriye'nin kuzeyine sürgüne gönderdi.

İsrail milleti o zaman Reuben, Gad, Aşer, Efraim, Manasseh, Dan, Naftali, İssahar, Simeon ve Zebulon kabilelerinden oluşuyordu ve sürgünler bu nüfusun yalnızca bir azınlığını oluşturmakla birlikte popüler folklora İsrail'in Kayıp On Kabilesi olarak geçtiler.

Bu "Kayıp On Kabile "ye ne olmuştur? Tarihi gerçekler az, dünyanın pek çok yerinde spekülasyon, gelenek ve folklor ise pek fazladır. Tevrat'ta verilen bilgi pek kısıtlıdır. II. Krallar 17:2-6'da bunlardan bir kısmının Kuzey Suriye'de Gozan (Tel Halaf) yakınlarında Habur Vadisi'nde Halah adında bilinmeyen bir başka kente yerleştirildikleri yazar. Sürgünlerden geri kalanı Asur'un doğusundaki Med Ülkesi'ne gönderilmişti. Büyük bir olasılıkla hepsi birkaç kuşak içinde yerli halk arasında erimişlerdir.

Ancak bir istisna vardır. Sürgün zamanında kullanılan dile yakın bir tür neo-Aramice konuşan Irak Kürdistanı Yahudileri 20. yüzyılın ilk yarısında modern İsrail devletine göçmüşlerdir. Diğer Kürt Yahudiler de İran ve Türkiye'den gelmişler ve şu anda İsrail'de yüz bin kişilik bir grup oluşturmaktadırlar. Bunların dilleri, geldikleri bölge -kuzey Irak, Suriye ve Türkiye'nin doğusu- ve gelenekleri bunlardan bazılarının Asur sürgünlerinin halefleri olduklarını inandırıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.

Ancak On Kayıp Kabile'nin çevresinde oluşturulan romantik hikâyelerin çokluğu karşısında bu gerçek, büyük ölçüde dikkatlerden uzak kalmıştır. Sofu Yahudiler, kabilelerin efsanevi Sambatyon Irmağı'nın ötesinde hâlâ var olduklarına ve Tanrı'nın bunları kutsal kitaptaki kehanete uygun olarak (örneğin, Ya Rab, kendi kavmim, İsrail'in bakiyesini kurtar, îşte ben onları şimal diyarından getireceğim Ve onları dünyanın uçlarından ve onlarla beraber körü ve topalı, gebe kadını ve doğuran kadını birlikte toplayacağım, büyük cemaat olarak buraya dönecekler. Ağlayışla gelecekler, yalvardıkça onlara yol göstereceğim, onları, sulu vadiler yanında sürçmeyecekleri doğru yolda yürüteceğim", Yeremya 31: 7-8)

Mesih Çağı'nda anayurtlarına geri döndüreceğine inanmaktadırlar. Ortaçağ'dan en azından 19. yüzyıla kadar kâh Doğu'da kâh Afrika'da olduğu söylenen ve kayıp kabilelerin binyılın krallığını sabırla bekledikleri bu efsanevi Yahudi ülkesi Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından aranmıştır.

Bu konuda çok geniş bir literatür vardır. Daha pek çok topluluk arasında Mormonlar, Japonlar, Pakistan'ın Pathanları, Nepalliler, Amerika kızılderilileri ve hatta İngilizler ve Amerikalılar tarafından ya da onların adlarına iddialarda bulunulmuştur.

İddiaların Ardındaki Gerçek mi? Mazı durumlarda bu iddialar içinde bir gerçek payı da bulunmaktadır. İsrail'in Asurlular tarafından yok edilmesinden sonraki yüzyılda pek çok göçmen hâlâ özerk Yahuda krallığına ve özellikle de başkenti Kudüs'e gitmişlerdi.

Ancak Asur'un, Babil'in ve Mınır'ın -zamanın büyük devletleri- bağımsız varlıklarına yönelttiği ciddi tehdidi gören insanlar hem Urail'den hem de Yahuda'dan göç etmeye başlamışlardı. Yahuda'nın Hezekiya iktidarında (ÎÖ 727-698) yaşamış olan İşaya'nın bir kehanetinde Tanrı diasporayı Asur, Patros, Nubye, Elam, Şinar ve Hamat topraklarından kurtaracaktır. ("Ve o gün vaki olacak ki, Asur'dan ve Mısır'dan ve Patros'tan ve Kuş'tan ve Elam'dan ve Şivar'dan ve Hamat'tan ve denizin adlarından artakalacak kavminin bakiyesini kurtarmak için Rab yine ikinci kere elini uzatacak", İşaya 11: 11-12)

Belgesel kanıt bulunan ilk denizaşırı Yahudi kolonisi Mısır'da, şimdi Elephantine denilen Yeb'dedir. Assuan'da Nil Nehri'nin Birinci Şelale'si yakınlarındaki bu adada İÖ 5. yüzyıl sonlarında kısa bir süre için bir Yahudi tapınağı vardı. Oradaki Yahudiler'in çoğunun Mısır kralının paralı askerleri oldukları tahmin edilmektedir.

Son Babil kralı Nabonidus'un iktidarında (İÖ 555-539) Yahudi gruplarının bu kralla birlikte uzun bir Arabistan yolculuğuna çıkmış olmaları mümkündür. Herhalde Babil İmparatorluğu'nun Medler'in ve Persler'in elinde İÖ 539 yılında sona ereceğini tahmin ederek bunlar orada kalmaya karar vermişlerdir.

Yine Kitabı Mukaddes'ten muzaffer Pers kralı Büyük Kuros'un İÖ 538'de yayımladığı bir dizi fermanla sürgündeki toplumların anayurtlarına dönmelerine izin verdiği bilinmektedir. Ancak sürgündeki bütün Yahudiler Yahuda'ya dönmek istememiştir (Ezra 1:4, 6). Büyük bir çoğunluk yerleşmişler hatta Pers ve Med gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardı.

Böylece İÖ 6. ve 5. yüzyıllarda anayurtları dışında Yahudi yerleşimci grupları vardı. Yeni Ahit kitabında Aziz Pavlus'un seyahatlerine üstünkörü bir bakış bile Helenistik ve Roma çağlarında bu diasporanın artarak Akdeniz çevresine yayıldığı görülecektir.

 

(Solda) 1557 tarihli bir Kitabı Mukaddes'ten: İsrail kabileleri çölde tapınağın çevresine kamp kurmuşlar. (Sağda) Birmanya'da Yahudi Cemaati: Lian Tual, Beth Şalom cemaati sekreteri, Tiddim, 1987.

DOĞU VE BATI

Şu halde bu Yahudiler'in batıya olduğu kadar doğuya gitmeleri de şaşırtıcı olmazdı. Nispeten yakın zamanlara kadar Arabistan'da ve Çin'de Yahudi toplulukları olduğu bilinmektedir. Hindistan'da hâlâ bazı gruplar vardır. Yahudi kökenli olduklarını iddia edenlerden Pathanlar Pakistan, Hindistan, Afganistan ve İran'da yaşayan dindar Müslümanlar'dır. Ancak Müslüman olmalarına rağmen kendilerini Ben-i İsrail (İsrailoğulları) diye adlandırırlar ve Şabat gibi Yahudi âdetlerini korumuşlardır.

Birmanya'da Mizo kabilesi ve Ben-i Menaşe (Menaşeoğulları) Y'wa adında bir tanrıya taparlar ki, bu ad da İsrail tanrısının (Yahve) adını andırmaktadır. Kuzeybatı Çin'de kendilerinin İbrahim'in soyundan olduklarına inanan Chiangmin'ler vardır. Bunların özel rahip sınıfı, kurban keser ve ritüel saflığa çok önem verir.

Burada tek tek anılmayacak kadar çok grup vardır ve bu iddialarda herhangi bir imkânsızlık yoktur. Yahudiler gerçekten çok geniş bir alana yayılmışlar ve pek çok ıssız yere yerleşmişlerdir. Bunların soylarından gelenler yüzyıllar boyunca daha geniş toplum içine karışıp Yahudilik'in esas grubuyla ilişkilerini kaybetmişlerse de, yine de kökenleri konusunda pek bulanık da olsa bir bilince sahip kalmışlardır.



İsrail'den (İÖ 721) ve Yahuda'dan (İÖ 701 ve 587) sürülenlerin yolları ve diğer göçler. Bu torunlu ya da gönüllü göçler İsrail'in Kayıp Kabileleri konusundaki pek çok söylemin fonunu oluşturur.

AFRİKA'DAKİ KAYIP KABİLELER

Afrika'da da Yahudi kökenli olduklarını iddia eden gruplar vardır. Bunlardan en çok tanınanları bugün çoğunlukla İsrail'de bulunan Habeş Yahudileri'dir. Ancak şu anda Güney Afrika'da dağılmış olan ve "Afrika'nın Kara Yahudileri" iddialarında haklı olabilecek bir grup daha vardır. Bunlar, sözlü tarihleri yakın zamanlarda Londra Üniversitesi'nden Tudor Pâffitt tarafından belgelenmiş olan Lemba halkıdır.

Bunlar atalarının yerini bile bilmedikleri kuzeyde San'a diye bir yerden geldiklerini her zaman iddia etmişlerdir. Kanıtlanmamışsa da, Habeşistan Yahudileri İle bağları olduğuna da inanırlar. Lembalar Yahudi kaşrut yasalarına (neyin yenilip neyin yenilemeyeceği) riayet ederler ve Güney Afrika'ya sünnet âdetini onlar getirmiş olabilir.

Lembalar'dan kendi tarihleri konusunda pek az şey elde edebildiğini gören Dr. Parfitt bunların kökenlerini bulmak için Güney Afrika'dan yola çıkmış, Zimbabwe'yi geçmiş ve sonunda Arabistan'ın güneybatı köşesindeki Yemen'e varmıştır. Burada bulduğu eski San'a kentinin Lemba geleneklerinin işaret ettiği yer olduğuna inanmaktadır. Diğer pek çok ayrıntı da Lembalar'ın kökenleri konusundaki inançlarını doğrulamaktadır. Arabistan'ın bu bölgesiyle Lemba klanlarında ortak olan aile adları da vardır.

 

(Solda) Güney Afrika'da Vendaland'da bir Lemba töreni. Lembalar, Mwali adını verdikleri Tek tanrıya inancı Güney Afrika'ya getirdiklerine inanırlar. Bölgeye sünnet uygulamasını da onlar getirmiştir. Büyük Zimbabwe ile ilişkileri konusunda gayet güçlü anıları da vardır. (Sağda) Sinahheriba sarayındaki bir röliyeften. İÖ yaklaşık 700 yılında bir aile, İÖ 701 yılında Asurlular tarafından ele geçirilen Yahuda'da Laiş'ten sürgüne götürülüyor. 20 yıl önce İsrail krallığından sürgüne giden bir aile de herhalde bundan farklı olmayacaktı.

GENLERDEKİ KANITLAR

Lembalar'ın, kökenleri konusundaki inançlarını büyük ölçüde destekleyen bir kanıt daha vardır: Bu kanıt, genetik araştırmalardaki en son gelişmelere dayanmaktadır. ABD, İngiltere ve İsrail'de yetişkin Yahudi erkekleri üzerinde yakın zamanlarda genetik bir araştırma yapılmıştır. Buna göre cohanim'lerin (Musa'nın Yüksek Rahiplik görevini üstlenen kardeşi Harun'un soyundan geldiğini iddia eden dinadamları klanı) yüzde yetmişinin Y kromozomlarında ortak bir DNA işareti bulunmuştur.

Bu, cohanim olmayan yetişkin Yahudi erkeklerinde bulunandan önemli derecede yüksek bir yüzdedir. Yahudi olmayan erkek gruplarında buna rastlama oranı daha da düşüktür. Bu da cohanim'in yaklaşık 3000 yıl önce ortak bir ataları olduğu iddialarını desteklemektedir.

Lemba kabilesi erkeklerinde yapılan testlerde bu DNA işaretinin genelde Yahudi erkeklerinde rastlanan oranda olduğu görülmüştür. Dahası, Lemba klanının üst sınıfı olan Bhubalar'da bu kromozom işareti çok daha yüksektir ve bu oran yüzde 53,8'e kadar çıkmaktadır ki, bu da Yahudi cohanim'lerde rastlanan orana çok yakındır. Bu genetik işaret oranına Yahudi olmayan başka bir grupta rastlanılmamıştır.

Bu Lembalar'ın Yahudiliğini kesin olarak kanıtlamazsa da, Yahudi soyundan gelmiş olma iddialarını büyük ölçüde desteklemektedir. Bu projeyi Yahudi soyundan geldiklerini iddia eden diğer birleşik gruplar arasından sürdürmek yararlı olacaktır.

Bu grupların İsrail'in sözde "On Kayıp Kabilesi"nden gelmeleri imkânsız olmamakla birlikte pek muhtemel değilse de, genetik testler hiç olmazsa içlerindeki erkekler arasında kromozomları bir Yahudi, belki de bir din adamı soyuna işaret edecek insanlar olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Kayıp Kabileler sorununu çözemeyebiliriz ama iki bin yıldır kayıp Yahudiler'in bazılarının ailelerini belki de bulabiliriz.
#32 - Haziran 22 2008, 13:39:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Punk- O -Rama

Gelelim ünlü Buzadam'ımıza.Hayatımın çoğunu belgesel izlemekle geçirdim,orada bu yaratıktan söz ediliyordu.Kendisi "LANET"'i ile ünlüdür.Ötzi üzerine araştırma yapan çoğu kişi esrarengiz bir biçimde ölmüştür.
#33 - Haziran 22 2008, 13:39:53

Stonehenge Nasıl Yapıldı?

Zaman: İÖ yaklaşık 2950-1600
Mekân: Güney İngiltere

Kayıp bir çağın sessiz görüntülen, Bir tapınağın bu ağırbaşlı taşları Soru sormayan ovada Her çağdaş bilgenin muamması. EDWARD G. ALDRIDGE, 19. YÜZYIL ORTALARI

Stonehenge'i nasıl yapmışlardı? Buna en kolay verilecek cevap, "çok güç" olacaksa da, gerçek cevap, "düşündüğümüzden çok daha kolay"dır. Stonehenge, ünlü olduğu kadar benzersizdir ve bize ipucu veren de işte bu benzersizliğidir.

İngiltere'deki diğer taş daireler -ki bunlar yüzlercedir ve bazılarının çapları da daha büyüktür- doğal durumlarında bırakılmıştır. Yalnızca Stonehenge'dekiler kenarları düzeltilip dört köşe haline sokulmuşlardır. Dik taşların üzerinde yer alan yatay taşlar ise bir kapı üzerindeki lento gibi sanki kalaslarmışçasına zıvanalarla tutturulmuştur.

Birbirine bitişik taşlar da yine bir ağaç ustası tekniğiyle kanallar ve yuvalarla birleştirilmiştir. Bu gerçekleri ta ilk baştan beri biliyoruz: 11. yüzyıldan kalma en eski Stonehenge kayıtlarında burasının "kapılar gibi" yapıldığından söz edilir.

İngiltere'nin Wittshire iline bağlı Salisbury kentinin 13 km kuzeyinde yer alan Stonehenge hakkındaki bütün yorumlar, özellikle 1950 sonrası yürütülen yöresel kazılara dayanır.




(Solda) Günümüzde Stonehenge. Yıkılmış, kimi taşlar kayıp ve belki de asla planladığı gibi tamamlanmamış. (Sağda) Stonehenge'in klasik görünümü. Kuzeydoğudaki "Heel Taşı"nın üstünden yazgündönümünde güneş doğar.

WOODHENGE VE SEAHENGE

Sonuçta, taştan yapılmasına rağmen Stonehenge ahşaptan yapılmış gibidir. 20. yüzyıl başlarında, Stonehenge'in birkaç kilometre ilerisinde öncü hava fotoğrafçıları otlar arasında Stonehenge'e benzeyen ve aynı biçimde eşmerkezli bir biçimde düzenlenmiş bazı izler görmüşlerdi. Burası de herhalde Stonehenge gibi bir yerdi ama keresteden yapıldığından [stone= taş yerine wood= odun] "Woodhenge" denilmişti. Burasının da Stonehenge gibi yaz gündönümünde güneşin doğuş yönüne dönük bir ekseni vardır.

1998-99'da bu ahşap anıtlar, ahşabın çürüdüğü yerlerde kalan izler olarak değil de, ilk kez sağlam olarak ortaya çıkarıldılar. İngiltere'nin doğusunda Norfolk kıyısının hemen açığındaki çamur tabakası içindeki kütükler dendrokronoloji (ağaç halkalarıyla tarihleme) yöntemiyle incelendiğinde İÖ 2050 yılından kaldıkları anlaşıldı ve bunlara hemen "Seahenge" adı verildi. Ahşap direklerden dairenin ortasında yere dikey olarak yerleştirilmiş bir tek büyük meşe ağacı vardı, îlk başta dal sanılan şeylerin kök oldukları anlaşıldı. Ağaç yere tersine sokulmuştu.

Bu nedenle Stonehenge yapımcıları yalnızca büyük taşlan nakletmenin ve dikine oturtmanın geleneksel zanaatının yanı sıra, büyük ağaç gövdelerini de taşıyabilmeyi ve -başka yerlerde gördüğümüz gibi- dev meşe gövdelerini kereste gibi kesmeyi de biliyorlardı. Stonehenge'i mümkün kılanlar işte bu beceriler olmuştur. Bu ahşap yapıların toprak üzerinde nasıl olduklarım bilmiyoruz.

Çatıları olan binalar da, yalnızca dikilmiş kütükler de ya da Amerikan Kızılderilileri'nin yontulmuş totemleri gibi de olabilir. Yerin üzerinde kalan kısmı ilk gördüğümüz Seahenge, Stonehenge'e benzemek yerine yine farklı olarak bizi şaşırtmıştır. Stonehenge en benzeteceğimiz şey olduğu için, ahşap yapıların da ona benzediğini düşünmek mantıklıdır. Stonehenge'deki sayıları sekizi bulan diğer taşların, daha eskiden kalmış olup ahşap işleme modeline göre düzeltilmiş olmaması da ilginçtir.



Stonehenge çağından kalma ahşap anıtların çoğu tümüyle çürümüş ve yalnızca toprakta kara izler olarak kalmıştır. Resimde gördüğünüz, pek nadir örneklerden biridir: Norfolk kıyısındaki bu garip anıta "Seahenge" adı verilmiştir.

TAŞLARI NAKLETMEK

Stonehenge'in yapımının ilk gereği, doğru olan taşları bulmaktı. Kullanılan pek çok türden en çok sayıda olanı, 240 kilometre ilerideki Batı Galler'den getirilen "mavitaşlar"dır. Yaklaşık bir tabut boyutlarında olan taşlar, dört tonu bulmaktadır.

Bu yüzden bunları karadan çekmek ya da şişirilen tulumlar üzerinde denizden geçirip Stonehenge'e yakın nehirlerden birinden içeri sokmak pek güç olmayacaktı. Ama bu o kadar da kolay değildi: 2000 yılında tam boyutlarında bir mavitaşı Stonehenge'e taşımak için bir ekip, gönüllü bulmakta çok zorlanmıştır. Ve taş bir kere tekneye yüklendikten sonra da kayıp suya düşmüştür. Denemenin devam edebilmesi için, taşın denizin dibinden çıkarılması (!) gerekmiştir.

Stonehenge'deki daha büyük "sarsen" taşları daha ağırdır ama bunlar daha yakından, 30 kilometre ileriden getirilmiştir. İnşaatçıların en büyük sıkıntısı, yeterli boyda büyük taş bulmak olmuş olmalıdır. Stonehenge'de bunların 79'una ihtiyaç duyulmuştur. Daha eski megalit dairelerde ve Avebury'deki caddelerde bunlardan yüzlercesini çok önce kullanmışlardı. Stonehenge'deki "sarsen"lerin boylarının çok küçük bir kısmı destek almak için yere gömülüdür ve Stonehenge'in planlandığı nihai şekli almadığına inanılmaktadır. Acaba, bu taşları oraya getirenlerin taşları mı tükenmiştir?

Tanesi 40 tondan fazla olan "sarsen"leri nakletmek birinci işti. 1994'te arkeolog Julian Richards ve mühendis Mark Whitby'nin benzer bir taşla yaptıkları deneyler bunun nasıl yapılmış olacağını göstermiştir. Taş, kütüklerden bir beşik üzerine yatırılıp iplerle çekilecekti. Beşiğin kütükler üzerinde yuvarlanmış olacağı düşünülmüştü ama mühendis 1994'te daha iyi bir yöntem buldu: Beşiği iyice yağlanmış kalaslar üzerinde kaydırmak. 130 gönüllünün çektiği taş bir kere hareket ettikten sonra gayet iyi ilerlemeye başladı.

Güvenlik için deneyde çağdaş ipler kullanılmışsa da, tarihöncesi zamanlarda ağaçların iç kabuklarından yeterli derecede sağlam ipler yapıldığı bilinmekteydi. Taşın hafif bir yokuşta günde bir kilometre ve düz ya da yokuş aşağı yerlerde günde on kilometre çekilebileceği ortaya çıktı.

Neolitik insanların kızaklar yapmak için meşe ağaçlarını yarabildiklerini de biliyoruz. "Sarsen"lerin bulunduğu Marlborough Downs ile Stonehenge arasında Pewsey Vadisi vardır: Taşlar vadinin kuzey duvarının dik yamacından indirilecek, ıslak vadiden geçirilecek ve Stonehenge'in inşa edildiği öteki tepeye çıkarılacaktı.



Çağdaş bir denemede bir Galler mavitaşı, kızak üstünde Stonehenge'e sürükleniyor.

TAŞLARIN YONTULMASI VE KALDIRILMASI

"Sarsen"ler aynı taşı çekiç gibi kullanarak biçimlen-dirilebilirler. "Sarsen" çok sert olduğu ve kolaylıkla iri parçalar halinde kopmadığı için bu, güç bir iştir. Stonehenge'de pek çok taş, çekiçler ve keskiler bulunmuş, bunların daha sonra taşları yerlerinde sabitleştirmek için kullanıldıkları anlaşılmıştır.

Taşlan dik bir duruma getirme de 1994'te bir deneyle sınanmıştır. Taşın ucu, hazırlanmış bir çukura yerleştirilmiş, sonra üzerinde daha küçük bir taş kaydırarak dengesini bozup çukura girmesi sağlanmıştır. Neolitik teknoloji bunu yapabilirdi ama Neolitik zihinler ve zekâlar acaba bunu düşünebilirler miydi?

Sonra taş 130 kişilik bir ekip tarafından kütüklerden yapılma bir "A-çerçevesi" üzerinden iplerle çekilebilirdi. Taşlar çukurlara yerleştirildikten sonra kenarları küçük "sarsen" parçalarıyla beslenir ve lento taşları tepeye çekilirdi. Bu ya taşı bir rampadan yukarı çekerek ya da üstüste yığılı kütüklerin üstünde yükselterek yapılabilirdi. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, lentolar istenilen yüksekliğe çıkarılınca biçimlendirilir ve son yerine yerleştirilirdi. Rampa izi bulunmadığına göre üstüste konulmuş kütük yönteminin kullanılmış olması mümkündür.



Bir Stonehenge lentosunun kaldırılmasında çağdaş mühendisler insangücü yanında bir iskele ve güvenlik miğferleri de kullanmışlardır.

Böylece, 130 ya da daha fazla insan gücüyle Stonehenge'in yapılması belki de bugün göründüğü kadar güç olmamış olabilir. En azından biz Batılılar makinelere o kadar çok alışmışız ki, yalnızca insan gücü ve becerisiyle neler yapılabildiğini unutabiliyoruz. Bu nedenle bu muammanın bir kısmı da "Stonehenge'i nasıl yaptılar?" değil, bizleriz.

Deneyde yapılan Stonehenge parçasının ilginç bir sonucu da vardır. Taşların dikildiği kuzey Wiltshire'daki alanda, bunun çağdaş bir tuhaflık olarak kalması fikri benimsenmişti. Ama sonra orada gayriresmi bir festival yapılacağı söylentileri üzerine sökülmüştür. Günümüzdeki söylentilere göre de, kullanılan taşlar depolanmıştır ve kendi Stonehenge'lerini çağdaş ya da eski yöntemlerle dikmek isteyenlerin emrine hazır tutulmaktadır.

Stonehenge deyince aklımıza gelen aslında Stonehenge III'tür. İÖ 3100'lere tarihlenen Stonehenge I, yöre insanlarının geyik boynuzlarıyla yarı çapı 98 m olan bir çember kazmalarıyla başlar. Setin iç tarafına daha sonra (keşfeden antikacının adıyla anılan} 56 Aubrey çukuru kazıldı. 500 yıl sonra terk edilen Stonehenge I'den sonra ÎÖ 2100'lerde Stonehenge II düzenlendi.

Alanın ortasına 4 tonluk 80 sütun bu dönemde dikilmiştir. İÖ 2000'lerde birinci devresi başlayan Stonehenge lir de ise, kalıntıları görülebilen halka ve at nalı biçimli iki taş sırası inşa edilmişti. Amacı tam olarak bilinemeyen ama bir tapınma yeri olduğu kuşku götürmeyen Stonehenge'lerin inşası İÖ 1100'lere kadar sürmüştür.
#34 - Haziran 22 2008, 13:40:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Hint-Avrupalıların Kökeni

Zaman: İÖ yaklaşık 7000-3000
Mekân: Avrasya

Bir süredir boş zamanlarımda Avrupa dillerinin çarpıcı yakınlıkları üzerinde çalışıyorum ve her gün bu işte yeni ve çok heyecan verici yanlar buldukça onları kaynaklarına doğru izliyorum. JAMES PARSONS, 1767

Avrupa ve Batı Asya, pek çok kültür ve halklar görmüşse de, Avrupalılar'ın çoğu ile Batı ve Güney Asyalılar'ın büyük bir kısmı Neolitik ya da Erken Tunç Çağı'nda Avrasya'ya yayılmaya başlayan bir tek dil ailesine ait olan akraba dilleri konuşmuşlardır. Pek çok Hint-Avrupa dilinde aynı soydan gelen birkaç kelimeyi alıp da İrlanda'dan Batı Çin'de, ipek Yolu'nun vaha kentlerinin halkı Toharlar'a kadar izlersek bu dil sürekliliği hakkında bir izlenim elde edebiliriz.

Bu kelimeler arasındaki benzerlikler bunların Proto-Hint-Avrupa olarak bilinen ortak bir ata dilinden türemeleriyle (Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca'nın Geç Dönem Latince'sinden türediği gibi) açıklanabilir. Bu Proto-Hint-Avrupa dilinin ilk ne zaman ve nerede konuşulduğu bilimadamlarını iki yüzyıldan beri uğraştırmaktadır.

Farklı Hint-Avrupa dillerinin kelime dağarcıklarındaki benzerlikler, dilcilerin Proto-Hint-Avrupa dilinin içeriğinin en azından bir kısmını ve genel yapısını anlamalarında yardımcı olmuştur. Örneğin, ağaç (çam, meşe, söğüt vb), vahşi hayvanlar (ayı, tilki, geyik vb) ve daha önemlisi evcil hayvanlar (öküz, koyun, keçi, domuz) ve çiftçilikle ilgili teknoloji (çömlek, orak, saban) ve arabalar (tekerlek, araba, boyunduruk). Bütün bunlar proto-di-lin konuşanlarının bu yeniliklerin ortaya çıktığı zamanda, en azından ortak bir Neolitik sözlüğe sahip olmalarına kadar ortadan kalkmadığını göstermektedir.

Proto-Hint-Avrupalılar'ı neden belirli bir mekânda aramamız gerekmektedir? Buradaki sorun hem ampirik hem de kuramsaldır. Bir kere Avrupa'nın kenarlarındaki ülkelerin bazılarında Hint-Avrupa dilleri konuşulmadığını biliyoruz: İspanya'da Iberik dili, İtalya'da Etrüsk dili, Anadolu'da Hititçe konuşulmaktaydı.

Bazı Hint-Avrupalılar'ın da Hint-Avrupa dili konuşmayan eski halkların arasında yayıldıklarını da biliyoruz. Örneğin, İranlılar Güney İran'ın Elamlılar'ını, Hint-Âriler dillerini daha önceki Dravid ve Munda dili konuşulanlara benimsetmişlerdir. Ayrıca, Hint-Avrupa dili olmayan bir dil Avrupa'da yaşamaya devam etmiştir: Kuzey İspanya ve Güney Fransa'da konuşulan Baskça.

Kuramsal sorun, dil değişikliğinin tümünü ilgilendirir. Hint-Avrupalılar'ın Atlas Okyanusu'ndan Batı Çin'e kadar ta en eski çağlardan beri uzanıyor olması, tarih öncesi dönemde bir tek dilin sürekli olabileceği alanın boyutlarının çok üstündedir. Diller (sabit bir oranda olmasa da) sürekli evrim geçirirler ve binlerce kilometrelik bir alana yayılmış bir tek dili konuşanların aynı dil değişimini binlerce yıl sürdürebildiklerine akıl erdirmek çok güçtür.



Kurgan modelinin en ayrıntılı versiyonu, Hint-Avrupalılar'ın Avrupa'ya üç dalga halinde yayıldıklarını öngörmektedir.



Belli başlı Hint-Avrupa dil gruplarının dağılımı.

ANAYURT MODELLERİ

Hint-Avrupa dilinin ileri sürülen anayurt (Almanlar buna Urheimat diyeceklerdir) mekânları Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutbu'na, Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a kadar uzanmaktadır. Hint-Avrupa dili kökenlerinin günümüzde temelde üç model tipi tartışılmaktadır: Birincisi, Proto-Hint-Avrupalıları'nın Neolitik dönemden önce, ya Paleolitik ya da Mezolitik dönemde Avrasya'da geniş bir kuşak içinde olabilecekleri iddiasını ortaya atmaktadır.

Kökenlerini o kadar geriye ve o kadar geniş bir alana -Avrupa'nın büyük bir kısmı- götüren bu iddia, arkeologların daha sonra Hint-Avrupa dillerinin dağılması için çok uzaklara göçler yapıldığını kanıtlamalarına bir kısıtlılık getirmektedir. Bu, yeniden inşa edilen protodilde gördüğümüz geç dönem Neolitik kelime dağarcığını açıklamadığı için en az kabul gören modeldir.

İkinci model Hint-Avrupa yayılmasını tarımın yayılmasıyla birlikte başlatır. Bu model başka dil aileleri için de kullanılmıştır. Bunun anlamı, Hint-Avrupa dillerinin yeni ve çok daha verimli bir ekonomiyle yayıldığı ve yeni Hint-Avrupa dili konuşan çiftçilerin giderek Avrupa'nın avcı-toplayıcı toplumlarının yerini almış olduklarıdır.

Bazıları bu yayılmanın yalnızca, nüfusla sınırlı olduğunu iddia ederken bazıları da Avrupa'nın çevre bölgelerinin yeni bir çiftçi akınına değil, daha çok yeni bir dil değişimine uğradığı fikrindedirler. Bütün bu modeller en eski Hint-Avrupalılar'ı İÖ 7. binyılda Anadolu'da yerleşik olarak kabul ederler ve bunların buradan Yunanistan'a ve Balkanlar'a, sonra da daha yoğun olarak batıya, Atlas Okyanusu'na kadar yayıldıklarını öngörürler.

 

(Solda) Letnitsa'dan "kutsal evliliği" gösteren gümüş yaldızlı bir Trak plaketi -İÖ 400-350 yıl. (Sağda) Güney Urallar'da Sintashta'daki Tunç Çağı araba gömülmesi, genelde ilk Hint-Avrupa yayılmasının kanıtları olarak görülür.

Asya'nın belli başlı Hint-Avrupa dillerine gelince, bunlar genellikle üçüncü varsayıma girerler. Bu üçüncü modele göre Avrupa ve Batı Asya'daki Neolitik-Tunç Çağı topluluklarının büyük bir kısmında büyük dil değişimleri olmuştur.

Kuram genelde en eski Hint-Avrupalılar'ı Karadeniz ile Hazar Denizi'nin kuzeyindeki bozkırlara ve ormanlık steplere yerleştirir ve en eski Hint-Avrupa yayılmasının yarı göçebe ya da ehlileştirilmiş ata ve tekerlekli arabalara sahip yüksek derecede seyyar nüfus tarafından gerçekleştirildiğini iddia eder.

Bunlar ölülerini genellikle bir höyüğe (Rusça'sı kurgan) gömdükleri için buna Kurgan kuramı adı verilir. Buna göre seyyar nüfus, ÎÖ 5 ile 3. binyılda steplerden Güneydoğu ve Orta Avrupa'ya göçe başlamış ve buralardaki yerli halka kendi Hint-Avrupa dillerini benimsetmişlerdir.

Bu model toplumsal değişimi tam anlamıyla nüfus hareketine bağlamaz: Hint-Avrupa dilleri eski Hint- Avrupa toplumsal kurumlarının Avrupa'dakilerden daha saldırgan ve çekici olmaları nedeniyle yayılmıştır. Kurgan modeline göre Asya'nın Hint-Avrupalılar'ı İÖ 2000 yıllarında Volga-Ural bölgesinde araba süren aristokrasinin geliştiğini ve bunların doğuya ve Orta Asya'dan güneye yönelerek İran'da ve Hindistan'da Tunç Çağı seçkinlerini oluşturduklarım öne sürülmektedir.

Hint-Avrupa kökenlerini ve yayılmasını açıklayan tümüyle kabul edilebilir bir tek model olmamasına rağmen, sorun, bilimadamlarını insan kültürünün en esaslı unsurlarından biri olan dilin arkeolojik kayıtlarda nasıl izlenebileceğini sürekli olarak araştırmaya yöneltmektedir.

Hint-Avrupa dilleriyle elde edebildiğimiz her şey bizi, oluşturulmuş biçimlerin oldukça uzun bir evreye yayıldığına inanmaya yöneltir. Hint-Avrupa dillerinin belli bir ortalama derinliği vardır. Bu yüzden, bu dillerin içinde, arkeologların kazılarda yaptıkları gibi, kronolojik düzeylerin bir katmanbilimi gerçekleştirilebilir.

Bu gözlem, Hint-Avrupa dilinin, türdeşlikten yoksun toplulukların yığıştığı bir sabit değil, tek bir halkın dolaysız bir biçimde dili olduğunu doğrular. Bu toplumsal halkın ülkü ve değerleri bilinir: Veda, Homeros ve Kuzey Edda'nın şiirsel kalıp cümleleri arasındaki giderek artan çok sayıdaki denklik, bu durumun dolaysız bir kanıtıdır. Birbirinden çok ayrı yapıtlardan kalma anlatı şemalarının yinelenmesi, hiyerarşik, soylu, eril bir ideolojinin aktarıcılığını yapan sözlü bir Hint-Avrupa edebiyatının varlığım da doğrular.
#35 - Haziran 22 2008, 13:41:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Eski Mısırlılar Siyah mıydı?

Zaman: İÖ yaklaşık 3100-332
Mekân: Mısır

Çeşitli Mısır efsanelerinden Tanrıça İsis'in de kızıl-siyah bir kadın olduğu söylendiği için, Nil vadisine yerleşen halkın zenci oldukları sonucunu çıkardım. EMİLE AMELINEAU, 1899

Mısır Afrika'nın ayrılmaz bir parçası olduğuna göre, Mısır'ın eski ve yeni sakinleri de coğrafi anlamda "Afrikalı"dırlar. Eski Mısırlılar' in "siyah" olup olmadıkları İse çok daha karmaşık bir konudur. Pek çok çağdaş yazar -özellikle Mısır'ı "kara Afrika" uygarlığı olarak göstermek isteyen "Afromerkezciler"- için Mısır'ın coğrafi konumu, insanlarının temelde "siyah" oldukları için yeterli bir kanıttır. Ancak bu soruya doğru bir cevap vermek için yalnızca "siyah" kelimesinin anlamını değil, bunun eski zamanlarda ne anlama gelebileceğini de tanımlamak zorundayız.



Gize'deki özel mezarlardan çıkarılan iki 4. Hanedan "yedek" kafası. Biri daha tipik Mısırlı fiziki yüz hatları gösterirken, kadın olan diğerinin yüz hatları negroiddir.

"SİYAH"LA KASTETTİĞİMİZ NEDİR?

Ne yazık ki, konu üzerindeki çağdaş yazıları şöyle üstünkörü bir biçimde gözden geçirdiğimizde bile, bireyleri ya da grupları sınıflandırmak için "siyah" teriminin kullanımının yazarın kişisel görüşüne göre değiştiğini görmekteyiz. "Siyah" kelimesi ya da "Siyah"a atfedilen kavram, kimi zaman klasik Negroid tipi için kullanılırsa da, "Afrikalı", "Avrupalı olmayan" ve hatta "Ezilen etnik grup" anlamlarında da sık sık kullanılmaktadır.

una karşılık eski kaynaklarda çok daha açıklık ve fikir birliği olması şaşırtıcıdır. Eski dünyadan başlıca üç kanıt tipi kullanılmaktadır: Mısır ve Mısır'a komşu bölgelerden iskelet kalıntıları, eski Mısırlılar'ın bıraktıkları yazı metinleri ve çizdikleri resimler ile Klasik Dönem yazarları tarafından yazılmış metinler.

Çeşitli dönemlere ait bulunan Mısır iskeletleri yıllar boyunca incelenmiş ve çıkarılan sonuçlar, Mısırbilimciler'in Mısır ve Nübye'den nüfus giriş çıkış hareketleri konusundaki fikirleri üzerinde etkili olmuştur. Örneğin Mısırbilimci Brian Emery, kafatası ölçümlerine dayanarak geç Hanedan öncesi Mısırlılar'ın doğudan gelen bir yeni ırk tarafından fethedildiklerini iddia etmiştir.

Flinders Petrie ise bir ara, aynı nedenlere dayanarak, Eski Krallık'ın piramit yapımcılarının Asya'dan gelen ve Negroid olmayan istilacılar olduklarını söylemiştir. Ancak biyoloji antropologlarının yöntemleri geliştikçe, böyle basitlikçi iddialar azalmıştır. Günümüzde ise ırksal tiplerin, yalnızca iskelet kalıntılarına dayanarak değerlendirilemeyeceği genel olarak kabul edilmektedir.

 

Mesehti mezarından iki model asker birliği. Biri kızıl kahverengi tenli Mısır askerlerini, diğeri daha koyu tenli Nübye paralı askerlerini gösteriyor.

MISIRLILARIN ANTROPOLOJİSİ

Antropolojik etkiler tarihi, Mısırbilimciler'i Negroid ve Kafkas ırkı aralarında çatışmalar olduğu konusuna zaman zaman götürmüşse de, Mısırlı insan kalıntıları araştırmasında hayli belirli bir süreklilik vardır. 18. yüzyıl sonunda öncü antropolog Johann Friedrich Blumenbach, Mısırlılar arasında üç temel fiziki tip olduğu sonucuna varmıştı: (1) "Etiyopyalı", (2) ''Hindu'ya yakın" ve (3) "Etiyopyalı" ve "Hindu" karışımı.

Blumenbach'ın çalışmaları sayesinde pek çok 19. yüzyıl antropologu Mısır ile Güney Asya arasındaki muhtemel ırksal bağlantıyı vurgulamışlar ve 20. yüzyılın başında pek çok antropolog da (kafatası ölçülerine dayanan) bir "ırksal benzerlik katsayısı" kullanarak, Mısırlı ve Güney Asyalı tipler arasında böyle bir bağ bulunduğu konusunda bilimsel kanıt sağlama iddiasında bulunmuşlardır.

Bu katsayının istatistiki geçerliği daha sonra gözden düşmüşse de, 1990'larda Mısır iskeletleri üzerinde yapılan analizler, eski Mısır halkının Sahra-altı Afrikası halklarından çok, Avrupa ve Güney Asya halklarıyla daha güçlü bağları olduğuna işaret etmektedir.

Buna ek olarak, son antropolojik araştırmalar, Mısır fiziksel tipinde giderek artan bir kuzey-güney değişiminin, iki ayrı türün (yani Negroid ve Kafkas ırklarının) karışmasının bir göstergesinden çok, fiziki tipin enleme ve yerel koşullara uyarak çevresel değişikliklere uyumunu gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı antropolog C, Loring Brace bu nedenle şöyle demektedir: "Mısırlılar'ı 'siyah' ya da 'beyaz' bir kategoriye sokmanın biyolojik bir mazereti yoktur... Eski moda 'ırk' kavramı eski ya da günümüz Mısır'ının insani biyolojik gerçeği ile başa çıkmakta yetersizdir."



19. Hanedan firavunu I. Seti'nin mezarındaki röliyeflerde, Mısırlılar'ın ve Asyalılar'ın stereotipleri gösterilmiş.

MISIRLILAR'IN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Şu halde Mısırlılar kendilerim nasıl görüyorlardı? Bu soruya ilk önce Mısırlıların resim ve heykellerde kendilerini nasıl gösterdiklerine ve ikinci olarak da "yabancıları" nasıl resmettiklerine bakarak bir cevap verebiliriz. Diğer pek çok kültürde olduğu gibi, Mısırlılar da kendilerine ait kimlik duygusunu, en önce kendilerini Mısır dışındaki diğer halklarla kıyaslayarak kazanmışlardır.

Mısırlılar'ın kendilerini ve yabancıları resmetmelerine bakacak olursak, tarihlerinin büyük bir bölümünde kendilerini siyah, yün saçlı Afrikalılar ile soluk tenli, sakallı Asyalılar arasında bir yerde gördükleri anlaşılmaktadır.

Yeni Krallık firavunları I. Seti ve III. Ramses'in Krallar Vadisi'ndeki mezarlarında güneş-tanrı Ra'nın hâkim olduğu evrendeki çeşitli insan tiplerini temsil eden resimler vardır. Bunların arasında kızıl-kahverengi tenli Mısırlılar, siyah derili Nübyeliler ve daha açık tenli Libyalılar ve Asyalılarla kesin bir çelişki oluşturmaktadır. Bu eski etnik karakterler ten rengi ve diğer fiziki karakteristikler dışında çeşitli saç ve giyim biçimleriyle de ayrılmaktadır.

Bu resimlerin işlevinin Mısırlılar'ın kendilerini dünyanın geri kalanına göre milli bir grup olarak tanımlama olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mısırlılar'ın kendileri de bu resimleri hiç kuşkusuz basitleştirilmiş stereotipler olarak görmüş olacaklardır. Mezarların ve tapınakların duvarlarındaki binlerce resimde halkın açıktan koyu kahveye kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsadığı görülmektedir.

Şu halde ''Mısırlılardın kendilerini ırkçı olmayan, kültürel açıdan ayrı bir halk olarak gördükleri anlamı çıkartılabilir. Çünkü, fiziki görünüşlerine göre "yabancı" olmalarına rağmen sosyal ve politik açıdan Mısırlı kabul edilen pek çok birey örneği bulunmaktadır.

KLASİK DÜNYADA SİYAH İNSANLAR

Yunan ve Roma yazarları için "siyahi" olmanın en yaygın ölçüsü Etiyopya idi. Etiyopyalılar ("yanık yüzlü insanlar") Klasik dünyanın bildiği en kara tenli Afrikalılardır ve onların Aristoteles, Xenophanes ve Ptolemaios gibi yazarların eserlerinde Mısırlılar ile nadiren karıştırılmaları önemlidir. Gerçekten de Manilius, Astoronomiea'sında insanları azalan bir siyahlık derecesine göre şöyle sıralar: Etiyopyalılar, Hintliler, Mısırlılar ve Mağribiler.

Strabon ise Etiyopyalılar'ın Güney Hintlilerine ve Mısırlıların Kuzey Hintlilerine benzediklerini belirtir. Yunanlılar'ın ve Romalıların ten rengini ya da diğer ırksal karakteristiklikleri aşağılamak için tanımlamadıkları da aşikârdır.

Klasik dünyada insanları sınıflandırmada coğrafya ve etnik köken çok daha önemli yöntemlerdi. Ancak Klasik yazarlardan çoğu zaman bağlam dışında yapılan, dikkatle seçilmiş alıntılar, tartışma ortamı yaratmak isteyen modern yazarlar tarafından konuyu bulandırmak için sık sık kullanılmıştır.



Tutankamon'un tören bastonunun sapı bir Afrikalı ve bir Asyalı figürlerinden oluşuyor.

SONUÇ

Öyleyse şu soruyu bir kez daha sormamız gerekir: Eski Mısırlılar kimlerdi? Günümüzde elde olan kanıtlara dayanarak bazı gerçekler kesinlikle söylenebilir. Bir kere, başta da belirtildiği gibi, Mısır, Ortadoğu ve Akdeniz'le yakın ilişki kurabilecek bir Afrika ülkesidir ama Afrika kıtasının da coğrafi ve ırksal köken olarak ayrılmaz bir parçasıdır.

İkincisi, Mısırlıların dilinin başlangıçta Afrika kökenli olduğu ama sonra giderek Sami dillerinden (özellikle Yeni Krallık Dönemi ve sonrasında) etkilendiği anlaşılmaktadır.

Üçüncüsü, fiziki görünüşleri bakımından eski Mısır'dan ve Klasik sanat ve edebiyatından kalma pek çok kanıta bakarak, aşağı Nil Vadisi halkının ırksal ve etnik bakımdan karışık olduğu ve güneyde tam Negroid bireylerden kuzeyde daha soluk tenli ve düz saçlı Kafkas tiplerine kadar bir çeşitlilik gösterdiği söylenebilir.

Dördüncüsü, Firavunlar Dönemi geleneksel Mısır resimlerinde Mısırlılar kendilerini Afrika, Asya ve Kuzey Akdeniz insanlarından ayırmak için, öncelikle ten rengi ve saç tiplerine dayanan bir ırksal stereotipleme kullanmışlardır.

Sonuncusu ve belki de en önemlisi "siyahi" insan kavramı bizim yaptığımız çağdaş bir sınıflandırmadır ve bunu eski çağın bağlamında kullanmaya kalkışmak yalnızca kavram karışıklığına yol açar. Mısır'ı "beyaz" bir uygarlık olarak tanımlamak için "beyaz Anglosakson Protestan" bir komplo olmadığı gibi, "siyahi" bir uygarlık olarak tanımlamak için de herhangi bir bilimsel neden yoktur.

Eski Mısırlılar çağdaş "siyahi" kavramını anlamayacaklardı ve kendileri "Mısırlılık"larını asla yalnızca ırksal terimlerle tanımlamayacaklardı. Eski Mısır'ın kültürü ve arkeolojik geçmişi pek çok ırksal grubun etkileşiminin ürünüydü. Diğer bir deyişle, Mısırlılar siyah, kahverengi ya da beyaz değil, yalnızca Mısırlı'ydılar.

GÜNÜMÜZ MISIR'ININ ETNİK YAPISI

Çağdaş Mısır halkının büyük çoğunluğu Hami ve Sami halkların karışımına dayanan çok homojen bir etnik grup oluşturur. Tarih boyunca çeşitli istilalara uğrayan Nil Deltası'nda bir bileşim, belirli yabancı öğeler de taşır. Nil Vadisi'nde oturan Saidiler, eski göçebe topluluklarla karışmanın ürünü olan farklı bazı fiziksel özellikler gösterirler.

Daha güneydeki Nübyeliler, bir ölçüde Arap kökeni taşımakla birlikte, belirgin özelliklerle ayırt edilen yerli kimliklerini korumuşlardır. Sina'da ve Doğu Çölü'nün kuzeyinde oturanlar, genellikle yakın dönemde göç etmiş Araplar'dan oluşur.
#36 - Haziran 22 2008, 13:42:26
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Kartacalıların Kurbanları

Zaman: İÖ 8-2. yüzyıl
Mekan: Kartaca, Tunus

Kronos'a (Ba'al Hammon) tapan Fenikeliler, özellikle de Kartacalılar, büyük bir istekte bulunduklarında, mutlaka başarılı olmak istiyorlarsa, çocuklarından birini tanrıya kurban ederek yakarlardı. CLEITARCHUS, İÖ 4. YÜZYIL SONLARI.

Kartaca, Doğu Akdeniz'den gelen Tyroslu (bugünkü Sur) Fenikeliler tarafından "Yeni Kent"leri (Kart-Hadaşt) olarak şimdiki Doğu Tunus'ta kurulmuştur. Bugün aynı yerde Tunus kentinin bir banliyösü vardır. Arkeolojik kayıtlarda İÖ 8. yüzyıl ortalarının daha öncesinden bir bulguya rastlanılmamışsa da, sözlü geleneklerde (örneğin Vergilius'un Aeneis'ine. göre) kenti İÖ 814 yılında kardeşi Tyroslu Pygmalion'dan kaçan Kraliçe Dido'nun kurduğu söylenegelmektedir.

Romalılar Kartaca'da yaşayanlara Phoenikes'ten (Fenikeliler) türetilen Poeni adını vermişlerdi. Pön Savaşları sözü de buradan gelir. Kartaca'nın Akdeniz'in ortasında olması ve verimli bir hinterlandı kontrol etmesi gelişip genişlemesine yol açmış, devlet İÖ 4. ve 3. yüzyıllarda gelişerek büyük bir imparatorluk olmuştur. Toprakları bugünkü Tunus'un tamamını kaplıyordu ve Fas'tan Batı Libya'ya kadar Kuzey Afrika kıyılarında pek çok yerleşim merkezi vardı. Ayrıca denizaşırı olarak Sicilya, Sardunya ve İspanya'da da topraklara sahipti.

Ancak Kartaca'nın toprak emelleri ülkeyi o çağda Akdeniz'de bir başka süper güç olan Roma ile çatışmaya zorlamıştır. Bu iki büyük devletin arasındaki iktidar mücadelesinde İÖ 264-146 arasında üç tane Pön savaşı yapılmış ve sonunda yenilen Kartaca, İÖ 146 yılında yağmalanıp yıkılmış, Romalılar tarafından tümüyle yok edilmiş, ve üstüne üstlük cehennem tanrılarına adanarak burada insan yaşaması bile yasaklanmıştır. Ancak, İÖ 122'den sonra Roma yönetimi, Kartaca topraklarında koloni kurmaya yeniden başladı.



Byra Tepesi'nden Kartaca: Tophet ortada görülen Pön limanının sağında (batısında) yer almaktadır.

BAAL VE TANİT

Kartaca tanrılarının başında gökyüzü tanrısı Baal ile yazıtlarda esrarlı bir biçimde "Baal'ın yüzü", yani Baal'ın dişi karşıtı ya da "yansıması" olan Tanit bulunurdu. Baal, anayurt Fenike'de tanınmış bir tanrı ise de, Tanit oralarda bilinmezdi ve İÖ 5. yüzyılda ortaya çıktıktan sonra baş dişi tanrıçalığı (Batı Sami Bereket Tanrıçası olan) Astarte'nin elinden almıştı.

Baal her nasılsa insanlardan uzak ve ürkütücü bir tanrıydı: Tepelerin ve özellikle dağ doruklarının tanrısıydı ama aynı zamanda verimli ovaların ve gökyüzünün de tanrısı kabul edilirdi. Kısacası, bütün evrenin tanrısıydı. Kartaca (neo-Pönik) yazısında TNT, Yunanca'da Thanneth ya da Thinith olarak yazılan Tanit, her şeyden önce gökyüzünün bir tanrıçasıydı ve böylece tarımsal refahı sağlayan yağmuru getirirdi. Tanit aynı zamanda Kartaca kentinin de baş koruyucu tanrısıydı.



Bu taşlar Kartaca tophet'i kazılarından çıkarılmış ve bahçeye gelişigüzel yerleştirilmiştir.

KURBAN YERLERİ

Baal da, Tanit de kurban isterdi ve kurbanlar tophet olarak anılan kutsal açık hava mekânlarında sunulurdu. Kartaca'daki binlerce tophet yazıtından, kültün ve kurbanların odağının özellikle Tanit olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık Doğu Cezayir'de bulunan Konstantin'deki Tophet'teki 800 yazıt çoğunlukla Baal'a adanmıştır.

Tunus'ta Sousse'de, Sardunya'da Sulcis'te (Sant'Antioco), Tharros ve Monte Sirai'de, Sicilya'da Motya'da kazılıp çıkartılan başka tophet'ler de vardır. Yazıtlarda tophet terimi kullanılmıyorsa da, bu terim Tevrat'ta, Fenike topraklarında çocukların kurban edildiği yerler için ("Toffette" olarak) kullanılmaktadır (Yeremya 7: 31, II Krallar 23:10)

Kartaca'daki tophet 1921'de, eski kentin güneyinde yapay Pön Limanı'nın 50 metre batısında bulunmuştur. Burası, en az 6000 metre karelik, çevresi duvarla çevrilmiş üstü açık bir alandı. Yıllar boyunca yapılan kazılarda kısmen yanmış kemiklerle dolu ve her biri, çevresi çakıltaşı döşenmiş bir çukura gömülü binlerce küp bulunmuştur, ilk başlarda çoğunun yerleri, yüzeyde küçük bir yontma taş taht ya da üzerinde bir betyl (oval ya da şişe biçimli bir taş, tanrının simgesi) oyulmuş bir taş blokla (cippus) belirlenmişti.

Ancak İÖ 4. yüzyıldan sonra üzerinde basit bir röliyef ve kimi zaman da kurbanı veren kişinin adıyla Baal ve Tanit'in adları yazılı uzun bir taş blok yerleştirmek âdet olmuştur. Bu taşların biçim ve süslemeleri zamanla değişmiş, özellikle de en üste "Tanit simgesi" (bir yatay çizgi ve daireyle çevrili üçgen) yerleştirilmesi gelenekselleşmişti. Şimdi Tunus'ta Bardo Müzesi'nde olan bir taşta, kolunun altında bir bebek (herhalde kurban) olan bir rahip görülmektedir.

Sıklıklarında farklılıklar olmasına rağmen Kartaca tophet'indeki yazıtlar İÖ 8. yüzyıl ortalarından kentin yıkıldığı İÖ 146 yılına kadar bir süreklilik göstermektedir. Her yıl ortalama 100 küp gömüldüğü hesap edilmektedir ki, bu toplam 60.000 kurban demektir.

 

(Solda) Kurbanın durumunu gösteren bir çizim (yanık kemikler küpe konulup toprağa gömülmüş) ve yüzeyde yerini belirten taş. (Ortada) Tunus'ta Bardo Müzesi'nde İÖ 3. yüzyıldan kalma anıt taş üzerinde düz şapkalı, bir eli havada bir adamın (bir rahip?) kolunun altında bir çocuk (kurbanı?). (Sağda) İÖ 2.-1. yüzyılda Mathan-Baal oğlu Hanno tarafından dikilmiş Tanit simgeli bir taş.

ÇAĞDAŞ KAZILAR

Kartaca tophet'inde 1970'li yılların sonunda yapılan kazılar ilk istatistiki rakamları sağlamıştır. Yanmış kemikler hem insanlara hem hayvanlara aittir, ancak beklentilerin aksine hayvan kurbanlarına kıyasla insan kurbanlarının sayısında bir azalma görülmemiştir, ilk gömülenler arasında hayvan kurbanları toplamın üçte birini oluştururken İÖ 4. yüzyılda bu rakam on küpte bire düşmüştü: Bu dönemde kurbanların yüzde 90'ı insandı.

Yine araştırmaların gösterdiğine göre, en eski çağlarda (İÖ 8-6. yüzyıllar) kemikler ölü doğmuş ya da henüz doğmuş bebeklere aitken, İÖ 4. yüzyıldaki kurbanlar genellikle l ile 3 yaş arası çocuklardı. Hatta bu dönemden kalma küplerin üçte birinde, bir küpte iki ve kimi zaman üç çocuğun kemikleri bulunmuştur.



Kartaca'daki tophet'te anıt taşlar ve üzerlerine daha sonra Romalılar tarafından yapılan kubbe.

ÇOCUKLAR NEDEN KURBAN EDİLİYORDU?

Bu değişikliğin nedenini, hatta neden insanın kurban olarak seçildiğini, yazılı metin yokluğu yüzünden açıklayabilmek çok güçtür. Yeni doğmuş bebeklerden küçük çocuklara geçişin askeri ya da ekonomik krizden kaynaklandığını düşünmek mümkünse de, böyle kesin bir bağlantı hem kanıtlanamaz hem de herhalde pek muhtemel değildir.

En büyük kriz olan, Kartaca'nın İÖ 146 yılında yıkılmasına giden son dönemin tophet ritüeli, büyük ölçüde Romalılar tarafından daha sonra silindiğinden, doğru bir değerlendirme yapılması imkânı da yoktur.

Ama gene de çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Yazıtlarda kurban adayanların varlıklı kişiler olduğu görülmektedir. Kartacalı seçkinlerin ilk çocuklarını kurban etmeleri Kitabı Mukaddes'in, "hasadını ve masaranın akıttığını takdimde geciktirmeyeceksin. Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin" (Çıkış 22: 29) emrini akla getirmektedir.

İlk DNA testleri sonunda birkaç vakada cinsiyet tayini yapılabilmişse de, kemiklerin durumu cinsiyetin belirlenmesine imkân vermemektedir. DNA testleri sonucunda, küplerde bulunan çocukların aynı aileden olup olmadıkları da belki anlaşılabilir. Bazıları çocukların kurban edilmesini tıpkı Spartalılar'ın istenmedik çocukları ölmek üzere bir tepeye bırakmaları gibi, bir tür doğum kontrol yöntemi olarak görmektedirler.

Ancak büyük çocukların kurban edilmesini açıklamak daha güçtür. Bir bebeğin henüz ana rahmindeyken Tanit'e adandığı ve eğer çocuk ölü doğmuşsa onun yerine ailenin başka bir çocuğunun kurban edildiği de öne sürülmüştür. Ancak bu uygulama bebek ölüm oranlarının çok yüksek olduğu varsayımım da beraberinde getirir.

Sabatino Moscati, Yunan ve Roma yazarlarının Yahudi aleyhtarı propagandayı yaydıklarını ve gerek bebeklerin gerek daha büyük çocukların yakılmadan önce doğal nedenlerle ölmüş olabileceklerini iddia etmiştir. Ancak böyle bir görüş, eski dünyada "kurban" eylemi konusunda bildiğimiz her şeyin reddi demektir. Kurban etmek, ölüleri gömmenin alternatif bir yöntemi değildir, tanrılar nezdinde başarılı olması için kurban edenin (burada ana-babanın) sıkıntı çekmesi gerekir. Arkeolog Charlotte Roberts, Motya tophet'inden 20 çocuğun kemiklerini incelemiş ve herhangi bir hastalık belirtisine rastlamamıştır.

Romalılar'ın Kuzey Afrika'yı ele geçirmelerinden sonra Baal ve Tanit kültü pek ince bir Romanlaştırma cilası altında devam etmiştir: Tanrılara Satürn ve Caelestis adları verilmiş ve bunlara, Hıristiyanlık'ın yayılmaya başlamasına kadar tapılmıştır. Kartaca'daki tophet yeri de unutulmamıştır.

Orada Roma döneminde Satürn'e ve Caelestis'e tapıldığını gösteren izler vardır. Ancak Romalılar'ın asla hoşgörüyle karşılamadıkları insan kurban etme uygulaması Kartaca'da da, diğer yerlerde de İÖ 146 yılında sona ermiş görünmektedir. Ancak bazı yazıtlarda görüldüğü gibi hayvanın, insan yerine "vekâleten" (vicarius) kurban edildiği unutulmamıştı ve 3. yüzyılda Hıristiyan Tertullianus'un, kendi gününde bile Afrika'nın bazı yerlerinde insan kurban etmelerinin devam ettiğini söylediği bilinmektedir.

Sousse ve Konstantin'deki İÖ 146'dan sonra devam ettirilen tophet'lerin modern koşullar altında yeniden kazılarak yanık kemiklerin incelenmesi, Tertullianus'un haklı olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Ama o haklı çıkmasa bile, Kartaca'nın yıkılışından yaklaşık dört yüzyıl sonra bile, Kartaca çocuk kurban etme uygulamasının hâlâ hatırlandığı böylece anlaşılmış olmaktadır.
#37 - Haziran 22 2008, 13:43:17
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Olmekler Afrikalı mıydı?

Zaman: İÖ 1200-900
Mekân: Güneydoğu Meksika

Şaşkınlıktan donakaldım: Bu (Tres Zapotes Dev Başı 1) bir sanat eseri olarak abartmasız görkemli bir heykeldi.,. Ama beni şaşırtan Etiyopyalı tipiydi. Bu ülkede zencilerin bulunduğunu ve bunun da dünyanın ilk çağında olmuş olması gerektiğini düşündüm. MELGAR Y. SERRANO, 1869.

Eski Mezoamerika'nın en eski uygarlıklarının yaratıcıları Olmekler, Afrika'dan mı gelmişlerdi? Eldeki bütün kanıtlar bunların Amerika kıtasına Kuzeydoğu Asya'dan gelen Paleo-Kızılderililer'in soyundan olan Amerikan yerlileri olduklarını göstermektedir. Ayrıca Afrikalıların Kristof KoIomb'dan önce Amerika'ya geldikleri iddiasını doğrulayacak herhangi bir fiziki bulgu yoktur.

Arkeologlar Olmek ülkesinde ya da Amerika kıtasının bir başka yerinde Afrika'ya ait tek bir alet, bitki ya da hayvan kalıntısı, insan iskeleti, bir dil unsuru ya da herhangi bir somut kanıt bulamamışlardır. Şu halde mantıklı bir insan bu sorunun nasıl ve neden ortaya atıldığını merak edecektir.

 

(Solda) Tres Zapotes Dev Başı l: Yüz hatları bazalt kütleden mümkün olduğunca az taş çıkarmakla, yaşayan ya da yeni ölmüş bir hükümdarı betimlemek ihtiyacı arasında bir uzlaşmayı gösteriyor olabilir. (Sağda) Matthew W. Stirling, 1939 yılında Tres Zapotes dev başında ilk bilimsel gözlemlerde bulunuyor.

ARKA PLAN

Jose Melgar y. Serrano, 1862 yılında Güney Meksika'nın Tuxtla Dağları'nda bir şeker hacienda'sını ziyaret ederken kendisine bir işçinin birkaç yıl önce toprağın altında bulduğu bazalttan yontulma dev bir insan kafasını gösterdiler. Kendi ülkesininkiler kadar Eski Dünya uygarlıklarıyla da ilgilenen kültürlü hır insan olan Melgar -şimdi Tres Zapotes Dev Başı l olarak anılan- heykelin olağanüstü bir bulgu olduğunun farkındaydı.

Daha sonraki yıllarda başın anlamını ve heykeli yapılan kişinin etnik kimliğini iki makale halinde yayınladı. O sırada entelektüel iklime hâkim olan yayılmacı fikirlere göre, baskı altında ezilen halefleri gibi Kolomb-öncesi Amerikan Yerlileri'nin de büyük ve güzel sanat eserleri yaratacak kültüre ve zekâya sahip olmamaları gerekiyordu.

Böylece Melgar, heykeli yapanların Eski Dünya'dan gelen göçmenler oldukları ve heykeli de bir Afrikalı, özellikle bir "Etiyopyalı" olarak yontmuş olduklarını kabul etmekteydi.

Melgar'ın başı, Olmek kültürünü araştıran Matthew W. Stirling'in başı tekrar temizlediği 1939 yılına kadar tümüyle unutuldu. Stirling'in Tres Zapotes, La Venta, Cerro de las Mesas ve San Lorenzo'da yaptığı araştırmalar bilim dünyasının dikkatini Olmek kültürüne çekmiş ve National Geographic dergisi Olmekler'i herkesin evine sokmuştu.

Olmek kültürü konusunda daha sonra yapılan araştırmalar aralarında 17 dev başın da bulunduğu yüzlerce taş heykeli ortaya çıkarmıştır. Ayrıca küçük yeşim oymalar, çanak çömlek ve başka çeşitli eşyalar da ele geçirilmiştir. Çağdaş bilimadamlarının çoğu bu olağanüstü anıtların, yaşayan ya da ölmüş Olmek hükümdarlarına ait olduklarını kabul etmektedir.

İlginç olanı, diğer 17 heykelin hiçbirinin "Afrikalı"ya benzememesidir ve Melgar'dan bu yana hiçbir arkeolog, onun Tres Zapotes başının etnik teşhisini kabul etmiş değildir. Şu halde Afrikalı Olmekler sorusu yakın zamanlarda neden yine ortaya atılmıştır?

ÇAĞDAŞ EFSANE

Gabriel Haslip-Viera ile arkadaşları, yakınlarda yaptıkları kapsamlı bir çalışmayla fikrin geçmişinin, Ivan Van Sertima'nın yazılarına ve özellikle Kolomb'dan Önce Geldiler (1976) kitabına dayandığını bulmuşlardır.

Bir arkeolog olmayan Van Sertima, "Negroid" Afrikalılar'ın Kolomb'dan çok önce sayısız kere Amerika kıtasına geldiklerini, bu gelen Afrikalıların Mezoamerika ile Güney Amerika'nın ilk uygarlıklarını yarattıklarını ya da etkilediklerini iddia etmektedir. Hiçbir ciddi arkeolog bu iddiaları kabul etmemişse de, bunlar Kuzey Amerika'daki çağdaş Afromerkezci hareket için önemli bir temel efsane olmuştur.

Haslip-Viera'ya göre Afromerkezci revizyonist tarih, "eski Mısır, eski Mezopotamya, Hindistan, Çin, Avrupa ve Amerika'nınki dahil dünyanın bütün eski uygarlıklarının 'siyah' ırktan insanlar tarafından yaratıldığım ya da onlardan esinlendiğini" iddia etmektedir.

Van Sertima ve diğerleri iddialarını desteklemek için şunları ileri sürmektedirler: Eski Dünya'da çeşitli zamanlardan ve yerlerden yazılı belgeler, Olmek dev başlarının "Negroid" yüz hatları, Olmek toprak höyükleriyle Mısır ve Nübye'nin taş piramitleri arasındaki mimari benzerlikler, bir yarıkürede bulunan bitkilerin diğerinde de bulunması ve Amerika kıtasında mumyalama uygulaması. Haslip-Viera ve arkadaşları her kanıtı tek tek inceleyip her birini reddetmektedirler.

Olmekler'in Mezoamerikan uygarlığının kökenlerinde oynadıkları önemli rol gözönüne alındığında, Afromerkezcilerin iddialarını desteklemek için 19. yüzyıl vahşisi hayali fikirlerini canlandırmış olmaları şaşırtıcı değildir. Ancak bunlar aynı dönemin aynı derecede yanlış ırkçı fikirlerini de devam ettirmektedirler ki, bu fikirlere göre Amerikan yerlileri, Eski Dünya'nın halklarıyla aynı düzeyde büyük kültürel gelişmeler yapmaktan yoksun daha aşağı seviyede bir uygarlık sayılmaktadırlar.
#38 - Haziran 22 2008, 13:44:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Punk- O -Rama

Stone Age'den bahsedilmemiş,kınıyorum.Bu yapılan uzaylılara hakarettir. :b
#39 - Haziran 22 2008, 13:44:49

Punt Ülkesi Neredeydi?

Zaman: İÖ yaklaşık 2450-1170
Mekân: Somali/Sudan/Etiyopya?

Yüzümü tanyerine çevirerek sana bir harika yarattım. Bütün kokulu çiçekleriyle Punt topraklarını senden huzur istemek ve senin verdiğin havayı solumaları için sana getirdim. III. AMENHOTEP'IN MEZAR TAPINAĞINDAKİ KİTABEDEN.

Kral Sahure'nin hükümdarlığından (İÖ yaklaşık 2450) III. Ramses zamanına kadar (İÖ yaklaşık 1170), en az bin üç yüz yıl eski Mısırlılar düzenli olarak Punt diye bildikleri bir bölgeye ticari seferler yapmışlardır. Punt'un Mısır'ın güneyinde bir yerde olduğu bilinmekteyse de, çağdaş bilimadamları bunun tam yerini ve Mısır ticari heyetlerinin hangi kara ve deniz yolundan gittikleri konusunu uzun zamandır tartışmaktadırlar.

Punt ülkesi ve halkı hakkındaki bilgimiz metinlerden ve resimlerden gelmektedir. Resimlerde çizilmiş sahneler ve kazınmış yazılar, tüccarların oraya altın, aromatik reçineler, ince tahtalar, fildişi ve vahşi hayvanlar (zürafa, maymun ve babunlar) gibi egzotik şeyler almak üzere gönderildiğini göstermektedir. Bazı Yeni Krallık tapınak ve mezarlarındaki resimlerde Puntlar, koyu kızıl tenli ve ince yüz hatlı insanlar olarak gösterilmiştir. Bunlar daha eski dönemlerden kalma resimlerde uzun saçlıyken, 18. Hanedan sonrasından başlayarak daha kısa saçlı olarak resmedilmişlerdir.

Punt, bir zamanlar günümüz Somali'si olarak düşünülmüşse de, artık Punt Ülkesi'nin, resimlerdeki ve röliyeflerdeki bitki ve hayvanların daha çok bulunduğu Güney Sudan'da ya da Etiyopya'nın Eritre bölgesinde olduğu iddia edilmektedir.



Deyr el-Bahri'de Hatşepsut Tapmağı'ndaki röliyeflerde Punt hükümdarı Parahu ile karısı Ati (solda) ve kadını taşıyan semerli eşek (sağda) görülüyor. Bu dönemde Mısırlılar ataya da eşeğe fazla binmiyorlardı.

KRALİÇE HATŞEPSUT'UN PUNT RESİMLERİ

Kraliçe Hatşepsut'un Deyr el-Bahri'deki tapmağındaki çok iyi işlenmiş bir dizi sahne, belki de uzun bir hareketsizlik döneminden sonra Puntlar'la ticaret anlaşmasının yeniden başlamasını kutlamak için yapılmıştır. Resimlerde gayet belirgin olarak, Puntlar'ın direkler üzerinde duran konik biçimli ve merdivenle girilen saz kulübeleri görülmektedir. Deyr el-Bahri'de tasvir edilen bitkiler arasında palmiyeler ve mür ağaçları da vardır ve bu sonuncular mürrüsafi çıkarılması için parçalanmaya başlamışlardır.

Punt hükümdarı (Mısırlılar'dan uzun sakalı ve garip giysileriyle ayrılmaktadır) Mısırlı ticaret heyetini karşılamaya çıkmıştır. Hükümdarın adı Parahu olarak verilmekte ve Puntlular'ın tek lideri olduğu ima edilmektedir. Ancak pek çok başka yazıtta da, Mısırlıların Punt'ta her biri kendi liderlerine sahip farklı gruplarla karşılaştıkları belirtilmektedir.

Aşağı ve yukarı Nübye halkları da aynı şekilde, farklı adlar taşıyan kabileler arasında bölünmüştür. Parahu'nun bir reislikler konfederasyonun başı ya da Mısırlılar ile Punt'un daha iç bölgeleri arasında aracılık yapan bir kıyı kabilesinin temsilcisi olması mümkündür.



Sudan'da günümüzde bir Dinka köyü. Direkler üstündeki evler Kraliçe Hatşepsut'un Deyr el-Bahri'deki tapınağındaki röliyeflerdeki Punt evlerinin tıpkısıdır.

PUNT ÜLKESİNE DENİZDEN Mİ GİDİLDİ, KARADAN MI?

Ticaret kafilelerinin Thebes'ten Punt'a iki aşamada gittikleri kabul edilmiştir: Önce Doğu Çölü'nden vay a geçilip sonra teknelerle Kızıldeniz kıyısından aşağı (teknelere Kuseyr'den ya da Mersa Gawasis; den binilmiş olacaktı).

Deyr el-Bahri resimleri en azından büyük bir Punt seferinin tekneyle gidiş gelişlerini doğruluyorsa da (Hatşepsut'un filosunun çevresindeki balıklar nehirden çok deniz türleridir), bazı seferlerin 4. Şelale'ye kadar Nil'den gidip, sonra Kurgus kalesi yakınlarında Puntlular;la ticaret yapışması ya da oradan kara yoluyla Punt;a (ya da Punt ile Nübye arasındaki bir bölgeye) gidilmiş olması da mümkündür.

Kızıldeniz yolculuğu varsayımına karşı Nil Nehri ile kara yolculuğu varsayımını ortaya atan, Amerikalı Mısırbilimci Louise Bradbury'dir. Bradbury, III. Thutmosis ve II. Amenhotep dönemlerinin Başhazinedarı Min'in 18. Hanedan mezarındaki resimlerde, Min'in Kızıldeniz'den çok nehir ulaşımına uygun düz sallarla gelmekte olan Puntlular;la yapılan bir ticaret seferinin başında olmasına işaret etmiştir.

Hammamat Vadisinin doğusundaki Yeni Krallık yazıtlarının yokluğunun, bu kara ve/veya Kızıldeniz yolunun sık kullanılmadığının kanıtı olacağım belirtmektedir. Oysa Kurgus'ta 18. Hanedan'dan kalma duvar resimlerinde, burasının Puntlar ve Mısırlılar için işlek bir ticaret yeri olduğu görülmektedir.

Punt bir ticari ortak olarak sağlam bir biçimde yerleştikten sonra bile bir tür uzak Shangri-La olarak görülmeye devam etmiştir. Orta Krallık döneminin "Gemisi Batan Denizci" hikâyesinde kahraman, kendisini Punt kralı olarak tanıtan ve mürrüsafi veren tılsımlı bir yılanla karşılaşır.

Ancak Yeni Krallık'ın (İÖ 1070 yılları) son bulmasından sonra Mısır kayıtlarında Punt;tan çok az söz edilir. Bölgeye ilişkin en son gönderme, bir 26. Hanedan (İÖ 600) kitabesinde bulunmaktadır. Burada bile ticaretten çok iklim ön planda tutulmakta ve Punt Ülkesi, aşırı yağışın Mısır'da Nil'in taşkınlarına neden olacağı dağlık bir bölge olarak tanımlanmaktadır.


#40 - Haziran 22 2008, 13:45:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tutankhamon Öldürüldü mü?

Zaman: İÖ yaklaşık 1323
Mekân: Thebes, Mısır

Kocam öldü ve oğlum yok... Korkuyorum.
ANKHESENAMUN, MISIR KRALİÇESİ, TUTANKHAMON'UN DUL KARISI, İÖ YAKLAŞIK 1323

Mısır Firavunu Tutankhamon'un (İÖ 1333-1323) mezarının 1922'de Howard Car-ter tarafından bulunması, entelektüel dünyanın gözlerini kamaştırmıştı. Mezarın dört odasından çıkan 2000'den fazla nesne, Mısır'ın eski gücünün zirvesinde bir hükümdarın, inanılmaz servetini ortaya koyuyordu.

En şaşırtıcı şeylerden biri de, kralın 10 kilo som altından yapılma iç tabutu ve onun içindeki mumyasıydı. Ceset çok kötü durumda olmasına rağmen, kral hakkında önemli bir gerçeğin bilinmesini sağlamıştı: Tutankhamon 20 yaşında ölmüştü.

İlk otopsi, tabutlar hemen açıldıktan sonra 1925'te Dr. Douglas Derry tarafından yapıldı. Derry "sol yanakta... yuvarlak bir çöküntü ve onu dolduran deride bir yara izi" buldu. "Bu çöküntünün çevresindeki derinin rengi değişikti". Derry ölüm nedeni hakkında bir fikir ileri süremedi.

1968'de Profesör R. G. Harrison tarafından çekilen röntgen filmleri ünlü firavunun tüberküloz olamayacağını gösterdi. Kafatası filminde görünen bir kemik parçası, kafaya inen sert bir darbenin yarattığı bir kanamaya neden olmuş olabilirdi. Filmler göğüs kafesinin ön tarafının da eksik olduğunu gösterdi. Göğüs kafesinin bu kısmı, mumyalama işlemi sırasında çıkarılmış olabilirdi.

Kralın büyük bir göğüs yarası aldığı ve bunun ancak ölümden sonra yapılan ameliyatla gömme için "temizlenebileceği" de iddia edilmiştir. Ancak başka bir yara izi olmadığı için, bu mumyalama sürecinde arkeolojik kayıtlarda sık sık ortaya çıkan ve açıklanamayan değişikliklerden biri olabilir.

Sonuçta, Tutankhamon'un ölüm nedeni konusunda araştırmacıları ikna edecek net bir fiziki ya da tıbbi kanıt yoktur. Ancak pek çok kimse, genç kralın ölümünden önceki ve sonraki olayların dolaylı kanıtlarına dayanarak, bir cinayet işlenmiş olmasından kuşkulanmıştır.

 

(Solda) Ahenaton'un üçüncü kızı ve Tutankhamon'un karısı Kraliçe Ankhesenamun. Ölü doğan iki kız çocuğu doğurmuş ve kocasının ölümünden sonra Hitit Kralı'na oğullarından biriyle evlenip kendisini firavun yapmak istediğini bildiren bir mektup yazmıştır. (Sağda) Tutankhamon'un mumyası. Cesette göğüs kafesinin ön kısmının olmaması gibi bazı olağandışı görünümler vardır. Bu, kolların karın bölgesi üzerinde kavuşturulmasıyla ilgili olabilir. Diğer kral mumyalarında kollar, göğüs üzerinde kavuşturulmuştur.

ÇOCUK KRAL

Tutankhamon Mısır'ın geleneksel çoktanrılı dinini kaldırıp yerine tek güneş tanrı Aton'a tapınmayı getiren "sapkın" Ahenaton'un halefi ve herhalde oğluydu. Ahenaton henüz yaşıyorken bile eski kültlere dönüş hareketleri olmuştu ve firavunun ölümüyle bu dini reforma karşı olan güçler iktidara gelmişlerdi.

On yaşında bir çocuk olan Tutankhamon, devlet ileri gelenlerinin ve kral naibi olan general Horemheb ile Ay'ın başında bulunduğu bir asker grubunun korumasındaydı. Ay, bir olasılıkla Ahenaton'un karısı ve Tutankhamon'un karısı Ankhesenamun'un annesi olan Nefertiti'nin babasıydı.

Generallerin yönetimi altında kral, geleneksel çoktanrılı dine dönmüş ve büyük bir tapınak restorasyonu programı başlatmıştı. Ancak Tutankhamon yaşı ilerledikçe kendi kararlarını verecek bir duruma gelecekti ki, bu danışmanlarının kişisel görüşleriyle uyumlu olmayabilirdi.

Kralın, erginlik yaşma eriştikten kısa bir süre sonra ölmesi kuşkulu olarak görülmüştür. Halefinin, danışmanı general Ay olması da bu denkleme katılmıştır. Bu arada, kraliçe Ankhesenamun ile Hitit Kralı arasında ilginç bir yazışma da gerçekleşmiştir. Kraliçe burada kocasının öldüğünü, kendisinin tebasından biriyle evlenip onu firavun yapmak istemediğini, bir Hitit prensi ile evlenmek istediğini ve "korktuğunu" yazmıştır. Araştırmacılar kadının aklındaki bu "tebanın", danışman Ay olduğu fikrindedirler.

Mektuptaki davete uygun olarak gönderilen Hitit prensi, daha Mısır'a varmadan yolda öldürülmüştür. Daha sonra Ankhesenamun'la evlenen danışman Ay, doğal olarak kral olmuştur. Ancak kısa bir süre sonra, Ankhesenamun'un ortadan kaybolduğu görülmüştür. Bu Ay'ın yeni bir oyunu olarak düşünülebilirse de, Ankhesenamun'un Mısır tahtını bir yabancıya teklif etmesinin de ihanetle eşdeğer olduğu unutulmamalıdır.

Tutankhamon eğer öldürülmüşse, Ankhesenamun'un ondan sonra Hitit askeri desteğini alarak yabancı bir kocayla hüküm sürmeyi planlamış olması da mümkündür. Böyle bir alternatif senaryo Ay'ı katil değil, Mısır'ın özgürlüğünü, komplocu bir kraliçeye karşı savunan bir kahraman durumuna getirir.

Ancak mumyada yapılan araştırmalarda kesin bir ölüm nedeni de saptanamadığından, bütün bu senaryolar yalnızca çok zayıf kanıtların muhtemel yorumları olarak kalmaya mahkûmdur. Kesin olarak söylenebilecek tek şey, Tutankhamon'un genç yaşta öldüğüdür.

Cinayet bir olasılıksa da, daha pek çok alternatif de sözkonusu olabilir. Şiddet sonucu ölüm ihtimaline gelince: Şimdi yıkılmış olan tapınaktan çıkarılan bloklarda, Tutankhamon'un askeri seferlere katılmış olabileceği görülmüştür. Savaşta ölmüş olabilir mi? Elimizdeki kanıtlarla ölümünün doğal ya da bir kaza sonucu olduğu olasılıkları gözardı edilemez. Tutankhamon'un ölüm nedenini herhalde asla öğrenemeyeceğiz.

 

(Solda) Tutankhamon'un mezarından çıkan en büyük hazinelerden biri, çocuk kralın yaldızla kaplı ahşap tabutudur. Bu başka bir kral için yapılmış ama Tutankhamon'un mezarında bulunan pek çok eşya gibi onun için kullanılmıştır. (Sağda) Tutankhamon'un mezar duvarındaki resimde Ay, Tutankhamon için cenaze ayini yapıyor. Mısır yasalarına göre bir insanın cenazesini kaldırmak, onun halef olarak durumunu doğrulardı. Özel mezarlarda yaygın olmasına rağmen kral mezarında pek görülmeyen bu sahne Ay'ın, Tutankhamon'un ölümünü saran olayların ardından yasallığını vurgulamak ihtiyacını yansıtıyor olabilir.

 

(Solda) Dr. Douglas Derry, Tutankhamon'un mumya örtüsünü kesiyor. (Sağda) 1968'de Tutankhamon'un kafatasının röntgeninde kırık bir kemik parçası (A) görülüyor. Bu belki de kafaya indirilen bir darbenin neden olduğu iç kanamanın kanıtıdır.
#41 - Haziran 22 2008, 13:46:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tarım Mumyaları

Zaman: İÖ I800 - İS 400
Mekân: Batı Çin

Kurumuş derisi ve çökük göz boşlukları dışında uyuyan bir adama benzeyen kişiye bakarken garip bir duyguya kapıldım ve böylece çağımızın çok eski yüzyıllarında bu kasvetli Lop bölgesine yerleşmiş ve herhalde buradan hoşlanmış olan yerli halkın bir temsilcisiyle karşı karşıya olduğumu hissettim. AUREL STEIN, 1928.

Dünyanın en îyi korunmuş mumyaları Mısır'da ya da Peru'da değil, Batı Çin'de Tarım Havzası'nın büyük bir kısmını oluşturan Taklamakan Çölü'nde bulunmuştur, insanın biçimini öldükten sonra yapay olarak korumayı isteyen eski Mısır ve İnka uygarlıkları ile seleflerinin mumyalarının aksine Tarım mumyaları, Avrasya'nın ikinci büyük çölünün kuru ve tuzlu kumları arasında son derece doğal olarak korunmuştur.

Tarım mumyaları ilk olarak 20. yüzyılın başında İsveçli Sven Hedin, Alman Albert Von La Coq ve İngiliz Aurel Stein'in Çin'i batıya bağlayan İpek Yolu'nun kuzey ve güney omurgalarını oluşturan vaha kentlerini ortaya çıkarma seferlerinde bulunmuştur. Bu ilk seferlerde mumyalar çıkarılmış, fotoğrafları çekilmiş ve tarifleri yapılmıştı. Ancak bunları koruyacak ya da Batı müzelerine nakledecek tesisler yoktu.

Çinli ve Uygur arkeologlar ancak son zamanlarda bölgenin daha bilimsel araştırmalarım gerçekleştirmişlerdir. Uluslararası ilgiyi uyandıran da, onların daha sonra buldukları mumyalardır. Şu anda Batı Çin'de İÖ 1800 yıllarından Han Hanedanı'nın gücünü batıya doğru yaydığı İÖ ilk yüzyıllara kadar uzanan dönemden kalma en az 300 mumya vardır. Bundan sonraki tarihi döneme ait oldukları bilinenlerin sayısıysa daha fazladır.



Zaghunluk'ta bulunmuş mumya adam (İÖ 1000-600 yılları). Şakağına aşı boyasıyla sarmallar çizilmiş, ağzının kapalı durması için boynuna bir bağ geçirilmiş.

MEZARLAR VE KUMAŞLAR

Tarım mumyaları arasında belirli bir mumya insanı yoktur: Mumyalar çeşitli yer ve kültürlerden, özellikle de eski İpek Yolu'nun güneybatı ve kuzeybatı boylarındandır. Arkeologlar mumyaları sığ çukur mezarlarda, kat kat saz, kütük ve hayvan postu altında derin çukurlarda ve tuğla odalarda bulmuşlardır.

Kurumuş olan Lobnur tuz gölü yakınlarındaki yerlerde ve Kavrighul mezarlığında bulunan en eski mumyalar en basit örtülerle, yünlü battaniyelere sarılıdırlar ama İÖ 1000 yılından sonra kalanlar giyimli ve tüylü şapkalı (bir adam on şapkayla gömülmüştü), gömlekli, pelerinli, pantolonlu, renkli çoraplıdırlar ve hatta ekose kumaşlara sarınmışlar-dır. İpek Yolu'nun kuzeyindeki Subeshi'de başlarında cadıların sivri başlıklarını andıran çok uzun şapkalı üç kadın mumyası da bulunmuştur.

Mumyalar dokuma uzmanları için çok büyük bir tarih öncesi kumaş kaynağıdır ve bu uzmanlar, kalıntıları ancak yeni yeni derinlemesine analiz etmeye başlamışlardır. Ancak bu mumyaların en büyük esrarı yüzlerindedir. Bu mumyalanmış insanlar, günümüzde Doğu Asya'ya hâkim olan Mongoloit tiplerden değillerdir.

Açık renk saç ve sakalları Tarım havzasının bu ilk yerleşimcilerinin Kafkasya'dan ya da Avrupa'dan gelmiş olacaklarını göstermektedir. Batının bu yabancılarını teşhis etmek, son zamanların arkeolojik keşiflerinin en büyük muammalarından biridir.

 

(Solda) Uzun "cadı" şapkalı Subeshi'li üç kadından biri (İÖ 500-400). Üzerinde yünlü etek ve bluz, koyun postu bir pelerin ve deri ayakkabılar var. Sol eli deri bir eldiven içinde, sağ eli çıplak. (Sağda) Alnı ve gözkapakları dövmeli, kaşları siyaha boyalı, saçları örgülü Zaghunluk kadını (İÖ 1000-600).

BU İNSANLAR KİMDİ?

Sincan'ın Tunç Çağı, yani İÖ 1800'den öncesi arkeolojisi hakkında çok az bilgi vardır ve bölgeye ilk kez ne zaman yerleşildiği bilinmediği için Tarım Havzası'nın bu hiç de çekici olmayan dünyasına ilk yerleşenler hakkında ancak bir tahmin yürütebiliriz. Ancak Tunç ve Demir çağları için varolan aşırı miktardaki kanıtlar, bunların ya batı sıradağlarından ya da kuzey steplerinden gelen Kafkas ırkından insanlar olduğunu göstermiştir.

Mumyaların yanı sıra mezarlarda iskeletler de vardır ve incelenen tarih öncesi 300 kaf atasından yalnızca yüzde 11'i Mongoloit fizik tipine uygundur ve bunlar da Sincan'ın doğusunda bulunmuşlardır. Sincan'ın hemen batısında olan Gansu bölgesinin ilk Çinli çiftçilerinin kendilerini çöl vahalarına çekecek bir şey bulamadıkları anlaşılmaktadır.

Kaderin bu kadar iyi koruduğu bu insanlar kimlerdi? Eğer yazılı tarihe geçecek kadar yaşamayan meçhul bir grup iseler o zaman bu konuda hiçbir şey öğrenemeyeceğiz demektir ve yapabileceğimiz ancak bunlara Sincan'ın Tunç ve Demir çağlarının bilinen çeşitli arkeolojik kültürlerinin adlarını vermektir. Ancak bu insanların haleflerinin yazılı belge dönemine erişebildiklerini inanmak için bazı nedenler vardır. Hatta pek çok kimse, bunların soyundan gelenlerin kendi varlıklarının hikâyesini bıraktıklarına inanmaktadır.

Tarım Havzası yalnızca çok sayıda insanı ve diğer organik kalıntıları korumakla kalmamış, çok geniş bir ilk elyazmaları koleksiyonu da korumuştur: Burası Çin'in Budizmi benimseyen ilk bölgelerinden biriydi ve Budizm de yazılı söze büyük değer veren bir dindi. Elyazmalarının çoğu Sanskrit gibi Hindistan'ın daha yakın zamanlarda ithal ettiği dillerde yazılmış olup Budist manastırlarında bulunmaktadır. Yerli halkın dillerinde yazılmış olanlar ise iki gruba ayrılabilir.

Birincisi Hotanca ya da Hotan-Sakaca olup Güney Tarım'ın eski Hotan kentinde ve çevresinde ve Tarım Havzası'nın kuzeybatısındaki bazı vahalarda konuşulan dildir. Dil, Farsça ve Orta Asya'nın batısının pek çok dilini içeren İran grubuna dahildir. Saka Dili'ne en yakın dil, Avrupa'da İskitler olarak tanınan bozkır göçebelerinin dilidir.

Bu dil, Tarım Havzası'nın güneyinde ve batısında temsil edilmekteyse de, mumyalar genelde Hotanca'nın izine rastlanılmadığı güneydoğu ve kuzeydoğuda toplanmışlardır. Bu bölgelerde İran dilleri izleri varsa da, bunlar genelde ticaret dili olup halkın kullandığı dil değildi.



Mumyaların yerleri (üçgenler) İran Sakalarından çok Toharlar'la uyuşmakta.

TOHARLAR

Mumyaların en çoğunun bulunduğu Tarım ve Turpan havzalarıyla Lobnur çevresindeki bölge, Tohar dillerinin daha sonraki dağılımıyla daha uyumludur. Toharca, Hint-Avrupa dilleri grubundandır, yani Avrupa'nın pek çok diliyle Asya'nın Iran ve Hint dilleriyle aynı tarih öncesi dilden kaynaklanmaktadır.

Toharcada pacer, mâcer, procer, ser, keu, okso, âu, twere, nuwe sözcükleri İngilizce'de sırasıyla father, mother, brother, sister, cow, ox, ewe, door ve new sözcükleriyle aynı Hint-Avrupa atasını paylaşır.

İpek Yolu'nun güney bölgesinden saf Toharca metin kalmamasına rağmen Hint belgelerinde o dilden alınmış kelimeler ve kişi adları bulunmaktadır. Toharlar erken Orta Çağ'dan kalma Budist mağaralarındaki resimlerde Kafkas ırkı yüz hatları ve gözlerle, açık renkli saç ve sakallarla çizilmişlerdir. Tarih öncesi mumyalardan birinin DNA analizinde mumyanın çağdaş Avrupalılar'ın yüzde 40'ında tipik olan aynı genetik mirası paylaşmakta olduğu görülmüştür.

İÖ 1000 yılından sonra kalma mumyalarda bulunan ekose kumaşlar da, Avrupa'nın Avusturya Alpleri'nde Hallstatt'ta bulunan en eski ekoselerine şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir. Elizabeth Barber, Avrupa ve Tarım ekoselerinin bu tür kumaşların en eski örneklerinin bulunduğu Kafkaslar'ın kuzeyinde ortak bir uzak kökeni paylaştıklarını ileri sürmüştür.

Toharlar, Hindikuş Dağları ile Ceyhun Irmağı arasında eski bir ülke olan Toharistan'a (Baktriane: Bugün Afganistan'ın ve Özbekistan ile Tacikistan topraklarının bir bölümü) adını veren eski bir halk olarak bilinir. Toharlar, Hunlar tarafından İÖ 3. yüzyılda batıya sürülen ve Çinlilerdin Yüeçi dediği halkla birlikte, kendi adlarını verdikleri bölgeye yerleştiler, buralara egemen oldular ve egemenliklerini Kushanlar olarak bilinen toplulukla birlikte Kuzeybatı Hindistan'a doğru genişlettiler.

Kushanlar'ın etkisiyle Budacılığı benimseyen Toharlar'ın egemenliği, 5. yüzyılda bölgeye Akhunlar'ın gelmesiyle son buldu. Tarım vahalarının en eski topluluklarından olan Toharlar, gelenekleriyle kendilerinden sonra Toharistan'da kurulan Kushan ve Akhun devletleri ile Türk hanlıklarını da etkilemişlerdir.

Tohar dillerinin diğer Hint-Avrupa dillerinden çok erken bir tarihte ayrıldığı, Hint ve İran dilleri konuşan komşularından ayrı olarak geliştikleri anlaşılmaktadır. Bu Toharların atalarının ÎÖ 4. binyılın ortalarında Kafkas ırkından bir grubun Volga-Ural bölgesinden doğuya doğru yapılan büyük göçün bir parçası olduğu iddia edilmiştir.

Afanasevanlar olarak bilinen bu insanlar, Sincan'ın kuzeyindeki Altay Dağları ile Minusinsk Havzası'na yerleşmişlerdir. Afanasevanlar'ın Tarım Havzası'na yerleşmek üzere İÖ 2000 yıllarında güneye göç etmiş olduklarını gösteren bazı kanıtlar da vardır.

Bu model her ne kadar kanıtlanmamışsa da, aslında Avrupa'dan gelen bir halk tarafından konuşulan bir Hint-Avrupa dilinin, Tarım Havzası'nın batısına kadar nasıl gittiğini gösteren ilginç bir açıklamadır. Böyle bir hareket en eski mumyalar için de bir dil kimliği sağlayacaktır.
#42 - Haziran 22 2008, 13:47:35
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Mithra Kültürünün Esrarı

Zaman: İS 1-4. yüzyıllar
Mekân: Roma İmparatorluğu

"Sabah tanrısı Mithra,
Büyük boğanın öldüğü bu yerde,
Karanlıklar içindeki çocuklarına bak
Kurbanımızı kabul et!

Sen pek çok yol yaptın,
Hepsi de ışığa varan.
Ve asker de olan Mithra
Bize ölmesini öğret!"

RUDYARD KIPLING, 1906

Mithra Kültü, bildiğimiz kadarıyla, 1. yüzyılın sonlarına doğru Roma'da ortaya çıkmıştır. Kültün ana esrarı tanrı Mithra'nın bir mağarada beyaz bir boğayı öldürmesidir ve bu eylemin insanlığa kurtuluş getirdiğine inanılmıştır. Boğa öldürme sahnesi ("tauroctony") ülke boyunca tanrının bütün tapınaklarında (mithraeum) çok küçük farklılıklarla betimlenmişti.

Bazı mithraeum'larda resmedilmiş bir iki dize ile yakınlarda Berlin'de bulunan bir papirüs parçası dışında herhangi bir ayin metni olmadığı için, Mithra Kültü'nün sırlarını çözmeye yarayacak elimizdeki tek ipucu bunlardır ve bu esrarı çözmek de hiç de kolay bir iş değildir.

 

(Solda) Heddernheim (Roma Nida) boğa öldürme röliyefinin dökme kalıbı. Orta panoda Mithra'nın hayatından sahneler. (Sağda) Nemrut Dağı'ndaki bu röliyefte I. Antiochus başında Frigya şapkası olan Mithra'yı selamlıyor, İÖ I. yüzyıl.

KÖKENLER VE KÜLTÜN YAYILMASI

Mithra Kültü, genelde bir "doğu" dini olarak tanımlanır. Mithra araştırmalarının kurucu babası Belçikalı bilimadamı Franz Cumont'a göre kült, Doğu'da, herhalde İran'da doğmuş ve sonra batıya yönelerek Roma'ya kadar ulaşmıştır.

Mithra gerçekten de köken olarak bir doğu tanrısıydı ve resmedildiğinde de üzerindeki giysiler hep doğu giysileridir. "Frigya" şapkası denilen konik biçimli şapkası, doğu ile ilişkiyi vurgulamaktadır ve İÖ 1. yüzyılda Antik Çağlar'ın Kommagene'sinde (Güney Türkiye) Nemrut Dağı'ndaki röliyeflerde onu böyle giyinmiş olarak Kral Antiochus'u (İÖ 80-32) selamlarken görüyoruz.

Ayinlerde kullanılan "nama" ("selam") gibi sözcükler, meşale taşıyan Cautes ve Cautopes ile esrarengiz Ehriman gibi Mithra maiyetindekilerin adları hep İran ya da Mezopotamya kökenlidirler.

Ancak bu "doğu" unsurları ne kadar derine işlemiştir? Cumont'un Mithra Kültü'nün doğu kökenli olduğu tezini destekleyen önemli bir unsur Plutarkhos'un Büyük Pompey'in İÖ 67 yılında Akdeniz'de korsanlarla mücadelesini anlatan bir metninde yeralmaktadır.

Güneydoğu Küçük Asya'da Kilikya korsanlarının "garip kurbanlar getirdikleri ve Mithra Kültü'nde hâlâ varolan gizli ayinler yaptıkları" bildirilmektedir. Bu metin İÖ 1. yüzyıl ortalarında Doğu Akdeniz'de Mithra ayinlerinin varlığının kanıtı olarak kabul edilmiş ve Kilikyalı korsanların Mithra Kültü'nü batıya taşıyan aracılar oldukları iddia edilmiştir.

Ama bu doğru ise, o zaman neden Akdeniz dünyasında Mithra tapınakları ya da boğa öldürme sahneleri Hellenistik dönem boyunca hiç yoktur ve eğer Mithra Kültü'nün kökeni doğuda aranacaksa neden imparatorluk zamanında orada mithraeum'laıın sayısı çok azdır? Ve eğer Mithra Kültü gerçekten İÖ l. yüzyılın ortalarında batıya erişmişse neden orada kanıtlarım bulmamız için bir buçuk yüzyıl geçmiştir?

Plutarkhos, Mithra Kültü'nün henüz yayılmaya başladığı 2. yüzyılın ortalarında yazıyordu ve bu nedenle "gizli ayinler"den söz edilmesi bir tarih hatası olabilir: Kilikyalı korsanlar Mithra'yı tanrılarından biri olarak kabul etmiş olabilirler (Antiochus'un komşu Kommagene'de yaptığı gibi) ama boğa öldürme ve Mithra Kültü'nün ritüel ve ayinlerinin tümü o zaman herhalde daha icat edilmiş değildi. Mithra Kültü'nün kökenlerini İÖ 2. yüzyılda Doğu Türkiye'de Tarsus'un felsefe ve bilim çevrelerine yerleştiren alternatif bir görüş de aynı eleştirilere açıktır.

Boğa öldürme sahnesine benzeyen en eski gönderme, Domitianus'un saray şairi Statius'un 92 yılında yayınlanan bir şiirinde "bir Pers mağarasının kayaları altında inatçı boğanın boynunu büken" dizesidir. Tauroctony'nin ilk tasviri de şimdi British Museum'dadır ve bunu imparator Trajan'ın (98-117) muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus yaptırtmıştır.

Bu nedenle kült, Roma'da entelektüel gruplar arasından çıkmış olabilir. Bunlar kurtuluş vaad eden kültlerin ve bir ölümden sonraki dünyanın geleneksel devlet dininden daha umut verici olduğu bir zamanda yeni bir din "yaratmış" olabilirler.

Mithra Dini, 125 yılından sonra özellikle kuzey sınırları boyunca ve Roma'nın limanı olan Ostia gibi kozmopolit yerlerde hızla yayılmıştır. Ostia'da 16 mithraeum bulunmuştur. Dinin ordu ve tüccar sınıfı arasında pek popüler olduğu anlaşılmıştır, ancak her şeyden öte yalnızca erkeklerle sınırlı olduğu için, (Hıristiyanlık gibi) evrensel bir cazibesi olmamıştır.

 

(Solda) Roma'da San Clemente Kilisesi altında bir mithraeum, iki yanda sıralar ve alçak kubbeli tavan. (Sağda) Ostia'da Felidssimus mithraeum'undan yer mozaiği ve Mithra Kültü'nün yedi derecesi (önde tas ve Merkür'ün asası ile Kuzgun).

BOĞA ÖLDÜRME SAHNESİ

Tauroctony hızla standart hale getirilmişti ve bir iki bölgesel farklılıklar varsa da tablo imparatorluğun her yerinde aşağı yukarı aynı idi. Mithra boğanın sırtında çömelmiş, hançerini hayvanın boynuna saplıyor. Bu pozun esin kaynağı hiç kuşkusuz Roma'da Trajan Forumu'nda ve diğer yerlerdeki röliyeflerde görülen Zafer'in, sırtına abanarak bir boğayı zaptetmesi sahnelerinden alınmıştır.

Tanrı omzu üzerinden güneş tanrısı Sol'a bakar. İkisinin arasındaki güneş ışını aralarındaki yakın ilişkiyi gösterir ve Sol' un kuşu olan kuzgun da çoğunlukla oradadır. Ay tanrıçası Luna'nın bir büstü Sol'un büstünü dengeler. Meşalesini havaya kaldırmış Cautes ışığı, meşalesini aşağı çevirmiş Cautopates karanlığı temsil ederler ve boğa öldürme sahnesinin iki yanında yer alırlar. Işık ve karanlık arasındaki bu ikilik Mithra Kültü'nün temel unsurudur.

Boğanın altında bir akrep, bir yılan (derisini değiştirdiği için toprağın ve yenilenmenin sembolü) ve genellikle boğanın yarasından akan kanı yalamak için sıçrayan bir köpek vardır. Boğanın kuyruğundaki buğday başakları Mith-ra'nın bu kahramanca eyleminden doğan yeni hayatı temsil eder.

Ren ve Tuna nehirlerinin sınırlarındaki tasvirlerde boğanın altındaki bir aslan ve bir kap (şarap karıştırmak için) herhalde ateş ve suyu simgeler (ve böylece yılanın simgelediği toprakla bir üçlü oluşturur). Bu bölgedeki tauroctony'lerde Mithra'nın diğer işleri de görülür: Mithra'nın kayadan doğması, Sol ile anlaşma, su mucizesi (havaya bir ok fırlatmak), boğanın yakalanışı, mağarada Sol ile birlikte boğanın etinin yenmesi ve diğerleri.

Boğa öldürme sahnesindeki unsurların çoğu astrolojik sembolizm ile yakından ilişkilidir (örneğin, Taurus [boğa], Leo [aslan], Scorpi [akrep]) ve Mithra tauroctony'si bir "yıldız haritası" olarak görülmüştür: Bir kurama göre bu, bahar gündönümü Boğa burcundayken gök ekvatorunda bulunan bazı yıldızların sembolik tasviridir. Mithra ve onun kozmos üzerindeki hâkimiyeti kültün temelidir. Gökyüzünün yıldızları sırtındaki pelerinde ve mithraenum'ların kubbeli tavanlarında görülür.



Boğa öldürme ya da "tauroctony" sahnesinin en eski heykeli. İmparator Trajan'ın muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus tarafından yaptırılmış. Bugün British Museum'dadır.

TAPINAKLAR VE AYİNLER

Mithra tapınakları dört köşeli ve genelde küçüktürler: Bilinen en büyüğü Romanya'da Sarmizegethusa'da olup 26 metre boyundadır. Bunlar genellikle bir giriş, uçtaki Tauroctony'ye uzanan bir ana salondan oluşur: Tapınanlar iki yandaki yüksek platformlara uzanırlar. Bu nedenle mithraeum, kült üyelerinin toplantı odaları olup gizli ayinlerin yapıldığı bir yerdi: Hıristiyan kilisesine benzer ama yalnızca tanrının heykelinin bulunduğu ve törensel kurban olayının dışarıda açık havada bir sunakta gerçekleştiği putperest tapınaklardan farklıdır.

Bir Mithra tapınağında neler yapıldığı ise bilmemektedir. En alttaki Kuzgun'dan yerel Mithra cemaatinin lideri olan en üstteki Pater'e (Baba) kadar yedi derece olduğunu biliyoruz. Dördüncü derece olan Aslan'ın özellikle önemli olduğu anlaşılmaktadır ve bazı metinlerde tapınaktan leonteum olarak söz edilir.

Bir dereceden diğerine geçmek bazı sıkıntıları gerektirir: Adayın gözleri bağlanır (bazı fresklerde meşale ile damgalamalar ve kılıçla açılan yaralar görülmektedir), bir tapmakta (Hadrianus Duvarları'nda Carrawburgh) bir işkence çukurunun olduğu ve adayın burada sembolik olarak yakıldığı söylenmektedir.

Sol ve Mithra'nın boğa eti yemelerinin sembolü olarak da (bazı mithraeum'larda bulunan kemiklere bakılırsa) pahalı sığır eti yerine koyun ya da tavuk yenilirdi. Kimi zaman boğanın eti ve kanı yerine ekmek ve şarap kullanılırdı ki, bu da Mithra Kültü'nü Hıristiyanlık'la çatışmaya sokmaktadır. 4. yüzyıl başlarında Hıristiyanlığın resmen kabul edilmesiyle Mithra Kültü de çöküşe geçmiş ve tapınaklar, büyük bir olasılıkla Hıristiyanlar tarafından yıkılmıştır.

MİTHRA SÖZCÜĞÜNÜN KÖKENİ

Sanskrit dilindeki Mitra Avesta ve Pehlevi dillerinde Mithra, Yunanca ve Latince'de Mithras olarak yazılırdı. Tanrısal köken olarak, Hinduizmin Veda Döneminde Adetya tanrılarından biriydi; ayrıca Zerdüşt dini öncesi İran'da da güneş, adalet, antlaşma ve savaş tanrısıydı.

Mithra ilk kez İÖ 1400 tarihli Veda metinlerinde geçmiştir. Hindistan'dan Pers topraklarına, Persler'in Büyük İskender'e yenilmesinden sonra bütün Yunan dünyasına sıçrayan Mithra'nın Roma dönemi esrarını hâlâ korumaktadır.
#43 - Haziran 22 2008, 13:48:32
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Keltler Kimlerdi?

Zaman: İÖ 600-İS 100
Mekân: Avrupa

Belki de geçmişin ve günümüzün bir avuç bilimadamı dışındakilerin çoğu için "Kelt"... içine herhangi bir şeyin konulacağı ve herhangi bir şeyin çıkarılabileceği bir tür sihirli torbadır... Ünlü Kelt alacakaranlığında her şey mümkündür ve bu tanrılarınkinden çok mantığın alacakaranlığıdır. J. R. R. TOLKİEN, 1963.

Günümüzde bizler Keltler'i Avrupa'nın Atlas Okyanusu kıyıları halklarından biri olarak düşünürüz ama Keltler bir zamanlar (İÖ 2. binyıl ile İÖ 1. yüzyıl arasında) Avrupa kıtasının en çok yerine dağılmış insanlarıydı. Tarihte ilk bilinen Keltler'e İÖ 5. ve 6. yüzyılların Yunan tarihçilerinin yazılarında rastlıyoruz.

"Kelt" terimi (Yunanca Keltoi, Latince Celta, çoğulu Celtae] ilk önceleri Yunan Massalia (çağdaş Marsilya) kolonisinin iç taraflarında yaşayan insanları tanımlamak için kullanılırdı. Terim daha sonra Latince Galli (Galyalılar) ve onunla ilişkili Yunanca Galatoi (Galatyalılar) kelimesiyle eşanlamlı olarak, İÖ 3. yüzyılda Atlas Okyanusu'ndan Karadeniz'e kadar geniş bir Avrupa kuşağına hâkim olup İspanya, İtalya ve Anadolu'da kolları olan güçlü bir insan grubunu tanımlamak için kullanıldı.

Klasik yazarlar bu kıta insanları ile Kelt ya da Galyalı olarak tanımlamamalarına rağmen Britanya ve İrlanda sakinleri arasında da yakın benzerlikler bulmuşlardır.

 

(Solda) Yenik düşen bir Kelt savaşçısı esir düşmek yerine karısını öldürdükten sonra intihar ediyor. Keltler bu tür eylemlerin kendilerine herhalde öteki dünyada şerefli bir yer sağlayacağını düşünüyorlardı. Türkiye Bergama'dan, İÖ 3. yüzyıl Helenistik orijinalinden Roma kopyası. (Sağda) Almanya'da Glauberg'de bir mezarda bulunmuş İÖ 5. yüzyıla ait zırhlı bir Kelt savaşçısı heykeli. Kızıl kumtaşından yontulma heykelin boyu 1,86 metredir.

KELT KİMLİĞİ

Klasik çağdakiler için bu insanları birleştiren şey, ortak gelenek ve inanç ve hepsinin üstünde de ortak bir dildi. Çünkü bu insanlar şimdi büyük Hint-Avrupa diller ailesinin bir parçası olan ve şimdi Kelt Dilleri denilen bir dili konuşuyorlardı. Bu dillerin çağdaş temsilcileri Galce, Brötonca, İrlanda Dili ve İskoç Galce'sidir, ancak eski ve hatta daha yakın tarihi zamanlarda başka Kelt dillerinin de konuşulduğu bilinmektedir.

Kıta Avrupası'nın Keltçe konuşan insanlarının hepsinin değilse de bir kısmının kendilerini Kelt diye tanımladıkları bilinmektedir. Ancak, Britanya ve İrlanda halklarının kendilerini böyle adlandırdıklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Bu durum Kelt kimliğini, çağdaş Britanya'nın arkeolojisinin en tartışmalı konularından biri yapmıştır: Britanya ve İrlanda'nın tarih öncesi sakinleri, kendileri ya da çağdaşları kendilerini öyle adlandırmamış olsalar bile, Keltler olarak tanımlanabilirler mi?

Kelt Dilleri, herhalde 5000 yıl önce gelişmeye başlamıştır. Yakın zamanlara kadar bunların Orta Avrupa'nın küçük bir bölgesinde ortaya çıkıp sonra göç dalgalarıyla yayıldıklarına inanılıyordu. Batı Avrupa, Britanya ve İrlanda'da tarihöncesi büyük göçler konusunda arkeolojik ve genetik kanıtlar bulunamadığı için, bu görüş artık evrensel kabul görmemektedir. Bunun yerine ortaya uzun vadeli etnik ve kültürel süreklilik tablosu çıkmıştır ki, bu da Britanya ve İrlanda tarihöncesi hakkındaki çok uzun zamandır devam eden varsayımların yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur.

Britanya ve İrlanda'da kendilerine Kelt adım veren eski insanlar yaşamadığı gibi, kıta Keltler'inin adalara büyük çaplı göçleri de olmamıştır. Bu durumda Keltler'i, Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çıkarmak sözkonusu olmuşsa da, günümüz Keltler'i buna şiddetli bir tepki göstermişlerdir: Öyle ya, eğer geldiğinizi iddia ettiğiniz tarihi topluluklar Kelt değillerse, Kelt olmak ne anlama gelmektedir? Bu konuda etnik temizlik suçlamaları bile yapılmıştır.

Şu halde Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çı-karmayacaksak, Keltler'i nasıl tanımlamalıyız? Etnik kimlik temelinde kültürel olduğu için eski Keltler'i genetik bir toplum (bir "ırk") olarak tanımlayanlayız. Genetik araştırmalar Avrupa halklarında binlerce yıllık önemli bir süreklilik göstermiştir. Kimlikler değişmiş ama halk büyük ölçüde aynı kalmıştır.

Daha iyi bir yaklaşım, eski Keltler'i, Kelt Dilleri konuşan topluluklar olarak tanımlamak olacaktır. Kendilerine ne ad verirlerse versinler, Britanya ve İrlanda halkları geç tarihöncesi dönemde -hepsi değilse de, çoğu- Kelt dilleri konuşuyordu. Britanya ve İrlanda tarihöncesinin göç temelli yorumları bir kenara atılırsa o zaman adaların Kelt dillerinin ilk geliştiği yerler olduklarını söylemek mümkündür. Zaten bu dillerin adaya ticaret aracılığıyla ya da fatih bir aristokrat seçkinler yoluyla geldiğini gösteren pek fazla kanıt da yoktur.



İngiltere'de Dorset'te Hambledon Tepesi. Bunun gibi savunulan tepe kaleler, önemli reislerin ikametgâhları ve savaş zamanında kabilenin sığınağı olarak hizmet görüyordu.

BİR EFSANE DOĞUYOR

Eğer eski Keltler antik dünyanın muammaları arasındaysa, bunun nedeni modern romantiklerin onları oraya koymuş olmasıdır. Modern arkeolojinin doğumuna kadar eski Keltler konusundaki tarihi bilgi Klasik Roma ve Yunan yazarlarının eserlerine dayanıyordu ve bunlar da onlardan korkuyla, nefretle ve hor görmeyle söz etmişlerdi. Bu yazarlar eski Keltler'i güçlü bir rahip sınıfı olan mağrur savaşçı bir ırk olarak gösterirler.

Kelt savaşçıları disiplinsiz ve haşin, yemeye içmeye düşkün, şerefleri ve statüleri açısından kıskanç insanlardı. Şiir ve kelime oyunları takdir edilirdi, Druidler'in rahip sınıfı yalnızca tanrılarla aracılar olarak değil, yirmi yıllık çıraklık dönemlerinde ezberledikleri kabile gelenek ve yasalarının bekçileri olarak da saygı görürlerdi, hepsi etkinlik ve güce sahiptiler.

Druidler, ayinlerini kutsal meşeliklerde yaparlar, insan kurban ederlerdi. Çizilen bu tablonun amacı, Keltler'i Yunan ve Roma uygarlığının düzenli dünyası karşısında küçük düşürmekti. Ancak zamanla birlikte değerler de değişir.

18. yüzyıl sonlarında Avrupa tarihinin en etkili kültürel gelişmelerinden biri başladı: Romantik hareketin başlangıcı, bilimsel rasyonalizmin karşı konulmaz yükselişine karşı entelektüel bir başkaldırı. Romantikler için Romalılar'ın ve Yunanlılar'ın kötülük olarak gösterdikleri şeyler erdemdi. Keltler'in şiddete düşkünlükleri ve disiplinsizlikleri tutkulu bir bağımsızlık ve bireycilik, körinançları ruhsallık ve doğa sevgisi oldu.

Çoğunlukla Ortaçağ'ın İrlandalı keşişleri tarafından kaydedilmiş Kelt efsane ve folkloru hakkındaki yeni bilgiler, Klasik klişeye bir başka dünya havası verdi ve buna zamanla "Kelt alacakaranlığı" adı verildi. Aradan geçen iki yüzyılda Keltler'in kahraman, şair ve maneviyatçı -yani modern sanayi toplumunun antitezi- oldukları görüşü Kelt milliyetçileri ve "New Age" taraftarları gibi çok farklı insanlar tarafından hâlâ eleştirilmeden kabul görmektedir. Ancak bu eski Keltler'den çok, modern toplumun değerleri ve kaygılarıyla ilgili bir şeydir. Keltler gerçekte nasıl insanlardı?



Roma ordusuna şarap taşımak için kullanılan bu fıçıları Keltler icat etmiştir.

KELT GERÇEĞİ

Gelişmiş Kelt dünyasına, zirvede olduğu İÖ 3. ile 1. yüzyıllar arasında bakarsak Keltler'in çağdaşları Romalılar'dan, eski Yunanlılar'dan ve ilk Cermenler'den pek farklı olmadıklarını görürüz. Keltler bu sırada krallıklar, seçilmiş yargıçlar ve meclisler {"Senatolar") gibi Klasik dünyadakilere paralel siyasal kurumlar geliştirmişlerdi. Artık oppida adı verilen ve kimi tam gelişmiş kasabalar olan iyi planlanmış yerleşim birimlerinde yaşamaktaydılar.

Yunanlılar ve Romalılar gibi Keltler de değiş tokuşun yerini nakit ekonominin aldığı bir sistemde para kullanmaktaydılar. Yazı da başlamıştı. Keltler teknolojik olarak o kadar çağdaştılar ki, Romalılar fıçı, gemi inşa tekniği, örme zırh ve lejyoner başlıkları tasarımı gibi onların yeniliklerinden çoğunu benimsemişlerdi. Keltler kesinlikle savaşçıydılar ve kelle avcılığı gibi bazı âdetleri kendilerine özgüydü.

Kelt toplumu yüksek derecede rekabetçiydi ve seçkinlerin prestij ve servet kazanmaları için savaş önemli bir alandı. Bu bakımdan çağdaşlarından hiç farklı sayılmazlardı. Roma imparatorluğu da genişlemesini aynı emeller peşinde koşan aristokratlara borçluydu.

Keltler'e ilişkin en eski arkeolojik kanıtlar, Avusturya'da Salzburg yakınlarındaki Hallsstut'ta bulunan İÖ 700 dolaylarından kalma kabile şefleri mezarlarıdır. Demir Çağı kültürünün ilk örneklerinden biri olan mezarlarda, Eski Yunanlılar'la ticaret sonucunda edinilmiş bronz ve çömlek kaplar gibi eşyalar bulunmuştur. Soyut geometrik desenler ile stilize kuş ve hayvan biçimlerinden oluşan, ayırt edici bir sanat üslubu olan La Tene kültürü de Keltler'in ürünüdür.

Keltler'in dini inançlarında öyle özel bir manevi-yatçılık yoktu. Korular, pınarlar ve nehirler gibi doğal yerlere saygıyı Cermenler, Yunanlılar ve Romalılarla paylaşmaktaydılar. Bu saygıları onları çevreleriyle insanlık tarihinde başkalarından daha uyumlu yaşamaya itmiş değildi: Tarım alanı açmak için Avrupa'nın ormanlarının büyük bir kısmını temizlemişlerdi.

Keltler de çağdaşları gibi, sanayi öncesi toplumlarda tek servet kaynağı olan toprağı işlemeleri karşılığında en çok şeyi almak isterlerdi. Druidler'in tapınması Klasik dinin resmiliğinden dünyalar kadar farklıysa da, İÖ 1. yüzyılda tapınaklar yapmaya başlamış olmaları onların da daha biçimsel tapınmaya döndüklerini göstermektedir, insan kurban etme uygulamaları da onları diğer çağdaşlarından ayırmamaktadır, ilk Cermenler'de de bu âdet vardı ve Romalılar'ın o kadar zevk aldıkları öldürücü gladyatör karşılaşmaları da bir cenaze töreninin parçası olarak başlamıştı.

Şu halde eski Keltler günün standartlarına göre gelişmiş, rasyonel ve çağdaş insanlardı. Onlar ne önyargılı Klasik yazarların barbarlarıydı ne de modern romantiklerin alacakaranlık kuşağı insanları. Roma tarafından fetihlerini (İÖ 3. yüzyıl - İS 1. yüzyıl) hem cazip hem pratik yapan şey de Keltler'in Roma sistemine kolayca uyum sağlayabilecek yapıda olmalarıydı.

Kelt dünyasının Roma hâkimiyetinden kurtulan tek yerinin -Kuzey Britanya ve İrlanda- aynı zamanda sosyal ve ekonomik açıdan en az gelişmiş bölgeleri olması da ilginçtir.
#44 - Haziran 22 2008, 13:49:18
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Roma'nın Kayıp Lejyonları

Zaman: İS 1. ve 2. yüzyıllar
Mekân: Roma İmparatorluğu

Kartallara katıldığımda (Dünmüş gibi hatırlarım) Yola çıkmadan önce Bir kız öptüm Clusium'da. ROSEMARY SUTCLIFF, 1954

Lejyonlar, Roma'nın önce İtalya'yı, sonra da en geniş çağında İskoçya'dan Büyük Sahra'ya, İspanya'dan Basra Körfezi'ne kadar uzanan büyük imparatorluğu kurdukları askeri birlikleriydi, Her lejyon ortalama 6000 kişiye ulaşabilirdi. Her lejyonda, ilk sırada dört, ikinci ve üçüncü sıralarda üçer olmak üzere 10 cohors bulunurdu (cohors= 300 kişi).

Yedi lejyonun yan yana gelen 25.000 kişilik ağır piyadesi, 2,5 km'lik bir cephe oluştururdu. Roma devleti işgalci niteliğini yitirip topraklarını savunan bir güce dönüşürken, cohors'un gücü 500-600 kişiye yükselmişti.

Lejyonlara ünlü esnekliğini ve gücünü veren iki piyade silahı vardı: 2 metre uzunluğunda bir mızrak (pilum) ve 50 santimlik enli ve ağır bir kılıç (gladius). Korunma amacıyla her lejyoner bir miğfer takar, bedenin üstünü koruyan kösele bir zırh giyer ve dışbükey bir kalkan da taşırdı.

Lejyonlar, ilk başta Roma ve İtalya'dan, daha sonraları fethedilen topraklardan ve lejyonların sınırlardaki sabit üslerine yakın yerlerden toplanan askerlerden oluşurdu. Roma imparatoru liderliğindeki bütün askerler profesyoneldi ve 25 yıl hizmet görürlerdi.

Tarihi kaynaklardan ve daha önemlisi kitabelerden ve arkeolojiden bunların nerede üslendiklerini, kimlerden oluştuklarını, bir eyaletten diğerine nakillerini, hangi savaşa katıldıklarını ve iç örgütlenmelerini bilmekteyiz. Kalelerinden çoğu kazılıp ortaya çıkarıldığı için de, askerlerin günlük yaşantılarını, ne yediklerini ve hangi silah ve teçhizatı kullandıklarını biliyoruz.

 

(Solda) York'ta 108 yılına ait bu kitabede, Dokuzuncu Lejyon'un bir kapı inşa ettiği kaydı lejyonun Britanya'daki varlığının son kanıtıdır. (Sağda) Almanya'daki Xanten'de, 9. yılda "Varian Savaşı'nda ölen" 18. lejyon kenturyonu Marcus Caelius anıtı.

SAVAŞIN CİLVELERİ

Bazı lejyonlar 400 yıldan fazla ayakta kalmışlar, unvanları ve personel kaynakları değişmiş, kendileri değişen koşullara ayak uydurmuşlar, aradan on yıllar ve yüzyıllar geçerken baskılara ve tehditlere karşı koyabilmişlerdir. Bazılarının yaşam süreleri çok daha kısa olmuş, savaşlarda kırılmışlar, yenildikleri ya da itaatsizlik ettikleri için dağıtılmışlardır.

Örneğin, üç lejyon (XVII, XVIII ve XIX) vali Quinctilius Varus liderliğinde 9 yılında Almanya ormanlarında kaybolmuştur. Bu olay, Roma tarihlerine "Varian Felaketi" olarak geçmiştir. Bu lejyonların rakamları bir daha hiç kullanılmamıştır.

Olay, tarihi yazarlarca, özellikle yaşlı imparator Augustus üzerindeki etkisi nedeniyle kayıtlara geçmiş ve yenilgi alanının bir kısmı 1987'de metal detektörü kullanan bir İngiliz subayı tarafından Osnabrück'ün kuzeyindeki Kalkriese'de bulunmuştur.

I. Germanica Lejyonu ("Cermenler Galibi"), IV Macedonica ("Makedonlar Galibi"), XV Primigenia ("İlk Doğan"), XVI Gallica ("Galyalılar Galibi") ve V Alaudae ("Tarlakuşları") 69 yılı (Dört İmparatorlar Yılı) içsavaşında kaybeden tarafta oldukları için ya dağıtılmışlar (I, V ve XV) ya da kazanan taraf olan Flavian hanedanına sadakati belirten yeni bir ad altında (Flavia) yeniden düzenlenmişlerdir (IV ve XVI).

 

Ermine Street Guard, kama tertibinde düşmana saldırıyor. Bu temsili grup üyeleri I. yüzyıl Roma askerlerinin zırh, miğfer ve kalkanlarıyla teçhiz edilmişlerdir.

SAVAŞTA KAYIP MI?

Çağdaş araştırmacılar bazı lejyonların tarihi kayıtlardan bir anda yok olmasının nedenim bulabilmiş değillerdir: XXI. Rapax (bir kuşun avına saldırıp "kavraması" anlamında) lejyonu, 1. yüzyılın sonlarına doğru ortadan kaybolmaktadır. Bu lejyon hakkında bir daha bilgi yoktur.

Tuna sınırında olan lejyon, çağdaş Romanya'nın Daçlar'ına karşı 86-92 savaşında yok edilmiş olabilir. Kökenlerini Galatya (Orta Anadolu) Kralı Deiotarus'un İÖ 1. yüzyılda toplayıp teçhiz ettiği birlikten alan XXII. Deiotariana lejyonundan en son 119 yılında Mısır'da haber alınmıştır. Lejyonun Yahuda'da Bar Kohba'nın liderliğindeki 132-5 ayaklanması sırasında savaşta eriyip yok olduğuna inanılmaktadır.




(Solda) Dokuzuncu Lejyon'un Güney Fransa'da Vienne'li olan bayraktarı L. Duccius Rufinus'un mezartaşı. Lejyoner, York'ta ölmüştür. (Sağda) Macaristan'da Brigetio Kalesi'nde bulunmuş demir bir lejyoner miğferi. 2. yüzyıla ait parçada karakteristik geniş boyunluk ve yanaklıklar görülüyor.

DOKUZUNCU LEJYON

IX. Hispana lejyonunun kaybolması, onyıllardır Roma tarihi araştırmacılarını meşgul etmiştir ve kamuoyunun hayalinde "kayıp" bir lejyonun en üstün örneği olarak kalmıştır. Kökeni İÖ 58'den 49'a kadar Jul Sezar liderliğinde savaşan bir lejyona dayanan Dokuzuncu, bir süre İspanya'da hizmet gördüğü için Hispana adını almıştır.

İÖ 13 yılında Balkanlar'a nakledilen Lejyon, bir süre bugünkü Hırvatistan'da kalmış, sonra 43 yılında Britanya'ya gönderilecek güce katılmış ve ondan sonra da yeni Britannia eyaletinin garnizonunun bir parçası haline gelmiştir.

Bu lejyonun Britanya'daki faaliyetleri kısmen bilinmektedir: 60 yılı civarında bulunduğu Lincoln'da bazı askerlerinin mezartaşları günümüze kadar kalmıştır. Yine kalan mezartaşlarından lejyonun 70 yılında York'ta olduğu anlaşılmaktadır.

Lejyon, vali Julİus Agricola liderliğinde Kuzey Britanya'ya başarılı seferler yapmış ve lejyonun askerleri 83 yılında Kuzeydoğu İskoçya'da Mons Gtaupius'ta kazanılan büyük zaferde görev almış olmalılardır. Lejyon bundan sonra York'a dönüp 107-8 yılında Ouse Nehri üzerindeki yeni taş kalenin kapılarından birini inşa etmiştir.



Caligula'nın bastırdığı bu sikkede babası Germanicus'un başarıları ve özellikle 15-16 yıllarında Varus lejyonlarının kartallarından ikisini geri alması kutlanıyor.

"DOKUZUNCU'NUN KARTALI"

Dokuzuncu lejyonun son yıllarını ve aniden ortadan kayboluşunu belirlemek amacıyla çeşitli kuramlar ileri sürülmüştür. Son zamanlara kadar lejyonun Britanya'da, belki de kuzey sınırlarında 115-17 yıllarım arasında çıkan karışıklıklarda imha edildiği kabul ediliyordu. Yeni imparator Hadrianus 122 yılında Britanya'ya muhtemelen Dokuzuncu'nun yerini alması için VI. Victrix ("Muzaffer") lejyonunu göndermiştir.

Bir kurama göre, kuzeye doğru ilerleyen lejyon Kuzey Britanya'nın İskoç sisleri arasına girmiş ve bir daha dönmemiştir. Kamuoyunca benimsenen bu görüş Rosemary Sutcliff'in Dokuzuncu'nun Kartalı (1954) romanına konu olmuştur. Roman adını Hampshire'da Silchester'de bulunmuş küçük bir bronz kartaldan almış, yazar bunu Dokuzuncu Lejyon'un kartallı bayrağı olarak kabul etmiştir.

Silchester'de bulunan kartal büyük bir olasılıkla tanrı Jüpiter'in ya da bir imparatorun kült heykeline aittir. Zaten kartalın biçimi, sikkelerde ve röliyeflerde görülen kartal amblemine benzememektedir.

Dokuzuncu'nun kitabelerde yer alan subay ve askerlerinin mesleklerinin ayrıntılı bir incelemesi lejyonun 115-17 yıllarında kaybolduğu görüşüne gölge düşürmektedir. Yakın zamanlarda elde edilen bazı bulgulara göre lejyonun ya da bir kısmının Romalıların Aşağı Cermenya eyaletinde Nijmegen garnizonunda bir süre bulunduğu anlaşılmıştır. Ancak bunun tarihi kesin değildir.

Bazıları lejyonun daha doğuya, Kapadokya'da Fırat sınırına, hatta Yahuda'ya gidip orada son bulduğunu iddia etmişlerdir. Kısacası, ne olduğu konusunda yeterli bilgimiz yoktur. Britanya'da kaybolduğunu ya da dağıtıldığını gösteren bir kanıt yoksa, bunun aksini gösteren sağlam bir kanıt da yoktur. Olay halen çözümlenmeyi beklemektedir.
#45 - Haziran 22 2008, 13:50:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Bataklık Cesetleri

Zaman: İÖ, 1. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Kuzey Avrupa

1640 baharında Schalkholzer Bataklığı'ndan bir insan cesedi çıkarıldı. Adam herhalde öldürülmüş ve oraya gömülmüştü. BAUERNCHRONIK DES HARTICH SIERK AUS WROHM, 1615-64.

Kuzey Avrupa'nın şaşırtıcı derecede iyi korunmuş bataklık cesetleri hem popüler hayalgücünü hem de bilimsel varsayımları uzun bir süre etkilemiştir. Bu ıssız ve tehlikeli bataklıklarda bu insanların ne işleri vardı? Nasıl bu kadar iyi korunabilmişlerdi? Ve cesetlerin çoğunun şiddete maruz kaldıkları gözönüne alınırsa neden burada ölmüş ya da öldürülmüşlerdi? Bunlar tanrılara ya da bu sulak yerlerin ruhlarına mı kurban edilmişlerdi? Yoksa kaza ya da cinayet çok daha inandırıcı bir açıklama olabilir miydi?

Bataklık cesetlerinin ilk esrarı olan bu kadar iyi korunmuş olmaları kolaylıkla açıklanabilir. Burada en önemli şey, bataklıklardaki bataklık yosununun turba oluşturmasıdır. Bu da bakterilerin üreyememesi ve böylece de organik maddelerin (aynı zamanda bataklık cesetlerinin) bataklık yosunu içinde bakteri saldırısına uğramaması demektir.

Yosunda doğal bir deri tabaklama kimyasalı vardır ve bu da bataklık cesetlerinin derilerini korurken, rengini de "Maillard reaksiyonu" adı verilen bir süreçle koyu kahverengiye dönüştürür. Bataklık yosunu ölünce turbaya dönüşür ve bataklık cesedi, biriken tabakaların altında kalır. Son yüzyıllarda yakıt olarak turba kullanılması ve son zamanlarda bahçelerde turbanın hâlâ kullanılır olması nedeniyle, bataklık cesetleri bu turba kullanımı sırasında tekrar günışığına çıkmıştır.

 

(Sol Üstte) Windeby Kızı'nın başının bir yanı tıraş edilmiş ve gözlerinin de bağlı olması, ölümün bir kaza olmadığını göstermektedir. (Solda) Bazı bataklık cesetleri ölümden önce soyulmuşlardı. Huldremose Kadını'nın üzerinde ise koyun postu bir pelerin, ekose bir etek, başında bir örtü vardı. (Sağda) Danimarka'da I950'de bulunmuş olan Tollund Adamı'nın boynunda, asılması için kullanılmış olan ip hâlâ duruyordu.

KEŞİF VE TARİHLEME

Eski çağların bataklık cesetlerinin en eski keşif kayıtları 17. yüzyıldadır ve 18. ile 19. yüzyıllar boyunca bulunan ceset sayısı da artmıştır. Bu cesetlerden bir kısmı bir iz bırakmadan kaybolmuşlar, bir kısmı yeniden kutsanmış topraklara gömülmüşler ama turba bataklığının koruyucu ortamı olmadan hemen çürümüşlerdir. En az bir bataklık cesedi, "mumya tozu" kaynağı olduğu gerekçesiyle pahalı bir ilaç olarak satılmıştır.

Ciddi bilimsel araştırmalar ancak 1870'lerden sonra başlamışsa da, en ünlü bataklık cesetleri keşifleri ancak 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Aynı zamanda teknolojideki ilerlemeler de Danimarka'daki Tollund (1950) ve Britanya'daki Lindow Moss (1984) cesetlerinde ayrıntılı analizler yapılmasını mümkün kılmıştır.

Bataklık cesetlerinin mükemmel bir biçimde korunmuş olmaları gerçek eskiliklerini maskelediği için, bunların gerçekten ne kadar eski olduklarım anlamak için büyük çabalar harcanmıştır. Danimarka'da 1950'de Tollund Adamı'nı bulan turba kesiciler, yakınlarda öldürülmüş bir cinayet kurbanı bulduklarım sanarak polise başvurmuşlardı.

1983'te Cheshire'da Lindow Moss'da saçları, gözleri ve beyninin bir parçası olan bir kafatası bulununca polis bunun bilinen bir cinayet kurbanına ait olduğunu sanmış ve zanlı kişi de, delilleri görünce cinayeti işlediğini itiraf etmişti. Ancak radyokarbon testleriyle Tollund Adamı ile Lindow Kadını'nın ikisinin de yaklaşık 2000 yaşında oldukları saptanmıştır.

En yaşlı bataklık cesedinin -Danimarka'nın Fyn adasından Koeljberg Kadını- 10.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiştir. Mezolitik Dönem'e ait olan bu cesette, daha sonraki Neolitik örneklerde olduğu gibi, yumuşak doku korunamamıştır. Bataklık cesetleri tam olarak Demir Çağı'nda başlamakta ve Britanya ile irlanda, Hollanda, Danimarka ve Almanya'da çıkmaktadır.

Küçük bir kısmı Ortaçağ ya da Ortaçağ sonrası döneme aitse de, büyük bir çoğunluğu İÖ 1. yüzyıl ile İS 4. yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bu sıklık bunların kaza sonucu ölmediklerini, o belirli dönemde Kuzey Avrupa'nın pek çok bölgesine özgü kurban ya da idam uygulamaları olduğunu göstermektedir.



Kuzey Avrupa'nın bataklıklara ve sulak yerlere ritüel gömme âdeti, yalnızca bulunan insan kanıtlarıyla değil, İÖ 1650 tarihinden kalma Trundholm güneş arabası gibi gelişmiş madeni eşya ile de belgelenmiştir.

CİNAYET Mİ, KURBAN MI?

Bu insanların zamansız ve şiddet kullanılarak öldürüldükleri bellidir. 1984'te Lindow Kadını'nın yakınlarında bulunan Lindow Adamı'nın başına iki darbe vurulmuş, boğazı kesilmiş ve boynu bir garotla kırılmıştı. Diğer Danimarka bataklık cesetleriyle Graubelle Adamı'nın da boğazı kesilmişti ama alnındaki yara ve kırık bacağı da bir kaza olamazdı.

Tollund Adamı asılarak öldürülmüştü. Borremose Kadını'nın kafa derisi yüzülmüş olabilir. Yde Kızı bıçaklanmış ve boğulmuştu. Bu insanların çok farklı yöntemlerle öldürülmüş olmaları gerçekten ilginçtir. Bunların cinayet kurbanları olmayıp planlı olarak idam ya da kurban edilmiş olduklarını gösteren başka özellikler de vardır. Cesetlerin büyük bir kısmı çıplak gömülmüştü; giysilerin bulunduğu durumda bunlar sanki kişi idamdan önce soyulmuş gibi başka yerlerde bulunmuştu. Windeby ve Yde genç kızlarının başlarının bir yanı tıraş edilmişti.

Arkeologlar bu cesetlerin açıklamasını 2. yüzyıl başlarında yaşamış Romalı yazarlardan Tacitus'ta aramışlardır. Tacitus, Cermen halkları üzerindeki araştırması Germania'dâ Kuzey Avrupa yerli toplumlarında bazı suçlar için verilen cezalar konusunda şunları yazmaktadır: "Hainler ve asker kaçakları ağaçlara asılırlar. Korkaklar, görevden kaçanlar ve doğa-dışı suçlar işleyenler sazdan bir sepet altında bataklığa gömülürler." Burada sözü edilen "doğadışı" hem eşcinsellik hem de rastgele cinsel ilişki olabilir.

Zina suçu işleyen kadınlar ayrı olarak ele alınmıştır: "Suçlu kadın kocası tarafından cezalandırılır. Koca kadının saçlarını tıraş eder, onu çırılçıplak soyar ve akrabaların önünde evinden çıkarıp köyün içinden geçirerek kırbaçlar." Bulunan cesetlerin çıplaklığı bu anlamda rezil etme işareti olabilir. Erken Ortaçağ döneminden bir Burgonya yasasına göre kocasını reddeden bir kadın bataklığa atılır.

Bataklık cesetlerinin suçlular mı yoksa kurbanlar mı oldukları henüz kesin değildir. Kuzey Avrupa'da adakların göllere ve bataklıklara atılma geleneği vardır ve bunların arasında, Trundhum güneş arabası gibi görkemli madeni eşyalar da bulunmaktadır. Bataklık cesetleri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Ama aynı zamanda bataklığa gömülmenin İS ilk yüzyıllarda Cermen toplumları tarafından bir ceza türü olarak kullanıldığını gösteren kanıtları da gözardı edemeyiz.

Bataklık cesetlerinde yapılan mide analizleri, kurbanın son yemeğini tespit etmemize yarayan ipuçları da vermiştir: Tollund ve Grauballe Adamı son yemek olarak yavan bir yulaf çorbası içmişlerdir. Ancak Grauballe Adamı'nın parmak uçları elleriyle çalışmadığını gösterdiği için kendisi yüksek düzeyde biri olmalıydı.

Yediği yulaf zehirli olduğundan komadayken ölmüş olabilir. Son analizde Kuzey Avrupa'nın bataklık cesetleri için bir tek açıklama olmayabilir. Ancak bunlardan pek azının sisli havada uğradıkları talihsiz ve basit bir kaza sonucu bataklıkta öldüğü açıktır.
#46 - Haziran 22 2008, 13:51:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Eski Çağ Kâhinleri

Zaman: İÖ 6. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Yunanistan

Kehanet Ocağı Delphi'de olan, tanrı ne konuşuyor ne de gizliyor, yalnızca bir işaret gönderiyor. HERAKLEİTOS, İÖ 6. YÜZYIL.

Eski Yunanlılar, Tanrıların ölümlülerle konuştuklarına ve gelecek konusunda rehberlik edebileceklerine inanırlardı. Tanrılarla iletişim kurmak günlük hayatın bir parçasıydı. Kâhinler kent kent dolaşıp kehanet satarlar, fal bakarlardı. Bir kuşun uçuşu, bir kurbağanın kalıntıları, bir rüyadaki görüntüler, hatta bir hapşırmanın zamanlaması bile, eğer doğru yorumlandığı takdirde, tanrıların iradesini bildirirdi.

Yunanlılar'ın en önemli buldukları ilahi mesajlar Kehanet Tapınaklarında iletilenlerdi. Bunlar genelde sabit mekânlardı ve tanrılara ve kahramanlara burada doğrudan doğruya danışılabilirdi. En ünlüsü Delphi'deki Apollon Tapınağı'ydı ancak eski literatürde daha pek çok tapınaktan da söz edilmektedir.

Kehanet Tapınakları'nın popülerliği yüzyıllar boyunca yükselip azalmış, yenileri ortaya çıkarken bir kısmı kullanılmaz olmuştur. Yine de 1000 yılı aşkın bir süre, kişiler ve site devletler önemli kararlarda rehberlik etmeleri için buraları ziyaret etmişler ve karşılığında tapınaklara armağanlar ve çoğunlukla da çok değerli hazineler bağışlamışlardır.

Ancak Kehanet Tapınakları'na başvuranların nasıl bir yardım aldıkları bir muammadır. Eski Yunan edebiyatının pek çok tanınmış hikâyesinde bunların mesajları (özellikle de Delphi'ninkiler) hileli ve yanıltıcı ve kehanette bulunulan kişi için felaket getirici olarak tasvir edilmiştir. Yunanlılar'ın önemli kararlarda neden kâhinlere güvenmek istedikleri anlaşılmış değildir. Bu yerlerde kullanılan kehanet yöntemleri konusunda kesin bir bilgimiz yoktur. Kehanet Tapınakları muamması, bilimadamlarını günümüzde bile kandırmaya -ve şaşırtmaya- devam etmektedir.

 

(Solda) Dodona'daki tapınakta, insanların kâhine sordukları soruların bulunduğu binlerce kurşun levha ortaya çıkarılmıştır. Levhada, Hermon, karısı Kretaia'nın çocuk doğurması için hangi tanrıya dua etmesi gerektiğini soruyor. (Sağda) İÖ 5. yüzyıl sonlarından kalma bir kâsede, Atina kralı Aigeus Pythia'nın efsanevi selefi tanrıça Themis'e danışıyor. Aigeus kâhine, çocuk sahibi olmaması konusunu danışmış, daha sonra da kahraman Theseus'un babası olmuştur.

HEZEYAN İÇİNDE KADINLAR VE KOMPLOCU RAHİPLER

Delphi'deki Apollon Kehanet Tapınağı, hem eski literatürde hem de çağdaş bilimadamları arasında en çok dikkati çekendir. Burada "Pythia" adı verilen bir kâhin kadının ilahi vahiy aldığına inanılırdı ve bu vahiy, eskiler arasında en prestijli kehanet yöntemiydi. Bunun nasıl uygulandığı tartışmalıdır.

Söylentilere göre kadın Apollon'un üç ayaklı taburesi üzerinde otururken, oturduğu yerin altından gelen sarhoş edici buharları koklayarak ve defne yaprakları çiğneyerek ilahi bir vecd durumuna geçerdi. Sonra prophetai denilen tapınak rahipleri, onun anlaşılmaz hezeyanlarını şiirlere çevirirlerdi.

Bilimadamları ilk başlarda bunu bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışarak kabul ettiler. Bazıları prophetai''nin yalnızca bir ziyaretçiden aldıkları bilgiyi başkasına ilettiğini ileri sürdüler. Diğerleri, rahiplerin insanların sırlarını öğrenen ve onlara istedikleri şeyi söyleyen kurnaz psikologlar, hatta durumlarından benimsedikleri davaları desteklemek için yararlanan politik komplocular olduklarına inandılar.

 

(Solda) Erken Klasik Dönem'den kalan gerçek boydaki özgün heykellerin en eskisi olan Delphi Arabacısı. İÖ 470 yılında Sicilya'da Gela tiranı Polyzelus tarafından Delphi Apollon'una adanmış daha büyük bir grubun (bir araba, atlar ve belki de bir seyis) bir parçası. (Sağda) Bu altın ve fildişi karışımı başın, Delphi'nin koruyucu tanrısı Apollon'un doğal büyüklükteki bir heykeline ait olduğu sanılmaktadır. İÖ 6. yüzyılda yanmış ve sonra Delphi'de Kutsal Yol altında gömülmüş bir tapınağın kalıntıları arasında bulunmuştur.

KÂHİN Mİ, KÂR PEŞİNDE Mİ?

Ancak bu tür hilekârlığın başarılı olması kuşkuludur. Yunanlılar bu alandaki sahtekârlıkların farkındaydılar: Aristophanes'in popüler komedilerinde karakterler sık sık sahtekâr ve açgözlü kâhinleri eleştirir. Ziyaretçilerden bir tür ücret alındığını bilmemize rağmen Kehanet Tapınakları'na böyle suçlamalar yöneltilmemiştir.

Delphi Kâhini'ne rüşvet verilme girişimini anlatan bazı hikâyeler varsa da, bunların sayısı gayet azdır ve kâhinin ahlaksızlığından çok, rüşveti vermeye çalışanın tiksindirici karakterinin çizildiği bellidir.

Yunanlılar, Kehanet Tapınakları'nın sahipliğinin hiçbir kişiye, gruba ya da devlete ait olamayacağını garanti altına aldıkları için buralardan ve hazinelerinden herhangi bir kimsenin bir kâr elde edebileceğini düşünmek güçtür. Zenginlik yalnızca tanrınındı ve tapınaklarda onu yüceltmek için sergilenirdi. Yalnızca çok nadir anlarda ve çok sıkışık durumlarda bir kimse bunları ödünç almaya cesaret edebilirdi ve bunun da cezası çok ağırdı.

Anlayabildiğimiz kadarıyla Delphi ve diğer Kehanet Tapınakları, gerçek kehanet aracıları olarak görülüyordu. Kâhinleri gözden düşürme telaşında olan ilk Hıristiyan yazarlar bile onları rüşvet almakla suçlamamışlar, yâlnızca kehanetlerini şeytan işi olarak nitelemekle yetinmişlerdir.

Ancak kâhinlerin Yunan toplumunda nasıl bir işlev gördüklerini hâlâ tam olarak bilemiyoruz. Son zamanlarda iki araştırma alanı bu konuya ilginç ama tartışmalı görüşler getirmiştir. Çağdaş kültürlerdeki kâhinlere yönelik antropolojik araştırmaların getirdiği kıyaslamalı malzeme, anlayışımızı genişletmekteyse de, günümüze kalan eski kehanetlerin yakından incelenmesi, geleneksel anlatımın yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir.



Hazinenin kuzey freskinde tanrılar ile Devler arasındaki savaş.

SORULAR VE CEVAPLAR

Kâhinleri kullanan pek çok kültürün insanları gibi Yunanlıların da bunlara gelecek konusundaki merakları için başvurmadıkları anlaşılmaktadır. Yunanlılar kâhinlere hangi hareket yolunu benimseyecekleri konusunda danışmışlar ve genelde zaten verilmiş kararlarının doğrulanmasını beklemişlerdir. Sorular genelde bir "evet" ya da "hayır" cevabı alacak biçimde sorulmuştur.

Dodona'da Zeus Tapınağı'ndaki kâhin, bize kişilerin soruları hakkında en çok malzemeyi sağlamıştır. Delphi'de de aynı soruların sorulduğunu biliyoruz. Sorular evlilik, çocuklar, iş ve seyahat dahil olmak üzere günlük hayatın çeşitli alanlarını kapsamaktadır. Devletin soruları arasında siyasal konular ve yerleşim yerlerinin kurulması bulunmaktadır.

Kâhinlerin dini konularda da aracılar olarak görev üstlendikleri görülmüştür ki bu, dini uzmanı olmayan bir toplumda gayet önemliydi. Kişiler sık sık bir projenin başarısını sağlamak için hangi tanrıya başvurmaları gerektiğini sorarlarken, devlet başvurularında çoğunlukla dini uygulamada yapılacak düzenlemeler ve yenilikler yer almıştır.

Tarihi cevapların analizi, Kehanet Tapınağı'na baş-vuranların geleneksel hikâyelerin o karmaşık bilmeceleriyle pek karşılaşmadıklarını göstermektedir. Bazıları Delphi'deki Pythia'nın cevaplarını ziyaretçilere doğrudan doğruya kendisinin verdiğine inanmaktadırlar. Kadının vecd durumu da tartışmalıdır.

Başka kültürlerde benzer kurumlarla kıyaslamalar, bunun hır "direnç" biçiminde işlemiş olacağım göstermektedir. Yani konuşanda tarafsızlık görünümünü güçlendiren bir mekanizma. Buharlar çıkan yarık ve defne yaprağı çiğneme, kesinlikle daha sonraki yazarların hayalgüçlerinden doğmuş olsa gerektir.



Siphnian Hazine Dairesi'nin doğu freski. Troya Savaşı'nda Akhilleus ile Memnon'un mücadelesi.

SIRADAN DOĞRULAMA

Bu analizler, Yunanlıların Kehanet Tapınakları'na neden başvurduklarını anlamamızı kolaylaştırırsa da, geleneksel hikâyelerin o karışık mesajları konusunda da düşünmeye zorlamaktadır. Kâhinler gerçekten böyle kehanetlerde bulunmuşlar mıdır?

Eski Yunanlılar buna inanıyor ve bunları sonradan ortadan kalkmış olan eski bir uygulamaya bağlıyorlardı. Bu hâlâ geçerliliğini koruyan açıklamadır. Diğer (araştırmacılar bu hikâyelerin yalnızca atasözleri, söylentiler ve o zaman çok yaygın olan genel kehanetlerin bir karışımı olduklarını ileri sürmektedirler.

Hangi açıklamayı kabul edersek edelim, bu hikâyeler Yunanlıların ölümlü ile ilahi bilgi arasındaki farkı nasıl gördüklerini açıklamaktadır ve bu da bize onların gelecek konusunda rehberlik olarak gördükleri şey için kâhinlere neden başvurduklarını anlamamıza yardımcı olur.
#47 - Haziran 22 2008, 13:52:12
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Punk- O -Rama

Tutankhamon atın üzerinden düşerek ölmüştür,bacağı yarılmıştır kendisini.Hız tutkunu olduğu için sürekli ata binmesiyle bilinirdi.20'li yaş dişlerindende çok çekmiştir kendisi,ağzında büyük bir enfeksiyon olduğu gözlemler sonucu kesinlik kazanmıştır.Öldürülmesi saçmalıktır,yazıktır yapmayın şunu.
#48 - Haziran 22 2008, 13:52:31

Mayaların Kayıp Kenti

Zaman: İS 250-909
Mekân: Orta Amerika

...Madalyon tabletlerde bunları yapan insanların kendileri hakkında bilgiler yazdıklarını ve bu tabletler aracılığıyla bir gün yok olmuş bir ırkla konuşarak kentin üzerindeki esrar sisini dağıtacağımızı düşünüyorduk. JOHN LLOYD STEPHENS, 1841

Guatemala, Meksika ve Belize'yi kaplayan ovalar üzerinde uçmak, Orta Amerika'nın son büyük vahşi topraklarını görmek demektir. Kereste ve toprak elde etmek amacıyla ormanların giderek azalmasına rağmen bölge, hâlâ dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biridir.

Burası bin üç yüz yıl önce Maya uygarlığının yoğun bir biçimde iskan edilmiş merkeziydi: Sayısız büyük kentte yüksek piramitler ve geniş alanlara yayılmış saraylar vardı, geniş meydanlarında ustalıkla oyulmuş anıtlar tanrısal hükümdarlarını yüceltirdi. Çok uzun zaman önce terk edilmiş bu kentler bugün yalnızca ağaç kökleriyle birbirine bağlanmış höyüklerden ibarettir.

En etkileyicileri dahil Maya kalıntıları, tozlu akademik dergilerin sayfaları arasından nadiren çıkar. Ama bazıları gerçek bir üne, hatta mistik bir havaya sahiptirler. 1970lerde üzerlerinde gayet güzel hiyeroglifler olan yağmalanmış bir dizi heykel, hemen hemen aynı anda sanat piyasasında boy gösterdi. Bunlar balta girmemiş ormanlarda keşfedilmeyi bekleyen çok önemli bir başkentin ürünleri miydi? Pek çok kimse öyle düşündü ve buraya "Q Alanı" adı verildi (Latin Amerika İspanyolca'sında "hangi" anlamına gelen "que?" sözcüğünden).

 

(Solda) Q Alanı'yla bağlantılı yerlerin haritası. (Sağda) Q Alanı anıtlarında k'uhul kaan ajaw ya da "Yılanın İlahi Efendisi (Krallık)" demek olan "oyma amblem"e atıflarda bulunmaktadır. Bu, Maya dünyasının en büyük güçlerinden biri olan Calakmul'a aittir.

Q Alanı'nın nerede olduğu hakkındaki yegâne ipuçları hiyerogliflerdedir. Aynı "oyma amblem" (glif) -ki belirli bir krallığın "tanrısal efendisi"ni anlatan bir kraliyet unvanıdır- çeşitli taşlarda bulunmuştur. Klasik dönemin (İS 250-909) politik ortamı 50 küsur krallığa bölünmüştü ve bunlar çok sınırlı site-devletlerdi. Bu belirli amblem en önemlilerinden biri olan Kaan ya da "yılan" krallığını belirtiyordu. Bu önemli krallığın başkentinin neresi olduğu hâlâ bilinmemektedir.

20 yıl süren ve çeşitli görüşlerin kimi zaman öne çıkıp kimi zaman kaybolduğu tartışmada bazıları Yılan başkentinin büyük Calakmul Harabeleri olduğu fikrinden şaşmamışlardır. Orada pek çok anıtın bulunması - en az 117 tane- genelde bu sorunun çözümlenmesini kolaylaştıracakken yerel yumuşak kireçtaşının çabuk bozulması ve bin yıl süreyle tropik yağmurlar altında kalması, yazıların çoğunu silmiştir.

Silinmiş metinlerin dikkatli incelenmesi ve kazılardan yeni çıkarılan bulgular, ancak son yıllarda somut yanıtlar sağlamaya başlamıştır. En önemli katkı, Yılan başkentiyle ilgili iki yer adının tanınmasıyla sağlanmıştır: Oxte'tuun ("Üç Taş") ve chiik naab' (anlamı henüz bilinmemektedir). Her ikisi de Calakmul metinlerinde sık sık yer almaktadır ki, burada kent ile çevresinden sözedildiği kesindir.

Şu halde, eğer Calakmul, Yılan'ın kentiyse, Q Alanı heykelleri oradan mı gelmiştir? Son araştırmalar bunun böyle olmadığını göstermektedir? Calakmul, Klasik Maya dünyasının en büyük hegemon'larından ya da süper güçlerinden biriydi ve hükümdarları 130 yıl boyunca "üst-krallar" olarak daha alt düzeyde olan çağdaşlarına hâkimdiler.

Q Alanı taşlarının Calakmul hanedanına tâbi kralların hâkimiyetini kutladıkları ve birden fazla yerden geldiklerini gösteren belirtiler vardı. Daha büyük parçalardan bazılarının artık El Peru kentinden oldukları bilinmektedir. Acaba, diğerlerini teşhis edebilme umudu nedir?

 

Q Alanı'ndan bu panoda Calakmul'da bir top oyununda adı sağ üst köşede olan Chak Ak'ach Yuk ("Büyük Hindi") görülüyor; Bu hükümdarın La Corona'daki anıtta bulunan adı (sağda) panonun oradan geldiğinin kanıtı olabilir.

CENGELDE BİR KEŞİF

1996'da Maya ormanında eski yollan araştıran bir NASA uydusu, Guatemala'da Los Veremos yakınlarında chicleros (sakız toplayıcıları) tarafından bir göl kıyısında yapılan bir tür kamp tespit etmişti. Yapılan bir keşif seferinde muhtemel bir kano rıhtımı bulunurken, yakınlardaki höyüklerde hiyeroglifli kırık bir anıt ortaya çıkarıldı.

Harvard Üniversitesi Peabody Müzesi'nden lan Graham ve David Stuart'ın ertesi yıl yaptıkları araştırmalarda bu yıkıntıların haritası çıkarıldı, buraya La Corona ("Taç") adı verildi başka daha uzun kitabeler bulundu.

Bu kitabeler La Corona'nın Calakmul ile yakın ilişkisini ortaya koymuştu. Stuart, Chak Ak'ach Yük ("Büyük Hindi") adını tespit etti. Bunun büyük Calakmul kralı Yich'aak K'Ak'ın ("Ateş Pençe") yaptığı önemli bir ayine katılan yerel bir hükümdar olduğu anlaşıldı. Chak Ak'ach Yük, Q Alam anıtlarından en büyüklerinden birinde, Calakmul'da Maya top oyunu oynarken görülmektedir. Bu bağlantı bu panonun en azından La Corona'dan ya da ona çok yakın bir yerden geldiğim göstermektedir.

La Corona, Q Alanı bilmecesinin kısmen çözümlese bile, ormanın, geri kalan parçaları içinde barındırdığını biliyoruz. Daha çok çalışma ve biraz da şansla geri kalanları da ortaya çıkarabiliriz. Q Alanı'nı arama gerçek bir balta girmemiş orman serüvenidir ama bu aynı zamanda, Kolomb-öncesi Amerika'nın en mükemmel yazı sistemi olan Maya hiyerogliflerinin çözülmesinin, Maya tarih ve politik coğrafyasını çözmekte etkin bir araç olduğunu da göstermektedir.
#49 - Haziran 22 2008, 13:53:21
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Nazca Çizgilerinin Gizemi

Zaman: İÖ 100-İS 700
Mekân: Güney Peru

Basitçe söylemek gerekirse: Her ne olursa olsun, pampa'daki mesaj bizim için olmayabilir! Hayvan biçimindeki biçimler, bende onların içinde yatan sırların Darwin'in Türlerin Kökeni'nden çok Alis Harikalar Diyarında'ya daha yakın olduğu duygusunu uyandırmaktadır. ANTHONY AVENI, 2000

Peru'nun güney kıyılarının Nazca halkı küçük krallıklar federasyonuydu: Çiftçiler, balıkçılar ve uzman dokumacılar. Bunlar, hassas bir Çizim tahtası potansiyeline sahip bir çöl olan Pampa de Ingenio'nun kenarlarında yaşarlardı.

Burada ince kum ve küçük taşlardan oluşan toprak tabakasını kaldırmışlar ve beyaz alüvyonun üzerine yerden asla tim olarak görülemeyecek büyüklükte gayet karmaşık bir çizgiler ve figürler ağı bırakmışlardır. Çölün tepesinden bir uçakta bakıldığında, bazıları bir uçak pisti kadar geniş olan bu çizgilerin vadiler ve alçak

tepeler boyunca kilometrelerce uzandığı görülür. Diğerleri merkezlerden yayılırlar. Bazı çizgiler dev kuşlar, maymunlar, bir balina, örümcekler ve hatta bitkiler oluşturacak biçimde birleşir ama bunları yaratanlar bu nesneleri asla tümüyle görebilmiş değillerdi. Şu halde uçakları olmayan insanlar bu çizgi ve resimleri neden çizmişlerdir?



Nazca'da çöle çizilmiş bir kuşun havadan görünüşü. Nazca halkı yüzeyde tam olarak görmeleri imkânsız şekilleri çizmek için neden toprağın ince üst tabakasını kaldırmışlardır?

ÇİZGİLERİN ARAŞTIRILMASI

Almanya doğumlu matematikçi Maria Reiche, 1939 yılında Nazi Almanyası'ndan Peru'ya kaçmış ve Nazca'da öğretmenliğe başlamıştı. Reiche, çok geçmeden gördüğü bu çizgileri kaydetmeyi ve korumayı kendisine iş edindi ve uzun yıllar boyunca onları ölçtü. Bu çizgilerin ufuktaki göksel olayları belirttiğine ve hayvanların da gökyüzündeki takımyıldızları temsil ettiğine inanıyordu.

Reiche 1963'e kadar yirmi yılı aşkın bir süre hemen hemen tek başına çalıştı. Ama bir süre sonra, gizemli olaylar ve okült olgularla uğraşan popüler kültür dalgası pampaya akın etmeye başladı. Sözde arkeolog Erich von Daniken, yazdığı popüler arkeoloji (ya da uzay) kitaplarında çizgilerin eski astronotların uzay gemileri için hazırlanmış pistler olduğunu bile ileri sürdü!

1970'li yılların sonunda bilimadamları, Nazca Çizgileri'nin Peru kıyılarının büyük bir kısmında bulunan ve "jeoglif" (jeo-oyuklar) adı verilen yer çizimlerinin benzerleri olduğunu anladılar. Anthony Aveni ve Gary Urton, 62 tane ışını andıran merkezin krokisini çıkardılar ve Nazca yakınlarından kimi 13 kilometre uzayan 762 uzun çizginin dizilişini incelediler. Aveni bunları bilgisayara yükleyince çoğunun yıllık yağmur sularının Andlar'dan kıyı nehirlerine akmaya başladığı Kasım başlarındaki kritik günlerde ufukta güneşin doğduğu noktayla çakıştıklarını tespit etti.

Arkeolog Persis Clarkson, 1600 kilometrelik çizgilerde kültürel kalıntılar aradı. Çizgiler boyunca yürüyen insanların kamp yerleri olabilecek kaba sığınaklar ve çanak çömlek parçaları buldu. Aveni ile arkadaşları Nazca Çizgileri'nin pampaya su gelişi sırasındaki ayin faaliyetinin önemli bir kısmı olarak yerel akraba grupları tarafından korunan, temizlenen ve süpürülen yollar olduğuna inanmışlardı.

Işın merkezleri suyun pampaya bitişik nehir vadilerine geldiği yerlere yakın alanlarda toplanmıştı. Yamuk oyuklar eski dereyatakları arasındaki yüksek arazi parçalarındaydı. Belki de bunlar suyun akış yönünü işaret etmekteydiler.

 

(Solda) Nazca'nın yerini gösteren Güney Amerika haritası. Taranmış yer daha sonraki İnka imparatorluğundur. (Sağda) Pampa de Ingenio'da çöl yüzeyindeki çeşitli jeogliflerin krokisi.

ÇİZGİLERİN ANLAMI

Çizgilerin eski Nazca yaşamında önemli bir sembolik rol oynadığını kabul etsek de, Nazca inançları hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız için hayvan ve bitki "jeoglif"lerinin anlamını bilemiyoruz. Andlar'da dağ tanrılarının insanları koruyup havayı kontrol ettiğine inanılırdı. Bunlar göllerle, nehirlerle ve Büyük Okyanusla (hem verimliliğin hem suyun nihai kaynağı) ilişkilendirilir. Nazca yağmur yağdırma ayinlerinde, sulama kanalları için su kaynağı olan yerel dağlar önemlidir.

Arkeolog Johan Reinhard, çağdaş Bolivya'da bazı kırsal kiliselerin ve haç-I.ırııı uzun yer çizgilerinin ucunda yer aldığını göstermiştir. Örneğin, Bolivya'nın Sabya köyünden uzanan kutsal çizginin başında, her Ocak ayında köyün reisi yağmur için adaklar sunar.

Bir başka arkeolog olan Helaine Silverman ise, Caluıachi adında bir tören merkezini kazmıştır. Silverman'ın kazdığı alanda, höyükler, mezarlıklar ve tapınaklar ağının yüzleri dışarıya, "jeoglif"leri ise pampaya dönüktür. Mekâna bitişik olan nehir hemen hemen hiç kurumaz ve bu kutsal yerde su bütün yıl kaynayarak yüzeye çıkar. Cahuachi ve diğer mekanlardaki Nazca resimleri, papazların ve mitolojik yaratıkların maskeli performanslarını vurgulamaktadır.

Belki de bu çizgiler yerel dünyaya kök salmış politik, toplumsal ve dini fenomenlerdi. Bunlar boyunca yürüyenler kutsal yere gelince ritüel varlıklara dönüşmekteydiler ve dönüşüm dans, süslü kostümler ve maskeler ve şamanist translarla mümkün oluyordu.

Esrarengiz Nazca Çizgileri hep tartışmalı kalacak. Ancak son araştırmalar, çöldeki çizgilerle Büyük Okyanus boyunca yaşayan insanları ve tarım ürünlerini besleyen can-verici su arasında yakın bir ilişkiye işaret etmektedir.
#50 - Haziran 22 2008, 13:54:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Tiwanaku'yu Kim İnşa Etti?

Zaman: İS 6-12, yüzyıllar
Mekân: Bolivya

Tiwanaku büyük bir kent değildir ama orada bulunan büyük binaların görülmeye değer olduklarından söz edilir. Başlıca binalardan birinin yakınında büyük taş temeller üzerine inşa edilmiş yapay bir tepe vardır. Bu tepenin ilerisinde insan biçimli iki taş put yer alır... Bunlar o kadar büyüktür ki, küçük devlere benzerler... Bu taş heykellerin yanında, eskiliği ve üzerinde yazı olmaması bu büyük temelleri kimin attığını ya da bunlar inşa edildiğinden bu yana ne kadar zaman geçtiğini bilmeyi imkânsız kılan bir bina daha vardır... CIEZA DE LEON, 1553

Bolivya'da Titikaka Gölü yakınındaki yaylalarda bulunan Tiwanaku arkeolojik alanı Amerika'larda ilk Avrupalı vakanüvislerin dikkatini çeken en eski anıtların bulunduğu bir yerdir. Bazı anlatımlara göre büyük İnka imparatoru Pachacuti bile 15. yüzyıl sonlarında bölgede zafer yürüyüşü yaparken kalıntıların taş işçiliğinden etkilenmişti. Efsanelere göre imparator, Tiwanaku bölgesinden taş ustalarının Cuzco'da İnka başkentinin inşaatının başına getirilmesini emretmiştir.

Tiwanaku eski Amerika'ların büyük uygarlıklarından birinin başkentiydi. Bu geniş ve planlı merkez, görkemli Tiwanaku Vadisi'nde Güney Titikaka Havzası'nın çayırları üzerine kurulmuştu. Dokuzuncu yüzyılda doruk noktasındayken Tiwanaku piramitler, saraylar, sokaklar ve devlet binalarından oluşan etkileyici bir mimari merkezin çevresinde toplanmış kalabalık bir nüfusa sahipti. Kente, büyük, teraslı, yapay bir taş cepheli piramit hâkimdir.

Akapana olarak bilinen bu piramit, tabanında 197x 257 metre olup 16,5 metre yüksekliğindedir. Akapana'nın kuzey cephesinin yanında Kalasasaya olarak bilinen surla çevrili alan 120x130 metredir. Bölgedeki diğer binalar arasında saraylar, zanaat uzmanları için ikametgâhlar, tapınaklar ve halk için evler vardır. Başkentin bu mimari merkezinin çevresinde vadide düzinelerce köyde kerpiç evlerde yaşayan işçiler ve çiftçiler bulunurdu.

Kentin 30.000 ile 60.000 nüfusa sahip olduğu ve 4-6 kilometre kare bir alana yayıldığı tahmin edilmektedir. Tiwanaku ile göl arasındaki vadi de iskân edilmişti. Bu yerleşim birimleriyle başkentin toplam nüfusu, Tiwanaku'yu İS l. binyıl sonunda dünyanın en büyük kentlerinden biri yapmaya yeterliydi.

 

(Solda) En üstünde bir avlu olan basamaklı piramit Akapana tapınağının krokisi. (Sağda) Kalasasaya külliyesinden turkuvaz taşlı taç biçiminde altın bir maske.

TİWANAKU'NUN KÖKENİ VE GENİŞLEMESİ

Tiwanaku Vadisi'nde ve Orta Andlar çevresinde yapılan arkeolojik araştırmalar, Tiwanaku'nun kökenleri hakkında somut bir tablo ortaya koymaktadır. Bölgede ilk insan yerleşimi, Tiwanaku'nun Titikaka Havzası'ndaki yüzlerce köyden biri olduğu İÖ 1500 yıllarında gerçekleşmiştir.

Tiwanaku, yaklaşık bin yıl boyunca etkinliğini artırmaya devam etmiş ve IS 1. binyılın ilk yüzyıllarında bölgenin iki büyük politik merkezinden biri olmuştur. Kuzeyde Pucara da 200-300 yılları arasında gelişerek 100-150 hektarlık küçük bir kent olmuştu. Bu dönemde Tiwanaku da boyut ve yapı olarak herhalde Pucara'ya çok benzemekteydi.

350 yılında Pucara'nın siyasal merkez olması sona erdi, Tiwanaku büyümeye devam etti. 500 yılında Tiwanaku, artık Güney Titikaka Havzası'nda başlıca siyasal güçtü. Tiwanaku, 650 yılında yayılma siyaseti gütmeye başladı. Gölün güneyindeki Güneş Adası'nı ele geçirip orada ilk bölgesel hac merkezini yaparak genişlemeyi sürdürdüler. 800 yılı geldiğinde Titikaka Gölü bölgesinde koloniler kurmuşlardı.

Tîwanaku halkının bu sert çevrede, Amerika'larda ilk devletlerden birini nasıl kurduğunu artık anlamış bulunmaktayız. Halk obsidyen, mısır ve yaylada bulunmayan diğer ürünleri elde etmek için birkaç yüz kilometre uzaktaki kolonilere yerleşmişti. Titikaka Gölü bölgesinde, waru waru eski tekniği kullanılarak göl kıyısındaki bataklık arazi yüksek verimli tarım arazisine dönüştürüldü. Bu tarlalar Tiwanaku topraklarında da, daha ötesinde de saptanmış olup, Tiwanaku devletinin tarımsal tabanını oluşturuyordu.



Güneş Kapısı'ndan bir ayrıntı: Ortadaki röliyef kimi zaman Kapı Tanrısı olarak da bilinen, başlıca Tiwanaku tanrılarından birini simgeliyor.

TİWANAKU'YU KİM İNŞA ETTİ?

Tiwanaku şehri, kuşaklar boyu süren bir muammadır ve fantastik köken kuramları doğuran bir avuç eski yerden biridir. Bilimadamları pamuk, mısır, meyve gibi önemli ürünlerin yetişmediği yüksek, soğuk ve rüzgârlı bir yaylada büyük bir kentin nasıl gelişebileceğini sorgulayıp durmuşlardır. Bu büyük merkezi yapanlar kimlerdi? Bazı tarihçilerin iddia ettiği gibi güneyden gelen göçmenler mi, yoksa orada bin yıldır yaşayan asıl halk mı inşa etmişti?

Yıkıntılar arasında bulunan heykelleri gören ilk Avrupalı yazarlar, eski çağlarda yaşamış dev bir ırktan söz etmişlerdir. 19. yüzyıl sonlarında bilim-adamı Arturo Posnansky, Tiwanaku'nm ilk olarak 10.000 yıl önce Büyük Okyanus kıyısında inşa edildiğini, sonra da jeolojik olarak yükselmiş olacağım düşünmüştür. Yirminci yüzyıl başlarında bazı yazarlar Tivvanaku'nun insanlığın doğum yeri, özgün Cennet Bahçesi ya da efsanevi uygarlık Atlantis olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tiwanaku'nuın Çin göçmenleri, Vikingler ve diğerleri tarafından inşa edildiği hakkındaki kuramların sayısı da az değildir.

Dilciler genellikle çağdaş Aymara dili konuşan insanların, Tiwanaku bölgesine 12. yüzyılda geldiklerine inanırlar. Bu kuramlara göre Tiwanaku'yu inşa edenler Pukina adında şimdi kaybolmuş olan bir dili konuşmaktaydılar.

Arkeolojik ve yer adı kanıtları ise Tiwanaku halkının Tiwanaku kurulmadan yüzlerce yıl önce bölgede yaşayan Aymara dili konuşanlar olduğunu akla getirmektedir. Eski Akdeniz ve Ortadoğu'nun büyük uygarlıklarında olduğu gibi Tiwanaku da Titikaka Gölü bölgesinin çağdaş sakinlerinin ataları tarafından kurulmuştur.
#51 - Haziran 22 2008, 13:55:06
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Polinezyalıların Anavatanı

Zaman: 30.000 yıl önce- İS, 1200
Mekân: Pasifik

Bilebildiğimiz kadarıyla Proes ya da Pahee's adını verdikleri bu teknelerle, bu insanlar, bu denizlerde adadan adaya yüzlerce mil dolaşmaktadırlar, Güneş gündüzün, Ay ve yıldızlar da gecelen pusula işlevini görmektedir. KAPTAN JAMES COOK, 1769

Kaptan Samuel Wallis, HMS Dolphin gemisiyle 17667da yoğun bir sabah sisi içinde Tahiti adasına yaklaşmaktaydı. Sis dağılınca gemisinin uzun boylu, "sağlam yapılı" savaşçılarla dolu düzinelerce kanoyla çevrili olduğunu gördü. Tahiti çok geçmeden Avrupa'da, uzak bir tropik cennet olarak tanındı.

Burada kadınlar güzeldi, yoksulluk diye bir şey yoktu, insanlar soylu vahşi türünün en üstün örnekleriydi. Ancak daha aklı başında bir gözlemci olan Kaptan James Cook adayı 17697da ziyaret ettiğinde, o günden beri bilimadamlarım şaşkına çeviren bir soruyu ortaya attı: Tahitililer bu ıssız yurtlarına nereden gelmişlerdi? Yalnızca basit kanoları olan ve metali bilmeyen bu insanlar, açık okyanusları nasıl aşıp da Büyük Okyanus'un en uzak adalarına yerleşmişlerdi?

Cook'un, Polinezyalılar'ın daha batıdan geldiklerinden kuşkusu yoktu. Âdeta bir kâhin gibi şöyle yazıyordu: "Onları ada ada izleyerek, Doğu Hint Adaları'ndan geldiklerini saptayabiliriz." Büyük İngiliz denizcisi Tupaia adında bir yerel kanocu ile konuşarak kendisine kaptanların çok uzaktaki ıssız adalara nasıl gittiklerini sordu. Tupaia pusula olarak güneşi ve yıldızları nasıl kullandıklarını anlattı.

Cook, PoImezyalılar'ın yüzlerce mil alize rüzgârları altında gidebilmelerine şaşınca Tupaia batı rüzgârlarının Kasım'dan Ocak ayına kadar estiklerini ve kanoların o aylar içinde rüzgâr yönünde gayet hızlı yol aldıklarını söyledi.

Tupaia, zihninde Polinezya'nın görüntüsünü taşıyordu. Adaları, her birine kaç günde gidileceğini ve yönlerini sıralayınca Cook bunları kabataslak bir haritaya yerleştirdi. Çağdaş bilimadamları, Tupaia'nın kuzeydoğuda Markiz Adaları, doğuda Tuamotus, güneyde Austral (Tubai) ve güneybatıda Cook Adalarıyla sınırlı bir alanı tanımlayabildiğine inanmaktadırlar.

Batıdaki Fiji ve Samoa adaları bile adamın aklındaydı ki, bu Avustralya ya da Birleşik Devletler kadar bir bölgenin akılda tutulan haritası demekti. Kaptan James Cook, Yeni Zelanda'ya giderken, Polinezya yöntemlerini izleyebilmek için Tupaia'yı da kendisiyle birlikte gelmeye ikna etti. Ama ne yazık ki, Endeavour Güneydoğu Asya'dayken Tupaia hastalanıp öldü.



Uzun mesafeli yolculukların başladığı Polinezya'da, Raiatea Adasında Tuputaputia'da restore edilmiş eski bir marae (tapınak).

VARSAYIMDAN DENEYE

Cook'tan sonraki kâşifler, Tahitili denizcilerle görüşmemişlerdir. Pek çok masabaşı araştırmacısı, Pasifik Adalarının rüzgârın etkisiyle kıyıdan çok uzaklara sürüklenmiş kanolar tarafından iskân edildiğini kabul etmiştir. Ancak 1965'te İngiliz David Lewis, Mikronezya'nın Caroline Adaları'nda yaşlı kano kaptanlarıyla karşılaşmıştı.

Lewis onlardan, karadan çok uzaklara gitmek için önemli yıldızları izlemeyi, dalgaların yönünü, uzak kıyılara çarpıp dönen dalgaları tanımayı, deniz ve kara kuşlarının uçuşlarını izleyerek çıkış noktalarından çok uzaktaki adalara nasıl gittiklerini öğrendi. Bu denizciler denizin ve gökyüzünün aynı işaretlerini kullanarak evlerine sağ salim dönebiliyorlardı.

Lewis hızla kaybolmakta olan bir sanatı korumaya kararlı olarak Avrupa yapımı okyanus yatını, yalnızca bir yıldız haritası ve yardımcı olarak Polinezyalı bir denizci ile Cook Adalarından Yeni Zelanda'ya kadar götürdü. Lewis 1970'lerde de Caroline Adaları kılavuzlarının yanına çırak olarak girdi.

Böylece varsayım, yerini deneyime bırakmış oldu. Antropolog Ben Finney 1960;lı yılların sonunda eski çağların Polinezya kanolarının benzerleriyle uzun süreli deneylere başladı. Finney7in ilk teknesi Naleiha, Hawaii kraliyet kanosunun 12 metrelik bir kopyasıydı.

Hawaii7nin rüzgârlı sularında yapılan deneyler teknenin rüzgârla yol alabileceğini gösterince Finney, Büyük Okyanus Adalarında kullanılan kano tasarımlarını birleştirerek yaptırdığı bir kanoyla Hawaii7den Tahiti'ye gidip gelmeye karar verdi. Hawaii7li Kerb Kawainui Kane tarafından tasarlanan Hokule'a çifte gövdeli, iki yengeç kıskacı biçimli yelkenli 19 metrelik bir tekneydi.

Finney, Mikronezyalı denizci olan Mau Piailug ile çoğunluğu Hawaii'lilerden oluşan bir mürettebatla 1976'da Hawaii'den Tahiti'ye gidip döndü. Bu yolculuğun ardından yalnızca yerli kılavuzlar kullanarak adalar çevresinde iki yıllık bir yolculuğa çıktı. Hokule'a'nın deneyleri sayesinde eski Polinezya seyir becerileri artık sonsuza kadar korunmaya alınmıştır.



Hawaii çifte gövdeli kanosunun modern kopyası olan Hokule'a. Geleneksel seyire duyulan ilgi Hokule'a'yı ve diğer tekneleri eski kano rotalarında yolculuklara sürüklemiştir.

ESKİ GÖÇLER

Arkeologlar ve dilciler de buralardaki eski göçlerin izlerini araştırmışlardır. 77 Austronezya dilinin yakınlarda yapılan bir İncelemesinde, buralardaki adaların sakinlerinin kökenlerinin Taiwan olduğu anlaşılmıştır. Bunlar adadan adaya atlayarak Filipinlerde ve Yeni Gine'ye, oradan Tahiti, Hawaii, Yeni Zelanda'ya ve Paskalya Adası'na geçmişlerdir.

Bu karmaşık yolculuğun 2000 yılı aşkın bir süre sürdüğü tahmin edilmektedir ki, tarih öncesi terimlerle bu yalnızca bir göz kırpma zamanı demektir, insanlar Solomon Adaları'na en az 28.000 yıl önce yerleşmişlerdir.

5000 yıl öncesinde çok geniş bir değiş tokuş ağı deniz kabuklarını, obsidyeni (volkanik cam) ve diğer maddeleri Asya kıtasının içinden ortadaki adalara kadar getirmiştir. Bu insanları kendilerine özgü "Lapita" çömleklerinden izleyebiliriz ki, bu da Yeni Gine açıklarındaki Bismarck Takımadalarında gelişmiş olabilir. Ama 10 birinci binyılda Fiji kadar doğuda bulunduğu tespit edilmiştir.

Okyanusa dayanıklı çifte gövdeli kanolar ve taro gibi kolay depolanan bitki kökleri ufkun ötesindeki birbirlerinden yüzlerce mil uzaklıktaki adalara ziyareti mümkün kılmıştır. Kendisi de denizci olan Yeni Zelandalı arkeolog Geoffrey Irwin, bilgisayar modellerini ve kendi yolculuklarını kullanarak denizaşırı yolculukların sistematik olduğunu, bilerek gerçekleştirildiğini ve okyanus ve gökyüzü bilgisine dayandığını göstermiştir.

Kılavuzluk sisteminin kuşaktan kuşağa geçmesi nedeniyle denizcilerin başarıları şaşırtıcı olabilir ama hiç de esrarengiz değildir. Mikronezya ve Doğu Polinezya IS l. yılda Fiji'den başlayarak son 2000 yıl içinde iskân edilmiştir. Tahiti'ye 800, Hawaii'ye 600, Paskalya Adası'na 300 ile 400 ve Yeni Zelanda'ya 1000 yılında yerleşilmiştir. Bu yolculuklar!;) çağdaş insanın dünyaya 150.000 yıl süren yayılmasının son bölümü de tamamlanmış oluyordu.
#52 - Haziran 22 2008, 13:56:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İnkaların Çocuk Kurbanları

Zaman: 14-15. yüzyıllar
Mekân: Ekvator, Peru, Şili, Arjantin ve Bolivya

Bir keresinde bu adaya kurban edilmek üzere on dört yaşında bir kız getirilmişti. Ancak başrahip kızı kabul etmedi. Vücudunu titiz bir muayeneden geçirince memelerinin birinin altında küçük bir ben bulmuştu. Bu nedenle tanrılarına kurban edilmeye değer bulunmamıştı. PEDER BERNABECOBO, 1653

İnka İmparatorluğu'nu Konu edinen ilk vakayinameyi yazan İspanyol vakanüvislerinden Peder Barnabe Cobo, bize şimdi Bolivya Cumhuriyeti'nde olan Titikaka Gölü'ndeki Güneş Adası'ndan getirilen genç kızın yukardaki hikâyesini anlatır. Kız, eski Andlar'ın en büyük hac merkezlerinden ve dini tapınaklarından birinde kurban edilecekti. Ancak kız, kurban edilemeyince hikâyesini İnka İmparatorluğu'nun 1532'de fethinden birkaç yıl sonra adaya gelen bazı İspanyollar'a anlatacaktı.

İnkalar hakkındaki bilgilerimiz Cobo gibi eski zaman vakanüvislerinden ve çağdaş arkeolojik araştırmalardan gelmektedir. İnka İmparatorluğu'nun çok büyük, çok-etnikli, çok-dilli bir devlet olup 4000 kilometrekare bir alana yayıldığını biliyoruz, iktidar hanedanlarını 16. ya da 14. yüzyılda kuran halk Andlar'ın çok yükseklerinde olan Cuzco'da yaşıyorlardı ve burası onlara göre dünyalarının maddi ve manevi merkeziydi.

İnka İmparatorluğu'nun Quechua dili konuşan ataları birkaç kuşak içinde Batı Amerika'nın bu geniş topraklarında yaşayan onlarca farklı etnik grubu ve topraklarım fethetmişlerdir. İsyanlar çok sıktı ve böyle büyük bir alam ve halkı kontrol altında tutmak çok güçtü. Dünyanın diğer eski imparatorluklarında olduğu gibi, farklı grupları iktidardaki hanedanların kontrolü altında tutmanın ve İktidarlarını yaygınlaştırmanın başlıca yolu, bir devlet dininin kurulmasıydı.

 

(Solda) Arkeologlar Llullaillaco zirvesinde bir kazıda. Burada, 6700 metre yükseklikte kadın bir İnka kurbanı bulunmuştur. (Sağda) Cerro el Plomo'da 6000 metre yükseklikte, en güney noktada bulunan İnka mumyası. Bu çocuk kurbanın yanında, çeşitli heykelcikler ve bir torba koka yaprağı bulunmuştur.

ANDLAR'IN KUTSAL YERLERİ

İnka İmparatorluğu boyunca ve ondan yüzyıllarca önce And halkları kutsal yerlerde "Huaca" adını verdikleri tapınaklar inşa ederlerdi. Huaca'lâr ruhani gücü olduğuna inanılan bir doğa parçasındaki doğal ya da insan elinden çıkma bir mekândı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huaca'larda adaklar çok yaygındı.

En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de çocuklardı. İlk İnkalar Cuzco bölgesinde yüzlerce tapmak yapmışlardı ve bunların her biri yeni doğmakta olan İmparatorluktan akraba gruplar tarafından bakılır ve korunurdu.

İmparatorluk büyüdükçe devlet Güneş Adası'nda-ki gibi daha büyük tapmaklar inşa etti. Tapınak külliyeleri belli başlı huaca'larda Güneş'e, Ay'a, Gökgürültüsü Tanrısı'na ve diğer tanrılara adanırdı. Bu huaca'ların çevresinde bir din geliştirmek için çok büyük kaynak ve enerji harcanmıştı. Görkemli tapınaklar Cuzco soylularının, uyruklarının yaşamları üzerinde sahip oldukları ideolojik ve politik gücü vurgulamaktaydı.

 

(Solda) Günümüzde bir maestra ya da şaman, bir adak töreninde koka yaprakları ve günlük yakıyor. (Sağda) 1995'te bir çığ düşmesi sonunda Peru'da Ampato zirvesindeki buzlar arasında bulunan İnka kızının mumyası.

İNSAN KURBAN ETME

İnsan kurban etme, İnkalar'ın bir icadı değildi. İspanyol öncesi And ikonografisinde genelde savaş tutsakları olmak üzere kurban edilmiş insanların tasvirleri yer almaktadır. Hatta Peru'da ilk yontulmuş taş kitabelerde, kafaları kesilmiş savaş tutsakları görülür. Diğer kültürlerde de insan kafası ganimet olarak alınmıştır. İnkalar bu uygulamaları imparatorluğu bir arada tutan devlet dininin ve imparatorluk ideolojisinin bir parçası haline getirmişlerdir.

Çocukların kurban edilmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Çocuklar capac hucha adı verilen politik bakımdan önemli bir ayinde kurban edilirlerdi. Colin McEwan ve Maarten van de Guchte'ye göre bu terim, "Kraliyet yükümlülüğü" olarak çevrilebilir.

Bu bilimadamları, araştırmalarında, altı ile on yaşında çocukların imparatorluğun dört bir yanındaki köy ve kasabalardan Cuzco'daki başkente nasıl gönderildiklerini anlatırlar. Bazıları için bu, yüzlerce, hatta binlerce kilometre yol demekti. Çocuklar ve kendilerine eşlik edenler yol boyunca köylerden şarkılar söyleyerek geçerlerdi.

Cuzco'ya vardıktan sonra kentin merkezinde toplanırlar ve İnka rahipleri tarafından sembolik olarak evlendirilirlerdi. Hayvanların ve diğer adakların kurban edilmesinden sonra, çocuklar Cuzco'nun büyük meydanının çevresinden geçirilirlerdi. Sonra tekrar köy ve kasabalarına gönderilir, buralarda yeni törenler yapılırdı. Törenin sonunda çocuklar alkol ve diğer maddelerle uyuşturulur ve memleketleriyle ilişkili bir huaca'da öldürülürlerdi.

Arkeologlar Andlar'ın her yerinde çocuk kurban edildiğini saptamışlardır. Bu capac hucha törenlerinin kalıntıları adalarda, mağaralarda ve dağ tepelerinde bulunmuştur. Arkeolog Johan Reinhard, And-Ur'da çoğunlukla karla kaplı volkanik doruklarda kurban izlerine rastlamıştır.

Bu kurbanların oralardan çıkarılması, dünyanın en güç arkeolojik çalışmalarıdır: Reinhard ve arkadaşları 6000 metre yüksekliğe çıkmak, oksijen azlığından doğan yükseklik yorgunluğu, buz, kül ve karla mücadele etmek zorundaydılar. Eski çağların insanlarının, o dağlara çağdaş araç gereç olmadan çıkmalarındaki kararlılık gerçekten şaşırtıcıdır.

Bu mumyaların bulunması beceri olduğu kadar şans da gerektirir. Beceri bunları nerede arayacağını bilmek ve şans da cesetleri ortaya çıkaracak doğru çevre koşullarının bir araya gelmesidir. Yağmacılar çalmadan ya da havayla temas ettiği için havadaki mikroorganizmalar tarafından cesetler bozulmadan mumyaları elde etmek için, Reinhard ve ekibi buzları ve kaya kadar sert toprağı kazmak, bulgularını bilimsel olarak kaydetmek ve sonra mumyayı kamplarına güvenli bir şekilde taşımak zorundaydılar.

Belgelerde çocuk kurban etmeye ilişkin büyük törenler hâlâ anlatılmaktadır. Peru'da Arequipa yakınlarında Ampato'da bulunan arkeolojik kanıtlar bu belgeleri doğrulamaktadır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu.

Kutsal bir renk olan kırmızı toprak, mezarının zeminine serilmek üzere dağın tepesine taşınmıştı. Kurban yerinin çevresinde inşa edilen platformlar ve belki de başka binalarda başka küçük çocukların kurban edildikleri kuşkusuzdur.

Eski ve yeni dünyadaki diğer imparatorluklarla kıyaslandığında çocukların kurban edilmesi İnka devletinde pek nadir rastlanan bir şeydir. Ancak çocuk kurban edildiği bir gerçektir ve bunun çok önemli dini ve politik amaçları vardı. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı.

Kurban edilmek üzere Cuzco'ya bir tören alayı halinde götürülen düzinelerce çocuğun görüntüsü, İnka devletinin gücünün yılda bir kere olsun gözler önüne serilmesiydi. Bu trajik ama güçlü devlet kurumunu tam olarak değerlendirebilmek için, inka İmparatorluğu'nun siyasal mantığını ve dini ilkelerini tarihi bağlamı içinde anlamamız gerekir.
#53 - Haziran 22 2008, 13:57:18
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Paskalya Adası'ndaki Heykeller

Zaman: 1000-1700
Mekân: Güneydoğu Büyük Okyanus'ta Paskalya Adası

İnsanlar size "bilmeceyi çözdünüz mü" diye sorarlarsa, bunu yaptığımızı iddia edemeyeceğimizi ama çok daha yeni ve ilginç bir şey bulduğunuzu söyleyebilirsiniz. KATHERINE ROUTLEDGE, 1915

Paskalya Adası'nın (Rafa Nui ya da Rapanui) coğrafyası, jeolojisi ve ekolojisi oraya birinci binyılda belirsiz bir tarihte yerleşen Polinezyalılar'ın kaderini biçimlendirmiştir. Adanın ıssız sular ortasında olması ile 1722'de Avrupalı seyyahların gördükleri kurak manzara birleşince, görkemli moai'leri (taş heykeller) dikmek için çok uygun çıplak bir sahne olduğu ortaya çıkıyor.

Doğa ile kültür arasındaki bu mesafe Batı bilimini kuşaklar boyunca şaşırtmıştır. Ancak yakın zamanlarda yapılan araştırmalar Rapa Nui arkeolojik veri tabanını zenginleştirmiş ve ekolojik bağlamı biraz daha açıklığa kavuşturmuştur.

Dilbilimciler ve antropologlar da Polinezya'nın kökenlerinin ve Polinezyalılar'ın dağılmalarının yeni modellerini yaratmışlardır. 1913-15'te Paskalya Adası'na yapılan Mana Keşif Seferi'nin liderlerinden biri olan Katherine Routledge'in sözleriyle "yeni ve ilginç" pek çok şey ortaya çıkmaktadır.

 

(Solda) 1786'da Paskalya Adası'na giden Fransız heyetindeki ressam Duche de Vancy'nin çizdiği resmin taşbaskısı. Heyet üyelerinden biri, hâlâ kaidesi üzerinde duran heykeli ölçüyor. (Sağda) Rapa Nui taş moai'leri, saygın ve belki de tanrılaştırılmış ataların onuruna dikilirdi. Bunların kutsal anlamları vardı ve gözlerinden doğaya iletilirdi.

ADA

Hapa Nui, güney yarıküresinde Büyük Okyanus'un güneydoğusunda, Nazca Sahanlığı üzerinde, dinamik bir jeolojik gerilim ve sismik istikrarsızlık odak noktasında bulunmaktadır. Üç denizaltı volkanının lâvlarından oluşan üçgen biçimli, bazalt bir kütledir.

163 kilometrekare olup, küçük bir adaysa da, Büyük Okyanus'taki yaşanabilir adaların en küçüğü değildir. Paskalya Adası'na ulaşan ilk Avrupalı, Hollandalı Amiral Jacob Roggaven olmuştur. Roggaven, adaya Paskalya günü ayak bastığı için, buraya Pas-kalya Adası adını vermiştir.

Coğrafi olarak tecrit edilmiş bir durumda olması-M rağmen kültürel açıdan Polinezya'nın geri kalanına bağlıdır, yağış ve ısı bakımından tropik-altı bir yerdir. Bu marjinal ekoloji sistemi, kısıtlı doğal kaynaklar ve bitkilerin yavaş büyümesini doğurur. Ancak, bir zamanlar adada, yoğun bir palmiye örtüsü de vardı.

Rapa Nui kültürünün keşif öncesi döneminde volkanik bir oluşum olan Rano Raraku önemli rol oynamıştır. En azından 500 yıllık bir süre içinde bu kusursuz heykel malzemesi, topraktan çıkarılmış ve adanın bilinen 883 heykelinin yüzde 95'i bu malzemeyle yapılmıştır.

Rano Raraku heykellerinin hepsi dört tipten birine girer ve tasarım özelliklerinin oransal ilişkileri sabittir. Bu da estetik sürekliliğin, kesintisiz toplumsal modellerin ve kuşaklar boyu süren siyasi istikrarın kanıtlarım ortaya koyar. 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde bilinen moailer'in üçte biri ahu adı verilen tören platformlarına başarıyla nakledilmiş ve dikilmişti.

Rapa Nui kıyılarında belli başlı ahu mekânları çok sayıda heykeli taşıyacak süslü taş duvarları olan yapılara dönüştürülmüştür. Bu kıyı ahularının çoğu ve moai'lerin bazıları Puna Pau adındaki tek bir volkanik kaynaktan çıkarılan kızıl taşlarla süslenmiştir.



Anakena'daki Ahu Nannau, Rapa Nui efsanelerinde adadaki toplumun kurucu atası Hotu Matu'a ile ilişkilendirilir.

KÖKENLER VE TECRİT EDİLMİŞLİK

Polinezyalılar uzun yolculuklara dayanacak çok büyük yelkenli sallar ve çifte gövdeli kanolar inşa ederlerdi. Teknelerinin özelliği sağlam yapıları, esnek ama sıkıca birleştirilmiş ek yerleri ve denize dayanaklılıktı. Kimi zaman en büyük moai'nin üç katı boyunda ağır kütükler başarıyla kaldırılıp en engebeli arazi üzerinden taşınırdı. Becerikli denizciler rotayı rüzgâr yönüne göre saptarlar, rüzgâr değişimlerini, kuş ve balıkların doğal hareketlerini hesaba katarlardı.

İS birinci binyılda Büyük Okyanus'un doğusunda, Polinezyalılar'ın yolculukları başlamıştı. Rapa Nui 300 ile 400 yılları arasında keşfedilmiş olabilirse de, 800 yılında burasının artık bilindiği kesindir. Mangareva, Pitcairn (Rapa Nui'nin en yakın komşusu) ve Henderson 800 ile 1600 yılları arasında zaman zaman ama tekrarlanan ticari ilişkiler içindeydi.

Rapa Nui yerleşimine hangi adadan başlanıldığı bilinmemekle birlikte Cook Adaları'ndan Mangareva ve Mangaia'ya bazı arkeolojik benzerlikler vardır. Kızıl taşlardan yapılma anıt heykeller Rapa Nui'yi Pitcairn ile belki de Austral Adaları'ndaki Raivavae'ye bağlamaktadır.

Polinezyalılar'ın Doğu Pasifik'teki stratejik yolculuklarının arkeolojik, dil ve etnografik kanıtları, P. V. Krich'in sözleriyle, "Thor Heyerdahl'ın Polinezyalılar'ın Amerikan kökenli oldukları kuramını altüst etmiştir."

Polinezya gezginlerinin Güney Amerika kıyılarına eriştikleri ve buradan, belki de takas yoluyla, ehlileştirilmiş tatlı patates (Ipomoea batatus) ve Lagenaria asmakabağı elde ettikleri giderek daha inandırıcı olan bir varsayımdır. Daha sonra Polinezya'ya sokulan tatlı patates buraların paha biçilmez besin maddesi olmuştur. Tatlı patates Rapa Nui'de büyük plantasyonlarda ve ev bahçelerinde yetiştirildi. Dev taş anıt projelerini bu besin beslemiş ve dini önemi diğer maddeleri kat kat aşmıştır.




(Solda) Austral Adaları'nda Raivavae'deki gibi kırmızı taştan yontulma heykeller hem Paskalya Adası'nda hem Doğu Polinezya'nın diğer yerlerinde bulunur. (Sağda) Paskalya Adası'nda toplam 883 heykel sayılmıştır ve hepsi de dört beden tipinden birine uyar. En uzunu olan dördüncü tip, en önemlisidir.

MEGALİTLER VE DENİZCİLER: BİR NAKLİYE PROJESİ

Paskalya Adalılar dev heykelleri nasıl nakledip dikmişlerdir? Moai üretiminin üç aşaması vardır: Taşın çıkarılması, nakli ve dikilmesi. Bunlardan her biri özel uzmanlık, alet ve eşgüdümlü çalışan işçi grupları gerektirir. Benzer heykellerle yapılmış deneyler gerekli ve çok değerliydi.

Bir heykelin yontulması için gereken zaman ve el emeği değişirse de, 1913-15'te Paskalya Adası'na yapılan Mana Seferinin eş başkanı William Scoresbury Routledge bunu hesaplamıştır. Ona göre taş aletler kullanan bir usta yontucu ile 54 işçi 10 metre yüksekliğinde bir taş heykeli 15,5 günde yontabilirlerdi. Ancak daha yakınlarda yapılan araştırmalarda bu sürenin, hesaplarının iki katı tutabileceği ortaya çıkmıştır.

Routledge bir heykelin bir taş omurga üzerinde dengeli bir dikdörtgen olarak yontulup sonra kesilerek çıkarıldığım göstermiştir. Rano Raraku'nun yamaçlarındaki dev heykeller gerçekten şaşırtıcı ise de, ahu'lara nakledilen moai'lerin yüzde 95'ten fazlası 6 metreden küçüktür.

Routledge'in hesaplarına uyan yalnızca bir tane 10 metrelik heykel, bir ahu'ya başarıyla dikilmiştir. Aslında adanın istatistik ortalaması 4 metre yükseklik ve 8 ila 10 ton ağırlıktır. Rapa Nui halkı tarafından başarılan taş yontma işi etkileyiciyse de, bunların çoğu Polinezya kano yapımı yeteneği içindedir.

Heykellerin taşınması konusunda pek çok nakliye yöntemi ortaya atılmıştır. Bunlardan karmaşık bir üçayak sistemi içereni önerilmiş ama daha sonra uygulanamaz bulunup denenmemiştir. Dik taşıma yöntemlerinden ikisi düz arazi üzerinde denenmiştir.

Her ikisi de engebeli arazide mümkün ama tehlikeli bulunmuştur. Ortalama bir heykel için en mantıklı nakliye yöntemi yatay durumda sürüklemek, yokuş aşağı ya da yukarı inip çıkarken direkler ve halatlar kullanmaktır. Kıyı ahu'ların çoğunda heykeli havaya dikmek için yatay konumda olması gereklidir.

Polinezyalılar ağır kanoları sudan çıkarıp karada taşımakta ustaydılar. Bunlardan bazıları taşınır, bazıları kütükler üzerinde yuvarlanır ya da bir kanonun üzerinde kayabileceği bir yüzey oluşturan birer metre aralıklı yatay "basamaklardan" oluşan bir "kano merdiveni" üzerinde çekilirlerdi. Dik arazide basamaklar iplerle birbirlerine tutturularak bir "ip merdiven" olurdu.

Kano teknolojisine dayanan bir nakliye varsayımı yakınlarda Rapa Nui'de denenmiştir. İstatistik bakımından ortalama bir moai'nin beton kopyası, Polinezya kano gövdesi biçiminde bir kızağa oturtulmuştu. Kütükler, manivelalar ve "kano merdiveni" kullanılan üç deneme yapıldı.

Kütükler başarılı olmadı ama "kano merdiveni"ni kullanarak kopya moai, düz arazide kolaylıkla 100 metre çekilip sonra bir rampadan bir ahu kopyasına çıkarıldı. Kızak aynı zamanda heykeli koruyacak ve kaldıracak bir vinç gibi de kullanılmıştı.

 

(Solda) İstatistik bakımdan ortalama bir moai, Ahu Akivi'de bulunmuştur. (Sağda) Rano Raraku'daki bu taşocağındaki yatay heykel adadakilerin en büyüğüdür.

NAKLİYE DENKLEMİNDE İNSAN

Ortalama bir moai'yi bir kızakla düz arazide çekmek için kırk kişi gerekmektedir. Yirmi uzman, aynı heykeli üç günde ayağa kaldırabilir. Bir moai'yi yontacak, nakledecek ve ayağa kaldıracak ortalama bir Rapa Nui reisliğinin 8,7 geniş aileden, yani 395-435 kişiden oluşması gerektiği hesaplanmıştır. 20 hektar araziden gelen tatlı patates ve diğer ürünler bunları beslemeye yeterliydi.

Ancak Rapa Nui gelenekleri usta yontucuların ton balığı ve ıstakoz gibi özel yiyeceklere de ihtiyaçları olduğunu belirtir. Çevre koşulları uygun oldukça Rapa Nui toplumsal ve politik yapısı bozulmamıştır. Ancak ortalamadan büyük moai'ler daha büyük kaynak yatırımı gerektirmiştir.

Böylece kaynakların tükenmesine ve yenilerinin yetişmesinin yavaşlığına bağlı olan ekonomik bir gerileme başlamıştır. Kuraklık ya da soğuk uzun süreli olduğu takdirde, yoğun bir stres saldırganlığa dönüşmüş olabilir.

Rapa Nui toplumunda moai hem tanrısal hem de laik bir rol oynuyordu. Bunlar eski Polinezya ruhsal gücü olan mana içerirlerdi ama aynı zamanda başarının, ortak yiyecek üretiminin, sergilenmesinin ve dağıtımının güçlü belirtileriydi. Günümüzde bir zamanlar devrilmiş olan pek çok moai yeniden ayağa kaldırılmıştır. Restore edilmiş ahu'ların üzerinde duran moai'ler Rapa Nui atalarının geleceğe bakan ve bize geçmişi hatırlatan "canlı yüzlerini" temsil ederler.
#54 - Haziran 22 2008, 13:58:36
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Proto-Elam Yazısı

Zaman: İÖ 3050-2900
Mekân: İran

Eski çağlar araştırmacılarının çoğu için Elam'ın âdeta egzotik, her şeyden uzak bir yeri vardır: Mezopotamya'nın doğusunda telaffuzu güç adlar, alışkın olunmayan mekânlar, pek az anlaşılan bir dil ve barbar bir halk. DANİEL T. POTTS, 1999

Tam gelişmiş bir yazı sistemi olduğu varsayıl-dığı takdirde Proto-Elam yazısı, dünyanın en eski çözülmemiş yazısıdır. Bu yazı, Kitabı Mukaddes'te Pers eyaletinin adı olan Elam'da ve klasik coğrafyacılarca eski başkenti Susa'nın adıyla anılan Susiana'da yaklaşık beş bin yıl önce kısa bir süre (ÎÖ 3050-2900) kullanılmıştır.



(Üstte) İran platosunda tabletlerin bulundukları yerler işaretlenmiş proto-Elam yerleşim birimleri. Proto-Elam yazısı Mezopotamya'da Uruk'ta kullanılan proto-çivi yazısından kısa bir süre sonra görülmüştür.

Burası günümüzde Batı İran'ın petrol alanları bölgesine denk düşmektedir. Ancak proto-Elam yazısının yalnızca Elam'la sınırlı kalmayıp daha geniş bir alanda, İran'ın Afganistan sınırına yakın bölgelerde bile kullanıldığı saptanmıştır.

Burada "proto-" önekinin kullanılması yazının Lineer (Eski) Elam yazısı olarak bilinip kısmen çözülmüş olan daha sonraki bir yazıdan önce gelmiş olmasıdır. Bu da Susa'da bulunmuş ve yine kısa bir süre için (İÖ yaklaşık 2150) hükümdar Puzur-Insusinak tarafından kullanılmıştır. (Üçüncü ve büyük ölçüde çözülmüş bir yazı olan Elam çivi yazısı ÎÖ 13. yüzyıldan başlayarak uzun yüzyıllar boyunca ve bu arada Pers kralı Darius tarafından başkenti Persepolis'de kullanılmıştır.)



(Üstte) Dört koyun sürüsüne ilişkin Proto-Elam yazısıyla yazılmış bir idari belge. Burada ondalık sistem kullanılmıştır.

Proto-Elam yazısı ile Lineer Elam yazısı arasındaki ilişki tartışmalıdır. Araştırmacılar önceleri iki yazının aynı dilin yazısı olduğuna ve Lineer Elam yazısının Proto-Elam yazısından doğduğuna inanıyorlardı. Ancak günümüzde ortak bir dil ve kültürün olmadığına ikna olmuşların sayısı giderek artmaktadır.

Proto-Elam yazısı örnekleri çok fazladır: Bazıları çok bozulmuş olduğundan ancak tahmin edilen 100.000 karakterli 1500 kil tablet. Oysa Lineer Elam yazısının kullanıldığı yalnızca 22 tablet bulunmuştur. Ama bazı yazıları çift dilli olduğu için (ikinci bilinen dil, Akad çivi yazısıdır) Lineer Elam yazısı çok daha iyi anlaşılmaktadır. Oysa Proto-Elam yazısı metinlerde çift dil kullanılmamıştır ve dili hiç bilinmemektedir.

Ancak yine de yazı hakkında epey çok şey bilmekteyiz. Yazıyı çözmenin en verimli yöntemi, bütün tabletlerde bulunduğu için, rakamlardır. Tabletlerde tıpkı Mezopotamya'nın çok daha iyi anlaşılan Sümer tabletleri gibi insanların listeleri ve hesaplamalar vardır. Çoban ve koyunlarla ilgili şöyle bir örnek verilebilir:

Tabletlerdeki rakamlar dikkatle incelendiğinde Proto-Elamca yazan kâtiplerin burada gösterilen basit ondalık sistem dışında çeşitli sayma sistemleri kullandıkları görülmektedir. Örneğin, cansız nesneleri saymak için Babil'de olduğu gibi altılı bir sistem kullanılmaktaydı.

Ancak Proto-Elam yazısıyla yazılmış hesapların çoğunu anlamamıza rağmen, nümerik olmayan simgelerin fonetik ya da logografik olup olmadığını bilmediğimizden, kişilerin ve kurumların adları olduğu anlaşılan pek çok simgeyi çeviremiyoruz. Yazının karmaşık bir ekonomik kayıt tutma sistemi değil de, tam bir yazı sistemi olduğu ancak dili bilmekle kanıtlanabilir.
#55 - Haziran 22 2008, 13:59:24
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Lineer A ve Phaistos Diski

Zaman: İÖ I750-?1450
Mekân: Girit

Phaistos Diski'nin çözümü için pek çok varsayım geliştirilmiştir ve öneriler pek çok hayali yöne doğru gitmektedir: Baskça, Çince, Dravid, Yunanca, Hititçe, Luwi dili, "Pelasgi" Dili, Sami Dili, Slavca, Sümerce ve diğerleri.. Eğer çözümlerden biri doğruysa, diğerlerinin hepsi yanlıştır. YVES DOHOUX, 2000

Sir Arthur Evans yüz yıl önce Girit'te Knossos'ta "Minos Sarayı"nda "Lineer B Yazısı" adını verdiği şey için kazı yaparken, yine çoğunlukla kil tabletlere yazılı ve ona benzeyen ikinci bir yazı buldu ve buna "Lineer A Yazısı" adını verdi.

Knossos'ta ve Girit'in başka yerlerinde çoğunlukla mühür taşları üzerinde üçüncü bir tip yazı buldu ve onu da "hiyeroglifik" olarak tanımladı. Arkeolojik kayıtlara göre "hiyeroglifik", üç yazının en eskisiydi ve İÖ 2100-1700 yılına aitti.

Lineer A, ÎÖ 1750-1450 dönemindendi ve Lineer B ise Lineer A'dan sonra geliyordu. Bunun üzerine Evans üç yazının da aynı "Minos" Dili'ni yazdığını ve Lineer B'nin Lineer A'dan ve Lineer A'nın da herhalde "hiyeroglifik" yazıdan geliştiği sonucuna vardı.

Buna örnek olarak daha sonraki Mısır yazılarının Mısır hiyerogliflerinden türediğini ve hepsinin bir Mısır dilinin yazıları olduğunu gösteriyordu. Son olarak da, (Evans tarafından keşfedilmemiş olan) benzersiz Phaistos Diski vardı ve Evans bunu diğer üç yazıdan herhangi biriyle ilişkilendiremiyordu.

Günümüzde Evans'ın bu basit tablosu, Phaistos Diski'nin tecrit edilmesi dışında, terk edilmiştir. Michael Ventris 1952'de Lineer B'nin Yunanca olduğunu saptamıştı. Lineer A bir dereceye kadar çözülmüştür ama Girit Dili olmadığı kesin olan bir dille yazılmış olduğundan okunamamaktadır.

'"Hiyeroglifler"in anlamları ise bütün esrarım korumaya devam etmektedir. Dahası, her üç yazı da Girit dışında bulunmuştur ve tarihleri birbirleriyle örtüşmektedir. Bu nedenle yalnızca Girit içinde düz bir gelişme çizgisi varsayanlayız: Lineer A ve Lineer B biri diğerinin babası olmaktan çok, iki kuzen yazı olabilirler.

 

(Solda) 1907'de yapılmış bir tabloda Sir Arthur Evans Knossos'ta. Evans elinde, Girit'te keşfettiği üç yazıdan biri olan Lineer B ile yazılmış bir tablet tutuyor. (Sağda) Lineer A'nın bulunduğu önemli bir yer: Güney Girit'te Aya Triada'da Minos sarayı.

Lineer A

Lineer A'nın ilk keşiflerinin çoğu, adanın güneyindeki Aya Triada'daki bir Minos sarayının yerinde yapılmıştır. Ancak ondan sonra, bütün Ege'deki Yunan adalarında, Yunan anakarasında bir yerde ve Türkiye anakarasında (eski Miletos'ta) ve hatta Filistin'de iki yerde pek çok yazı bulunmuştur. Ancak Lineer A'yla yazılı olanların toplamı, Lineer B'den çok azdır: Bulunan 1500 metnin çoğu çok küçük ve hasarlı olup toplam 7500 karakterdir. (Oysa Lineer B karakterleri on binlercedir ve 200'den az da "hiyeroglifik" karakter bulunmuştur).

Lineer A'yı çözmede başlıca iki ipucu verimli olmuştur: Nümerik sistem ve Lineer A simgelerinin çoğunun Lineer B ile olan benzerlikleri. Hangi simgelerin rakam olduğunu teşhis etmek güç değildi: Bunlar tıpkı Lineer B'de olduğu gibi diğer simgelerden farklıydılar. Lineer A rakamları Lineer B'nin-kilerin eşidir: Kesir simgeleri ve 10 için kalın bir nokta olması dışında:





Esrarengiz Phaistos Diski. Üzerindeki baskı simgeler başka bir yazıya benzememekte ve dili hiç bilinmemektedir. Disk Güney Girit'te Phaistos'ta bir sarayın kalıntıları arasında bulunmuştur.

PHAİSTOS DİSKİ

Eski Girit'in yazıları arasında en büyük muamma kuşkusuz Phaistos diskidir. Bu 1908'de bir italyan arkeolog tarafından Güney Girit'te Phaistos'ta bir sarayın kalıntıları arasında bulunmuştur. Arkeolojik bağlamda diskin en geç İÖ 1700 yılından kaldığı saptanmıştır ki, bu da Lineer A'nın çağdaşı olduğunu göstermiştir.

Disk pişirilmiş kilden yapılmıştır ve her iki yüzünde ıslak kile bir pres ya da zımba ile bastırılmış karakterler vardır. Böylece diskin, baskının Çin'de başlamasından 2500 ve Gutenberg İncili'nden 3000 yıl önce yaratılmış dünyanın ilk basılmış belgesi olduğu söylenebilir.

Ancak Lineer A ve B'de olduğu gibi her karakteri tek tek yazmak varken neden bir pres ya da zımba kullanılmış olsun? Bu eğer belgelerin birkaç kopyasını "basmak" içinse, neden 90 yıl süren yoğun kazılarda bu yazıyla yazılmış başka bir belge bulunmamıştır? Ve Phaistos Diski üzerindeki simgelerin neden hiçbiri Girit "hiyeroglifik" yazısına, Lineer A ya da Lineer B'ye benzememektedir?



(Üstte) Lineer A yazılı kil tablet Minos Sarayı'nda burada bulunmuştur.

Araştırmacıların bir kısmının inandığı gibi disk Girit'e ithal edilmiş olabilir mi? Sahte bir kanıt -hatta ilk kazıyı yapanların bir oyunu- olabilir mi? Yazının anlamı konusunda pek az ipucu vardır ve güvenilir bir tek cevap bile yoktur. Simgeler hem diğer "Minos" simgelerine benzemediklerinden hem de sayıları çok az olduğundan (toplam 242 adet) çözüm konusunda pek işe yaramamaktadır ve bunların ardındaki dil tam bir bilinmeyendir.

Keşif alanı da diski kıyaslayacak başka bir arkeolojik bulgu olmadığından diskin tarihinin belirlenmesi dışında gerçek anlamda bir yardım sağlamamıştır. Diskin yazısını çözmenin tek ciddi umudu bir gün benzer yazıların bulunduğu bir yazı kütüphanesi bulmaktır.

Ancak bu durum bazı bilimadamlarını ve pek çok amatörü birbirlerinden çok farklı çözümler önermekten alıkoymamıştır (ki, bu da işin ne kadar umutsuz olduğunun bir göstergesidir). Yalnızca 1999'da İngilizce ve Fransızca iki kitap yayınlanmıştır. Bunlardan birinde proto-İyon Yunancası ile diskin tam bir çevirisi verilmiş, diğerinde diskin bir hesap aleti, bir tür "Bronz Çağı'na ait bilgisayar diski" olduğu ileri sürülmüştür.

Çince bile diskin gerçek dili olarak önerilmiştir. Pek çok profesyonel araştırmacıya göre Phaistos Diski'ni çözdüğünü iddia eden kimse "kafadan çatlak" olmalıdır. Lineer B'nin çözülmesinde Ventris'le çalışan John Chadwick yıllar boyunca hemen hemen ayda bir tane yeni disk çözümleri haberi almıştır ve bunların içinde bazı mantıklı unsurlar içerenleri analiz etmeye de devam etmektedir.

Chadwick şöyle yazıyor: "Sabırsızlığımızı frenlemeliyiz ve Kral Minos, bizzat birisinin rüyasına girip gerçek yorumu açıklasa bile, o kişinin bunun tek olası çözüm olduğuna başkalarını inandırmasının imkânsız olacağını kabul etmeliyiz."

Antikçağ'ın en gizemli yapıtlarından biri olan Phaistos diskinin bulunduğu Phaistos kenti özellikle saray kalıntılarıyla tanınır. Kent 10 15. yüzyılda istilacılar tarafından yıkılmıştır.
#56 - Haziran 22 2008, 14:00:04
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Yazının Doğuşu

Zaman: İÖ 3300?
Mekân: Mezopotamya

Harflerin babası olan sen, onlara gerçek sahip olduklarının tam karşıtı olan bir güç verme isteğinle yönlendiriliyorsun... Belleğin değil, hatırlatmanın bir iksirini icat ettin ve öğrencilerine bilginin görüntüsünü sunuyorsun. Çünkü onlar bilmeden pek çok şeyi okuyacaklar ve çoğunlukla bilmedikleri şeyleri biliyor gibi görüneceklerdir. SOKRATES'E GÖRE MISIR KRALININ, YAZININ İLAHİ YARATICISI THOTH'A SÖZLERİ.

Yazı nasıl başladı? Konuşma özel bir öğretim gerektirmeyen evrensel bir insan yeteneği olduğu halde, yazı, insan tarihinde görece yeni bir gelişmedir ve özel, bilinçli bir öğretim gerektirir. 18. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı'na kadar yazının en gözde açıklaması ilahi kökenli olduğuydu.

Günümüzde bilimadamlarının çoğu ilk yazının, elimizdeki eski Mısır, Hint, Çin ve Orta Amerika yazılarında muhasebeye pek rastlanılmasa da muhasebeden doğduğunu kabul ederler. Buna rastlanılmamış olması o uygarlıklarda bürokratik kayıtların bozulabilir maddeler üzerinde tutulmadığı anlamına gelmemektedir.

Diğer bir deyişle, ÎÖ dördüncü binyılın sonlarında "uygarlığın beşiği" Mezopotamya'nın ilk Sümer kentlerindeki ticaret ve yönetimin karmaşıklığı yönetici seçkinlerin bellek güçlerini aşacak noktaya ulaşmıştı. Ticari işlemleri tartışılmaz ve sabit bir biçimde kaydetmek gerekli olmuştu. O zaman yöneticiler ve tüccarlar, "Bunu yazıya dökelim mi?" ya da "Bunu yazılı olarak alabilir miyim?"in Sümerce'sini söyleyeceklerdi.

Bazı bilimadamları bu soruna bilinçli bir çözümün ÎÖ 3300 yıllarında Uruk (Kitabı Mukaddes'teki Ereh) kentinde bilinmeyen bir Sümerli tarafından getirilmesinin yazıyı doğurduğuna inanırlar. Yine bazıları bunun bir icat değil, rastlantısal bir buluş olduğu fikrindedirler. Çok kimse de yazıyı ani bir ilham ürünü değil, uzun bir süre devam eden bir evrimin sonucu olarak görür.

Pek tanınmış bir kurama göre yazı kilden "fişler"in sayılması sisteminden çıkmıştır. Basit disklerden amacı bilinmeyen karmaşık sivri biçimlere kadar değişik "fişler", Ortadoğu'nun arkeolojik alanlarında bulunmuştur. Bu kurama göre bu üç boyutlu fişler yerine kil üstünde iki boyutlu sembolleri yazıya giden ilk adımdı.

Büyük güçlüklerden biri "fişler"in Sümer çivi yazısının ortaya çıkışından sonra uzun bir süre devam etmesidir. Bir diğer güçlük de, kil bir tablet üzerinde iki boyutlu bir sembolün üç boyutlu "fiş"ten daha çok değil, daha az ileri bir kavram olarak görülmüş olabilmesidir. "Fişler"in yazının çıkışma yol açtığı değil, onun çıkışına eşlik ettiği daha muhtemeldir.

Bazı bilimadamlarına göreyse, yazının tam olarak ne zaman ortaya çıktığı sorusu bilimsel bir soru değildir. Asıl bilimsel soru, bugüne kalan en eski yazı örneklerinin ya da yazının "ata"sı sayılabilecek örneklerin hangi tarihten kaldığıdır. Bir başka bilimsel soru da, yazının hangi toplumsal koşulların ürünü ve hangi toplumsal gereksinimlerin karşılığı olarak ortaya çıktığı olmalıdır.

 

(Solda) Proto-yazı mı? Fransa'da Pech-Merle'de bir mağaradaki bu simgeler herhalde 20.000 yaşındadır. Anlamları bilinmiyor. (Sağda) İÖ 1200 yılından Çin "Kehanet kemikleri". Simgelerden bazıları modern Çin karakterlerine benzemektedir.

"PROTO-YAZI"

"Fişler" dışında "proto-yazı" denilebilecek sayısız örnek vardır. Örneğin Güney Fransa'da mağaralarda bulunan Buzul Çağı sembolleri herhalde 20.000 yaşındadır. Lot'ta Peche-Merle'de bir mağarada Buzul Çağı'nda çizilmiş bir el ve kırmızı noktalar vardır.

Bu ne demektir? "Ben hayvanlarımla buradaydım" mı? Yoksa burada daha derin bir sembolizm mi vardır? Başka resimlerde atlar, bir geyik kafası, bizon ve bazı simgeler vardır. Kertilmiş kemikler herhalde ay takvimleri işlevini görüyordu.

"Proto-yazı", bugün kelimeyi kullandığımız anlamda yazı değildir. Ünlü yazı araştırmacısı John DeFrancis "tam" yazıyı "herhangi bir düşünceyi iletmek için kullanılan grafik semboller sistemi" olarak tanımlamıştır. Bu tanıma göre "proto-yazı" Buzul Çağı mağara sembollerini, Ortadoğu arkeolojik "fişler"ini, Pikt sembol taşlarını, İnka quipus düğümlerini ve uluslararası ulaşım sembolleri, otoyol simgeleri, bilgisayar "ikonları" ve matematik sembolleri ile müzik notalarını içerir. Bu sistemlerden hiçbiri "bütün düşünceleri" ifade edemezlerse de, özel iletişimde her birinin yararı vardır.

İnsan düşüncesini bütün genişliğiyle ifade etmek için, konuşulan dille yakından ilişkili bir sisteme ihtiyacımız vardır. Çağdaş dilbilimin (ve yapısalcılığın da) kurucusu Ferdinand de Saussure'in yazdığı gibi, dil bir kâğıda benzetilebilir. "Kâğıdın bir yüzünde düşünce, diğer yüzünde ses vardır. Bir makas alıp kâğıdın bir yüzünü öteki yüzüne zarar vermeden kesmek nasıl mümkün değilse, bir dilde de sesi düşünceden ya da düşünceyi sesten ayırmak mümkün değildir."

 

(Solda) Modern hiyeroglifler, "proto-yazı"nın çağdaş biçimidir. Bunların anlamları bilinmektedir, ancak alfabetik harflerin aksine sınırlı kullanımları vardır. (Sağda) Tutankhamon'un mezarından iki altın göğüslük. Yukarıdaki ***öceği (kheper olarak okunur) Tutankhamon'un prenomeni Nebkheprure'nin bir kısmını oluşturan bir rebus'tur. Şahinin pençelerindeki "ankh" simgesi (haçlı) bir piktogram olup "hayat" anlamına gelmektedir.

YAZININ GELİŞMESİ

İlk "tam" yazı sistemi sayılabilecek sembollerin genellikle piktogramlar olduğu düşünülür: Bir tencere, ya da bir balık ya da ağzı açık bir baş (yemek kavramını ifade için). Bunlar ÎÖ 4. binyılın ortalarında Mezopotamya ve Mısır'da, ondan kısa bir süre sonra İndus Vadisi'nde ve bazı Çinli arkeologların (kuşkulu) iddialarına göre daha önce de Çin'de bulunmuşlardır.

Bunların ikonluğu çoğunlukla kısa zamanda o kadar soyutlaşmıştır ki, bizler için artık tanınmaz haldedirler. Aşağıda Sümer piktogramlarının çivi yazısına nasıl dönüştüğü görülmektedir:

Ancak piktogramlar resmedilemeyen kelimeleri ve bunları oluşturan parçaları ifadede yetersizdi. Yalnızca piktografik, sınırlı "proto-yazı"nın aksi olarak "tam" yazının gelişmesi için gerekli olan rebus ilkesiydi. Latince'de "nesnelerle" anlamına gelen sözcükle ifade edilen bu radikal fikir, fonetik değerlerinin piktograf sembolleriyle temsil edilmesine imkân verir.



Böylece İngilizce'de önünde 4 (four) olan bir arı (bee) resmi "before"u (önce) temsil edebilir. Bir arı (bee) ile bir tepsi (tiay) resmi "betray" (ihanet) olarak okunabilir. Mısır hiyeroglifleri rebus'lerle doludur; örneğin R(a) ya da R(e) olarak telaffuz edilen güneş simgesi O, firavun Ramses'in hiyeroglif hecesinin ilk sembolüdür. Sümer tabletlerinden birinde soyut "parasını iade" sözcüğünün bir saz ile temsil edildiğini görüyoruz. Bunun nedeni "iade" ile "saz"in Sümer dilinde aynı fonetik gi değerini paylaşmalarıdır.

Konuşma ve düşünmeyi tümüyle ifade edebilen bu "tam" yazı icat edildikten -ya da bir rastlantı sonucu bulunduktan ya da evrimle oraya gelindikten-sonra, bulunduğu Mezopotamya'dan bütün dünyaya yayılmış mıdır?

En eski Mısır yazısının tarihi İÖ 3100, İndus Vadisi'ninki (çözülmemiş mühür taşları) İÖ 2500, Girit'inki (çözülmemiş Lineer A yazısı) İÖ 1750, Çin'inki ("kehanet kemikleri") İÖ 1200, Orta Amerika'nınki (çözülmemiş Zapotek yazısı) ÎÖ 500 yıllarından kalmadır ve bu tarihlerin hepsi yaklaşık tarihlerdir.

Bu temele dayanarak belirli bir yazının sembollerinin değil de, yazı fikrinin bir kültürden uzak kültürlere ağır bir tempoyla yayıldığını söylemek mantıklı görünmektedir. Baskı fikrinin Çin'den (Girit'te bulunan İÖ 1700 yılına ait ve "baskı" gibi görünen esrarengiz Phaistos diskini saymazsak) Avrupa'ya erişmesi 600-700 yıl sürmüştür. Kâğıt fikrinin Avrupa'ya yayılmasının daha da uzun sürdüğü gözönüne alınırsa yazının Mezopotamya'dan Çin'e çok daha uzun bir sürede gitmiş olmaması için bir neden yoktur.

Yine de, fikrin iletilmesi konusunda somut kanıtların yokluğunda (ki, Mezopotamya ve Mısır gibi daha yakın uygarlıklarda bile) bilimadamlarının büyük bir kısmı yazının eski dünyanın büyük uygarlıklarında birbirinden bağımsız olarak geliştiğini düşünmeyi yeğlemektedirler, iyimserler ya da en azından anti-emperyalistler, insan toplumlarının zekâ ve yaratıcılıklarını vurgulayacaklardır.

Tarihe daha muhafazakâr açıdan bakan kötümserler ise insanların varolan şeyi mümkün olduğu kadar aslına sadık kalarak kopya ettiklerini, yeniliklerini mutlak ihtiyaç duyulan durumlarla sınırlayacaklarını kabul edecektir. Ne de olsa bu sonuncusu Yunanlılar'ın (İÖ 1. binyılın başlarında) alfabeyi Fenikeliler'den alışlarını ve bu arada Fenike yazısında olmayan sesli harf simgelerini eklemelerinde tercih edilen açıklamadır.

İS 1. binyılda Japonlar'ın da Çin karakterlerini almaları gibi başka yazı alma örnekleri de vardır. Paskalya Adası'nın rongorongo yazısı -ki, ada yeryüzünün her yerden en uzak iskân edilmiş noktasıdır- çözülürse bu Paskalya Adası sakinlerinin yazıyı kendilerinin yardımsız mı icat ettikleri, yoksa yazı fikrini kanolarında Polinezya'dan mı getirdikleri ya da adayı ilk 17. yüzyılda ziyaret eden Avrupalılar'dan mı aldıkları sorusuna ışık tutacaktır. Eğer rongorongo'nun Paskalya Adası'nda yardımsız icat edildiğim kanıtlayabilirsek, o zaman yazının bir tek değil, birkaç kökeni olduğundan sonunda emin olabileceğiz.

Yazıyla uygarlık ve kültürel gelişme arasında dolaysız bir ilişki olduğu öne sürülür. Bununla birlikte 20. yüzyılda yapılan antropolojik araştırmalar son derece karmaşık bir ruhsal ve kültürel sisteme sahip bazı toplulukların yazı olmadan da varlıklarını sürdürebildiklerini ortaya koymuştur.

Bütün bunların sonucunda son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Yazı her zaman ticaretin ve meta ekonomisinin belli bir düzeye geldiği ve görece geniş bir coğrafya üzerinde merkezi bir yönetimin kurulduğu topluluklarda bir zorunluluk olmuştur.
#57 - Haziran 22 2008, 14:01:13
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Büyük İskender'in Lahdi

Zaman: İÖ 4. yüzyıl
Mekân: İskenderiye, Mısır

Jul Sezar... Ölümün gençliğinde vurduğu ve böylece mağlup bu dünyanın intikamını aldığı o deli ama şanlı serüvenci, Büyük İskender'in cesedini taşıyan kayadan yontma lahde acele bir ziyarette bulundu. LUCANUS, İS 1. YÜZYIL

İskender, İÖ 323 yılında Babil'de öldüğünde hiç kuşkusuz cesedinin Aegai'de (günümüz Kuzey Yunanistan'ında Vergina) Makedonya krallarının geleneksel kraliyet mezarlığında gömüleceği umuluyordu. Babil'de cesedi yakılmak yerine tahnit edildi.

Selefini gömmek yeni kralın yasal hakkı olduğu için imparatorluğunda hak iddia edenler, onun yerine geçme mücadelesine girince, bir iktidar mücadelesinin odak noktası oldu. İskender'in Batı Mısır çöllerinde Zeus Ammon'un kehanet ocağı olan Siwa'da gömülmek istediği söylenir, İskender'e orada kendisinin "Ra'nın oğlu" olduğu, yani Zeus Ammon'un oğlu olduğu söylenerek iltifat edilmişti.

Bu tanrının özelliği olan koç boynuzları bundan sonra kimi zaman İskender'in çeşitli tasvirlerine eklenmiştir. Siwa'da gömülmek onun gerçek isteği miydi, yoksa ölümünden sonraki propaganda savaşı için o günlerde uydurulmuş bir hikâye miydi, bunu asla kesinlikle bilemeyeceğiz.

 

(Solda) Yapımının iki yılda tamamlandığı söylenen İskender'in gayet süslü cenaze arabasının Diodorus tarafından anlatıldığı biçimde canlandırılmış çizimi. (Sağda) Karakteristik saç stili ve dalgın bakışlarıyla Büyük İskender'in mermer başı. İstanbul Arkeoloji Müzesi.

MISIR'A YOLCULUK

Sonunda İskender'in cesedini kazanmayı başaran Mısır hükümdarı Ptolemaios Soter (İÖ 304-284) oldu: Soter Şam'a gitti ve burada cesedi Babil'den göndermekten sorumlu satrap Arrhidaeus'la görüştü. Herhalde burada büyük paraların el değiştirmesinden sonra, cenaze alayının rotası tamamen değiştirildi ve ceset Makedonya'ya değil de Mısır'a doğru yoluna devam etti.

İskender'in son istirahatgâhının ayrıntılarını değil de, yapımı iki yıl süren gayet süslü cenaze arabası hakkında daha çok şey biliyor olmamız da tarihi açıdan garip bir tecellidir. Sicilyalı tarihçi Diodoros, yazdığı tarihinde, ÎÖ l. yüzyılda görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak, arabanın gayet ayrıntılı bir tarifini bırakmıştır.

Bundan sonra olanlar tam olarak bilinmemektedir. Bir tarihi geleneğe göre İskender'in cesedi İskenderiye'ye gönderilmeden önce Memphis'e götürülmüştür. Kısa bir süre için de olsa Memphis'de toprağa verilmiş olması akla yatkın görünmektedir. Ancak İskender'in cesedi konusundaki başlıca kaynaklarımız olan Diodoros ve Strabon, Memphis'ten söz etmedikleri için kaynaklardan biri olan Curtius Rufus'un, bunun "birkaç yıllığına" olduğu iddiası sorgulanabilir.

İskender'in cesedi Ptolemaios Soter'in hükümdarlığının sonu gelmeden çok önce İskenderiye'ye taşınmış ve burada altın bir tabut içinde sergilenmiştir. Ancak bu İskender'in son istirahatgâhı olmayacaktı. Ptolemaios Soter'in haleflerinden Ptolemaios Philopator'un (ÎÖ 221-205) Ptolemaios hanedanı için yaptırdığı Sema ya da Soma (kaynaklar iki adı da vermektedirler) mozolesinde Ptolemaios'un Mısır hükümdarları olan seleflerinin yanı sıra İskender'in cesedi de bulunuyordu.

Bu anıt İskender'in İskenderiye'deki özgün istinatgahının çevresinde inşa edilmiş olabilirse de, oraya yakın yeni bir yerde de kurulmuş olabilir. Bu durumda İskender'in ilk gömüldüğü yer çok geçmeden unutulmuş olacaktır. Ancak İskender'e o zaman bile rahat verilmemişti: X. Ptolemaios (İÖ 107-88) altın tabutu çalıp yerine ak mermerden bir tabut bıraktı.

Mezarın son kayıtlı ziyaretçisi 215 yılında Roma imparatoru Caracalla idi. Anıt 273 yılında İskenderiye'de başgösteren ayaklanmalar sırasında muhtemelen imha edilmiştir. Bu olaydan yüz yıl sonra İskenderiye'yi ziyaret eden piskopos John Chrysostom mezarın yerinin bile unutulmuş olduğunu yazmıştır.



Ptolemaios'lar döneminde İskenderiye'nin planı. İskender'in mezarının Sema'daki yeri.

KAYIP MEZAR: KLASİK KAYNAKLAR

Bugün, İskender'in mezarına ait hiçbir ize rastlanılmamaktadır ve mezardan kalan da herhalde çağdaş İskenderiye'nin altında kalmıştır. Ama mezarın nerede olduğunu yaklaşık olarak biliyoruz: Strabon, bunun doğu limanın yanında krallık ikametgâhları, tapınaklar ve büyük parklarıyla "Saraylar" olarak bilinen bölgede olduğunu belirtmektedir.

İskender'in mezarının da kentin bu kuzeydoğu semtinde denize yakın ya da deniz kenarında olması mümkündür. Ancak elimizdeki yazılı kaynaklarda görünümü ya da boyutları hakkında açık bir ipucu yoktur ve mezarı, kentin, kilden yapılmış süslü lambaların üzerindeki küçük temsili resimlerinde tespit etmek pek inandırıcı değildir.

Latin şairi Lucanus'un birinci yüzyıldan kalma bir şiirinde, cesedin bir yeraltı odasında bulunduğu belirtilmektedir. Lucanus mezarın biçim olarak piramite benzer olduğunu ima ediyorsa da, bundan inandırıcı hır görünümünü çıkarmak mümkün olamamıştır.

İskender'in mezarının o zamanki mozolelerde kural olduğu gibi (bunların en ünlüsü Türkiye'de Halikarnassos'ta [Bodrum'da] bize "mozole" sözcüğünü veren Kral Mausolus'un mezarıdır) kare ya da dikdörtgen olup olmadığını ya da dairevi biçimiyle geleneklerden ayrılıp ayrılmadığını bilemiyoruz.

Lucanus'un arkeolojik dilde dairevi bir mezar (genelde üzerinde toprak bir höyük vardır) anlatmak için kullanılan tümülüs sözcüğünü kullanmış olması, İskender'in mezarının mutlaka daire biçimli olduğunu kanıtlanamaz: Şiirlerde bu sözcük, tanımlamalardaki doğruluk yerine kafiye ya da vezin ihtiyacı için de seçilmiş olabilir.

Gerçek şu ki, İskender'in mezarının biçimi ve süslemeleri hakkında bugün hiçbir gerçekçi fikre sahip değiliz ve bu anıtı görmüş ya da ondan etkilenmiş olanların eski çağlarda mutlaka var olmuş olması gereken yazılı metinleri de, ne yazık ki günümüze kadar ulaşmamıştır.

 

(Solda) İÖ 4. yüzyıl sonları ya da 3. yüzyıl başlarında Lysimachus tarafından çıkarılan sikkede İskender'in Zeus Ammon olarak portresi (koç boynuzlarıyla). (Sağda) Cezayir'de Batna yakınlarında İÖ 200-150 yıllarından kalma Le Medracen mozolesi. Çatı basamaklı piramit şeklindedir ve dikey yüzey Dor stili yarım sütunlarla süslenmiştir.

NUMİDİA'DAKİ BENZERLERİ

Somut kanıt olmaması karşısında varsayımlara gitmek zorundayız. Kuzey Afrika'da Mısır dışında günümüze kalan en önemli Roma öncesi anıtlar hiç kuşkusuz Numidialı kral ve prenslerin Cezayir'de Siga, Tipasa, Constantine ve Batna ile Tunus'ta Dougga'daki örneklerdir. Bunların hepsi Yunan Helenistik dünyasıyla yakın ilişkileri gösterirler ve hemen hemen hepsinde görülen dört eşit olmayan parçaya bölünmüş yüksek sahte kapı, Makedonya mezar mimarisinde çok yaygındır.

Bu Numidia mezarlarının en büyüğü ve en etkileyicisi Batna yakınlarındaki Le Medracen dairevi mozolesi (çapı 59 metre) ve Tipasa yakınlarındaki "Hıristiyan Kadının Mezarı" olarak bilinen (sahte kapı üzerindeki bölme çizgileri nedeniyle yanlışlıkla böyle adlandırılmıştır) ve çapı 63 metre olandır. Birincisi daha eski olup İÖ 200 ila 150 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir.

Tipasa mezarı ondan yüz yıl sonra yapılmıştır. Le Medracen vahşi ve ıssız bir doğanın ortasında tek basınadır ve onun ait olması gereken yerleşim yeri günümüze kadar tespit edilebilmiş değildir. Şu anda bu dairevi Numidia mezarlarının Akdeniz dünyasında öncüleri yoktur. Her ikisi de İskender'in mezarının bilinen iki unsurunu taşımaktadır: Anıtın dışında başlayan bir geçitle erişilen bir yeraltı mezar odası ve piramit biçiminde bir çatı.

Bunlardan her ikisinde de İskender'in İskenderiye'deki mezarının model olarak alınmış olması mümkün müdür? Yunan dünyasının Mısır'a en yakın yeri olan Cyrenaica'da (Doğu Libya'da) geç Helenistik dönemde daire şeklinde mozolelerin ortaya çıkması bir rastlantı mıdır?

Augustus'un Roma İmparatorluğu üzerinde hâkimiyetini pekiştirmeye çalıştığı dönemde hanedan emellerim ifade için kendisine İÖ 28 yılında Roma'da Campus Martius'ta daire biçiminde bir mozole inşa ettirmiş olması da bir rastlantı mıdır? Bu mozole ondan sonra Roma dönemi boyunca aristokrat seçkinlerin gösterişli mezarlarına model olmuştu.

Daire biçimi Roma'daki Hadrianus mozolesinde (Castel Sant'Angelo) ve Ravenna'da Theoderic'in mezarında görülür. Çok daha sonraları, 18. yüzyılda, bu model Yorkshire'da Howard'da ve Lincolnshire'da Brocklesby'deki mükemmel örnekler gibi Avrupa'nın başka yerlerinde görkemli aile mozoleleri örnekleri olarak yeniden keşfedilmiştir.

Şu halde İskender'in İskenderiye'deki mezarının daire biçimli olduğu ve önce Numidialı kralların ve sonra da Augustus'un, ünlü seleflerinin mozolesini örnek aldıkları varsayımı ileri sürülebilir. İskender' in mezarının ya serbest ya da birbirine bağlı sütunlarla çevrili olduğunu (Le Medracen ve Tipasa'da olduğu gibi) ve heykel bakımından da zengin olduğunu tahmin edebiliriz. Ama bütün bunlar somut kanıtlardan yoksundur.

Son zamanlarda Achille Adriani tarafından İskenderiye'deki doğu mezarlığında ak mermerden yapılma basit bir mezarın İskender'in mezarı olarak gösterilmesi girişimi inandırıcı değildir. Ancak arkeologlar gerçek mezarın kalıntılarını çağdaş İskenderiye'nin altında (bir rastlantıyla) bulana kadar, bu olağanüstü insanın son istirahatgâhının neye benzediğini asla öğrenemeyeceğiz.
#58 - Haziran 22 2008, 14:02:02
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Çin İmparatoru'nun Mezarı

Zaman: İÖ 210
Mekân: Xian, Çin

İlk imparator Qin, kral olur olmaz Li Dağı'nda kazılar ve inşaatlar başladı... Mezar saray, köşk ve büro modelleriyle, zarif çanak çömlek ve değerli taşlar ve antikalarla dolduruldu. Zanaatkarlara, içeri girmeye çalışanların vurulmalarını sağlayacak tatar yayları yerleştirmeleri emredildi. SIMA QIAN, İÖ 145-86

Xian'da alçak tepelerin çevrelediği tarlalar arasında doğuya doğru giderken Li Dağı olarak bilinen alçak bir tepe görülür. Yerel halk yüzyıllardır burasını doğal bir arazi parçası olarak görmüşse de, 60 yıl önce bile bölgede çok garip pişmiş topraktan büyük insan heykelleri bulunmuştu.

1974'te bir kuyu kazılırken bulunanlar buranın, Çin'in tarihinde çok özel bir yer olduğu varsayımları güçlendi: Köylüler hâlâ yüzlerinde özgün boyalarını taşıyan ve ellerinde bronz silahlar bulunan insan boyunda kilden askerlerle karşılaşmışlardı. Yerel halk, Çin'in ilk imparatoru Qin Shi Huangdi'nin mezarını iki bin yıldır koruyan sessiz orduyu bulmuştu. Çin tarihinde Savaşan Devletler olarak bilinen

önemli dönem İÖ 221 yılında sona ermişti. Belli başlı devletler İÖ 453 yılından beri hâkimiyeti elde etmek için hemen hemen kesintisiz bir savaş sürdürmüşlerdi. On binlik, hatta yüz binlik orduların bulunduğu bu dönemde savaş ve silah sanatında da büyük sıçramalar kaydedilmişti. 311 yılında Qin Devleti, zengin Sichuan havzasını fethetti. 277'de Chin, arkasından da Han ve Wei düştü.

Muzaffer Kral Zheng, kendim Qin Shi Huangdi ilan etti. İÖ 217 yılında ölen yüksek düzey bürokratlarından Efendi Xi'nin mezarında Çin'in günümüze kalmış en eski hukuki belgeleri bulunmuştur. 500 çok değerli bambu parçası üzerinde yeni hukuki rejimin, birleşik bir devlet altında evrensel yasaların sıkı bir biçimde uygulanmasına dayandırıldığı belirtilmiştir.

İmparator ülkesini 36 komutanlığa bölmüş, Xianyang'daki başkentinden kuzeyde Büyük Çin Seddi'nin ve yeni bir sarayın inşasına başlanması emrini vermişti. Ölümsüzlük fikirlerine kapılan imparator ÎÖ 246 yılında da 700.000 askerinin, insanlık tarihinde bir eşi bulunmayan bir mezar yapmalarını emretmiştir.



Li Tepesi, Çin'in ilk imparatorunun yeraltı sarayını ve mezarını örtmektedir. Şimdi 47 metre yüksekliğinde olan tepe zamanında çok daha yüksek olmalıydı.

İMPARATORUN ORDUSU

Duvarlarla çevrili büyük bir dikdörtgen içindeki mezar külliyesini iki kaynaktan biliyoruz. Bunlardan birincisi arkeoloji, ikincisi de zamanın tarihi kayıtlarıdır. Bu duvarların önünde pişmiş topraktan ordunun bulunduğu çukurlar yer alır. Dünya arkeolojisinde, ziyaretçileri, 1. çukura inerken karşılaştıkları manzaraya hazırlayacak pek az yer vardır. Uzun, paralel odacıklarda pişmiş topraktan sessiz savaşçılar dizisi gözalabildiğine uzanmaktadır.

Ön tarafta dört atla bir araba vardır. Piyade askerleri dimdik, ellerinde uzun saplı bronz mızrakları ya da uçları hâlâ sivri oklarla dolu sadaklarıyla dimdik durmaktadır. Yakından bakılınca zırhlarının kıvrımlarının zarafeti ve kuzey sınırına gönderilenleri Sibirya soğuğundan koruyacak atkıları görülür.

Ayrıca, demir tarım aletleri, bronz ve deri eyer takımları, ipek ve keten dokumalar, yeşimden ve kemikten yapılmış eşyalar da bulunmuştu. Bugün bile parlaklığını ve keskinliğini koruyan kılıçlar, pek alışılmadık biçimde, 13 elementin alaşımından dökülmüştü.

Tarihçiler Qin'i savaş alanında üstünlüğe götüren askeri örgütlenmedeki ilerlemeyi çok uzun zamandan beri takdir etmişlerse de, günün birinde 12.000 metrekarelik bir yeraltı çukurundan, 7000 askerlik bir tümenin çıkabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Uzun boylu generalden en sıradan bir piyade erine kadar ordunun bütün üyelerinin tek tek incelenebileceğini kim hayal edebilirdi?

Zamanda donmuş olan bu ordu, buzdağının ancak ucudur. Yakınlardaki bir çukurda 100 arabalı ve 100 savaş atlı bir süvari tümeni bulunmaktadır. Üçüncü bir çukurda ise ordu karargâh subayları yeralmaktadır.



Yakın zamanda bulunan Arabalar ve bütün donanımlarıyla atları. Şimdiye kadar ordunun çok küçük bir kısmı çıkarılmıştır.

MEZARIN İÇİNDEKİLER

Keşfedilmeyi bekleyen başka ne gibi hazineler bulunduğunu kimse tahmin edememektedir: Daha şimdiden mükemmel durumda bronz bir araba ile atları çıkarılmıştır. Bunun İÖ 210 yılında 50 yaşında ölmeden önce imparatoru ülkesinin dört bir yanına taşıyan araba olduğu kuşkusuzdur. Odalarda at iskeletleri vardır ve atların yüzleri merkez mozoleye dönüktür. Bazı odalarda, herhalde imparatora ait olması gereken hayvanların iskeletleri bulunmaktadır.

Hiçbir ziyaretçi, uzaktaki Li Dağı'nın alçak tepesini uzun süre görmezden gelemez. Ovadan hâlâ 47 metre yüksekte olup tabanı 350 metreye 340 metrelik bir alanı kaplayan tepenin içindekiler, hiçbir arkeolog giremediği için, bir sır olarak kalmaya devam etmektedir.

Tarihçi Sima Qian, bizi umutlandıran ipuçları bırakmıştır. Tepenin altında gerçek bir hazine sarayının bulunduğunu yazmaktadır. İmparatorluğun ırmakları Yangzi ve Sarı Irmak cıvayla temsil edilmiştir ve bunlar mekanik yollarla bir içdenize dökülmektedirler. İçerisini sonsuza kadar olmasa bile çok uzun bir zaman aydınlatmak için balina yağından dev meşaleler yakılmıştır.

Mezar dökme tunçla kaplanmış, imparatorun en iyi mobilyaları gelecekteki ihtiyaçları için içine yerleştirilmişti. Halefi, İmparatora erkek evlat doğurmayan bütün karılarının da ölümde kendisine eşlik etmelerini buyurmuştu.

Mezar soyguncularını ve yağmacılarını öldürmek üzere çeşitli yerlere tatar yayları yerleştirilmişti. Ve son bir fermanla da, mezarın yapımını gerçekleştirenler öldürülmüşlerdi. Mezarın yakınlarında, kiminin öldürüldüğü belli olan pek çok erkek iskeleti bulunmuştur.

Ama belki de bulunacak fazla bir şey yoktur. Daha yakınlarda mezarın neredeyse gölgesinin düştüğü yerde altın ve gümüş işlemeli bir Qin Hanedanı bronz çam bulunmuştur. Dönemin tarih kayıtlarında, imparatorun ölümünden yalnızca birkaç yıl sonra mezarının yağmalandığı anlatılmaktadır.

General Xiang Pu liderliğindeki isyancılar, mezar sarayı yağmalamışlar ve pişmiş topraktan ordunun bulunduğu yeraltı odalarına girip askerlerin silahlarını almışlardır. Ancak kil askerlerin ve silahlarının bir kısmı günümüze kadar kalmıştır.

Kayıtların da belirttiği gibi 300.000 insan, mezarın içindekileri 30 günde boşaltamamışsa, o zaman günümüze kadar el değmeden kalmış bazı odalar olabilir. Belki de cıva nehir hâlâ yeraltındaki denize akmaya devam etmektedir. Bu ancak kazıların çözebileceği bir sırdır.

Ancak tarihi bir gerçekten emin olabiliriz. Hanedanı kendi ölümünden sonra pek devam edememişse ve imparatorluk mezarı yok edilmişse de, onun idari reformları yüzyılları aşarak modern çağlara kadar erişebilmiştir.
#59 - Haziran 22 2008, 14:02:55
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İsa'nın Kabri

Zaman: İS 1. yüzyıl
Mekân: Kudüs, İsrail

Yusuf cesedi alıp onu temiz bir keten bezine sardı; kaya içine oymuş olduğu kendi yeni kabrine onu yatırdı ve kabrin kapısına büyük bir taş yuvarlayıp gitti. MATTA 27:59-60

Kudüs'teki Kutsal Kabir Kilisesi'nin merkezinde İsa'nın gerçek kabrinin bulunduğuna pek çok Hıristiyan yürekten inanır. Ancak Kudüs'ün putperest bir kent olduğu iki yüzyıl boyunca İsa'nın gömülmüş olduğu yerin kayıp olduğu gözönüne alınırsa bundan nasıl hâlâ emin olunabilir?

Hıristiyan olan ilk Roma imparatoru Konstantin 4. yüzyılın başında Hıristiyanlığı imparatorluğunun resmi dini olarak ilan etmişti. 325 yılında, İznik Konseyi sonrasında Kudüs başpiskoposu Makarios'tan İsa'nın kabrini bulmasını ve üzerine büyük bir kilise inşa etmesini istedi.

Başpiskopos'un kabri nerede araması gerektiğini bildiği anlaşılıyor: Hiç duraksamadan 200 yıl önce İmparator Hadrianus tarafından yaptırılan büyük Roma tapınağını yıkmaya koyuldu. Tapınağın temellerinde bir kabir bulununca bunun Arimathealı Yusuf'un 300 yıl önce İsa'nın cesedini aceleyle gömdüğü yer olduğu bildirildi. Bu Tanrı'nın elinin yönettiği gerçek bir mucize miydi, yoksa Makarios'u doğruca kabre götüren bir gelenek mi vardı? Ya da başka bir neden olmuş olabilir miydi?



Günümüzdeki Kutsal Kabir Kilisesinin doğu-batı kesiti. En aşağı (doğu) uçta Gerçek Çarmıh Şapeli. Söylentilere göre, Konstantin'in annesi Helena, İsa'nın gerildiği çarmıhı burada bulmuştur. Küçük kubbe, güneybatısında Calvary Kayası'nın bulunduğu özgün Kutsal Bahçe bölgesi üzerindedir. En sağda ise ortasında Aedicule olan Rotunda.

İNCİL GELENEĞİ

İncil bize Romalılar'ın İsa'yı, yurttaşların suçlulara verilen cezayı daha iyi seyredebilmeleri için Kudüs duvarlarına yakın idam yerinde çarmıha gerdiklerim söyler: Kentin kuzeybatısında bugün hâlâ Kudüs binalarının cephelerini kaplamak için kullanılan sert malaki kireçtaşı ocağı vardı.

Taşocağının İÖ 8. ve 7. yüzyıllardan kalma olduğu anlaşılmıştır ve burası İsa'nın zamanında bahçeler ve meyve bahçeleriyle dolu bir alandı. Taşocağının bir yerinde taş ustalarının inşaat amaçlarına uygun olmadığı için öylece bıraktıkları bozuk bir taş daman vardır. Pek çok kimse işte bu kayayı İsa'nın iki hırsız arasında çarmıha gerildiği Calvary ya da Golgotha (kafatası biçimindeki yer) olarak kabul ederler.

Buraya yakın bir yerde Kudüs'ün zenginleri taşocağının kaya duvarına kendi kabirlerini oymuşlardı. Arimathealı Yusuf'un kullandığı kabir bunlardan biri olabilir: Matta İncili'nde ("Akşam olunca, İsa'nın şakirdi olmuş Arimathealı Yusuf adlı zengin bir adam geldi. Bu adam Pilotus'a gidip İsa'nın cesedini istedi. O zaman Pilotus verilsin diye emretti. Yusuf cesedi alıp..." 27: 57-60) anlatıldığı gibi kabir, kentin duvarlarının hemen ötesinde ve idam yerinin de yakınında olmalı. İncil'de kabrin kapısının değirmen-taşı biçiminde büyük ve ağır bir kaya ile kapatıldığı yazılıdır.

Arkeologlar, Kudüs'ün o bölgesinde İsa'nın zamanından kaldığı saptanan böyle birkaç kayaya oyulmuş kabir bulmuşlardır. Bunlar herhalde kuşaklar boyunca ölülerini orada gömen ve girişlerini yuvarladıkları büyük taşlarla kapatan aristokrat ailelere aitti. Bu "yuvarlanan taşlar"ı oynatmak için tıpkı Matta İncili'nde anlatıldığı gibi çok büyük bir güç gerekiyordu.

Her ceset gömülmeden önce zamanın Yahudi törelerine göre yıkanıp yağlanır, sonra kefenlenip kabir odasında kayalara oyulmuş bir rafa yerleştirilirdi. Kadınlar, Sebt gününün sabahı İsa'nın cesedini yıkayıp yağlamaya geldiklerinde taşın mucizevi bir biçimde yana çekilmiş ve gömme rafının boş olduğunu görmüşlerdi.

Bu olaylar Matta'ya göre şöyle olmuştur: "Ve Sebt günü geç vakit, haftanın ilk gününe doğru, tan yeri ağarmaya başlarken, Mecdelli Meryem ve öbür Meryem kabri görmeğe geldiler. Ve işte (...) Rabbin meleği gökten indi ve gelip taşı yuvarlayarak üzerine oturdu. Onun görünüşü şimşek gibi idi, esvabı kar gibi beyazdı. (...) Ve melek cevap verip kadınlara dedi: Siz korkmayın, çünkü haça gerilmiş olan İsa'yı aradığınızı biliyorum. O burada değil, çünkü dediği gibi kıyam etti", Markos 28: 1-6.



Kutsal Kabir Kilisesi'nin havadan görünüşü. Büyük kubbe Kabrin üstündeki Rotunda'yı örtmektedir. Soldaki kısa çapraz sahnın üzerindedir.

ROMA YÖNETİMİNDE KUDÜS

Kudüs Hıristiyanlar'ı yıllarca o noktaya taptılarsa da, 2. yüzyılın başlarında Hadrianus kenti yıkıp kalıntıları üzerine kendi Aelia Capitolina putperest kolonisini kurduğunda kabir de kayboldu. Hadrianus 135 yılında yüksek bir tepe üzerinde aşk tanrıçası Afrodit'e adadığı büyük bir tapınak külliyesi inşa etti.

Belki de imparatorun tapınağım çarmıha gerilme yeri ile kabrin üzerine yaptırdığına ilişkin nesilden nesile aktarılan bir söylenti vardı. 395 yılında yazan Aziz Jerome'a göre yakındaki Calvary kayası üzerine tanrıçanın büyük bir heykeli de dikilmiş olabilir. Daha sonraki Hıristiyan görüşüne göre Hadrianus, Hıristiyanların bu en kutsal yerlerini ziyaretlerini önlemek için tapınağını Kutsal Kabir üzerine yapmıştır.

Hıristiyanların da Yahudiler'in de yeni kentinde dinlerini uygulamalarına iyi gözle bakmadığı bir gerçektir. Ancak Roma dönemi boyunca yine de Kudüs'te küçük bir Hıristiyan azınlığı varlığını sürdürmüştür.

Konstantin, çarmıha gerilme yerinin ve İsa'nın kabrinin araştırılmasını emrettiğinde kentin boyutları ve hatta duvarları bile büyük ölçüde değişmişti. Kabrin genel olarak yeri geleneksel bellekte kalmış olsa bile, putperest Roma günlerinde kentteki Hıristiyan sayısı çok azken, Hıristiyanlar İsa'nın gömüldüğü yeri hâlâ nasıl bilebilirlerdi?

Ancak Başpiskopos Makarios kent duvarlarına bile bakmadan doğruca Hadrianus'un kentinin merkezindeki forumun kuzeyindeki büyük Roma tapınağına gitmişti. Çarmıha gerilme zamanında bu bölge kentin dışındaydı ve kente ancak İsa'nın ölümünden 10 ile 15 yıl sonra dahil edilmişti.

 

(Solda) Batı Kudüs'te, eski kent duvarlarının ötesinde "Herod'un Kızlarının Kabri" denilen kabrin içeriden görünüşü. Oyuktaki büyük yuvarlak taş ve kayaların içine açılmış kabre giden basamaklar açıkça görülmektedir. (Sağda) Bu altın yüzükte İmparator Konstantin döneminde (306-37) İsa'nın Kabri çevresinde yapılan özgün Aedicule görülüyor. Yüzük 6. yüzyıldan kalmadır ve Kudüs'te Tapınak Tepesi yakınlarındaki kazılarda bulunmuştur.

KABRİN BULUNMASI

Kabrin bulunması konusunda belki de bir görgü tanığımız vardır. Caesaria Piskoposu ve kilise tarihçisi Eusebius, 337 yılında İmparator Konstantin'in bir biyografisini yazmıştı. Eusebius'a göre kazı yapanlar İsa'nın kabrinin o kadar kolay bulunmasına şaşmışlardı. Ama bir zamanlar orada olan pek çok kabrin içinde doğru olanı bulmuşlar mıydı?

Yoksa bir kabir bulmuşlar ve bunun doğru olan olduğuna mı karar vermişlerdi? Her ne kadar Eusebius ya da ondan sonraki kaynaklar bu konuda bir şey belirtmemişlerse de, belki de kabir işaretliydi ya da üzerinde İsa'nın adı yazılıydı. Oxford'daki Hertford Koleji'nden Martin Biddle, Roma'da Aziz Petrus Kilisesi'nin mihrabının altındaki Aziz Petrus'un kabrinin bu yolla tanındığına işaret etmiştir.

Her ne olursa olsun Kudüs'te inşa edilen Martyrion (ya da "Tanık") Kilisesi zamanının en büyüğüydü ve bugünkü Kutsal Kabir Kilisesi'nin atasıydı. Büyük kilisenin ötesinde, Kutsal Bahçe'de, çevresindeki kayalardan kurtarılmış ve çevresindeki toprak indirilmiş olan kabir duruyordu.

Konstantin 335 yılında kiliseyi kutsadıktan sonra kaya kabri, Aedicule ("küçük ev") adı verilen küçük bir türbeye aldı, çevresine Anastasis ya da "Dirilme" denilen büyük bir yuvarlak yapı dikti ve üzerine kocaman bir kubbe geçirdi. Bugün özgün Aedicule'ün üçüncü kuşağı kabri sarmaktadır. Ancak pek çok kimsenin yaptığı gibi bunun gerçekten İsa'nın kabri olduğunu kabul etsek bile son bir muamma daha vardır: Özgün kabirden herhangi bir parçanın kalıp kalmadığı hakkında bir fikrimiz yoktur.

Özgün Aedicule ve onu barındıran kilisenin yapılmasından bu yana geçen yüzyıllar içinde kilise yangın, deprem ya da insan eliyle çok kez kısmen ya da tamamen yok edilmiştir. Aedicule, en son 1808'de bir yangından sonra yeniden yapılmıştı. Son olarak da Kudüs İngiliz Mandası altındayken, 1927'de bir depremin ardından yıkılacak duruma geldiğinde çelik iskelelerle güçlendirilmiştir.

Bu iskeleler hâlâ orada durmaktadır ve gelecekte Aedicule'de bir inşaat işine girilmesi kaçınılmazdır. Kutsal Kabir Kilisesi'nden sorumlu Hıristiyan topluluklarından alınacak izinle onarım yapılırken İsa'nın cesedinin yatırıldığı gerçek kabirden geriye bir şey kalıp kalmadığını anlamak mümkün olabilecektir.
#60 - Haziran 22 2008, 14:03:57
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Lût Gölü'nün Hazineleri

Zaman: İÖ l. yüzyıl ortaları - İS I. yüzyıl ortaları
Mekân: Kumran, Şeria Vadisi

... Bakır Tomarları hazinesi, hayal ya da gerçek, herhalde Kudüs Tapınağı hazinesidir. KYLE McCARTER, 1992

1940'lı yılların sonunda o sırada İngiliz Krallığı'nın Filistin Mandası'nda olan Lût Gölü'nün kuzeybatı kıyısı yakınlarındaki Kumran mağaralarında bir rastlantıyla gizli bir tomar deposu bulunmuştu, İngilizler'in bölgeden çekilmesi üzerine burası Ürdün Haşimi Krallığı'nın bir parçası oldu. Çoğu deri üzerine yazıldıktan sonra tomar haline getirilip küplere konulmuş belgeler birkaç mağaraya yayılmıştı.

Tomarların, Tevrat'ın bütün kitaplarından parçalarla muhtemelen Kumran'da yaşamış bir mezhebin edebiyatını içerdiği anlaşıldı. Bu belgelerin hepsine birden Lût Gölü Tomarları adı verildi. Bunların arasında, yapıldığı metalden adını alan Bakır Tomarı hepsinin en garibidir.

Bu tomarlar, Tevrat'ın en geç İS 70 yılında bugünkü biçimini aldığının saptanmasını sağlamış, Filistin tarihinin İÖ 4. yüzyıldan IS 135'e kadar yeniden yazılmasına ve ayrıca erken Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki geleneksel ilişkilerin açıklanmasına da yardımcı olmuştur.

 

(Solda) Kumran'ın doğusundaki yamaçlar büyük bir olasılıkla Roma'ya karşı Birinci Yahudi Ayaklanması'nın başladığı 66 yılında Lût Gölü Tomarları'nın saklandığı mağaralarla doludur. (Sağda) Bakır Tomar'ın açılmış panolarından biri. Yukarıdan altıncı satırda "aleph" ve son satırda "beth" harfleri açıkça görülüyor. Bunlar bugün modern İbrani yazısında kullanılan kare harflerdir.

KEŞİF VE RESTORASYON

Kumran'ı kazanların başında gelen Pere Roland de Vaux, Bakır Tomarı 1952'de 3 numaralı mağarada iki parça halinde buldu. Bu o kadar farklı görünüyordu ki, ilk başta bunun öteki tomarlara ait olup olmadığını anlayamadı ve ne o ne de öteki arkeologlar oksitlenmiş olması nedeniyle tomarı açmayı başaramadılar. Ama görebildikleri kadarıyla tomarda, o civarda gizli bir altın ve gümüş hazinesinin yeri hakkında bilgi olabilirdi. Ancak oksitlenmiş tomarı açamadıklarından yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.

Bakır Tomar üç buçuk yıl sonra, Kuzey İngiltere'de Manchester Bilim ve Teknoloji Koleji'ne götürüldü. Burada Mühendislik Bölümü'nden Profesör H. Wright Baker, özel olarak tasarlanmış minyatürize bir daire testereyle tomarı açabildi. Bu hassas operasyon sonunda 23 içbükey pano ya da parça halinde ortaya çıkan 12 sütundan oluşan metinde eski Filistin'in çeşitli yerlerinde saklanmış hazinelerin listesi ve saklandıkları yerlerin tarifleri çıktı.

Tomarı yapmak çok pahalıya malolmuş olmalıydı ve kalıcı olmasının istendiği belliydi. Tomar yüzde 99 saflıkta çok ince üç bakır tabakadan meydana gelmiştir. Levhalar 2,4 metre uzunluğunda ve 23 santim genişliğinde bir tomar oluşturmak üzere birbirlerine perçinlenmişlerdi. Ayrıca bunun bir eşi daha yoktu: Bir kere, öteki Lût Gölü Tomarları gibi deri ya da papirüs değil, bakırdı.

İkincisi, Tevrat'tan daha sonraki ama en eski dini metinlerden daha eski bir İbranice'yle yazılmıştır. Paleografik açıdan birinci yüzyılın ortalarında yazılmış gibi görünmektedir. Yazı o kadar beceriksizce yazılmıştır ki, profesyonel bir yazıcı tarafından yazılmış olamaz. Son olarak da, diğer Lût Gölü Tomarları'nın aksine dini bir metin içermemektedir.

Bazı araştırmacılar bunun efsanevi bir liste, dünyanın her yerinde folklorda varolan türden bir tür gizli hazine izi olduğunu düşünmektedirler. Günümüzde uzmanlardan çoğu, bunun Romalılar kente 67 yılında saldırmadan hemen önce Kudüs'teki Herod Tapınağı'ndan kaçırılan hazinelerin saklandıkları yerlerin kayıtları olduğuna inanmaktadır.



Bakır Tomar'ın 23 parçası Amman'da Ürdün Arkeoloji Müzesi'nde özel kutusunda sergileniyor. Ne yazık ki, tomarın açılmasından sonra parçaların kenarları çürümüş ve metnin bir kısmı kaybolmuştur. Daha fazla bir kayba uğramaması için şimdi koruma çalışmaları yapılmaktadır.

HAZİNE NEDİR?

Pek çok kimse İsrail ve Ürdün'ü boydan boya araştırdıkları halde, bu hazineden bir tek parça bile bulunabilmiş değildir. Bu işi ilk yapan kişi Bakır Tomar'ın Manchester'e getirilmesinde aracılık eden ve onun ilk İngilizce çevirisini yayınlayan John Allegro'ydu. Kendisini izleyen bütün diğerleri gibi o da başarısız olmuştu. Tomar göründüğü şey olabilir mi? Yani, ülkenin bir yerindeki gizli bir hazinenin listesi?

Saklanan her yerin, bölgedeki belirli bir yerden uzaklığı ve hatta kaç metre derinlikte olduğu tek tek verilmiştir. Çok daha esrarengiz olan şey, bazı kayıtlarda iki üç Yunan harfi bulunmasıdır. Bunların ne anlama geldiğini kimse bilmemektedir.

Toplam olarak 64 kayıt vardır. Bunların toplamı, çoğunluğu altın ve gümüş külçe olmak üzere büyük bir hazinenin ayrıntılarını vermekte, bunların dışında pahalı ayin kapları ve günlük kapları sayılmaktadır. Yalnızca tapınakta -burası aslında Devlet Hazinesi'ydi- böyle bir hazine olabilirdi ve yalnızca orada ayin ve günlük nesneleri kullanılabilirdi. Tomarın tespit edilen tarihi de Birinci Yahudi Ayaklanmasının zamanıyla (İS 66-70) uyumluydu. Romalılar 70 yılında Kudüs'e girmişler ve tapınak da o tarihte yakılmıştır.

Günümüzde tomarların gerçek hazinenin yerini bildirmesine rağmen göründüğü şey olmadığına inanılmaktadır. Hazinenin saklandığı yerler çoğunlukla Kudüs'ten Lût Gölü'ne uzanan vadiler olmakla birlikte henüz bir tek parça bile bulunmuş değildir. Ayrıca kendisi çok değerli olan Tomar'da kayıtlı hazinenin toplamı öylesine inanılmaz bir büyüklüktedir ki, çoğu araştırmacılar metinde bir tür şifre kullanıldığını düşünmektedirler. Bu herhalde asla çözemeyeceğimiz bir şifredir.

Başka sorular da var: Hazine Romalılar'a şiddetle direnen ve sonra Masada'da hepsi öldürülen Zealot gerilla savaşçıları tarafından mı tapınaktan çalınmıştı? Yoksa Roma ordusunun yaklaşması üzerine tapınaktan rahipler tarafından ya da başkaları tarafından mı saklanmak üzere alınmıştır? Bilemiyoruz.
#61 - Haziran 22 2008, 14:04:46
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


55 Numaralı Mezarın Sırrı

Zaman: İÖ yaklaşık 1335-1322
Mekân: Amama ve Thebes, Mısır

Tabutun sahibinin kimliğinin, sonunda bir sürpriz olacağına inanıyorum. GASTON MASPERO, 1907

Amerikalı Theodore M. Davis'in Thebes'deki Krallar Vadisi'nde yaptığı kazılarda 1907 Ocak ayında bir mezar bulundu. Burası Mısır'daki mezarların çoğu gibi karışık ve hasarlıydı ama bu kere bunun nedeni mezar soyguncuları değil, anlaşıldığı kadarıyla eski çağlardaki resmi faaliyetlerin sonucuydu. Mezarı o hale neyin getirdiği sorusu Mısırbilimciler'i yaklaşık yüz yıldır meşgul etmiştir ve günümüzde bile en az araştırmacı sayısı kadar da "çözüm" vardır.

Resmi numarası KV55 (Krallar Vadisi 55) olan mezar bir merdiven, bir koridor ve bir tek odadan oluşmaktadır. Mezarın çevresinde dağınık duran pek çok eşya vardır. Bunlardan en büyüğü, aslında III. Amenophis'in karılarından biri olan Kraliçe Tiy'in lahdinin çevresi için oğlu Ahenaton (ÎÖ 1353-1335) tarafından yaptırılmış olan türbenin sökülmüş parçalarıdır.

Ahenaton, Mısır'ın geleneksel dinini kaldırıp yerine Aton olarak bilinen bir tek güneş tanrısına tapınmayı getirdiği için "sapkın firavun" olarak bilinir. Odanın çevresine dört koruyucu tılsım ("sihirli tuğla") yerleştirilmiştir ve bunların birinde de firavunun adı yazılıdır. Odanın kuzey duvarındaki bir nişte, kapaklı dört küp Ahenaton'un küçük eşi Kiya'nın iç organlarının saklanması için konulmuş ama üzerlerindeki yazılar silinmiştir. Mezarın döşemesi üzerinde bulunan kil mühür izlerinde Ahenaton'un halefi Tutankhamon'un (İÖ 1333-1323) adı yazılıdır.

 

(Solda) Yüz, Tutankhamon'un tabutlarından ikincisine çok benzemektedir. Kartuşların çıkartılıp yenilerinin takılmasından bunun Tutankhamon'dan başka bir kral için yapıldığı bilinmektedir. (Sağda) Tabut özellikle tanınmaz hale getirilmiş, yüzü ve üzerindeki bütün adlar silinmiş.

ESRARENGİZ MUMYA

Mezardaki en önemli şey Kiya için yapılmış ama bir kral için değiştirilmiş olan tabuttur. Ancak bu kralın adı, her geçtiği yerde silinmiş ve tabutun altın yüz maskesi çıkartılmıştır. Tapınak da benzer biçimde hasar görmüş, Ahenaton'un resimleri ve adları çıkarılmıştır. Tabutun içinde rutubet yüzünden çok kötü hasar görmüş bir mumya vardı.

Tabutu ilk inceleyen bilim adamları, çökmüş kasıkları nedeniyle bunun bir kadın cesedi olduğunu ilan ettiler, Davis de bunun üzerine mezarı "Kraliçe Tiy'in Mezarı" olarak adlandırdı. Ancak bu adı taşıyan kitabı çıktığında, daha ayrıntılı bir inceleme sonunda cesedin bir erkeğe ait olduğu anlaşılmıştı. Evrensel kanıya göre bu Ahenaton'un mumyasıydı. Ölümünden sonra anısı lanetlendiği için tabuttaki ve tapmaktaki adlan silinmiştir.

Ancak başka araştırmacılar ise, mumyanın Ahenaton'un son yıllarında kendisiyle birlikte hüküm süren ve ölümünden sonra "sapkın firavun" gibi hakarete uğrayan Smenhkare olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kişi ile, aynı dönemde ortaya çıkmış Neferneferuaten adlı bir diğerinin kimlikleri konusunda büyük tartışmalar olmuştur. Kanıtlara getirilecek en iyi yorum, ikisinin de aynı kişi olduğu ve üç yıllık ortak hükümdarlığı sırasında adını değiştirdiği olacaktır.

1922'de Tutankhamon'un mezarının bulunmasıyla çok önemli ek kanıtlar elde edilmiştir. Tutankhamon'un mumyası, onunla KV55' in yakın akraba olduklarını -ya kardeş ya baba oğul- ortaya çıkarmıştır, ikincisi, mezarda özgün olarak Smenhkare için yapılan ama hiç kullanılmamış çok sayıda nesne vardı: Özellikle Smenhkare'nin iç organları için dört minyatür tabut ve tam boy tabutlarından biri.

Hepsinin üzeri Tutankhamon için kullanılmak üzere yeniden yazılmışsa da, hem kral adlarının bulunduğu yerde özgün sahibinin izleri vardı hem de tabutların üstündeki yüzler Tutankhamon'un yüzü değildi. Bütün bu nesnelerin Krallar Vadisi'nin 55 numaralı mezarında, bir zamanlar Kiya'ya ait olan malzeme ile temsil ediliyor olması, o mezarın içindekinin Smenhkare olduğuna inanan bazı araştırmacılarca önemli bulunmuştur.

Diğer araştırmacılarsa, mumyanın Ahenaton'a ait olduğunu iddiaya devam etmişlerdir. Çeşitli anatomi uzmanları, 20'yle (Smenhkare'ye daha yakın) 30-40 (Ahenaton'a yakın) arası değişen rakamlar buldukları için mumyanın ölüm yaşına ilişkin tahminler de pek yararlı olmamıştır.

Mezarın tarihine ilişkin pek çok senaryo üretilmiştir. Ortak noktaları mumyanın, artık her kimse, Ahenaton'un inşa ettirdiği Thebes'in 300 kilometre kuzeyindeki yeni başkent Tel el-Amarna'da gömülmüş, sonra kentin terk edilmesinin ardından çıkartılıp KV55'e taşınmış olduğudur.



KV55'in bu krokisinde malzemelerin mezar içinde dağınık bir halde atıldığı ve çoğunun aşağı inen koridoru tıkayan molozların üzerinde yattığı görülüyor.

İKİ ÇÖZÜM

Tutankhamon'un hükümdarlığının yarısına doğru Amarna başkentlikten çıkarılmış ve onun ölümünden sonra da terk edilmişti. Böylece KV55'in kuruluşu Tutankhamon'un hükümdarlığının ortalarıyla mührünün geçerliğini kaybetmiş olacağı gömülmesine kadar geçen zaman içinde bir noktada gerçekleşmiş olmalıdır.

Bir görüşe göre Smenhkare ve/veya Ahenaton ve onunla birlikte Amarna'da gömülmüş annesi Tiy, hükümet kenti terk eder etmez KV55'e taşınmışlardır. Mezarın içindekileri böyle hasara uğratanların ya 19. Hanedan'ın anti-Atoncu kralları ya da IX. Ramses'in memurları olduğu sanılmaktadır. Belki de firavunun yandaki mezarının inşası sırasında KV55, bir kere daha keşfedilmiştir.

Bu senaryoya göre Tiy'in cesedi çıkartılıp başka bir yere gömülmüş ve türbesinin bir kısmı tek açık giriş koridoruna takılıp sıkışınca orada bırakılmıştır. Bir mumya daha çıkarılmış ve kalanının kimliğini gösteren işaretler de silinmiş olabilir. Mezar kapatılmadan önce türbedeki Ahenaton resimleri silinmiş ve mezarın son sakini orada ebedi bir karanlığa terk edilmiştir.

Bir başka seçenek de, bu taşıma işinin Tutankhamon'un ölümünden sonra ama gömülmesinden önce yapılmış olmasıdır. Ahenaton'un anıtlarının daha Tutankhamon'un yaşadığı sıralarda imhasına başlandığı artık açıkça anlaşılmaktadır. Tahtta Ahenaton'un oğlunun bulunması gerici güçleri frenlemiş olmalıdır. Ancak Tutankhamon'un ölümüyle bu baskı yok olmuş olacaktır.

Bu senaryoya göre KV55'teki ceset daha ilk baştan adsız olarak bu yeni mezarına yerleştirilmiştir. Sonra gerçekleşen dağınıklık da IX. Ramses'in ekonomik sıkıntılarla geçen iktidarında mezarın yeniden keşfedilmiş olmasının sonucudur. Altın peşinde olan memurlar altın eşyayı oradan çıkarmak istemişler, sonra türbenin bir kısmının giriş geçidini tıkamasıyla girişimleri yarıda kalmıştır.

 

(Solda) KV55 odasının, bulunduğu zamanki durumu. Sol kısımda, türbenin bazı panoları duvara yaslanmış durumda görünüyor. Onların ilerisinde de tabut var. Duvardaki nişte kapaklı küpler duruyor. (Sağda) KV55'teki kapaklı küpler Kiya için yapılmıştı. Bunların yazıları iki aşamada kaldırılmıştır. Önce Kiya'nın adı ve unvanları, sonra da Ahenaton ile Aton'unkiler silinmiştir.

BİR ÇÖZÜM MÜ?

Mumyanın Ahenaton'a ya da Smenhkare'ye ait olması durumunda her iki temel senaryo da uygulanabilir ama geriye iki temel soru kalmaktadır: Bir kral neden bir kadının gayet süslü bir biçimde değiştirilmiş tabutuna konulmuştur ve kendi tabutu ne olmuştur?

Yapılan değişiklikler tabutun yazılarının Atoncu metinlerini değiştirmemiştir, bu da tabutun bir firavunun gömülmesi için Ahenaton'un iktidarında hazırlandığını göstermektedir. Ahenaton ölümünden çok önce tamamlanmış bir dizi tabuta sahip olmalıydı ve tunlar da mutlaka kendisi için kullanılmıştır. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi, Smenhkare kendisi için en azından bir tabut ha-zırlatmışsa da bunun içinde gömülmemiş, onun tabutu genç kral Tutankhamon için kullanılmıştır.

Smenhkare daha sonra Neferneferuaten adını almışsa da, koyu bir Atoncu değildi. Cenaze levazımatı tümüyle gelenekseldi ve tapınağında geleneksel tanrıların başı olan Amon'a tapılırdı. Ancak onun, Atoncu devrimin başı olan babası Ahenaton daha yaşarken öldüğü anlaşılmaktadır.

Ahenaton'un Aton dışında tanrılara karşı hoşgörüsüzlüğü -ki, çoktanrılı anıtları imha etmesinde görülmektedir- gözönüne alındığında Smenhkare'nin kendisi için hazırladığı geleneksel malzemeyle gömülmesine izin vermemiş olması mümkündür.

Eğer bu böyle olmuşsa, o zaman mumya ve iç organları için farklı kaplar gerekecekti. O zaman da bir zamanlar Kiya'ya ait olan "dini açıdan doğru" malzeme genç kral için değiştirilmiş ve cenazesinde kullanılmıştır. Cesedi Amarna'da Kraliçe Tiy'in türbesine yakın bir mezara konulmuştur. Mumya son olarak da buradan Krallar Vadisi'ne taşınmıştır.

Şu anda Kahire Müzesi'nde yalnızca KV55 tabutunun kapağı bulunmaktadır. Alt kısmının çürümüş kalıntılarında olması gereken altınlarının, Birinci Dünya Savaşı sırasında müzeden çalındığı anlaşılmaktadır. Bu altınlar, daha sonra Almanya'da ortaya çıkmıştır. Doğrulanmamış haberlere göre burada Smenhkare'nin sağlam bir kartuşu da bulunmaktadır. Sorunun bu yanının, tabutun altı sonunda gerçek sahibi olan Kahire Müzesi'ne iade edildiğinde çözümlenmiş olacağı umulmaktadır.

Mısır deyince ilk akla gelen kadın adlarından olan Nefertiti de Ahenaton'un karısıydı. Ahenaton başşehri Tel el-Amarna'ya taşıdığında, Nefertiti de altı kızıyla birlikte oraya taşınmış ve kocası gibi yalnızca yeni tanrı Aton'a tapınmaya başlamıştı.
#62 - Haziran 22 2008, 14:05:34
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


İndus Yazısı

Zaman: İÖ 2500-1900
Mekân: Pakistan/Hindistan

İndus vadisi mühürlerini kontrollü realizmin küçük şaheserleri ve boylarıyla oranlanamayacak devasa güçlü ama bir bakıma da ona tümüyle bağlı olarak tanımlamak bir abartma olmayacaktır. SIR MORTIMER WHEELER, 1953

İndus Vadisi Uygarlığı, Büyük İskender zamanında bile çoktan kaybolmuştu. İskender'in elçisi Aristoboulos bölgeyi İÖ 326 yılında ziyaret ettiğinde "İndus Nehri yatağını değiştirdikten sonra binden fazla köy ve kasabanın terk edildiği bomboş bir ülke" bulmuştu.

İndus uygarlığı, tarih kayıtlarında bir daha 2000 yıldan fazla bir süre yer almamıştır. 1920'lerin başında Hintli bir arkeolog, İskender'in Hindistan'dan çekilirken inşa ettirdiği söylenen zafer sütunlarım ararken Mohenco-daro'daki (şimdi Pakistan'ın Sind eyaleti) höyük yıkıntısının asıl önemiyle karşılaştı.

Onun keşfi ve şimdi Pakistan olan 560 kilometre ilerideki Harappa'da benzer bir keşif, kayıtlı Hint uygarlığını bir darbede iki katı uzunluğuna çıkaracak, Ashoka'daki ÎÖ 250 yılındaki imparatorluk kitabelerinden İÖ 2500 yılına götürecekti. Hindistan Arkeolojik Araştırmaları Genel Müdürü Sir John Marshall başkanlığında bir heyet, hemen her iki yerde kazılara başladı.

Son seksen yıldır onlar ve onları izleyenler, Pakistan'da ve Kuzeybatı Hindistan'da Avrupa'nın yaklaşık dörtte biri kadar bir alanda, İÖ 3. binyılın eski Mısır ve Mezopotamya imparatorluklarından daha büyük bir alanda İndus Vadisi uygarlığına ait 1500 mekânı ortaya çıkardılar. Bunlardan çoğu köy ise de, beş tanesi büyük kentlerdi.

Indus uygarlığının doruk noktası olan ÎÖ 2500 ile 1900 yılları arasında Mohenco-daro ve Harappa, Mısır'da Memphis ve Mezopotamya'da Ur gibi kentlerle kıyaslanacak kentlerdi. Bunlarda büyük piramitler, saraylar, heykeller, mezarlar ve altın yığınları yoktu ama gayet iyi planlanmış sokakları ve çok ileri kanalizasyon sistemi 20. yüzyılın kent planlamacılığıyla kıyaslanabilirdi.

Süs eşyalarından bazıları ise -ta Ur kral mezarlığı kadar uzaklarda bile bulunan uzun, delikli akik bocuklar gibi- güzellik ve teknik gelişmişlikleri bakımından firavunların hazineleriyle rekabet edebilirdi. İndus Vadisi sakinlerinin yaşantılarını anlayışımızdaki bu ilerleme onların düşünceleri konusunda ancak tahmin yürütebilmemiz utandırıcı gerçeğini vurgulamaya yardımcı olmuştur:

Çünkü yazıları henüz çözülememiştir. Mısır hiyerogliflerinin ve Mezopotamya çivi yazısının aksine İndus yazısı duvarlarda, mezarlarda, heykellerde, dikilitaşlarda, kil tabletlerde ya da papirüslerde değil, yalnızca Mohenco-daro, Harappa ve diğer kentlerin bina ve sokaklarında dağınık halde bulunan mühür taşlarında, çömleklerde, bakır tabletlerde, bronz aletlerde, fildişi ve kemik çubuklarda görülmektedir. (Hindistan'da geleneksel olarak kullanılan palmiye yaprakları gibi kolay bozulabilen malzemeye de yazılmış olabileceği kuşkusuzdur.) Mühür taşları, yazıların en çok bulunduğu nesnelerdir ve yontuculuk stili ve zarafetleriyle bir kere görüldü mü asla unutulmayacak parçalardır.

 

(Solda) İndus Vadisi uygarlığının buluntu yerleri Avrupa'nın dörtte biri kadar bir alanı kaplamaktadır. (Sağda) "Proto-Şiva": Bu İndus mührü baskısı çok sonraların Hindu tanrısı Shiva'nın habercisi olabilir.

Bilinen 3700 yazılı nesnenin yüzde 60'ı mühürlerdir, ancak bunların da yüzde 40'ı benzer oldukları için dili çözecek kimsenin elinde sanıldığı kadar fazla bir malzeme yoktur. Kenar uzunluğu 19-32 mm arasında değişen kare biçimli mühürlerin arkasında taşımaya ve asmaya yarayan delikli birer çıkıntı vardır. Mühürlerin ön yüzlerinde ise ince çelik kalem ve delgiyle eşsiz güzellikte oyma resimler yapıldığı da görülmüştür.

1990'larda bir miktar daha mühür bulunmuşsa da bu fazla bir şey sayılmaz. Yazılı mühürlerdeki yazılar özellikle çok kısadır: Ortalama bir mühürde, bir satırda dört karakter vardır, en uzun metin 26 karakterden oluşur ve toprak üçgen prizmanın üç yanına dağılmıştır. Mühür taşlarının çoğuna karakterlerin yanı sıra hayvan resimleri de kazınmıştır.

Bunlar genelde bildik hayvanların resimleridir: Suaygırı, fil, kaplan, bufalo gibi (ama ilginç olan maymun, tavuskuşu ya da kobra olmamasıdır). Ama tek boynuzlu at gibi fantastik olanlar da vardır. Kimi yoga pozisyonunda oturan insan biçimli yaratıklar tanrı ya da tanrıçalar olabilirler.

Başta Marshall olmak üzere çeşitli araştırmacılar bu figürlerin iki bin yıl sonra Sanskrit metinlerinde ilk kez sözü edilen Hindu tanrılarının öncüleri olduğunu iddia etmişler, hatta Marshall bunlardan birine "Proto-Şiva" adını vermiştir.



İndus yazısının yönü konusundaki kanıt. Bu iki mühür baskısı sağdan sola okunmaktadır.

SİMGE KANITI

İndus yazısını çözmek için yüzden fazla ciddi ve bilimsel temelli girişim olmuş ve özellikle önde gelen İndus yazısı bilgini Asko Parpola başta olmak üzere, bütün metinleri toplama, kataloglama ve yayımlama alanında çok önemli çalışmalar yapılmışsa da, ortak bir çözüm konusunda fazla bir fikir birliği yoktur. Girişimlerde o kadar radikal farklılıklar vardır ki -biri îndus simgelerini Mısır hiyeroglifleriyle, bir diğeri Paskalya Adası rongorongo yazısıyla kıyaslamaktadır- bunların ortak noktaları hemen hemen yok gibidir.

Kesin ya da yüksek derecede olası olan şey yazma ve okumanın yönü, yazı sistemindeki simgelerin yaklaşık sayısı, bazı rakamların tanımı ve bazı metinlerin kelimelere ayrılabildiğidir.

Önemli bir ilk nokta, mühür baskısının okunmak için olduğudur (karakterler doğal olarak terstir). Ancak eldeki mühürler, mühür baskılarından çok olduğundan burada kuşkulu bir nokta vardır. Mühürlerin çoğunun aşınmış olmaması bunların belki de kullanılmayıp kimlik "kartları" ya da hatta muska gibi taşındıklarını da akla getirmektedir.

Ancak metal aletlerde ve çömlekler üzerinde doğrudan okunmak için yazılmış yazılarla, mühürlerdeki yazıların aynı sırayı ve yönü takip etmelerinden mühür baskısının okunduğunu anlıyoruz. Burada gösterilen resimlerin hepsi mühür baskılarıdır.

Yazının yönüne gelince, burada en güvenilir kanıt yazılardaki boşluklardır. Kısa bir satır sağ kenardan başlayıp sol kenarda bir boşluk bırakmışsa bunun sağdan sola yazıldığı varsayılabilir. Eğer sol kenarda bir sıkışıklık oluyorsa yine aynı sonuç çıkarılabilir. Bir mühürde okuyan üst sağ köşede başlamış, mührü saat yönünde iki kere 90'ar derece çevirmişti ve üçüncü kenar ile dördüncü kenarın tümü boştu, îndus yazısının yönü normal olarak mühür baskılarına göre sağdan solaydı.

Simgelerin sayısı olarak kabul edilen rakam 425 (artı-eksi 25)'tir. Bu anlamlı bir rakamdır. Temel simgelerin fonetik olup, Lineer B'de olduğu gibi heceleri temsil ettiği hecesel bir yazı sistemi için çok fazla, binlerce simgenin her birinin Çin dilinde bir kavramı ya da kelimeyi temsil ettiği Çince gibi yüksek düzeyde logografik bir yazı için çok azdır.

Buna en yakın kıyaslama herhalde 500 simgeli Hitit hiyeroglifleri ve 600 küsur simgeli Sümer çivi yazısıdır. Bu nedenle pek çok bilimadamı, fonetik hecelerin simgelerini teşhis etmekte fazla bir ilerleme kaydedilmemişse de, İndus yazısının Batı Asya'daki çağdaşları gibi simge-heceli yazı olduğunda hemfikirdirler.



İndus Vadisi uygarlığının iki önemli kentinden biri olan Mahenco-daro'da Büyük Hamam.

HANGİ DİL?

Bunlara karar verebilmek için İndus Vadisi uygarlığında hangi dilin konuşulduğunu ve kitabelerde yazıldığını bilmek gerekir. Eğer bu dilin başka bir dille akrabalığı olmadığı olasılığını bir yana bırakırsak (kültürel sürekliliğin özellikle güçlü olduğu Hint yarıkıtası için bu mantıklı bir varsayımdır), akraba diller için iki güçlü aday vardır: Proto-Hint-Âri (Sanskrit) ve Proto-Dravid, yani Kuzey ve Güney Hindistan'ın iki büyük dil ailesinin atası. (Başlıca Hint-Âri dili olan Sanskrit Kuzey Hindistan'daki modern dillerin çoğunun kök dilidir.)

Günümüzdeki Dravid Dili'ni konuşanlar, îndus Vadisi'nden uzakta, hemen hemen yalnızca Güney Hindistan'da yaşadıklarından, coğrafi açıdan proto-Hint-Âri dilinin Dravid Dili üzerinde bir üstünlüğü vardır. Ancak Kuzey Hindistan'a Hint-Âri "istilası"nın îndus Vadisi uygarlığının ortadan kaybolmasından sonra, ÎÖ 2. binyılda gerçekleştiği düşünüldüğü için Proto-Dravid Dili, tarihi nedenlerle daha gözdedir.

Bu iddiayı destekleyen bir şey de Kuzey Hindistan'da Dravid dilleri cepleri olmasıdır. Bu dillerden biri olan Brahui Dili'ni konuşan 300.000 göçebe Belucistan'da (Batı Pakistan) îndus Vadisi'nin çok yakınında yaşamaktadırlar. Bu Dravid Dili konuşanlar herhalde bir zamanlar Kuzey Hindistan'da çok yaygın olan ve sonra Hint-Arileri'nin gelmesiyle kaybolan bir Dravid kültürünün kalıntılarıdır.

Bu nedenle bilimadamlarının çoğu proto-Dravid varsayımını kabul ederler. Bunlar Eski Tamilce, Telugu, Malayalam ve Kannada gibi eski Dravid dillerin kelimeleri ile îndus mühürlerinin ikonografik simge ve resimleri arasında mantıklı bağlar aramaktadırlar ve bunda da İndus Vadisi uygarlığına ait arkeolojik kanıtlardan, Dravid uygarlığı ve dini inançlarına ilişkin kültürel kanıtlardan yararlanmaktadırlar. Bu yöntem aslında varsayıma dayanmaktaysa da, simgelerden bazıları için ilginç "çözüm"ler ortaya atılmıştır ki, bu da eğer yeni yazıtlar günışığma çıktığı takdirde denebilecektir.
#63 - Haziran 22 2008, 14:06:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Alfabenin Doğuşu

Zaman: İÖ 2. binyıl başları
Mekân: Mısır ya da Filistin

insan alfabetik yazının nasıl başladığı konusunda hep meraklı olmuştur. "Tarihin babası" Herodotos, Fenikelilerin Yunanistan'a Kadmos adında bir adamla geldiklerini, yazıyı ve diğer sanatları onların getirdiğini yazar. JOSEPH NAVEH, 1975

Yazının kökeni muammalarla doluysa da, ilk alfabe bilmecesi hepsinden şaşırtıcıdır. Bunun eski Yunanlılar yoluyla modern dünyaya eriştiği iyi bilinmektedir -alfabe kelimesi Yunan dilinin ilk iki harfi olan alfa ve beta'dan türemiştir- ama alfabenin Yunanistan'da ilk kez nasıl ortaya çıktığı, Yunanlılar'ın sesli ve sessiz harflere harf eklemeyi nasıl akıl ettikleri ve daha da temelde, ilk alfabe fikrinin İÖ 2. binyılda Akdeniz'in doğu ucundaki Yunan-öncesi topluluklarının akıllarına nasıl geldiği konusunda hiçbir bilgimiz yoktur.

Bilimadamları bu sorulara yaşamlarını adamışlarsa da, elde edilen kanıtlar kesin sonuca varmayacak kadar azdır. Alfabe Mezopotamya (çivi yazısı), Mısır (hiyeroglif) ve Girit yazılarından mı (Lineer A ve B) çıkmıştır? Yoksa bilinmeyen bir tek kişinin aklına "öylece" mi gelmiştir? Ve alfabe neden gerekli görülmüştür?

Bu, en yakın olasılık gibi gözüken, ticari bir zorunluluk muydu? Diğer bir deyişle, ticaret, Babil çivi yazıları ve Mısır hiyerogliflerinde daha kolay bir alışveriş kayıt yolu mu gerektirmişti? Ya da Akdeniz çevresinde birbirleriyle ticaret yapan çeşitli imparatorlukların ve grupların dillerini yazmanın kolay bir yolu olduğu için mi?

Eğer öyle ise, Yunanistan'ın ilk alfabetik kitabelerinde ticaret ve alışveriş konusunda hiç iz olmaması şaşırtıcıdır. Gerek bu gerek diğer fikirler bazı araştırmacıları Yunan alfabesinin İÖ 8. yüzyılda Homeros'un sözlü destanlarını kaydetmek için icat edildiğini söylemeye götürmüştür.

 

(Solda) Suriye'de Halep'te çağdaş bir çarşı. Alfabe eski Filistin, Lübnan ve Suriye'nin pazarlarında ülkelerarası ticareti, çok dilli pazarlığı ve kayıt tutmayı kolaylaştırmak ihtiyacından mı doğmuştur? (Sağda) Dünyanın ilk alfabetik yazısı bu mu? Mısır'da Vadi el-Hol'dan İÖ 1900-1800 yıllarına ait bir kitabe.

EFSANEDEN VARSAYIMA

Kanıt yokluğunda boşluğu anekdotlar ve efsaneler doldurmuştur. Yetişkinlerin varolan yazılarındaki önyargılara ve çıkarlara sahip olamayacakları için sık sık çocukların alfabenin mucitleri olduğu da söylenmiştir.

Bir olasılık da, Kuzey Suriye'de çivi yazısı öğrenmekten bıkan parlak zekâlı bir Kenanlı çocuğun Mısır hiyerogliflerinde tek sessiz harfleri temsil eden az sayıda sembol fikrini alıp kendi Sami dilinin temel sessiz harfleri için yeni simgeler icat etmiş olmasıdır.

Belki de bunları ilk kez eski bir sokağın tozları arasına çizmiştir: Basit bir ev resmi, Sami "beth"i (alfabenin "be"si) "b" simgesi olmuştur. How The Alphabet Was Made'de [Alfabe Nasıl Yapıldı!} Rudyard Kipling'in çocuk kahramanı Taffimai "ses-resimleri" adım verdiği şeyler çizer. A harfi ağzı açık bir sazanbalığıdır.

Taffimai babasına bunun "ah" sesi çıkardığında açık ağzına benzediğini söyler. O harfi yumurta ya da taş biçimlidir ve babasının "oh" dediği zaman ağzının aldığı biçimdir. S harfi yılana benzer ve yılanın çıkardığı tıslama sesinin karşılığıdır: Taffimai işte böyle olmayacak bir tarzda bütün alfabeyi tamamlar.

Ortaya çıkan Kuzey Sami Alfabesi'nden, Fenikeliler'in, İsmailoğulları'nın ve Aramiler'in siyasal yönden güçlenmeleriyle ve ticaretin de gelişmesi sonucunda Kenan, Arami, Güney Sami alfabeleri ya da Seba ve Yunan alfabeleri ortaya çıktı.

Batı dünyasının alfabeleri ise Yunan alfabesi yoluyla, büyük bir olasılıkla Fenike alfabesinin gelişmesiyle oluşacaktı. Şair William Blake Jerusalem'de şöyle yazar: "Tanrı... esrarengiz Sina'nın korkunç mağarasında/ İnsana o harika yazı sanatını verdi." British Museum'daki küçük bir sfenks Blake'in en azından alfabenin yeri konusunda haklı olduğunu göstermişti.

Sfenks 1905'te Mısırbilimci Sir Flinders Petrie tarafından uygarlıktan çok uzak bir köşede, Sina'da Serabit-el-Hadim'de bulunmuştu. Petrie, Mısırlılar zamanında işletilen eski turkuvaz madenlerinde kazılar yapıyordu. Sfenks'in 18. Hanedan'ın ortalarına ait olduğunu tahmin ettiyse de, günümüzde İÖ 1500 yılından kaldığı düşünülmektedir. Bir yanında garip bir yazı vardır.

Öteki yanında ve ön ayakları arasında yine yazılar ve "turkuvazın hanımefendisi, Hathor'un sevgilisi" olarak okunan Mısır hiyeroglifleri yer alır. Bu ıssız yerin kayaları üzerine şunlara benzeyen başka yazılar da kazınmıştı:



Petrie, bulunan yazının 30'dan az simgeden ibaret olduğu için bir alfabe olduğunu tahmin etti. Bu madende çoğunlukla köle olarak Kenan'dan (günümüzdeki İsrail ve Lübnan) gelen Samiler'in çalışmış olduğunu bildiği için yazıda kullanılan dilin bir Sami dili olduğunu düşündü.

On yıl sonra başka bir Mısırbilimci olan Sir Alan Gardiner, "proto-Sinaitik" simgeleri dikkatle inceledi ve bazıları ile Mısır hiyeroglifleri arasında benzerlikler olduğunu gördü. Gardiner, her simgeye, simgenin Mısır dilindeki anlamının Sami dilindeki kelime karşılığını verdi (Kitabı Mukaddes araştırmalarından çok sayıda Sami kelimeleri biliniyordu):



Bu Sami adların, İbrani alfabesindeki harflerin adlarıyla eş olması Gardiner'i şaşırtmadı. İbraniler'in İÖ 2. binyılın sonlarında Kenan bölgesinde yaşadıkları biliniyordu. Ancak adların aynı olmasına rağmen, İbrani harflerinin biçimlerinin proto-Sinaitik simgelerden farklı olması bu iki yazı arasındaki bağlantının çok açık ve kesin olmadığını göstermektedir.

Gardiner'in varsayımı ona Serabit el-Hadim sfenksindeki yazılardan birini çevirme olanağı vermiştir:



İngilizce çeviriyazıda bu simgeler, sesli harfleri çıkarılmış "Baalat" olacaktır, İbrani ve diğer Sami dilleri yazılarında sesli harf bulunmaz, okuyanlar dili bildikleri için sesli harfleri tahmin ederler. Gardiner'in okuduğu yazı mantıklıydı: Baalat, "Hanım" demektir ve Sina bölgesinde, tanrıça Hathor'un Sami dilindeki adıdır. Böylece sfenks üzerindeki yazı iki dilli olarak görünmektedir.

Ancak malzeme eksikliği ve proto-Sinaitik simgelerden çoğunun hiyerog-lifik karşılıkları olmadığı için daha fazla bir çözüm mümkün olmamıştır. Bilimadamlarının, bu çizgilerde Çıkış hikâyesini bulma umutları kırılmıştır. Ancak Musa'nın da On Emir'i taş levhalara yazmak için proto-Sinaitik yazıya benzer bir yazı kullanmış olması mümkündür.

Gardiner'in 1916'da yaptığı tahminin doğru olup olmadığını hâlâ bilemiyoruz. Petrie'nin Sina'daki keşiflerden onlarca yıl sonra yazının Mısır hiyeroglifleri ile ilk alfabeler arasındaki "kayıp halka" olduğu düşünülmüştü. (Bunlar Suriye kıyısında bugünün Ras Şamra'sı olan Ugarit'te İÖ 14. yüzyılda kullanılan 30 simgeli çivi yazısı alfabesi ve Kenan'da Fenikeliler'in İÖ 2. binyıl sonlarında 22 sessiz harfli alfabeleridir.)

Ancak Sina'da ıssız bir madende çalışan -ve herhalde cahil olan- işçiler bir alfabe yaratmış olabilirler mi? Lübnan ve İsrail'deki daha sonraki keşifler alfabenin Sinaitik kuramının romantik bir hikâye olduğunu göstermiştir.

İÖ 17. ve 16. yüzyıl tarihlerinden kalma olduğu saptanan bu yazılar, o zaman Kenan topraklarında yaşayan insanların alfabeyi icat ettiklerini göstermektedir ki, bu da mantıklı olacaktır. Bunlar Mısır, Hitit, Babil ve Girit imparatorluklarının yol kavşaklarında yaşayan kozmopolit tüccarlardı.

Varolan bir yazı sistemine bağlı değillerdi, öğrenmesi kolay, yazması hızlı ve fazla karışık olmayan bir yazıya ihtiyaçları vardı. Her ne kadar kanıtlanmış değilse de, (proto-) Kenanlılar'ın alfabeyi ilk kullananlar olmuş olmaları mümkündür.

 

(Solda) İlk alfabe muamması. 1905'te Sina'da bulunmuş bir sfenkste, ilk alfabe olduğu sanılan, Mısır hiyeroglifleriyle akraba proto-Sinaitik simgeler vardır. Bunları Kenanlı Sami madenciler kazımıştır. Alfabe Mısır'da mı, yoksa Filistin'de mi doğmuştur? (Sağda) Rudyard Kipling'e göre alfabenin doğuşu.

MISIR'DAN YENİ KANITLAR

Ancak son zamanlarda eski Mısır'daki yeni keşiflerle durum iyice karışmıştır ve şimdi Gardiner kuramının elden geçirilmiş bir şekli mümkün görünmektedir. Yale Üniversitesi'nden arkeolog John Co-leman Darnell ile karısı Deborah, 1999'da Güney Mısır çölünde eski seyahat yollarını araştırırken Thebes'in batısında Vadi el-Hol'da alfabetik yazıyı andıran örnekler bulduklarını bildirmişlerdir. Yazının tarihi ÎÖ yaklaşık 1900-1800'dür ki, bu da Lübnan ve İsrail'deki kitabelerden çok daha önce olmasıyla en eski alfabe yazısı olduğunu gösterir.

İki kısa metin, bir Sami yazısıyla yazılmıştır ve uzmanlara göre harfler Mısır yazısının yarı-bitişik yazı biçimine benzemektedir. Yazarın bir grup paralı askerle dolaşan bir katip olduğu sanılmaktadır (firavunlar hesabına çalışan pek çok paralı asker vardı).

Eğer bu kuram doğruysa, o zaman alfabe fikrinin Mısır hiyerogliflerinden esinlendiği ve Filistin'de değil, Mısır'da icat edildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu yeni kanıtlar da kesin değildir ve başka kitabelerin aranmasına devam edilmektedir. Alfabenin kökeni (ya da kökenleri) muamması henüz çözülmemiştir.

Türkçe'nin alfabelerine göz atacak olursak, çok farklı alfabeler kullanıldığını görürüz. 5-6. yüzyıllarda kullanılan Göktürk yazısı, Cermenler'in kullandığı rünik alfabeye benzer. 8-15 yüzyıllar arasında kullanılan Uygur yazısı, Arami alfabesinden türeyen Soyal yazısının son biçimlerinden biridir. Uzun süre Arap alfabesiyle yazılan Türkçe, Türkiye devletiyle birlikte Latin alfabesiyle yazılmaya başlanmıştır.
#64 - Haziran 22 2008, 14:07:25
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Zapotek ve Kıstak Yazıları

Zaman: İÖ 500?-İS 2. yüzyıl
Mekân: Meksika

La Mojarra dikilitaşı uzun bir yazılı metnin en eski örneğidir ve Mezoamerika'da bulunan kitabelerin en önemlisidir. MARTHA J. MACRI, 1993

İkisi de henüz çözülememiş olan Zapotek yazısı (Meksika'da Oaxaca eyaletinin) ve Kıstak yazısı (adım Tehuantepec Kıstağı'ndan almıştır) Orta Amerika'daki pek çok Maya-öncesi metnin en önemlilerindendir.

Birincisi Amerika kıtasının bilinen en eski yazı sistemi olup belki de İÖ 500 yılından kalmadır. Diğeri daha geç döneme ait olup İS 2. yüzyıldan kalmış olabilir. Coğrafi olarak Zapotek yazısı ilk kez İS 3. yüzyılda kaydedilmiş olan Maya yazısına yakın olan Kıstak yazısının yakın bir komşusuydu. Bu nedenle Kıstak yazısını Zapotek yazısının ve onun da Maya yazısını etkilediği söylenebilir.

Bugünkü Zapotekler, Meksika'nın güneyindeki Oaxaca eyaletinin doğu ve güney kesimlerinde yaşarlar. Günümüz Zapotek kültürü, yerleşim ortamına (dağ, vadi ya da kıyı) ve ekonomiye (geçimlik, ticari, tarım ya da kentsel) göre değişir. Bugün, her köyde, karşılıklı anlaşmaya olanak vermeyecek kadar farklı lehçeler ya da ayrı diller konuşulur.



(Üstte) La Mojarra dikilitaşının bir çizimi. Metinde tarih dahil, 400 ile 500 karakter vardır.

Zapotek kitabelerinin çoğu ve en önemlileri- çağdaş Oaxaca kenti dışındaki Monte Albân tepelerinde kurulmuş Zapotek başkentinden çıkmıştır. Glifler görsel olarak Mixtec, Aztek ya da Maya yazılarına benzemezlerse de, Zapotekler tarafından icat edildiği sanılan aynı çizgi-ve-nokta rakamları ile çok benzer bir silindirik takvim sistemi kullanırlar.

Yazıyı çözmek için uğraşanların bir talihi de, bir İspanyol papazının 1578'de yayınladığı İspanyolca-Zapotekçe sözlüğünde zamanın Zapotek Dili'ndeki 20 günün adlarının bulunmasıdır. Ancak yazı sistemi yüzyıllar önce ortadan kalktığından her adın bir Zapotek glifi yoktur. Ama çağdaş bilimadamları gliflerden çoğunun anlamını simgeledikleri şeyden tahmin edip sonra bu anlamı gün adlarının İspanyolca'larıyla eşleştirerek bunu yapabilmişlerdir.

Takvimle ilgili olmayan gliflerin çözülmesi çok daha güç olmuştur. Bu, gliflerin dilinin teşhis edilmesine bağlıdır. Bu dil çağdaş Zapotek Dili'yle akraba olabilir ama bağlantı çok karışıktır. Gözönüne alınması gereken, dilin 2000 yılda uğradığı değişikliğin yanı sıra Zapotek dil grubunun kendi içinde çok bölünmüş olması ve üç büyük dal ile pek çok anlaşılmaz lehçelerin bulunmasıdır.

Ayrıca, kitabelerde yer alması beklenen eski yer adlarının Zapotek karşılıklarının çok azım bilmekteyiz. Bunun nedeni de Oaxaca'daki pek çok yerin, bölgeye İspanyol fethinden çok önce girmiş olan Aztekler'in dili olan Nahuatl'daki adlarıyla tanınmasıdır.

Yine de bilimadamları yazı sisteminde en az 100 temel Zapotek simgesi olduğunu saptamışlardır ki, bu rakam yazının yalnızca hecesel olamayacağı kadar çok ve Maya yazısı gibi logo-hecesel olmayacağı kadar azdır. Daha fazla kitabe bulunana kadar Zapotek sistemi tam olarak çözülemeyecektir.



Zapotek gün ad/glifleri.

KISTAK YAZISI...

Zapotek yazısı için söylenenler, Kıstak yazısı için de geçerlidir ama ilginç olan bu yazıdan elimizde daha az örnek olmasına rağmen bunu Zapotek yazısından daha iyi anlıyor olmamızdır. Bunun başlıca nedeni, Kıstak yazısının çoğunun bir hükümdar resminin de bulunduğu bir tek uzun ve tarihli kitabede bulunmasıdır. İkinci neden de, Tehuantepec Kıstağı'nda dil durumunun Oaxaca devletinde olduğundan daha anlaşılır olmasıdır.

Kıstak hikâyesi 1902'de, Güney Veracruz'da San Andres Tuxtla yakınlarındaki Tuxtla Dağları'nda bir tarlada yeşim taşından garip bir heykelcik bulunmasıyla başlar. Heykelciğin üzerinde, ördek kılığında bir adam ve bilinmeyen bir yazıyla 70 kadar karakter vardı.

Washington'da Smithsonian Enstitüsü'nde sergilenen heykel -tıpkı birkaç yıl önceki Phaistos Diski gibi- yazının başka örneği bulunmadığı için kült statüsü kazandı. Sonra 1986'da Tuxtla yakınlarında bir nehir kıyısındaki balıkçı köyü olan La Mojarra'da çıplak ayaklı bir balıkçı suyun altında 4 ton ağırlığında kitabeli bir taş buldu. La Mojarra dikilitaşında 400-500 karakter (ve İS 143 ve 156 tarihleri) bulunmaktaydı ve bunun Tuxtla heykelciğiyle aynı yazıyla yazıldığı belliydi.

Kıstak Dili'nin en muhtemel adayının günümüzde kıstakta ve çevre bölgelerde konuşulan Mixe-Zoque Dili'nin bir dalı olan Zoque Dili'nin erken bir formu olduğunda genel bir fikirbirliği vardır. Bazı araştırmacılar Mezoamerika'da (yazısız da olsa) en eski uygarlıklardan birini yaratan Olmekler'in Mixe-Zoque Dili'ni kullandıklarına inanmaktadırlar. Bu yüzden Kıstak yazısına, tartışmalı da olsa, "üst-Olmek" yazısı adı verirler.

Ancak Mixe-Zoque varsayımı spekülatiftir (İndus yazısı için yapılan Dravid varsayımı gibi). Bu, simgelerdeki örnek ve resimler Zoque Dili'nin bilinen kelimeleri, grameri ve sözdizimiyle eşleştirildiğinde muhtemel bir "çözüm" çıkmaktadır. "Çözülmüş" metnin kıyaslanabileceği başka bir Kıstak kitabesi olmadığından, bu çözümün doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Aksine güçlü iddialara rağmen Kıstak yazısı henüz çözülmemiştir.
#65 - Haziran 22 2008, 14:08:15
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Etrüsk Alfabesi

Zaman: İÖ 8 ile 1. yüzyıllar
Mekân: İtalya

Kültürlü halkın yüzde doksanı bugün bile Etrüsk yazısının çözülmesinin imkânsız olduğunu bilir. Bu inanç basında yankı bulur ve ders kitaplarının çoğunda da tekrarlanır. Üstelik bu fikrin modasının geceli iki yüz yıl olduğu halde. MASSIMO PALLOTTINO, 1975

Etrüskler'in ve anayurtları Etruria'nın (kuzeyde Arno, güneyde Tiber ırmakları arasında, günümüzde Toskana), Roma çağlarından beri Avrupalılar'ın hayallerinde özel bir yeri vardır. Rönesans'ta Toskana grandükü Cosimo de'Medici, biyografisinin yazarı olan Vasari tarafından, eski hükümdarın Chiusi'de sözde mezarının keşfinden sonra Etrüsk kralı Lars Porsenna olarak nitelenmişti. 20. yüzyılda D. H. Lawrence da son şiirlerine Etrüsk mezarlarına girişin görüntülerini eklemişti. "Bir meşale verin bana!/ Bu çiçeğin mavi çatallı meşalesiyle/ ineyim karanlık merdivenlerden... Persephone'nin ardından."

Dil tarihi açısından Etrüskler'in büyük önem taşıdıkları ve sonsuz bir ilgi kaynağı oldukları kuşkusuzdur. Etrüskler alfabeyi Yunanlılar'dan (büyük olasılıkla Khalkidikia alfabesinden) alıp değişiklikler yaparak Romalılar'a geçirmişler, Romalılar da Avrupa'nın tümüne yaymışlardır.

Ancak konuşma dilleri ortadan kalkmış olduğu için kitabelerindeki yazılardan anlayabildiğimiz kadarıyla bunun Avrupa'nın diğer hiçbir diline benzemediğini söyleyebiliriz. Etrüskler'in rakamlar için kullandıkları kelimeleri Latince, Yunanca ve Sanskrit karşılıkları ile kıyaslayınca Etrüsk dilinin bir Hint-Avrupa dili olmadığı kolayca görülür:



Etrüskler alfabeyi İtalya'ya ÎÖ 775 tarihinde Pithekoussai'ye (günümüzde Ischia) yerleşen Yunan kolonicilerden öğrenmişlerdir. Bunlar harfleri "model" alfabeler biçiminde yazmışlardır. Bu alfabeler pek çok yerde pek çok nesnenin üzerinde bulunduğundan pek gözde olmuş olmalı. Uygulamada Etrüsk dili b, d, g gibi sesli duraklama ve o gibi sesli harf simgelerine gerek duymadığından harflerin tümü kullanılmamıştır.

Bilinen Etrüsk dilinde yazılmış kitabelerin sayısı 13.000 ise de, bunlardan 4000'i parça ya da grafitti halindedir ve kalan 9000'inin çoğu da yalnızca baba adını, kimi zaman ana adım, ölenin soyadı ve eğer kadınsa belki de kocasının adı ve çocuklarının sayısını gösteren mezar taşlarıdır.

Bunları okumakta bir güçlük yoktur. 18. yüzyıl ya da daha öncesinden bu yana harflerin fonetik değerleri ikame edilerek söz konusu okuma yapılabilmektedir. Ancak bu iş, bir dili yalnızca mezartaşlarım okuyarak öğrenmeye çalışmaktan farksızdır.

 

(Solda) Pyrgi altın levhaları, İÖ yaklaşık 500. Soldaki levha Fenike, sağdaki Etrüsk/Yunan yazısıyla yazılmıştır. (Sağda) Horoz biçimli bir Etrüsk vazo ya da mürekkep hokkası, İÖ yaklaşık 600. Üzerinde Yunan alfabesinden alınan "model" bir alfabenin harfleri kazınmıştır.

Burada eksik olan, iki dilli ve başka bir konu içeren bir metindir. 1964'te Caere Limanı (bugünkü Cerveteri) olan Pyrgi'de üç altın tablet bulunmuştur ve bunlar Etrüsk metinlerinin en önemli iki dilli yazısıdır. Tabletlerden biri Fenike, diğer ikisi Etrüsk dilinde yazılmıştır. Etrüsk dilindeki en uzun metinde 36 ya da 37 kelime vardır, ancak Fenike ve Etrüsk dilindeki metinler birbirlerinin tam çevirisi değildir: Pyrgi tabletleri tam değil "yarı-çift-dilli" metinlerdir, ikisinde de aynı olay anlatılır:

Hükümdar Thefarie Velianas hükümdarlığının üçüncü yılında Etrüsk tanrıçası Uni ile özdeşleştirilen Fenike tanrıçası Astarte'nin (ya da İştar'ın) bir tapınağını açmaktadır. Ancak iki metinde bu olay, çok farklı biçimlerde anlatılmaktadır.

Sonuçta Pyrgi tabletlerinden öğrenilen tek yeni Etrüsk kelimesi "üç" anlamına gelen "ci" olmuştur. 1990'larda keşfedilen en son kitabe olan Tabula Cortonensis için de aynı şey geçerlidir: 200 kelimelik bu levhanın çoğu adlardan oluşmaktadır (Laris Celatina Lausa gibi): Buradan çıkan tek yeni kelime de "göl" karşılığı olandır.

Bu nedenle Etrüsk yazısı bir sır olmamakla birlikte Etrüsk dili gerçek bir muammadır. Etrüsk sanatı ve Latince kitabeler gibi diğer çözüm araçlarına rağmen Etrüsk dilinde bildiğimiz kelimelerin sayısı henüz 250 kadardır ve bunların hepsinin anlamlarından da emin değiliz. Kitabelerin konularının kısıtlı olması nedeniyle gramer bilgimiz de sınırlıdır ve Etrüsk edebiyatı günümüze kadar kalmadığından sözdizimi hakkında da çok az şey bilmekteyiz.

Etrüskler'le yakın ilişkisi olan Romalılar da Etrüsk dili ve edebiyatı konusunda hiçbir bilgi aktarmamışlardır. Oysa Etrüsk dili, Etrüsk uygarlığının parlak döneminden sonra da Roma'daki aileler tarafından konuşuluyor ya da en azından biliniyor olmalıydı. Bunlar, Etrüskler'in hâlâ çözülmemiş yönlerini gösterse de zamanla her unsur hakkındaki bilgimiz artmaktadır.
#66 - Haziran 22 2008, 14:09:10
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Meroe Yazısı

Zaman: İÖ 3. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Sudan

Doğu çölünden gelen göçebelerin Nil vadisinde (Meroe'de) bir imparatorluk kurduklarını öğrenmek... dünyada maddi ve entelektüel kültürde öncülük eden bir milletin Mısırlı fellahların ataları olduğunu öğrenmekten daha şaşırtıcı olamaz. FRANCIS LLEWELYN GRIFFITH, 1909

Nil'in akış yönünü gösteren bir haritaya bakarsanız nehrin iki kavisle altı çavlandan geçerek Sudan'ın merkezinde Hartum'dan Nasır Gölü'ne ve Sudan ile Mısır arasındaki günümüz sınırında Assuan'a aktığını görürsünüz. Eski Mısır'la rekabet eden bu geniş alan arkeologlarca Nübye olarak bilinir. Burası eski çağlarda, kökeni bilinmeyen bir kelime ile, Kuş krallığı olarak anılırdı ve en büyük kenti Nil'in 5 ve 6. çavlanları arasındaki Meroe idi.

Meroe uygarlığı eski Mısır'ın bir parçası değil, Sahra-altı Afrikası'nın en önemli ilk devletlerinden biriydi. Uygarlığın arkeolojik kökenleri İÖ 3. binyıla kadar giderse de, tarihe girişi -Mısır hiyeroglif kitabelerinde yapılan atıflarla- yalnızca İÖ 8. yüzyıldadır.

Kuş kralları İÖ 712-656 yılları arasında Mısır'ı fethetmişler ve 25. hanedan olarak kabul edilip merkezi Sudan'dan Filistin sınırlarına kadar uzanan bu imparatorluğu yönetmişlerdir. Kuş'ta İS 1. yüzyıla kadar Mısır hiyeroglifleri kullanılmıştır. Ancak bunlar Mısır yazısı gibi hem hiyeroglif hem de hiyeroglifin bir tür el yazısı versiyonu gibi olan Meroe yazısıyla birlikte kullanılmıştır.

Meroe ve diğer yerlerde bulunan Mısır/Meroe çift-dilli kısa kitabeler bilimadamlarının, özellikle de Francis Llewelyn Griffith'in Meroe yazısının fonetik değerlerini çözmelerine imkân vermiştir. Çoğu Mısır yazısından alman yalnızca 23 hiyeroglif işaret (ve aynı sayıda hiyeroglifin el yazısı versiyonuna benzeyen yazılar] vardı. Diğer bir deyişle Meroe hiyeroglifleri görsel bakımdan Mısır hiyerogliflerine benzese de, aslında bir alfabedir.

Bu nedenle Meroe adlarının çoğunu çevirebilir ve paralel Mısır kelimeleriyle kıyaslayarak ad olmayan bazı Meroi dilindeki kelimelerin anlamlarını tahmin edebiliriz. Ancak Meroe dili bir bütün olarak tam bir muammadır.

Elimizdeki kelimelerin Eski Nübye diline ya da bölgenin, Nil-Sahra ya da Afro-Asyatik ailesine mensup Afrika dillerinden herhangi birine benzerliği bulunamamıştır. Böylece basit bir dil çözümü yoktur: Mısır hiyerogliflerinin çözülmesinde anahtar olan Kıpti dilinin Sahra-altı eşdeğeri yoktur. Dilin çözümünde en iyi ilerleme umudu çift-dilli, Meroe ve Mısır dillerinde yazılmış daha geniş bir metin bulunmasıdır.

Belki de Griffith'in ileri sürdüğü gibi Kuş krallığını yaratan insanların günümüzde Kızıldeniz yakınlarındaki doğu çöllerinde dolaşan ve adlarından "Bedevi" sözcüğünün türediği göçebelerin dili olan Beja'nın daha eski bir biçimini konuştuklarını öğreneceğiz. Bazı dilbilimciler ise, Meroe dilinin Nübye ya da Doğu Sudan dilleriyle akraba olduğunu da ileri sürmüşlerdir. Ancak kesin bir şey söylemek için hâlâ erkendir.
#67 - Haziran 22 2008, 14:09:58
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rünik Yazı

Zaman: İS 2.-9. yüzyıllar?
Mekân: Kuzey Avrupa, Grönland

Her rünik yazı için, onun üzerinde çalışan bilimadamları kadar çok yorum olacaktır. "RUNO-DİNAMİĞIN İLK KURALI"

Avrupa yazılarının çoğu Latin harflerinden oluşur. Bu da Latin yazısı ile bağları o kadar kesin olmayan önemli bir Avrupa yazısı olan rünik yazının varlığını hep gölgelemiştir. Daha 2. yüzyıldan başlayarak 16. hatta 17. yüzyıllara kadar Gotik, Danca, İsveççe, Norveççe, İngilizce, Frizce, Frankça'nın ilk aşamalarını ve Orta Germania'nın çeşitli kabile dillerini kaydetmek için rünik yazıyla yazılmış kitabeler bulunmuştur.

Bilinen rünik kitabelerin sayısı 5000'i aşar ve bunların hemen hemen hepsi kuzey ülkelerindedir. Bunların da büyük çoğunluğu İsveç'tedir ve sık sık yeni rünik yazılarla yazılmış taşlar keşfedilmektedir. Kitabelerin sayıları Norveç'te 1000, Danimarka'da 700 kadardır.

İzlanda'da nisbeten daha geç döneme ait altmış kitabe vardır ve Grönland ile Faroe Adaları'nda da rünik metinler bulunmuştur. Man Adası, Orkney Adaları, Shetland Adaları, İrlanda ve Western Adaları gibi Britanya Adaları'nda bulunanların çoğu İskandinav gezginlerinin eseridir.

Rünik yazının nerede ve ne zaman icat edildiğini bilmiyoruz. Romanya, Orta Almanya ve Rusya'da ilk dönem rünik yazılı nesneler bulunması yazının o genel bölgede, belki de Tuna sınırındaki ya da Vistül kıyılarındaki Gotlar tarafından icat edilmiş olacağını göstermektedir.

Bir başka varsayım da, Güney İsviçre ve Kuzey İtalya Alpleri vadilerindeki kitabelerde kullanılan rünik harflerle karakterlerin benzerliğine işaret edip icadı o bölgedeki latinleştirilmiş Cermence'ye bağlar. Hatta Etrüsk alfabesiyle de bir bağı olabilir. Üçüncü bir varsayıma göre rünik yazıyı bulanlar Danimarka'nın Cermen kabileleri, belki de Güney Jutland'da yaşayanlardır.

İlk kitabelerin çoğu bu genel bölgeden çıkmıştır ve erken rünik metinleri Danimarka'nın çeşitli bölgelerinden hâlâ çıkarılmaktadır. Ancak bütün rünik yazı araştırmacıları bir noktada hemfikirdirler: Latin alfabesinin, rünik yazı üzerinde bir etkisi olmuştur.

 

(Solda) İskoçya'dan Golspie No. 2. Bu II. Sınıf sembol taşında bir Pikt hayvanı, çift yüzlü baltası ve hançeriyle bir aslan ve balığa dönük Pikt adamı ile birbirlerine sarılmış ve kendi balık kuyruklarını ısıran iki yılan görülmektedir. (Sağda) 5. yüzyıldan kalmış olan gümüş ve emaye plakalar. Semboller bir çifte disk ve Z-asası ile bir ayıbalığı başıdır.

RÜNİK ALFABE

Rünik alfabenin en az üç türü vardır. Bunlardan İS yaklaşık 800'den önce Avrupa'nın kuzeyinde kullanılanı Erken ya da Ortik Germen (Toton) yazısı, 5. ya da 6. yüzyıldan yaklaşık 12. yüzyıla kadar İngiltere'de kullanılanı Anglosakson ya da Angıl yazısı, 8. yüzyıldan 12. ya da 13. yüzyıla değin İskandinavya ve İzlanda'da kullanılanı ise kuzey ya da İskandinav yazısı olarak adlandırılır.

Rünik alfabenin adını ilk altı harften alarak "fut-hark" olarak bilinen özel sıralı 24 harfi vardır:



(Üstte) İskoçya'da Strathclyde'de bulunmuş olan Hunterston broşu. İğnenin solundaki yazıda sahibinin adı olan Melbrigida yazılı olup sağındakiler rünik yazı taklididir.

Yukarıdaki örnekte soldan sağa doğru gösteriliyorsa da, ilk zamanlarında sağdan sola ve hatta boustrophedon (bir satırda soldan sağa, diğerinde sağdan sola) yazılmış da olabilir. Bir harf kimi zaman ters, hatta altüst çevrilebilir. Büyük ve küçük harfler arasında bir ayrım yapılmamıştır.

Harflerden bazıları (r, i ve b, rünik karşıtları gibi) Latin alfabesinin harfleriyle ilişkilidir. Diğerleri Latin harflerinin adaptasyonları olabilir: f,u (ters çevrilmiş Latin V), k (Latin C), h, s, t ve J (ters Latin L) gibi. Ama g, w, j ve p gibi bazıları aynı ses değeri olan Latin harflerine hiç benzemezler.

Yukarıda verilen ses değerleri yaklaşıktır: Erken dönem Cermen dillerinin sesleri modern İngilizce'de aynı değildir.

Rünik kitabeler genelde "okunabilirse" de -Etrüsk kitabelerinin okunduğu anlamda- erken dönem Cermen dillerini bilmediğimiz için anlamları çoğunlukla bilinememektedir. Günümüzdeki eldeki az ve belirsiz kanıta dayanarak bir tahmin yürütme anlamına gelen "rünik yazıyı okuma" deyiminin kökeni de budur.



İsveç'te Östergötland'da Rök taşı. Bilinen en uzun rünik kitabesi olan metin, Erken Viking Çağı'nda, Varin tarafından ölen oğlu Vaenod'un anısına yazılmıştır.

PİKT SEMBOL TAŞLARI

Piktler günümüzde İskoçya'yı oluşturan toprakların doğu ve kuzey kesiminde Caithness ile Fife arasında yaşamış bir halktır. Adlarının bedenlerini boyamalarından ya dövme yaptırmalarından kaynaklandığı sanılır. Bu halkın yarattığı sembol taşları rünik yazıdan çok daha karışıktır. Bunlar kayıp oldukları bildirilenlerle birlikte 630 tanedirler ve yalnızca 4. ile 9. yüzyıllarda Piktler'in hâkim olduğu İskoçya'da bulunurlar.

425 okunabilir sembol 50 farklı işaret grubuna ayrılabilir ve bunlardan en yaygını hilal ve V-asası, çifte disk ve Z-asası, "yunus", balık, ayna ve taraktır. Latin alfabesiyle bir benzerliği yoktur ve Pikt sembolleri genelde çifttir ve nadiren dörtlü grubu aşarlar - bu nedenle alfabetik olmaları pek düşük bir olasılıktır.

Belli başlı iki kitabe sınıfı vardır. I. Sınıf, cilalanmış kayalara ve Neolitik ve Bronz Çağı dikilitaşlarına kazılmış sembollerden oluşur. II. Sınıf, Hıristiyan sembolizmi taşır. Yerel bir taşın bir yüzüne oyulmuş bir haç ve çoğunlukla göz alıcı bir süsten ve I. Sınıfın sembollerinden oluşmaktadır. Taşın arkasında ya da yanında kimi zaman ikinci bir haça rastlanır.

Pikt dili 9. yüzyılda Pikt Krallığı'nın İskoçya'yla birleşmesinden sonra yerini Gaelce'ye bırakmıştır. Bu dil ortadan kaybolmuş olduğu için bu yazıların yorumu yalnızca sembollere dayanmaktadır. (Bazı taşlarda Ogham alfabesinden harfler vardır ama bunlar anlaşılamadığı için bu taşlar işe yarar "çift-dilli" taşlar değildir.)

Pikt sembolleri büyük bir olasılıkla daha sonraki armalarda olduğu gibi özel adları temsil edip önemli olayları anlatmaktadır. Bazılarının mezartaşları olduğu kesindir. Rünik yazısının aksine Pikt sembolleri tam bir yazı sistemi olmamıştır.
#68 - Haziran 22 2008, 14:10:53
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Rongorongo

Zaman: ??-19. yüzyıl
Mekân: Paskalya Adası

Ko hau rongorongo'larımız kayboldu! Geleceğin olayları yanımızda getirdiğimiz bu kutsal levhaları ve yeni toprağımızda yapacaklarımızı yok edecek. Başka ırkların insanları kalan birkaç taneyi paha biçilmez değerde nesneler olarak koruyacaklar ve onları maori'leri bunların üzerinde çalışacaklar ama okuyamayacaklar. Ko hau motu mo rongorongo'muz sonsuza kadar kaybolmuş olacak. Aue! Aue! HOTU MATU'A (PASKALYA ADASININ EFSANEVÎ İLK YERLEŞİMCİSİ)

Paskalya Adası (ya da sakinlerinin dedikleri gibi Rapa Nui) dünyanın her yerden en uzak yerleşim noktasıdır: En yakın komşusu doğu-güney-doğuda 2250 km uzaklıktaki Pitcairn Adası'dır. Yönetsel açıdan bağlı olduğu Şili'ye ise, 3600 km uzaklıktadır.

Bu adayı gören ilk Avrupalı olan Hollandalı Amiral Jacop Roggeven, buraya bir Paskalya günü ayak bastığı için adını da Paskalya Adası olarak koymuştu. Ada, buralardaki bütün Büyük Okyanus adaları gibi küçük olup uzunluğu en fazla 24 kilometredir.

Benzeri olmayan büyük taş heykellerinin (moai} dışında esrarengiz bir yanı da rongorongo ("şarkılar" ya da "ezberler") adı verilen kendi yazısına sahip olmasıdır. Bu o kadar egzotik ve esrarengizdir ki, 1860'da Avrupalılar tarafından keşfedildiğinden beri rongorongo yazısıyla yazılı tahtadan tabletler çözüm meraklıları için âdeta bir mıknatıs olmuştur.

Honolulu'dan Santiago'ya ve Avrupa başkentlerine kadar, muhtemelen bir köpekbalığı dişi, kuş kemiği ya da bir obsidyen parçasıyla tahtaya kazınmış olan 25 rongorongo kitabesi vardır. Paskalya Adası'nda bir tane bile kalmış değildir. Çoğu Büyük St. Petersburg tableti gibi şu anda bulundukları yerlerin adlarıyla anılırlarsa da, bazıları yumurta biçimi nedeniyle Rapa Nui dilindeki adıyla Mamari ("yumurta") olarak bilinir.

Bu yazıların çoğu çok kısadır, ancak en büyüğü ve uzunu olan Santiago bastonunda 126 x 6,5 santimlik bir tahta üzerinde 2300 karakter vardır. Bir Avrupa ya da Amerikan küreğinden yapılma ahşap bir tablet olan Tahua'da da 1825 karakter vardır ve bu da en uzun tablet yazısıdır.



Ters boustrophedon stilinde yazılmış Mamari tableti. Birinci satır soldan sağa okunur, sonra tablet 180 derece döndürülüp yine aynı yönde okunur ve sonuna kadar böyle devam edilir.

RONGORONGO KAÇ YAŞINDADIR?

Rongorongo tabletlerinin günümüz Rapa Nui diline akraba bir Polinezya dilinde yazıldığından kimsenin kuşkusu yoktur. Sorun dilin yazıların yazılmasından bu yana ne kadar değiştiğini belirlemek ve dil ile yazıları ilişkilendirmektir. Ancak rongorongo'nün bir yazı sistemi olarak kaç yaşında olduğundan kimse emin olamaz. Yazıların hiçbirinde tarih yoktur.

Rongorongo âdâya bin beş yüz yıl önce Polinezya' dan mı getirilmiştir, yoksa adada dış etkiler olmaksızın mı icat edilmiştir ya da 18. yüzyılda ilk Avrupalı ziyaretçilerle ilişkilerin bir ürünü müdür bilinmemektedir. Üç olasılık için de bazı kanıtlar vardır. Eğer adada bağımsız bir icat kanıtlanabilirse bu, yazının bir değil birkaç kökeni olduğu düşüncesini güçlendirir ki, bu da gayet tartışmalı bir konudur.

Paskalya Adası'nın 19. yüzyılda kaydedilen sözlü geleneğine göre adanın ilk yerleşimcisi olan efsanevi Hotu Matu'a Polinezya'daki anayurdundan 67 tablet getirmiştir. Ancak Okyanusya'da sömürge döneminden önce herhangi bir yazı sistemi olduğunu gösteren bir bilgimiz yoktur. Eğer yazı adada icat edilmiş olsaydı bunun taşa, mağara duvarlarına, ya da moai heykellerine kazınmış olmasını beklerdik.

Böyle bir şey yoksa da, rongorongo simgelerine benzeyen petroglifler (taş-oyma) vardır. Ancak petroglifler Avrupalılar'la ilişkiden çok önce de olmuş olabilir ama adada kimse bunları fonetik konuşmayı temsil edecek biçimde kullanmayı da becerebilmiş değildir.

1722'de gelen ilk Avrupalı ziyaretçiler herhangi bir rongorongo izine rastlamamışlarsa da, 1770'de iki gemiyle gelen ve adayı askeri bir törenle İspanya kralına bağlamak isteyen İspanyollar adalıları bir anlaşma "imzalamaya" zorlamışlardır.

Kullanılan -simgelerden ikisi -"vulva" ve "kuş"- petrogliflere benzemekteyseler de, rongorongo'ya benzememektedirler. Bazı bilimadamları belki de rongorongo'nun İspanyol yazısını görme sonucunda 1770'ten sonra icat edildiğini ileri sürmüşlerdir.



Mamari tabletinde "ay takvimi". Bu tam bir takvim olmayıp 29,52 günlük ay takviminde iki ek gecenin nereye yerleştirileceğini gösteren listedir. Böylece 29 ve 30 günlük aylı geleneksel ay takvimi sürdürülmüş olacaktır.

ÇÖZÜM GİRİŞİMLERİ

Rongorongo'yu çözmek için çağdaş girişimler, simgelerin iç analizleriyle 19. yüzyıldan önce, gelenek daha ölmeden, yerlilerden toplanan rongorongo " okumalarına dayanarak ve Polinezya dilleri bilgisiyle desteklenerek yürütülmektedir. Pek çok ülkeden bilimadamının katkısına rağmen ilerleme çok ağırdır.

19. yüzyıl sözlü kanıtlarının geçerliliği konusunda ve yazı sistemindeki simge sayısı üzerinde anlaşmazlık vardır. Simge-sayısı tahminleri 55-60 temel simgeden yüzlercesine kadar değişmektedir. Genelde üzerinde anlaşılan bir "çözüm", Mamari tabletinin bir tür ay takvimi olduğudur.

Steven Roger Fischer'in Santiago bastonu çözüm önerisinde, bunun yaratılış ilahisi olduğu ileri sürülmüştür. Çeviri bazıları tarafından heyecanla karşılaşmışsa da, diğer rongorongo araştırmacıları bunun geçerliliğini kabul etmemiştir. Daha fazla tablet bulunmadıkça (ki, tahta çabuk çürüdüğü için bu pek muhtemel değildir), rongorongo tahtalarında ne yazdığını asla öğrenemeyeceğiz.
#69 - Haziran 22 2008, 14:11:48
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Thera Patlaması ve Minos

Zaman: İÖ 17. ya da 16. yüzyıl
Mekân: Thera (Santorini)

Gürültü hiç kuşkusuz nedenini bilme imkânları olmayan Giritliler'i korkutmuş ve kulaklarını sağır etmiş olmalı. Sonra kimi soğuk kimi alev alev yanan bir çamur ve kül yağmuru başlamış olmalı. Ve herhalde en kötüsü adaya Krakatao'dakilerden daha hızlı ve daha yüksek olan dalgaların vurması olmalıydı. SPYRIDON MARINATOS, 1972

Adanın ortasındaki volkan kül ve lav püskürtürken, haftalar boyunca yer sarsıntıları devam etmişti. Thera çiftçileri adaya lavlar yağarken tarlalarını ve evlerini terketmişler, teknelerine atlayıp denize açılmışlardı. Sonra 17. ya da 16. yüzyılda bir yaz günü yanardağ müthiş bir güçle patladı.

Yanardağın konik tepesi patlamadan sonra aşamalarla çöktü. Girit'in büyük bir kısmı yoğun bir kül tabakası altında kaldı. Ancak Minos uygarlığını gerçekten Thera patlaması mı sona erdirmiştir? Pek çok arkeolojik muamma gibi bu bilmecenin de yanıtım vermek kolay değildir.



Thera patlamasından önce şiddetli yer sarsıntıları olmuş, volkanik kül adanın köy ve tarlalarını kaplamıştı. Ada sakinleri teknelerle kaçıp Akrotiri gibi yerleşim yerlerini boşalttılar. Minos köyü, arkeologlar ortaya çıkarana kadar metrelerce kül altında kaldı.

BÜYÜK FELAKET

Bir adı da Santorini olan Thera Adası, Ege Denizi'nde ve bir zamanlar 16 kilometre çapı olan bir adadır. Eskiler deniz yüzeyinden 1600 metre yükselen volkanik bir dağına sahip bu dimdik ama verimli âdâya Kalliste, yani "güzel" adını vermişlerdi.

Hiroşima'daki atom bombası patlamasından daha büyük olan 7500 megatonluk patlama, bir adadan üç ada yaratmıştı. Bunlar dik süngertaşı ve kül yamaçları olan 80 kilometre karelik bir kütleyi çevrelerler. Ada üzerine milyonlarca ton volkanik kül yağmış ve her tarafı toz tabakalarıyla kaplamıştı. Kuzeybatı rüzgârları volkanik külü Doğu Girit'e ve Doğu Akdeniz'e kadar taşımıştır.

Girit'teki Minos tarlalarına birkaç metre kalınlığında kül düşmüş, ürünü mahvetmişti. Derin deniz araştırmalarında Santorini külünün 300.000 kilometre karelik bir alana ve rüzgâr yönünde 700 kilometre kadar uzağa yayıldığı bulunmuştur. Örneklerdeki tanecik boyutları yazın kuzeybatı rüzgârlarıyla taşınmaya uygun kül ile uyumludur.

Patlamanın merkezinden tsunamiler de (sismik aktiviteden kaynaklanan dev dalgalar) yayılmış olmalıdır. 365 ve 1650 yıllarındaki daha küçük Santorini patlamaları Girit'in kuzey kıyılarında büyük hasarlar yaratan tsunamiler doğurmuş ve bu dalgalardan, Mısır'daki İskenderiye bile etkilenmiştir.

1956'da yakınlardaki Amorgos'ta bir deprem 40 metrelik tsunami dalgaları yaratmıştı. Çok daha büyük bir felaket olan Thera dalgaları, patlamanın şiddeti ve denizin derinliği nedeniyle çok daha büyük olmuş olmalıdır. Girit'in yalnızca 100 kilometre ileride olan ve pek çok Minos topluluğunun yaşadığı kuzey kıyıları, tsunamilerin etkisi altında elbette kalacaktı.



Akrotiri'nin iki katlı evleri hâlâ ayaktadır ve sahiplerinin bıraktığı eşyalar ortalığa saçılmış durumdadır. Bitişik evler felaket anında Minos yaşamından canlı bir tablo sunuyor.

DOĞANIN BİR KURBANI: AKROTİRİ

Thera patlaması Buzul Çağı'ndan bu yana en büyük doğal felaketlerden biridir. Güneydoğu Asya'da 1815'teki Tambora Dağı patlaması şiddet bakımından ondan üstünse de, Thera 1883'te on binlerce insanın ölümüne neden ünlü Krakatoa patlamasından daha büyüktür.

Yunan arkeologu Spyridon Marinatos, 1939'da, Thera felaketinin İÖ 1500'den sonra Minos uygarlığının çöküşüne neden olduğunu ileri sürmüştür. Pek çok arkeolog bu kurama kuşkuyla yaklaşırken Marinatos, Thera'nın güneydoğu ucunda volkanik kül altında gömülü terk edilmiş Minos yerleşim birimi Akrotiri'yi keşfetti. Burada yaptığı kazılar patlamanın dramatik şiddetini gözler önüne sermiştir.

Akrotiri'ye "Ege'nin Pompei'si" adı verilmiştir. Sakinlerinin kaçma imkânı buldukları bu yerleşim merkezi tümüyle küller altında kaldığı için, olduğu gibi gelecek kuşaklara saklanabilmiştir. Marinatos, 13 hektardan büyük bir alana yayılmış bir kent çıkarmıştı. Büyük evlerin arasında bugün sayısız Yunan kırsal kentlerinde olduğu gibi dar sokaklar vardı. Evlerden iki üç katlı olanları hâlâ ayaktadır.

Marinatos tek tek temizlediği odalarda zamanda donup kalmış bir toplumu ortaya çıkarmıştır. Kaçan insanların bıraktıkları yataklar, küpler ve diğer eşya, atıldıkları yerlerde öylece duruyordu. Duvarlardan bazılarındaki parlak renkli fresklerde savaşçılar ve kentler, gemiler, hayvanlar ve bitkiler, hatta *** yapan iki çocuk görülmektedir. Minos standartlarına göre Akrotiri, yoksul bir topluluktu, ancak bize günlük yaşam konusunda Girit saraylarından daha çok şey anlatmaktadır.



Akrotiri evlerinin duvarlarının freskleri 3500 yıl önceki köy yaşamının renkli bir resmini sunuyor. Bir duvarda iki çocuk *** yaparken, öteki duvarda antiloplar geziniyor.

PATLAMANIN TARİHİ

Marinatos, Akrotiri'nin ve böylece patlamanın tarihini saptarken kronolojisini, evlerden aldığı seramik vazoları Kuzey Girit'teki Knossos'da "Minos Sarayı"ndan örneklerle kıyaslamaya dayandırdı. Tarihi kayıtlardan İÖ 1500 yıllarına ait olduğu bilinen benzer kaplar Nil kıyılarında bulunmuştu.

Marinatos bunlara dayanarak felaket tarihini İÖ 1450 olarak belirledi ki, bu da Minos uygarlığının çöküşe geçtiği ve Knossos'da yıkım belirtilerinin görülmeye başladığı tarihtir. Marinatos böylece Thera patlamasının Knossos'un -ve bir bütün olarak Minos uygarlığının- çöküşünde katkısı olduğunu iddia etmiştir.

Son yıllarda ağaç halkalarından ve buzların derinliklerinden ısı ve yağmur değişikliklerini yıllık olarak tespit etmekte bir devrim yaşanmıştır. Bazı uzmanlar ağaç halkalarının ve Kuzey Avrupa ile Grönland'dan alman buz bilgilerinin, İÖ 1628 yılında çok geniş bir alanda ısı düşmesi ve ağaç büyümesinin duraklaması gibi olayları ortaya çıkardığını iddia ederler ki, bu olgu da volkanik külün güneş ışınlarını kesmesiyle ilişkilendirilir.

Aynı uzmanlar bu olgunun Thera ile birleştirilebileceği ve böylece patlamanın İÖ 17. yüzyılda yeraldığını, bunun da Minos uygarlığının nihai çöküşünden yüz elli yıl önce olduğuna inanmaktadırlar. Ancak Marinatos kronolojisini destekleyenler, Kuzey Avrupa'da buzullarda ve ağaç halkası dizilerindeki iklim anormalliklerinin Thera patlamasından değil, ondan 150 yıl önce bilinmeyen başka bir volkanik olaydan kaynaklanmış olacağına işaret etmektedirler.

Bir başka yeni keşif bu tarih belirleme işini daha da karıştırmıştır. Avusturyalı bilimadamı Manfred Bietak, Nil deltasında Teli el-Daba'da (Avaris) ÎÖ 1550 yıllarına ait süngertaşı katmanları bulmuştur. Bu süngertaşı Doğu Akdeniz'de büyük bir yanardağ patlamasının kanıtı olabilir. Thera'nın patlamasına kadar olan yüz elli yıl içinde neler olduğunu hâlâ bilmiyoruz.

 

(Solda) Thera patlamasının derin denizden alınan döküntülerini gösteren harita. Parantez içinde rakamlar, karada bunların eşdeğeri döküntü miktarlardır. (Sağda) Minyatür fresklerden bir ayrıntı: Hayvan postu kaplı kalkanlarıyla silahlı savaşçılar ve bir deniz kazasında denize düşen insanlar.

MİNOSLULAR'A NE OLDU?

Thera felaketinin Minoslular'ın yaşamı üzerinde, özellikle de kuzey kıyılarında ya da Doğu Girit'te volkanik kül bulutunun yolu üzerinde yaşayan çiftçi toplulukları ve saraylar üzerinde çok ciddi bir etki yaratmış olduğu tartışılmazdır. Yağan küller tarladaki ürünü örtüp aynı yerlerin bir daha sürülmesini engellemiştir. Kıtlıktan ve açlığın sonucunda oluşan bulaşıcı hastalıklardan yüzlerce ve belki de binlerce kişi ölmüştür.

Knossos denizden içeride ve yüksekte bulunduğundan dev dalgalar kıyıdaki yerleşim birimlerini sular altında bırakmış ama sarayı basmamış olmalıdır. Yüzlerce ticari gemi, balıkçı teknesi ve daha küçük tekne dalgalar sonucunda parçalanmıştır ve bu da Minos uygarlığını besleyen şarap ve zeytinyağı ticareti üzerinde çok ciddi sonuçlar doğurmuş olmalıdır. Ancak felaket, patlamadan sonra birkaç kuşak boyunca yaşadıkları ve hatta geliştikleri anlaşılan Minoslular'ı herhalde yok edememiştir.
#70 - Haziran 22 2008, 14:12:33
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Roma'nın Çöküşü

Zaman: İS 5. yüzyıl
Mekân: Batı Akdeniz

Kudüs'te bunlar olurken bize batıdan korkunç bir söylenti ulaştı. Roma'nın kuşatıldığını, yurttaşların altın karşılığında güvenliklerini satın aldıklarını ve böylece yağmaya uğradıktan sonra yalnızca maddi varlıklarını değil, canlarını da kaybettiklerini duyduk. Ulağın sesi hafiflemişti, sözleri hıçkırıklarla kesiliyordu. Dünyayı ele geçirmiş olan kentin, şimdi kendisi ele geçirilmişti. JEROME, 127 NOLU MEKTUP, 412 YILI

İS 5. yüzyılda Akdeniz'de meydana gelen büyük değişiklik genelde Roma'nın "çöküşü" olarak adlandırılır. Yüzyılın başında Roma imparatorluğu hâlâ Britanya'dan Büyük Sahra'ya, İspanya'dan Ortadoğu'ya kadar uzanmaktaydı.

Ancak yüzyılın sonunda Roma'nın batı eyaletleri barbar kralların eline geçmişti. İmparatorluk ise Konstantinopolis'ten yönetilen Doğu Akdeniz'deki parçasından ibaretti. Bu değişimin kesin nedenleri bilimadamlarını yüzyıllarca uğraştırmış olmasına rağmen bazı ipuçları seçilmektedir.



Roma imparatorluğunun 5. yüzyıl başlarında özellikle batı eyaletlerine olmak üzere, barbarların büyük göçleriyle karşılaşması, politik parçalanmasına yol açmıştır.

ROMALILAR VE BARBARLAR

Modern bakış açısından Roma'nın "çöküşü"nün en ilginç yanı batıda barbar krallıklarının ortaya çıkışıdır. Bu süreçte önemli bir katalizör 370'li yıllarda Orta Asya'dan göçebe bir halk olan Hunlar'ın Doğu Avrupa'ya gelmeleridir.

Bunların Karadeniz'in kuzeyindeki bölgelere göç etmeleri 3. yüzyıldan beri Roma İmparatorluğu'nun aşağı Tuna sınırında yerleşmiş olan bir dizi Got krallıklarının çökmesini hızlandırmıştır. İmparator Valens 376 yılında, belki de Gotlar'ı Roma ordusuna almayı umarak, çok sayıda Got mültecisinin Tuna'yı geçerek Roma'nın Balkan eyaletlerine yerleşmelerine izin verdi.

Ancak Gotlar imparatorluğa girdikten sonra Romalı yetkililerin kötü davranışları ve haraç istekleriyle karşılaşınca silahlı bir ayaklanma başlattılar. Gotlar Balkanlar'da yaygın bir karışıklığa neden olduktan sonra, Valens'in ve doğu eyaletlerinin ordularıyla Hadrianopolis'te (Edirne'de) 9 Ağustos 378'de karşılaştılar.

Zorlu bir savaştan sonra Valens ve ordusunun üçte ikisi ölünce, Balkanlar Gotlar'ın insafına kaldı. Olaydan 25 yıl sonra yazan Hıristiyan tarihçisi Rufinus'a göre Hadrianopolis Savaşı "ondan sonra Roma imparatorluğu için kötü günlerin başlangıcıydı."

Bunun hemen sonrasında Roma'nın başında bulunan Gratianus, Doğu'nun başına I. Theodius'u geçirdi. (Gratianus ölünce, kısa bir süre, hem Doğu'nun hem Batı'nın başına Theodius geçecektir.) I. Theodosius, sorunun üstesinden geldi ama önemli bir ödün vermek zorunda kalmıştı: Gotlar Roma ordusuna asker verecekler ama Roma topraklarında özerk topluluklar kurabileceklerdi. Bu durum, imparatorluk sınırları içinde özerk barbar gruplarının kurulması için bir başlangıç oldu.

Gotlar'la Romalılar arasında süregelen ilişkiler de uyumlu olmaktan çok uzaktı. Romalı komutanların davranışlarına kızan Got liderleri Roma askeri hiyerarşisinde daha etkin bir rol istediler ama imparatorluğun bocalaması ve komploları ile karşılaştılar. Sonunda Alarik'in liderliğinde İtalya'ya bir dizi sefer başlattılar ve 410 yılında Roma'yı yağmaladılar: Kent, 800 yıldır ilk kez yabancı bir düşman eline geçiyordu.

5. yüzyılda barbar halkların imparatorluğa -özellikle de batı eyaletlerine- dolması ülkenin politik parçalanmasına neden oldu. 406 yılbaşı günü imparatorluk kuvvetleri İtalya'da bir Got saldırısıyla uğraşırken bir kabileler konfederasyonu Ren'i geçti, Galya ve İspanya eyaletlerine girdi.

Bunlardan Vandallar 429'da Cebelitarık Boğazı'nı geçtiler ve sonraki on yıl içinde Roma'nın Kuzey Afrika eyaletlerini fethettiler. Attila'nın liderliğindeki Hunlar, 440 ve 450'lerde yeniden imparatorluğa girip Balkanlar'ı, İtalya ve Galya'yı ezip geçtiler.

Bu arada Roma yetkilileri topraklarını ve iktidarı barbarlara kaptırıyorlardı. Sonunda imparatorluğun kalbi de daha fazla dayanamadı. Roma'dan ülkeyi yöneten son imparator olan Romulus Augustulus, 476'da barbar generali Odovakar tarafından tahttan indirildi.

471'de ölen Theodemir'in oğlu Büyük Theoderich, Doğu Roma (Bizans) imparatoru Zenon tarafından, İtalya'nın ilk barbar kralı Odovakar'ı devirmek ve Bizans İmparatoru adına yarımadayı yönetmek üzere 488'de düzenlenen sefere komuta etti.

Yaklaşık 100.000 kişilik ordusuyla Ağustos 489 sonlarında İtalya'ya ayak basan Theoderich, sonraki bir yıl içinde Odovakar'ı üç kez yenmesine ve bütün İtalya'yı denetim altına almasına rağmen saklandığı üç yıl boyunca onu Revenna'dan çıkaramadı.

Birlikte yönetme anlaşması yapıldıktan sonra Revanna'ya giren Theoderich, on gün sonra Odovakar'ı, akraba ve yandaşlarını katletti. Artık büyük Roma İmparatorluğu 33 yıllığına Theoderich'in yönetimi altına girecek ve onun yerine de torunu Athalaric geçecekti.



3. yüzyılda yapılan ve 5. yüzyılda pekiştirilen Roma duvarları, zamanın güvensizliğini yansıtıyor. Ancak bunlar kenti 410 yılında Alaric'in Gotlar'ından koruyamamıştı.

ROMA İMPARATORLUĞUNUN YAPISAL ZAYIFLIKLARI

Bu barbar politikasının batıda imparatorluğun yerine neden geçebildiğim anlamak için yalnızca istilacı barbarların askeri güçlerine değil, imparatorluğun neden onların saldırılarına dayanamadığı üzerinde de durmak gerekir.

Özellikle yetersiz askeri ve ekonomik kaynaklar açısından imparatorluğun bazı yapısal zayıflıkları hakkında çok şey söylenmiştir. Her iki durumda da, Roma İmparatorluğu'nun doğuda devam edebilmesi batı ile önemli bir dizi çelişkiyi gözönüne çıkarttı. Doğu imparatorluğu sınırları ötesinden gelecek bir saldırıya daha hazırlıklıydı.

Bu da Konstantinopolis'deki (İstanbul) imparatorların askeri kaynaklarının batıdaki karşıtlarından daha az baskı altında olmaları demekti. Her iki bölgede de imparatorluk sakinleri orduya asker vermekte isteksizlerdi ama savunma gerekliliklerinin daha düzenli bir insangücü ikmaline gerek gördüğü batıda bunun etkileri çok daha ciddiydi.

Aynı şekilde doğu eyaletleri de batıdan daha iyi vergi toplamaktaydılar. Bunun bir nedeni doğuda tarımsal yaşamın batıdaki kadar istila tehdidi altında olmaması ve askeriyenin hazineden isteklerinin batıdaki kadar fazla olmamasıydı.

Arkeolojik kanıtlar doğu kentlerinin geliştiğini -ki, bu daha büyük bir ekonomik varlığın göstergesidir- ve batıdakilerin ise daraldığını ve kent yaşamının bozulduğunu göstermektedir. Yalnızca tarımsal ekonomiye dayanan bir imparatorluğun uzun bir kriz ve karışıklık döneminin güçlüklerine uzun süre dayanamayacağı anlaşılmıştır.

İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde krize karşı birleşik bir tepki eksikliğinin de bunda etkisi olmuştur. I. Theodosius'un 395'te ölümüyle imparatorluk yönetimi doğu ile batı arasında ikiye bölünmüş, her iki yarının da kendi sarayı, ordusu ve yönetici hiyerarşisi oluşmuştur.

Bu da imparatorluğun doğu ve batı yarılarının bağımsız politikaları olması demekti ki, bu durumda en kötüsünden iki saray arasında açık bir rekabete neden olabilirdi. Örneğin, Alaric'in İtalya'yı istilası doğu ve batı rejimleri arasında didişmelere ve tehditlere yol açmıştır.



Ostrogot Theoderich'in Ravenna'daki San Apollinario Nuovo kilisesinin mozaiklerinde Roma kenti.

DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK

5. yüzyıl olayları üzerinde odaklanarak Roma İmparatorluğu'nun batıda parçalanmasının bir tür kaçınılmaz felaket olduğu fikrine kapılmak mümkündür. Ancak 376'daki Got göçü ve 476'da Romulus Augustulus'un tahttan indirilmesi, 3. ile 8. yüzyıllar arasında Akdeniz dünyasını etkileyen daha uzun bir kültürel, politik ve toplumsal değişimin bir parçası olarak görülebilir.

5. yüzyılda aniden gerçekleşmiş gibi görünen barbar istilaları aslında çok daha uzun bir kabileler göçüne ve etnik değişim sürecine aittir. İmparatorluğun sınırlarına büyük barbar saldırıları ikinci yüzyılda başlamış ve üçüncü yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Ayrıca, doğu imparatorluğunun sınırlarında altıncı yüzyıl ve sonrasında, İslamiyetin ortaya çıkışına kadar yeni halklar ortaya çıkmaya devam etmişlerdi.

Yine bunun gibi imparatorluk toplumu ve kültürü de ağır bir metamorfoz geçirmekteydi. İmparatorluğun kentleri buna iyi bir örnektir. Pek çok yerde kentler gelişmeye devam ediyorlardı. Ancak bunlar bir zamanlar putperest aristokratların kontrolü altındayken 4. ve 6. yüzyıllar arasında piskoposların başını çektiği Hıristiyan seçkinlerin hâkimiyetine girdiler.

Bu da birtakım fiziksel değişikliklere yol açtı: Roma dünyasının kent uygarlığı ile geleneksel olarak ilişkilendirilen binalar -tapınaklar, anfiteatrlar, tiyatrolar ve hamamlar- kullanılmamaya başladı, yerlerine kiliseler hâkim oldu. Diğer bir deyişle, Roma İmparatorluğu'nda barbarların gelişi ve istilalarının yol açtıklarından bağımsız olarak önemli başka değişiklikler de olmaktaydı.

Roma'nın "çöküşü"nden söz etmek bir anlamda genelde idealize ve sabit terimlerle algılanan Roma uygarlığına ne olduğunu dar bir tarih görüşüyle görmeye çalışmak demektir.

Roma uygarlığı dinamik ve sürekli değişim içinde olan bir uygarlıktı. Antik çağların sonlarında Roma'nın "çöküşü" ile ilişkilendirilen olaylar aslında imparatorluğun hem içinde hem sınırlarının ötesinde gerçekleşen değişikliklerin bir karışımını temsil etmektedir.
#71 - Haziran 22 2008, 14:13:22
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Moche Uygarlığı'nın Çöküşü

Zaman: 8. yüzyıl
Mekân: Peru'nun kuzey kıyısı

Moche toplumunda çok büyük bir servet birkaç kişinin elinde toplanmıştı, çevreleri daha küçük soylularla çevrili bu insanlar bolluk içinde yaşıyorlardı. Her vadide birkaç tane saray vardı ve bunların sıradan halkla hiçbir ilişkileri yoktu ama tıpkı Avrupa sarayları gibi birbirlerine bağlıydılar. WALTER ALVA VE CHRISTOPHER DONNAN, 1992

Peru'nun kuzey kıyılarındaki Moche ("Moçika" olarak da adlandırılır) uygarlığı otoriter savaşçı-rahipler hâkimiyetinde 100 ile 800 yılları arasında gelişmiştir. Moche efendilerinin öyle büyük toprakları yoktu. Hüküm sürdükleri arazi kuzeyde Lambayeque Vadisi ve güneyde Nepena Vadisi arasında uzanan 250 kilometrelik dar bir şeritti. Tebaları ya kıyılarda ya da dünyanın en kuru ve yaşanması en güç yerlerinden biri olan yüz kilometre içerideki kuru nehir yataklarında yaşarlardı.

Moche'lerin gelişmesi, çevrelerinin benzersiz doğası sayesinde olmuştur. Çiftçilikte çok usta oldukları için Andlar'dan akan suları toplamışlar ve büyük sulama sistemleriyle yaptıkları tarımda önemli miktarda tahıl ve pamuk yetiştirebilmişlerdi. Lambayeque, Moche ve diğer kıyı vadileri, uzun kanallarla beslenen birbirine bitişik sulanmış tarlalarla kaplıydı.

Büyük Okyanus'un Humboldt Akıntısı kıyıya çok yakın geçtiğinden deniz tabanından besleyici bir tabaka kaldırıyor ve milyonlarca hamsi balığı o yana akıyordu. Moche balıkçıları sazdan kanolarıyla bu ganimeti topluyorlar, balıkları ya kurutuyorlar ya da öğüterek besleyici gıdalara dönüştürüyorlardı.

Böyle bol gıdanın olduğu yerde görkemli piramit evlerde yaşayan zengin efendilerin yönetiminde Moche halkı da refaha kavuşmuş olarak gelişti. Savaşçı-rahipler kendilerini ölümlülerle manevi dünyanın güçleri arasında aracılar olarak görüyorlardı.

Yaşamları savaş, ayinler ve diplomasi ile geçiyor, diğer liderlerle sürekli bir prestij yarışı içinde bulunuyorlardı. Mocheler görünüşte yenilmez efendilerin yönettiği varlıklı bir halktı ama uygarlıkları şimdi ancak anlaşılan nedenlerle önce sendeledi, sonra da çöktü.

 

(Solda) Metinde belirtilen yerleri gösteren harita. Renkli alan Moche'lerin etkin oldukları bölgeleridir. (sağda) Moche çömlekçileri zanaatlarının mükemmel ustalarıydı. Burada yüzü boyalı ve tören başlıklı bir Moche lideri, üzengi ağızlı bir testi üzerinde.

KURAKLIK DÖNGÜLERİ

Güney Peru Andlar'ındaki Quelccaya buzulu 1500 yıl öncesine giden yağmur değişimlerinin izlerini korumuştur. Kar tabakasında Moche bölgesinde 534 ve 540 yılları arasında bir kuraklığın hüküm sürdüğü görülmektedir. 563 ile 594 yılları arasında 30 yıllık bir kuraklık döngüsü % 30 eksik yağmura neden olmuş, bu da kuzey kıyısının dev sulama tesislerinde felaket yaratmıştır.

Mocheler'in Cerro Blanco'daki başkentleri savaş-çı-rahiplerin saraylarının bulunduğu iki dev kerpiç huaca ya da piramit çevresinde kurulmuştu. Huaca del Sol [Güneş Tapınağı], 41 metre yüksekliğiyle Meksika'da Teotihuacan'da çağdaşı Güneş Piramidi'nin üçte ikisi boyundadır. 340 m x 136 m tabanlı basamaklı bir piramittir. Yakınındaki Ay Tapınağı ise bir tepe yamacına kurulmuş, yukarıda büyük odaları ve avluları bulunan, teras biçimli bir platformdur.

Altıncı yüzyıl kuraklıkları artıp da su azaldıkça nehir vadilerinin altındaki su kaynaklan da çekilmiş ve ürünler kurumuştur. Yöneticiler tahılı dağıtıma tâbi tutarak sıkı bir kontrol uygulamış olmalılar. Onun dışında zaten balık da vardı, tabii El Nino'lar gelene kadar.

 

(Solda) Bir El Nino sırasında kurban edilen insanlar Huaca de la Luna'daki kerpiç bir sarayın erimiş duvarları arasında. (Sağda) Sipan'da Moche lordlarının görkemli mezarları bulunmuştur. Burada bir canlandırmada bir Sipan lordunun gösterişli giysileri ve gücünün simgesi olarak asası.

EL NİNOLAR

El Nino ya da "Noel Çocuğu", Büyük Okyanus'un güneybatısındaki gayet karmaşık atmosfer-okyanus etkileşimi sonucunda Peru kıyıları açıklarında düzensiz olarak ortaya çıkan güney yönlü bir ters akıntıdır. Böyle durumlarda sıcak su akımı akıntıların normal yönünü değiştirir ve hamsi balıkçılığı geçici olarak çöker, şiddetli yağmurlar normalde kurak olan kıyı bölgesini etkisi altına alır. Nehir vadilerinden gelen seller önlerindeki her şeyi sürükler. Bunun zayıflamış bir Moche devleti üzerindeki etkileri tahmin edilebilir.

El Nino'lar başladığında uzun kuraklığın ne kadardır devam ettiğini bilemiyoruz. Ancak o sırada Moche uygarlığı artık kritik bir durumdaydı. Tahıl stoku düşmüş, sulama sistemleri boşalmıştı. Hamsi de kaybolurken Andlar ve kıyı ovaları tufanı andıran yağmurların altında bataklığa dönüşmüştü. Seller her şeyi alıp götürüyor, su stokları kirleniyor, yapımı kuşaklar boyu süren kanallar ve sulama sistemleri parçalanıyordu.

Çamurlu sular savaşçı rahiplerin piramitlerinin büyük bir kimini aşındırmış, piramitler yanları çökmüş tepelere dönüşmüştü. Tifo ve diğer salgın hastalıklar da vadiyi kasıp kavurmuş ve çok sayıda insanı öldürmüş olmalıdır. Çocuk ölümleri artmıştı. Artık hamsi bolluğu bile tüm halkı besleyemeyeceği için binlerce kişi açlıktan ölüyordu.

Moche yöneticileri yeni sulama sistemleri yaptırdılar ve doğudaki komşularından kuraklığa dayanıklı mısır türleri getirdiler. Bunlar arkeolojik kazılarda tufandan hemen sonraki dönemde bulunmuştur. Görkemli piramitlerinin cepheleri yeniden inşa edildi. Başkent bir süre eski görkemine kısmen de olsa kavuştu. Ve ondan sonra yeni bir felaket başladı.



Moche Nehri vadisinde Huaca del Sol'un İspanyollar ve El Nino'lar tarafından yıkılmış devasa piramitleri.

DEPREMLER

Moche ülkesini sarsan periyodik depremler tepelerden çok miktarda toprağı nehir vadilerine kaydırıyordu. Güçlü El Nino selleri bunları nehir yoluyla Büyük Okyanus'a taşıyor ve dalgalar toprağı kıyıya yığıyordu. Çok geçmeden denizden gelen sert rüzgârlarla kum yığınları içerilere, sonra da başkente taşınmaya başladı. Cerro Blanco'nun savaşçı rahipleri 550 ile 600 yılları arasında kentlerini terk edip Moche Nehri'nin kıyı ovasına aktığı vadiye yerleştiler.

ÇÖKÜŞ

Daha önceki Moche tarihinde hiçbir şey halkı kriz zamanında gerçekleşmiş olması gereken böyle bir şeye hazırlamadığı için halk liderlerine olan güvenlerini kaybetmiş olabilir. Moche hükümdarları tarıma daha esnek bir yaklaşımı akıl etmemiş görünmektedirler.

Sonunda, vadileri birbirlerine bağlayan kanallardan birinin yakınına yerleştiler. Moche Vadisi'nin üstündeki Galindo ile Lambayeque'deki Pampa Grande büyük yerleşim merkezleri oldu, bu sonuncusunda 10 ile 12.500 kişi yaşamaktaydı.

Yeni yerler suyun daha ekonomik kullanımını mümkün kılıyordu ama Mocheler burada da, büyük su baskınlarına daha açıktılar. Bir Yunan trajedisinin kaçınılmazlığıyla aşırı sert bir El Nino olayı 7. yüzyılda Galindo ve Pampa Grande çevresindeki sistemlerin çoğunu parçaladı. Kuzey kıyısına gelen yeni bir kuraklık zaten kritik olan kıtlığı arttırdı.

Zayıflamış liderler sosyal huzursuzluklar ve baskınlarla boğuşuyorlardı. 700 yılı civarında Mocheler her iki yeri de terk ettiler. Bu son terk edişin nedeni ne olursa olsun, sürekli kuraklık ve El Nino selleri zengin ve güçlü bir devletin belini kırmıştı. Katı savaşçı rahipler sonunda bütün seçeneklerini tükettiler ve görkemli uygarlıkları çöktü.
#72 - Haziran 22 2008, 14:14:27
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Anasazilere Ne Oldu?

Zaman: 13. yüzyıl
Mekân: Kuzey Amerika'nın güneybatısı

Geçmişimizde insanlar oradan oraya göçmüşler, birbirlerinden ayrılmışlar ve yine kavuşmuşlardır ve bizler bunu şarkılarımıza, hikâyelerimize ve efsanelerimize kalmışızdır. Çünkü hareket olmadan yaşam olmayacağını aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekir. TESSIE NARANJO, 1995

Anasaziler 800 ile 1600 yılları arasında Amerika'nın güneybatısının kuzey Rio Grande bölgesiyle Colorado Platosu'nda yaşamış olan tarihöncesi bir tarımcı halktır. "Anasazi" adı ilk arkeologlar tarafından benimsenmiş bir Navajo sözcüğüdür. "Eskiler" ya da "düşman ata" anlamına gelir. Bu anlamda düşman "bizden olmayan insanlar" demektir.

Bu ilk çiftçilerin soyundan gelen Pueblo halkları "irsi Pueblo Halkı" terimini tercih ederler. Bunlar Four Corners Bölgesinde -Arizona, New Mexico, Colorado ve Utah- Canyon de Chelly, Mesa Verde, Chaco Canyon, Canyonlands ve Bandelier gibi günümüzde çoğu milli parklar olan yerlerde yaptıkları yamaç evleri, çok katlı taş mimarileri ve kaya resimleriyle ünlüdürler.

Ancak bu mimari örnekler bu yerlerine çok kolaylıkla adapte olabilen ve çoğunlukla küçük ve dağınık yerleşim birimlerinde yaşayan ve mısır, fasulye, kabak yetiştirip vahşi hayvanlar avlayan bu insanların yalnızca en çok görülebilen taraflarını temsil ederler.

 

(Solda) Mesa Verde'deki Yamaç Saray'ın 220 odası ve 23 kivası vardır. Burası da 1250'den I280'e kadar Anasazi kültürünün Mesa Yerde kolu tarafından iskân edilmiştir. (Sağda) Betatakin Harabesi: Bu yamaç barınağında 120 oda ve 3 kiva vardır. 1250 ile 1300 yılları arasında Anasazi kültüründen Kayenta halkı burada yaşamışlardır.

Coğrafyadaki, ekolojik kaynaklardaki, iklim ve kültür tercihlerindeki bölgesel farklılıklar her biri kendi çömlek süsleme gelenekleri, taşçılık stilleri ve mimari biçimlerine sahip ayrı Anasazi alt-geleneklerinin çıkmasına neden olmuştur.

Anasazilerin bu alt-gelenekleri arasında Virgin, Kayenta, Mesa Verde, Chaco ve Rio Grande kolları vardır. Bunlar 11. yüzyılın sonundaki en gelişmiş dönemlerinde Güney Nevada'dan Orta New Mexico'ya ve Kuzey Arizona'dan Güney Utah'a kadar bir alanı iskân etmekteydiler, insanı şaşkına çeviren toplum merkezleri kuzeybatı New Mexico'nun San Juan Havzası'nda olan Chacolar 12. yüzyılda ata topraklarını terkedenlerin ilki olmuşlardır.

Ancak 13. yüzyıl sonunda Virgin, Kayente ve Mesa Verde kolları halkları da güney ve doğuya gitmek üzere yurtlarını terk etmişlerdi. Yalnızca Rio Grande kolu ve Colorado Platosu'nun güney eteklerindeki birbirinden kopuk topluluklar ata topraklarında yaşamaya devam etmişlerdir.

1600 yılında, hatta 1450'de, bu Anasazi soyundan gelenler, bizce çağdaş Arizona ve New Mexico' nün Hopice, Zunice, Keresçe, Tewaca, Tiwaca ve Towaca konuşan Pueblo Kızılderilileri olarak bilinmektedirler. Bu dirençli insanların göçleri ve ayakta kalabilmeleri gözlemcileri 100 yıldan uzun bir süredir kendilerine hayran bırakmıştır.

Pueblo atalarının yurtlarını terk etmeleri konusunda arkeologların ve Amerikan Yerlileri'nin farklı ama birbirlerini tamamlayan kuramları vardır. Pek çok arkeolog halkı yerlerinden göçe zorlayan şeyin çevre koşulları olduğunu düşünmektedir.

Bunlar uygunsuz iklim koşullarının insanların yaşamaları için yeterli besin maddesi yetiştirilmesine izin vermediğini iddia etmektedirler. Diğerleri ise insanları göçe zorlayan şeyin toplumsal sorunlar olduğu düşüncesindedirler. Bunlar iç çatışmaların, savaşın ve şiddet korkusunun sonucunda insanların önce evlerini büyük ve kalabalık köylerde ya da kendilerini savunabilecekleri yamaçlarda yaptıklarını ve sonra da daha güvenli yerler aramaya çıktıkları görüşünü benimsemektedirler.

Diğer bazı arkeologlar insanları Four Corners bölgesinden uzaklaştıran şeyin aralarında yeni bir din, daha fazla güvenlik, ürün yetiştirmek için daha iyi bir iklimin de olduğu değişik unsurlar olduğunda ısrar etmektedirler.

Kısacası, bazı arkeologlar Anasaziler'in güç koşullar nedeniyle yerlerinden "itildikleri"ne, diğerleri de cazip koşullarla başka yerlere "çekildikleri"ne inanmaktadırlar. Ancak bugün çoğu bir tek nedenden çok çevre ve toplumsal nedenlerin birleşmesinin Anasaziler'i 13. yüzyılda Four Corners bölgesinden göçe zorladığını kabul etmektedirler.



Haritada, 1600 yıllarında Anasaziler'in yaşadığı 13 tarihi pueblonun yeri görülüyor.

ÇEVRESEL VE TOPLUMSAL "İTMELER"

Ürün kaybına neden olabilecek çevresel sorunlar ağaç-halkaları, eski bitki kalıntıları ve su baskınları ölçümleriyle belgelenmiştir. Bunların arasında 13. yüzyıl sonunda olan ve 1276-1299 "Büyük Kuraklığı" olarak sözü edilen 24 yıllık bir kuraklık dönemi vardır.

1200'lü yılların başlarıyla ortaları arasında sık sık tekrarlayan soğuk hava dönemleri de ürünlerin yetişme mevsimini ciddi biçimde kısaltmış olacaktır. 1250'den sonra yağmurlar ürünün büyümesine yardımcı olamayacak kadar geç başlamıştır. Ve 1200'lerin sonunda da yeraltı suları iyice azalmıştır.

Bu faktörlerin birleşmesi gerek kuru gerek sulu tarımcılığı İmkânsız kılmasa bile son derecede güçleştirmiş olmalıdır.

Güç çevresel koşullar nedeniyle toplumsal sorunlar da çıkmış olabilir. En iyi tarım arazisi için şiddetli bir rekabet çıkmış, yiyecek stoku olmayanlar olanları yağmalamış, açlık, hastalık ve ölümler başlamış olabilir.



Anasaziler'in anayurdunun, l100 yılında Anasazi kültürünün dağılımını ve beş büyük alt-geleneği gösteren harita.

ÇEVRESEL VE TOPLUMSAL "ÇEKİMLER"

13 ve 14. yüzyıllarda Four Corners'in güneyi ve doğusundaki yerler, kuzey ve batıya kıyasla daha güvenilir kar ve yağmur yağışlarına sahipti. Bu farklılıklar dost ve akrabaların bulunduğu ve ekilebilir arazinin hâlâ bulunabildiği daha güvenlikli bu yerlere planlı bir göçün nedeni olabilir.

14. yüzyılda Four Corners'in güneyinde yeni dini ve toplumsal hareketler belgelenmiştir. Bunların arasında dini örgütler ve toplumlar, tıp (sağaltıcı) ve savaş toplulukları ve kamu mimarisinin farklı türlerini içeren kasaba boyutunda yeni köyler vardır. Bu gelişmelerin 13. yüzyılda başlamış ve eski Pueblo halkını önceki anayurtlarından cezbetmiş olmaları mümkündür.



Mesa Yerde bölgesinde 1200-1300 arasında yağışlar. I276'da başlayan 24 yıllık normalin altındaki yağış dönemine dikkat.

PUEBLOLAR'IN GÖRÜŞÜ

Pueblo halkları genelde arkeolojik açıklamalara karşı çıkmamaktadırlar. Bunlar nüfusun boşalmasını terk olarak değil, daha çok Pueblo tarihini belirleyen sürekli bir göç hareketi içinde sıradan bir göç olarak görmektedirler. Sözlü geleneklere göre Four Corners bölgesinde atalar hâlâ yaşamaya devam etmektedir. Ayrıca, Four Corners hâlâ ziyaret edilmekte ve çağdaş Pueblo halkı tarafından çeşitli amaçlar için kullanılmaktadır.

Çevresel ve toplumsal faktörler birleşerek bir halkı daha az verimli ve iklimi belirsiz bir bölgeden daha güvenli ve umut vaat eden bir bölgeye göç zorunda bırakmıştır. Anasazi insanları çevrelerindeki fiziksel ve toplumsal koşullara karşılık vermişler, koşullar değişince onlar da yollarına devam etmişlerdir.
#73 - Haziran 22 2008, 14:15:19
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Uzaydan Gelen Felaketler

Zaman: son 5000 yıl
Mekân: Dünya

Ve üçüncü melek boru çaldı, gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine ve suların pınarları üzerine düştü. VAHİY KİTABI 8: 10

Ateş ve kükürt, veba, Sodom ve Gomorra, yedi yıllık Mısır kıtlığı ve Tufan... Tanrı'nın kendisine karşı çıkanlara öfkesini yağdırdığı hakkında pek çok hikâye vardır. Kuşaklar boyunca arkeologlar ve Kitabı Mukaddes araştırmacıları doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten çok sembolik olan bu felaketlerin doğruluğu konuları üzerinde tartışmışlardır.

Sonra 2. binyıldaki büyük Thera yanardağ patlaması, 265 yılında Kıbrıs'taki büyük deprem ve 1815'te Endonezya'daki Tambora yanardağı patlaması gibi belgelenmiş doğal afetler de vardır. Bu sonuncusu atmosfere öylesine çok volkanik toz püskürtmüştü ki, 12 ay sonra Avrupa, ünlü "yazsız yıl "da titremişti.

Bilimadamları ve tarihçiler bu tür felaketlerin etkileri üzerinde tartışırlarsa da, bunların varlıklarından kuşku duyulmaz. Ancak şimdilerde bazı bilimadamları ortaya yeni bir soru atmaktadırlar: Tarihin akışını değiştiren ama belgelenmemiş doğal afetler olmuş mudur?

Immanuel Velikovsky 1950'de yayınladığı Worlds in Collision'da eski çağlar dünyasının, yeryüzüne çarpan kuyrukluyıldızlar nedeniyle pek çok ekolojik değişikliğe uğradığını iddia etti. iddialarını daha da ileri götürerek Venüs ve Mars gezegenlerinin İÖ 2. ve 1. yüzyılda dünyayı altüst ettiğini söyledi.

Velikovsky'nin kuramları bilimadamları arasında öyle ateşli bir muhalefet doğurdu ki, bazıları kitabını yasaklatmaya bile çalıştılar. Velikosky'nin bazı fikirleri saçmadır ama yazar, bir kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçtiğinde dünyayı bombardıman edecek meteor yağmurunu tam olarak tarif etmiştir.

Worlds in Collision'dan yarım yüzyıl sonra kuyruklu yıldızlar, bu kez eski iklim değişiklikleri araştırmalarında büyük ilerlemeler kaydedilmiş olmasının sonucunda tekrar arkeoloji haberlerinde boy göstermeye başlamıştır.



1908'de Sibirya'da Tunguska'da bir kuyruklu yıldız kalıntılarının patlamasının yarattığı yıkımın çağdaş bir fotoğrafı. Çarpmanın krateri olmadığından ağaçlar kaldırıldıktan sonra bu felaketin bir izi kalmayacaktı. Geçmişte böyle bir olay kaç kere olmuş ve hiçbir kalıcı iz bırakmadan insan toplumlarına felaket getirmiştir.

AĞAÇ HALKALARI, YANARDAĞLAR VE KUYRUKLU YILDIZLAR

Palaoekolog Michael Baillie ağaç halkaları ve onların gösterdiği son 5000 yılın iklim değişiklikleri konusunda uzmandır, incelediği İrlanda yaşlı meşelerindeki ve dünyanın pek çok farklı yerindeki ağaçlarda bulunan dar halkaların gösterdiği iklimsel afetler dizisine işaret etmektedir. Bunlarda şu tarihler belirlenmektedir: İÖ 2354 ile 2345, İÖ 1628 ile 1623, İÖ 1159 ve 1141, İÖ 208 ve 204, ve IS 526 ve 545.

Son zamanlara kadar bu tür anormalliklerin büyük yanardağ patlamalarının atmosfere püskürttüğü külün -Tambora olayında olduğu gibi- güneş radyasyonunu azaltarak iklim bozulmasına ve ağaçların büyümesinde aksaklıklara neden olduğu düşünülürdü. Yanardağ patlamaları buzullar içine asit de bırakırlar ki, bu da yağan karın katmanlarının yıllık olarak ölçülmesine sağlar.

Bu katmanlar sayılıp tarih belirlenebilirse de asit oluşumunu belirli yanardağlarla ilişkilendirmek her zaman kesin sonuçlar vermez, ilginç bir nokta da, 6. yüzyılda ağaç halkalarında açıkça tespit edilen bir olayın henüz asit ölçümlerinde bulunamamış olmasıdır.

Baillie, ağaç halkalarında bu çevresel değişimleri teşhis ettikten sonra arkeoloji, tarihi kayıtlar ve folklorun karmaşık labirentine girer. Bellibaşlı tarihi ve geleneksel olaylar dizisinin izlerini ağaç halkalarında arar: Tufan, Kitabı Mukaddes'te Mısır'ın başına gelen felaketler, Hazreti Davud'un hükümdarlığının sonundaki kıtlık, Çin'de Qin hanedanının sonunu getiren açlık ve son olarak Britanya'da "Karanlık Çağlar"ın başında Merlin ve Arthur hikâyeleri.

Ancak böylesine büyük boyutlu ve dramatik olayların sorumlusu yalnızca yanardağ patlamaları olabilir mi? Baillie, "Denklemde başka bir şeyin bulunma olasılığı var mı?" diye sorar. Dünyanın her yanındaki geleneksel literatürdeki tariflerden Baillie, bu "başka şeyin" kuyruklu yıldız çarpmaları yâ da kuyruklu yıldız kalıntılarının kozmik parçaları olabileceği sonucuna varır.



800 km çapında bir asteroidin dünyaya çarpışının uzaydan görünümü gösteren temsili bir resim.

THERA PATLAMASI VE ÇIKIŞ

İÖ 1628 yılındaki anormalliğin Ege'deki Thera patlamasıyla ilişkili olduğu söylenmektedir. Baillie bunun Mısır'da, Orta Krallık'ın devrilmesi, Nü Vadisi'ne Hiksosların girmesi ve Tufan'la da -ki, bunun İÖ 1250 yılında olduğuna İnanılmaktadır- ilişkilen-dirilebileceğine inanmaktadır.

İsrailliler'e "gündüzün bir bulut sütunuyla ve geceleri ateşle" yol gösteren şeyin 800 kilometre uzaklıktaki Thera olduğunu ileri süren İan Wilson'dan alıntı yapan Baillie, bunun İÖ 1628 yılındaki Thera patlamasına ilişkin bir görgü tanığı ifadesi olabileceği fikrini ortaya atar. Ancak bu arkeoloji alanında çok hassas bir noktadır.

Bütün arkeologlar Thera'nın patlama tarihini İÖ 1628 olarak kabul etmezler. Mısır'da tarihi metinlerde yapılan karşılaştırmalı kronojilerde felaketin İÖ 1500 yılında yer aldığına inanılmaktadır. Ancak Baillie bu İÖ 1628 olayına İrlanda ve Çin kadar uzak yerlerdeki diğer olayları da bağlamakta ve gerek volkanik gerek sismik olayları tetikleyen şeyin kuyruklu yıldız olduğu görüşünü ileri sürmektedir.

Kitabı Mukaddes'e göre Çıkış ile Hazreti Süleyman tapınağının inşası arasında 480 yıl geçmiştir. Bu arada "bir bulut Tanrı'nın evini doldurmuş "tur ve 18. Mezmur'da şöyle der: "O zaman dünya sarsılıp titredi, dağların temelleri de oynadılar ve sarsıldılar, çünkü o öfkelendi. Burnundan duman yükseldi, ağzından ateş yiyip bitirdi, ondan köyler tutuştular."

Bu 480 yıllık ara Baillie'nin ağaç halkaları olaylarının ikisi arasındaki araya çok yakındır (İÖ 1628 ve 1159-1141) Baillie, Kitabı Mukaddes'in Doğu Akdeniz dünyasında büyük felaketlere neden olan önemli kuyruklu yıldız olaylarını kaydettiği inancındadır.

Baillie bunu daha ileri götürerek kuyruklu yıldız çarpmalarının dünyanın varlığı sırasında binlerce kez olmuş olacağım ama bunlardan çoğunun çarpma kraterleri bırakmayacak hava patlamaları olabileceğini söyler. 1908 yılında Sibirya'da Tunguska üzerinde 12 ile 30 megatonluk olup büyük bir orman bölgesini dümdüz eden patlama da böyle bir kuyruklu yıldız kalıntısının eseridir.

Garip şeyler olduğu söylentileri yayılmıştı ancak Leonid Kulik adında meraklı bir Rus bilimadamı patlama mekânını aramaya gidip de etkilerini kaydetmemiş olsaydı bunlar gözardı edilip unutulacaktı. Felaketin izlerini nerede aramamız gerektiğini biliyorduk ancak geriye ne bir krater kalmıştı ne de buzullarda herhangi bir ize rastlanmıştı.

Son zamanlarda ultrason kullanan araştırmacılar atmosferdeki patlamaların boyutlarım ve sıklıklarını açıklamışlardır. Varılan sonuçlara göre dünyaya son 5000 yılda birkaç yüz metre genişliğinde bir kuyruklu yıldız ya da küçük parçalar kümesi en az bir, muhtemelen de birkaç kez çarpmıştır. Bu çarpmalar geride gözle görünür izler bırakmamış olabilir ama Baillie, bazılarının yoğun nüfuslu olan alanlarda felaketlere yol açtığı fikrindedir.



Kuyruklu yıldızların büyük felaketlere eşlik ettiklerine inanılırdı. Bayeux Halısı'nda, Hasting Savaşı ve İngiltere Kralı Harold'un ölümü zamanında gözlemlenen Halley Kuyruklu Yıldızı görülüyor.

FELAKETLERLE DOLU 6. YÜZYIL

Ağaç halkaları 540 yılında büyük bir toz perdesi olayı göstermektedir ki, bunun volkanik bir patlama olmadığı anlaşılmaktadır. Baillie 6. yüzyılda bir kuyruklu yıldızın dünyayı bombardımana tutarak bir dizi doğal felakete neden olduğu ve bunların depremler, yaygın kıtlık, aşırı soğuk hava, su baskınları ve veba başlangıcı olabileceğini iddia etmektedir. Bu olağanüstü olaylar yüzyıllar boyunca halk hikâyelerinde hayatta kalmıştır.

Gazeteci David Keys, 535/536 yılında doğal bir afetin güneş ısısını 18 ay boyunca kestiğini ve bunun da dünya çevresinde iklim anormalliklerine neden olduğuna işaret etmektedir. Tropik Afrika'da olağanüstü bir yağış fare ve bit nüfusunu artırmış ve böylece başlayan veba salgını 6. yüzyılda Akdeniz dünyasına ve Avrupa'ya yayılmış, Konstantinopolis'in (İstanbul) nüfusunu büyük ölçüde kırıp geçirmişti.

537 ve 538 yıllarında şiddetli bir kuraklık çok sayıda Çinli'nin ölümüne neden olmuş, Avrasya'da göçleri başlatmış ve sonunda Doğu Avrupa ve Ukrayna'da bir Avar imparatorluğu kurulmuştu.

Avarlar veba, dini muhalefet ve parasızlıkla sıkıntılar içinde olan Roma İmparatorluğu'yla çatışmaya girecekler ve sonunda Balkanlar Avarlar ve Slavlar, doğu illeri de Persler tarafından işgal edilecekti. Keys bu sorunların çoğunun doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Batı Avrupa'da 535 ile 555 yılları arasında sağlam bir biçimde belgelenmiş olan anormal derecede dengesiz hava koşullarıyla ilişkili olduğuna inanmaktadır.

Keys 6. yüzyılın iklim ve salgın hastalık olaylarının yarattığı domino etkisinin Anglosakson İngiltere'sinin genişlemesine, yaygın bir kuraklık ve kıtlık başlamasına neden olduğunu iddia etmektedir. Büyük Okyanus'un ötesinde 6. yüzyıl kuraklığı büyük Teotihuacan kentinin çökmesine katkıda bulunmuş, Maya ovalarında büyük politik etkiler yaratarak Tikal kent-devletinin geçici gerilemesine neden olmuştur.

Andlar'da Quelccaya buzulundan alınan örnekler, Peru'nun kuzey kıyısında Moche Uygarlığı'nın çökmesine ve Titikaka Gölü kıyılarında Tiwanakular'ın yükselmesine neden olan 6. yüzyıl kuraklığını ve El Nino olaylarını belgeler.

Keys bu gelişmelerinin 535 yılında Cava ve Sumatra adaları arasında yer alan Sunda Boğazı'ndaki dev bir yanardağ patlamasından kaynaklandığını ve bu patlamanın sonucunda küllerin ve lavların stratosferde 48 kilometre yükseğe taşınarak dünya çevresinde yaşayan insan toplumlarının dengesini bozduğunu iddia etmiştir. Bu noktada David Keys, suçu kuyruklu yıldız bombardımanına atan Baillie'den ayrılmaktadır.

Baillie'e göre yakından geçen kuyruklu yıldızların tozları insanlık tarihinin önemli unsurlarından biridir. Onun iklim verileri, arkeolojik kanıtları, tarihi kayıtları ve efsaneleri şu anda yalnızca varsayımsal bir senaryodur, iklim olaylarının pek azı geride bir iz bıraktıkları için ne yazık ki, bilimsel kanıt bulmak güç olacaktır. Ancak Baillie varsayımı bize, yeryüzünde yaşamı etkilemiş olan ve gelecekte de tekrar etkileyebilecek olan iklim ve doğa olguları hakkında daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu hatırlatmaktadır.
#74 - Haziran 22 2008, 14:16:07
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Maya Uygarlığı'nın Çöküşü

Zaman: 900 yılları
Mekân: Orta Amerika'nın Güney Maya Ovası

İnsan tasarımlarının dağıtılması işte böyle oldu. insanlar devrildiler, yerlerde sürtündüler. Yüzleri ve ağızları paramparça edildi. POPOL VUH, 16. YÜZYIL

Mezoamerika'nın eski Mayalar'ı, bütün Amerikan uygarlıklarının en gösterişlisi ve uzun ömürlüsüydü. Bir zamanlar mütevazı köy çiftçileri olan Mayalar tropik ülkelerini güçlü lordlar tarafından yönetilen site-devletlere dönüştürmüşlerdi.

İsa'dan önceki son birkaç yüzyılla 900 yılı arasında Maya uygarlığı Meksika'nın güney ovaları ile Guatemala ve Honduras'ta gelişmişti. Copan, Palenque ve Tikal gibi saldırgan site-devletler büyük hanedanların yönetimindeydi ve bunlar yönetici ve şaman, insanlar, atalar ve tanrılar arasında aracılar olarak hüküm sürüyorlardı. Bu insanlar kendilerini Dünya Ağaçları, insanların manevi dünya ile iletişim kurabildiği araçlar olarak görmekteydiler.

Bir Maya lordu laik bir hükümdardan çok daha fazla bir şeydi. Ailesine ve küçüklü büyüklü topluluklara krallık kutsal bağıyla ve onun atalara soy bağlarıyla bağlı olan Maya yaşamıydı. Mayalar için talihsiz olan, benimsedikleri bu krallık türünün çevre koşulları göze alındığında sürdürülemez olan bir tarımsal ekonomiye dayanıyor olmasıydı.

800 yılı civarında Güney Maya Uygarlığı aniden çöküverdi. Bölgenin büyük tören merkezleri terk edildi, çok geniş bir alan bir daha asla dönülmemek üzere boşaltıldı. 25.000 ile 80.000 nüfuslu (tahminler farklıdır) bir kent olan Tikal bu rakamın üçte birine düştü. Sağ kalanlar büyük piramitlerin ve sarayların yıkıntıları arasına sığınıp eski yaşantılarının hiç olmazsa bir derece benzerini sürdürmeye çalıştılar. Ancak aradan birkaç kuşak geçince bunlar da gittiler.

Araştırmacılar Maya uygarlığının çöküşü konusunda çok uzun zamandır kafa yormakta ve bunu ekolojik değişim, toplumsal karışıklık, siyasal devrim ve savaş gibi nedenlere bağlamaya çalışmaktadırlar. Son zamanların palaeoklimatik bulgular, baş nedenlerden birinin kuraklık olduğunu ortaya çıkarmışsa da, bu geçmişin en büyük muammalarından biri olarak kalmakta devam etmektedir.

Maya çöküşünü araştırmış olan herkes bunun ekolojik, siyasal ve toplumsal unsurların birleşiminden kaynaklandığını kabul etmektedir. 800 yılına gelindiğinde güney ovalarının nüfus sıklığı kilometre kare başına 200 kişi gibi öyle bir rakama erişmişti ki, aç çiftçilerin gidebilecekleri boş arazi kalmamıştı. Çöküş geldiğinde Maya tarımsal üretimi artık sınırlarına varmış, insanları kuraklıktan ağır zarar görecek bir halde bırakmıştı. Yeni bir kuramlar kuşağı, suçu kısa vadeli iklim değişikliğine bağlamaktadır.



Tikal, Maya site-devletlerinin en büyüğü olup stratejik ticaret yollarının ortasında yer alıyordu. Bu güçlü tören merkezi 800 yılından sonra hızla gerilemiştir.

MAYA TARIMCILIĞI

Maya ovaları verimli Nil Vadisi'ne de, Peru'daki yoğun bir sulamaya sahip Moche Ülkesi'ne benzemez. Peten-Yukatan yarımadası drenajı zayıf ve pek az sürekli akarsuyu olan kireçtaşından büyük bir kıta sahanlığıdır. Sıcak ve rutubetli ovalarda yağmurlar düzensizdir, eski çağlardan bu yana var olan sık ormanlar Mayalar tarafından kesilerek tarım arazisi açılmıştır.

Bugün görülen yeşillik yeniden ağaçlandırılmış alanlardır. Bu acımasız çevre koşullarında toprak verimsizdir ve ancak ormanlar yakılarak tarım yapılabilir. Milpa adı verilen bu temizlenmiş arazi iki yıllık verime sahipti ve yedi yıl nadasa bırakılırdı. Bu tarlalar değil bir kenti, bir köyler topluluğunu bile beslemeyeceğinden Mayalar bataklıkları kurutmuşlar, tarım açısından işe yaramaz toprakları çok üretken tarlalara dönüştürmüşlerdi.

Ama ancak bol miktarda yeraltı suyu olduğu sürece bu tarım devam edebiliyordu. Ayrıca tepe yamaçlarında teraslar kurmuşlar, her karış topraktan mümkün olan en çok verimi elde etmeye çalışmışlardı.

Çöküşten çok önce Mayalar'ın tarımsal üretimi sınır noktalarına varmak üzereydi. Kısa vadede bu yoğun tarımcılık giderek genişleyen yönetici ve soylu sınıfın üretim ve mahsulü vergi yoluyla yakından kontrol ettikleri dönemde yerel düzeyde başarılı olmuştu. Ama büyük çaplı sulama işletmelerinin standardizasyonu mümkün kıldığı Mısırlılar ya da Mocheler gibi, geniş alanlarda tarımsal üretimi standart bir hale getirememişlerdi.

Maya ekolojisi çok değişikti, hassas ve çok çabuk tükenen tropik topraklara ve düzensiz yağışlara sahipti. Toprağın verimim kaybettiği ve tufanı andıran yağmurların açılmış arazinin üst tabakasını alıp götürdüğü bir dönemde çiftçiler, efendilerinin giderek artan ürün talepleriyle karşı karşıyaydılar. Büyük bir kuraklık döngüsü son darbeyi indirecekti.



Tulum'daki bu küçük Maya kenti Kuzey Yukatan'daki Karayip kıyılarında alçak bir tepe üzerine kurulmuştur. Maya uygarlığı İspanyol fethine kadar kuzey ovalarında ayakta kalmış, hatta gelişmiştir.

KURAKLIKLAR

Bölgenin göllerinin dibinde biriken tortu tabakalarından değişen iklim koşullan kesin olarak tespit edilmektedir. Yukatan'da Chichancanab Gölü ilk olarak İÖ 6200 yılı civarında, Karayipler deniz düzeyi ve yerel yeraltı suları yükseldiği zaman dolmuştu.

Gölün tortularından alınan örnekler koşulların İÖ 1000 yılına kadar nisbeten yağışlı devam ettiğini, iklimin ondan sonra kurumaya başladığını göstermektedir. Kuruma devam ederek 800 ile 1000 yılları arasında doruk noktasına -yani Maya çöküşü zamanına- erişmiştir, iki yüzyıllık bu dönem son 8000 yılın en kurak geçen iki yüzyılıydı.

Quintana Roo bölgesinde Punta Laguna Gölü tortu tabakalarını öyle hızlı biriktirmiştir ki, delgiyle alınan örnekler yağışlı ve kurak yılları bir ağaç halkası kadar hassas olarak vermektedir. 585 yılında sık ve şiddetli kuraklık dönemleri olmuştur ve bu Andlar'da Quelccaya buzuluyla belirlenen ve Moche Uygarlığı'nı etkileyen büyük kuraklığın zamanına denk düşmektedir.

Bu kuraklık Maya yaşamında bazı aksaklıklara neden olmuş, ama ardından iki yüzyıllık bol yağmurla hızlı bir büyüme yaşanmıştır. Sonra 725 ile 1020 yılları arasında bölge yine uzun bir kuraklık dönemine girilmiş, bu da 862 ile 986 yılları arasında doruk noktasına erişmiştir. Kuraklık 1020 yılında aniden sona ermiştir. Ve göl yüz yıl içinde 8000 yılın en yağışlı koşullarını yaşamıştır.

 

(Solda) Mayalar üstün zanaatkarlar ve sanatkârlardı. Bu yeşim taşından, Mısır Tanrısı'nın başını taşıyan vazo, Tikal'da Geç Klasik dönem bir mezardan çıkarılmıştır. (Sağda) Popol Vuh'ta kayıtlı olduğuna göre Kahraman İkiz Hunaphu, Maya yaratılış efsanelerinde yer alır. Babası Mısır Tanrısı'nın hiyeroglifi, bir çanağın çevresinde görülüyor. Maya efsanelerine göre insan mısırdan yaratılmıştı ve mısır Mayalılar için çok önemliydi.

ÇÖKÜŞ

8. ve 9. yüzyıl kuraklıkları başladığında Maya Uygarlığı zaten giderek artan bir baskı altındaydı. Hızla büyüyen kentlerde soyluların sayısı çok fazlaydı ve bunlar ayrı hiziplere bölünüp parçalanmışlardı. Çok uzaklardan gıda maddeleri ithal ediliyordu.

Askeri üstünlük ve prestij rekabeti halk üzerinde büyük baskılar yaratmaktaydı. Kuraklıklar artık bardağı taşıran son damla oldu. Ürün azaldıkça gelirler de hızla düşmeye başladı. Güçlü lordlar huzursuz ve aç toplum karşısında dünyevi ve manevi güçlerinin azaldığını görmeye başladılar.

Kuraklık ve bunun çevre koşullarında yarattığı hasarla hiçbir hükümdar başa çıkamazdı. Binlerce kişi açlıktan ölürken, kalanlar büyük kentleri terk ederek küçük yerleşim birimlerine dağıldılar. Copan kenti hinterlandında yapılan araştırmalar bu nüfus azalmasını göstermektedir.

700 ile 850 yılları arasında kentte ya da kent yakınlarında 20 ile 25000 kişi yaşıyordu ve nüfus her 80-100 yılda bir kat artıyordu. 850 yılından sonra kent, nüfusunun yarısını kaybederken, kırsal nüfus yaklaşık yüzde 20 arttı. 1150'den sonra ise Copan Vadisi'nin nüfusu yalnızca 2000-5000'di.

Çöküş sıkıntısız ve savaşsız olmadı. Bir örnek vermek gerekirse, 645 yılında günümüz Kuzey Guatemala'sındaki Dos Pilas hükümdarları topraklarını genişletmek için askeri harekâta geçtiler. Dos Pilas, 761 yılına kadar zengin bir ticaret merkezi oldu. Ancak bu tarih geldiğinde hükümdarlar artık aşırıya kaçmaya başlamışlardı.

Yakınlardaki Tamarinditolar bir zamanların bu güçlü komşusuna saldırarak hükümdarını öldürdüler. Kalan soylular kaçıp Aguateca tepesinde gayet iyi tahkim edilmiş bir merkez kurdular. Burada sürekli saldırılara rağmen yarım yüzyıl daha direndiler ama sonra yoğun savaşlar sonunda oradan çeşitli yerlere dağıldılar.

Yine savunma önlemleri aldıkları bu yerlerde işleyecek yalnızca kurak topraklan olduğundan elde edilen ürün de sürekli düşüş göstermiş olmalıydı. Sağ kalan Aguatecalılar son bir direnişle Petexbatun Gölü'ndeki yarımadada üç derin hendek kazarak kendilerine bir ada kale yaptılar. Ancak burası da 800'lerin kuraklığı sırasında terk edildi.

Uzun kuraklık dönemlerinin etkileri Maya dünyasına dalga dalga yayıldı. Güney ovaları uygarlığı hemen hemen tümüyle çöktü ve Maya yaşamının merkezi yeraltı sularının yüzeye daha yakın olduğu Kuzey Yucatân'a kaydı. Güneyde kuraklık ve isyancı halk nedeniyle krallık sendeledi. Maya site-devletlerinin o karmaşık yapısı birkaç kuşak içinde iskambil kâğıdından yapılmış gibi yıkıldı.
#75 - Haziran 22 2008, 14:17:03
‎ Unutma! Kendine yarattığın dünyada, içine aldığın tüm vatandaşlar arasında en 'solcu' benim!
Mercey.


Punk- O -Rama

İlk insan kalıntıları Güney Afrika'da bulunmuş olup,neanderthal cinsindendir. :dondurma 13 milyon yıllıktır bunlar,evrim teorisine kanıt olarak gösterilirler büyük ölçüde.  :)
#76 - Haziran 22 2008, 16:19:45
« Son Düzenleme: Haziran 22 2008, 16:20:30 Gönderen: Gebere Jackson »

Zeitgeist

Nuh Tufanı'nın tamamen çeşitli antik kültürlerden alınma bir mitten ibaret olduğu kanısındayım.Tufan mitine çoğu mitlerde rastlanır.Bunlar içinde en revaçta,en fiks olan bittabi Atlantis ve Gılgamış Tufanı'dır.Viki abimize soralım bakalım,tarih içinde yer edinmiş tufanlar nelermiş?

Tevrat ve Kuran’da sözü edilen Nuh Tufanı.
Sümerler’in Gılgamış efsanesindeki tufan.
Berossus’un aktardığı Sisithrus dönemindeki tufan.
Eski Mısır tradisyonlarındaki tufan.
Platon’dan aktaran Strabon’un sözünü ettiği, kiklopların yaşadığı “devre”deki tufan.
Hint tradisyonlarındaki son Manu tufanı.
Hint tradisyonlarındaki İsi ve İswara tufanı.
Sabiî tradisyonundaki tufan. (Sabiî tradisyonuna göre Dünya bugüne dek üç büyük felaket dönemi geçirmiştir.)
Kuzey ve Güney Amerika mitolojilerindeki tufan (Maya ve İnka tradisyonları, Hopi, Algonkin ve Tupinamba kızılderilileri tradisyonları)
İrlanda’nın Kelt tradisyonlarında ve Kuzey Avrupa efsanelerinde belirtilen tufan.
Grek mitolojisindeki Deukalion tufanı.
Endonezya ve Melanezya tradisyonlarındaki tufan.
Afrika tradisyonlarındaki tufan.
Kuzey Asya ve Orta Asya tradisyonlarındaki tufan.

Henüz özeti dışında doğru dürüst okuma fırsatını bulamadığım Gılgamış Destanı çoğu sitede Nuh Tufanı ile eşdeğer özellikler gösteren bir destan olarak belirtilmiştir.Elbetteki Gılgamış Destanı'nı tam olarak okumadığım için "Nuf Tufanı Gılgamış'ın kopyasıdır!" diyemeyeceğim ama şuan için okumuş olduğum,izlemiş olduğum filmlerdeki v.s hipotezler üzerinde duracağım.

"Gılgamış Destanı Tanrı tarafından meydana gelen bir tufandan, hayvanların bindirildiği bir gemiden, hatta İncil'de de olduğu salıverilen ve geri dönen bir güvercinden ve bunun gibi birçok özellikten bahseder."

Sırf bu nitelik ile Nuh'un kopya bir efsane olduğunu söyleyebilirim.

Gelelim Hz.Musa'ya.Kendisi ve hikayesi sıkça "efsane" yaftasına yapıştırılır.Hemen birkaç örnek sunalım forumdaşlarıma;

Musa'nın doğumundan sonra,hasır bir sepete koyulduğu ve nehire bırakılıp ölümden kurtarıldığı söylenir.Daha sonra firavunun kızı tarafından bulunur ve bir prens olarak yetiştirilir.Sepetteki bebek hikayesi direk olarak, M.Ö 2250 civarında yazılmış olan Akkad'lı Sargon'un efsanesinden alınmıştır.Sargon doğar ve öldürülmesin diye hasır bir sepete koyulup nehre bırakılır.Bir kraliyet kadını olan Akki tarafından bulunur ve yetiştirilir.Ayrıca Musa "Kanun Koyucu" ve taş tabletlerdeki "10 Emir'i getiren kişi" olarak bilinir.Halbuki, tanrının bir dağda peygamberine kanunları iletme teması çok daha eskidir.Musa mitolojik tarihteki sayısız "Kanun Koyucu"lardan sadece biridir.Hindistan'da Manou büyük "Kanun Koyucu"ydu.Girit'te ise Minos, Dicta Dağı'na çıkarak orada Zeus'tan kutsal kanunları öğrendi.Mısır'da ise Mises, tanrının ona verdiği ve taş tabletlere yazılmış kanunları taşırdı. '   Manou, Minos, Mises, Moses (Musa)     ' .10 Emir'e gelince,bu da Mısır'lıların "Ölüm Kitabı"nın 125. bölümünden alınmıştır.Ölüm Kitabı"nda yazan mısralardan;
"Çalmadım" mısrası "Çalmayacaksın" olarak,
"Öldürmedim" mısrası "Öldürmeyeceksin" olarak,
"Yalan söylemedim" mısrası ise
"Yalan yere şahitlik etmeyeceksin" olarak değiştirilmiştir.
#77 - Ağustos 10 2008, 19:22:17

Zeitgeist

   Canım sıkıldı, bir şeyler karalayayım dedim. Vakt-i evel bu konuya bir şeyler yazmışım, devamınıda getirmek isterim. Eski üyeliklerimdede gören görmüştür, tarihi fazlasıyla sevdiğimi. Birkaç kelam etmek isterim. Yazıların sadece başlıklarına baktım, bilmediklerim yok değil. Onlarıda araştırmam gerekiyor tez vakitte.

   Evvela otu b.ku uzaylılara bağlayan Erich von Daniken'i gördüğüm yerde döveceğimi belirtmek isterim. Nazca, Maya, Antek ve aklıma gelmeyen bir çok yeri "uzaylıların yardımı"na bağlamış bir zat olup, deli gömleği giydirilip Tımarhaneye kapatılması gereklidir kendisinin. Çevresindekilere sabır diyoruz. Kafatasçı faşist dikte!!!!!! (yazma aşkıyla saçmalamak, - oha ne demek? - )



-Atlantis-

   Atlantislilerin ileri derece teknoloji kullandıkları ve Erich abimizin deyimiyle Ufolarla içiçe oldukları rivayetler arasındadır. Aynı bir Fenike toplumu gibi, hayvani bir denizcilik uğraşları vardır. İşin ehlidirler adeta. M.Ö 10.000 yıllarında hüküm sürdürdükleri düşünülür. Abartılan bir toplum olmuştur ömür billah. Falcı büyücü ablalarımızın (ismi aklımda değil) "Sfenks'in bir gizli odası var. Orada da Atlantis'ten kurtulanlar ile ilgili bir çok belge vardır." demeleri kafalarda soru işaretine neden olmuştur. Aynı, "Kızıldereliler Türk müdür? O türk müdür bu türk müdür?" muhabbetleri gibi, Mısır, Aztek, Yunan, Maya ve bilimum uygarlıkların Atlantis ile korelasyonu, bir akrabalığı olduğu düşünülür. Peki Atlantis zamazingosu nereden çıkmış, hangi kitapsız bu hikayeyi ortaya çıkarıp bütün bilim adamlarının hayatlarına sçmıştır? Solon diye bir adam. Platon'la akraba mıymış neymiş, öyle bir şey. Solon abimiz, bir gün Mısır'a gidiyor ve orada bir rahiple konuşuyor, bu rahip transa geçiyor ve bir zamanlar Atlantis diye bir yerin varlığından söz ediyor. %98.9 yanılıyorum lakin Atlantis ismi Atlas'tan geliyor diye hatırlıyorum. Platon metni bize yaklaşık 50 adet ipucu vermektedir Atlantis adına. Aklımda kalanlardan bazılarını aktarayım. Dağların aynı Karedeniz'deki dağlar gibi dimdik yükselmesi, ekvatorun kuzeyinde yer alması, adada filler bulunması, altın gibi madenlerin çıkarılması, soğuk olmaması v.s.. Ayrıca Atlantis'in şöyle bir şekli vardı ;



   Ve kenarları surla çevriliydi. En tepede Tanrıların adına yapılmış olan bir tapınak bulunuyordu,ki bu tapınak altından yapılmıştı ve gösterişli sütunları vardı. Atlantisliler kendilerine Tanrı olarak Poseidon'u seçmişlerdir. Poseidon'un konumu dolayısıyla (deniz ile iç içelik) ona tapmaları muhtemeldi. Lakin bir gün deprem sonucunda Atlantis'in bir kısmı sular altında kalmıştır, kurtulanlar olduğuda düşünülmektedir. Kurtulanların ise daha evvel yazdığım gibi Mısır Aztek zart zurt ile bağlantıları olduğu düşünülüyor. Bana sorarsanız hezeyan, ehe. Atlantis ile ilgili okuduğum kitaplarda, sürekli değişik yerlerden bahsedilmiştir konumuyla ilgili. Bunların arasında, Karayipler, Maldivler, -hatta- Antartika, Hawaii, Asor, Amerika v.b . Bazılarının, bilhassa Antartika'nın gerçekten saçmalık olduğunu düşündüğünüze eminim, yok artık denecek yerler bile var listede.

   Atlantis'in gerçek olup olmadığı dilemmada bırakmıştır beni her zaman. Yine de dürtü mü sezgi mi ne diyeyim, Atlantis'in varlığına itmiştir beni. Şurası Atlantis'dir diye kesin bir şey söylemek istersemde orası "Kıbrıs"dır benim için.


-Truva-

   Truva'nın hikayesini tarihi sevmeyen bir insanın bile bildiğine eminim, zira hayattan bezdim bu hikaye sonucunda. Yine de anlatmak isterim, bir elma vardır üstünde "en güzel tanrıçaya" yazar ve Afrodit, Hera ve Athena aynı anda bu elmaya atılır, bedava ekmek atılıyormuşcasına saldırırlar. Zeus adındaki deyyus bu sorunu çözmesi için Paris'i görevlendirir. Athena Paris'in kendisini seçmesi durumunda askeri yetenek, Hera, güç, Afrodit ise dünyanın en güzel kadınının aşkını -Helen- vaat eder. Athena gibi omzunda baykuş taşıyan bir kırocana, Hera gibi tipoş, kurnaz bir ibişe elmayı vereceğime Afrodit gibi kardeşiyle dahi (bkz: zeus) yatıp kalkan Afrodit'e verir elmayı. Ekşın kısmına hiç girmek istemiyorum zira, girince bir daha çıkamamak var. Aşil'in kim olduğundan bahsedeyim biraz. Kendisi aynı bir Herkül gibidir, yalnız annesi Aşil'i kutsal su benzeri bir şeyde yıkadığında, onu ayaklarından tutup başaşağı suya soktuğu için, Aşil'in ayakları suya sokulmamıştır. Yani anlatmak istediğim şey Aşil'in her yerini bıçaklarsanız bıçaklayın kendisine gıdım zararı olmaz, lakin tüm superheroların bir zayıflığı olduğu gibi kendisinin de bir zayıflığı vardır. Daha önde bahsettiğim gibi, ayağına--bilek v.s- gelecek her hangi bir darbede oracıkta ölür kendisi. Paris onu nasıl öldürüyor sanıyorsunuz? Aşil tendomu adını buradan almış olsa gerek. Konuya dönersek, Paris Helen'i kaçırır ve Helen'in kocası savaş başlatır vs. Arkeolojik değerine gelirsek bu yerin;

   Truvanın 9 aşaması vardır gençler. Aslında Truva demeyelim zira Truva'nın gerçek olup olmadığı konusunda bazı şüpheler vardır. Homeros'un İlyada'sında anlatılan birçok şey değiştirilmiş olabilir.

Vs vs.

   Daha yazacak çok şey varda sıkıldım yahu ben. Akşam devam ederim. (6)
#78 - Ekim 15 2008, 16:20:52

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.