Devlet memurları ile parti müfettişleri arasındaki ilişkilere dair, Hasan Rıza Soyak’ın naklettiği bir anı
“Atatürk, bir sabah derhal İzmir’e gitmek istediğini söyleyerek hazırlık yapmamızı emretti; seyahatlere çıkarken ekseriya maksadını da bildirirdi; bu sefer hiçbir sebep göstermedi. Hazırlandık, hemen o akşam yola çıktık.
İzmir’de daha evvel kendisine hediye edilmiş olan Kordonboyu’ndaki Naim Palas’a indik. İlk akşam yemeğine daha bazı zatlar ile beraber, vali rahmetli general Kâzım Dirik ve Cumhuriyet Halk partisi müfettişi, Balıkesir mebusu Hâcim Muhittin Çarıklı da davetli idi.
Sofra, sokak kapısından girince sağa düşen salonda kurulmuştu; zaten orası, bu bina kendisine verildiği günden beri, yemek salonu olarak kullanılmaktaydı.
Atatürk saati gelince, üst kattaki yatak odasından inip misafirleri ile beraber bu salona girdi; ben de büyük holde bir koltuğa oturdum, dinleniyordum. Oturduğum yerden sofradakiler görünmüyor, fakat konuştukları işitiliyordu; birdenbire Atatürk’ün sesi yükseldi:
“Paşa hazretleri, burada vali yani Devletin temsilcisidir; koskoca vali-i âlişan!… Burada ben bile onun kararlarına göre hareket etmek mecburiyetindeyim; mesela, bana bugün sokağa çıkma diyebilir ve ben buna uyarım, uymak zorundayım; çünkü buranın asayişinden, idaresinden, her şeyinden o sorumludur…! Diyordu; hiddetli olduğu belliydi. Ne olmuştu, niçin ve kime kızmıştı?… İlk anda anlayamadım; bir ara benim ismimi de telaffuz ettiğini duydum, arkasından bir sofracı geldi: “Atatürk sizi istiyor” dedi.
Kalkıp salona girdim, her zaman olduğu gibi sofranın deniz tarafındaki başında oturuyordu; sağında vali Kâzım Dirik, onun yanında da Hâcim Muhittin Bey vardı:
“Bak çocuk!…” dedi, Hâcim Muhittin Çarıklı’yı göstererek, “Beyefendi Parti müfettişliğinden çekilecekler; senden Parti Genel Sekreterliğine bir istifa mektubu yazmasını rica ediyorlar…”
Biraz durdu; Çarıklı’ya baktı:
“Bunu telgraf yapsak daha iyi olmaz mı beyefendi?…” diye sordu, Çarıklı kabul yollu başını eğdi; tekrar bana döndü:
“Hadi böyle bir telgraf hazırla, getir!… Beyefendi imza edeceklerdir,” emrini verdi; tabii telgraf yazıldı, imzalandı ve çekildi.
Ondan sonra Atatürk sabaha yakın bir saate kadar hep Çarıklı ile meşgul oldu; kendisine büyük iltifatlarda bulundu.
Ertesi gün uykudan uyandığını haber alınca yanına girdim; gece olup bitenleri hatırlamıyormuş gibi, hafifçe tebessüm ederek sordu:
“Yahu, dün akşam neler oldu?…”
Anlattım; bu sefer ciddileşti:
“Bu büyük bir derdimdir çocuk!” dedi… “Bak sana izah edeyim; Ankara’da kulağıma gelen bazı dedikodulardan vali Kâzım Paşa ile Parti müfettişi Hâcim Muhittin Bey arasında bir geçimsizlik olduğunu far ketmiş, Hâcim Muhittin beyin mebusluk ve parti müfettişliği sıfatlarına dayanarak, Kazım Paşaya tahakküm etmek sevdasına kapılmış olmasından şüphelenmiştim. Buraya işte bunun için, yani durumu yakından görüp incelemek için geldim. Daha ilk temasımda şüphemin yerinde olduğunu hissettim; hele akşam sofraya otururken Hâcim Muhittin Beyin, kendisine yer göstermiş olmama rağmen, valinin önüne geçmeye davrandığını görünce artık dayanamadım; böylece bildiğin netice meydana geldi.”
Birkaç dakika sustu, düşündü tekrar konuşmaya başladı:
“Efendim, vali bulunduğu vilayette Devletin mümessilidir; oranın her halinden kanunen o mesuldür; Parti müfettişinin ise orada kanuni ve resmi hiçbir sıfatı, tabiatiyle de hiçbir nevi sorumluluğu yoktur; onun vazifesi, nihayet, Parti işlerini düzenlemekten ibarettir; icra işlerine müdahale edemez, etmemesi lâzımdır. Fakat bizde ta İttihat ve Terakki murahhaslarından kalma sakim bir itiyat vardı. Bu zatlar kendilerini icra işlerinde de vazifeli ve yetkili saymakta, öyle hareket etmekteydiler. Şimdi görüyorum ki, muhtelif vilayetlerde bulunan bizim Parti müfettişleri ve reisleri de aynı yolu tutmuşlardır ve Partinin başında bulunan arkadaşlar da bu vaziyeti adeta tabii buluyorlar, “Vali ve müfettiş iki samimi arkadaş gibi baş başa verir, konuşur, anlaşır ve işleri elbirliğiyle yürütürler” mütalaasında bulunuyorlar; bu mütalâa katiyen yanlıştır. Ne kadar iyi geçinen, anlaşılabilen yakın arkadaşlar olurlarsa olsunlar iki insanın her meselede aynı görüş ve düşünüşe sahip olması imkânsız bir şeydir. Şu halde düşünelim!… Parti müfettiş ve reislerinin icra işlerine karışmasını hoş görmekte devam edersek netice ne olacaktır?… Evvela Parti müfettişlerini ele alalım; ya vali müfettişi, yahut da müfettiş valiyi, yani behemehal ikisinden biri ötekini tesiri altına alacaktır… Eğer vali, Parti müfettişini yedeğine alırsa, müfettiş bey, dolayısıyla ondan bu sahada beklenen hizmet, sıfır olmuş demektir; o halde neden, boş yere adam kullanıp emek ve para harcamalıdır öyle değil mi?… Yardım dersek, valilerin yanlarında ve emirlerinde zaten yardımcıları vardır; icap ederse, en liyakatli olanlarından seçmek suretiyle bu yardımcıların adedi çoğaltılabilir de… Aksine, eğer Parti müfettişi, valiye hükmeden bir duruma gelirse orada Devlet işleri ve otoritesi, kanunen sorumsuz bir adamın eline geçmiş demektir ki, böyle bir hal, Devlet idaresinde, zararları ölçülemeyecek kadar büyük bir felaket, bir fecaat olur. Parti reisleri için de hal aynıdır.”
Burada biraz durdu; gözleri dalgınlaşmış, yüzü hüzünlü bir hal almıştı.
“Çocuk” dedi, “bilir misin ki İttihat ve Terakki’nin başarısızlığa uğramasının en mühim sebeplerinden biri, idareyi mes'ullerden ziyade, gayrı mes'ullerin eline bırakmış olmasıdır; bu yüzden memleketin her bakımdan ne kadar büyük, ne kadar ağır ziyanlara uğradığını hep biliyoruz.
Meseleyi başka bir cihetten de tahlil edelim; valiler, tabii, merkezden uzaktadırlar. İzin alıp Ankara’ya geldikleri zaman da Vekilleri görüşebilmek için bazen günlerce bekleme odalarında akşamı ederler; nihayet onlarla konuşmalarında bir memur, bir maiyet adamı gibi idare-i kelâm etmek zorundadırlar. Halbuki aynı zamanda mebus olan müfettiş beyler, her istedikleri zaman, merkeze gelebilirler; Mecliste, yahut makamlarında bütün Vekiller, hatta Başvekil ile arkadaş gibi görüşebilirler, üstelik Parti merkezini de kendi görüşlerine, kolaylıkla ortak edebilirler.
Şimdi bir valinin mebus olan Parti müfettişi ile herhangi bir meseleden dolayı ihtilafa düştüğünü tasavvur edelim; elbette ki vali fikrini ve kendini müdafaada, muarızından çok geri kalacaktır; ihtimal ki, bu yüzden işini de kaybedecek, hiç değilse fena not alacaktır. Halbuki zavallı, o makama gelebilmek için, en az 20, 25 yıl çalışmış, emek harcamış, yorulmuştur; çoluk – çocuk sahibidir; bir gün açıkta kalır veya emekliye ayrılırsa zarurete düşecektir. Şu halde?… Herkesten kahramanlık bekleyemeyeceğimize göre, muhtemeldir ki, birçokları kendileri için çıkar yolu, Parti müfettişi beylerle hoş geçinmekte, onların arzularını, işin hakiki icabına, hatta kanunlara aykırı olarak, yerine getirmekte bulacaklardır; işte o zaman da demin söylediğim fecaat baş gösterecektir.
Dahası var; Parti müfettişi veya reislerinin icra işlerine karışmaları yüzünden herhangi bir yerde mesuliyeti icap eden bir hal olursa ne yapılacaktır?… Kanunen valiyi sorguya çekmek lâzım değil mi?… Evet ama bunu hangi vicdanla ve nasıl yapabiliriz ki, biçarenin başına parti müfettişini, yahut reisini, bile bile biz musallat etmişizdir. Müfettiş ve reis beylere gelince, onlar müdahale ve tazyiklerini inkâr etmeseler bile pekalâ “Biz bunu bir mütalâa olarak söylemiştik, mesul olan vali bey mütalâamızı kabul etmez, bildiği gibi hareket edebilirdi” diyerek işin içinden çıkabilirler. Bu şu demektir ki, mesuliyet ortada kalmıştır. Söylediklerim yalnız valiler ve Parti müfettiş ve reisleri için değil, bütün Devlet memurları ile partililer arası münasebetler için de varittir.
Olmaz çocuk, böyle şey olamaz; buna meydan vermemek lâzımdır. Sorumlu Devlet memurlarının kanuni salahiyetlerini, mesuliyetlerini de gözden uzak tutmayarak, her zaman tam ve serbest olarak kullanmalarını temin etmeli, icra işlerine kim olursa olsun, sorumsuz adamları karıştırmamalıdır.”
Sözlerinden ve halinden anlaşılıyor ki, bu yüzden mustaripti ve durumu düzeltmek için çareler arıyordu.
…
Bir, iki gün sonra, Çankaya Köşkünde, yatak odasında Atatürk ile Recep Peker’in, tekrar bu konu üzerinde, bir konuşmalarına şahit oldum. Recep Bey yine Kazım Paşanın müfettişlikten uzaklaştırılması için emir almağa çalışıyordu; elinde bir dosya vardı; Atatürk sordu:
“Elindeki dosya nedir?…” Recep Bey de:
“Kazım Paşaya ait şikayet dosyası Paşam!..” cevabını verdi ve dosya ve dosyayı açıp bir takım kağıtları okumak istedi; Atatürk müdahale etti:
“Dur! Bana yalnız şikayetin esasını söyle, kâfi…”
Peker, kağıtlar arasından bir mektup çıkardı; bu mektup o zaman Edirne mebusu bulunan rahmetli Faik Kaltakkıran’dan geliyordu; onu okumaya başladı.
Mektubun özeti şuydu: Bilmem hangi nahiye müdürü, bir köyün kahvesinde oturuyormuş… Yanındaki masada iki köylü konuşup dertleşiyorlarmış… Bu arada Köy Kanununa göre kendilerinden istenilen hizmet ve paranın ağırlığından bahsetmişler… Nahiye müdürü, köylülerin bu konuşmasını Faik Beye hikaye etmiş; o da Parti Genel Sekreterliğine bildiriyordu.
Atatürk’ün sabrı tükenmişti; ayağa kalktı:
“Aman efendim aman!…” dedi. (*) “Sizin bütün işleriniz böyle esaslara, bu kabil pestenkerani vesikalara mı dayanır; yeter artık Recep!… Kendini üzme; beni de beyhude yere meşgul etme… Sana evvelce de söyledim, aldığın malûmatı, daha başkaları varsa onları da katarak bu vesikayı sorumlu Vekile verirsin; o lüzum görürse, müfettiş gönderir; Kazım Paşanın yaptıklarını teftiş ettirir; icap ederse resmi tahkikat açılır. Çıkacak neticeye göre hakkında kanuni muamele yapılır; bunun başka yolu yoktur. Hadi, şimdi kağıtlarını topla. Bak –beni işaret ederek- çocuk bu akşam Fransa’ya yolcudur, kendisi ile konuşacaklarımız var…”
Peker dosyasını toplayıp odadan çıktıktan sonra, bana döndü; uzun uzun başını salladı; hali gördün mü demek istiyordu.
Paris’e vasıl olduğum günün akşamıydı; Recep Peker’in Parti Genel Sekreterliğinden affedildiğini, Anadolu Ajansının yabancı radyolarda dahi neşredilen şu telgrafından öğrenmiştim:
“Ankara – 15 Haziran 1936. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreterini, Atatürk vazifeden affetmiştir. Şimdilik bu vazifeyi Atatürk’ün Vekili olarak İnönü ifa edecektir.”
Seyahatten dönüşümde arkadaşlar, bana hadiseyi şöyle hikaye ettiler: Recep Bey bir akşam sofrada bu meseleyi tekrar açmış; ileri-geri epeyce konuşmuş… Sonunda:
“Ben Parti Genel Sekreteriyim; bir şahsiyetim vardır; aynı zamanda bu hususta söz sahibiyim de…” demiş, Atatürk de:
“Ya öyle mi…? Ama ben de aynı Partinin Genel Başkanıyım, şu halde meseleyi nasıl halledeceğiz…” diye sormuş, bunun üzerine Recep Peker sofrayı terk etmiş, bu suretle de malum neticeyi kendisi hazırlamış imiş…
Üç gün sonra; 18 Haziran 1936 günü, Başvekil ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Vekili İsmet İnönü, aşağıya aynen aldığım beyannâmeyi yayınlamıştı:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksatların tahakkukunu kolaylaştırmak için, bundan sonra, Parti faaliyeti ve Hükümet idaresi arasında, daha sıkı bir yakınlık ve daha amelî bir beraberlik temin edilmesine Genel Başkanlık Kurulunca karar verilmiştir. Bu maksatla:
Dahiliye Vekili Genel Yönetim Kurulu üyeliğine alınmış ve kendisine Partinin Genel Sekreterlik vazifesi verilmiştir.
Bütün vilayetlerde vilayet Parti başkanlığına, vilayetin valisi memur kılınmıştır.
Umumi müfettişler mıntıkaları dahilinde bütün Devlet işlerinin olduğu gibi, Parti faaliyet ve teşkilâtının da yüksek murakıbı ve müfettişidirler.
…
Demek ki, Atatürk, idare hayatımızda pek tehlikeli gördüğü sakatlığı ortadan kaldırmak için harekete geçmiş, tasavvur ettiği tedbirler üzerinde, Parti Genel Yönetim Kurulu ile de uyuşmuştu.
Bu şekli, çok mahzurlu görenler, bu itibarla, hiç tasvip etmeyenler çoktu; itiraf ederim ki, sebeplerini yakından bildiğim halde kendisi ile görüşünceye kadar ben de onlar arasındaydım.
Seyahatten dönüp de huzuruna çıktığım zaman, bir münasebet getirerek, bu konuda ileri sürülen aksi mütalâaları ve şahsi düşüncelerimi arz ettim:
“Evet!” dedi, “doğrudur; kararımız bir takım başka mahzurlar doğurabilir. Fakat muhakkak ki, bundan önce, mevcut olan en büyük, hatta feci mahsuru; yani kanun karşısında sorumsuz olan adamların Devlet işlerine hakim olması itiyadını ortadan kaldıracağı için getireceği fayda, o mahsurlardan daha büyük olacaktır.
Çocuk! Biliyorsun ki, birçok zaruretler yüzünden şimdi zaten anormal bir durumda bulunuyoruz ve Devletin bünyesinde, arzumuz hilafına, beliren arızayı bertaraf etmek için durmadan fikir ve gayret sarf ediyoruz; elbette bir gün hedefimize varacak, Devlet idaresini en ileri bir şekle ulaştıracağız. O güne kadar zararlarımızı, hangi yoldan, nasıl ve ne miktarda azaltabilirsek o kadar kazanırız; kararımız işte bu cinsten bir tedbirdir.”
(Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1973; s. 484-492)