Alternatifim Cafe

Atatürk ve Milliyetçilik

Discussion started on Milliyetçilik

C_R_A_Z_Y

Milliyetçilik, Atatürkçü düşünce sisteminin başlıca ilkelerinden biridir. Öteki Atatürk ilkelerinden ayrılamaz.

Millî Mücadele, Türk milliyetçiliğine ve Türk milletinin bağımsız yaşama azmine dayanılarak kazanılmıştır.

Atatürk’ün kurduğu ve genç kuşaklara emanet ettiği Türkiye Cumhuriyetinin Anayasaları milliyetçiliğe önemli bir yer vermiştir. 1924 Anayasasına 1937 yılında yapılan ilâveler sırasında, milliyetçilik, diğer ilkelerle birlikte, devletin temel ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir1. Cumhuriyet döneminin öteki Anayasalarında da, milliyetçilik, temel ilke olarak yer almıştır2.

Tam anlamıyla inançlı bir milliyetçi olan Atatürk, fikir ve devlet adamı olarak, acı günler yaşayan Türk milletini yeniden güven duygusuna kavuşturmuş; Osmanlı devletinin çöküş dönemlerinde bir kısım yarı aydınların yüreğini kaplayan aşağılık duygusunu yok edip bütün millete Türk olmanın mutluluğunu ve gururunu duyurmuş; Türk milliyetçiliğini şahlandırmış ve doğru bir çizgiye yerleştirmiş olan önderdir.

Atatürk’ün birleştirici, toplayıcı, yüceltici, çağdaş ve medenî milliyetçilik anlayışı, bugün de, millî beraberlik ve bütünlüğümüzü her türlü saldırıya karşı korumak, Atatürkçülüğe aykırı çeşitli totaliter ideolojiler karşısında ve başka milletlerle ilişkilerimizde doğru yolu bulmak için sağlam bir rehberdir.

Hemen belirtelim ki, bazı yabancı dillerden farklı olarak, Türkçemizde “milliyetçilik” sözcüğü daima olumlu bir anlam taşır. Milletini canından aziz bilmek yüce bir duygu, asil bir davranıştır. Milliyetçi olmak, değerler hiyerarşisinde, millet gerçeğine ve milleti oluşturan unsurlara gereken yüksek yeri vermektir. Çağımızın en büyük gerçeklerinden biri olan “millet” gerçeğini reddetmeğe kalkışan, millî bilinci ve beraberliği yok edip onun yerine sadece sınıf bilincini ve sınıf kavgasını geçirmek isteyen, milliyetçiliğin asil anlamını çarpıtıp, bu kelimeye aşırı ve ters anlamlar yüklemeğe uğraşanlar vardır. İlerde ayrıntılı şekilde belirteceğimiz gibi, Atatürk’ün temel ilkelerinden biri olan “milliyetçilik”, Türk dilinde taşıdığı olumlu ve güzel anlamıyla, “bütün başka milletleri hor görmek, millet bağı dışındaki bütün manevî, ahlakî ve insanî değerleri hiçe saymak, aşırı şovenliğe kapılmak, saldırgan olmak” gibi çarpık yorumlara elverişli değildir.

Milletini sevmek, ailesini sevmek kadar tabiî ve asil bir duygudur. Mensup olduğu milletin her alanda yücelmesine, ilerlemesine, güçlenmesine hizmet etmek, hem yurttaşlık, hem insanlık görevidir. Yakın aile mensuplarına karşı sevgi duygusu beslemeyi bilmeyen bir kişinin başkalarına karşı böyle bir duygu besleyebilmesi, kendi milletini sevmeyenin insanlığı sevmesi kolay değildir. François Coppee, milliyetçilik konusundaki bir ankete verdiği cevapta şöyle der: “Sokakta rastladığınız ilk çocuğa sorunuz: anasını mı, yoksa komşu kadınları mı daha çok seviyor” 3.

Millî Devletlerin Doğuşu:

Batı’da dine dayanan geniş imparatorlukların çözülmesi sonucunda önce ortaya kırallıklar çıkmış; zamanla, bu krallıkların tebaası aynı vatanda aynı devlete bağlı olarak yaşamanın, aynı siyasî kurumlara sahip olmanın, aynı acıları, sevinçleri ve ülküleri paylaşmanın ve ortak kültürlerini devamlı surette geliştirmenin sonucu olarak millet haline gelmeği başarmışlardır. Batı Avrupada “millet” olma çabasında ilk başarılar İngiltere ile Fransa’da görülmüştür. Bu ülkelerde, millet olma yolunda aşılan mesafe ile medeniyet, ilim ve teknoloji alanındaki gelişmenin paralel gittiğini görüyoruz. Bu gözleme dayanarak, Prof. Dr. Mümtaz Turhan, “medenî bir cemiyet olmakla, millet olmak arasında hiç bir fark yoktur” diyor4.

Tarih, millet olma bilinci ile demokrasiye doğru ilerleyiş arasında da esaslı bir bağlantı bulunduğunu gösteriyor. Millî bilinç geliştikçe, ilâhi bir kaynaktan geldiği iddia edilen mutlak hükümdarlık yetkilerine, kilisenin veya aristokrasinin tahakkümüne karşı, milletin hakları öne sürülmeğe başlanmıştır.

Mutlak hükümdarlıkta, milliyet değil, hanedan önem taşıyordu. Hanover hanedanından bir prens İngiltere tahtına, fransız Bourbon hanedanından biri İspanya tahtına, bir İspanyol prensi Almanya’daki bir tahta, alman Prensi Otto Yunan tahtına oturabiliyordu. Demokratik ihtilâller, milliyetçilik, akımını da beraberinde getirdi. A.B.D. Anayasası ‘Biz, ABD halkı...” diye başlıyordu. Burada artık bir mutlak hükümdar değil, yurttaşlar, hem de belli bir ülkenin yurttaşları, konuşuyordu. Abraham Lincoln, Anayasayı hazırlayanların yeni bir milletin oluşmasını da sağladıklarını söylerken haklı idi.

Fransız ihtilâli, yurttaşların, en başta ve her şeyden önce, krala değil, millet’e ve millî devlet’e karşı sadakat borcu ile yükümlü oldukları anlayışını yaygınlaştırmıştır. Bu ihtilâlle birlikte, ateşli bir milliyetçilik ruhu kütleleri sarmağa başlamıştır. Vatan ve millet uğruna hayatlarını feda edenlerin dinî törenleri andıran törenlerle anıldıkları bir dönem açılmış; millî bayrak, millî marş, millî tatil günleri gibi “milliyetçilik sembolleri” ortaya çıkmıştır. Yine bu ihtilâlden sonra, milletin bütün evlâtlarını aynı millî duygularla, aynı vatan sevgisi ile yetiştirmeği amaçlayan, kız-erkek bütün çocukların zorunlu olarak devam edecekleri, milletin denetiminde çalışacak ilköğretim kurumları yaygınlaşmağa başlamıştır.

Fransa, İngiltere, ispanya gibi ülkelerin ardından, Almanya ve İtalya da millî birliklerini gerçekleştirmeği; kültür alanında yüzyıllardan beri doğmuş olan beraberliği siyasî birlik haline dönüştürmeği; aynı devletin çatısı altında, ortak bir vatanda, aynı kaderi ve aynı ülküleri paylaşarak, millet halinde yaşamağı başarmışlardır. İngiltere ve Fransa’da ortak bir devletin çatısı altında yaşamak, zamanla milleti yaratmıştır. İtalya ve Almanya’da ise, ortak millî kültürün oluşturduğu millet, sonunda devletini kurmuştur.

Millet haline gelmeği başaran bütün topluluklarda, siyasî birliği sağlayan güçlü devlet adamlarının yanı başında, ilim ve fikir adamları, filozoflar, yazarlar, müzisyenler, ressam ve heykeltraşlar, millî bilincin ve millî beraberlik duygusunun gelişmesi yolunda büyük hizmetler yapmışlardır. 5 Atatürk’ün “irfan ordusu” adını verdiği ve:

“... Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı ... Gerçek zaferi siz kazanacak, siz sürdüreceksiniz ve behemahal muvaffak olacaksınız” 6; “Bir millet savaş meydanlarımda ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusu ile kaimdir” 7 diye hitap ettiği öğretmenler de, milletlerin doğuşunda ve millî bilincin gelişmesinde büyük hizmetler yapmışlardır.

Osmanlı Devletinde milliyetçiliğin etkileri ve Türk milliyetçiliğinin uyanışında gecikme.

Osmanlı Devleti ilim ve teknoloji alanlarında (bunun sonucu olarak da ekonomi ve askerlikte) geri kalıp zayıflamanın sonuçlarını yaşarken, Fransız ihtilâlinin yaydığı milliyetçilik akımı da çok çeşitli kavimlerin ve dinlerin iç içe yaşadığı İmparatorluğu etkilemeğe başlamıştı.

Önce imparatorluğun hıristiyan unsurları arasında,yabancı devletlerin de kışkırtma ve destekleriyle uyanan ve güçlenen milliyetçilik akımları, daha sonraları -yine dıştan gelen bölücü kışkırtmaların eklenmesiyle-Osmanlı sınırları içindeki bazı müslüman kavimler arasında da etkisini gösterdi.

Selçuklu ve Osmanlı devlet ve medeniyetlerinin kurucu ve yönetici unsuru olan Türk unsuru, ne yazık ki çağdaş anlamda bir “millet” olma fikir ve bilincine kavuşturulmamıştı. Bu bilincin geliştirilmemiş olması yüzünden, zamanla, Türk unsuru adeta kendi devletinin sınırları içinde bir azınlık durumuna düşürülmüştü. Atatürk’ten önce “vatan” üzerine çok yazı yazılmış, fakat Türk unsurunun millî menfaatini üstün tutan, gerçek bîr “anavatan” anlayışı bir türlü gelişmemişti.

Avrupa milletlerinin kurdukları imparatorluklarda daima bir “anavatan” vardır, imparatorluk da kursalar, bu milletler, anavatanlarını unutmadılar. Osmanlı Devletinde ise, Hristiyan ahalinin kendi vatanları saydıkları yerlere veya Arablarla meskûn ülkelere bütçelerden yapılan yatırım ve yardımlar, milliyetçi bir vatan anlayışı ile Türk “anavatan”ı sayılması gereken yerlerden esirgenmişti8. Yayılma döneminde, Osmanlı yönetimine giren her yeri “vatan” sayan bir anlayış hüküm sürdüğü gibi; Osmanlı Devletinin çöküş yıllarında da islâm dininin yayılmış olduğu, “şeriatın hüküm sürdüğü” her yeri vatan gibi gören panislamist bir anlayış mevcuttu9. Osmanlı imparatorluğu çözülmeğe ve savunulması gereken Türk ülkesinin sınırları küçülmeğe devam ederken, gerçekleri hesaba katmayan maceracı bir yaklaşımla, “vatan”ı devletimizin yönetimindeki yerlerin dışında ve çok ötesinde arayanlar da vardı. Bu arada, yüzyıllardan beri Türklerin büyük çoğunlukta olduğu en güzel, en verimli yurt topraklarını bile elimizden almak için, emperyalist ülkeler, içteki hristiyan unsurlarla elele, yeni plânlar hazırlıyor ve adım adım uyguluyorlardı. Korumamız gereken anavatanı vaktinde sağlıklı ve gerçekçi şekilde belirleyememek yüzünden, Türklerin yüzyıllarca üzerinde yaşayıp yönetmiş oldukları çok değerli vatan parçaları kaybedildi.

Namık Kemal’in, nice kuşaklara vatan ve hürriyet aşkını aşılayan büyük bir fikir ve san’at adamı olduğundan şüphe edilemez. Atatürk’ün fikrî yetişmesinde, yüreğini saran vatan ve hürriyet sevgisinde, Namık Kemal’in de izi olduğunu çok iyi biliyoruz. Ne var ki, Namık Kemal’deki vatan anlayışı bile, Devletin kurucusu olan Türk unsura ait bir “anavatan” anlayışı olmaktan uzaktı. Aslında, kafası ve yüreği ile, bir Türk Milliyetçisi olduğuna inandığımız Namık Kemal, Osmanlı Devletini parçalayacağı korkusu ile, açıktan açığa Türklük davasını savunamıyordu. Amacı, şüphesiz, Türk’ün kurduğu o haşmetli imparatorluğu koruyabilmekti.

Hristiyan kavimler dahil, Osmanlı sınırları içindeki bütün cemaat ve kavimleri “Osmanlılık” bilinci ile yoğurup homojen bir topluluk haline getirme çabaları nasıl bir hayal mahsulü ise, Türk milletinin menfaatlerini hesaba katmayan bir “vatan” anlayışı da gerçekçi değildi. Fakat Türklük bilinci ve Türk vatanı anlayışı ne yazık ki kolay doğmadı. “ Vatan” adlı ünlü makalesinde ı0 Namık Kemal, “İnsan vatanını sever, çünkü...” diye başlayan coşkulu cümlelerle, vatan sevgisinin gerekçelerini, derinliğini, kutsallığını çok güzel anlatır. Ancak, Osmanlı vatanını parçalamağı amaçlayan ve Türklerden başka bütün unsurları sarmış bulunan “milliyetçilik” cereyanlarını bilerek görmezlikten gelir. Namık Kemal, ne Girit’te, ne Balkanlarda, ne Arabistanda bir olay çıkabileceğine ihtimal vermediğini belirtir. “İttihad-ı anâsır” görüşünün hâkim olduğu bu ve benzeri yazılarında Namık Kemal “Osmanlılık”tan bahseder, “Türk” ve “Türklük” sözlerine pek yer vermez 11.

Batı’da milliyetçilik akımının en güçlendiği dönemde bile, Türkiye’de “millet” sözü daha çok hristiyan kavimler için ve “dinî cemaat” anlamında kullanılıyordu. Vatanın bir galibin kılıcı veya bir kâtibin kalemi ile çizilmiş açık sınırlarla belirlenemeyeceği fikri hâkimdi12.

Dünya Osmanlı ülkesinden ve devletinden “Türkiye”, “Büyük Türk’ün İmparatorluğu” diye bahsettiği; bu devleti kuran ve yöneten milleti” Türkler” diye adlandırdığı ve Türkler dışındaki bütün Osmanlı kavimleri kendi millî benliklerine sahip çıktıkları halde, Türkler, kurucusu oldukları devletin parçalanmasını hızlandıracağı kaygusuyla, “Türkiye”, “Türk milleti” gibi sözleri kullanmaktan ve kendi millî benliklerini açıkça savunmaktan çekinir halde idiler. Fransız seyyahı Jean Thevenot, 1656 da yayınlanan ilginç seyahatnamesine “L’Empire du Grand Turc Vu Par un Sujet de Louis XIV” (XIV. Lui’nin bir Tebaasının Gözüyle Büyük Türk’ün imparatorluğu) adını vermişti. David Kushner, “ Türk Milliyetçiliğinin Doğusu” adlı eserinde, “Avrupalılar, Osmanlılardan ve Osmanlı imparatorluğundan bahsederken, uzun süredir, Türkler ve Türkiye adını kullanıyorlardı” der. (Ş.S. Türet tercümesi, istanbul 1979, s. 12). Buna karşılık, Osmanlı aydınlarının “Türk” ve “Türkiye” sözcüklerini kullanmaktan ne ölçüde çekindiklerini, milliyetçi yazar Ömer Seyfettin şu sözlerle anlatır: “Türk, Türkler, Türklük, Türkiye kelimeleri ağza alınmıyor, hatta en muktedir muharrirler Memâlik-i Osmaniye’ye Avrupalıların ‘Türkiye’ demesine ... kızıyorlardı” {Türklük Ülküsü, istanbul 1977 baskısı, s. 42). Türk milletinin ve Türk sözcüğünün çok eski bir tarihe sahip olmasına, binlerce yıldan beri nice Türk devleti kurulmuş bulunmasına, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin kurucularını ve temel unsurunu Türkler teşkil etmesine rağmen, Osmanlı devletinin son döneminde, çağın gerektirdiği şekilde millî bilincine kavuşmakta ve milliyetçiliğe sarılmakta en çok gecikenler, Türkler oldu.

Millî uyanıştaki bu gecikmenin Türk milletine ne kadar pahalıya mal olduğunu, Atatürk, 1923 de, şu sözlerle açıklamıştır:

“Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz- Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız… Çünkü, tarih, hâdiseler ve müşahedeler, insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir...” “Özellikle bizim milletimiz, milliyetini ihmal edişinin çok acı cezalarını çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli toplumlar hep millî inançlara sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti; hissî, fikrî ve fiilî olarak bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır” 13.

Tanzimat dönemi gelişmelerine Prof. Hilmi Ziya Ülken’in koyduğu teşhis de üzerinde durulmağa değer önemdedir:

“Bu geç kalmış ve yarım batılılaşmanın siyasî ve medenî zararları birer birer meydana çıktı: Avrupa emperyalizmi doğunun eski imparatorluklarını parçalamağa hazırlanıyordu. İmparatorluk içindeki, aralarında uyum bulunmayan unsurlar bundan yararlanarak ayrılmağa çalışıyorlardı. Modern batı milletlerinde yaygın olan hürriyet ve eşitlik fikirlerinin benimsenmesi, böyle zoyıfbir durumda fayda yerine zarar veriyordu: Bu fikirler hâkim unsur olan Türk milletinin hemen hiç işine yaramadığı halde, ayrılmak isteyen unsurlar bu fikirlere dayanarak, bağımsızlık davasına kalkıyorlardı. Bu suretle Namık Kemal’in getirdiği “vatan” fikri millî birlik şuuru ile birleşmediği için vuzuhsuz ve verimsiz kaldığı halde, “hürriyet” fikri Türk olmayan kavimlerin işine yaradı” 14.

Vatan fikri ve hürriyet ideali ile Türk millî bilinci birleşse idi, uyanış ve kurtuluş çok daha erken olacaktı.

Türk Milliyetçiliğinin Uyanışı:

Türk milliyetçiliği, kısmen yerli ve yabancı fikir adamlarının yazılarıyla, fakat daha çok millî bilinçlerine kavuşmuş kavimlerin birbiri ardından Osmanlı devletine indirdikleri darbelerden alınan acı derslerin etkisiyle uyandı.

Türk milliyetçiliğinin ilk belirtileri edebiyat alanında görüldü. Şinasi, 1845 de, yalnız Türkçe kelimeler kullanarak mısralar yazmağı denedi. Ziya Paşa, Türklerin asıl şiirini taşrada canlı şekilde yaşayan halk edebiyatında aramak gerektiğini yazdı. Ahmet Vefik Paşa, Türkçenin zenginliklerini belirtti. Ali Suavi, bazı yayınlarında, açıkça Türklükten bahsetti. Devletin kurucu unsuruna dikkati çekti.

1832 de Arthur Lumley Davids adlı bir Türkolog, Londra’da, “Grammar ofthe Turkish Language” adlı bir eser yayınlamıştı. Kitap 1836 da Fransızcaya çevrildi. Aydın Türkler üzerinde geniş etkiler yaptı. Fuat ve Cevdet Paşa’lar, “Kavaid-i Osmaniye”y\ yazarken bu kitaptan yararlandılar. Daha da önemlisi, bu gramer kitabının önsözünden yararlanarak, Ali Suavi, 1869 da Paris’te yayınladığı “Ulum” adlı dergisinin ilk sayısında, Türklüğü öven bir yazı yayınladı. Ayni yıl, Mustafa Celâlettin Paşa’nın fransızca “Les Turcs Anciens et Modernes” (Eski ve Modern Türkler) adlı eseri yayınlandı.

Fransız Leon Cahun, Macar Arminius Vambery gibi Türkologlar, Türklerin medeniyete önemli katkılar yapmış, köklü bir kültüre sahip, eski ve büyük bir millet olduğunu belirten ve tslâmiyetten önceki Türk tarihine de dikkati çeken eserler yayınladılar. Bunlar da Türkiye’de geniş yankılar uyandırdı15.

Sonradan 1877-78 savaşında Şıpka kahramanı diye ün kazanan “Askerî Okullar Nâzın” Süleyman Paşa’nın, öğretime Türk milliyetçiliğini sokmağı başaran ilk zat olduğu öne sürülmüştür. Askerî okullarda okutulan ve 1876 da yayınlanan “ Tarih-i Âlem” adlı kitabında Türk tarihine büyük bir yer ayıran Süleyman Paşa, dil konusundaki kitabına da “Sarf-ı Osmanî” yerine “Sarf-ı Türkî” adını vermişti. Bir başka kitabında Allah’ı anlatırken kullandığı dil apaçık bir Türkçe idi: “Birdir, hiç ortağı, yardımcısı, benzeri yoktur. Gördüğümüz, bildiğimiz şeylerden hiç biri ona benzemez” 16. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyıl başlarında yazılan askerî marşlarda, “Osmanlı” sözcüğünün yanı sıra, “Türk” sözünün sık sık kullanılmağa başlanması da anlamlı idi:” Arslan yürekli Türkleri düşman görsün de çatlasın”, “Arş ileri, mars ileri, Türk askeri dönmez geri”, “Şanlı Türk ahfadıyız, biz vatan evlâdıyız”- (Bu marşlar konusunda bk. A. Taneri, Türk Kavramının Gelişmesi, Ankara, 1983, s. 159-163).

1831-1935 yılları arasında yaşamış olan ve Cahun tercümesi dışında bir çok eser veren Necip Asım’ın da Türk millî bilincinin ve milliyetçiliğinin uyanmasındaki rolü büyüktür. Bu isimlere daha sonraları Veled Çelebi, Mizancı Murad, Bursalı Tahir, Türkoloji bilgini Fuat Köprülü gibi bir çok yeni isim katılacaktır17.

Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında ve yirminci yüzyıl başlarında, Rusya’dan Türkiye’ye eğitim düzeyleri yüksek bir çok aydınlar göç etti. Bunlar Rusya’daki Türkoloji çalışmalarını yakından izlemiş, Batı kültürü ile temas ederek milliyetçiliğin önemini iyi kavramış kimselerdi.

Gaspırah İsmail, Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyin-zade Ali bu konuda ilk akla gelen isimlerdir. (Daha sonraki yıllarda da, yurt dışındaki Türkler arasından Türkiye’ye göçmüş ve Üniversitelerimizin çeşitli kürsülerinde görev yapmış olan bir çok değerli bilim adamının milliyetçilik düşüncesine katkıları olmuştur).

Afgan asıllı islâm mütefekkiri Cemalettin Afgani, “Türk Yurdu” dergisinde neşredilen bir incelemesinde, (cilt 2, sayfa 45) din birliği yanında, dil birliğine ve millî beraberliğin gücüne değindi. Cemalettin Afgani’nin şair Mehmet Emin (Yurdakul) u en çok etkileyenler arasında olduğu öne sürülmüştür. Şair Mehmet Emin’in sesi, yeni ve gür bir sesti:

“Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur”.

Mehmet Emin’in “Türkçe şiirler’’ adlı kitabı geniş ilgi uyandırdı18. Şiirde Mehmet Emin’in savunduğu milliyetçi yolu, nesir alanında Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) savunuyordu.

Bu dönemde, Türk Derneği’nin kuruluşuna, Türk Turdu dergisinin etkili yayınlarına ve nihayet 1912 de faaliyete geçen Türk Ocağı’nm doğuşuna şahit oluyoruz. Bu dernek ve dergilerin amacı, Türklerin geçmişteki ve bugünkü başarılarını ve faaliyetlerini araştırmak, millî kültürü geliştirmek, Türklerin fikrî, sosyal ve ekonomik düzeyini yükseltmek, Türk dilinin gelişmesine hizmet etmek tarzında özetleniyordu.

Bu sınırlı incelemenin izin verdiği ölçüde, Ziya Gökalp’ın milliyetçi düşünce üzerindeki büyük etkisine de kısaca değinmekte yarar vardır.

Başlangıçta, Ziya Gökalp de, tıpkı Namık Kemal, “Genç Osmanlılar” ve “İttihat ve Terakki” kurucuları gibi, “Osmanlılık” üzerinde durmuştu. Bütün Osmanlı kavimlerine eşitlik tanınır, Türklükten pek bahsedilmezse, Balkan kavimleri dahil, bütün Osmanlı tebaasının, meşrutiyet ve hürriyet sayesinde bir arada tutulabileceği tezini, Türk milliyetçiliği tezine tercih edenler arasında Ziya Gökalp de vardı.

Ziya Gökalp’ın gençlik yıllarında “Peyman” gazetesinde yayınlanan “ Türklük ve Osmanlılık” ve “ Teni Osmanlılar” gibi yazıları, onun, ilk dönemde -belli ki Osmanlı İmparatorluğunu kurtarabilme çabasıyla- Türk milliyetçiliği fikrinden çok “Osmanlı ittihadı” görüşüne sımsıkı sarıldığını gösteriyor. Bu yazılarından bir kaç cümle aktarmamız, Ziya Gökalp’te zamanla gerçekleşen gelişmeyi anlamamızı sağlamağa yeter:

“...Bu zümre-i nâciyeye mensup Türkler ‘biz evvel Osmanlıyız, sonra Türküz’, Araplar ‘biz evvel Osmanlıyız, sonra Ar abız’, Ermeniler ‘biz evvel Osmanlıyız, sonra Ermeniyiz’, Rumlar ‘biz evvel Osmanlıyız, sonra Rumuz’ derler...”. “Osmanlı memleketi Şark’ın hür ve terakkiperver bir Amerika’sıdır...”.

Ziya Gökalp, Türklerin Osmanlı bileşiminin en önemli unsurunu oluşturduğunu kabul ediyor, fakat “Türk ve Osmanlı birbirinden farklıdır; Osmanlılık Türklük değildir: Osmanlı milleti ayrı bir millettir; esasen dili ve edebiyatı da Türkçe değildir; kurum ve gelenekleri de ayrıdır” diyerek (ve Osmanlı Devletini kurup altı yüzyıl ayakta tutan milletin Türk milleti olduğu gerçeğini açıkça belirtmenin ogünkü resmî siyasete uygun düşmeyeceğini hesaba katarak) “Ittihad-ı Osmanî” (Osmanlı Birliği) görüşünü savunuyordu. Olayların ve gerçeklerin etkisi altında, büyük düşünür ve yazar Z. Gökalp bu hayalci görüşten çabuk ayrıldı19.

Türk milliyetçiliği davasına inandıktan sonra, Ziya Gökalp, Türk’ün haslet ve meziyetlerine, köklü medeniyetine, cesur, hoşgörülü, dürüst karakterine, eski Türk toplumlarına ve kültürlerine dikkati çeken, birbirinden önemli ve etkili incelemeler, şiirler yazdı.

Ziya Gökalp, Haziran 1911 de “AltınyurC adlı şiirinde “Türk milleti” sözünü açıkça kullanmıştır20.

îlk defa 7 Ağustos 1913 de yayınlanan “Çocuklar için îlâhf şiirinde ise, Ziya Gökalp, çocuklarda Türklük bilincini güçlendirmeğe çalışır:

“Yüce Tanrı! Biz ki yavru Türkler’iz
Sana geldik, vatan için duaya!.
Yurdumuzun necatını dileriz,
Elimizi açtık işte semâya!.

Yüce Tanrı! Kalbimizi uyandır,
Yasamızın ma’nasını duyalım!
Besbin yıldır Türk onunla sanlanır,
Biz de Türküz, soyumuza uyalım!”

1915 de, Ziya Gökalp’ı, “Millet” adlı şiirinde:

“Sorma bana oymağımı boyumu,
Besbin yıldır millet gibi yaşarım...”
“Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türk’üm, bu ad her unvandan üstündür...”

diye haykırırken görüyoruz.

Artık, Osmanlı devletini Osmanlılık bilinci ile bir arada tutma hayali, yerini Türklük bilincine ve inancına bırakmağa başlıyordu21.

1916 da yayınlanan “Lisan” adlı şiirinde, Ziya Gökalp, millet olgusunun kültürle, dille ilgisini belirtiyordu:

“Türklüğün vicdanı bir
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir”.

Ziya Gökalp 12 temmuz 1917 tarihli “Kavm” adlı şiirinde, hem devlet, hem millet kavramlarını açıklığa kavuşturarak, her ikisini de bugün geçerli olan adları ile anmaktadır:

“Türkiye devletim, Türklük milletim”22.

Atatürk’ün yukarda değindiğimiz 20 mart 1923 tarihli Konya konuşmasında ifade ettiği “Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli kavimler kep millî inançlarına sarılırken bizim kendi milliyetimizi ihmal etmemizin çok acı sonuçlarım çektiğimiz” yolundaki büyük gerçeği, Meşrutiyet döneminin seçkin yazarlarından Ömer Seyfettin de etkili bir dille anlatmış, millî bilincin uyanmasına hizmet etmiştir. Ömer Seyfettin’in “ Türk Yurdu” dergisinin 56. sayısında yayınlanan ve 25 Temmuz 1910 tarihini taşıyan “Hürriyet Bayrakları” adlı bir hikâyesi vardır. Bu hikâyede, Türkleri, Bulgarları, Rumları, Sırpları tek bir millet olarak gören, Türk milliyetçiliğini ve Türklüğü reddedip, “Osmanlılık” bilinci ve ülküsü etrafında birleşmenin tek çıkar yol olduğunu savunan genç bir Meşrutiyet dönemi subayının hayalci görüşleri anlatılır. Hikâyenin ikinci kahramanı, Türklük bilincine sahip çıkılmasının zorunlu hale geldiğini anlatmaya çalışan bir başka Türk subayıdır. Hayalci genç mülâzim, On Temmuz Meşrutiyet inkilâbının Osmanlı ülkesindeki uzak Bulgar köylerinde bile kutsal bir gün olarak kutlandığını iddia eder ve şöyle der:

“ Yarın Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar. Osmanlılık namına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanlarıyla kurtaracaklar.” Daha tecrübeli ve gerçekçi olan ikinci hikâye kahramanı sorar:

“Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kasdediyorsunuz?” Genç mülâzım cevap verir:

“Hayır asla... Bütün Osmanlıları...” ve devam eder: “Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler, Ermeniler, Türkler... Hasılı hepsi...”

Hikâyenin gerçekçi kahramanı, özellikle Balkanlardaki hristiyan unsurların asıl emellerinin Osmanlı-Türk devletini yıkmak olduğunu anlatmaya çalışırsa da, o günkü resmî görüşü savunan genç Osmanlı teğmenini ikna edemez. Ta ki, uğradıkları bir Bulgar köyünde gerçekler ortaya çıkıncaya ve genç mülâzimin bütün hayalleri yerle bir oluncaya kadar... 23.

Ömer Seyfettin aynı gerçeğe başka bir çok eserinde parmak basmıştır. “Primo, Türk çocuğu” adlı uzun hikâyesinde, Rumların “Megalo İdea” peşinde koştuklarını, Elenizm davası güttüklerini; Bulgarların bile “Çarigrad” adını verdikleri İstanbul’a göz diktiklerini anlatan Ömer Seyfettin, Osmanlı devletini teşkil eden milletler arasında yalnız Türklerin henüz ortak bir millî inanç ve bilinç etrafında birleşmediklerini, “umumî, müşterek bir milliyet hayatını”, “Türklük diye âli, yüksek, mukaddes bir şey idrak etmediklerini” acı bir dille anlatır 24.

Ömer Seyfettin, “sırf düvelî ve siyasî bir tâbir” olarak vasıflandırdığı “Osmanlı” deyimi altında, Türklüğün can düşmanı gibi davrananları görmezlikten gelmenin tam bir gaflet olduğunu ısrarla vurgular25.

Atatürk’ün Türk vatanını millî bir şahlanışla kurtarmasından önceki döneme ait olan ve Ömer Seyfettin tarafından etkileyici şekilde ortaya konan bu gerçeğe, geliniz bir de, Yunanlı bir yazarın kitabında yer alan aşağıdaki satırlarla göz atalım. Dido Sotiriyu adlı Yunanlı romancı, Anadolu’nun Ege sahillerinde, Kırkıca adını verdiği bir köyde doğup yaşayan, Osmanlı tebaası bir Rum’un hayat hikâyesini anlatır. 1919 Yunan istilâsına katılan ve Mustafa Kemal komutasındaki Türk ordularının kesin zaferi sonucunda Anadolu’yu terke mecbur olan roman kahramanını, Dido Sotiriyu şöyle konuşturuyor:

“Bazan kendi aramızda bile Türkçe konuştuğumuz halde, Yunanistan sevgisi yüreğimizde sönmez bir ateş gibi yanardı.” 26.

Yunanistan’ın kesin yenilgiyle sonuçlanan Anadolu macerasını işleyen romanda, Kırkıca köyündeki Rum öğretmenin Bizans’la, eski Yunan’la ilgili uyarıları nakledildikten sonra, Kırkıcalıların ağzından şunlar söyleniyor:

“Avrupalılarla Amerikalılar kendilerine özgü giysileri ve konuşma tarzlarıyla Eski ve Yeni Efes’te dolanmağa başladığı ve onların ardından da Yunan bilginleri akın etmeğe koyulduğu vakit, başta babam olmak üzere Kırkıcalıların kibrinden mazallah yanlarına varılmazdı... Memleketimiz, başka yere benzemeyen apayrı bir memleketti, evet!... ‘gamanı geliyor..., derdi papazlar. Taş kesilen kral yeniden canlanacaktır...’ Ve ovamızla dağlarımızı Yunanistan’la birleşmiş1 görmek özlemi uyanırdı içimizde.” 27.

Gerçekler bu romanda anlatıldığı kadar açık iken, tek kurtuluş yolunun “millî devlet”ten ve en az başkaları kadar milliyetçi olmaktan geçtiğini gören yöneticiler ve aydınlar o kadar azdı ki... İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, artık hayallere yer kalmamıştı. O günkü dünyanın “süper güç”leri olan devletler Türk milletini adeta coğrafyadan kaldırmak, tarihten silmek çabasına düştüler. Türk’e çizilmek istenen bu karanlık kaderi, yine Türk milletinden aldığı güçle değiştirmeği Atatürk başarmıştır.

Atatürk ve Millî Şahlanış:

Mütareke yıllarında bezginlik ve yılgınlık o derecede yaygın idi ki, daha sonra her biri bir gazetenin sahibi ve başyazarı olarak hizmetler yapan pek çok aydın, 1918 çöküntüsünün ezikliği altında, ABD başkanına bir mektup göndererek, Türkiyeyi, bakanlık ve il teşkilâtları, polisi ve jandarması, adaleti, maliyesi, tarımı, sanayii, bayındırlık işleri ve eğitimiyle Amerikalı müsteşarların ve uzmanların yönetimine vermeği öngören bir “manda” idaresi kurulmasını önermişlerdi28. Görebildikleri tek kurtuluş yolu bu idi. Sonraları, Bağımsızlık Savaşında büyük kahramanlık gösterecek olanlardan bazıları” bile, başlangıçta, bir umutsuzluk içinde, ayni fikre sarılmışlardı.
Sevr Andlaşması tartışılmadan imzalanmak üzere İstanbul Hükümetinin delegelerine verilirken, müttefikler adına konuşan Clemenceau, güçlü döneminde büyük medenî hasletlerini ve tarihin en hoşgörülü milleti olduğunu isbatlamış olan asil Türk milletine hakaretler yağdırmaktan kendini alamamıştı.

Bu büyük millet, çeşitli akımlar arasında bir uçtan bir uca savrulmaktan, horlanmaktan, ezilmekten, hatta yok olmaktan, Bağımsızlık Savaşı sayesinde kurtuldu. Atatürkün önderliğinde, yalnız kurtuluşun değil, yükselişin de yolunu buldu.

Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a ayak bastıktan üç gün sonra, yolun ne olduğunu Istanbula gönderdiği resmî raporda belirtiyordu:

“... Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef ittihaz etmiştir”29.

Büyük önder, ilk adımını atarken, nereye gideceğini biliyordu. Millî Mücadele iki temel üzerine kurulacaktı: “Türk Milliyetçiliği” ve “Millet egemenliği”.

28 Mayıs 1919 da, Havza’dan Kolordu Komutanlarına gönderdiği yazıda, Mustafa Kemal Paşa:

“... Milletin esaretten kurtuluşu, egemen ve bağımsız olarak topraklarımızda yasayabilmesi, ancak azimkar ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan haklarını korumağa ve bağımsızlığa şevki ile kabil olacaktır” diyordu 30.

22 Haziran 1919 tarihini taşıyan ünlü Amasya Tamiminde, aynı fikir bıçak gibi keskin bir ifade ile tekrarlanacaktı:

“Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a gönderdiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafta, teşhisini doğru olarak koymuştu:

“Çanakkale savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce Ordu Müfetisi olarak Samsun’a varışından bu yana, kendisini milliyetçi duygunun merkezi haline getirmiş görünmektedir” 31.

Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararları ve “Misak-ı Millî” ile, Türk milliyetçiliği yeni bir açıklığa kavuştu.

Atatürk Türk Milletine olan derin güvenini, sarsılmaz inancını Millî Mücadelenin başlarında şöyle dile getirmişti:

“Batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları... şahsen tanırım ve bu tanışmam da harb sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir” 32.

Millî Mücadele dönemi ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılları, milliyetçilik inancının somut bir vatan anlayışı ile bütünleştiği dönemdir33.

Millet kavramı ile “sınırları belli bir vatan” kavramı arasında ilişki kurulması önemli ve zorunlu bir yenilikti. Türk milliyetçiliği vatan kavramı ile birleşince açıklık ve güç kazandı34.

İkinci önemli adım, egemenliğin bir şahsa, bir hükümdara değil, millete ait olduğu gerçeğinin açıkça ilân edilmesiydi.

Türk milliyetçiliğinin şahlanışı ile, yepyeni bir devir başlamıştır. Bu devir yalnız Türk vatanının kurtuluşunu değil, bütün ezilen Asya ve Afrika milletlerinin kurtuluşunu müjdelemiştir35.

Bir yabancı yazar, Sakarya zaferini değerlendirirken, bu gerçeğe şu sözlerle parmak basıyordu:

“Sakarya boylarındaki Türk zaferi, Takın ve Ortadoğu’nun siyasî yapısını kökten değiştirdi. İki yüz yıldan beri, Batı, eski Osmanlı İmparatorluğunu parçalamakta idi; fakat Sakarya Irmağında Türk’ün kendisi ile karşılaştı ve bu karşılaşmada tarihin akısı değişti. Tarih, bir gün, bu az bilinen Sakarya karşılaşmasının çağımızın kader değiştiren savaşlarından biri olduğunu keşfedecektir” 36. Profesör Dankwart A. Rustow da, tıpkı Clair Price gibi, Kemalist hareketin Türk milliyetçiliğinden güç alarak Batı emperyalizmine karşı kazandığı zaferi şöyle değerlendiriyor.

“...Avrupanın emperyalist yayılışı, 1880 lerden 1920 lere kadar süren son aşamasında, yoğun şekilde müslüman Orta Doğu’ya yönelmişti. İşte burada, Kemalist hareket, 1919-1922yıllarında Yunanistan’ı ve onu destekleyen müttefiklerini bozguna uğratarak, gerçekte Avrupa emperyalizmine şöyle diyordu: “Buraya kadar... Artık daha öteye gidemezsin” 37.

Eğitiminin önemli bir bölümünü Türkiye’de tamamladığı için yakın tarihimizi çok iyi bilen ve Türkiye konusundaki değerli araştırmaları ile haklı bir ün kazanmış olan Profesör Dankwart A. Rustow, Türk Bağımsızlık Savaşının “ Türk milliyetçiliğine” dayandığını gören ve belirten yabancı ilim adamlarından biridir. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya’nın kendisine dikte edilen Versay Andlaşması’nı kabule mecbur edildiğini, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu parçalayan Sen-Jermen ve Trianon Andlaşmalannın da tartışmasız kabul ettirildiğini hatirlatan Prof. Rustow, Türk milletinin kendisine dikte edilmek istenen Sevr Andlaşmasını yırttığını; Birinci Dünya Savaşını kaybeden milletler içinde, yalnız Türklerin, Bağımsızlık Savaşı sayesinde, empoze edilmiş bir barış andlaşması yerine, “müzakere” sonucu taraflarca kabul edilmiş bir andlaşma imzalamağı başardıklarını belirtir. Prof. Dankwart A. Rustow’a göre, III. Selim’le başlayan, Tanzimat’la devam eden reformlar sırasında, askerî zorunlulukların gerekli kıldığı ölçüde ıslahat adımları atılmış; fakat Avrupa’ya hâkim olan ideolojiden, özellikle milliyetçilikten uzak durulmağa çalışılmıştı; bu fikrin, ayrılıkçı cereyanları körüklemesinden korkulmuştu; 1918 de, yarım tedbirlerle Batı’ya yetişmenin kabil olmadığı anlaşılmış, “Bağımsızlık Savaşında, Mustafa Kemal, imparatorluktan geri kalanı, Türk milliyetçiliği temelinden kuvvet alarak kurtarmıştır” 38.

Kurtuluş Savaşı’nda, Ankara, “Türk milliyetçiliği”nin sembolü haline gelmişti39. Bütün yabancı devlet adamları, diplomatlar, dünya basını, Mustafa Kemal önderliğindeki Ankara hükümetinden kısaca “Milliyetçiler” diye söz ediyorlardı.

Atatürk, Millî Mücadelenin “milliyetçilik” ve “millî egemenlik” ilkelerinden kaynaklandığını ve güç aldığını bir çok konuşmasında bizzat belirtmiştir:

“Ben 1919 senesi Mayıs’ı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddî hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu millî kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım” 40.

“Millî mücadeleyi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir; milletin evlâtlarıdır. Millî mücadelede, şahsî hırs değil, millî izzet-i nefs gerçek saik olmuştur” 41.

Siyasî ideolojisini merak eden yabancılara Atatürk’ün daima tekrarladığı söz şu idi: “Biz milliyetperveriz”. Bunun ardından da demokrasiye, millet egemenliğine bağlılığını belirtiyordu42.

Millî Kurtuluştan sonra, sıra yeni atılımlara gelmişti. Atatürk’e göre, asıl görev yeni başlıyordu. Bu görev, büyük devletler kurmuş, pek çok medeniyetin vârisi olmuş, dünya medeniyetine katkıda bulunmuş, yüzyıllar boyunca İslâm’ı savunmuş, Hindistan’dan Avrupa ortalarına kadar dünyanın pek çok ülkesinde eserler bırakmış, bağımsız yaşamak için her fedakârlığa katlanmağa hazır olduğunu isbat etmiş olan Türk milletini çağdaş medeniyet yolunda hızla ilerletmekti. Atatürk Türk milletinin bu alanda da kudretini göstereceğinden emindi. Türk milletinin meziyetlerini onun kadar derin bir inanç ve coşkunlukla dile getirenler azdır.

Türk’ün Gerçek Nitelikleri:

Ankara’ya gelişinin ertesi günü, 28 aralık 1919 da, Ankara’lılara hitaben yaptığı önemli konuşmada Lloyd George’ların, Clemenceau’la-rın iftiralarına, “Türkler cedlerinin geldiği yere, Orta Asya’ya sürülmelidir” diyenlere cevap veren Mustafa Kemal Paşa, Türk’ün inkâr edilmek istenen medenî hasletlerini ve kabiliyetlerini dile getirir:

“Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır.” “Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve mantıken sabittir”.

“Milletimiz... büyük güçlükler içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bu imparatorluğu altıyüzyıldan beri tam bir ululuk ve büyüklükle sürdürdü. Bunu başaran bir millet elbette yüksek siyasî ve idarî niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücüyle vücuda gelemezdi.

Dünya bilir ki, Osmanlı Devleti, çok geniş olan ülkesinde, bir sınırından öteki sınırına ordusunu olağanüstü-bir sür’atle ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün idare şubelerinin son derecede mükemmel işlediğinin ve kendilerinin kabiliyetli olduğunun delilidir.”

“Milletimizin zalim olduğu iddiası da sırf iftiradan, baştan başa yalandan ibarettir. Hiç bir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayetkar olan yegâne millet bizim milletimizdir.

Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkilâtı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi hristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un fethinden beri, müslüman olmayanların mahzar bulundukları bu geniş imtiyazlar milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu isbat eden en büyük delildir”43.

Osmanlı Devletinin çöküş döneminde müslüman olmayan bazı azınlıkların “yabancı entrikalarına kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak”, vahşiyane usullere başvurarak, ayrılma siyaseti gütmeleri sonucu kendi başlarına dert açtıklarını hatırlatan Mustafa Kemal Paşa, Avrupa ülkelerinin başka dinlere ve milletlere mensup olanlara karşı yaptıkları zulümleri örnekleriyle hatırlatır ve içimizdeki “millî duygudan yoksun” yarı aydınlara güzel bir ders verir:

“... Nâdir şekilde de olsa üzüntüyle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya millî duygudan yoksun kalmış oldukları anlaşılan bazı şahıslar, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka, vatanlarını kabahatli göstermekten çekinmiyor-lar”**.

Değerli ilim adamı Bernard Lewis, Türklerin birlikte yaşayıp yönettikleri gayrimüslimlere zulüm yapmadıklarını, objektif bir değerlendirme ile, çok iyi belirtmiştir45. Başka dinden olanlara hoşgörü göstermenin, ayrım gözetmemenin Batıda da, Doğuda da çok yeni bir gelişme olduğunu; tam hoşgörüye en ileri demokrasilerde bile kolay ulaşılmadığını; -yabancıların ortalığı karıştırdığı 19 uncu yüzyıl sonlarına kadar- Batı’da görülen dehşet verici zulüm ve baskıların benzerine Osmanlı devletinde asla rastlanamayacağını; bu açıdan Osmanlı Devletinin sicilinin mükemmel olduğunu anlatır. Geçmiş yüzyıllarda Türk-tslâm âlemi ile Batı-Hristiyan âlemi arasındaki çatışmanın, bazan bugünkü Doğu-Batı soğuk savaşına benzetildiğini de kaydeden Prof. Bernard Lewis, şu ilginç hükümle konuyu bağlar:

“Bu benzetmeyi yaparken, o devirde, sığınma hareketinin Batı’dan Doğu’ya doğru olduğunu da hatırlamalıyız” 46.

Atatürk’ün 28 aralık 1919 da Ankaralılara hitab ederken, milliyetçi bir Türk’ün ruh isyanı ile, iftiralara verdiği cevapları, bakınız bir yabancı ilim adamı nasıl teyid ediyor. Prof. Oberling’e göre, Batılıların kafasına “korkunç Türk” imajı haksız olarak yerleştirilmiştir: “Ne yazık ki çok az bilinen gerçek şudur: ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, Türkler saldırgan olmaktan çok daha ziyade saldırının kurbanları olmuşlardır” 47.

Oberling, Yunanistan’daki Türklerin, 1821 den sonra nasıl, koyu bir din düşmanlığı ile, kadın ve çocuklar dahil”, imha edildiklerini İngiliz tarihçisi William St. Clair’in ayrıntılı eserine dayanarak tasvir eder. İngiliz belgelerine dayanarak, 1919 da, Anadolu’nun bir tek şehrinde, bir günde 9716 Türk’ün nasıl Yunan istilâcılar tarafından, inanılmaz bir vahşetle katledildiklerini hatırlatır48.

İngiltere konsolosu Sir Alfred Biliotti’nin İngiltere dışişleri bakanı Salisbury’ye gönderdiği rapor49 ve Fransız Victor Berard’ın,. “Les Affaires de Crete” adlı kitabı (Paris 1900, s. 275), Girit’te Türk kadın ve çocuklarının bile nasıl vahşice katledildiğini, Merkezî Girit’teki 80 Türk köyünün haritadan tamamiyle silinişini anlatır 50.

Prof. Oberling’e göre, Türkler Kıbrıs’ı aldıkları zaman Rum ahali tarafından kurtarıcı gibi karşılandılar. Çünkü katolik Venedikliler Ortadoks Rumları köle haline getirmişler, kiliselerine ve mallarına el koymuşlar, üç yüz yıla yakın Başpiskoposlarını seçmelerine izin vermemişlerdi. Osmanh-Türk yönetiminde Kıbrıs Rumları dinî hürriyetlerine ve haklarına yeniden kavuştular, çünkü “Osmanlı sistemi yüzyıllar boyunca, Osmanlı İmparatorluğu içindeki dinî azınlıklara Avrupa’nın her hangi bir yerinde benzeri grupların yararlanabildikleri hürriyetten daha fazlasını sağlıyordu.”

Yine Prof. Oberling, katolik zulmünün Avrupa’dan kovduğu musevîlerin ancak Türk-İslâm ülkesinde yaşama hakkına ve din hürriyetine kavuştuklarını anlatır51.

1655 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Jean Thevenot adlı bir seyyahın, izlenimlerini “XIV. Lui’nin Bir Tebaasının Gözüyle Büyük Türk’ün İmparatorluğu” (L’Empire du Grand Turc, Vu par un Sujet de Louis XIV, 1655, yeni baskısı Paris 1965) başlıklı bir kitapta topladığına yukarda değinmiştik. O dönemde Batı’da hüküm süren korkunç bağnazlığa, önyargılara ve Türklüğü övmenin çok büyük cesaret istemesine rağmen, bu dikkatli gözlemci, kendini korumak üzere kitabının şurasına burasına “tedbir” kabilinden bazı kötüleyici cümleler yerleştirmiş olmakla birlikte, bakınız Türkler hakkında neler yazıyor:

“Hristiyan âleminde pek çok kimse Türklerin büyük şeytanlar, barbarlar, inançsız kişiler olduğunu sanır; fakat onları tanıyan ve onlarla konuşanlar çok farklı bir görüşe varırlar. Kesin gerçek şudur ki, Türkler iyi insanlardır ve ‘kendimize yapılmasını istemediğimiz hiç bir şeyi başkasına yapmamak’ yolundaki emre büyük bir dikkatle uyarlar. Hemen belirteyim ki, burada, Türklerden söz ederken, asıl Türkleri kastediyorum; başka dinden onların dinine geçenleri değil. Çünkü bu gibiler her türlü kötülüğü yapabilirler... Asıl Türkler çok dürüst insanlardır. Bütün dürüst insanları, Türk, Hristiyan veya Musevî olmalarına bakmaksızın takdir ederler. İster Türk, ister Hristiyan olsun, herhangi bir insanı aldatmanın, onun malını haksız olarak ele geçirmenin doğru olmadığına inanırlar...

... Türkler son derecede inançlı,yardımsever insanlardır. Dinlerine bağlıdırlar. Onu bütün kâinata yaymak isterler ve bir Hristiyanı takdir edip severlerse, ondan Türk olmasını rica ederler... Çok sevgi duydukları hükümdarlarına sâdıktırlar. Ona büyük saygı gösterirler... Hükümdarına ihanet ederek Hristiyanlara katılan bir Türk göremezsiniz... Türkler kendi aralarında pek kavga etmezler. Etseler bile yoldan ilk geçen kişi onları barıştırır. Ya da şikâyetçi olan taraf, şikâyet ettiği kişiyi tanıklar önünde mahkemeye davet eder; şikâyet edilen adaletten kaçamaz; kaçarsa kendi kendini mahkûm etmiş olur. Mahkemede herkes kendi delillerini ortaya koyar ve haksız olan mahkûm edilir...

... Türkler ölçülü insanlardır. Onlar için denebilir ki,yaşamak için yemek yerler; yemek için yaşamazlar”. fa.g.e., s. 162-163). İncelemeleri sırasında Ege Adalarını da ziyaret eden Jean Thevenot bu adalarda yönetimi ellerinde tutan Türklerin Katoliklere veya Ortodoks Rumlara ait kiliselere dokunmadıklarını; buralarda dinî törenlerin Hristiyan âlemindekinden farksız şekilde devam ettiğini; Türklerin hiçbir şekilde herhangi bir kimsenin ibadetine engel olmadıklarını; herkesin kendi inancının gereklerini tam bir serbestlikle yerine getirebildiğini; hatta, Türk ahali tarafından en küçük ölçüde rahatsız edilmeksizin, belli günlerde sokaklarda ruhanî alaylar düzenlendiğini anlatır (a.g.e., s. 258-259). Rumları “kasis, kötü ahlâklı,kindar, son derecede bağnaz ve iki yüzlü” olarak nitelendiren bu fransız seyyahı, “Türklerden daha çok, Ortodoks Rumların, katoliklere karşı düşmanlık gösterdiklerini” de belirtmekten geri kalmaz (a.g.e.. s. 224)

1655 de yayınlanan bu ilginç seyahatname, Türklere karşı Hıristiyan Batının ne kadar ön yargılı olduğunu, fakat bazı gerçeklerin balçıkla sıvanamayacağını gösteren bir tarih belgesidir.

Ünlü Filozof Voltaire:

“Büyük Türk, değişik dinlere mensup yirmi milleti barış içinde yönetiyor. Türkler, hıristiyanlara barış zamanında ılımlı ve zafer ânında âlicenap olunabileceğini öğretmişlerdir” diyor.

David Hotham, “The Turks” adlı eserinde (Londra, 1972), “Türkler yıkıcı değil, yapıcı bir millettir” diyor (s. 201). Objektif bir tahlil yapmağa çalışarak hem kusurlara, hem meziyetlere değinen bu yazara göre,

“ Normal şartlar altında, Türk, dünyanın en iyi yürekli, başkalarına en çokyardımcı olan, en büyük içtenlikle dost olabilen insanıdır” (s. 125).

Hotham’a göre, “Türklerin bir çok mükemmel meziyetleri vardır: Vakar, asalet, dürüstlük, içtenlik, nezaket, misafırseverlik, büyük fizikî cesaret ve dayanıklılık” (s. 136)
.
Yine Türkiyeyi ve Türkleri iyi tanıyan Prof. Bernard Lewis’e göre, Türkler “sakin şekilde kendine güvenen, sorumlu davranmayı bilen ve her şeyin üstünde medenî cesaret sahibi olan” bir millettir, (a.g.e., s. 480)

Türkleri tanıyan bir çok yabancı yazarlar (Lamartine, Michelet, Pierre Loti, Claude Farrere, Roux, Granville, Garnier, Toynbee, G. Duhamel ve daha niceleri), bu yazının çerçevesine sığdıramayacağımız övgülerle, Türk milletinin meziyetlerini anlatmışlar, hıristiyan Batı’nın yüzyıllar öncesinden gelen ve sebepleri apaçık ortada olan haksız önyargılarını cevaplandırmışlardır.

Fransız tarihçisi Andre Clot da, çok yeni bir eserde, bu gerçeği teslim ediyor:

“Kendi dinlerinden olmayanlara karşı Osmanlı’lar hiç biı düşmanlık göstermemiştir. Toplu zulümler, “pogrom”lar Türkiye’de görülmemiştir; Hıristiyan ülkelerde hoşgörünün nâdir olduğu bir devirde, bu ülke hoşgörü alanında herkese örnek olacak durumda idi”52.

Ayni tarihçi, Avrupa’da devletin fakir tebaanın dertleriyle hiç ilgilenmediği bir dönemde, “halkın kaderi ve ihtiyaçlarıyla ilgilenen devlet” fikrinin ve uygulamasının Türkiye’de mevcut olduğunu belgeliyor” 53.

Verdiğimiz şu bir kaç örnek, Atatürk’ün, milliyetçi ruhunun bütün coşkunluğu ile,

“Hiç bir millet, milletimizden çok yabancı unsurların inanışlarına saygı göstermemiştir.” “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk milleti medenîdir. Tarihte medenîdir, hakikatte medenîdir” 54. diye haykırmakta ne kadar haklı olduğunu gösterir.

Ne yazık ki, gerçeği gören ve dürüstlükle, cesaretle yazabilen yabancı ilim ve kalem adamları, Haçlı seferleri zihniyetiyle veya peşin hükümle Türklüğe iftira yağdıranlar yanında azınlıktadırlar. Bu sebeple Atatürk, Türk Milletinin “unutulmuş büyük medenî vasfını ve büyük medenî kabiliyetini” her fırsatta hatırlatmıştır. Hayatının önemli bir bölümünü tarih ve dil çalışmalarına adaması, gerçek anlamda millet olmanın ancak “millî kültür”-le mümkün olacağını bilmesindendir. Gerileme yıllarının yüreklerde bıraktığı ezikliği ve yarı aydınların aşağılık komplekslerini yenebilmek için, Atatürk bütün ömrünce çaba göstermiştir 55.

Türk milletini Atatürk’ün nasıl değerlendirdiğini, baştan başa Türk milliyetçiliği ile dolup taşan Onuncu Yıl Nutkü’ndan ve başka konuşmalarından yararlanarak özetliyelim:

“ Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir... Türk milletinin tarihî bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir... Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medenî âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır... Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” 56. “Türk’ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür” 57. “Türk milleti güzel herşeyi, her medenî şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki herşeyin üstünde takdir ettiği bir şey varsa, o da kahramanlıktır” 58.

“Bizim milletimiz vatanı için, hürriyeti ve egemenliği için fedakâr bir halktır”59.

“ Türk esirlik kabul etmeyen bir millettir”60.

Türkiye halkı, yüzyıllardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklâli yaşamanın gereği olarak düşünmüş bir milletin kahraman evlâtlarıdır. Bu millet istiklâlsiz yaşamamıştır,yaşayamaz ve yaşamayacaktır”61. “Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız,yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz”62. “Büyük şeyleri büyük milletler yapar”63.

“ Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların,yaptığı siyasî ve sosyal inkilâpların gerçek sahibi kendisidir... Milletimizde bu kabiliyet ve tekâmül var olmasaydı, onu yaratmağa hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı”64.
“Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna canını vermeğe razı olmasaydı ben hiç bir şey yapamazdım” 65

“Girişliğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur” 66.

“ Türk kuvvet ve zekâsının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur”61.

“Bizim milletimiz derin bir maziye mâliktir... Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır”.

“Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir” 68.

“Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır” 69.

“Türklük esastır. Bu mevcudiyeti tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde tesbit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek yerinde olur. Fakat, bu öğünmeye lâyık olmak için bugün çalışmak lâzımdır” 70.

Yukardaki sözler, Atatürk’ün “ Türk! Öğün, çalış, güven” diye özetlediği görüşünün hangi duygu ve düşüncelere dayandığını açıklamaktadır.

Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışının Özellikleri:

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, bu yazının girişinde de belirtildiği gibi, diğer ilkeleriyle bağlantılıdır ve o ilkelerin ışığında açıklanmalıdır.

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı akılcı, çağdaş, medenî, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insanî ve barışçıdır.

Böyle bir milliyetçilik anlayışı, milliyetçilikle taban tabana zıt olan komünizmle yanyana gelemiyeceği gibi, ırkçılıkla, totaliter faşizmle, şovenizmle, teokratik düzen savunuculuğuyla da bağdaşmaz.

Millet gerçeği, çağımızın reddedilmez sosyal ve siyasî gerçeklerinden biridir. Bu gerçek ne “proletaryanın milletlerarası tesanüdü” edebiyatıyla, ne kozmopolit görüşlerle ortadan kaldırılamaz. Materyalist görüşlerin ileri sürdüğü gibi, millet, “burjuvazinin gelişmesinden doğan bir geçiş cemiyeti” değildir. Millet fikrini reddedip, her siyaset ve toplum olayına sınıf açısından bakan totaliter doktrinlerin uygulandığı ülkelerde bile, millî duygular ortadan kaldırılamamaktadır. Çin milliyetçiliği, Rus milliyetçiliği, Romen veya Polonya milliyetçiliği, bu ülkelerdeki siyasî rejim ne olursa olsun, derinden derine sürüp gitmektedir.

Milliyet duygusu ve millet gerçeği, milleti inkâr eden ideolojilerden daha güçlüdür. Bunun sayısız örneği ortadadır.

Ayağı yerden kesilmemiş, özellikle totaliter rejim heveslerine kapılmamış sosyalist düşünürler arasında da millet olgusunun’ gücünü, önemini, değerini ve büyük yararlarını kabul edenler vardır71.

Milliyetçiliği ırkçılıkla, totaliter faşizmle, saldırganlık veya şovenizmle bir tutarak kötülemek, milliyetçiliğin anlamını saptırmaktır. Bugünkü dünyamızda, milliyet duygusu ve millet gerçeği, inkârı kabil olmayan olgulardır: hem de, manevî değerleri güçlendiren, insanları yüceltip kaynaştıran, kültürü geliştiren, çeşitli millî kültürlerle dünyayı zenginleştiren, ilerlemeyi ve çağdaşlamayı hızlandıran, hürriyeti koruyan ve demokrasiyi mümkün kılan yararlı olgular...

Çağdaş milliyetçilik akılcı ve gerçekçidir. Prof. Sadrî Maksudî Arsal’ın deyimiyle “bugünkü milliyetçilik sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır; kan tahlili ile uğraşmaz, kafataslarının şekliyle de ilgilenmez. Belli bir millete bağlılık hissi bugünkü milliyetçiliğin esasıdır” 72.

Atatürk’ün yaptığı kısa bir tanıma göre “Millet, dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasî ve içtimaî heyettir”73. Atatürk, her milletin, diğer milletlere oranla, tabiî veya sonradan kazanılmış özel karaktere sahip olduğunu belirtmiş, ancak bütün milletlerin mutlaka ayni şartların etkisi altında oluşmadıklarına da dikkati çekmiştir 74.

Yine Atatürk’e göre milletin en kısa tanımı şudur: “Ayni harstan (kültürden) olan insanlardan oluşan topluma millet denir”75. Gerçekten, ortak kültür, millet olma açısından hayatî unsurdur. Tarih gösteriyor ki, bazen ortak bir millî kültür etrafında toplanan bir sosyal grup milleti ve devleti oluşturmuş; bazan de önce bir devlet çatısı altında toplanma vuku bulmuş, ortak millî kültür bundan sonra adım adım gelişmiştir. Her iki halde de, milletin varlığını ve bütünlüğünü koruyup sürdürebilmesi açısından, millî kültür hayatî önem taşır. Polonyalılar, İsrailliler, Osmanlı İmparatorluğundan veya Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan ayrılan birçok milletler, yüzyıllarca kendi devletlerinden yoksun yaşadıkları halde, bağımsızlıklarına kavuşunca kolayca millet haline gelebilmelerini millî kültürlerini koruyabilmiş olmalarına borçludurlar.

Atatürk milleti oluşturan şartları incelerken, bir toplumun millet olabilmesi için bunlardan hiç değilse bir kısmının bir araya gelmesi gerekeceğini öne sürmüş; ancak her millet için şartların hepsinin bir arada bulunmasının mutlaka gerekli olmadığını da haklı olarak vurgulamıştır 76. Meselâ İsviçre kök birliği veya dil birliği olmadığı halde, aynı siyasî çatı altında toplanan, aynı yurtta yaşayan, ortak bir tarihî mirası paylaşan, beraber yaşamak hususunda ortak iradeye sahip olan, ortak amaçları bulunan insanların millet olabildiklerini gösteren bir örnektir, önemli olan, şu veya bu şekilde, ortak değerlerin, ortak inanç ve ideallerin, ortak millî kültürün ve özellikle aynî devlete ve aynı millete mensup olma duygusunun korunması ve durmadan geliştirilmesidir. Şüphesiz, millet olabilmek ve millet olarak kalabilmek için, ortak bir millî kültürün geliştirilmesi büyük önem taşır.

Ortak millî kültürün oluşmasında, ortak bir vatanda aynı devlete sadakatle bağlı yurttaşlar olarak birlikte yaşamanın 77, ortak zaferlerin ve hâtıralar mirasının, birlikte sevinip birlikte acılara ve fedakârlıklara katlanmanın, geleceğe dönük ortak ümitlerin, ortak millî ahlâkın önemini hatırlatan Atatürk, millî birlik ve beraberliğin korunup güçlendirilmesinin önemi üzerinde ısrarla durmuştur78.

Atatürk, ayrıca, ancak kür bir toplumun millet sıfatına lâyık olacağını belirterek, millet ile hürriyet ve bağımsızlık arasındaki ilişkiye de dikkati çekmiştir 79.

Millet Sadece Sayı ve Yığın Değildir

Bugün yeryüzünde, milletlerarası andlaşmaların yapay olarak yarattığı, İkinci Dünya Savaşından sonra tarih sahnesine çıkmış pek çok ülke görüyoruz. Tarihleri kırk-elli yıldan veya bir kaç yüzyıldan geriye gitmeyen devletler büyük çoğunluktadır.

Türk milleti, binlerce yıldan beri vardır; tarih yazılmaya başlandığından beri, Türk’ün izini dünya tarihinin sayfalarında görürsünüz. Binlerce yıldan beri bağımsız yaşamış, kendi kendini yönetmiş, bir çok devletler kurmuş olan Türk milleti, en zor şartlar altında bile benliğini ve varlığını korumuştur.

Millet kavramı içinde, Malazgirt’ler, Mohaç’lar, Plevne’ler, Çanakkale’ler ve Millî Mücadele gibi nice kahramanlık destanı vardır. Onda, Ulubat’h Hasan’lar, Nene Hatun’lar, cepheye mermi taşıyan analar, Mehmet Akif in “ Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” diye andığı sayısız şehitler vardır.

Onda Orhon kitabeleri, Farabî, İbn-i Sina, Kaşgarh Mahmud, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Aşık Paşa, Hacı Bayram-1 Veli, Ali Şîr Nevaî vardır; Karacaoğlan’lar, Köroğlu’lar, Seyranî’ler, Dadaloğlu’lar, Âşık Veysel’ler vardır. Onda Mimar Sinan’lar, Bakî’ler, Fuzulî’ler, Namık Kemal’ler, Yahya Kemal’ler, adları bir yazıya değil, kitaplara sığmayacak nice zirveler vardır. Onda Dede Korkut destanı, Nasrettin Hoca nükteleri vardır.

Onda, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Itrî’nin sedası, Selimiye’nin haşmeti, türkülerin yanıklığı, kilim nakışlarının güzelliği vardır.

Onda, Aras’tan Meric’e, Dicle’den Sakarya’ya, Zap’dan Gediz’e, Ağrı’dan Erciyes’e, Süphan’dan Uludağ’a, Toros’lardan Istırancalara uzanan vatanımız vardır. “ Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” diyen şairin belirttiği şekilde, uğrunda sayısız şehitler verilerek “coğrafya” olmaktan çıkıp “vatan” olmuş kutsal ülkemiz vardır.

Onda Erzurum’un barı, Orta Anadolu’nun halayı, Ege’nin zeybeği, Karadeniz’in horonu, Elâzığın “çayda çıra” sı, birbirinden güzel halk oyunları, halk deyişleri, halk giysileri, ninelerimizden dinlediğimiz masallar, yüzyıllardan süzülüp gelen atasözlerimiz vardır.

Onda ipliği konuşturan, taşı nakış gibi işleyen, sazları ağlatan, dilimizi yoğuranların emekleri vardır; en güç şartlarda bile millete kurtuluş yolunu açıp zaferlere zaferler katanların bize bıraktıkları miras vardır; devlet ve toplum hayatının, san’atın, ilmin ve tekniğin her dalında iz bırakan; bugün de, çağdaşlaşma yolunda hızla ilerleyen milletimizin ihtiyaçlarına uygun şekilde değerli eserler veren, Türk kültürünü geliştiren, “Türk’ün medenî hasletlerini” dünyaya tanıtan sayısız insanın katkısı vardır. Bilimin, sanatın, tekniğin her dalında milletimizi çağımıza ulaştıranların payları vardır.

Onda, bu vatanın çocuklarına “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım...” demeyi öğreten; istiklâl Marşını ezberleten; ayyıldızlı bayrağı sevdiren; körpe yüreklere vatan sevgisini sindiren yüzbinlerce öğretmenin emeği, yüzbinlerce adsız kahramanın göz nuru ve alın teri vardır.

Onda büyüğünü sayan, küçüğünü ve zayıfı koruyan, komşusunun derdini kendi derdi bilen, dürüstlüğe, yiğitliğe, mertliğe değer veren Türk’ün temiz ahlâk mirası vardır.

Türk milleti dediğimiz kutsal varlığın dokusunda, vatan sathındaki her kümbetin, her kervansarayın, her eğitim kurumunun, her kubbenin, her âbidenin, her sanat eserinin, her şehitliğin katkısı vardır. Topraklarından bereket fışkıran, sanayide ilerlemiş, bütün çocukları okula, bütün hastaları hekime, bütün köyleri yola, ışığa kavuşmuş, sosyal ve kültürel sorunlarını çözmüş, güçlü Türkiye’yi mutlaka gerçekleştirme azmi vardır.

Türk Milleti dediğimiz kutsal kavramın içinde, Ankara’nın bir tepesindeki Anıt-Kabri’nden gelecek yüzyılların ileri Türkiye’sine güvenle bakan Atatürk’ün temsil ettiği unutulmaz zaferlerin hâtıraları ve bizlere müjdelediği aydınlık geleceğin umutları vardır.

Özetle “millet” dendiği zaman, sadece bugün yaşayan yurttaşlarımızın sayı olarak varlığını değil,bütün geçmiş kuşakları ve -gelecekte Türklüğün adını, bağımsızlığını, şerefini, dünya tarihindeki seçkin yerini sürdürecek olan- henüz doğmamış kuşakları hep birlikte düşünmek gerekir.

Şimdi, Atatürkçü Türk milliyetçiliği anlayışının bazı özelliklerine daha yakından bakalım:

Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Ülke ve Millet Bütünlüğüne önem Verir:

Millî birlik ve beraberlik duygusu, aralarındaki bütün ayrılıklara rağmen, millet fertlerini birbirlerine sımsıkı bağlar.

Milleti teşkil eden birimlerin doğum yerleri, büyüdükleri yurt köşeleri, eğitim düzeyleri, meslekleri, mezhepleri, siyasî parti rozetleri ayrı olabilir. Fakat, doğum yerleri ayrı da olsa, vatan birdir. Parti bayrakları ayrı da olsa, ayyıldızlı bayrak birdir. Meslekler, mezhepler ayrı da olsa, millet birdir.

Bir milletin mensuplarının aynı gemide yolculuk eden insanlar oldukları; gemi su alırsa, mürettebatıyla, yolcularıyla, herkesin tehlikeye düşeceği unutulmamalıdır.

îlk bakışta ayrı gibi duran parmaklar nasıl aynı ele, aynı kola bağlı iseler, doğum yerleri, geçim kaynakları, meslekleri, siyasî tercihleri ayrı olan yurttaşlar da, aynı millete bağlıdırlar. Nasıl ayrı gibi duran parmaklar kazmayı, küreği, kalemi beraberce tutuyor ve gerektiğinde birleşip tek bir yumruk oluyorsa, bir milletin fertleri de milletin kalkınması veya savunulması uğrunda elele vermeği bilmelidirler. Gerektiğinde tek bir yumruk gibi birleşebilmek için, parmakların arasına düşmanlık dikenleri yerleştirilmesine imkân bırakmamalıdırlar.

Yüzyıllar boyunca aynı bayrak altında aynı inançları paylaşarak yaşamış, ortak vatanlarını omuz omuza savunmuş, “kaderde, kıvançta ve tasada ortak olmuş”, aynı büyük milletin şerefli evlâtları olarak yaşamağa kararlı insanlar arasına ayrılık tohumları ekilmeğe çalışılması Atatürk’ün toplayıcı, birleştirici Türk milliyetçiliği anlayışıyla bağdaşmaz 80.

Aşağıda ayrıca üzerinde durulacağı gibi, ırkçı olmayan, lâiklik esasından ayrılmayan, sınıf kavgasını değil sosyal dayanışmayı (içtimaî tesanüdü) hedef tutan Atatürkçü milliyetçilik anlayışı, büyük Türk milletini ırk, mezhep, sınıf kavgalarıyla bölmeğe kalkışacak olanlara karşı en sağlam savunma aracıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlete sadakada, millete sevgiyle bağlı bütün yurttaşları, rahatlıkla ve içtenlikle, “ben Türküm” diyebilmelid
#1 - Temmuz 14 2007, 21:40:43

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.