Çok Yetenekli Ama Biraz Dikkatsiz Sanatçı
Piyano derslerinde çok başarılı olmasına karşın armoni derslerinde aynı başarıyı gösteremiyordu. Üç yıl arka arkaya başarısız olunca, konservatuvar kurallarına göre armoni kursundan çıkarıldı
(Temmuz 1895). Buna çok üzüldü ve konservatuvardan ayrıldı.
Ben Gustave Delon. Ünlü bir müzisyen, tanınmış bir ressam ya da kitapları satış rekorları kıran bir edebiyatçı değilim. Endişelenmeyin, kendi yaşam öykümü de anlatmayacağım. Size, yakın arkadaşım olan ünlü bir müzisyenden söz edeceğim.
Şimdilik adını vermeyeceğim sevgili dostum, 7 Mart 1875’te İspanya sınırına yakın bir Fransız kasabası olan Ciboure’da doğdu. Doğumundan dört ay sonra ailesi, babasının işi gereği Paris’e yerleşti. Mühendis olan babası Joseph, aynı zamanda çok yetenekli bir mucitti. Annesi Marie Delouart, çok güzel piyano çalan, çok güzel İspanyolca halk şarkıları söyleyen, kibar bir ev kadınıydı.
1878’de çok sevdiği kardeşi Edouard doğdu. İki kardeş çok iyi anlaştılar ve yaşamları boyunca birbirlerine hep destek oldular.
Yedi yaşına gelince piyano ve armoni dersleri almaya başladı. Derslere büyük bir istekle gittiği söylenemezdi çünkü arkadaşlarıyla oyun oynamak, müzikle uğraşmaktan daha keyifli geliyordu ona...
Konservatuvar yaşamı 4 Kasım 1889’da başladı. Seçme sınavına 46 piyanist katıldı. Altı kişilik fakülte sınav komitesi, sınava girenlerin 19’unu kabul etti. Bunlardan 7 kişi hazırlık sınıfından başlayacaktı; geri kalan 12’si ileri piyano sınıfına alındı. Arkadaşım da jüri üyelerinin oybirliği ile... “Direkt olarak başladı” diyeceğimi bekliyordunuz ama hayır, hazırlık sınıfından başladı.
Bir yıllık eğitimin ardından yapılan sınavlarda ikincilikle bir üst sınıfa geçti. Yani başarılı olmuştu. İkinci yılın sonundaki sınavlarda ise birinci oldu. Başarıları 1895 yılına değin sürdü. Hocalarının ortak kanısı şuydu: Çok yetenekli ama biraz dikkatsiz...
Piyano derslerinde çok başarılı olmasına karşın armoni derslerinde aynı başarıyı gösteremiyordu. Üç yıl arka arkaya başarısız olunca, konservatuvar kurallarına göre armoni kursundan çıkarıldı (Temmuz 1895). Buna çok üzüldü ve konservatuvardan ayrıldı. Aslında başka dersler alarak ödünleyebilirdi (telafi edebilirdi); örneğin solfej ya da oda müziği sınıflarına geçebilirdi ama o bunların hiçbirini yapmayıp okulu bıraktı.
Sonraki iki yıl İspanyol piyanist Santiago Riera’dan piyano dersleri aldığı anlaşılıyor. Bunu, Riera’nın günlüğüne yazdığı notlardan öğreniyoruz.
Müzik aşkı ağır basmış olacak ki, konservatuvardan daha fazla ayrı kalmayıp 28 Ocak 1898’de geri dönüp derslere kaldığı yerden devam etti ve toplam 14 yıllık bir eğitimden sonra 1903’te mezun oldu.
1900 yılında, kendilerini “Apache’ler” olarak adlandıran bir grup, kendini sanata adamış kişiler, bir topluluk kurmuştu. Bu topluluk kendilerini bir bakıma “artistik avareler” olarak nitelendiriyordu. Kulübe kadın alınmıyordu. Grup genellikle cumartesi akşamları toplanıyor, toplantılarda sanatın her dalından konuşuluyor, tartışılıyordu. Arkadaşım da bu topluluğa katıldı.
Kulüp, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıkınca dağıldı ama onun burada tanıştığı insanlarla kurduğu arkadaşlıklar yaşamı boyunca sürdü. Bunlar arasında Erik Satie, Jean Cocteau, Andre Gide, Paul Valery, Igor Stravinsky, Serge Diaghilev gibi adlar sayılabilir.
Bu ünlü müzisyenin kim olduğunu öğrenmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için lütfen yazıyı okumaya devam ediniz...
BOLERO'NUN BABASI: MAURICE RAVEL
Ravel’in sanat konusunda çok ilginç görüşleri vardı.
Düşüncelerini şöyle açıklıyordu: “Birçok sanat yoktur, tek bir
sanat vardır. Müzik, resim, edebiyat, bunun ifade farklılıklarından
başka birşey değildir. Birçok sanatçı da yoktur, yalnızca çeşitli
uzmanlar vardır. Uzman olabilmek için de çok ama çok bilgi
birikimine gereksinim vardır. Başarı için çok çalışmalı...”
“Bolero”nun Babası: Maurice Ravel
Yücel Aksoy – Bütün Dünya
Kimi sözcükler vardır, söylendiğinde kesinlikle ve her seferinde özdeşini çağırıştırır. Örneğin “Paris” denilince akla Eyfel Kulesi gelir, Görecelik Kuramı hemen Einstein’ı çağrıştırır. Şayet “Bolero” dersek aklınıza ne gelir? Elbette Maurice Ravel... Bu kez konuğumuz, ünlü Fransız besteci Maurice Ravel... Yaşamını aktarmaya kaldığımız yerden devam edelim.
28 Ocak 1803’te, sanat kenti Fransa’da ilk kez bir beste yarışması düzenlendi. Yarışmaya, Paris’te olmasına karşın, “Prix de Rome” adı verildi. Genç bestecilerin aşırı ilgi göstermesi üzerine de gelenekselleştirildi. Yarışmanın koşullarından biri, katılanın mutlaka Fransız vatandaşı olmasıydı. Bir diğer koşul da, katılanlar 30 yaşından gün almamış olacaklardı. Kazananlar, dört yıl boyunca Fransız hükümetinden, az da olsa bir maaş alıyordu. İlk iki yıl Roma’da Medici Villası’nda müzik eğitimi alan genç yetenekler, üçüncü yıl Almanya ya da Avusturya’ya, dördüncü yıl da Paris ya da Roma’ya gönderiliyorlardı. Bu dört yıl içinde çeşitli özel kuruluşlar da parasal destek veriyorlardı. Kısaca, bu yarışmayı kazanan bir müzisyen en az dört, en çok yedi yıl sorunsuz bir sanatsal dönem geçirmeyi garantiliyordu.
Ravel bu yarışmaya beş kez katıldı ama aldığı en iyi sonuç 1901 yılında üçüncülük oldu.
Maurice Ravel’in, annesi, babası ve kardeşiyle oluşturduğu mutlu bir aile yaşamı vardı. Yakışıklı ve bayanların ilgisini çeken biri olmasına karşın hiç evlenmedi. 1908 yılında babasının ölümüyle ailesinin sorumluluğunu da üstlendi.
Ravel çok modern düşünceliydi. Titiz giyimi, özenle taranmış ve son modaya göre kesilmiş saçı, bıyığı ve sakalıyla her zaman ilgi çekerdi. Tam anlamıyla “iki dirhem bir çekirdek”ti. Paris kafelerinin müdavimiydi. Onu iyi tanımayanlar ilk görüşte çok soğuk ve kibirli bulabilirdi ama aslında arkadaş canlısıydı, cömertti. Gerçek duygularını açıklayamasa da onu biraz tanıyan severdi.
Ravel’in sanat konusunda çok ilginç görüşleri vardı. Düşüncelerini şöyle açıklıyordu:
“Birçok sanat yoktur, tek bir sanat vardır. Müzik, resim, edebiyat, bunun ifade farklılıklarından başka birşey değildir. Birçok sanatçı da yoktur, yalnızca çeşitli uzmanlar vardır. Uzman olabilmek için de çok ama çok bilgi birikimine gereksinim vardır. Başarı için çok çalışmalı...”
Ravel 20 yaşına geldiğinde askerlik yoklamasına gönderildi. Sağlık kurallarına göre çok zayıf olduğu ve üstelik fıtık da saptandığı için, askeri deyimle çürüğe ayrıldı; ancak geri hizmette çalışabilirdi. 1914 Ağustos’unda Avrupa Birinci Dünya Şavaşı’yla sarsıldı. Ravel de orduya yazılıp ülkesine hizmet etmek istiyordu. 1915 yılı Mart ayında kamyon şöförü olarak orduya katıldı ve Verdun sınırına malzeme taşımakla görevlendirildi. Bu görev bile onu fazlasıyla mutlu etmişti.
Zor koşullarda da olsa sanatçı duygusallığını kaybetmedi. İlk olarak kamyonuna “Adelaide” adını verdi. Kamyonundan söz ederken hep “Adelaide” sözcüğünü kullanıyordu. Ağır düşman bombardımanı altında cepheye harp malzemeleri taşıyordu. Taşıma işi gece karanlığından yararlanılarak yapılıyordu. Birkaç kez ölümle burun buruna geldi. Görevi sırasında başından geçen olayları, evine yazdığı mektuplarda eğlenceli bir biçimde aktarıyor ve her mektubunu mutlaka “Şoför Ravel” imzasıyla bitiriyordu.
Bir gece yine cepheye malzeme taşırken Adelaide’in tekeri çıktı ve şarampola yuvarlandı. Neyse ki Ravel’e birşey olmamıştı ama kamyon artık hizmet edecek durumda değildi.
Görevi sırasında yaşadığı gerginlik dolu günler Ravel’in sağlığını bozmaya başlamıştı. Uykusunda karabasanlar gördüğünü, 1916 yılı Nisan’ında arkadaşı Jean Marnold’a yazdığı kartpostaldan anlıyoruz. İştahsızlık ve uykusuzluğun yanısıra bir de dizanteriye yakalanınca hemen hastaneye kaldırıldı.
İyi bir dinlenme döneminden sonra Paris’e döndüğünde, çok sevdiği annesini ölümcül derecede hasta buldu; onu 5 Ocak 1917’de kaybetti. Annesinin ölümü Ravel’in yaşamında gerçek bir trajedi oldu. Üç yıl boyunca hiç çalışamadı. Kronik uykusuzluk, iştahsızlık ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan güçsüzlük, doğal olarak çalışmasına engel oluyordu. Morali sıfırdı. Kendi ifadesiyle “annesinin anılarıyla kuşatılmış” durumdaydı.
1920’de savaş bitiminde Ravel artık Paris’te yaşamayı düşünmüyordu. Daha sakin, daha huzurlu ve esin verici bir yer olsun istiyordu. Paris’in 50 kilometre batısındaki küçük Montfort L’amaury köyünde bir ev satın aldı. Evine “Belvedere” adını verdi ve yaşamının sonuna değin de burada oturdu.
Sevdikleriyle birlikte olmayı, yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi çok severdi. Belvedere’de hemen her hafta dostlarıyla birlikte pazar yemekleri düzenledi. Bu toplantılar hem eğlenceli hem de sanat ağırlıklı olduğu için tüm dostları pazar gününü iple çekerlerdi.
Hiç özel otomobili olmadı ve bunu hep reddetti. Her gün evinin yanındaki korulukta 10 kilometre kadar yürümeyi alışkanlık haline getirmişti. Paris’e zorunlu olmadıkça gitmezdi. Evinde, 17’nci ve 18’inci yüzyıl Fransız yazarlarına ait değerli bir ilk baskı kitap koleksiyonu vardı. Bahçesinde çok sayıda küçük egzotik bitkiler ve minyatür Japon ağaçları (bonzai) yetiştirirdi. Özetleyecek olursak, Belvedere’yi kısa zamanda kişiliğine uygun, sanatsal yönden değerli, kendisi için de esin veren sıcacık bir yuva durumuna getirdi.
1920 yılında Legion d’Honneur Nişanı’na layık görüldü ama bunu hemen reddetti. Nedenini ise hiç kimseyle paylaşmadı. Aslında birçok ödül kazanan ve bunları kabul eden Ravel, neden bu ödülü reddetti bilinmez. Bir olasılık şu ki, bu nişanı kabul etmek onun birtakım şeyleri yapmasını sınırlayacaktı. Oysa o, düşüncelerinde aşırı derecede bağımsız olmayı isterdi. Örneğin savaş yıllarında bir grup Fransız müzisyen Avusturya ve Alman müziğine yasaklar getirmek istedi ama Ravel bu sansüre karşı çıktı ve ısrarla Mozart, Wagner, Beethoven’ın yapıtlarını seslendirdi.
1927 yılı sonunda, aldığı bir davet üzerine gemiyle Amerika’ya, dört ay sürecek bir yolculuğa çıktı ve 4 Ocak 1928’de New York’a ulaştı. Bu sırada besteci 52 yaşındaydı. Kariyerinin en neşeli, en doyumlu yolculuğu olacağını duyumsuyordu. Kardeşi Edouard’a gönderdiği mektupta ilk izlenimlerini şöyle anlatıyordu:
“New York’da Carnegie Hall’da Boston Senfoni Orkestrası eşliğinde, benim yapıtlarımdan oluşan bir konser verdim. Sahnede göründüğüm anda karşılaştığım manzarayı unutamam. 3500 kişi ayakta beni alkışlıyordu. İnanılmaz bir alkış tufanıydı.”
Amerika turnesi sırasında 25 kentte konserler verdi. Ülkeyi bir uçtan bir uca trenle katetti. Konserlerinin başarıları denli onu mutlu eden bir şey de trenle yaptığı gece yolculuklarıydı. Bir süredir uykusuzluk (insomnia) çekiyordu. Yaptığı tren yolculukları ise onun için en etkili uyku ilacı yerine geçiyordu. Kendi tanımlamasıyla, çocukluğundaki denli rahat ve güzel uyuyordu.
Kıtanın doğal güzelliğine hayran oldu. Harlem’de, New Orleans’da bulundu, caz müziğini dinlerken büyük keyif aldı. Amerikanın ünlü müzisyeni George Gershwin ile tanıştı.
Gershwin Ravel’e hayrandı ve onunla çalışmaktan onur duyacağını söyledi. Kendisine ders vermesini istedi ama Ravel bunu nazikçe reddetti. Nedenini ise şöyle açıkladı:
“Kendi spontane müziğinizi kaybedip kötü bir Ravel yazıcısı olmanıza gönlüm razı olmaz. Neden birinci sınıf bir Gershwin olabilecekken, ikinci sınıf Ravel olmak istiyorsunuz?”
1928 Kasım ayında İspanya’ya bir turneye gitti ve burada çok eski arkadaşı Manuel de Falla’yı ziyaret etti. Madrid’de Fransız Büyükelçiliği’nde “Sonatine” adlı yapıtını seslendirirken pozisyonunu kaybetti ve birinci bölümü çalarken aniden final bölümüne atladı. Dinleyenler yine de onu çılgınca alkışladılar. Ama bu, onun hastalık sinyallerinin ilki miydi acaba?
Yıl 1928... O dönemin ün- lü dansçısı İda Rubinstein bir süredir Ravel’den, İspanyol motifleriyle süslü bir dans müziği bestelemesini istiyordu. Konser ve turnelerle yoğun geçen bir dönemin ardından kısa bir ta- til için St. Jean-de-Luz’a gelen Ravel bir sabah, bir arkadaşıyla yüzmeye gitmeden önce piyanosunun başına geçti ve tek parmakla bir melodi çaldı ve “Bu temanın ısrarlı bir mesajı var, sanki içimde çok derinlerde bir yere hükmediyor. Bana katılıyor musun?” dedi. Yanıtı beklemeden konuşmasını sürdürdü:
“Bu temayı birçok kez yineleyen bir çalışma yapacağım. Müzik değişmeyecek; yalnızca her seferinde artan orkestra elemanları olacak. Final, tüm orkestranın katılımıyla görkemli bir biçimde bitecek.”
Belvedere’ye dönünce çalışmalarını hızlandırdı. Yapıta önce “Fandango” adını verdi, sonra “Bolero” olarak değiştirdi ve bale müziği olarak beş ayda tamamlandı. Koreografisini Bronislava Nijinska’nın yaptığı yapıt ilk kez 22 Kasım 1928’de sahnelendi. Perde açıldığında sahne bir İspanyol tavernasını canlandırıyordu. Müziğin başlamasıyla sahneye gelen bir çingene kızı masaya çıkıyor ve müziğin ritmine uygun olarak kıvrak, yumuşak hareketlerle dans etmeye başlıyordu. Zaman ilerledikçe müziğin şiddeti artarken (kreşendo) dansa başkaları da katılıyor ve final, tüm dansçıların katılımıyla coşkulu bir biçimde sona eriyordu.
Birkaç ay sonraydı. Ünlü yönetmen Arturo Toscanini, New York Filarmoni Orkestrası eşliğinde Paris Operası’nda bir konser verdi. Bu konserde Ravel’in “Bolero” yapıtını seslendirdi.
Parça bittiğinde, alkışlara karşılık Toscanini Ravel’in locasına dönerek saygı göndermesinde bulundu. Ancak Ravel bunu beklenmedik biçimde reddedince salonda mırıldanmalar oldu. Konserin bitiminde sahne arkasına gelen Ravel, yapıtının çok hızlı çalındığını söyleyerek Toscanini’ye sitem etti. Toscanini ise bunun bir cenaze marşı olmadığını ve yapıtın bitiminde seyircinin uzun süre alkışlamasının ise en büyük ödül olduğunu söyledi. Sonunda iki üstad el sıkışıp tatsızlığa son verdiler.
Bu yapıtın 3 yıl tiyatrosunda, 1 yıl da konser salonunda çalınması haklarını, özel bir sözleşme ile Ida Rubinstein’e verdiği, kayıtlardan anlaşılıyor.
“Bolero”, 1930 yılı Ocak ayında plağa kaydedildi. Sonradan Ravel bu yapıtını konser parçası olarak çok sık çaldırdı.
Çalma süresi ortalama 15 dakika olan yapıt, tek bir trampetin tüm konser boyunca değişmeyecek ritmi ile başlar; buna çello pizzicato (parmakla çalınarak) katılır. Önce tek bir flüt ana temayı çalmaya başlar, hemen arkasından trompet girer. Müzik, defalarca tekrarlanır ve her tekrarlandığında bir ya da birkaç çalgı daha katılır. Final, çok güçlü (fortissimo) olarak tüm çalgıların katılımıyla biter.
Bu yapıt, zaman içinde eleştirmenlerden çok farklı tepkiler aldı. Kimi göklere çıkardı, insanı rahatlatan meditasyon müziği ya da hipnoz yapan gizemli bir yapıt olarak değerlendirdi. Bo Derek’in başrolünü oynadığı “On” filminden sonra bu müziğin erotik olduğunu ileri sürenler de oldu. Kimi de yapıtı yerden yere vurdu.
1929 yılında, yeni bir piyano konçertosu üzerinde çalışırken, Avusturyalı piyanist Paul Wittgenstein ile dostluk kurdu. Wittgenstein, Birinci Dünya Savaşı sırasında sağ kolunu yitirmişti. Ancak piyano çalmaktan vazgeçmeye yani piyanistlik kariyerini bitirmeye hiç niyeti yoktu. Ravel’den sol el için bir konçerto yazmasını istedi. Ravel bunu büyük bir ciddiyetle ele aldı ve sonuçlandırdı. Wittgenstein önce bu yapıtı beğenmedi ama sonra, kendi ifadesiyle “büyülendi” ve “bir dahinin çalışması” olarak tanımladı.
1932 yılı Ekim ayında Paris’te, içinde bulunduğu taksi bir kaza yaptı. Yüzünde ve vücudunda küçük zedelenmeler oldu ama çabuk toparlandı.
1933 yılında sağlığı aniden kötüleşti. St. Jean-de-Luz’da tatildeyken, hareketlerini denetleyemediğinin ve yazmakta güçlük çektiğinin ayırdına vardı. Yapılan muayenede, istemli kasların koordinasyon yetersizliği, konuşma bozukluğu ve kısmi bellek kaybı saptandı. Kasım ayına değin dinlenerek biraz kendine geldi. Yine de kışı sıkıntılı geçirdi.
Sağlığı her geçen gün daha kötüye gidiyordu. 1934 yılına gelindiğinde yalnızca yazıyor ama beste yapamıyordu. Çok planlar yapıyor ama yazmaya niyetlendiğinde hepsi zihninden silinip gidiyordu. Bir süre dinlenince kendine geliyor ve yeni projeler yapmaya başlıyordu.
1937 sonbaharında sağlığı iyice bozuldu. 17 Aralık’ta bir kliniğe kaldırıldı. İki gün sonra, beynindeki bir ur olasılığı nedeniyle beyin ameliyatına alındı ama ur olmadığı anlaşıldı. Operasyondan sonra toparlanır gibi oldu ama hemen arkasından komaya girdi. Ravel, 28 Aralık 1937’de 62 yaşında yaşama veda etti.