Alternatifim Cafe

On Dokuzuncu Yüzyılda Mantık

Discussion started on Mantık

On Dokuzuncu Yüzyılda Mantık

--------------------------------------------------------------------------------

On dokuzuncu yüzyılda Batı felsefesi filozofları târihe ilişkin bir dizi soru üzerinde kafa patlattı ve târih felsefesinde önemli gelişmelere imzâ attılar. Bu yüzyıl târihin akışında son derece büyük değişimlerin ve dönüşümlerin yaşandığı bir yüzyıldı. Söz gelişi 1789 Devrimi ve Napolyon’un Avrupa işgâli ve burjuvazinin yükselişi bu cümleden. Böylelikle tin bilimlerinin bilimselliğini sorguladılar ve bu tartışmalar pozitivistler ile anti-pozitivistler arasında birtakım görüş ayrılıkları yarattı:


On dokuzuncu yüzyılda Comte ile Mill’in pozitivist bakış açısı altında tin bilimlerine doğa bilimlerinin yöntemlerinin uygulanması gerektiği görüşü genel kabûl görmeye başladı. İmdi pozitivizme göre gerçeklik birdir ve bu gerçekliğe aynı yöntemle bakılır ki bu, matematik fiziktir. Bilimlerden her biri bu gerçekliğin farklı görünümlerini konu edinir. Bilim genel yasalı açıklamalar yapma işidir. İmdi Mill’e göre toplumbilimlerindeki gecikmişliğin kaynağı onlarda matematik fiziğin uygulanmamasıdır. Matematik tüm bilimlerin şâhıdır; bilimsellik ölçütü de matematikselliktir. Matematiğin fiziğe uygulanması demek onun olgular dünyâsına uygulanması demeye gelir; matematik her ne kadar deneysel olmayan bir alan olsa da nasıl ki matematiğin astronomiye uygulanması büyük bir başarı getirmişse toplumbilimlerine uygulanması da yine büyük bir başarı getirebilir. İşte bu görüşleri bayraklayanlar Aydınlanmacıların aradığı ilke ve yasaların peşine düştü; Comte bunları sosyolojide, Mill de psikolojide buldu. İmdi târih; sosyoloji ve psikoloji alanlarının kurulmasına aracılık etti.


Pozitivizme en büyük tepki Dilthey’dan geldi: Tin Bilimlerine Giriş isimli yapıtıyla Dilthey tin bilimlerine sağlam bir temel oluşturma iddiâsıyla ortaya çıktı ve anti-pozitivist bir akım başlattı. Dilthey’a ve anti-pozitivistlere göre gerçekliğin en az iki farklı türü vardır, bunlar: olgular dünyâsı ve insan dünyâsı. Olgular dünyâsı seyircisi olduğumuz dünyâdır; olguları artarda görür ve onlar hakkında birtakım genel yasalı açıklamalar yapmaya çalışırız. Öte yandan insan dünyâsı ise temelini bilincimizde bulur. Amaç-eylem ilkelerinin bilgisi tin dünyâsında bulunur. Bu dünyâ açıklanmayı değil; anlaşılmayı bekleyen bir dünyâdır; insan kendisi için kurduğu bir imler, sinyaller, normlar, kurallar, ilkeler ve anlamlar dünyâsı içinde yaşar ve bu dünyâyı anlamak için duygudaşlık kurmak gerekir, duygudaşlık kurmak için de içine girmek. Doğa karşısında ancak seyirci kalabiliriz; ne var ki insan dünyâsı için bu, söz konusu olamaz. İnsan dünyâsı bilincimizde yer kaplar, bu dünyânın öznesi ile nesnesi de aynıdır; bu nedenle insan dünyâsını başka her türlü nesneden daha iyi kavramak mümkündür. Bu dünyâ niteliklerden oluşur ve bu nedenle matematiksel yöntemlerle açıklanamaz.


On dokuzuncu yüzyılda Batı felsefesinde yaşanan bir diğer önemli gelişme de temel disiplin arama yarışıydı: imdi on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Hegel ve Alman İdealist Okulu öncülüğünde ontoloji temel disiplin olarak kabûl edildi. Ancak ikinci yarıda Hegelciliğin ve Alman İdealizminin aldığı darbeler sonucu önce zayıflaması, sonra da yıkılmasına bağlı olarak temel disiplin konusunda belirli bir boşluk doğdu. Bu boşluğu doldurmak için pozitivistler bilgi kuramını, anti-pozitivistler insan felsefesini ve Marksistler de politikayı temel disiplin olarak konumlandırdı.


İmdi on dokuzuncu yüzyılda Batı felsefesi târihi içinde mantıkta olup bitenlere baktığımızda ana hatlarıyla şunları görüyoruz:


*


Çağdaş felsefenin son büyük sistem kurucusu olarak anılagelen Hegel’e göre felsefenin asıl görevi hakîkatin ne olduğunu serimlemekti(!?). Hegel’in dilinde hakîkat mutlağın bilgisiydi. Mutlak ise bir süreçti, yaşamın kendisi; yâni o, sâbit bir şey değildi. Mutlağa dışarıdan bakan bir tanrı yoktu. Kendisi bir süreç olan mutlak, idenin tin olarak kendi bilincine varma süreciydi. Bu süreç ancak belirli bir sistem içinde serimlenebilir ve bu sistemde kullanılan kavramların birbirleri arasında belirli bir içsel zorunluluğun bulunması gerekirdi. Böylelikle bir kavramdan başka hangi kavrama geçildiği gösterilir ve bu sistemi oluşturmada kullanılan her bir kavramın hesâbı verilmiş olurdu.


İmdi Hegel’in sistemi kapalı bir sistemdir ve bu sisteme dışarıdan müdahâle eden bir unsur da yoktur. Bu sistemde yer alan tüm öğeler birer aşamadır ve Hegel bunları kullanarak hiçbir öğeyi ve ilkeyi dışta bırakmaksızın hakîkati serimlemeye çalışır. Bunu yaparken de her tek olayın nedenlerini veya sonuçlarını değil; her tek olayın olup bitmesini ve tam da o şekilde olup bitmesini sağlayan ilkeleri açıklamaya çalışır, bu ilkeler hakîkati serimleyen ilkelerdir.


Hegel’e göre hakîkati oluşturan her bir parçanın tek başına bir anlamı yoktur; parça ancak bütün içinde anlam kazanır ve böylelikle sistem bilimsel bir hâle gelir. Parça bütünden ayrı olarak ele alındığında kavranılmış olmaz. Bütünün kendisi organizmayı andıran kompleks bir yapıdadır. İmdi bütünden ayrı olarak ele alınan bir şey salt bir soyutlama olarak kalacaktır. Böylelikle felsefe hakîkatin iç gelişiminin açığa vurulmasını sağlar(!?) ki bu da sistem aracılığıyla nesnelerin düşüncede görülmesi demeye gelir(!?). Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir ve mutlağın ne olduğunu kavramaya ve ortaya koymaya çalışır(!?).


İmdi felsefe ile bilim koparılamaz bir ilgi içindedir: Hegel’in dilinde felsefe bir bilimdir; bütün bilimlerin üzerinde bir bilim. Bilim de kavramları kapalı bir şekilde zorunluluk ilişkileri içinde açıklama işidir(!?). Kavramlar arasındaki içsel zorunluluk sistem kurmaya olanak tanır ve sistem kavramlar arasındaki bağlantıları ortaya koyarak olan bitenin dayandığı ilkeleri açıklar. (Mantık Bilimi 17. önerme) Felsefenin bu açıklamayı yapması vârolanı kavramasıyla mümkündür ve Hegel’in dilinde vârolan akıldır(!?). Hegel’e göre ancak bunun kavranılmasının ardından mutlağın bilgisi ortaya konabilir ve Hegel salt kendi sisteminde bu bilginin ortaya konabileceğine inanır; hakîkati ortaya koyduğunu, felsefeyi içinde bulunduğunu düşündüğü çöküşten kurtardığını(!?) ve “felsefesi”yle kendinden önceki filozofları aştığını savunur.


Böylelikle Hegel kendi sistemiyle her türlü gelişimin yasasını ortaya koyduğunu iddiâ eder, bundan sonra artık ortaya yeni bir yasa konmayacak olduğunu belirterek kendisinden sonraki dönemlerde ancak bu yasalar arasındaki ilişkilerin kullanılmasıyla onlara bir dizi önemsiz eklenti yapılacağını ve onlar arasındaki ilişkilerin ancak daha detaylı bir serimlemesinin gerçekleştirileceğini savunur.


Hegel sistemini kurmaya en içeriksiz ve boş kavramdan hareketle başlar; ancak böyle bir kavramın başka herşeyi belirli bir sistem içine sokabileceğine inanır ki bu kavram varlık kavramıdır. İmdi varlık kavramını her bir vârolana yüklemek mümkündür; fakat varlık kavramına bir şey yüklenemez. Bu bakımdan varlık aslında hiçliktir. Nitekim varlık kavramından tüm vârolanları çıkartınca geriye hiçlik kalır. Varlık ile hiçliğin sentezinden ise oluş ortaya çıkar. Oluş varlıktan hiçliğe, hiçlikten de varlığa geçmeyi sağlar ki Hegel buna vârolma der. İmdi vârolma sonucu varlık kazanan vârolanlar belirli bir vârolan olmaklığını oluş sâyesinde kazanır, tüm kategoriler de vârolanların kategorileridir. (Mantık Bilimi 88. önerme) Hegel’in sisteminde kullandığı yöntem ise dialektiktir, bu yöntem aynı zamanda da varlığın gelişim yasasıdır. Bu yasaya göre ide ile hiç biraraya gelerek idenin görüntülerini oluşturur. Bunlar için oluş ve bozuluş geçerlidir, bu da dialektik süreç içinde gerçekleşir. Bu süreçte bir önceki moment bir sonraki moment tarafından kapsanarak aşılır. Bu süreç tez – anti-tez – sentez ilişkisine dayanır ve tamâmen mantıksal olarak işler. İmdi dialektik hem varlığın gelişim yasasıdır hem de belirli bir mantık yasası.


Hegel’e göre ide kendini gerçekleştirirken üç farklı evren yaratır, bunlar: ideâl evren, doğa ve mutlak tin. Bunlardan ideâl evren mantık ve matematikten oluşur ve bu evren insan düşüncesinden tamâmen bağımsızdır. Nitekim kavram ve terimler ile sayılar zaman ve mekân dışıdır. Hegel bu üç evreni incelemekle üç farklı bilimi görevlendirir; imdi mantık bilimi ideâl evreni, doğa bilimi doğa evrenini ve tin bilimi de mutlak tin evrenini inceleyecektir. Dolayısıyla felsefenin de üç disiplini vardır, bunlar: mantık bilimi, doğa felsefesi ve tin felsefesi. Hegel’e göre mantık bilimi diğer iki felsefe disiplininin olanaklı koşuludur; nitekim bu disiplinlerde kullanılacak kavramlar arası zorunlu ilişkileri mantık kurar ve onların hizmetine verir. (Mantık Bilimi 24. önerme)


İmdi Hegel’in dilinde mantık saf idenin bilimidir. Mantık bir yönüyle tüm bilimler arasında en zor bilimdir; çünkü salt soyutlamalar üzerinde çalışır ve saf düşünceyi inceler. Ancak bir diğer yönüyle de tüm bilimler arasında en kolay bilimdir; çünkü konusu gereği düşüncenin en yalın belirlenimlerini inceler. (Mantık Bilimi 19. önerme) İmdi Hegel mantık denince akla yalnızca klâsik mantığın gelmesini yadırgar; nitekim Hegel’in mantık’ı tüm nesneler dünyâsını içine alan, tüm nesneler dünyâsındaki mantıksal bağlantıları göstermeye çalışan bir mantıktır. Bunu yaparken de gerçek olanın ussal, ussal olanın da gerçek olduğu ön kabûlünden hareket eder: ussal ve gerçek olan herşeyde bir logos vardır ve bu ilişki logos sözcüğünde içerilmiştir. Hem üstelik bu sözcük logic’in (mantık) de kökenidir. Bu bakımdan logosun ortaya konulması kategorilerin ortaya konulmasına bağlıdır ki bunu da dialektik mantık gerçekleştirecektir. İmdi Hegel dialektik mantığı klâsik mantıktan ayırır; hem üstelik klâsik mantığın hakîkatin ortaya konulmasında herhangi bir katkı yapabileceğini de düşünmez. Bu mantık ancak ideâl evreni açıklamada kullanılır; bu mantığın dayandığı ilkeler ancak çelişkiden uzak nesneleri kavramada geçerlidir. Oysa ki dialektik mantık momentler arasındaki ilişkileri inceleyeceğinden dolayı “A, A-olmayandır da” ilkesine dayanır.


*


Marks’ın dialektik yöntemi “Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, yâni düşünme süreci -Hegel bunu “Fikir” (“İdea”) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyânın yaratıcısı ve mîmârı olup, gerçek dünyâ, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngesel (phenomenal) biçimidir. [Marks] için ise tersine, fikir, maddî dünyânın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”


İmdi Hegel düşüncelerin birbirleriyle olan çatışmasını incelemişti, Marks ise düşünceleri doğuran nedenin ancak çatışma olduğunu savundu. Hegel’e göre düşünme süreci maddî dünyânın yaratıcısıydı, Marks’a göre ise maddî dünyâ düşünme sürecinin yaratıcısıydı. Hegel’e göre idenin kendi bilincine varma süreci olan târihin sonu gelmişti, Marks’a göre ise târih sınıf savaşımlarının târihiydi ve bu savaşımın henüz sonu gelmemişti. Marks’a göre Hegelci dialektik yöntem aracılığıyla gerçek kavranılamazdı; ondaki gizemli kabuk içindeki ussal öz ayakları üzerine oturtulmalıydı.


Georges Gurvitch’e bakılırsa Marks’ın dialektiğini yedi başlık altında incelemek mümkün, bunlar: devrimci sentezler dialektiği; üretim güçleri, üretim ilişkileri, bilinçlenme ve ideolojiler arasındaki dialektik, toplumsal sınıflar ve çatışma dialektiği, yabancılaşma dialektiği, kapitalist ekonominin ya da genel olarak ekonomik yaşamın dialektiği, ekonomi ile toplumbilim arasındaki dialektik ve târihsel dialektik; yâni târih ve toplumbilim arasındaki dialektik. İmdi bunlara ayrı ayrı bakmak gerekirse:


Marks’a göre özel mülkiyetin ortaya çıkışı insanlar arasındaki ilk eşitsizliği yarattı; bir tarafta özel mülkiyet sâhipleri, öbür tarafta da mülksüzler vardı. Bu eşitsizlik toplumsal ilişkiler ile üretim güçleri arasındaki ilişkilere de yansıdı ve devrimci sentezler dialektiğini ortaya çıkarttı. Zamanla özel mülkiyet sâhiplerinin devlet mekanizmalarını ele geçirmesi sonucu mülksüzlerde sınıf bilinci sınıf ideolojisine dönüştü ve üretim güçleri, üretim ilişkileri, bilinçlenme ve ideolojiler arasındaki dialektiği ortaya çıkarttı. Böylelikle de toplumsal sınıflar ve çatışma dialektiği ortaya çıktı. Bu çatışmada burjuva proleteryayı yabancılaşmayla karşı karşıya getirdi, bunun temelinde de yabancılaşma dialektiği vardı. İmdi Marks’a göre işçi sınıfı ne kadar zenginlik üretirse o denli yabancılaşır. Nitekim emeğin ürünü olan nesne artık üreticiden bağımsız olarak ona karşı koyar ve üretici kendi emek ürünü karşısında yabancı bir nesne karşısındaki ilişkinin aynını yaşar. Yabancılaşmış emek zamanla insanı da yabancılaştırır ve artık öteki kişilerle kurulan ilişkinin ölçüsü ekonomik niteliklere göre değerlendirilmeye başlanır. Bu yabancılaşmanın aşılması durumunda ise insanın kendi özüne dönüşü gerçekleşecek, sınıf savaşımları sona erecek ve özgürlük târihi başlayacaktır. Böylelikle emek ile nesne arasındaki çatışmanın temelinde yer alan kapitalist ekonominin ya da genel olarak ekonomik yaşamın dialektiği de ortadan kalkacaktır. Özgürlük târihinin başlamasıyla üreticiler ile diğer sınıflar arasında karşılıklı bir etkileşim ortaya çıkacak ve ekonomi ile toplumbilim arasındaki dialektik gelişecektir. İmdi bütün bunları ancak insanlar gerçekleştirebilir ki bunu olanaklı kılan da târih ve toplumbilim arasındaki dialektiktir.


Marks’ın dialektik görüşlerinden hareketle Marksçılar mantık ilkelerini ontolojik bir içerikle ele aldılar ve klâsik mantığa bir dizi eleştiri yönelttiler: Marksçılara göre “A, A’dır” dendiğinde örneğin A’nın B olmadığı da söylenmiş olur. Ne var ki Darwin göstermiştir ki doğada türler yoktur(!?) ve türler arasında kesintisiz bir akış vardır(!?). Bu bakımdan “A, A-olmayandır da”. İmdi Markçılar bu ilkeyi dialektik mantığın ilk yasası olarak kabûl ederler, ikinci yasa olarak da “yadsınmanın yadsınması” ilkesini ve üçüncü yasa olarak da karşıtların birliği ilkesini kabûl ederler. Nitekim Engels’e göre örneğin bir arpa tânesi normâl şartlar altında toprağa atılırsa filizlenir. Artık bu tânecik yadsınmıştır ve ortaya çıkan yeni bitki de tâneciğin yadsınması sonucu ortaya çıkmıştır ki bu da yadsınmanın yadsınması anlamına gelir. Bu bitki normâl yaşam süresi boyunca büyür, çiçek açar ve yeni tânecikler verir ki bu da karşıtları kendi içinde taşıdığı anlamına gelir.


Öte yandan Marksçılar kapitalist toplumdan komünist topluma geçişi de dialektik mantıkla şu şekilde temellendirmeye çalışır: ilkel toplum işbölümüne dayanır ve özel mülkiyeti yadsır, kapitalist toplum ise özel mülkiyete geçişle birlikte yadsınmanın yadsınmasını gerçekleştirir. Buna bağlı olarak bu toplumda sınıflar arası savaşımlar vardır ve komünist toplumda sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte karşıtlar birlik hâline geçecektir.


*


Kierkegaard’a göre Hegel’in Mantık Bilimi hakîkatin ortaya konulmasına hizmet etmediği gibi buradaki çözümlemelerin ne mantığa ne de hakîkate bir yarârı vardır. İmdi Kierkegaard’ın dilinde hakîkat tanrıyla kurulan öznel ilişkidir ve bu ilişkinin mantıkla anlaşılabilir bir tarafı yoktur. Hakîkat sistem içinde değil; ancak îmân yaşantısı içinde kavranılabilir. Sistem içinde ancak tümellerin yapısı açıklanabilir; oysa ki hakîkate tikel vâroluş aracılığıyla ulaşılabilir ki bu da sistem içinde açıklanamaz.


*


Schopenhauer’e göre evrende sıkı bir nedensellik ilkesi geçerlidir(!?). Bu ilke dış dünyâda ve düşünce dünyâsında yeter sebep ilkesi olarak karşımıza çıkar(!?); ancak onun bilgisine dış dünyâda neden-etki(!?), düşünce dünyâsında ise sebep-sonuç ilişkileri aracılığıyla ulaşırız(!?). Neden-etki ilişkilerini üç değişik biçimde görürüz, bunlar: neden, uyarım ve güdülenimdir. İmdi Schopenhauer’in dilinde neden fizîkî veya kimyevî değişimlerin kendisinden meydana geldiği şey, uyarım kendinden gelen bir tepkiye mâruz kalmamış olan ve güdülenim de bilme yetisinden geçen nedenselliktir. Sebep-sonuç ilişkilerini de bilme ediminin mantıksal kânunları biçiminde görürüz ki bunlar da mantık ilkeleridir(!?).


*


Lachelier indüksiyon sorununu çözüme bağlamak için iki ilke ortaya atar, bunlar: olguların düzenli seyri ilkesi ve olguların bütünlüğü ilkesi. İmdi bunlardan ilkine nedensellik ilkesi, ikincisine de ereksellik ilkesi der ve bu ilkelerin tartışmasız bir biçimde kabûl edilmesi gerektiğine inanır. Böylelikle Lachelier de indüksiyonu bir tür dedüksiyona dönüştürür. Nitekim Lachelier’in dilinde indüksiyon olguların bilgisinden hareketle onları idâre eden yasaların bilgisine geçme işlemidir ve bu geçişin mantıksal temeli de bu iki ilkedir.


*


Nietzsche’ye göre târih boyunca egemen olan üç kültür biçimi vardır, bunlar: artistik-budistik kültür, Sokratik kültür ve trajik kültür. Bunlardan Sokratik kültür aklın gücünü fazlasıyla abartır ve bu güce sınırsız bir güven duyar. Bu kültür bilimin hizmetinde olan teorik insanı yüceltir(!?) ve bu insanı belirli bir ideâl olarak ortaya koyar(!?). Bunları yaparken de iç güdüleri, düş gücünü ve heyecanları öldürür, evreni kuru bir mantıkçılıkla açıklamaya yönelir. Nitekim tanıtlamaya duyulan hayranlık bunların arkasındaki en önemli nedendir. Mantıksal akılyürütmeler iç güdülerin hatâlarını düzeltir, düş gücünü sınırlandırır ve kişiye yeni bir ahlâklılık tasarımı sunar. Bu tasarım kişileri çöküşe sürükler. İmdi bu çöküşten uzak kalınmak isteniyorsa şâyet mantık bir tarafa bırakılmalı(!?) ve iç güdülere, düş gücüne ve heyecanlara öncelik tanınmalıdır(!?).


*


J. S. Mill’e göre bilgi oluşum sürecinde çağrışım yasaları başat bir konumdadır(!?). İmdi düşünmenin olgusal bilinç akışının incelenmesi her türlü bilgisel etkinliğin temelini oluşturur ki bu incelemeyi yapacak olan psikoloji temel disiplindir(!?). Böylelikle Mill mantığı ve matematiği (de) psikolojiye indirger ve bir dizi tartışma başlatır:


Mill’e göre indüksiyonda tekil gözlemlerden hareketle yine teklere ilişkin bâzı vargılara ulaşılır. Hem üstelik indüksiyon aracılığıyla dile getirilen tümel önermeler de aslında yine teklere ilişkindir. Örneğin “Bütün insanlar ölümlüdür” önermesinin ortaya konabilmesi için tek tek bütün insanların ölümlü olduğunun gözlenmiş olması gerekir ki bu da bu önermenin aslında tümele değil; teklere ilişkin olduğu anlamına gelir(!?). İmdi tasım yeni bilgiler vermez, vargı da öncüllerle temellendirilemez(!?).


Bu görüşleri doğrultusunda Mill mantık ve matematik önermelerini çağrışım yasalarına geri götürmeye çalışır. Nitekim Mill’e göre bir gözlem sonucu doğrulanan bir çağrışım başka gözlemlerle de doğrulanmışsa bu durumda bu çağrışım artık çözülemez bir çağrışım olmuştur. Örneğin 2 ile 2’nin toplamının 4 ettiğine ilişkin bir çağrışım gözlemler aracılığıyla doğrulanmışsa bunun bir başka şeye eşit olmasının olanaksız olduğu hükmüne varılır; imdi bir şeyin iki farklı şeye eşit olması çağrışımların çözülemezliği ilkesine aykırıdır.


Görünen o ki Mill (de) belirli bir önermenin doğruluk değerini belirlemede nesneye bakmak yerine nesneye ilişkin çağrışımlara bakmayı doğru buluyor; bu bakımdan bilme ediminde nesneyi göz ardı ederek özneyi ön plâna çıkartıyor ve mantık ve matematik önermelerini de empirik önermelere indirgiyor. Oysa ki Mill çağrışım yapma ile genelleme yapmayı birbirine karıştırıyor. Söz gelişi parmağını sobada yakan bir çocuk bir başka sefer elini ateşten uzak tutmaya çalıştığında çağrışım yapar. Ne var ki yanan tek tek nesnelerden hareketle “Bütün ateşler yakıcıdır” önermesi belirli bir çağrışıma dayanmaz; belirli bir genelleme dile getirir.


*


Pareto’ya göre sosyolojik olgu ve olayların dayandığı yasalar indüksiyonla dile getirilir ve bu yasalar olmaksızın sosyolojide herhangi bir iş yapılamaz. İmdi bir sosyolog bir A olayından sonra başka bir B olayının geldiğini gözlemiş olsun. Eğer bu sosyolog hakkında yapabildiği her tek gözlemde B olayının nedeninin A olayı olduğu saptamasında bulunabiliyorsa A ® B biçiminde bir önerme dile getirecektir. Bu önerme aynı zamanda da belirli bir yasa önermesidir ve sosyolog bu önermeden hareketle bâzı vargılara ulaşır, gelecek hakkında da birtakım öndeyilerde bulunur.


Pareto’ya göre bu yasaların arkasında ise mantıksal olmayan insan davranışları bulunur. Sosyolojinin asıl görevi ise bu davranışların nasıl olup da mantıklı davranışlarmış gibi kabûl gördüğünü incelemektir. Pareto bu incelemesini mantıksallık ilişkileri üzerine odaklar; imdi Pareto’nun dilinde mantıksallık ilişkisi nesnel olgusallıktaki amaç-araç ilişkisinin öznel olgusallıktaki amaç-araç ilişkisine uygunluğudur. Tüm insanlar birtakım eğilimler sonucu öznel olgusallıkta kurdukları amaç-araç ilişkilerinin nesnel olgusallıkta da geçerli olduğuna inanmak ve inandırmak ister. Bu eğilimlerin temelinde ise tortular ve türevler bulunur. Pareto bu tortuları beş başlıkta inceler, bunlar: bileşim tortuları (günlük hayâtı devâm ettirme çabası), zümrenin devâmını sağlayan tortular (toplumsal kurum ve ilişki biçimlerinin yeni nesillere aktarılması çabası), toplumsallaşmayı sağlayan tortular (insan türünün aykırı özellik ve olanaklarını sınırlandırma çabası), kişi bütünlüğünü sağlayan tortular ve cinsel tortular. Pareto türevleri ise değer yargıları ve ideolojiler olmak üzere iki başlık altında inceler ve bunların temeline de tortuları koyar; ancak tortulara göre türevler daha kompleks sosyâl yapılardır.


*


Fransız Sosyoloji Okulu mantığın ve mantıksallık ilişkilerinin kaynağını toplumda aradı. Durkheim’ın öncülük ettiği bu okula göre mantık doğru düşünme ve akılyürütme yöntemiydi ve burada doğruluğu belirleyen şey özne-nesne uygunluğu veya nesneler hakkındaki yargıların tutarlılığı değil; toplumun kendisiydi. Nitekim Durkheim’a göre “ne imajlar kendi aralarında duyumlar gibi bileşirler, ne de kavramlar imajlar gibi. (...) Durum böyle olunca, öncelikle şunu tahmin etmek gerekir ki, toplumsal düşüncenin mukâbil yasaları bizzat düşüncenin kendisi gibi özgül olamaz.”


Bu okuldan Lévy-Bruhl’a göre ilkel insanın zihin faaliyetleri modern insanın zihin faaliyetlerinden farklı bir biçimde gerçekleşiyordu. Söz gelişi ilkel insanın zihin faaliyetlerinde çelişmezlik ilkesine yer yoktu; örneğin Tumâiler kendilerini hem insan hem de suda yaşayan hayvan olarak görürlerdi ve bu, onlar için herhangi bir çelişki değildi. Öte yandan Bororolar da kendilerini hem kırmızı bir papağan hem de belirli bir buğday tânesi olarak görürlerdi ki bu da onlar için bir çelişki değildi. Lévy-Bruhl bu durumu anlatmak üzere prélogique (mantık-öncesi) terimini kullandı ve mantık ilkeleriyle belirlenmiş düşünme biçiminin a priori olarak temellendirilemeyeceğini göstermeye çalıştı.


*


İmdi dialektiğin felsefe târihi içinde geçirdiği serüven, mantık ile hakîkat ilişkisi sorunu, mantık düşmanlığı, mantığı psikolojiye indirgeme sayıltısı ve mantık ile mantıksallık ilişkileri hakkında inceleme yapmak için sosyolojiyi görevlendirme çabaları bir tarafa, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında sembolik mantığın doğuşuna giden yolda önemli adımlar atıldı:


Aristoteles’in tasım öğretisi tanıtlamaya dayanıyordu. Ancak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında matematikte kaydedilen kimi gelişmeler bu öğretiyle açıklanamayacağı düşünülen birtakım aykırı durumlar yarattı. Nitekim “Aristoteles mantığının Hint-Avrupa dillerinin gramatikâl formlarına aşırı bağlı olduğu ve yeni matematiği hesâba katmada yeterince güçlü olmadığı görülüyordu.” İmdi bu dönemde özellikle de matematikçilerin mantıkla ilgilenmesi tesâdüfî değil; bu matematikçiler Aristoteles’in tasım öğretisini matematiksel bir modelde yeni baştan ele aldılar ve matematiksel mantığı geliştirdiler; böylelikle sembolik mantığın doğuşunu sağladılar. Russell’a bakılırsa “bu tür mantık iki ayrı anlamda matematikseldir: kendisi matematiğin bir dalıdır ve matematiğin başka daha geleneksel dallarına özellikle uygulanabilen mantıktır. Târihsel bakımdan bu yalnızca bir matematik dalı olarak başladı: başka dallara özel uygulanabilirliği daha yeni bir gelişmedir. İki bakımdan da bu Leibniz’in bütün yaşamı boyunca güttüğü ve şaşırtıcı düşünsel gücünün bütün ateşiyle arkasından koştuğu bir umudun gerçekleşmesidir.”


İlk olarak De Morgan bu öğretide incelenen özne-yüklem ilişkilerinin dışında daha farklı mantıksal ilişkilerin varlığına dikkat çekti ve yeni tasım türleri saptadı. Örneğin “Bütün atlar birer hayvandır”, “O hâlde her atın başı bir hayvanın başıdır” tasımı bu öğretiye göre eksik bir tasımdır ve geçersiz sonucunu verir. Ancak De Morgan’a göre bu tasımın geçerli olduğunu sezgisel olarak biliriz; ne var ki Aristoteles’in tasım öğretisinde bu sonuca ulaşamıyoruz. İmdi De Morgan bu gibi mantıksal ilişkiler üzerinde birtakım çalışmalar yaptı ve bir dizi yasaya ulaştı. Öte yandan gerek Aristoteles Okulunun gerekse Stoa Okulunun sembolik notasyonunu yetersiz buldu ve yeni bir notasyon geliştirdi. Bu notasyonda anılmaya değer belli başlı noktalar şunlar: X ve Y olmak üzere iki terimimiz olsun: “X) ve (Y” ifâdesi bu terimlerin kaplamlarının tamâmını, “X (ve) Y” ifâdesi X ve Y terimlerinin kaplamlarından ancak bir kısmını, “X))Y” ifâdesi X’in tüm kaplamının Y’ninkinin bir kısmıyla aynı olduğunu, “X).(Y” ifâdesi de X’in Y’nin kaplamında yer almadığını imler. Bu notasyonda değil küçük harflerle gösterilir; imdi “x ile X” çelişik bir ifâdedir.


*


De Morgan sonrası dönemde sembolik mantığa en önemli katkılar Jevons, Boole, Schöder ve Peirce tarafından kaydedildi. Jevons akılyürütmelerin geçerliliklerini denetleyen yeni bir yöntem buldu. Boole da De Morgan’ın sembolik notasyonuna yeni katkılar yaptı; söz gelişi “x = y” ifâdesiyle x teriminin kaplamının y terimininkiyle aynı olduğunu, “xy” ifâdesiyle x ve y terimlerinin kaplamlarının ortak olduğunu, “x – y” ifâdesiyle X ve Y kümelerinin ortak bir elemanı bulunmadığını, “x + y” ifâdesiyle de X ve Y kümelerinin ortak elemanı bulunduğunu gösterdi. Daha sonra da Schöder belirli bir sistem içinde tüm bunları derleyip topladı ve dedüktif bir mantık dizgesi kurdu. Peirce da koşul eklemi üzerinde birtakım çalışmalar yaparak aksiomatik bir dizge kurdu. Bu dizgenin asıl önemi ise niceleyicilere de yer vermesinden gelir. Hem üstelik doğruluk çizelgesi yöntemini de ilk defâ Peirce bu dizgede kullandı.


*


Modern mantığın kurucusu olarak anılagelen Frege kendisinden önceki sembolik notasyon çalışmalarını inceledi ve yeni bir notasyon geliştirdi. Bu notasyon diğerlerine göre daha “şık” ve “kullanışlı” görülüyor; hem üstelik okullarda da daha çok bu notasyon öğretiliyor.


Bu notasyonu daha yakından incelemeye geçmeden önce şu birkaç hususu belirtmekte fayda var: Frege’ye göre mantıkta psikolojik öğelere yer yoktur. Mantığa psikolojik öğelerin sokulması ise mantık ile düşünme edimi arasında kurulagelen yanlış bir ilişkiden kaynaklanır; nitekim mantığın bu edimi belirlediği sanılır; oysa ki mantık bu edime kayıtsızdır(!?). İmdi mantık en temelde düşünceler ve bunlardan üretilen görüşler, fikirler, tezler, hipotezler vb. arasındaki ilişkilerle ilgilenir. Bu bakımdan tüm bilimlerde denetleyici, düzenleyici ve yanlıştan arındırıcı bir görev üstlenir. Oysa ki psikolojistler mantık ve matematik önermelerini bu yanlış ilişkiden dolayı çağrışım yasalarına indirger; ancak kavram ve terimler ile sayılar nesneldir ve herhangi bir özneye bağlı olmayan bir kendilik taşır; yâni onlar özne olmadan da vardır. Dolayısıyla temel disiplin psikoloji değil; ancak mantıktır.


İmdi bu notasyonu daha yakından incelemek gerekirse: Frege bir önerme eklemiyle eklemlenmemiş bir önermeye atomsal önerme der ve bu önermelerin doymuş öğe ve doymamış öğe olmak üzere iki temel bileşeni olduğunu savunur; imdi doymuş öğe önermedeki sâbit terimken, doymamış öğe ise değişken terimdir. Söz gelişi “Sokrates bir insandır” önermesinde Sokrates terimi doymuş bir öğe, insan terimi ise doymamış bir öğedir. Bu terimlerden ilki belirli bir özneyi imlerken, ikincisi böyle değildir. Frege bu iki öğeyi F(s) biçiminde simgeleştirir. Burada F fonksiyonu “… insandır”a, (s) göstergesi ise Sokrates’e göndermede bulunur. Eğer bir atomsal önerme iki sâbit terim arasında doymuş bir ilişkiyi dile getiriyorsa; söz gelişi “Sokrates, Platon’un hocasıdır” önermesini Frege F(s, p) biçiminde simgeleştirir. Yok eğer bir atomsal önermede sâbit terim doymamışsa bunu F(x) biçiminde, bu önerme doymamış bir ilişki dile getiriyorsa bunu da F(x, y) biçiminde simgeleştirir. Frege bu önermelere aynı zamanda da açık önerme der.


Peirce’dan sonra sembolik notasyonda niceleyicler hakkında en kayda değer çalışmaları da yine Frege yaptı: bu notasyonda tümel niceleyiciyi ", tikel niceleyiciyi de $ biçiminde gösterdi. İmdi Frege “Her x için öyle bir x var ki bu x, F’dir” açık-atomsal önermesini "xF(x), “Bâzı x’ler için x, F’dir” açık-atomsal önermesini de $xF(x) biçiminde simgeleştirdi.


*


Peano matematik ve geometri dilini günlük dilin kaypaklığından kurtarmak istiyor, tâ on yedinci yüzyıldan beri özlemi duyulan matematiksel kesinliği olanaklı kılacak yeni bir dil geliştirmeye çalışıyordu. Hem üstelik bu alanlarda yapılagelen tanıtlamaları da sağduyu zemîninden çıkartarak mantık zemînine taşımak istiyordu. Böylelikle Frege’nin notasyonuna oldukça önemli katkılar yaptı ve bugün yaygın olarak kullanılan notasyon bu şekilde tamamlanmış oldu.


(…)

#1 - Haziran 06 2006, 17:30:56

Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.