Alternatifim Cafe

Devletçilik:Bir “ilke” Nasıl Keşfedildi?

Discussion started on Devletçilik

C_R_A_Z_Y

1930’lu yıllarda siyasi iktidarın yaptığı her şeyi ‘ilke’ saymak adetti. Yapılan her şeye, alınan her önleme, uygulanan her politikaya orijinallik atfetmek garip bir gelenek haline gelmişti. Bir şeyin ‘ilke’ ve “inkılâp“ sayılması, bir hükümet kararına orjinallik atfedilmesi için, onun Mustafa Kemal’in yaşadığı dönemde olup-bitmesi yeterliydi. Kapitalizmi temellerinden sarsan Büyük Dünya Ekonomik Krizi [1929-1933] koşullarında olayların zoruyla devlet müdahaleciliğinin artması, devletin ekonomiye daha çok müdahale etmek zorunda kalması ve devlet müdaleciliğinin bir biçimi olan  devlet işletmeciliğinin genişlemesi, dönemin yöneticilerinin devletçilik diye “yeni” bir “ilke” daha keşfetmeleriyle sonuçlanmıştı... Krizin ekonomide ortaya çıkardığı ‘kopukluğu’ gidermek üzere yapılanlar, rejimin ilkelerinden biri sayılarak, önce CHF [Cumhuriyet Halk Fırkası] programına [1931], arkasından da anayasaya sokuldu [1937]. Bu kısa yazıda nasıl olup da ‘liberalizm’ şampiyonu iktidar partisi CHF’nin [aslında parti demek pek uygun değildir zira tek parti diktatörlüğü geçerliyken, devletten ‘görece bağımsız’ bir siyasi parti mümkün değildir. Devlet, hükümet, parti iç içe geçmiş olduğu için, bunlar arasındaki ayrım silikleşmiş durumdadır...] birden bire ‘devletçilik ilkesini’ keşfettiğinin, “zaruretin nasıl fazilet” sayıldığının öyküsünü anlatmayı deneyeceğim. Fakat, daha baştan ‘devletçilik’ diye bir ilke’nin ya da farklı bir sosyo-ekonomik sistemin mümkün olmadığını, devletçilik kavramının bir uydurma olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Zira, kapitalizm zaten devletle bir ve bütündür. Devlet müdahalesi olmadan kapitalist sınıf da, onun egemenliği de  mümkün değildir. O halde sorun devlet müdahalelerinin biçimi ve yoğunluğuyla ilgili olabilir. Her tarihsel konjonktürde kapitalist sınıfın veya daha kapsamlı bir kavramı kullanmak gerekirse, burjuvazinin çıkarlarıyla uyumlu bir devlet müdahalesi söz konusu oluyor. Müdahale esastır ama biçimi konjonktüre göre değişir. Bu yüzden liberalizmi devletçiliğin karşıtı saymanın, ya da devletçiliği sanki liberalizm ve sosyalizmden farklı, ayrı bir ‘sistemmiş’ gibi sunmanın, ideolojik bir manipülasyon olmanın ötesinde bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Aksi halde kapitalist bir sosyal formasyonda devlet ve onun işlevi hakkında kafa karışıklığından kurtulmak mümkün olmaz. Zira, karşıtlık liberalizmle devletçilik arasında değil, kapitalizmle sosyalizm [komünizm] arasındadır. Nitekim 1908 Jön Türk darbesinden 2007’ye kadarki yüzyıllık dönemde, devlet müdahaleciliğinin farklı biçimleri ve yoğunlukları söz konusu olmuştur ama bu zaman zarfında ‘devletçilik’ diye farklı, orjinal bir uygulama asla söz konusu olmamıştır. Zaten devlet kapitalist bir devlet olarak kaldıkça olması da mümkün değildir. Eğer yukarıda söylediğimiz gibi, devlet-kapitalist sınıf [burjuvazi] birliği söz konusuysa... devletçilik ilkesi tam bir uydurmadır ama ‘devletçilik’ diye farklı, özgün bir şeyin varlığına inanlar hep oldu. Bugün de var. Bir devlet partisi olan, bu niteliği itibariyle de tipik burjuva partilerine benzemeyen CHP’nin ‘altı ok’undan biri hâlâ devletçiliktir. Aslında şeylerin ne olduğuna kendileri karar verdikleri için, hezeyanlarını ve kuruntularını dünyanın gerçekliği saymaları şaşırtıcı değildir...


1908 sonrası dönem bir kapitalist sınıf [burjuva sınıfı densin] yaratma dönemiydi. Ve bu süreçte Osmanlı sosyal formasyonunun emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer almaktan kaynaklanan ‘özgünlükleri’ söz konusuydu. Kapitalist dünya sistemin merkezinde ilkel sermaye birikimi iki kaynağa dayanmıştı: işçi sınıfının sömürüsü ve dış yağma ve talan [koloniyalizm ve emperyalizm]. Türkiye’de dış yağma ve talan yolu çoktan kapanmış olduğu gibi, bizzat Osmanlı sosyal formasyonunun kendisi de dış sömürüye maruzdu, dolayısıyla sadece içerinin sömürüsüyle ilkel sermaye birikimi sağlanabilirdi. 1910’lu yıllardan itibaren ilkel sermaye birikiminin iki kaynağı söz konusuydu: Rum ve Ermeni mallarının yağma ve talanı ve içerde gerçekleşen sosyal artığa elkoyma. Aslında Rum ve Ermeni mallarını ele geçirme bir tür ‘iç kolonizasyon’ sayılabilirdi. İlerleyen dönemde sermaye birikiminin aldığı biçimi anlayabilmek için, Türkiye’de geçerli egemen sınıf ittifakı üzerinde kısaca durmak uygun olur. Osmanlı sisteminde egemen sınıf ittifakı Memluk sisteminin bir versiyonuydu. Sınıf ittifakı esas itibariyle ‘savaşçı- ulema- tacir üçlü ittifakına dayanıyordu. Savaşçının başat durumda olduğu bu ittifak, imparatorluğun emperyalizmin baskısı altına girmesiyle sarsılsa da, özde bir değişikliğe uğramamıştı. [Türkiye‘de memluk geleneğiyle ilgili iki örnek: 19 Eylül 1922 de 54 milletvekili, 37 tüccar ve bazı subay ve üst düzey bürokratlar tarafından kurulan Türkiye milli İthalat ve İhracat Şirketi, ve hemen her alanda faaliyet gösteren ve şimdilerde en büyük özel sektör kuruluşlarından biri haline gelen OYAK’tır] Sadece bileşenlerden biri olan ulema zamanla ‘modern’ [kravatlı] ulemaya dönüşmüştü. 1923 sonrasında bu sınıf ittifakında iki değişim yaşanacaktı: 1. “Klasik” ulema kalıntıları tasfiye edilecek; 2. Savaşçı [asker] ve modern ulema aleyhine, ticaret kesiminin ağırlığını artırdığı bir süreç yaşanacaktı. Fakat sınıf ittifakının niteliği ve bu ittifakta modern ulema haline gelen bürokrasi’nin ve ordunun [savaşçıların] özel konumlarından ötürü, burjuvalaşma veya ilkel sermaye birikimi özgün bir nitelik kazanmıştı. Bürokrasinin bir bölümü hızla zenginleşiyor, bu durum iktidar blokunda zaman zaman gerilim ve çatışmalara neden oluyordu. Bürokrasi içinde hızla zenginleşen klikle, sömürü ve talandan yeterli pay alamayanlar arasındaki ‘gerginlik’ resmi ideoloji tarafından abartılarak, sömürü ve yağmadan yeteri kadar pay alamayan küskün kesimin  “devrimci” olduğu sonucuna varılıyordu. Aslında başlarda egemen sınıfın başat unsuru olan bürokrasinin üst kesimleri hızlı bir tempoyla kapitalist sınıfa dahil oluyordu. 1923 sonrasında bizzat Mustafa Kemal’in o dönemin en büyük birkaç özel bankasından biri olan İş Bankası’nın sahibi olması, işlerin nasıl yürüdüğünün tipik bir göstergesidir. Devletin misyonu kapitalist sınıfı büyütüp güçlendirmekti ama süreç doğal olarak “güçlendirenlerin bir bölüğünün de güçlenmesiyle” sonuçlanıyordu. Velhasıl bal tutanlar sadece parmaklarını yalamakla kalmıyorlardı...


Daha Laussanne barış görüşmeleri tamamlanmadan toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde neyin nasıl yapılacağı belirlenmişti. Kongrede alınan kararların özeti şu idi: Tüm olanaklar seferber edilerek bir kapitalist sınıf yaratılacak ve bu süreçte devlet başat rol üstlenecekti. Yabancı sermayeyle ortaklık arayışları daha Mütareke [30 Kasım 1918] günlerinde başlamıştı. Fakat, hızla palazlanacak bu kapitalist sınıf ancak komprador bir kapitalist sınıf olabilirdi ve öyle de oldu. Malları ve servetleri yağmalanan Rum ve Ermeni komprador unsurların emperyalizmle kurdukları aracılık işlevi, bundan sonra Müslüman-Türk unsurlarca üstlenilecek, devlet bu amaçla harekete geçirilecekti. 1922 de kurulan ve İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlara damgasını vuran  Milli Türk Ticaret Birliği’nin’ bir bildirisinde:”Türk tüccarının ithalat ve ihracat ticaretinde hakimiyetini temin etmek ve milli iktisat vadesinde milli tüccara teveccûh eden vezaifin ifâsını teshil eylemek maksadıyla... teessüs eyleyen Milli Türk Ticaret Birliği”, deniyordu. 1923’den 1931 yılına kadar kimsenin aklına devletçilikten söz etmek gelmemişti. İşlerin İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen rotada yürüyeceği beklentisi vardı. Fakat, kapitalist dünya sistemini temellerinden sarsan “1929 krizi” devlet müdahaleciliğinin yeni bir versiyonunu zorunlu hale getirmişti. Bir  ‘ihracat ekonomisi’ 1a niteliğine sahip Türkiye ekonomisinde krizin yarattığı deprem, ekonomik alanın da ötesine geçerek, bizzat egemen sınıf ittifakını  da tehdit ediyordu. Başka türlü ifade etmek istersek, kriz dar anlamda ‘ekonomik’ olanın ötesinde sorunlar ortaya çıkarmış, dolayısıyla devlet müdahalesinin ‘özgün bir biçimini’ zorunlu hale getirmişti.


1923-1931 aralığında Müslüman/Türk komprador sermaye, devlet tekellerini [inhisarlar] ele geçirme, sermayesinin çoğu devlet tarafından sağlanan anonim şirketlerin içini boşaltma, yabancı şirketlere ortak olma veya onların paravanı olma, devletten iş alma, karaborsa, spekülasyon, stokçuluk, vb. gibi, az zamanda yüksek kâr vaad eden alanlara yöneliyor, tam bir yağmacı zihniyetiyle hareket ediyordu. Fakat, dönemin “hür teşebbüsü” sadece tacir sınıfından oluşmuyordu. Bürokrasinin ve siyasetin üst-düzey unsurları da hızla ‘yetkin’ işadamlarına dönüşüyordu. Ve söz konusu ‘milliyetçi’, vatan kurtarıcı zevat bu işe daha 1923 öncesinde başlamıştı. Bunun ibret verici bir örneğini Korkut Boratav Türkiye’de Devletçilik adlı eserinde veriyor: “Daha 1920 yılı içersinde iken, yeni kurulmuş olan Büyük Millet Meclisi’nin ikinci başkanı ve adliye vekili olan Celalettin Arif’in siyasi nüfuzunu İtalyan sermayesi lehine kullandığını görüyoruz. Celalettin Arif, Ereğli kömür havzasında bir maden arama ve işletme imtiyazına sahiptir ve 1919 yılında İtalya’ya giderek Terni şirketine bu imtiyazı %10 hisse karşılığında devreder. 1920 yılında henüz savaş halinde bulunduğumuz İtalyanlara ait yirmi beş kişilik bir grup, maden imtiyazını işletmek üzere Ereğli’ye gelir ve o tarihlerde Meclis ikinci başkanı ve adliye vekili olan Celâlettin Arif, iktisat vekiline, İtalyanlara gereken kolaylığı göstermesi dileğiyle bir telgraf çeker...” Boratav şöyle devam ediyor: “Burada önemli olan husus, Milli Mücadele’nin henüz başında iken, Türkiye ile açıkça muhasım olan bir ülkeye ait şirketlerle pervasızca işbirliğine ve ortaklığa girişmiş bir şahsın en yüksek siyasi mevkilerden bazılarını işgal etmekte bulunmasıdır.1


Resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından anti-emperyalist bir mücadele sayılıp yere göğe sığdırılmayan Milli Mücadele döneminde emperyalizmle ilişki kurmak için sabırsızlanan üst düzey siyaset erbabının marifetleri saymakla bitmez. Bunlardan en çok bilineni ünlü Chester imtiyazıdır. Bu imtiyazın imza tarihi  8 Nisan 1923’tür ve henüz Laussanne Antlaşması’nın imzalanmasına aylar vardır... Söz konusu imtiyaz anlaşmasına göre:” Chester grubu, Ankara’dan Kerkük’e ayrıca Samsun ve Doğu Beyazıt’a kadar uzanan 4400 km. Uzunluğunda demiryolu ve üç liman yapımını üstleniyor. Buna karşılık inşa edilecek demiryolu hatlarının çevresinde kırk kilometrelik şeritler içersindeki  bütün maden ve petrol kaynaklarının işletilmesi imtiyazına doksan dokuz yıl için sahip oluyordu. Demiryolu ve limanların işletilme hakkı da aynı süre için Amerikalılara bırakılıyordu, imtiyazlı şirkete Türk özel sermayesinin de azamî %50 oranında ortak olması öngörülmüştü. Şirket oldukça sınırlı tutulan bir vergi yükümlülüğünü de üstleniyordu.”2 Amerikan ve İngiliz emperyalizminin çıkar çatışması sonucu Musul Viyayeti’nin Laussanne Antlaşmasıyla İngilizlerde kalması yüzünden bu imtiyaz anlaşması uygulanamamıştı ama burada önemli olan, söz konusu girişimin  ‘Milli Mücadeleyi’ yürüten ekibin zihniyetinin tipik dışa vurumu olmasıdır...


1923-1931 döneminde geçerli yaklaşım, devlet tekellerinin imtiyazlı özel şirketlere devredilmesi, kurulan devlet işletmelerine özel şahısların ortak edilmesi velhasıl bu günkü gibi açıkça telaffuz edilmese de özelleştirme yönündeydi. Mustafa Kemal tarafından kurdurulan bir muvazaa muhalefet partisi olan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın [SCF] lideri Fethi Bey [Okyar] bu uygulama için: “ ...devletçilik, devlet sermayesini hususi adamlar vasıtasıyla işletmek ve umumi hizmetleri hususi adamlara bırakmak suretiyle tecelli ediyor”3 dediğinde dönemin hakim anlayışını özetliyordu. O halde nasıl oldu da devletçilik Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programına girdi ve bir “ilke” sayılıp altı oktan biri oldu? Bu durum o zamana kadar geçerli, devlet eliyle özel kişileri zengin etme, kamuya ait zenginliği özel şahıslara yağmalatma yaklaşımında ciddi bir kırılma anlamına  geliyor muydu? Başka türlü ifade edersek, kabaca 1932-1939 dönemindeki devlet müdahaleciliği [devletçilik] 1923-1931 dönemindekinden farklı birşey miydi? Aslında yönetici elitin 1932 sonrasında devlet işletmeciliğinin genişlemesi yönündeki tercihi, dünya ekonomik krizinin ekonomide yarattığı depremin sosyal ve politik alanlara da sıçrama korkusunun, egemen sınıfların kendilerini tehdit altında hissetmelerinin sonucuydu. Kadro dergisinde yayınlanan bir makalede Başbakan İsmet İnönü, durumu şöyle ifade ediyordu: “... sağlam bir devlet bünyesi kurabilmek için, herşeyden evvel devleti iktisatta yıpratacak âmillerden kurtarmak lazım geliyordu”4 Serbest Cumhuriyet Fırkasının [SCF] güdümlü bir muhalefet olmasına rağmen, süratle güdümlü olmaktan çıkma potansiyeline sahip olduğunun anlaşılması, yönetici eliti korkutmuştu. Nitekim devletçiliğin altı oktan biri olarak, parti programına girdiği CHP’nin üçüncü büyük kongresinde [Mayıs 1931] bu ilkeyle ilgili bir tartışma bile yapılmıyor. Aslında ‘devletçiliğin bir ilke olarak parti programına girmesi asla bir “paradigma değişikliği” anlamına gelmiyordu. Söylenen şu idi ve yeni birşey de değildi: “ Ferdî mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde – bilhassa iktisadi alanda- devleti fiilen alâkadar etmek mühim esaslarımızdandır.”5


Aslında “milletin umumi menfaatleri...“ gibi hamaset edebiyatı bir yana bırakılırsa, kriz koşullarında tıkanan, daha da ötede tehlikeye giren sömürü ve yağmanın önünü açmak için yoğun devlet işletmeciliği konjonktürel olarak olarak gündeme gelmişti. Dönemin devlet işletmeciliğini kapitalizmle sosyalizm arasında bir ‘üçüncü sistem’ olarak gösterme gayreti içindeki Kadro dergisi yazarlarından Vedat Nedim Tör’ de ortada “devletçilik’ diye bir ilke olmadğını itiraf ediyor: “ ...devletçilik tam olarak devlet siyasetimize mal edilmiş olsa idi, bugün bu münakaşaları yapmazdık. Cumhuriyetçilik, yahut lâiklik prensipleri üzerinde herhangi bir münakaşaya cevap verilebilir mi?”6 diyor. Şevket Süreyya Aydemir de, “Devletçilik prensibini, muz mîsullü niyete göre tat değiştiren bir nesne gibi kullanmak isteyenler hep varolmuştur”7 derken benzer bir noktaya değiniyor. Kadro’cuların yaklaşımı şöyleydi: “Madem ki, bir inkılâp vardır o halde bu inkılâbın bir de izahı olmalıdır”.8 Herhalde olayların zoruyla gündeme gelen ve misyonu ‘hür teşebbüsü’ palazlandırmak olan devlet işletmeciliğine ilke dendiğinde, inkilabın izahı da yapılmış oluyordu... Aslında ‘zorunluluğu’ açıklayan da bizzat sermayenin [ticaret sermeyesi] kifayetsizliği, cılızlığıydı. Eğer kriz koşullarında bazı Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, oldukça gelişmiş bir ticaret burjuvazisi olsaydı, söz konusu ticaret sermayesi ithal ikâmesi yapacak sanayi yatırımlarına girişerek, ekonomide ortaya çıkan ‘boşluğu’ doldurabilirdi.9 Söz konusu kesimin yetersizliği bu işi devletin üstlenmesini, bu amaçla da ithal ikâmesi yapacak bir yatırım programı uygulamasını gerektirmişti.


Teorik olarak geçerli olabilecek ikinci çözüm, yabancı sermaye girişinin artması ve bu sermayenin sanayi yatırımlarına yönelmesi olabilirdi. Fakat, kriz koşullarında önemli miktarda yabancı sermaye girişi olması mümkün değildi. Dünya ölçeğinde  kâr oranlarının düştüğü, pazarın ciddi bir şekilde daraldığı, tüketimin dolayısıyla talebin aşırı düşüşler kaydettiği bir tarihsel konjonktürde, yabancı sermayenin ‘ithal ikâmesi’ yapacak düzeyde gelmesi mümkün değildi. Şüphesiz bir miktar yabancı sermaye girişi olmuştu ama bu hem yeterli değildi, hem de sanayi alanına yatırım yaparak sanayi çıkışlı ürün ithalatını ödünlemeye niyetli değildi. Oysa, ekonomide ortaya çıkan ‘kopukluğu’ aşmak, ekonominin işlerliğini sağlamak sanayi üretiminin artırılması gerekiyordu. Kriz koşullarında dış kredi [borçlanma] yolları da kapanmıştı. İşte böylesi koşullarda devletin ekonomiye daha çok müdalale etmesi, kolay kazanca alışmış, güçsüz özel sermayenin itibar etmediği sanayi ünitelerini kurmak bizzat devlete düşüyordu. Söz konusu olan bir ‘tercih’ olmaktan çok bir zorunluluktu. Bu da devlet işletmeciliğini dayatıyordu...   


Bu bağlamda gündeme gelen I. Sanayi Plânında: “ Bu programa hususi teşebbüs erbabı tarafından tesisine imkân görülmeyen sanayi şubeleri ithal edilerek, devlet veya Milli müesselerin teşebbüsü olarak kurulmaları düşünülmüştür. Ancak bu ana-sanayi, hususi teşebbüs ve sermaye erbabına da çok geniş ve faideli “İndüstrie” imkânları bahşedecektir. Devlet teşebbüsü ile kurulacak ana demir sanayii, hususi müteşebbislerin yeniden tesis edecekleri makine, tel, çivi, döküm boru, civata, vida ve saire fabrikalarına ve sanayie ucuz ve kolay tedarik edilir yarı mamül emtia verecektir. Yeni bez dokuma sanayiimiz, mevcut milli fabrikalarımızın inkişaflarına bir pay bıraktığı gibi, pamuk, ip, halat, kadife, pelür, kordela, şerit, pasmenteri eşyası ve pamuk örme sanayiine de yeni faaliyet imkânları bahşedecektir.“10


Dönemin etkin politik şahsiyetlerinden biri olan CHF genel sekreteri Recep Peker, devletçilik denilenden ne murad edildiğini şöyle ifade ediyordu: “Ticaret faaliyetlerini serbest tutmakla ... beraber yapılması lâzım olan işlerden şahsi teşebbüslerin başaramayacaklarını veyahut şahsi teşebbüse bırakmakta zarar tasavvur ettiklerini devlete yaptırmak yolunu tercih ediyoruz... Lüzümü yerinde devlet müdahalesi olmadığı zaman diğer harici şartların hem kazanmak isteyenleri, hem de memleketin bütün hayatını tazyik edeceği [de söylenebilir]. Fırkamız devleti yapıcı... idare edici... tanzim edici bir... unsur kabul ediyor.... Fakat biz ... vatana şevketli bir istikbal hazırlayabilmek için devletçilik yükünün mesuliyet altına gidiyoruz.”11 Recep Peker, başka bir vesileyle de devletçilik anlayışıyla ilgili şunları söylüyordu: “ Fırkamızın noktai nazarına göre devletçilik şudur: Tek vatandaşın yapamayacağı, tek vatandaşlardan mürekkep şahsiyeti hükmiyenin, hususi şirketlerin yapamayacağı işleri devlet yapmalıdır...Hakikaten sıkıntılarımızın mühim bir kısmı devletçilik vasfının daha henüz tam işleyecek tekâmülü bulmamış olmasıdır.”12


Kapitalizmin krize girdiği dönemlerde yoğun devlet müdahaleciliği mutlaka gündeme gelir ama müdahalenin modalitesi her kriz döneminde farklıdır. Böylece sermaye brikiminin koşulları takviye edilir. 1929 Krizi sonrasında hem sistemin merkezini oluşturan emperyalist  ülkelerde, hem de çevrede, müdahele yöntem ve araçları değişmekle birlikte, yoğun devlet müdahaleciliği istisna değil, kuraldı. Emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan Türkiye’deki müdahale, daha sonra Kamu İktisadî Teşekkülleri [KİT] denilecek olan devlet işletmelerinin kurulması ve oldukça kapsamlı devlet işletmeciliği biçimini almıştı. İşte krizin etkisiyle ekonomide ortaya çıkan boşluğu doldurmak amacıyla yapılanlara devletçilik dendi ve dönemin ideolojik havasına uygun olarak, devletçilik adının arkasına ilke sıfatı getirilerek ilke sayısı artırıldı...O dönemde devletçilikten oldukça çok söz edilmesi bu yüzdendi. 1938’den sonra artık bu söyleme daha az itibar edilecekti, zira amaç hasıl olmuştu. Fakat, 1938 sonrasında artık devletçiliğin daha az telaffuz edilmesi, 1945 sonrasında da bir kavram olarak gündemden kesin olarak düşmesi, devlet müdahaleciliğinin sona erdiği anlamına gelmiyordu. Böyle bir anlayış, 1932-1937 aralığında yapılanları abartmak, sanki farklı ve orijinal birşeymiş intibaı yaratmak, ona hak etmediği misyonlar yüklemek olur. 1945 sonrasının müdahaleciliği artık ‘yeni sömürgeciliğe’ uyum sağlayan bir müdahale olacaktı. O dönemden sonra uygulanacak ekonomik politikalar, dolayısıyla gündeme gelecek devlet müdahaleleri, dönemin hegemonik gücü olan ABD’nin çizdiği doğrultuda yol alacaktı. Türkiye’nin “Küçük Amerika” olma tercihi yaptığı koşullarda başka türlüsü mümkün müydü? Egemen sınıflar koalisyonu “yeni konjonktürü” değerlendirmekte gecikmemişti. Nitekim 1930’lu yılların koyu “devletçilik” yanlısı Recep Peker, 1946 Ağustosun’da dönemin başbakanı olarak sunduğu hükümet programında: “ İktisadi faaliyetlerimizde hususi teşebbüs ve sermayeden faydalanmak, hususi teşebbüslerle devlet teşebbüsleri arasında farklı bir muameleye meydan vermemek, onların emniyetle çalışmalarına ve gelişmelerine yardım etmek, devlet teşebbüsleriyle hususî sermaye arasında işbirliği sağlamak, devlet işletmelerinin hususî teşebbüslerle başarılabilecek sahalara yayılmalarını önlemek ve buna aykırı durumları gidermek kararındayız.”13 diyordu...


Kapitalist sınıfla devlet ilişkisi ve müdahaleciliğinin iki versiyonu olan, devletleştirme-özelleştirme diyalektiğini, ‘inek metaforuyla’ ifade edebiliriz. Devlet, emekçi sınıflardan topladığı vergilerle [aslında haraç demek daha uygundur] inekler edinip bakımını yapar, sütüyle sermaye sınıfını besler. Bu aşamada iktisat profesörleri yapılanın “iktisat bilimine” ne kadar da uygun olduğunu kanıtlamakla müşgüldürler. Sermaye palazlanıp, rüştünü ispat etme aşamasına gelince artık ineklerin  sütüyle yetinmez, onlara  sahip olmak da ister. Elbette hepsine değil, en çok süt verenlerine... Diğerleri, “ekonomiye yük” sayılıp gözden çıkarılır... İşte “özelleştirme” denilen böyle birşeydir. Bu aşamada da iktisat profesörleri özelleştirmelerin neden ve nasıl iktisat biliminin bir gereği olduğunu kanıtlamak için yoğun çaba harcarlar ve hakettikleri hediyelere de kavuşurlar... Şu yere-göğe sığdırılamayan, saf bilimin timsali “ilm-i iktisat” işte böyle bir misyona koşulmuştur... Elbette bu nihai bir durum değildir. Eğer “özel işletme ve dalların verimli hale gelmesi zorlaşırsa, o zaman da kapitalistlerin söz konusu işletmeleri ve dalları kamu statüsüne dönüştürmekte çıkarları vardır. Millileştirme [kamulaştırma] ilgili üretimin sürdürülmesini [bu arada istihdamın da] sağlar ve özel sektörü değişik artı-değer transferlerinden yararlandırır, ortalama kâr oranlarını yükseltir. Bundan başka eğer millileştirmeler [tazminat ödemeden yapılmak yerine] özel firmaların satın alınması biçiminde oluyorsa, kapitalistler daha verimli işletme ve dallara yeniden yatırabilecekleri bir para sermayeye kavuşurlar.


Bununla birlikte, özel kesimi destekler durumda bir kamu sektörünün genişlemesinin kapitalistler açısından maddi ve ideolojik sınırları vardır. Maddi açıdan, kamu sektörü özel sektör için bir yük oluşturmaz. Eğer bu işletmeleri yaşatmak için gerekli sübvansiyonlar, kapitalistlerin umdukları yararlardan büyükse, bu durumda söz konusu işletmelerin kapatılmasını tercih edeceklerdir. İdeolojik bakış açısından ise, durum şudur: kapitalistlerin [yararlı bile olsa] açıkça millileştirmekten yana bir tavır koymakta çıkarı olamaz. Zira, üretim araçlarının özel mülkiyetine bazı sınırlar getirmeyi önerirlerse, başkalarının tüm üretim araçlarının millileştirilmesini gündeme getirmesinden korkarlar.”13-a


Mehmet Saffet, yukarıdaki metaforu doğrularcasına şöyle diyordu: “ İnkılâp neslini reşit oluncaya kadar, kendi kendisini idare edecek seviyeye gelinceye kadar elinden tutacak Türk devletçiliği.”14 Ve ikinci emperyalistler arası savaşın sonuna gelindiğinde [1945] “inkılâp nesli” reşit olduğunu ilân edecektir... Elbette CHP yötecileri de durumdan vazife çıkarmakta gecikmeyecekler, devletçiliği “tek parti devrinin icabı sayılarak anayasaya sokulmuş” bir umde olarak eleştirip, anayasadan çıkarmaya hazır olduklarını ilan edeceklerdi...Partinin 1947 kurultayında da “devletçilik” diye bir ilkenin söz konusu olmadığını, asıl amacın özel sermayeyi palazlandırmak olduğunu itiraf edeceklerdi. Artık devir “Hür Teşebbüs” devriydi.


Kapitalist dünya sisteminin savaş sonrasında yeni bir genişleme dönemine girmesiyle birlikte, devlet müdahaleciliğinin modalitesi de değişecekti. 1950’de bir muvazaa partisi olarak “iktidara” gelen Demokrat Parti [DP], devlet işletmelerini [KİT’ler] özelleştireceğini ilân etmişti. Oysa, on yıllık ‘iktidar’ döneminde özelleştirme şurda dursun, kamu işletmelerinin sayısı ikiye katlanmıştı. Bu durum, Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde işleri piyasaya bırakma tercihinin [ekonomik liberalizmin] anlamsız bir kuruntu olduğunu gösterir. Liberalizm bir retoriktir ama sermayenin çıkarı için devlet müdahalesi olmazsa olmaz bir kuraldır. dolayısıyla süreklilik arzeder. Kapitalizmin yeniden ‘yapısal krize” girdiği ve liberalizmden çok söz edildiği [neoliberalizm çağı] dönemdeki [1980 sonrası] müdahalelerin misyonuyla, iki emperyalistler arası savaş arasındaki müdahalelerin misyonu arasında fark yoktur. Birincide daha çok devletleştirmeler, ikincide özelleştirmeler gündeme gelmiş olsa da, her ikisinin de amacı, sermayenin tek yanlı çıkarlarını gerçekleştirmektir. Fakat, kapitalizmin genişleme dönemi olan 1945-1975 aralığında sınıfsal güç dengesinin [faşizmin yenilgisi, ulusal Kurtuluş Savaşları, Sovyet Sistemi] görece ezilen-sömürülen sınıflar ve halklar lehine dönmesiyle, sadece sermayenin tek yanlı çıkarına işleyen durumun ötesine geçilebilmişti. Güç dengesinin görece de olsa emekçi kitleler lehine dönmesi, toplumun ezilen kesimleri lehine bazı düzenlemeleri mümkün hale getirmişti. Bu durum, kaptalist bir toplumda, devletin egemen sınıf olan burjuvazinin bir baskı ve egemenlik aracı olduğu gerçeğini değiştirmemekle birlikte, devletin aynı zamanda bir “sınıf mücadelesi alanı” olduğunu, orada emekçi sınıflar lehine bazı sınırlı mevzilerin kazanılabileceğinin de bir göstegesidir.


Devletçilik 1932-1934 yıllarında yayınlanan Kadro dergisi yazarları tarafından konjonktürel bir iktisat politikası değil de, bir sistem olarak gösterilmeye çalışılmıştı. Kadrocular kapitalist sistemi ve devleti anlamaktan aciz oldukları için, kendi kuruntularını ve hezeyanlarını ‘dünyanın gerçeği’ sanıyorlardı. Bir kere Türkiye’nin anti- emperyalist bir devrim sonucu kurulduğunu sanıyorlardı. Üstelik bu devrimin dünyada eşi görülmemiş orijinal bir devrim olduğunu kanıtlama gayreti içindeydiler. Türkiye’de sınıfların, dolayısıyla sınıf çelişkilerinin mevcut olmadığını, devletçiliğin Türkiye ve benzer durumdaki ülkeler için ‘özel bir sistem’, kapitalizmden de sosyalizmden de farklı birşey olduğunu ve misyonunun da zaten sınıf çelişkilerini önlemek olduğunu ileri sürüyorlardı. Derginin yazarlarından İsmail Hüsrev: “hakiki devletçilik cemiyetin bünyesinde bir istihaleyi ifade eden bir sistemin ifadesi olabilir”15 diyordu. Aslında lafzen ifade etmeseler de Türkiye’de [ve benzer durumdaki ülkelerde] sınıfların, dolayısıyla sınıf çelişkilerinin  henüz teşekkül etmediğini, Türkiye sosyal formasyonunun proleter bir ulus olduğunu ileri sürüyorlardı. Onlara göre “Türk sistemi ...bir sınıf hakimiyetine değil, millet hakimiyetine” dayanıyordu. İsmail Hüsrev bu duruma açıklık getirmek üzere şöyle diyordu: “Milli Kurtuluş hareketleri kapitalizmin emperyalist safhasının bir reaksiyonu olarak tarih sahnesine çıkmıştır... Milli Kurtuluş hareketi ise evvela cihan içinde milletleri milletlere esir etmeyen hür ve müsavi haklı milletler nizamını, saniyen dahile karşı tezatsız milli vahdeti yaratmak gayesindedir... Dahili ayrılıkları ... tasfiye etmek ister. Bu itibarla... sınıflar arasında uzlaştırıcı değil, sınıf tezatlarını tasfiye edici bir hareketi temsil eder”.16 Kadrocular Kemalizme bir orijinallik kazandırma, onu ‘orijinal bir sistem’ olarak formüle etme çabası içine girmişlerdi. Bu bağlamda devletçiliği de ideolojik kurgularının temeline yerleştirme yanlısıydılar. Fakat dönemin iktidarı bu tür tartışmaları ‘gereksiz’ sayarak derginin kapatılmasını isteyince tartışmalar son buldu. Velhasıl kadrocuların çabası, sınıfların ve sınıf tezatlarının ortaya çıkmasını önlemeye yetmecekti!... Boratav bu konuda şöyle yazıyor: “ Bu durumda Kadroculara, 1934 içinde ‘devrim ideolojisini parti yapar; siz ihtisas adamları olarak devlet mekanizması içinde inkılâbın ve devletçiliğin hizmetine koşunuz!’ anlamına gelen ciddi bir uyarı yapıldığı ve Kadro’nun yayın hayatına bu nedenle son verdiği anlaşılmaktadır. Kadro’nun yazı kardosu ise, büyük çoğunluğuyla bu tavsiyeye uyarak çeşitli devlet hizmetlerinde “teknokratlar” olarak görev almışlardır.”17


Kadrocuların 1930’lu yılların ilk yarısında devletçilikle ilgili olarak ileri sürdükleri görüşlerin 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra yayınlanmaya başlayan Yön dergisi tarafından yeniden gündeme getirilmesi, küçük burjuva ideolojisinin canlılığının bir ifadesi sayılabilir. Fakat, 12 Mart 1971 askeri darbesi, ama asıl Türkiye’yi neoliberalizm tirenine bindirmek üzere peydahlanan 12 Eylül askerî cuntası, küçük burjuva hezeyanlarına son noktayı kayacak, devletçiliğin ne anlama geldiğini dost da, düşman da anlayacaktı... İzleyen yıllarda da devletçilik sadece 1930’lar hasretiyle yanıp tutuşan çok dar bir ‘radikal kemalist’ grup dışında telaffuz edilmeyecek, sadece bir ‘ok’ olarak CHP’nin ambleminde kalacaktı...
#1 - Temmuz 14 2007, 20:38:39

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.