Alternatifim Cafe

On Sekizinci Yüzyılda Mantık

Discussion started on Mantık

On Sekizinci Yüzyılda Mantık

--------------------------------------------------------------------------------

On sekizinci yüzyıl Batı felsefesi filozoflarının düşünme ve değerlendirmelerinde otoriteye ve dînî geleneklere bağlı kalmaktan çıkıp kendi akıl ve deneyimleriyle hayatlarını aydınlatmaya çalıştığı bir yüzyıldı; aydınlanma yüzyılı. Kant’a göre “aydınlanma insanın bizzat kendisinin sorumlu olduğu erişkin olmama durumundan kurtulmasıdır. Erişkin olmama bir başkasının yönlendirmesi olmaksızın kişinin kendi aklını kullanamamasıdır. Eğer bu, aklın yetersizliğinden değil de aklı başkalarının yönlendirmesi olmadan kullanma bağlamında kararlılık ve cesâret eksikliğinden ileri geliyorsa sorumluluk insanın kendisindedir. Sapere aude! ‘Kendi aklını kullanma cesâreti göster!’ Aydınlanma’nın yol gösterici ilkesi budur.”


Rönesans’la birlikte Avrupa, Antikçağ Yunan mîrâsını tanımaya ve öğrenmeye koyulmuştu. Rönesans ve Reform Hareketleri ile bilimsel birtakım başarılar sonrasında Kilise öğretisinden suâl edilmeye başlanmıştı. Ancak felsefe de teolojik içeriğinden henüz tam olarak sıyrılamamıştı. İşte Aydınlanma bunun gerçekleşmesinde önemli bir adım attı. Aydınlanma filozofları ‘Dört Yahudi’ye neden inanalım!’ dediler ve akla ve aklın kullanımına ilişkin birtakım incelemeler yaptılar. İmdi on yedinci yüzyıl filozoflarının akıl hakkındaki incelemeleri ile on sekizinci yüzyıl filozoflarının bu incelemeleri arasında önemli bir fark vardı: on yedinci yüzyıl filozofları aklın içinde bulunduğunu düşündükleri birlikten; yâni birtakım a priori ilkeler bütününden çokluğu; yâni teklerin bilgisini çıkartmaya çalışırken, on sekizinci yüzyıl filozofları ise çokluktan birliği çıkartmaya çalıştı, bunu yaparken de akıl içinde birtakım hazır doğruların bulunduğunu reddettiler ve Skolastiklere de birtakım eleştiriler getirerek bilgi kuramının temellerini attılar.


Bu farkın simgeleştiği söylemlerden biri de Newton’a âitti; imdi Newton ‘Hipotezlere ihtiyâcım yok!’ diyor ve belirli bir araştırmaya başlamadan önce geliştirilen a priori akılyürütmeleri reddediyordu; nitekim araştırma konusu ne olursa olsun bu araştırmanın dayanması gereken yöntem deney ve gözlem olmalıydı; fakat on yedinci yüzyıl filozofları deney ve gözleme dayalı olmayan birtakım hipotezler geliştirmiş ve keyfî birtakım akılyürütmeler kurarak bilimlerde belirli bir tıkanıklığa neden olmuşlardı. Bu akılyürütmeler keyfî olduğu için mantıksal bakımdan eşdeğerdi ve bunlar aracılığıyla bilimlerde bir iş yapılamazdı. Nitekim bilimlerin görevi deney ve gözleme dayalı olarak birtakım akılyürütmeler kurmak ve bu yolla birtakım ilke ve yasalara ulaşmaktı, bunu yaparken de mantığa büyük bir görev düşüyordu: imdi mantık indüksiyon aracılığıyla bu ilke ve yasalara ulaşacak, bu ilke ve yasalardan yapılacak birtakım dedüksiyonlarla da yeni deney ve gözlem olanakları yaratarak başka ilke ve yasalara ulaşmayı sağlayacaktı.


On sekizinci yüzyılda matematik fizik on beş ve on altıncı yüzyılda başladığı gelişimini tamamlamıştı. Artık astronomi alanında büyük alt üst oluşlar ortaya çıkmıştı. İmdi bu alana matematik fiziğin uygulanmasıyla öndeyilerde bulunulabildiği gerçeği filozofların da gözlerini kamaştırıyordu. Bu nedenle on sekizinci yüzyıl filozofları insan dünyâsı hakkında da öndeyilerde bulunulabileceğini düşünmeye başladı. Böylelikle insan dünyâsında olup bitenleri inceleyen filozoflara da neden ilke ve yasalara dayanma hakkı verilmesin yollu bir görüş ortaya çıktı; ‘yeter ki bu alanın ilke ve yasalarının doğa bilimlerininki kadar bir kesinlik taşıdığı iddiâ edilmesin ve böyle bir kesinlik aramaya çalışılmasın’ dediler. Amaçları: insanın gelecekteki yazgısının resmini kesine yakın bir biçimde çizmek. İşte bu amaç doğrultusunda Locke insan zihninin işleyişini inceledi. Locke’a göre doğanın ve aklın belli bir işleyişi vardı, aklın işleyişine dâir bilgilerimiz de olanaksızdı: gören bir göz görme işlemi sırasında kendini göremez diye düşündü. Locke’a göre akıl işlerken onun nasıl işlediğini incelemek gören gözün kendini târihsel olarak incelemesi demeye geliyordu; imdi ihtiyaç duyulan ilke ve yasalar da ancak bu şekilde ortaya konabilirdi.


Öte yandan Hume da felsefeyi ikiye ayırmıştı, bunlar: doğa felsefesi ve moral felsefe. Hume’a göre de moral felsefe insanın düşünsel ve ahlâkî gelişimini belirleyen ilke ve yasalara ulaşmak için insan zihnini inceleyecekti. İmdi Hume moral felsefesiyle bu işe kalkışırken insanın doğal yapısını da belirli bir doğaya benzetti. Daha sonra Kant da insanın doğal yapısını yine doğaya benzetecekti.


İmdi on sekizinci yüzyılda Batı felsefesi târihi içinde mantıkta olup bitenlere baktığımızda ana hatlarıyla şunları görüyoruz:


*


Locke tüm bilimleri fizik, etik ve semiotik olmak üzere üçe ayırdı. Bunlardan semiotik bilgiyi, bilgi oluşum sürecini ve bilgi aktarım sürecini inceleyecekti. İmdi Locke semiotiği belirli bir imler öğretisi olarak gördü ve temeline de mantığı yerleştirdi. Locke’a göre imler ideleri imler ve zihinde bulunur. İdeler ise bellekte depolanır ve bilgi oluşum sürecinde bellekten geri çağrılır. Bilgi aktarım sürecinde ise ideler zihindeki imlerle düzenli seslere dönüştürülür ve önermeler şeklinde dile getirilir. İşte semiotiğin bu incelemelerinin temelinde mantık vardır; ancak bu mantık ne Skolastik mantıktır ne de matematiksel mantık. Bu mantık bugün anladığımız biçimiyle bilgi kuramından başka bir şey değildir.


Locke’a göre bilgi oluşum sürecini incelediğimizde doğuştan gelen bir bilgi olmadığını görürüz. Aynı şekilde ideler de doğuştan gelmez ve doğuştan geldiği sanılan idelerle kurulan ilkeler de yine doğuştan gelmez. Eğer böyle olsaydı bunların çocuklarda ve budalalarda da olması gerekirdi. Bunların doğuştan geldiğine olan inancın temelinde ise bilgi oluşum sürecini incelemek yerine en kolay ve kestirme yolu seçme sayıltısı vardır. Dolayısıyla Kartezyenlerin mantık ilkeleri hakkında ortaya koydukları da bu cümleden. Nitekim bu ilkeler eğer zihinde varsa zihin bunun farkında olmalıdır; zihinde olan birşeyin zihin tarafından fark edilmemiş olması mümkün değildir. Bu nedenle bu ide ve ilkelerin zihinde uyur bir hâlde bulunduğunu ve birtakım duyumlarla uyanık hâle geldiğini iddiâ etmek bizi bir yere götürmez.


*


Hume akılyürütmelerin iki farklı türden nesnesi olduğunu savundu, bunlar: idea ilişkileri (kavramlar ve terimler arası ilişkiler) ve olgu sorunları (dış dünyâda olup bitenler). Hume’a göre idea ilişkileri hakkındaki akılyürütmelerin doğruluğundan şüphe etmek için haklı bir nedenimiz yoktur; nitekim insan zihni idea ilişkilerinin tersini düşünecek olursa çelişkiye düşer. Fakat olgu sorunları söz konusu olduğunda bunların tersini düşündüğünde zihin çelişkiye düşmez. İmdi örneğin zihin “Yârın güneş doğmayacaktır” önermesi ile “Yârın güneş doğacaktır” önermesini aynı açıklıkla kavrayabilir ve bunlar arasında çelişkiye düşmez; ancak belirli bir alışkanlık sonucu “Yârın güneş doğacaktır” önermesini olumlamaya daha yatkındır.


İmdi Hume’a göre iki farklı türden akılyürütme vardır, bunlar: tanıtlayıcı akılyürütmeler ve olgusal akılyürütmeler. Bunlardan tanıtlayıcı akılyürütmelerde kullanılan öncüller Aristoteles ile Descartes’ın iddiâ ettiğinin aksine âni bir sezişle bir anda ortaya konmaz ve doğuştan da gelmez; bunlar idea ilişkileridir ve zihne dışarıdan gelir. Bu akılyürütmeler idea ilişkilerine dayandığı için tutarlı ve geçerli akılyürütmelerdir. Bu akılyürütmelerde “-dır”lı bir tümceden başka bir “-dır”lı tümceye ulaşılır ki bunun yadırganır bir tarafı yoktur. Ne var ki olgusal akılyürütmeler söz konusu olunca durum değişir: Hume etikte kullanılan olgusal akılyürütmelere moral akılyürütmeler der. Bu akılyürütmelerde “-dır”lı bir tümceden bu kez “olması gerekir”li veya “olmaması gerekir”li bir tümceye ulaşılır ki bunun mantıksal bir dayanağı yoktur. Bu akılyürütmelerin temelinde ise duygudaşlık bulunur. Öte yandan diğer olgusal akılyürütmelerde de “-dır”lı bir tümceden başka bir “-dır”lı tümceye ulaşılır ki bunun da yine mantıksal bir dayanağı yoktur. Bu akılyürütmelerin temelinde ise belirli bir alışkanlık vardır. Hem üstelik bu akılyürütmelerde ulaşılan vargının doğru olduğunu söyleten şey de yine bu alışkanlıktır; nitekim insan zihni olgu sorunlarını her defâsında belirli bir öncelik-sonralık ilişkisi içinde görür ve buna koşullanır. İmdi bu vargılar ancak günlük hayâtı sürdürmede sınırlı bir fayda sağlar, bundan fazlasını değil.


Böylelikle Hume indüksiyon sorunu tartışmasını başlatır ve bilimsel bilgilerin de altını oyar; nitekim bilimlerde olgusal akılyürütmeler kendisiyle iş yapılacak olan genel yasa önermelerini dile getirmenin olanaklı tek yoludur; ancak Hume bunların belirli bir alışkanlığa dayandığını söylemekle bilimsel bilgilere olan güveni de sarsmış olur.


*


Kant’a göre akıl bilgileri ya biçimseldir ya da içeriklidir. Klâsik mantık bu biçimsel bilgilerle uğraşır, yargıda bulunmanın farklı formlarını inceler. Ne var ki klâsik mantığın bu incelemeleri pek çok bakımdan yetersidir ve bunların sıkı bir eleştirisi gerekmektedir. Hem üstelik aklın sınırlarına ve neyi, nereye kadar ve nasıl bilebileceğimize ilişkin bir inceleme yapmak için de bu eleştiri gereklidir.


Kant’a göre yargıda bulunma edimi bilgi dile getirmenin yoludur ve tüm bilgiler belirli bir önerme şeklinde dile getirilir. İmdi yargı türleri ayrımı aynı zamanda da önerme türleri ayrımıdır. Kant tüm önermeleri bilginin niteliğine bakarak analitik ve sentetik olmak üzere ikiye, bilginin deneyle ilişkisine bakarak da a priori ve a posteriori olmak üzere ikiye ayırır. Bu önermelerin çapraz ilişkisi sonucu ortaya dört tür önerme çıkar, bunlar: analitik a priori önermeler, sentetik a priori önermeler, analitik a posteriori önermeler ve sentetik a posteriori önermeler. İmdi bu önermelere ayrı ayrı bakmak gerekirse:


Kant’a göre analitik a priori önermelerde yüklem özneye yeni bir şey katmaz; yüklem öznede zâten içerilmiştir. Akıl bu önermelerin tersini düşündüğünde çelişkiye düşer. Bu önermelerde geçen terimler deneysel olsa da kendileri a prioridir. Söz gelişi “Altın sarı bir metâldir” önermesi bu cümleden. İmdi bu önermenin doğruluk değeri hakkında konuşmak için altının sarı renkli bir metâl olduğu bilgisinden başka bir şeye ihtiyâcımız yoktur ki bu da zâten altın teriminde içerilmiştir. Öte yandan tanrı tanıtlamaları da bu önermelere dayanır; nitekim bu tanıtlamalarda kullanılan tanrı terimi de vâroluş gibi bir yüklemi zâten içeriyordur.


Kant’a göre sentetik a priori önermeler ise bilimlerin olanaklı koşulu olduğu gibi(!?), aynı zamanda bilim olarak metafiziğin de olanaklı koşuludur(!?). Bu önermelerde yüklem özneye yeni bir şey katar(!?); ancak bu önermeler deneyden gelmez(!?). Deneyden gelmedikleri için de mutlak kesindir(!?). Söz gelişi “Her olayın bir nedeni vardır” önermesi bu cümleden. İmdi bu önermelerin bilimlerin olanaklı koşulu olması bilimlerde kendisiyle iş yapılacak olan genel yasa önermelerinin sentetik a priori önermeler olmasından gelir(!?). Böylelikle Kant indüksiyon sorununa da belirli bir çözüm önerisi geliştirir: “Doğada tekbiçimlilik vardır” sentetik a priori önermesi indüksiyonun mantıksal dayanağını oluşturur; ne var ki Kant bu önermeyle indüksiyonu bir tür dedüksiyona dönüştürmüş olur.


Kant matematik önermelerinin de sentetik a priori önermeler olduğunu düşünür. Kant’a göre bu önermelerin çelişmezlik ilkesine dayandığını düşünmek yanlıştır. İmdi söz gelişi “7 + 5 = 12” önermesinin çelişmezlik ilkesine geri götürülebileceğini ve dolayısıyla da analitik bir önerme olduğunu düşünmek yanlıştır(!?). Nitekim bu önerme daha yakından incelendiğinde 7 ile 5’in toplamı kavramının 12 kavramını içermediği; 7 ile 5’in toplamı kavramının öğeleri arasında 12 kavramının olmadığı görülecektir.


Kant’a göre analitik a posteriori önermeler ise hem olgusal olarak hem de mantıksal bakımdan olanaklı değildir. Nitekim analitik bir önermenin a posteriori olması, a posteriori bir önermenin de analitik olması imkânsızdır.


Kant’a göre sentetik a posteriori önermeler ise hem yüklemin özneye yeni bir şey kattığı hem de deneyden gelen önermelerdir. Söz gelişi “Metâller ısıtılınca genleşir” önermesi bu cümleden.


Kant’a göre tüm bilgilerimiz bu üç önerme türünden biri şeklinde dile getirilmiştir; ancak akıl kendi doğal yapısı nedeniyle fenomenler alanında kalmayı beceremez ve belirli bir sınır aşımı sonucu kuruntular alanına el atar. Bu alanda artık anlama yetisinin kategorilerine belirli bir gerçeklik yüklenir ve akıl doğa yasalarına aykırı bir biçimde kullanılır. Kant aklın bu kullanımına dialektik mantık der ve bu aşma durumunu incelemekle görevlendirdiği transendental mantığı klâsik mantığın karşısına koyar. Nitekim bu mantık biçimle değil; içerikle ilgilenecektir. Kant bu mantıkta kullanılacak yönteme de transendental yöntem, ortaya koyacağı bilgilere de transendental bilgi der. Bu bilgiler de nesnelere ilişkin olmak yerine a priori olarak olanaklı olduğu ölçüde nesnelere ilişkin bilme tarzımıza ilişkin bilgilerdir.


Kant’a göre dialektik mantıkta mantık ilkeleri birtakım “gerçekler” yaratmada araç olarak kullanılır ve sonunda birtakım antinomilerle ve saf aklın ideleriyle karşılaşılır. İmdi Kant’ın dilinde antinomi saf aklın çelişen iki yargı karşısında içine düştüğü durumdur; bu yargıların hem evetlemeleri hem de değillemeleri aynı anda olumlanabilir. Saf aklın ideleri ise hakkında oldukları nesneleri olanaklı hiçbir deneyde veremeyen; ancak yine de bir zorunluluk taşıyan kavramlardır. Kant bu ideleri üçe ayırır, bunlar: psikolojik ideler, kozmolojik ideler ve teolojik ideler. İmdi bu idelere ayrı ayrı bakmak gerekirse:


Kant’ın psikolojik idelere verdiği en önemli örnek kalıcılık idesidir. İmdi Kant’a göre saf akıl aslında anlama yetisinin kategorilerinden biri olan tözü belirli bir nesne olarak kavramak ister; nitekim saf akıl ulaşabileceği bir son öznenin peşindedir. Böylelikle töze belirli bir gerçeklik yükleyerek kalıcılık idesine ulaşır, bu idenin zorunlu olarak geçerli olduğunu düşünür. Ne var ki biz ancak fenomenler alanında kalıcılığın olup olmadığını bilebiliriz, bunun ötesini aslâ. Ancak saf akıl kendi doğal yapısı nedeniyle bu idenin numenler alanında da geçerli olduğunu düşünür.


Kant’a göre kozmolojik ideler ise saf aklın ideleri arasında en dikkat edilmesi gereken idelerdir. Bu ideler de hem fenomenler alanında hem de numenler alanında geçerli olma iddiâsındadır. Hâl böyle olunca da ortaya yine birtakım antinomiler çıkmaktadır. Bu antinomilerden en önemlisi de özgürlük antinomisidir; imdi “Özgürlük vardır” önermesi ile “Özgürlük yoktur” önermesi aynı anda olumlanabilir. Ancak akıl sâhibi bir varlığın tüm eylemleri birer fenomen olmak bakımından doğa zorunluluğu altındadır; fakat akıl sâhibi bir varlık akla göre eyleme olanağı taşıması bakımından özgürdür. Bu özgürlük doğa zorunluluğun geçerli olduğu alanda ona herhangi bir zarar vermez, doğa zorunluluğu da bu olanağı ortadan kaldırmaz.


Kant’a göre teolojik ideler ise fenomenler alanının dışına çıkan saf aklın kurduğu nedenler dizisinde geldiği son noktada ortaya çıkan idelerdir. İmdi saf akıl bu nedenler dizisini olanaklı kılan bir varlık tasarlar ve sonra da ona belirli bir gerçeklik yükleyerek bu ideleri yaratır. Kant’ın bu idelere verdiği en önemli örnek de tanrı idesidir.


(…)

#1 - Haziran 06 2006, 17:31:22


Üye:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.