Alternatifim Cafe

Think Again: God (Tanrıyı Tekrar Düşünmek) // Karen Armstrong

Discussion started on Felsefe

Think Again: God (Tanrıyı Tekrar Düşünmek)


Karen Armstrong’un Foreign Policy‘de 19.10.2009 tarihinde yayınlanan makalesi.
Çeviri: Ekrem Senai.

Makalenin orjinal metni: http://www.foreignpolicy.com/articles/2009/10/19/god_0
Karen Armstrong hakkında : http://en.wikipedia.org/wiki/Karen_Armstrong


“Tanrı Öldü.”

Hayır. Friedrich Nietzsche 1882′de Tanrının öldüğünü söylerken, modern, bilimsel dünya insanlarının giderek dini inanç düşüncesinden uzaklaşacağını öngörmüştü. Sonra 1999′da “The Economist” dergisi o meşhur “Tanrı Öldü” kapağıyla çıktı. Tartışma politize edilmiş dinin -fundamentalizmin-tüm büyük dinlerde 1970′lerden bu yana giderek tırmanmasına rağmen sürmekteydi. Tanınmayan bir ayetullah İran şahını devirmiş, İsrail’de  Siyonizm su yüzüne çıkmış, ve ABD’de, Jerry Falwell’in Moral Majority organizasyonu “seküler hümanizm”e karşı düşmanlığını ilan etmişti.

Ama asıl 11 Eylül 2001′de Tanrı yaşadığını ve global tartışmalara bakıldığında gayet de iyi olduğunu kanıtladı. Bir taraftan Amerikaya saldıran cihadistler, diğer taraftan giderek daha da radikalleşen Orta Doğu, ve sekiz yıldır Beyaz Saray’da tekrar doğan Hristiyanlık düşünüldüğünde, herhalde bu konuda hemfikir olmayan insan bulmak güç. Hatta The Economist’in editörü yakınlarda Tanrı Geri Döndü (God is Back) diye bir kitap çıkardı. Birçok insan hala Tanrının özel yaşamımızla ilgisini sorgulasa da, bugün global sahnede farklı bir tartışma konusu var: Tanrı dünyada iyiliğin gücü müdür?

Yeni ateistler, örneğin Richard Dawkins, Sam Harris, ve Christopher Hitchens dini inancı sadece geri kalmakla değil, kötülüklerin kaynağı olmakla da suçluyor; kendilerini de din’i insan bilincinden uzaklaştırma kampanyasının öncüsü olarak görüyorlar. Din, onlara göre, farklılık, kavga ve savaş sebebi, kadınları hapseden, çocukların beyinlerini yıkayan; doktrinleri ilkel, bilim dışı, irrasyonel olan bir basitlik ve aptallığın muhafazasından ibaret.

Bu yazarlar sadece din konusunda değil, politika konusunda da yanılıyor - çünkü insan doğasını bilmiyorlar. Homo sapiens aynı zamanda Homo religiosus’tur. İnsanlık başladığından beri, erkek ve kadınlar için din olgusu vardır. Bizler anlam-arayan yaratıklarız. Köpekler, bildiğimiz kadarıyla, diğer köpeklerin durumuyla ilgili endişeye kapılmazlar; ölümle ilgili bir kaygıları da yoktur ama insan olarak bizler yaşamımızda bir anlam yoksa çok kolay ümitsizliğe kapılabiliriz. Teolojik fikirler gelir ve gider, ama anlam arayışı sonsuza kadar sürecektir. Dolayısıyla Tanrı hiç bir yere gitmiyor. Ve din’e alay edecek, uzaklaştırılacak veya yok edilecek bir şey olarak baktığımızda, bunun en kötü sonuçlarını da arttırmış olma riskine giriyoruz. İstesek de, istemesek de, Tanrı burada bizimle duruyor, ve şimdi onunla dengeli, sevecen bir şekilde yaşamanın yolunu bulma vakti.


"Tanrı ve Siyaset Karışmamalı."

Zorunda değil. Teoloji konusunda bilgisiz politikacılar uzun zamandır din’in adını lekelediler.  Tanrı hakkında, O’nu, beğendiklerimizi ve beğenmediklerimizi onaylattırdığımız kendi imajımızda bir idole indirgeyen kutsallık inancı, ruhsal tiranlığın en kötü formudur. Böyle bir kibir Haçlı seferleri gibi acımasızlıklara yol açmıştır. Yönetimde sekülerizmin revaç bulması bu eğilimi kontrol etmek için olmuştur, fakat şimdi artık sekülerizmin kendisi dünyaya yeni şeytanlar üretip yayıyor.

Batıda,sekülerizm bir başarıydı, modern ekonomi ve politik sistem için gerekliydi de.  Ama bu başarı yaklaşık 300 yıl içinde yavaş yavaş ortaya çıkmış, böylece farklı yönetim biçimlerinin toplumun tüm katmanlarına süzülerek yayılmasına imkan tanımıştı. Fakat dünyanın diğer bölgelerinde, sekülerizasyon çok hızlı ve suni bir şekilde ortaya çıktı, ve bu yüzden dinine derinden bağlı olan ve Batılı kurumları yabancı olarak gören nüfusun büyük bölümü tarafından kızgınlıkla karşılandı.

Orta Doğu’da, sert sekülerizasyon süreci çoğunlukla geri tepti. Dini kurumları daha da muhafazakar ve radikal hale getirdi. Örneğin Mısır’da, önemli reformculardan Muhammed Ali’nin (1769-1849) ulema sınıfını acımasızca fakirleştirip marjinalize etmesi sonucu, bu insanlar sırtlarını değişime çevirdiler. Ne zaman İran şahı, kendi rejimine karşı çıkan mollaları işkenceden geçirip sürgüne göndermeye başladı, o zaman bazıları, mesela Ayetullah Ruhullah Humeyni, İran’ın gelecekteki dini yöneticilerinin daha ekstrem karşılıklarda bulunmasının gerekli olduğunu düşünmeye başladı.

Şiilik yüzyıllarca kutsal bir prensip olarak din ile politikayı ayırmıştı. Humeyni’nin din ulemasının devleti yönetmesi gerektiği fikri bu açıdan bir yenilikti. Fakat ılımlı din, pekala politikada yapıcı bir rol oynayabilir. Muhammed Abduh (1849-1905), Mısır büyük müftüsü, Mısırlıların büyük çoğunluğunun ülkenin olgunlaşmamış demokratik kurumlarını anlamayacağından çekindiği için, yasa oluşturulması aşamasında “danışma”(şura) ve “uzlaşma-konsensüs” (icma)’dan geçmek şeklindeki açık geleneksel İslami prensiplerle bir bağ kurmanın gerekliliğini dile getirmişti.

Aynı şekilde, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna (1906-1949), hareketine Kur’an’ın sosyal mesajını modern kurumlara tercüme etmekle;yani klinikler, hastaneler, ticari birlikler, okullar ve işçilere sosyal güvenlik, tatil ve iyi çalışma koşulları sunan fabrikalar kurmakla başladı. Bir başka deyişle, kalabalıkları moderniteye İslami konfigürasyonla getirmeyi hedefledi.  Kardeşliğin bu çabası sonucu ortaya çıkan yüksek popülerliği, Mısır’da bu hizmetleri vermekten aciz seküler hükümeti tehdit etmeye başlamıştı. 1949′da, Benna öldürüldü, ve böylece İhvan-ı Müslimin’in bazı üyeleri ayrılıp buna reaksiyon olarak radikalliği filizlemiş oldular.

Tabi ki, dinin politikada nasıl kullanıldığı, hiç kullanılmamasından daha önemlidir. ABD başkanlarından bazıları, mesela John F. Kennedy ve Barack Obama inancı, ülkeyi birarada tutan paylaşılan bir deneyim olarak kabul ettiler - bu şekilde bir yaklaşımla dini bir atıfta bulunmadan inancın toplumsal gücünü kabul etmiş oluyorlardı. Hala, bu konsensüs Birleşik Devletlerin ayırıcı özelliğinin Hristiyan ülke olması gerektiğine inanan Amerikan Protestan fundementalistleri için tatmin edici değil.


"Tanrı, Vahşeti ve Hoşgörüsüzlüğü Besler."

Hayır, bunu insanlar yapar. Hitchens için, God Is Not Great-Tanrı Büyük Değildir’de, din, doğasında “vahşetle … hoşgörüsüzlükle, ırkçılıkla, kabilecilikle ve yobazlıkla arkadaştır”; hatta ılımlı olanlar bile bu suça ortak olduğu için kabahatlidir. Halbuki Tanrı veya din değil, vahşeti besleyen insan doğasında mevcut olan vahşetin bizzat kendisidir. Tür olarak, bizler diğer hayvanları öldürerek ve onlarla beslenerek hayatta kaldık; ayrıca kendi türümüzü de öldürüyoruz. Bu vahşet o denli yaygındır ki metinlerin birçoğuna sirayet etmiştir, ama bu agresif pasajlar sürekli merhameti ön plana çıkaran diğer metinlerle dengelenmiş ve kontrol altında tutulmuştur ve şu Altın Kurala dayanmıştır: Başkasına, kendine nasıl davranılmasını istiyorsan öyle davran. Yüzyıllar içindeki tezahür ediş başarısızlıklarına rağmen, bu ortodoks pozisyon sabit kalmıştır.

Tanrının tüm insan acımasızlığının kaynağı olduğunu iddia ederken, Hitchens ve Dawkins modern seküler toplumun bazı karanlık yüzlerini görmezden geliyorlar. Halbuki,o da inanılmaz derecede vahşidir çünkü teknolojimiz bizim eşi görülmemiş sayıda insanı öldürmemizi kolaylaştırmıştır. 11 Eylül caniliğinde olduğu gibi, dinin de, bu savaşçılığı benimsemesi süpriz bir gelişme değildir.

Ama “dini” savaşlar, aletleri ne kadar modern de olsa, daima politik sebeplerle başlar. Avrupa’da 17.yy boyunca böyle olmuştur, ve bugün Orta Doğu’da da böyle oluyor, Filistin ulusal hareketi sol-seküler çizgiden giderek İslam eklemli milliyetçiliğe evrildi. Hatta cihadist denilen kişilerin eylemleri bile politikadan ilham aldı, Tanrıdan değil. 1980-2004 arası intihar saldırıları konulu çalışmasında, Amerikalı akademisyen Robert Pape bunların yüzde 95′inin açık stratejik bir amaçtan motive edildiği sonucuna ulaşıyor: sebep modern demokrasileri, saldırganların ulusal vatan olarak gördüğü topraklarından çekilmelerine zorlamak.

Bu saldırganlık ise çoğunluğun inancını temsil etmiyor. En son 35 müslüman ülkede yapılan Gallup araştırmasına göre vatandaşların sadece %7’si 11 Eylül saldırılarını haklı bulduğunu belirtiyor. Sebepler tamamen politikti.

Fundamentalizm muhafazakar değildir, yaratıcıdır -hatta sapkınlık derecesinde - çünkü sürekli kriz ortamında çözüm geliştirmek zorundadır. Ne yapacağını bilemez halde bazı fundamentalistler, savunmaya çalıştıkları geleneğin dışına çıkmışlardır. Pakistanlı ideolog Ebu Ala Mevdudi (1903-1979) cihadı, daha iyiye ulaşmak için “mücadele” veya “çabalamak” anlamındaki merkezi İslami görev tanımı yerine, “kutsal savaş” olarak belirten ilk Müslüman düşünürdü. Hem o, hem de etkili Mısırlı düşünür Seyyid Kutup (1906-1966) bunun oldukça tartışmalı olduğunun farkındaydı ama bu düşüncenin, Batılı emperyalizm ve Mısırlı Başkan Cemal Abdünnasır gibi yöneticilerin sekülerleştirme politikaları tarafından meşrulaştırıldığını düşünüyorlardı.

Bütün fundamentalizm akımları - Yahudi, Hristiyan veya Müslüman - imha edilme korkusundan doğmuştur. Örneğin Kutup, ideolojisini Nasır’ın binlerce Müslüman Kardeşleri hapsettiği konsantrasyon kamplarında geliştirmişti. Tarih gösteriyor ki gruplara askeri veya sözlü olarak saldırıldığında, aşırılaşırlar.


“Tanrı Fakir ve Cahiller içindir.”

Hayır. Yeni ateistler öfkeli bir şekilde din’in aptalca ve irrasyonel olduğunu, Hitchens’ın söylediği gibi din’in, “toplumun çocuk yönü” olduğunda ısrar ediyor. Bu durum Batılı entelektüellerin geniş hayal kırıklığını da yansıtıyor, yani açıkça sınırsız başarı ve seçenekle yüzleşme içindeyken, hala insanlar Karl Marx’ın toplumların “afyonu” olarak nitelediği şeye bel bağlıyorlar.

Ama Tanrı fazla büyümeyi kabul etmiyor, hatta Birleşik Devletlerde, dünyanın en zengin ve gelişmiş dünyanın en dindar olan bu ülkesinde bile. Ana dinlerin hiçbiri çalışmaya karşı değil; her birinin başlangıcında olgunlaşmamış piyasa ekonomisi var. İncil ve Kur’an tefeciliği yasaklamış olabilir, ama yüzyıllar boyunca Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar bu kısıtlamaların çevresinden dolaşmanın yollarını buldular ve  başarılı ekonomiler ürettiler. Din tarihinin en büyük ironilerinden birisidir ki Hristiyanlığın kurucusu hem Tanrıya, hem de mammon’a kulluk edilmeyeceğini öğütlerken, ortaya çıkan kültürel ortam, Max Weber’in 1905 tarihli kitabında belirttiği Protestan Ahlakı ve Kapitalist Ruh, modern kapitalizmin en gerekli öğelerinden biri olmuştur.

Bugün, mevcut finansal kriz de bize dinin, aşırı açgözlülük eleştirisinin önemsiz olmadığını gösteriyor. Çalışmaya karşı olmasa da, ana dini gelenekler kapitalizmin bazı suistimallerini dengelemeye çalışmıştır. Doğu dinleri, örneğin Budizm, yoga ve diğer disiplinlerle, insan ruhundaki agresif açgözlülüğü ılımlaştırmaya çalışır. Üç tek tanrılı inanç adaletsiz dağıtılmış zenginliği kınar. Bu toplumumuzdaki zengin ve fakir arasındaki boşluğa gönderilen yerinde bir eleştiridir.

Son yılın hastalığını iyileştirmek için, tam olarak egotizmin alt edilmesine ihtiyacımız olabilir. Bu da, “Tanrı” denilen aşkının aranması için gerekli olan şeydir. Din, sadece bir takım zorunlu inançları onaylamak değildir; zor iştir, daha insancıl bir insanlığı başarmaya engel olan benmerkezciliği aşmak için sürekli çaba gerektirir.


“Tanrı Kadınlar için Kötüdür.”

Evet. Ne yazık ki bu bir gerçek.  Büyük dünya dinlerinin hiçbiri kadınlar için iyi olmamıştır. Hatta gelenek kadın için olumlu olarak başlasa da (Hristiyanlık ve İslam’da olduğu gibi), birkaç jenerasyon içinde erkekler eski ataerkilliklerine geri dönmüşlerdir. Fakat bu giderek değişiyor. Her inançtan birçok kadın, erkeklerle eşitlik zemininde mücadele ediyor, ve bunu dini geleneklerine dayanarak yapıyor.

Modernitenin göze çarpan özelliklerinden biri kadınlara verdiği özgürlüklerdir. Fakat bunun nedeni fundamentalistlerin, modern değerlere karşı tepkilerinde geleneksel eril rolleri fazlaca vurgulamalarıdır. Ne yazık ki, bu ataerkillik eğilimine doğrudan saldırıların genellikle ters teptiği görülmüştür. Örneğin ne zaman “modernleştirici” hükümetler örtüyü yasaklasa, örtü takan kadın sayısı artmaktadır. 1935′te, Şah Muhammed Rıza Pehlevi, askerlerine  İran’ın en kutsal şehirlerinden Meşhed’de, zorunlu Batılı elbiseleri giymeyi barışçı bir şekilde protesto eden yüzlerce silahsız göstericiyi vurma emri vermişti Bu durum örtüyü ki modern zamandan önce evrensel bir uygulama değildi, İslami bütünlüğün sembolü haline getirdi. Bazı Müslümanlar bugün modern olmak için Batılı görünmenin gerekli olmadığını; Batılı modanın zenginlik ve üstünlüğü sembolize ederken, İslami giysinin Kur’anın eşitliğini vurguladığını söylüyor.

Genelde, herhangi bir doğrudan Batılı müdahale cinsiyetle ilgili konularda ters tepmiştir; bunun yerine kadınların eğitimde, işyerinde ve politikadaki özgürlük alanlarını genişletmeye çalışan yerli Müslüman hareketler desteklenmelidir.


“Tanrı Bilimin Düşmanıdır.”

Olmak zorunda değil. Devlet okullarında evrimin öğretilmesine; doku-hücre araştırmalarına İncil’de izin yok diye karşı çıkan fundamentalist Hristiyanlar için, bilim, din’in düşmanıdır.

Ama bu insanların kutsal kitabı okumaları çok literaldir. Modern zamandan önce, çok az kişi Yaratılış’ın ilk bölümünün yaşamın başlangıcına tekabül ettiğinin farkındaydı; 17.yüzyıla kadar, teologlar incil metninin bilimle uyumsuzluk gösterdiğinde, allegorik olarak yorumlanması gerektiğini söylemişti.

Bilimle çatışma, modern Batıda Tanrının indirgenmiş düşüncesinin semptomatiğidir. İronik olarak modern bilimin empirik vurgusu birçok insanı, Tanrı’ya ait dini anlatımları sembollükten çıkarıp gerçek olarak düşünülmeye cesaretlendirmiş ve böylece dini, rasyonel, dogmatik ve kendisine yabancı literalizme itmiştir.

Popüler fundamentalizm moderniteye karşı yaygın bir isyanı temsil eder, ve Hristiyan fundamentalistleri için evrim, modern dünyada yanlış olan herşeyin somut bir örneğidir. Bilimsel bir teoriden çok şeytani bir sembol olarak görülür. Fakat bu bilim karşıtı önyargı Yahudilik ve İslam’da çok daha azdır. Bu dinlerde fundamentalist hareketler doktrinel veya bilimsel konulardan daha çok İsrail devleti gibi politik konulardan ortaya çıkar.


“Tanrı Demokrasiyle Uyumsuzdur.”

Hayır. Samuel Huntington özgür dünya ve İslam arasındaki bir “medeniyetler çatışması”nı öngörmüştü. Ve İslam’ın doğasında demokrasiye karşı olduğunu düşünmüştü. Halbuki 20.yüzyılın başında, hemen tüm önde gelen Müslüman entelektüeller Batı’ya aşıktı ve ülkelerinin aynı Britanya ve Fransa gibi görünmelerini istiyorlardı. Birçok Müslümanı demokratik ideale yabancılaştıran onların dini değil, Batılı hükümetlerin İran şahları, Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek gibi halklarının beşeri ve demokratik hakları olduğunu kabul etmeyen otokratik yöneticileri desteklemesi olmuştur.

2007 Gallup araştırması Müslüman dünyada demokratik özgürlüklerin ve kadın hakları desteğinin genişlediğini, ve birçok hükümetin duraksamalı da olsa siyasi katılım taleplerine giderek daha fazla cevap verdiğini gösteriyor.  Bunun yanında, Batı seküler modelinin tamamıyla benimsenmesine karşı bir direnç söz konusu. Birçok insan, Tanrı’yı toplumsal yaşamda daha çok görmek istiyor, aynı 2006 Gallup araştırmasına göre Amerikalıların yüzde 46’sının Tanrı’nın kanun kaynağı olması gerektiğine inanmaları gibi.

Şeriat da birçok Batılının dert ettiği gibi katı bir sistem değildir. Müslüman reformcular, mesela Sheikh Ali Gomaa ve Tarık Ramazan, kanunların değişen sosyal durumlar ışığında gözden geçirilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Fetva, papanın buyruğu gibi evrensel bir bağlayıcılığa sahip değildir; daha çok, onu yayınlayan müftünün fikrini ortaya koyan bir şeydir. Müslümanlar hangi fetvaya uyacaklarını seçip, dolayısıyla dini fikirlerin esnek serbest piyasasında, aynı Amerikalıların hangi kiliseye katılacaklarını seçmeleri gibi, karar verebilirler.

Din dünyanın siyasi problemlerinin sebebi olmasa da, onları çözebilmek için onu anlamaya ihtiyacımız var. İran Devriminden sonra öfkeli ABD hükümet yetkilisinin yakındığı gibi :”Kim dini ciddiye aldı ki!” Siyaset yapıcılar modern Şiizmi araştırmaya zahmet etselerdi, ABD kriz boyunca birçok ciddi gaflardan kaçınmış olacaktı. Din de, en az ekonomi, siyaset ve yerel gelenekler gibi akademik yansızlık ve doğrulukla araştırılmalıdır, ancak bu şekilde din’in siyasal tansiyonla ilişkisini, neyi üretip üretmediğini, ve gereksiz saldırılarıdan nasıl kaçınmamız gerektiğini öğrenebiliriz.

Ve daha fazla araştırdıkça ancak, Tanrı geri gelecek.  Ve “O” eğer putsal, literal-zihniyetle anlaşılırsa, tek bekleyeceğimiz daha fazla dogmatizm, sertlik, ve önümüzdeki yıllarda giderek tırmanan din soslu vahşet olacak.
#1 - Eylül 12 2010, 00:29:13
Bat dünya bat.
Kör ol da, piyango bileti sat.

“Tanrı Fakir ve Cahiller içindir.”

Fakat öyle . Bana göre bunu söylemek bile bi cahilliktir ama son Türkiye gündemine bakılıcak olursa bunun bir nevi böyle olduğunu görebiliyoruz. Fakat bakın bir nevi dedim. Tamamiyle öyle değildir.
#2 - Eylül 24 2010, 21:34:23
Eskiden buralar hep hayat, yaşamdı.

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.