Alternatifim Cafe

Tarih Boyunca ermenilerle İlişkilerimiz

Discussion started on Ermeni Sorunu

ERMENİ İDDİALARI

 

Küçük farklılıklar bir yana bırakıldığında Ermeni propaganda ve terör odaklarının Türkiye aleyhine ileri sürdükleri iddiaları başlıca dokuz noktada toplamak mümkündür;

1. Doğu Anadolu Ermeniler’in anayurdudur.

2. Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar ile başlayarak, Ermeni topraklarını zorla almış ve işgal etmişlerdir.

4. Türkler, Ermeniler’i 1890’lardan itibaren katletmeye girişmişlerdir.

5. Türkler, Ermeniler’i, 1915’te planlı ve sistemli bir soykırıma tabi tutmuşlardır.

6. Talat Paşa’nın soykırımı emreden gizli telgrafı vardır.

7. Hayatlarını kaybeden Ermeniler’in sayısı 1.500.000’dır.

8. Sevr Antlaşması hala geçerlidir.

9. Türkler, bu gün de Türkiye’deki Ermeniler’i baskı altında tutmaktadır.

 

SELÇUKLULAR’A KADAR ERMENİLER

 

Ermenistan ismi, coğrafi bir yöreyi belirtmek için çok eski devirlerden beri kullanıla gelmektedir.Ermeniler , tahminen M.Ö. 6.y.y.da Frigyalılar’ın bir akrabası olarak Balkanlar’a ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir.(Sason, Bitlis, Van, Muş, v.b Doğu Anadolu şehirleri)

Buraya geldikleri zaman kendilerine Hay veya Hayasdan adı veriliyordu.Komşu kavimler ise onların yaşadıkları bölgeye “yüksek yer” anlamına gele ARMİNA diyorlardı.Zamanla bu isme izafeten bu kavme de Ermeniler denmeye başladı.

Ermeniler’in ırki kökenleri hakkında kendi kaynakları dahi çelişkidedir.Ermeni dili ise, uzmanlara bakılırsa Asuri, İbrani, İrani, Med, Gürcü, Mingrel, Nairi, İskit, Grek, Arap, Türk, Moğol, Latin ve Rus dillerinin tesirinde kalmıştır. Ve bu dillerin karışımından oluşmuştur.

Tarih çizgisi içinde değerlendirildiğinde ise Ermeniler, M.Ö. 521’den 344’e kadar Pers Vilayeti’nin, 344’ten 215’e kadar Makedonya İmparatorluğu’nun , 215’ten 190’a kadar Selefkitler’in idaresinde yaşamışlar; Ermenistan’ın 190’dan M.S. 220’lere kadar Roma İmparatorluğu ile Partlar arasında sık sık yer değiştirmesinden sonra yine 220’lerden 5.y.y. başına kadar Sasaniler’in , 5.y.y.dan 7.y.y’a kadar Bizanslılar’ın, 7.y.y’dan başlayarak ise bu defa Araplar’ın egemenliğinde kalmışlardır.10.y.y’da yeniden Bizans Vilayetine bağlanmışlardır.Bu devletlerin himayesinde , hoşnutsuzluk çıkınca da hakim devletler tarafından çeşitli yerlere sürüldüler.Sasaniler, İran’ın içine;Araplar Suriye ve Arabistan’a; Bizanslılar da İç Anadolu ve Balkanlar’a sürdüler.

Ermeniler’in 10.y.y’da Arap- Bizans baskısından bunaldığı bu yıllarda bölgeye Oğuz Türkleri’nin gelmeye başladığını görüyoruz.Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve Orta Çağ Tarihi’nin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Çağrı Bey’in (990-1060) önderliğinde yaptığı Oğuzlar’ın, Orta Asya’dan Karahanlı ve Gazneli Türk Devletleri’nin arasında sıkışıp kalmaları üzerine kendilerine yeni yurtlar aramaya başlamıştı.1016 ve 1021 yıllarında 200 Türkmen atlısı ile Maveraünnehr’den ayrılan Çağrı Bey, Gazne Devleti’ni bir baştan bir başa geçerek Azerbaycan ve Doğu Anadolu’da keşiflerde bulunmuştur.Hatta bu keşif seferleri esnasında Vaspurakan ve Ani Ermeni Prenslikleri ile de sıcak temasa geçen Çağrı Bey, dönüşünde kardeşi Tuğrul Bey’e bölgenin zengin otlaklar ve yaylalarla dolu olduğunu , Oğuz halkını oralar götürüp yerleştirmenin zaruretini anlatmıştır.Çağrı Bey’e göre bölgede herkese yetecek kadar boş arazi bulunuyordu .

Esat Uras’ın incelediği Ermeni kaynaklarına göre Ermenistan denilen ülke , yüzyıllarca çeşitli devletlerin yönetiminde kalmış ve hemen her zaman büyük devletlerin çarpışma alanını teşkil etmiştir.Burası özellikle kuzeyden inen istilacıların geçit yolu üzerinde bulunmuş, muazzam akınların , güçlerin uğrağı olmuştur.Bu şartlar altında Ermenistan denilen bölgede daimi bir hükümet , bilhassa milli , birleşmiş, devamlı ve güçlü bir Ermeni varlığını kabul etmek imkanı yoktur.Ermeni tarihçilerinin Ermeni krallıkları olarak nitelendirdikleri Ermeni derebeylikleri aslında bir “süzeren”e bağlı ”vassal”lar olarak yaşamışlar, yabancı devletler arasında tampon bölgeler oluşturmuşlardır.Ermeni derebeyliklerinin bir çoğu da bölgeye hakim olan yabancı devletlerce kurdurulmuş, Ermeniler’i kendi saflarına çekmek ya da bir diğer güce karşı kullanmak isteyen devletler kendilerine yakın buldukları Ermeni ailelerini bu beyliklerin başına getirmişlerdir.Kilikya Krallığı’na gelince, bu örgütün özelliği incelendiğinde karşımıza Bizanslılar’a güneyde sınır bekçiliği yapan , kısa aralıklarla anarşi içinde bir süre yaşayabilmiş bir derebeyliğin çıkacağı görülecektir.

Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden önce Bizans, Hıristiyan toplulukları ağır vergiler altında iktisadi açıdan ezerken, ayrıca Ermeniler’i mezhep farklılıklarından dolayı askeri takibata uğratmış ve mezheplerini terke zorlamıştır.Halka yüklenen ağır vergiler ve bilhassa Doğu Hıristiyanlığını Ortodokslaştırma siyaseti , Gregoryan Ermenileri ile Bizans arasında yaşanan sorunun temelini oluşturur.Ayrıca Bizans’ın Selçuklu fethinden önce Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu bölgesini ilhak ettiğini biliyoruz.

Doğu Anadolu, Türk akınlarının başlamasından önce Bizans tarafından ilhak edilmiştir.Bölgede yaşayan Ermeniler’in önemli bir kısmı İç Anadolu Bölgesi’ne göçe zorlanmıştır.Yaşadıkları bölgeden ayrılmak zorunda kalan Ermeniler’in bir bölümü, daha sonra Çukurova bölgesine inmiştir.Böylece Ermeniler Doğu ve Güneydoğu, İç Anadolu ve Çukurova bölgeleri olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmışlar.

Tarihte Ermeniler’in Türk idaresine girişleri, onların yaşadıkları bölgelerin Bizans İmparatorluğu’nun elinden alınması şeklinde olmuştur.Bizans’ın zulmüne dayanamayan Ermeniler, Alparslan’ın Anadolu kapılarındaki ordusunu kendileri için bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır.Malazgirt Savaşı’nda Bizans ordusunda çok sayıda Ermeni bulunuyordu.Bizans , Ermeniler üzerindeki zulmü sebebiyle bunlardan emin olmadığı için Diyojen, taburların , Ermeniler’den gelebilecek aleyhte bir davranıştan korumak için özel tedbirler almak zorunda kalmıştı.Harp sırasında Ermeniler, Bizans ordusunu terk ederek “Türkler’e arkadaşça davrandılar”.Selçuklu Devleti de onlara bu davranışlarının mükafatı olarak huzurlu bir hayat temin etti.Selçuklu Sultanı Melikşah’ın çağdaşı Urfalı Ermeni Tarihçisi Matieus,Selçuklu Türkleri idaresindeki Ermenilerin huzurlu hayatını şöyle tasvir ediyor:”Melikşah’ın saltanatı Allah’ın lütfuna mahzar oldu.Hakimiyetindeki uzak ülkelere kadar yayıldı ve Ermeniler’e huzur verdi.Dünyanın hakimi Melikşah , sayısız askerlerden mürekkep ordusu ile Romalılar’ın memleketlerini fethe girişti.Kalbi Hıristiyanlığa şefkatle dolu idi.Geçtiği ülkelerin halkına bir baba gibi davrandı.Bir çok şehir ve vilayet kendi arzusu ile onun idaresine girdi.Bütün Ermeni ve Rum beldeleri onun kanunlarını tanıdı”

 

ERMENİLER NİÇİN TÜRK İDARESİNİ KABUL ETTİLER?

 

Ermeniler, Bizans zamanında olduğu gibi ağır vergiler altında ezilmemiş, siyasi maksatlarla ve haksız olarak sürgüne gönderilmemiş, dini yapılarına zarar verilmemiş; inançlarının gereklerini istedikleri gibi yerine getirebilmişlerdir.

Yüzyıllar boyunca Osmanlı idaresi altında yaşamış olan Ermeniler,bu süre içinde toplumun bir parçasını oluşturmuşlar , çeşitli devlet görevlerinde bulunmuşlardır.İçlerinden bir çoğu da ticaret, musiki,edebiyat, mimari vs. gibi alanlarda önemli işler başarmışlardır.Sosyal ve iktisadi hayatta kazanmış oldukları bu statü sayesinde, Türkler’le rahatça uyum sağlayarak , en nüfuzlu reaya konumuna sahip olmuşlardır. Öyle ki görev yaptığı yıllarda Ermeniler’in Osmanlı Devleti’ndeki durumunu gözlemleyen Alman Generali Moltke, onlar için şu değerlendirmeyi yapmıştır:”Bu Ermeniler’e hakikatte Hırıstiyan Türkler denilebilir. Rumlar’ın kendi benliklerini korumalarına rağmen ,Ermeniler Türk adetlerini ,hatta dilini benimsemişlerdir.Bir Ermeni kadınını sokakta bir Türk kadınından ayırmak mümkün değildir”.Bu konumları ile Ermeniler’in” Sadık Millet “ olarak vasıflandırıldıkları da bilinmektedir.

 

Ermeniler’in,bütün bu avantajları elde edebilmeleri ,Osmanlı Devleti’nin kendilerine sonsuz bir himaye ve lütuf göstermesi sayesinde olabilmiştir.Gerçekten de Osmanlı Devleti, kuruluş döneminden itibaren Ermenileri iyi niyetle himayesine almıştır.Onlar da Osmanlılar’a sığınmış , sadakatten ayrılmayacaklarına dair yemin etmiş bulunduklarından , diğerlerinden ayrı tutulmuşlardır.

 

OSMANLI İDARESİNDE ERMENİLER 

 

İlk Osmanlı padişahı Osman Bey, Ermeniler’in Bizans zulmünden korunmaları için Anadolu’da bir toplum olarak örgütlerine izin vermiş ve Batı Anadolu’daki ilk Ermeni dini merkezi Kütahya’da kurulmuştur.Bursa’nın alınarak başkent yapılması üzerine bu dini merkez Kütahya’dan Bursa’ya taşınmış ve Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra Bursa’daki dini lider Hovakim 1461’de yeni payitahta getirilmiş ve ferman-ı hümayunla burada bir Ermeni Patrikhanesi kurulmuştur.Osmanlı Devleti’ndeki “millet sistemi” içerisinde Ermeniler “Gregoryan Milleti” olarak örgütlenmişler ve dini liderlerinin yönetimine bırakılmışlardır.Doğu Anadolu kasaba ve köylerinde yaşayan Ermeniler, çiftçilikle uğraşırken, şehirdekiler de ticaret, sarraflık, kuyumculuk ve müteahhitlikle geçiniyorlardı.Osmanlı Ermeniler’i bilhassa Yunan isyanlarından sonra Saray’da, Hariciye’de Rumlar’a verilen görevler Ermeniler’e aktarılmaya başlamış; vali, müfettiş, elçi hatta nazır olarak tayin edilmişlerdir.

 

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA GAYR-I MÜSLİMLER

 

Türkler daha çok asker, çiftçi, kamu görevlisiyken Rumlar; denizci ve tüccardı.Ermeniler ise esnaf, zanaatkar, banker, tüccar ve simsardı. Osmanlılar’ın dış ticareti genellikle Ermeniler tarafından yürütülmekte idi.Bunun sonucunda Ermeniler çok zenginleşmişlerdir.Ayrıca azınlıkların askerlik hizmeti ile yükümlü olmamaları da onların ticari alanda başarı kazanmalarının en büyük nedenlerinden birisi idi.Ermeniler devletin bütün kademelerinde yer almışlardı:

             

Paşa  29
Bakan 22
Mebus  33
Büyükelçi  7
Diplomat 1
Üniversite öğretim üyesi  11
Yüksek rütbeli subay  41

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gayr-ı Müslimler, özellikle dini, eğitim ve aile hukukunu ilgilendiren doğum, evlenme, boşanma, vasiyet , miras gibi konularla ilgili meselelerini , kendi kurumlarının sitemi içinde çözebilmek ve düzenleyebilmek hakkına sahiptiler.Böyle olmakla beraber, bunların kendi kurumlarına başvuracakları pek çok konuda dahi Osmanlı hukuk mercii olan kadı mahkemelerini tercih ettikleri görülmektedir.Bu tercihin en önemli sebebi, şüphesiz kadı mahkemelerinin hem uygulamada hem de onlar nazarında daha güçlü ve muteber olmasıdır.Bunun yanında gayr-ı Müslim unsurlar, meselelerini en yüksek karar mercii olan Divan-ı Hümayun’a da götürebilmekte ve hatta bu konu ile ilgili Şeyhülislamdan fetva istem hakkına dahi sahiptiler.

 

ERMENİSTAN’IN İSTİKLALİ İÇİN YAPILAN İLK TEŞEBBÜSLER

   

Ermeni Devleti’nin yeniden kurulması ve istiklaline kavuşması için yapılan ilk teşebbüsün İsrel Ori adındaki Karabağlı bir Ermeni din adamı tarafından yapıldığını görmekteyiz.Türkler’in, 1683 yılında Viyana önlerinde bozguna uğraması bütün Hıristiyan aleminde olduğu gibi, Omsalı idaresinde yaşayan bazı Hıristiyan ileri gelenlerde de çeşitli ümit ve düşünceler uyandırmıştı.Bu gelişmeden etkilenen kişilerden biri de İsrel Ori idi. 1698-1711 yılları arasında Fransa, İngiltere, Almanya, ve Rusya’yı dolaşan ve Ermenistan’ı kurtarmak için bir Haçlı seferi düzenlemeye çalışan İsrel Ori , bu teşebbüsünde bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamıştı.Fakat, İsrel Ori’nin Rus Çar’ı Petro’ya (1683-1725) Kafkaslar ve bilhassa iki Hıristiyan topluluk olan Ermeniler ve Gürcüler hakkında verdiği bilgiler, Ruslar’ın dikkatini bu bölgeye çekmeye yetmişti.

ŞARK MESELESİ

“Şark Meselesi” , son iki yüz yıl dünyanın büyük devletlerini meşgul etmiş, “güç dengesi”nin tesisinde en mühim amillerden biri olmuş , entrikalara , kıskançlıklara ve pazarlıklara sebebiyet vermiştir.

 

Her Batılı devlet, “güç dengesi “politikasına titizlikle riayet ettiği gibi “Şark Meselesi”ni kendi menfaatine en uygun şekilde halletme yollarını aradı. Bütün Avrupa devletleri , özellikle Çarlık Rusyası , “Şark Meselesi” ile uğraşmayı dış politikasının esas unsuru haline getirmiştir.

 

“Şark Meselesi” belirgin hatlarıyla iki önemli safha geçirmiştir.

 

Bunlardan birincisi “1071-1683 yılları arasındaki “Şark Meselesi”dir. Bu tarihler arasında Avrupa savunmada ,Türkler taarruz halindedir. Bu birinci safhada Batı için “Şark Meselesi”;

 

*Türkleri Anadolu’ya sokmamak

*Türkleri Anadolu’da durdurmak.

*Türklerin Rumeli’ye geçişini önlemek.

*İstanbul’un Türkler tarafından fethini engellemek

*Türkler’in Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişine mani olmak v.b. politikalar uygulamaktı.

 

“Şark Meselesi”nin Batılılarca bu hedeflerine rağmen ,Türkler Anadolu’ya girmiş ,Balkanlar’ı tamamen zaptetmiş ve Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak 1683 tarihinde Türklerin Viyana önlerindeki yenilgisi “Şark Meselesi”nin birinci safhasını da sona erdirmiştir. Gene bu tarihte “Şark Meselesi”nin ikinci safhası başlamıştır. Bu safhada ,Türkler savunmada ,Avrupa ise taarruz halindedir.

 

“Şark Meselesi”ne ikinci aşamada , özellikle 19.y.y.ın ikinci yarısından itibaren emperyalist zihniyet ilave edilmiştir. Ancak,Hıristiyan Batı, hem Haçlı zihniyetini hem de emperyalist zihniyetini gölgeleyebilmek için kendisinin daima hümanist zihniyetle hareket ettiğini propaganda yoluyla dünya kamu oyuna telkin etmeye çalışmıştır.

 

1920 yıllarına kadar devam eden bu safhada “Şark Meselesi”nin gelişmesi şu şekilde gerçekleşecektir.

 

*Balkanlar’daki Hıristiyan milletlerin Osmanlı hakimiyetinden kurtarılmaları .Bunun için Hıristiyan toplumları isyan teşvik ederek evvela onların muhtariyetini , sonra istiklallerini temin etmek.

Birinci maddede belirtilen hususlar gerçekleşmezse;

Hıristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Bab-ı Ali nezdinde müdahalelerde bulunmak.

*Türkleri Balkanlar’dan tamamen atmak.

*İstanbul’u Türkler’in elinden geri almak.

*Osmanlı Devleti’nin Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan azınlıklar lehine reformlar yaptırmak,muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa istiklallerine kavuşturmak.

*Osmanlı hakimiyetinde bulunan Kuzey Afrika’yı koloniyalist maksatlarla işgal ve ilhak etmek. Bunun için koloniyalist ve emperyalist devletlerin kendi aralarında anlaşmaları yeterli görülüyordu.

*Türk olmayan Müslüman toplumları , özellikle Araplar’ı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmak ve onları devletten koparmak. Bu hedefe varmak için ,Arap milliyetçiliğinin tahrik edilerek canlandırılması kafi görülmüştür .Bu hususta emperyalist gayeler ön planda tutulmuştur.

*Anadolu’yu paylaşmak ,Türkleri Anadolu’dan çıkarmak.

 

Büyük devletler daha 1878 Berlin Antlaşması ile Balkanlar’dan Türkler’i attıklarına veya atmak üzere olduklarına inandıkları için “Şark Meselesi”ni Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarına kaydırmayı başardılar. Nitekim; Berlin Antlaşması’na koydukları 61. Madde ile Anadolu’da Ermeniler lehinde reformlar yapılmasını Bab-ı Ali’ye kabul ettirmişlerdir. Bu durum, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti kurmak anlamına geliyordu.

RUS POLİTİKASI 

Bulgarlar’ı himayesine alıp Ege Denizi’ne açılmak isteyen Çar, Doğu Anadolu’yu “Anadolu” ismini kullanmadan Kuzey Ermenistan diye niteleyerek bu bölgede de tarihi emellerinin hangi noktaya vardığını ortaya koymaktadır.Aslında Irak’a ve Basra Körfezi’ne kadar inebilmek için kendisine gerekli olan tampon devlet Ermeniler’den oluşacaktı.Bu devlet Rusya’nın himayesine girdikten sonra, kendisini aynen İngiltere’nin Yunanistan’ı paravan ve maşa yapması gibi Ermeniler’i kullanarak Anadolu’yu Türkler’den temizleyecek, aynı zamanda da petrol bölgelerine İngilizler’den evvel varacaktı.

MİSYONERLİK

Osmanlı’da misyon faaliyetleri münferit kiliseler, hastaneler ve halkın içine herhangi bir yolla girmiş Müslüman kılıklı papazlar vasıtasıyla yapılamaktaydı.

İngilizler, Müslüman memleketlerde Hıristiyan kültürünü yaymak için hususi suretle yetiştirilmiş elemanlar hazırlamaya başlamıştır.Bu müesseselerde yetişmiş bir İngiliz misyonerinin anlattıklarını takip etmekle oldukça vazıh bir fikir elde edebiliriz.”Misyonerler çocuk iken hizmete alınır, yapacakları vazifeye göre ilmen, ahlaken ve fikren yetiştirilirler.Şöyle ki, İngiliz misyoner cemiyeti her sene bütün orta mektep talebesinin zekilerinden otuz kırkını seçerek himayesine alır, onları kabiliyetlerine göre üçer-beşer ayırarak muhtelif memleketlerde yetiştirir.Bu çocuklar o memlekette sefaret veya konsolosluklara tevdi edilir.Bu şekilde bir arkadaşı ile beraber İstanbul’daki İngiliz sefaretine verilen misyoner namzedi, sefir vasıtasıyla bir Müslüman ismi altında bir Müslüman ailesine evlatlık olarak yerleştirilir ve mahalle mektebinden başlayarak medrese tahsiline kadar tam bir Müslüman çocuğu halinde yetişmiştir.Sonraları bir Ermeni’den Fransızca dersi alarak Bab-ı Ali Terceme Kalemi’ne girmiş ve orada baş halifeliğe kadar yükselmiştir.Nihayet Protestan cemiyetinden program ve talimat hazırlamak vasıtasıyla İngiltere’ye çağırılır ve başındaki sarığı atıp bir şapka geçirerek memleketi terk eder.”

 

Hıristiyan kültürünün yayılmasında en çok üzerinde durulan müesseselerden biri de hastanelerdir.Bilhassa büyük harpte, harbin getirdiği sefalet ve hastalıklara duçar kalan halk üzerinde bu hastanelerin büyük tesiri olmuştur.Türk Misyonlarına Yardım Cemiyeti’nin neşrettiği elli senelik kitapta hastanelerin rolü şu tarzda belirtilmektedir.

 

“Tıbbi misyonlar İncil öğretiminin öncüleridir.Bunlar başka bir envanjelin ağacı dikilmesi imkansız olan yerlerde fidan yetiştirebilirler.Doktor, diğer misyonerlerle ne bir münasebeti olan , ne de bu münasebeti isteyen bir çok insanı doğrudan doğruya kabul edebilir.Bir hekim nerede olursa olsun bir dispanser açtığı zaman , şifa verici mahareti yüzünden kendisine başvuranlarla kuşatılır.Bu yobaz bir İslam mollası veya bir fakir onun elini öpecek ; kör –topal , mefluç insanların , can çekişen ana babaların İsa’ya hazin yakarışlarını andıran bir sesle ona yalvaracaklardır.”

 

Bütün bunların yanı başında laik kültür müesseseleri olan kolejlerdeki tedrisat ve idarede aynı propaganda faaliyeti görülmektedir.Bunun en bariz misalini Bursa Amerikan Koleji vermektedir.Talebe arasında bilhassa fakir olanların ücretlerinde indirim yapılarak veya kendilerine mektep dahilinde ücretli bir iş verilerek müesseseye minnettar bırakılmakta, daha sonra yapılan yardımın Hz.İsa’nın lütfu olduğu söylenerek dini ve ahlaki telkin yapılmaktadır.Bu çocukların çoğu da henüz rüştünü etmemiş olanlardı.

18.y.y’ın sonlarına doğru bağımsızlığını kazanan Amerika Devleti’nin istikbali ticaretteydi.Amerikan ticareti Batlık, Lovant (Orta Doğu) ve Uzakdoğu olmak üzere üç yönde gelişebilirdi.Ancak bu gelişme yollarının üzerinde bazı engeller, denizcilerin diliyle mayınlar bulunmaktaydı.Bu mayınlardan kurtulmak için Amerika’nın donanmaya ihtiyacı vardı.Aslında donanma işin “yüzü sert ve soğuk” yanıydı.Bir de ”yüzü sıcak” sempatik ve insancıl olan bir mekanizmaya ihtiyaç vardı.Zira Akdeniz’de dolaştırılacak bir firkateynin yıllık masrafı 80.000 dolarken bir misyoner ailenin yıllık gideri 1000 doları dahi bulmuyordu.

1797’de, 1804’te , 1811’de Amerika Osmanlı Devleti’ni ticari potansiyel olarak görürken , 1819’dan itibaren Amerika’nın Türkiye’ye bakış açısı değişmiş, ticaretle girdikleri Osmanlı Türkiyesi'ndeki durumun müsaitliğini kavrayıp misyoner faaliyetlerini yürütebilecekleri bir dönemi başlatmışlardır.

Amerika’nın dışa yönelik misyoner örgütü “American Board” adlı misyoner örgütünün 1810 yılında Boston’da kurulması ve bu örgütün 1819 yılında Türkiye’yi programına alması, 1820’lerden itibaren de ilk misyonerlerini Anadolu’ya göndermesi, bunun yanında Amerikan Protestan Kilisesi’nin hedef kitle olarak Türkiye Ermenileri’ni seçmesi ve bu yönde Anadolu’da Ermeniler üzerinde faaliyet göstermesi ve Amerika’da siyasi Ermeni hareketinin de filizlenmesini gerçekleştirmiştir.

American Misyoner Örgütü’nün sekreteri Judson Smith , yukarıdaki rakamların bir bölümünü sıraladıktan sonra:”Bütün bu asil hizmetlerimiz, Ermeni milletini bize karşı sonsuz sevgi ve şükran duygularına gark etti ve Ermeniler’in yüreklerini çelik bir çengelle misyonerlere bağladı.Artık Ermeni milleti , bu koruyucularının ve velinimetlerinin elinde bir balmumu parçası gibidir.”

Amerika’nın en güçlü misyoner örgütü American Board 1819’da Hırıtiyanlığın çıkış noktası olan Orta Doğu’yu programına aldı.Çünkü onlarca Protestan misyoner örgütün ortak noktalarında Orta Doğu- özellikle de Anadolu ve Rumeli- Amerika’nın en büyük misyoner örgütü olan American Board’da ihale edilmişti ve örgütün yirmisini yeni tamamlamış, belki de bıyıkları bile terlememiş iki genç temsilci Pliny Fisk ve Levi Parsons, şubat 1819’da Amerikalı gemici Yankeler’in alkışları arasında İzmir rıhtımından Osmanlı topraklarına ayak basıyorlardı.Andover Misyonerlik Koleji’nde bu vazife için yıllarca eğitilen bu iki öncü misyonerin yapacakları ilk iş ellerine verilen talimatta da açıkça belirtildiği gibi misyonerlik için yeni alanlar, yeni tarlalar tesbit etmek, bir ön çalışma ile bölgedeki halkın dini, siyasi, sosyal , ekonomik ve ahlaki durumlarının bu faaliyete müsait olup olmadığını Boston’a American Board’ın merkezine rapor etmekti.Onlara iki hedef gösterilmişti:Müslümanlar ve Yahudiler!.Ancak bu hedefin arkasında görünmeyen bir büyük hedef daha vardı.Levi Parsons, Şubat 1819’da İzmir rıhtımından karaya ayak basar basmaz Boston’daki merkezine yazdığı ilk raporunda bunu gayet açık ifade ediyordu:”İzmir’e geldikten sonra içimde güçlü günah İmparatorluğu’nu ( Osmanlı’yı) yıkmak için var olan duygular bir kat daha arttı”.

 

Kolay çalışma açısında Anadolu çeşitli misyonlara bölünmüştü:Bunlar Ermeni misyonu (Özellikle Doğu Anadolu başta olmak üzere Ermeniler’in yaşadığı her yer), Bulgar misyonu ( Bulgaristan’da), Asur misyonu (Diyarbakır ve çevresinde Kürtlere yönelik olarak), Nasturi misyonu (Doğu Anadolu Hakkari çevresinde), Suriye misyonu(Şam ve çevresinde)şeklinde örgütlenmişlerdir.

 

Anadolu’ya gelen misyonerlerin ilk tespiti şu olmuştur:Dinlerinin batıl olduğuna inandıkları Yahudileri de, “dinsiz ve heretik(sapık)” olarak suçladıkları Müslümanları da Hıristiyanlaştırmak mümkün değildi.Çünkü Yahudiler, adil Osmanlı devlet düzeninde bütün ibadet ve geleneklerini korumuşlar, dahası azınlık psikolojisi ile günden güne daha çok birbirlerine kenetlenmişlerdi.Müslümanlara gelince onları Hıristiyanlaştırmanın önündeki engel daha da güçlü idi.Onun için yeni hedefler, yeni kitleler, yeni politikalar bulmak gerekiyordu.Bunda da fazla gecikmeyeceklerdi.Çünkü eski Doğu kiliselerine mensup milyonlarca Hıristiyan , Rum, Ermeni, Arap, Nesturi, Bulgar v.b. onları bekliyordu.Bu misyonerlik tarihinin belki en önemli fırsatlarından biri idi.Her bir topluluk Orta Doğu’nun kapısını misyonerlere açacak birer anahtar rolü oynayabilirdi.Hemen çalışmalar bu yöne kaydırıldı.Bu çalışmalarda Ermeniler’e özel bir önemin verildiği görülmektedir.

Amerikalı misyonerler Osmanlı ülkesinde ilk kalıcı merkezi 1831’de İstanbul’da Ermeniler’e yönelik faaliyette bulunmak üzere açarken , ilk Amerikan Misyoner Okulu da 1834’te İstanbul Beyoğlu’nda Ermeni çocuklar için açıldı.Bu sebeple de misyonerlere ilk tepki İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’nden geldi.İngilizlerin de desteği ile misyonerler İstanbul’dan sonra İzmir, Antep, Merzifon ve Maraş’ta Ermeniler’e yönelik eğitim müesseseleri kuracaklar, hatta Harput’ta kurdukları koleje “Ermeni Koleji” adını vermekten bile çekinmeyeceklerdir.Ancak Müslüman Türk halkının tepkisi ve II.Abdülhamit’in basireti sebebi ile bu ad “Fırat Koleji” olarak değiştirmek zorunda kalacaklardır.

American Misyoner Örgütü Boston Merkez sekreteri Judson Smith, 1893 yılında, “Hamdolsun, Çanakkale ve Akdeniz kıyılarından Rus sınırına ve Karadeniz’den Suriye sınırına kadar , Türkiye’nin hemen hemen bütün kent ve köylerine erişebildik” diyordu.Gerçekten erişmişler, her Ermeni köyüne ulaşmışlar, hatta her Ermeni evinin içine girmişlerdi.

Gerçekten de American Board Misyoner Örgütü , “Türkiye’de o kadar muazzam çalışmıştı ki, 1893 yılına kadar Türkiye’de 1317 misyoner görev yapmaktaydı ve 1893 yılına kadar Türkiye’de 3 milyon İncil ve yaklaşık 4 milyon da değişik kitaplar dağıtılmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Protestan misyonerlerin gayretlerine hedef olan Ermeniler’in dini, kültürel ve sağlık konularına eğilmişler, bu toplumu kendi kiliselerine çekebilmek için görkemli tapınaklar , okullar vb hastaneler açmışlardır.Misyonerlerin Ermeni komitecilerine maaş da bağladıkları kaydedilmektedir.Protelizasyon faaliyetlerinde başarılı olabilmek gerekli maddi yardımları da anavatandan temin edebilmeye bağlıydı.İngiltere, dış politika amaçları doğrultusunda davrandıkları sürece misyonerlerin bu çabalarına katkıda bulunacaktır.İlginç olan Amerikan misyonerlerinin de –Protestan mahmiler yarattığı ölçüde- adeta İngiltere’nin hesabına çalışmalarıdır.Misyonerler uğraşlarının zor ve kutsallığı derecesinde ödüllendirilebileceklerini bildikleri için Osmanlı İmparatorluğu idarecilerini canavarlaştırıp, gayr-ı Müslim azınlıkları mazlumlaştırmaktan kaçınmadılar.Düzmece hikayelerle batı kamuoyunun merhamet hislerine hitap ederek Batı’dan önce maddi yardım , daha sonra ise diplomatik destek elde ettiler.Fakat bu arada Batı efkarı misyonerlerin ifadelerini tereddütsüz kabullendiği için kilisenin himayesi altında Türk düşmanlığı doğdu.Bab-ı Ali, Ermeniler arasında zararlı propaganda yapan misyonerleri Türkiye’den ihraç etmeye kalkınca Büyük Güçlerin protestosu ile karşılaşıyor ve sonuçta bu faaliyetlere engel olamıyordu.Gerek Patrikhaneye bağlı cemaat okullarında ve gerek misyonerlerin açmış olduğu kolejlerde Ermeni gençleri Fransız Devrimi’nin milliyet ilkeleri ile tanıştılar.Aynı sınıflarda kendilerine Ermenistan coğrafyası, yüceleştirilmiş edebiyatı ve efsaneleştirilmiş tarihleri öğretildi.Kısaca gençler milli bilinçlerini bu kurumlarda kazandılar.Yine bu okullarda okutulan ders kitaplarının içeriği bize Ermeni gençlerinin nasıl Türk düşmanlığı ile doldurulduğunu göstermektedir.Öğrencilere verilen defterlerde mutlaka Ermenistan haritası,Ermenistan timsali ve arması bulunuyordu.Ders dışında ise onlara şiirler okutularak, piyesler verdirilerek Ermenistan için ayaklanmaktan başka çarenin kalmadığı teması işleniyordu.

 

Mekteplerdeki eğitim ve öğretimin yanı başında beden terbiyesi ve izcilik gibi faaliyetler de gençleri bu kültür dairesine almakta birer vasıta olarak kullanılıyordu.

 

Kısıtlı siyasal fakat giderek yoğunlaşan iktisadi ilişkilerin ötesinde A.B.D.’nin Orta Doğu’ya ve özellikle Osmanlı Devleti’ne bağlayan en önemli etken , Amerikan Misyoner teşkilatının bu ülkedeki 19.y.y.ın ilk yarısından beri okul,hastane ve dinsel kurumlar ağıydı.American Board, Orta Doğu’da inançlarını yayma çabalarına araç olarak kiliseyi değil de okulları kullanmayı yeğlemişti.Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeki en etkin iki Amerikan kurumu Robert Koleji (İstanbul) ve Suriye Protestan Koleji (Beyrut)idi.Robert Kolej,Rothschilds ailesinin Fransa branşına mensup New Yorklu tüccar Christipher Rinlender Robert’in maddi katkısıyla 1863’te kurulmuştur.Robert,Sultan Mehmet İstanbul’u nasıl Rumeli Hisarını yaptırarak fethetti ise, kendisinin de oradan aynı şehri -bu kez kültürel açıdan- olacağını düşünerek okulun Bebek sırtlarında yapılmasında ısrar etmişti.1866’da kurulan Suriye Protestan Koleji’nin tüzüğünde ise “Bu kolejin misyonerlik değeri üzerinde olması ve her profesörün de Hıristiyan bir misyoner olmasında ısrar ediyoruz” deniyordu.Misyonerlerin Orta Doğu Kiliselerini ıslah etmeleri mümkün değildi.Bunun için mevcut Hıristiyan mezheplerinden taraftar bulmak yoluna giderek Türkiye’ye Amerikan Protestanlığını yerleştirmeye çalıştılar.Çabaların ilk etabındaki hedefleri Gregoryan Ermenileri olmuştur.

ERMENİ AYRILIKÇILIĞININ ÖRGÜTLENMESİ:KOMİTELER VE MÜCADELE YÖNTEMLERİ

Müstakil bir Ermenistan kurulabilmesine yönelik gelişmelerden birinci safhası tamamlanmış, Osmanlı Ermeni cemaatinde milliyetçi hisler filizlendirilmişti.Şimdi sıra amaçların gerçekleştirilmesine gelmişti.Bu nedenle hepsinin amacı Ermenistan bağımsızlığı olmak üzere ilkin Türkiye’de , daha sonra ise yurt dışında çeşitli cemiyetler kurulmaya başladı.Önceleri esas niyetlerini saklayarak hayır dernekleri görünümü veren bu cemiyetlerin en önemlileri Hınçak ve Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği’dir(Taşnaksutyun).Hınçak Komitesi , Kafkasyalı Ermeniler’den Avadis Nazarbek ile sonradan kendisiyle evlendiği Maro adındaki kadın ve arkadaşları Kafkasyalı öğrenciler tarafından 1871’de İsviçre’de Marksist prensipler doğrultusunda kurulmuştur.Bu örgütün başında ve üyeleri arasında bir çok Rus Ermenisi bulunuyordu.Komite merkezi sonradan Londra’ya aktarılmıştır.Gayesinin “Türkiye Ermenistanı’nı kurtarmak” olduğunu ifade eden Hınçak Komitesi siyasi programının 4.kısmı bunun için hangi yöntemler başvurulacağını bize açıklamaktadır:

“Yakın amaca varmanın tek çaresi, ihtilal yani zor şartlar kullanarak Türkiye Ermenistanı’ndaki şekli alt üst etmek, değiştirmek, halka genel isyan yoluyla , Türk Hükümetine karşı savaş açtırmaktır.

Bu faaliyetlerin vasıtaları:

1.Propoganda:Basın, kitap söz vasıtasıyla millet arasında, bütün çevrelerde ve özellikle en başta halkın işçi kısmı içinde Hınçak ihtilal fikirlerini yaymak, onların arasında ihtilal teşkilatı kurmak, isyan alayları düzenlemektir.

2.Terör:Türk idarecilerine, hafiyelere, gammazlar, hainlere, ihanet edenlere karşı ceza olarak tedhiş (terör) uygulamak.Terör ihtilal örgütünün savunması için bir vasıta ve silah olmalıdır.

3.Akıncı alayları teşkilatı:Hükümet askerlerine karşı koymak için daima hazır savaşçı bir kuvvettir.Genel isyan sıralarında bu alaylar öncü alayları görevini yapabilirler.

4.Genel ihtilal teşkilatı; hepsi birbirleriyle tam bir birlik teşkil edecek surette bağlı olan, düzenli bir bütünlük gösteren , genel ve ortak bir yönde yürüyen ve aynı taktiği takip eden ve bir merkezi heyet tarafından sevk ve idare edilen çok sayıda düzenli gruplardan oluşmuştur.Türkiye Ermenistanı’nda teşkilatın bütün bölümlerinin kuvvet ve yetkileri, Hınçak Komitesi’nin teşkilat ve faaliyetini gösteren özel bir tüzükle tespit edilmiştir.

5.İsyan alayları teşkilatı

6.Herhangi bir devlet tarafından Türkiye’ye karşı savaş açılması, genel isyan, yakın amacın gerçekleşmesi için en elverişli zaman sayılmalıdır.”

Taşnaksutyun Komitesi, Balkanlılar’ı taklit eden Ermeni milliyetçilerinin kurdukları çetelerin 1890’da Kafkasya, Tiflis’te Krisdapor Mikaelyan ve arkadaşlarının gayretiyle birleşmesinden ortaya çıkmıştır.Rusya’nın himayesinde bir Ermenistan fikrini güden Hınçaklar’a nazaran Taşnaklarına asıl amacı –hiç olmazsa kuruluş yıllarında- bağımsızlıktı.Bunu Rus taraftarı Ermeniler istemiyorlardı.Osmanlı Ermenistanı’na bağımsızlık, Ruslar’a Akdeniz yolunu kapatmak demek olacaktı.Taşnaksutyun Trabzon, İstanbul ve Van’da merkezler kurarak ilk defa Türkiye’de örgütlenmeye başladı.İlk toplantısını 1892 sonbaharında Tiflis’te yapan Taşnaksutyun’un kabul edilen teşkilat nizamnamesine göre , örgüt faaliyetlerinin kapsadığı alanlar , bölgeler bakımından doğu ve batı olmak üzere iki büroya ayrılmıştı.Faaliyetlerini özellikle propaganda üzerinde yoğunlaştıran Batı bürosu ilkin Paris’te daha sonra Londra, Berlin, Leipzig, Cenevre, Roma ve Milano’da örgütlenerek gerek Avrupa kamuoyu ve gerek karar vericileri üzerinde etkili olmaya başladı.Doğu bürosu ise Osmanlı Devleti’ndeki tedhiş ve isyan hareketlerini planlamak ve uygulamakla yükümlüydü.Demek ki, amaçları açısından aradaki farka rağmen Hınçaklar da Taşnaklar gibi hareket yöntemi olarak terörü benimsemişlerdir.Bunların dışında Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti (1880), Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halaskar Cemiyeti (1872), Karahaç Cemiyeti v.b.leri de Ermeniler tarafından kurulmuştur.

Komitelerin Osmanlılar’la mücadele yöntemi olarak terörü benimsemeleri tesadüfi bir karar sonucu alınmamıştır.Maddi unsurlardan yoksun bir milliyetçilik akımının emellerini gerçekleştirebilmek için en radikal çözümleri yeğlemesi adeta konjektürel bir zorunluluktu.Ermeniler’in kurtarmayı amaçladıkları Ermenistan’ın Bulgaristan ve Yunanistan gibi tabii hudutlarla çevrili , birleşik bir halk kütlesiyle tarif ve sınırlanmış bir vatan olmadığını tekrarlamakta fayda vardır.Ermeniler, asıl Ermenistan denilen yerlerde genel nüfusun %87’sini oluşturan Müslüman denizinin içinde küçük adacıklar olarak yaşıyorlardı.Bırakınız Osmanlı Devleti’ni, tüm dünyada yaşayan Ermeniler buraya göç ettirildiği halde bile Ermeniler’in Doğu Anadolu’da nüfus yoğunluğuna sahip olmaları mümkün değildi.İşte bu kuşkudan hareketle Ermeni Komiteleri tedhişi iki açıdan gerekli gördüler.İlkin bireysel tedhiş eylemleri ve toplu katliamlar, Ermenistan’da ikamet eden Müslümanları kaçırtabilecek en etkili yoldu.Aynı Rumeli’den göçlerde olduğu gibi evlerini, Osmanlı Devleti can güvenliklerini sağlayamadığı takdirde bırakacaklar; göçe zorlanmayanlar ise giderek komitacılar tarafından soykırıma tabi tutulacak ve yöre bir süre sonra tamamıyla Ermeniler’e kalacaktı.İkinci olarak ise Ermeni komiteciler , davalarını yalnız başlarına kazanamayacaklarını biliyorlardı.Dış güçlerin müdahalesi ve onayı olmaksızın uluslar arası siyasal sistemde önemli değişiklikler yapılması mümkün değildi.Komiteler, dünya siyasetine hakim güçlerin bu konuya eğilmelerinin ancak “tedhiş” yoluyla sağlanabileceğini düşünüyorlardı.Şöyle ki, Doğu Anadolu’da isyanlar çıkartılarak, yöre halkı yeterince tahrik edilebilir ve Müslümanlar “misilleme” saiki ile Ermeniler üzerine yürürlerse , bölgede iç harp çıkması işten bile değildir.Hıristiyan ve Müslüman teba arasında çıkan karşılıklı çarpışmaları durdurmaya çalışan Osmanlı güvenlik güçlerinin aldığı her tedbir , komitelerin Batı’daki propaganda bürolarınca “katliam” şeklinde kamuoyuna yansıtılacak ve devletler sözüm ona bu “kan dökümüne” son vermeğe davet edilecektir.Konuya eğilme gereğini duyan Büyük Güçler, benzeri hadiselerin ileride tekrar edilmemesi için Osmanlı Devleti’nden Ermeniler lehine bazı yeni düzenlemeler yapmasını isteyeceklerdir.Islahat yolunda atılan her adım, Ermeniler’i giderek muhtariyete yaklaştıracaktır.Kısaca ifade edilecek olursa, Batı müdahalesi Doğu Anadolu’nun “Ermenileştirilmesi” için vazgeçilmez bir şart, terör ise o günkü şartlarda bu müdahaleye yol açacak kapının yegane anahtarıydı.

Osmanlı Devleti’nde Ermeni Sorunu’nun ikinci safhasına yol açan isyanlardan ilki 1890’da Erzurum’da patlak verdi. Bunu yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı Gösterisi, 1892-1893’de Kayseri, Yozgat , Çorum ve Merzifon Olayları, 1894’te Sasun İsyanı, 1895’te Bab-ı Ali Gösterisi ve Zeytun İsyanı, 1896’da Van İsyanı ve Osmanlı Bankası’nın İşgali, 1903’te II.Sasun İsyanı, 1905’te Padişah II.Abdülhamit’e Suikast Teşebbüsü, 1909’da Adana İsyanı takip etmiştir.

Osmanlı kaynakları bu ayaklanmalar sırasında Patrikhane’nin komitecilere yataklık ettiğine değinmektedir.Bilhassa seçilmiş genç Papazları komitecilerden ayırmanın güçlüğü de belirtilmektedir.Ayaklanmalar üzerinde İngiliz ve Rus konsoloslarının rolü üzerinde durulmalıdır.Osmanlı güçleri komitecileri yakaladıklarında konsoloslar Bab-ı Ali’ye başvurarak, bu Ermeniler’in kendi vatandaşları olduğu için mahkemelerinin ve müteakip cezalarının –suçlu bulundukları takdirde- konsolosluklarda yapılmasının kapitülasyonlarca mahfuz yasal hakları olduğunu ifade etmektedirler.Kayıtla bize bu yargılamanın adaletin tecellisine yardımcı olmayarak, komitecilerin, konsolosların himayesinde yurt dışlına kaçırıldığını ve burada hüviyet değiştirerek olay çıkartmak için yeniden Osmanlı Türkiyesi’ne sokulduğunu göstermektedir.

Ermeni Sorunu’nda üçüncü safha Büyük Güçler’in Bab-ı Ali nezdinde müdahalesinin sağlanmasıydı.

AVRUPA HİMAYESİ   

Rusya, Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra (1774) Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan tebasının “koruyucusu” rolüne soyunmuştu.Özellikle Ortodokslar konusunda Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışıyor, İstanbul Hükümeti’ne sürekli baskı yapıyordu.Rusya’nın bu politikası yüzünden 1853’te Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Kırım Savaşı patlak verdi.İngiltere ve Fransa da bu savaşta Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldılar.Kırım Savaşı sonunda , Şubat 1856’da Islahat Fermanı yayınlandı ve Padişah tebası arasında hiçbir din ve ırk ayrımı yapmayacağını ilan etti.

Bu madde Rusya’nın Hıristiyan azınlıklar adına Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmasını önlemek amacıyla Paris Antlaşması’na konmuştu.Hesapça, Rusya artık Osmanlı’nı içişlerine karışmayacaktı.Osmanlı devlet adamlarının beklentisi buydu.

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.Paris Antlaşması’nı imzalayan Avrupa devletleri, özellikle İngiltere tam bir ikiyüzlülükle bu antlaşmayı tam tersine yorumladılar.O güne kadar yalnız Rusya, Osmanlı Hıristiyanlarının koruyuculuğunu üstleniyordu, ondan sonra ise antlaşmayı imzalayan altı Avrupa Devleti bu koruyuculuğu ortaklaşa üstlenmeye başladılar.İngiltere Dışişleri Bakanı Lord J.Russel bu konuda şunları yazıyordu:

“Paris Antlaşması hükümleri, Osmanlı Hıristiyanları üzerindeki Rusya’nın tekelci koruyuculuğunu , daha geniş kapsamlı bir yükümlülüğe dönüştürmüştür.Paris Antlaşması Bab-ı Ali’nin Hıristiyan teba üzerinde bir tek devletin koruyuculuğu yerine beş devletin ortak koruyuculuğunu geliştirmeyi öngörmüştür.”Kısacası İngiliz Bakanı, “80 yıldır yalnız Rusya Osmanlı Hıristiyanlarının koruyucusu rolündeydi, şimdi biz de aynı role soyunuyoruz” diyordu.

Islahat Fermanı döneminde, Müslüman ve Hıristiyan Osmanlı tebası arasındaki denge Hıristiyanlar lehine döndü.Ermeniler, Islahat Fermanından ve yabancı himayesinden faydalanmayı bildiler.

İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Palgrave, 1896 yılında Londra’ya şunları rapor ediyor:

“Bu günkü durumda (1868’de), muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve ancak Müslüman halkın omuzlarındadır.Gerçi Hıristiyanlar hazineye küçük ve önemsiz bir askerlik bedeli ödemektedirler.Ama bu onların askere gitmemekle elde ettikleri avantajlara oranla bir hiçtir.Askerli bedeli adamakıllı yüklü olsa bile , yine de Müslüman tebanın zavallı omuzlarındaki yükün altında düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez”

Konsolos Palgrave şöyle devam ediyor:

“Müslüman halk, sorumsuz merkezi İstanbul Hükümeti’nde kesinkes temsil edilmiyor.Padişahın Müslüman tebasının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimse yoktur.Buna karşılık Hıristiyanlar, İmparatorluğun her tarafına yayılmış bütün yabancı konsolosluklara, kimi de İstanbul’daki elçiliklere başvurup haklarını arayabiliyorlar.Hıristiyanların dertleri can kulağıyla dinleniyor.Üstelik hiçbir şikayetleri olmadığı zaman da onlar adına hayali şikayetler uyduruluyor.

Osmanlı Hıristiyanları, genellikle Türkler’den daha iyi durumdaydılar.Bir değil altı Avrupa Devleti’nin ve Amerika’nın koruyucu kanadı altındaydılar.Tanzimat’tan beri Müslümanlar beş yıl mecburi askerlik yapıyorlardı ve savaş zamanında bu süre daha da uzuyordu.Hıristiyan teba ise askerlik yapmıyor, para yapıyordu.

“Osmanlı Devleti, kendi ağır yükünün tümünü yalnız Müslüman’ın omzuna yüklemişti.Tek omuza yüklenmektir bu.Yük Müslüman ve Hıristiyan tebanın omuzlarına eşitçe bölüştürülmezse bu İmparatorluk sittin sene belin doğrultamaz”

Osmanlı Ermenisi, köyde ağa, kasabada eşraf, şehirde zengin işadamı olmuştu.Başkentte Paşa olmuştu.artık.

Erzurum’daki İngiliz Konsolosu Taylor, 19 Mart 1869 tarihli raporunda şunları yazıyor.

“Bu yörenin her köşesinde Ermeniler, Türk hükümetinden acı acı yakınıyorlar.Aynı zamanda hiç sakınmadan Rusya’yı övüp göklere çıkarıyorlar.Ermeniler’in bu tutumu kiliselerinin düşmanlık öğretilerinden ileri geliyor.Erzurum’daki varlıklı Ermeniler, Türk tebası oldukları halde Rus pasaportu almışlardı.Gizli gizli yürütülen Rus pasaport ticareti bu yörede pek yaygındır”

boşuna dememiş atalarımız:”Hacı sandığımızın haçı koltuğundan çıktı”.Padişahın “Sadık tebası” sanılan Osmanlı Ermenileri meğer cebinde Rus pasaportu taşıyormuş.El altından yürütülen Rus pasaportu ticareti Doğu Anadolu’da almış yürümüş.Dışı Osmanlı, içi Rus bir yılığın insan türemiş ve bu “Ruslar” her kasabamıza sızmış.

OSMANLI RUS SAVAŞI 

1875’te Bosna-Hersek, arkasından Bulgar ayaklanmaları patlak verdi.Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Balkan Hıristiyanları Avrupa’da büyük sempati topladı.Rus ve Avrupa gazetelerinin zembereği boşandı.Osmanlı yönetimi yerin dibine batırılıyor, ayaklanan Osmanlı Hıristiyanları ise alkışlanıyor, yüceltiliyordu.Devlete sadık kalan Osmanlı Ermeniler’i Balkan Hıristiyanlarına özenmeye başladılar.

Tersane Konferansı arefesinde İstanbul Ermeni Patriği Nesre, İngiliz Büyükelçisine çıktı.”Cemaatim pek heyecanlıdır” dedi. ve “Avrupa Devletlerinin sempatisinin kazanmak için ayaklanma çıkarmak gerekiyorsa (Ermeniler arasında da) böyle bir hareket yaratmak hiç te güç olmayacaktır” diye ekledi.

1877-78 Türk-Rus Savaşı, Türk Milleti için pek büyük bir felaket , Osmanlı Ermenileri için ise bir fırsat oldu.Anadolu’nun kimi uzak yerlerinde Ermeni çeteleri eli silah tutan Türkler’in cephelere gitmelerini fırsat bildiler.Gün bu gündür deyip Türk-Müslüman köylerine saldırdılar.

İstanbul Ermenileri’ne gelince , onlar 1877-78 Türk-Rus Savaşı başlayınca Osmanlı Devleti’ne bağlı göründüler.Ama savaşın gidişatı tersine dönünce , özellikle Plevne’de Osman Paşa teslim olunca İstanbul Ermeni Patrikhanesi yüzseksen derecelik bir dönüş yaptı.Patrikhane ve Ermeni aydınları Osmanlı Devleti’ne sırt çevirip Ruslar’a yöneldiler.Ocak 1878’de kılıç artığı onbinlerce Rumeli Türk göçmeni , kar, buz, balçık, çamur içinde bata çıka Rus kuvvetleri önünde Trakya’da yol almaya, canlarını İstanbul’a Anadolu’ya atmaya çalışıyorlardı.Bozguna uğramış olan Rumeli boşalıyor, perişan Türk kitleleri Avrupa’dan Ön Asya’ya , Anadolu’ya dönüyorlardı.Ermeni Patriği Nerses Efendi, Rus Başkomutan Vekili Grandük Nikola’nın huzuruna çıktı.Ermeni cemaatinin Rus Çarı’na bağlılığını arzetti.

Patrik Narses Efendi, Grandük tarafından kabul edilir.Rus geleneklerinin aksine, Patrik , Grandük’ün elini “Türkiye’deki Ermeni vatandaşları adına” öper ve der ki;

“Size bir harita ve talep listesi sunuyorum.Türkiye’de Ermeniler’in çoğunlukta olmamalarına rağmen, devlet kuramadıkları, kendi vatanlarının sınırlarını belirleyen bu haritayı inceleyiniz.Hakkımızı veriniz.Burada derhal bir Ermeni Devleti kurunuz.Size İsa ve Ermeni halkı adına teminat veriyorum ki, bu devlet Rusya’nın sadık bir parçası ve kölesi olacaktır.”

Bizimle birlikte yaşadıkları süre içinde , iki kere sadrazamlığa kadar yükselmiş ve devletin bütün mertebelerinde görev alan Ermeni vatandaşlarımız bu müddet içinde hiç köle olmamışlardı da şimdi Ruslar’a köle olmayı teklif ediyorlardı.Aslında Rusya’nın hedefi içinde Ermeni olmayan bir Ermenistan Devleti kurmaktı.

General İgnatieff’in Osmanlı Hariciye Nazırı Saffet Paşa’ya dikte ettiği 3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’na Ermeniler’le ilgili şu madde eklendi:

“Madde 16-Ermenistan’da (Doğu Anadolu’da) Rus işgalinde bulunan ve Türkiye’ye geri verilecek olan toprakların Rus askerince boşaltılması, oralarda , iki devletin (Türkiye ve Rusya’nın) iyi ilişkilerine zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden, Bab-ı Ali (Osmanlı Hükümeti), Ermeniler’in yaşadığı vilayetlerde yerel durumun gerektirdiği iyileştirmeleri ve reformları zaman yitirmeden gerçekleştirmeyi ve Kürtler ile Çerkesler’e karşı Ermeniler’in güvenliğini sağlamayı üzerine alır.”

Ayastefanos Antlaşması, İngiltere’yi telaşlandırdı.Kars, Ardahan ve Batum’un Rusya’ya katılması , Ermeniler üzerinde Rus nüfuzunun artması ve Rusya’nın Doğu’da prestij kazanması İngiltere’nin “hayati çıkarlarına” ters düştüğü değerlendirildi.İngiltere’nin Hindistan İmparatorluğu’na giden birinci yol Süveyş Kanalı’ndan , ikinci yol Doğu Anadolu’dan geçiyordu.Doğu Anadolu Asya’da İngiliz-Rus rekabetinin bir düğüm noktası olarak görülüyordu.İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’a göre Rusya’nın Kars, Ardahan ve Batum’u alması , geri olan halk kitleleri üzerinde öyle derin etkiler yaratacaktı ki , sonunda bu kitleler , özellikle Osmanlı Ermenileri Rusya’nın kucağına düşeceklerdi.Bunun sonucunda Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu toprakları bir defa daha parçalanıp Rusya tarafından yutulabilecekti.

İngiltere, Ayastefanos Antlaşması’nı değiştirmek için hemen harekete geçti.4 Haziran 1878 günü İngiltere ile Osmanlı hükümeti arasında ikili bir antlaşma imzalandı.”Kıbrıs Antlaşması” olarak ta bilenen bu antlaşmaya göre ,eğer Rusya , ilerde Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarından bir bölümünü ele geçirmeye kalkarsa , İngiltere Osmanlı Devleti’nin yardımına koşacaktı.Bu olası yardıma karşılık Osmanlı Devleti Kıbrıs adasının yönetimini İngiltere’ye bırakıyordu.

18 Temmuz 1878 günü imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı Ermenileri ile şu özel madde yer aldı:

“Madde 61:Bab-ı Ali (Osmanlı Devleti) Ermeniler’in yaşadığı eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı ve Çerkes ve Kürtlere karşı Ermeniler’in huzur ve güvenliğini sağlamayı taahhüt eder.Bu hususta alınacak önlemleri büyük devletlere bildirecektir ve devletler de alınan önlemlerin uygulamasını gözetleyeceklerdir”

Doğu Anadolu’da yapılacak reformlar sonunda Ermeniler, İngiliz veya Avrupa protektorası altında serpilecek , güçlenecek ve siyasi bakımdan hazırlanacaklardı.Sonra dışarıdan Doğu Anadolu’ya Ermeni nüfusu getirilecekti.Böylece bölgede Ermeni nüfusu artacaktı.Ama ne kadar artarlarsa artsınlar Ermeniler yine azınlıkta kalacaklardır.Onun için ikinci adım olarak , Türk nüfusu Doğu Anadolu’dan peyderpey uzaklaştırılacaktı.Geriye Ermeniler, Kürtler ve Süryaniler kalacaktı.Süryaniler’le Ermeniler mezhep ayrılıkları bir kenara bırakılıp kaynaştırılacaktı.Kürtler ise “silah zoruyla hizaya getirilecekler”, Ermeniler’le birlikte yaşamaya zorlanacaklardı.Bütün bunlar “Reformların uygulaması” kisvesi altında yapılacaktı.Zamanı gelip Osmanlı Devleti çökünce de Ermeniler’e bağımsız bir devlet kurdurulacaktı.Ancak bu devlet kendi ayakları üzerinde duramayacağından , bunun üzerinde “güçlü bir İngiliz protektorası” kurulacaktı.Böylece Rus yayılmasına bir set çekilecekti.

Ermeni meselesi gündeme geldiğinde ,Osmanlı tahtında yeni padişah II.Abdülhamit vardı.II.Abdülhamit Ermeni meselesi ve Doğu Anadolu ıslahatı konusunda çok kararlı bir tutum sergilemiş ve Berlin Kongresi’nde öngörülen hususları hiçbir zaman yürürlüğe koymamıştır.Alman elçisine söylemiş olduğu şu sözler, onun tutumu hakkında yeterli bir fikir vermektedir: ”Ölürüm de Ermenilere muhtariyet hakkı tanıyan Berlin Antlaşması’nın 61.maddesini uygulatmam.

93 SAVAŞI’NDA ERMENİ SORUNU’NUN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ   

1. Rus ordusunda bulunan Ermeni asıllı askerler, Osmanlı topraklarında oturan Ermeniler’le ilişki kurmuş ve bunun sonucu olarak da Ermeni subayları isyan ve başkaldırmalarının Rus ordusu tarafından destekleneceği yolunda propaganda yapmaları

2. Balkanlar’da oturan Hıristiyan toplumların bağımsızlık elde etmeleri, Ermenileri de aynı yolda gayrete getirmiştir.

3. Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusyası arasında imzalanan Yeşilköy Antlaşması’nın 16. maddesi, Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi ile Ruslar’ın Ermeniler’in hamisi sıfatını kazanmaları

II.ABDÜLHAMİT’E SUİKAST

1905’in 21 Temmuz günü İstanbul’da patlayan bir saatli bomba 26 kişinin hayatına mal oldu.Bomba zamanın hükümdarı II.Abdülhamit’i öldürmek için hazırlanmış ve Cuma namazı için Yıldız Camii’ne giden padişahın namazdan çıkışı sırasında patlayacak şekilde ayarlanmıştı.

Abdülhamit, namazdan hemen sonra zamanın Şeyhülislamı Cemalettin Efendi ile sohbete dalması sayesinde hayatta kaldı.Bomba hükümdarın bulunduğu yerin çok daha ötesinde patladı ve 26 kişi hayatını kaybederken 58 kişi de yaralandı.

Soruşturma işin arkasında Ermeni komitacıların bulunduğunu ortaya çıkardı.Üstelik Yıldız’da patlayan bombayı kendileri hazırlamamış, taşeronluğu Avrupalı teröristlere vermişlerdi.Terör ekibinin başında Charles-Edward Jorris isminde Belçikalı bir anarşist vardı.Jorris yakalandı ve mahkemeye çıkartıldı.

Duruşmalar birkaç devam eti.Karar celsesinden bir gün önce, 1905’in 17 Aralığında Belçika’nın İstanbul’daki Büyükelçisi zamanın Osmanlı Dışişleri Bakanlığı olan Hariciye Nezaretine bir nota gönderdi ve mahkum edilmesi halinde Jorris’in kendilerine iade edilmesini isteyeceklerini bildirdi.Büyükelçi iade talebini İstanbul’la Brüksel arasında 3 Ağustos 1838’de imzalanan “Dostluk ve Ticaret” yani “Kapitülasyon Antlaşması”nın 8.maddesine dayanarak yapıyordu.

Mahkeme bu notanın verilmesinden bir gün sonra, yani 18 Aralık’ta kararını açıkladı ve Jorris’i idama mahkum etti.Belçika Büyükelçisi ise Bab-ı Ali’ye hemen ertesi günü bir daha başvurup Jorris’in iadesini hiç sıkılmadan yeniden talep etti.

Osmanlı Hükümeti, terörü padişahın hayatına kastedecek derecede ileri götüren Belçikalı anarşisti geri vermemek için uzun zaman direndi.Abdülhamit idamı müebbet hapse çevirdi ama Jorris hapishaneye değil bir başka yere gönderildi:Avrupa’ya.Batı dünyası teröristin hükümdarın hayatına kastettiğini bile gözardı etmiş, Sarayla Bab-ı Ali üzerindeki baskılarını arttırdıkça arttırmış ve Abdülhamit için Jorris’i serbest bırakmaktan başka bir yol kalmamıştı.

O da öyle yaptı, teröristi gerçi Belçika’ya iade etmedi ama cebine pasaportunu koyup Avrupa’ya göndermeye mecbur kaldı.Türkiye’nin diplomatik aczi o günlerin basınında “Hükümdarımız o kadar iyi yüreklidir ki, kendi hayatına kasteden bir caniyi bile affetme büyüklüğünü göstermekten kaçınmamıştır.” İfadeleriyle yorumlandı, tarihlere de “Abdülhamit, katili sonraları istihbarat hizmetlerinde kullandı” diye geçti

I.DÜNYA SAVAŞI     

Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı’nda sekiz cephede birden savaşmak zorunda kaldı.Bu cephelerden bir tanesi de Kafkasya Cephesidir.Osmanlı birlikleri Kafkasya üzerinden hem Rusları güneyden çevirecek hem de Orta Asya’daki Türkler’den yardım alınacaktı.Fakat plan gerçekleşemedi.Enver Paşa idaresindeki Osmanlı birliklerinin Kars-Sarıkamış’ta düşmana karşı bir tek kurşun atmadan şiddetli soğuk , açlık, salgın hastalıklar vb. sebeplerden donarak şehit olması Ermeniler’e bekledikleri fırsatı verdi.

Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı başlar başlamaz derhal seferberlik ilan etmiş, Müslüman-Hıristiyan , savaşabilecek bütün vatandaşlarını silah altına davet etmişti.Bu vesileyle Ermeniler de askere alınmaya başladılar.

Ermeniler, Ruslar’a müracaat ederek, onların himayesinde müstakil Ermenistan’a kavuşmak arzularını bildirmişlerdi.Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı’na girmeden önce , Ermeni ileri gelenleri (Patrikhane, Taşnak ve Hınçak ileri gelenleri) İstanbul’da toplanarak savaş esnasında alacakları tavrı son bir defa daha gözden geçirdiler.Toplantıda iki karar alındı.Birinci karar:Osmanlı Devleti’ni şüphelendirmemek için savaşa girmesi halinde Ermeni halkının Osmanlı Devleti’ne sadık kalarak hükümetin alacağı kararlara yardımcı olmalarını içeriyordu.Bu karar bir bildiri ile ilan edildi.İkinci karar ise gizli idi.Bu karar Osmanlı yetkililerine duyurulmadan birer talimat olarak gizlice Ermeni komitelerine dağıtıldı.Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi halinde Ermeniler’in bir taraftan isyan çıkarması, bir yandan da Ruslar’a yardım etmeleri isteniyordu.Ermeniler’in bu hususta nasıl davranacağını belirten talimat şöyle idi:”Rus ordusu huduttan ilerler ve Osmanlı askeri geri çekilir ise, her tarafta birden eldeki bütün vasıtalarla ayaklanılacak, Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, devlet kurumları ve binaları bombalarla havaya uçurulacak, yakılacak, hükümet kuvveti içeride meşgul edilecek, levazım kolları vurulacak; şayet Osmanlı ordusu ilerler ise Ermeni askerleri Osmanlı birliklerinden ayrılıp silahlarıyla Ruslar’a katılacak ve kıtalarından firar ederek çeteler oluşturacaklardır.

Meclis-i Mebusan’daki Ermeni mebusların lideri Erzurum mebusu Pastırmacıyan Efendi adamlarıyla birlikte Ruslar’a katılmıştı.Dört Ermeni genci tarafından Talat Paşa’ya yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarılmıştı.Bu gelişmeler sırasında bazı ileri gelen politikacılar Ermeniler’e karşı misillemede bulunulmasını, bunun için özel bir yasa çıkarılmasını önermişlerdir.Enver ve Talat Paşalar ise bu gibi önlemlerin unsurlar arasındaki düşmanlıları şiddetlendireceği gerekçesiyle bundan kaçınılmasını istemişlerdi.Önlem olarak Ermeni Patriğinin ve Ermeni mebusların dikkatlerinin çekilmesi kararlaştırılmıştı.Bu bağlamda Enver Paşa Ermeni Patriğini, Meclis-i Mebusan başkanı da Ermeni mebusları bir ayaklanmanın üzücü ve kaçınılmaz sonuçları konusunda uyarmışlardı.Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu Süleyman Askeri Bey’in ilgilileri, Türkler’le işbirliği yapmamaları hiç olmazsa tarafsızlıklarını sağlamak dolayısıyla zorunluluk olmadıkça Ermeniler’in kalplerini bile kırmamak konusunda uyarması da bu konudaki özeni göstermektedir.Fakat ne yazık ki bu çabalar olumlu sonuçlar vermedi.Ermeniler’in kitleler halinde Ruslar’a katılmasını ve düşmanla işbirliği yapmasını önleyemedi.Özellikle Sarıkamış’ta yaşanan felaketin Kafkas Cephesini zayıflatması bu katılımı daha da hızlandırdı.Ayrıca İtilaf Devletleri’nin silahlandırdıkları Ermeni çeteleri Ruslar’a karşı savaşan Kafkas ordusu’nun ardında harekete geçmişler, ordunun sağ kanadının menzil hizmetlerini kesintiye uğratmışlardır.

Görüldüğü üzere Osmanlı sekiz cephede bile savaşırken öncelikle azınlıkların güveliğini düşünmüştür.Fakat Ermeniler’le beraber diğerleri yabancı devletlerin kışkırtmaları sonucu devlete isyan etmişlerdir.Yıllarca idaresinde barındırılıp ayrıcalıklı muamelesi yapılan Ermeniler bunu unutmuşlar ve devletin en nazik zamanında Doğu Anadolu’da savunmasız durumdaki kadın, çocuk ve yaşlıları hunharca katletmekten geri durmamışlardır.Aradan uzun zaman geçmiş olasına rağmen bu gün hala Doğu bölgelerimizde Ermeniler tarafından katledilen Türkler’in toplu mezarlarına rastlanmaktadır.Buna rağmen Osmanlı Devleti onları sadece Suriye’ye göç ettirmekle yetinmiştir.Aynı durum bu gün bizlere insan hakkı dersi vermeye çalışanların başına gelse nasıl davranacaklarını tahmin etmek hiç te güç değildir.Bu olay Türkler’in Ermeniler’i katli şeklinde anlatılmış ve bu sorun değişik zamanlarda bu gün bile karşımıza çıkmaktadır.Tehcir Kanunu’nu imzaladığı için Talat Bey en büyük düşman olarak görülmüş , aradan yıllar geçtiği halde Ermeniler’in intikam duyguları bitmek bilmemiştir.Talat Bey, Berlin’deki evinden çıkarken Teleyran adındaki bir Ermeni tarafından vurularak öldürülmüştür.Yakalanan katil Talat Bey’i 1915 yılında çıkarılan Tehcir Kanunu’ndan dolayı öldürdüğünü çekinmeden itiraf etmiştir. Sonraki tarihlerde ASALA adındaki Ermeni Terör örgütünün çeşitli faaliyetlerine rastlamaktayız.Çeşitli Avrupa ülkelerinde sözde 24 Nisan 1915 Ermeni katliamı anısına anıtlar dikilmektedir.

İsyanın sebeplerinden biri de Ermeniler’in İmparatorluğun çökmekte oluşundan cesaret alarak coğrafi ve demografik şartların elverişliliğine bakmadan bağımsızlık peşinde maceracı bir politikaya atılmalarıdır.

Aslında savaş başlamadan önce her türlü isyan hazırlığına girişmiş olan Ermeniler, bazı dağınık hareketlere rağmen, savaş başlar başlamaz toplu bir isyana yönelmemişlerdir. En uygun zamanın. İngilizlerin İskenderun Körfezi'ne çıkmaları ve Rusların İskenderun Körfezi’ne doğru ilerlemeleri anında olacağı değerlendirilmekleydi Her ihtimale karşı nasıl hareket edeceklerini belirlemişlerdi. Ancak Ermeniler savaşın başlamasını beklemediler, daha doğrusu bekleyemediler ve isyanları başlattılar. Bunun da sebebi, ayaklanan bazı Ermeni çetecilerinin ifadelerine göre Rus ordusunun yaklaşmasının beklendiği bir sırada. Hükümet tarafından silah aranmasına başlanması, komite yöneticilerinden bazılarının tutuklanarak sürgüne gönderilmesi ve 1894 doğumluların silah altına çağrılmasıdır.

Osmanlı orduları cephede savaşırken. Ermenilerin bu eylemleri. "Ermeni bağımsızlığı için, müttefik davasına hizmet gayesiyle" hazırlanan plana uygun yürütülüyordu. Ancak. Ermeni çetelerinin cephe gerisindeki faaliyetlerinin, devletler hukukuna göre hıyanet sayıldığı gerçeği göz ardı ediliyordu.

Ermeni isyanları özellikle Doğu Anadolu'dan başlayarak diğer vilayetlere yayılmıştır, Erzurum ve çevresinde Rus işgalinin genişlemesiyle Ermeniler, "halkın kanını kendilerine mubah" görmüşler ve bir Alınan generalinin ifadesiyle, "bu bölgedeki Müslüman halkı silip süpürmeye" başlamışlardı.

Ermeni çetelerinin bu tür zulüm ve eylemleri sürerken, güvenlik kuvvetleri tarafından Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde yapılan aramalarda pek çok silâhlı ve cephane ele geçirilmiştir. Hatla ele geçirilen silahların çokluğu Müslüman halkı hayrete düşürmüş, müthiş bir katliamdan kurtulduklarına inandırmıştır. Rus işgalinden önce Ermenilerin yaşadıkları yerler bir bakıma Ermeni işgali görmüş gibiydi ve bu yerlere devlet gücü giremez olmuştu. Arlık devletin varlığını ağır bir şekilde yaralayan bu durum, biraz daha hoşgörü gösterildiğinde, telafisi mümkün olmayan sonuçlara sürükleneceğini göstermekteydi.

Ermeniler’in Zeytun, Bitlis ve Van’da çıkarttıkları isyanlar büyük kalkışmanın ön habercisiydi.Fesat kaynağı olan Ermeni komitelerinin hala mevcudiyetinin meşru telakki edilemeyeceğinden her türlü siyasi teşkilatın ilgasına zaman geçirilmeden karar verildi.Yani Hınçak, Taşnak be benzeri komitelerin derhal kapatılması kararı alındı.Bu komitelerin merkez ve şubelerinde bulunan belgelerin katiyen kaybolmaması veya imhasına imkan bırakılmadan müsaderesi; komitelerin yönetici ve ileri gelenleri ile zararlı Ermeniler’in hemen tevkifine başlandı.24 Nisan 1915 tarihinde komite merkezlerinin kapatılması ve bazı kararları almak zorunda kalınmıştı.Bunlar;

1. 16-55 yaş arasındaki Ermeniler dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya girip çıkamayacak.

2. Haberleşmeler Türkçe yapılacak.

3. Ermeni çocukları devletin resmi okullarında okuyacak.

4. Ermenice gazeteler kapatılacak.

Belgelere göre tehcir kararının alınmasının gerekçeleri şunlardır:

1.Harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermeniler, Osmanlı sınırlarını korumakla görevli Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hareketini güçleştirmektedir.

2.Erzak ve mühimmat naklini zorlaştırmaktadırlar.

3.Düşman ile aynı gayeleri paylaşmakta, onlarla emel ve işbirliği yapmaktadırlar.

4.Bir kısmı düşman saflarına katılmaktadırlar.

5.Memleket içinde askeri birliklerimize ve suçsuz halka silahlı saldırılarda bulunmaktadırlar.

6.Osmanlı şehir ve kasabalarına saldırarak katil ve yağmacılıkta bulunmaktadırlar.

7.Düşman deniz kuvvetlerine erzak sağlamaktadırlar.

8.Müstahkem mevkileri düşmana göstermektedirler.

TEHCİR KANUNU     

1.Savaş sırasında ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların müstakil mevki kumandanları, ahali tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine , yurt savunmasına, asayişin korunmasına ilişkin işlere ve düzenlemelere muhalefet, silahla saldırı ve direnme görürlerse bunu önlemeye mezun ve mecburdurlar.

2.Ordu, müstakil kolordu ve tümen kumandanları askerlik icaplarından dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabalar halkını tek tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler.

3.İş bu kanun yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.

4.İş bu kanun hükümleri yürürlüğe Başkumandanlık Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.

Demek ki tehcir kararı askeri zorunluluklardan kaynaklanıyordu.Bir milletin ordularını arkadan vurmak isteyenlere karşı kendisini savunmasını önleyecek hiçbir yasa olamazdı.Osmanlı Hükümeti bu şartlar altında dünyada böyle bir tehlike ile karşılaşan bütün devletlerin başvuracağı bir yönteme başvurarak tehcir kararını aldı.Diğer taraftan hükümetin bu kararı benimsediği için değil , başka çözüm bulamadığı için aldığı bir gerçektir.Çünkü tehcir kararı almak ve uygulamak, bunun için kuvvetler ayırmak, mali kaynak bulmak anlamına geliyordu.Ayrıca üretimin düşeceği, hizmet sektörünün aksayacağı kesindi.Bu bakımdan tehcir bir bakıma devletin kendi kendini felç etmesi anlamına da geliyordu.Diğer taraftan Ermeni ayaklanmaları sadece sınıra yakın bölgelerle sınırlı kalsaydı kısmi bir tehcir yeterli görülecekti.Ancak Ermeniler?
#1 - Mayıs 07 2006, 02:57:38
İmza kural dışı.

çoooooook tşkleeer :ask bu yazı için.perşembeye kadar yetiştirmem gereken bi ödevim var ermeni soykırımıyla ilgili ama nette hep türklerin aleyhine yazılar var bulamıodum  :agla bi türlü çok makbule geçti bu yazı gerçekten çoook tşkleeer :cicek
#2 - Mayıs 16 2006, 19:42:50

eslem

orda ölenler türklerdi bilimsel olarakda açıklandı bu
hala sözde ermeni soykırımını savunuyolar yazık acıyorum aynen
#3 - Mayıs 20 2006, 18:33:13

Doğu Anadolu Ermeniler’in anayurdudur.....bu bir idda değil gerçektir...nasıl ki türklerin ana yurdu orta asyaysa ermenilerinki de doğu anadoludur
#4 - Mayıs 20 2006, 18:54:34

eslem

Doğu Anadolu Ermeniler’in anayurdudur.....bu bir idda değil gerçektir...nasıl ki türklerin ana yurdu orta asyaysa ermenilerinki de doğu anadoludur

e ne yapalım onlaramı verelim doğu anadoluyu???
#5 - Mayıs 20 2006, 19:01:12

ya dediğim lafta öyle bir söz mü var!!!
#6 - Mayıs 20 2006, 19:03:33

eslem

yo hayır ama dediğin şeyin aksini iddia eden yok zaten
sadece cvp biraz acayibime gitmiş olabilir
o kadar
#7 - Mayıs 20 2006, 19:05:59

[
Doğu Anadolu Ermeniler’in anayurdudur.....bu bir idda değil gerçektir...nasıl ki türklerin ana yurdu orta asyaysa ermenilerinki de doğu anadoludur

e ne yapalım onlaramı verelim doğu anadoluyu???

 :muhah   rüyalarında görebilirler ancak   :nanik
#8 - Ağustos 27 2007, 15:56:20
AŞK ALIR BENİ KANDIRIR BENİ Bİ ÇOCUK GİBİ...:(

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.