Alternatifim Cafe

Kadının Toplumsal Ölümü

Discussion started on Felsefe

Hobbes, kadının erkeğin egemenliği altına girmesi ile aile ve devlet, diğer bir ifade ile insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin kurumsal bir yapıya bürünmesi ve bunun neticesinde kadının toplumsal bir cinayete kurban gitmesi arasındaki bağı görmüş ve bunu tüm soğukluğu ve yalınlığıyla ortaya koymuş ilk düşünürdür


İnsan, Aristo’dan beri “toplumsal bir hayvan” olarak tanımlanmaktadır; ama paradoksal olarak, insanlığın tarihi, insanlar arası ilişkilerin düzeyinin karmaşık bir hale gelmesi ve bunun devlet denen kurumsallaşmış bir iktidar altına örgütlenmesine paralel olarak, kadının toplumsal olarak öldürülmesinin tarihi olarak da okunabilir. Bu toplumsal cinayetin en önemli faili ise kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin erkeğin egemenliği altında örgütlendiği aile kurumudur. İnsanlar, aralarındaki toplumsal ilişkiler üzerine kafa yormaya başladıkları andan itibaren, içinde yaşadıkları toplumlardaki kadın-erkek arasındaki eşitsizliği “doğal” bir veri olarak kabul etmiş ve siyaset ve toplumsal ilişkileri bu varsayım üzerine inşa etmişlerdir. “Yaratılıştan her iki cinste de aynı yetenekler vardır. Kadının da erkek gibi bütün işlere katılması tabiata uygundur” (Platon, Devlet, 455e) gibi farklı düşünceler de ileri sürülmüş olsa da, hakim olan görüş erkeği doğa gereği üstün ve kadını yine doğa gereği “aşağı ve uyruk” (Aristo, Politika, I. 5) olarak gören Aristo ve onu takip edenlerin düşünceleri olmuştur. Bunun sonucu ise erkeğin –ama doğal olarak erkeklerin hepsinin değil, sadece yaşadıkları toplumda ayrıcalıklı bir yere sahip olan erkeklerin- iktidara layık görülmesi ve kadının ise aile içine hapsedilmesi ve tüm kamusal işlerden dışlanmasıdır.

Ortaya çıktığı ilk dönemdeki görece eşitlikçi söylemine ve pratiğine karşın Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olduktan ve özellikle de Batı Roma İmparatorluğu yıkılışıyla beraber siyaset ve gündelik hayatın düzenlenmesinde İmparatorluğun kurumlarının yerini aldıktan, diğer bir ifade ile sadece ruhani değil ama aynı zamanda dünyevi hayata da yön veren temel bir iktidar odağı haline geldikten sonra, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin ve bunun “doğallığının” en büyük ideolojik kaynağı haline gelmiştir. Devletin biçimi ne olursa olsun, ister demokrasi ister aristokrasi ister monarşi, yönetenlerin yönetilenler üzerindeki egemenliğine ilişkin yapılan analojilerin en önde geleni Tanrı’nın babaya ailesi üzerinde bahşettiği mutlak erktir.

Thomas Hobbes (1588-1679) bu anlayıştan kopuşu sağlayan en temel düşünürlerin ilkidir. Devlete ve devlette egemenliği elinde bulunduran gücün haklarına ilişkin görüşleri dolayısıyla genellikle tutucu bir düşünür olarak değerlendirilse de Hobbes, devleti önceleyen ve bizzat devleti gerekli kılan doğa durumuna hakkında oldukça çarpıcı savlar ileri sürmüştür -ki bunlardan en dikkat çekici olanlarından biri de kadın erkek eşitliği hakkındaki düşünceleridir. Geliştirdiği egemenlik kuramı ve onun etrafında dönen tartışmalar, Hobbes’un kadın-erkek ilişkileri ve kadınların tahakküm altına alınmasına ilişkin söylediklerini gölgelemiştir. Burada kısaca da olsa Hobbes’un kuramının bu fazlaca değinilmeyen yönüne dikkat çekilmeye çalışılacaktır.

Hobbes “insanların doğa gereği birbirleriyle eşit olduklarını” ve aralarındaki mevcut eşitsizliğin “medeni yasalardan” (Thomas Hobbes, De Cive, I. 3) kaynakladığını belirtmektedir. Diğer bir ifade ile doğa herkese “her şey üzerinde eşit bir hak verdiğinden” (Thomas Hobbes, De Cive I. 10) insanlar devletin henüz kurulmadığı doğa durumunda birbirinin eşitidir (nitekim Hobbes’un egemenlik kuramını sunduğu ilk eserlerinden olan De Cive’nin doğa durumunu ele aldığı ilk kısmının başlığı Özgürlük’tür) ve aralarındaki eşitsizlikler birbirleriyle yaptıkları toplumsal sözleşme ile kurdukları devletin çıkardığı yasalar sonucu ortaya çıkmıştır. Hobbes diğer birçok doğal hukuk kuramcısının aksine doğa durumundaki bu eşitliğin kadın ve erkek arasındaki eşitliği de kapsadığını açık bir dille ifade etmektedir. Hatta bir adım daha ileri gidip kadın ve erkek arasında erkeğin kadını egemenliği altına almasını sağlayacak fiziksel bir farklılık da olmadığını belirtmektedir. Sonuç olarak Hobbes’a göre cinsiyeti dolaysıyla erkeğin kadına üstün olduğunu iddia edenler yanılmaktadır ve bu iddialar akla aykırıdır: “Cinsiyetinin üstünlüğünden dolayı annenin değil ama babanın Efendi olacağı şeklinde bazılarınca öne sürülen iddia geçersizdir; zira bu akla aykırıdır çünkü doğal güç eşitsizliği erkeğin savaş olmaksızın kadın üzerinde bir hakimiyet kurmasına izin vermeyecek kadar azdır.” (Thomas Hobbes, De Cive, IX. 3).

Hobbes’u kendinden önceki siyaset üzerine eserler veren düşünürlerden ayıran bir diğer önemli özelliği ise aileyi doğa durumuna içkin bir kurum olarak kabul etmemesidir. Devleti ailenin doğal bir uzantısı olarak gören anlayışın aksine Hobbes’a göre doğa durumunda aile olarak tanımlanabilecek bir yapıdan söz edilemez. Hobbes, ailenin de, tıpkı devlet gibi, insanın yapay olarak yarattığı bir kurum olduğunu ileri sürmektedir.

Kadın erkek ilişkileri bağlamında düşünüldüğünde, Hobbes’un doğa durumuna ilişkin söyledikleri Engels’in Aile’nin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ninde kullandığı Ana Hukuku kavramını çağrıştırmaktadır. “Evliliğe ilişkin yasaların olmadığı saf doğa durumunda anne açıklamadıkça babanın kim olduğunu bilmenin imkânı yoktur” (Thomas Hobbes, Leviathan, XX) ve bundan dolayı da doğa durumunda çocuğun vesayeti babaya değil ama anneye aittir.

Peki, ne olmuştur da, kadın ve erkek arasındaki bu eşitlik yerini erkek egemen bir topluma bırakmıştır? Aslında bunun yanıtı basittir: devlet ve aile. Kadın ve erkek arasında kurumsallaşmış ve belli kurallara bağlanmış ilişkiler bütünü olan aile, kadın ve erkeğin aralarında yaptıkları bir sözleşme (evlilik) ile kurulur. Hobbes, evliliği beraber yaşamak için bir kadın ile erkeğin yaptığı “sözleşme” olarak tanımlamaktadır (Thomas Hobbes, De Cive, IX, 6). Babanın, annenin ve çocukların “pederşahi güç vasıtasıyla tek bir tüzel kişi olarak birleşmesi” (Thomas Hobbes, De Cive, IX, 10) ise aile adını almaktadır. Hobbes’un yaptığı aile tanımındaki tek bir tüzel kişi olarak ifadesi aile içinde kadının maruz kaldığı toplumsal cinayeti çok net bir şekilde ifade etmektedir. Zira kadın ve erkek arasında yapılan evlilik sözleşmesi ile, o ana kadar kendilerine özgü istençleri olan taraflar aile reisi tarafından belirlenecek tek bir istenç altında birleşirler. Aile reisi olarak erkek o ana kadar sadece kendi bedeni üzerinde bir hakka sahip iken, evlilik ile beraber artık karısı ve çocukları üzerinde de mutlak bir hâkimiyet elde etmiş olur. Kadın artık kendi edimlerinin faili değil ama kendi istenci dışında kocası tarafından belirlenen edimleri ifa eden bir “aktör” durumuna indirgenmiştir; diğer bir ifade ile kocasının sözünü kendi sözüymüş gibi kabul etmek ve buna harfiyen uymak zorundadır. Devlet ise kanunları, mahkemeleri ve kolluk güçleri kadın ve erkek arasındaki bu eşitsizliğin sürekliliğini garanti altına almaktadır. Kadın ve erkekler arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar devletin mahkemeleri tarafından çözüme kavuşturulmaktadır ve verdiği kararlar, Hobbes’un daha o zaman görebildiği gibi, çoğunlukla “babalar lehinedir; çünkü devletlerin çoğu analar değil babalar tarafından kurulmuştur” (Thomas Hobbes, Leviathan, XX).

Sonuç olarak Hobbes, kadının erkeğin egemenliği altına girmesi ile aile ve devlet, diğer bir ifade ile insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin kurumsal bir yapıya bürünmesi ve bunun neticesinde kadının toplumsal bir cinayete kurban gitmesi arasındaki bağı görmüş ve bunu tüm soğukluğu ve yalınlığıyla ortaya koymuş ilk düşünürdür.

Deniz Zarakolu
#1 - Şubat 03 2009, 20:58:09

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.